|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
başlangıç
Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı!..
2022-01-01 02:00:00
Dâvûd-i Tâî, şarkıcı bir kadından "Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı/Hangi güzel göz ki, yere akmadı" sözlerini duyar. Ve...
Dâvûd-i Tâî hazretleri, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ileri gelen talebelerindendir. Künyesi Ebû Süleyman, ismi Dâvûd bin Nâsır-i Kûfî’dir. Horasanlıdır. Habîb-i Acemî’nin halîfesi idi. Haramlardan, şüphelilerden, mubahların fazlasından sakınan, pek çok ilimlere sahip bir mübarek zât idi...
İmâm-ı a’zam’ın yirmi sene derslerine devam eden Dâvûd-i Tâî hazretleri, fıkıh ilminde talebeleri içinde en önde gelenler arasına girdi.
Kendisine "Efendim, bu mertebeye, bu makamlara nasıl ulaştınız" diye sual ettiklerinde şu cevabı verdi:
"Bir sokaktan geçerken şarkıcı bir kadından şu sözleri duydum:
Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı,
Hangi güzel göz ki, yere akmadı.
Bu sözler bana öyle tesir etti ki o gün tövbe ettim. Bu beyti düşündükçe şuurum altüst oldu..."
Hayatının bundan sonraki safhası şöyle anlatılır:
Dâvûd-i Tâî kendinden geçmiş bir hâlde oradan ayrılarak zamanının en büyük âlimi İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzuruna geldi, İmâm-ı a’zam yüz renginin değiştiğini görünce sebebini sordu. Dâvûd-i Tâî; “Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu hâli, anlatamayacak hâldeyim. Bu hâlin ne olduğunu okuduğum kitaplarda bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?” dedi.
İmâm'ın gösterdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamamen terk edip, dînin emir ve yasaklarına uymada, haram ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şekilde ilerledi...
Dâvûd-i Tâî, daha sonraları Habîb-i Acemî hazretleriyle tanıştı. Ondan feyiz alarak kemâle geldi, olgunlaştı. İnzivaya (yalnızlığa) çekilerek insanların arasına karışmadan yaşamaya karar verdi. Halktan tamâmıyla alâkasını kesti... Bir gün kendisine “İnsanların arasına, niçin karışmıyorsun?” dediler. “Kiminle konuşayım? Ekserî kimseler, dînî bir mevzuda konuşmuyor, emir ve yasaklardan anlatmıyorlar, yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine hatâlarımı fazîletmiş gibi gösteriyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine zararı oluyor, onlarla niçin oturayım” diye cevap verdi...
Bu mübarek zatın Bağdâd’da vefat ettiği (m. 781 (h. 165) gece; “Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ ondan razı olmuştur” diye semadan bir ses geldi...
Vefat haberi Bağdâd’da çabuk duyuldu. Cenazesini taşımakla şereflenmek için binlerce insan toplandı. Kabrin başında İbn-i Semmâk hazretleri; “Ey Dâvûd! Kendini, kabir zindanına konmadan önce dünyâda hapsettin. Hesap günün gelmeden önce sen kendini hesaba çektin. Bugün Allahü teâlânın rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun” dedi. Allahü teala şefaatlerine nail eylesin. Âmin...
.Kötü âlimlerin vasıfları
2022-01-07 02:00:00
Kıymetli kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları ilmihâl kitaplarını okumalıdır.
Âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak amel etmek caiz değildir. Kıymetli kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları ilmihâl kitaplarını okumalıdır. Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihâl kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak, insanı dünya ve ahiret felaketlerine sürükler. Kötü din adamları; yaldızlı kelimelerle, Müslümanlara gerici, Ehl-i sünnet âlimlerine yobaz demekte ve yazdıkları zehirli kitapları ile gençleri aldatmaktadır. Çıkardıkları dergilerde bozuk, alçak yalanlarla Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaktadırlar...
***
İmam-ı Rabbânî hazretleri bu hususta Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
Âlimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyah leke gibidir. Dini kuvvetlendirmek, İslamiyet’i yaymak şerefi, âlimlere aitse de, bazen kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim Peygamberlerin efendisi, kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber verip, (Allahü teâlâ bu dini, facirlerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmuştur. Bunlar, çakmak taşına benzer. İnsanlar, bu taştaki kudretten ateş yapar, istifade eder. Taşın ise, hiç faydası olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ bu ilimleri, kendilerine zararlıdır. Çünkü Kıyamette, (Bilmiyorduk, günah olduğunu bilseydik yapmazdık) diyemezler. Bir hadis-i şerif meâli:
(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen âlime yapılır.) [Beyhekî]
Allahü teâlânın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeye vesile edenlere, bu ilim zararlı olur. Hâlbuki dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, vaaz etmek ve dînî yazı, kitap, mecmua çıkarmak, ancak, Allah rızası için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle halis, temiz düşünmenin alameti de, dünyaya düşkün olmamaktır. Bu belaya düşmüş, dünyayı seven din adamları, hakikatte dünya adamlarıdır. İnsanların en alçağı bu kötü âlimlerdir. Din, iman hırsızları bunlardır. Böyle iken bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır.
Büyüklerden biri, şeytanın boş durduğunu, insanları aldatmakla uğraşmadığını görünce, sebebini sorar. Şeytan, (Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta bana o kadar yardımcı oluyorlar ki, bu önemli işi yapmama gerek kalmıyor) demiştir. Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır.
.Akıllı olmanın ölçüsü...
2022-01-08 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır."
Bir kimse, kendinin akıllı olup olmadığını anlayabilir mi? Evet, anlayabilir; ama akıllı ne demektir? Muteber din kitaplarında bu hususta buyuruluyor ki:
Akıllı, kârını zararını bilene denir. Dünya kârını düşündüğü gibi, âhiret kârını da düşünendir. Sadece 80, 100 yıllık dünya hayatını düşünüp de, sonsuz âhiret hayatını düşünmeyene akıllı denmez, ona ahmak denir. Akıllı olmak çok kıymetlidir. Üç hadis-i şerif meâli:
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazâlî]
(Aklı olmayanın dini de yoktur.) [Tirmizî]
(Aklı olan kimse, iman eder.) [Beyhekî]
Demek ki iman eden, sonsuz hayatını düşünen kimse akıllıdır. Yine hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı şudur ki, Allah’a ve Peygambere inanır ve ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.) [İ. Maverdî]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizî]
(Akıllı olan, Allah’a ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî]
Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, akıllı, doğru iman sahibi olan ve sonsuz hayatı için hazırlık yapan kimsedir. O hâlde aklımızı azaltan şeylerden uzak durup, aklımızı parlatmaya çalışmalıyız. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın! Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun.) [İbni Muhber]
Demek ki, farzları yapıp haramlardan sakınanın aklı artar. Haram işleyenin aklı azalır. Yine bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazâlî]
O hâlde akıllı olmak için, iman edip ibadetleri yapmak ve haramlardan sakınmak gerekiyor. İbadetleri çoğalttıkça iman ışığı parlar. Günah işledikçe iman ışığı sönmeye başlar. Günah işlemeyi çoğalttıkça bu ışık temelli sönebilir.
(Günah işlemek, zamanla insanı küfre sürükler.) [Mektubat-ı Rabbânî 2/110]
Günah işleyen kâfir olmaz, ama zamanla günahlar kalbi karartır, insanı kâfir edebilir. Bu bakımdan büyük küçük her günahtan sakınmaya çalışmalıdır.
Bir gün Âişe validemiz şöyle sual etti:
-Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir?
-Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür.
-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi?
-Ya Âişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.
Hikmet ehli, ibadetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belalara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir.
.Hanımıyla iyi geçinenin şakalaşanın rızkı artar...
2022-01-14 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Hanımıyla iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızıklarını artırır."
İyi huylu bir insan, herkesle iyi geçinir; hele hanımıyla iyi geçinmenin bir yolunu mutlaka bulur. Atalarımız ne güzel söylemiş: "Geçinmeye gönlü olan deveyi yapar pire; geçinmeye gönlü olmayan pireyi yapar deve!.."
Dinimizde iyi Müslüman olmak için hanımıyla iyi geçinmek şarttır. Kur'ân-ı kerimde de mealen, (Onlarla iyi, güzel geçinin!) buyuruluyor. (Nisa 19)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Bir mümin, hanımının kötü huyuna kızmasın! Onun iyi huyu da olur.) [Müslim]
(Kadın, zayıf yaradılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmeyin!) [İbni Lal]
(Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan benim.) [Nesâî]
(Hanımını dövenin, Kıyamette hasmı ben olurum. Hanımını döven, Allah ve Resulüne âsi olur.) [R. Nasıhîn]
(Hanımıyla iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızıklarını artırır.) [İ. Lâl]
Bazı kimseler, Nisâ sûresi otuz üçüncü âyetinde, kadınların dövülmesi emir olunuyor diyorlar. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmede meâlen, (Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünki, Allahü teâlâ, bazı kullarını bazısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harc ederler. Kadınların iyileri, Allahü teâlâya itâat eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hâzır olmadıkları zamân, onların nâmûslarını ve mallarını, Allahın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın. Yine uslanmaz iseler, hafîf dövün! Uslanırlarsa, onları üzecek şey yapmayın!) buyuruluyor.
Görülüyor ki, mala ve nâmûsa hıyânet etmeyen kadınları dövmek değil, onları hiçbir sûretle üzmek câiz değildir. Hâin olanları da, yumruksuz açık el ile veyâ düğümsüz açık mendil ile hafîf vurarak ıslâh etmeye izin verilmiştir. Nâmûsa ve mala hıyânet edenlere, her hükûmet, her kanûn, ağır cezâ yapmaktadır. İslâmiyet, kadınlara, çok kıymet verdiği, çok acıdığı için, hâin olanlarını kanûn pençesine düşürmeden önce, hafîf vurmakla ıslâh edilmelerinin de tecrübe olunmasını emretmektedir...
Kadınların kalpleri ince, nâzik ve hislerine tâbi olduğundan, birbirlerine haset edenleri çoktur. Bu bakımdan, bilhâssa yeni evliler, uyanık olmalı, ana, kız kardeş ve başka kadınların, zevcesini çekiştirmelerine aldanmamalı, böyle şeyler söylenmesine fırsat vermemelidir. Böyle sözlere uyarak hanımını incitmekten çok çekinmelidir.
.Başınız sağ olsun, Efendiniz göçtü!..”
2022-01-15 02:00:00
Akşemseddin hazretlerinin Hanımı der ki: “Efendi 'bu dünyadan göçeceğim, göçeceğim' deyip durursun, bir türlü göçemedin gitti...”
Bugün, büyük velîlerden Akşemseddin hazretlerinin vefat yıl dönümüdür... Bu mübarek zatın soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip Amasya’ya yerleşti. 15 Ocak 1460 senesinde Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etti...
***
Anadolu'da yetişen en büyük velilerden biri olan Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin talebelerinden biri de Akşemseddin hazretleriydi. Hacı Bayram hazretlerine bağlanışından kısa bir zaman sonra zekâsı, en önemlisi de şeyhine tam teslimiyeti sayesinde icazet [diploma] aldı ve irşadla görevlendirildi. Akşemseddin'in bu başarısı diğer talebeler arasında hasetliğe, kıskançlığa sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram hazretlerine şöyle sordu:
-Efendim, kırk yıldır talebeniz olanlar henüz halifeliğe layık görülmezken Akşemseddin'in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının hikmeti nedir?
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri şu cevabı verdi:
-Bu köse [Akşemseddin] bizde ne gördü ve işittiyse sebep ve hikmetini araştırmadan hemen inandı ve teslim oldu. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise bizde gördüklerinin ve duyduklarının önce sebep ve hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu. İşte aradaki fark budur!..
***
İstanbul’un fethinden sonraydı. Fatih Sultan Mehmed Han bir gün hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gitti. Elini öpüp, tahtı tacı bırakıp derviş olmak istediğini söyledi. Hocası, bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen padişahın asıl vazifesini yapmamış olacağını, din-i İslam ve adaletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi...
***
Akşemseddin hazretleri bir gün küçük oğlu Hamdi Çelebi'yi dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’ân-ı kerim okur. Mübârek, bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der: “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!”
Hanımı omuz silker: “A efendi” der: “Sen de son günlerde 'bu dünyadan göçeceğim, göçeceğim' deyip durursun, bir türlü göçemedin gitti yani...”
Mübarek “Peki hanım, bekle öyleyse!” deyip kalkar. Mescide gider. Talebelerine “okuyun” buyurur. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Talebeleri eve koşarlar “Başınız sağ olsun” derler: “Efendiniz göçtü!..”
.Selçukludan Osmanlıya uzanan kutlu yol...
2022-01-21 02:00:00
Ülkemizde 1999’da Osmanlının 700. Kuruluş Yılı Kutlamaları düzenlenmişti. O tarihten itibaren her yıl 21-27 Ocak arası "Osmanlı Haftası" olarak kutlanmaktadır...
Oğuzların en kıymetlisi, Kayı Han'ın kabilesi idi. Bunun torunlarından Süleyman Şah, Moğol hükümdarı Cengiz zamanında Anadolu tarafına gelip, 1229 senesinde Fırat Nehri'nde boğuldu. Dört oğlu kaldı. Bunlardan Ertuğrul Bey, Moğollardan uzaklaşmak için, kabilesi ile Sivas tarafına geldi. Bir tatar ordusu ile, Selçuklu Sultanı Alaüddin savaş ediyordu. Selçuklulara yardım etti. Sultan, Kayı Han kabilesini Ankara civarına yerleştirdi. Sonra, beşyüz kişi ile Söğüt’e yerleşti.
Ertuğrul Gazi etrafın fethi ve İslamiyet’in yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Yarım asır adaletle idare ettiği bölgede Hristiyanlara da İslamiyet’i sevdirdi. 1281 yılında Söğüt’te vefat ederek oraya defnedildi. Vefatından sonra, küçük oğlu Osman Gazi, babasının yerine emîr seçildi...
Dört yüz çadırlık bir beylikten devlet kuran Osman Gazi’nin sayılamayacak kadar güzel hasletleri vardı...
Osmanlı Devleti Osman Gazi tarafından 27 Ocak 1299'da Söğüt kasabasında kuruldu. Kanunlar ve bütün sosyal işler ve fertlerin güzel ahlakları, hep İslam dininden hasıl oluyordu. Müslümanlar ile beraber başka dinden olanlar da, ibadetlerini, ticaretlerini serbest yapıyorlar, rahat yaşıyorlardı. İnsan haklarına, adalete tam kavuştukları için, çoğu Müslüman oluyordu... Ve Osmanlı sultanları 1517 senesinden itibaren bütün Müslümanların halifeleri oldular. Altıyüzyirmiüç sene İslamiyet'e hizmet ettiler. İslamiyet'i bozmak, Müslümanları bölmek için saldıran mezhepsizleri terbiye etmek için çok uğraştılar... Ne yazık ki, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi ile din işlerine de fesat karıştı... Onun zamanında yazılan din kitapları, bir ilim heyeti tarafından tetkik edilirdi. Tasdik edilip, izin verilenler bastırıldı. 1909'dan sonra din kitapları salahiyetli âlimler tarafından kontrol edilmez oldu. Ne oldukları belirsiz kimselerin ve mezhepsiz din adamlarının yazdıkları bozuk kitapları okuyan Müslüman yavruları, temiz gençler, dini yanlış öğrendiler. Böyle cahil yetiştirilen Müslümanlardan bazıları, siyaset cambazlarının tuzaklarına düştüler. Müslümanlar arasındaki bu fitne, İslam düşmanlarının işlerine yaradı. İngilizlerin (İslamiyet'i yok etmek) planlarının gerçekleşmesini kolaylaştırdı... İşte bu sebeple, Allahü teâlâ, Müslümanların bölünmelerini yasak etmiş, kardeş olduklarını bildirmiş, birbirlerini sevmelerini, vatan düşmanlarına karşı birleşerek kuvvetli olmalarını emretmiştir.
Bugünkü yazımızı, Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" hazretlerinin bir sözüyle bitirelim:
"Osmanlı sultanlarının hepsi velî idi..."
.Allah onları sever, onlar da Allah’ı...
2022-01-22 02:00:00
Bir kimse, Allahü tealayı, Resulünü ve evliyasını seviyorsa, bilsin ki onlar da kendisini seviyor demektir.
Büyüklerle, Allah adamlarıyla beraber olmak için, onları sevmek yeter. Ancak, hiçbir ibadet yapmayan ve hiçbir günahtan sakınmayan büyükleri asla sevemez. Seven sevdiğine itaat eder. Onlar gibi olamayız ama elimizden gelen gayreti göstermemiz şarttır...
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülaziz Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Cenab-ı Hakkın rızasına kavuşmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak için, silsile itibarıyla hocaları Resulullah efendimize dayanan bir evliyayı sevmek, onun tarafından sevilmek gerekir. Hadis-i şerifte, (Evliyanın kalbi nazargâh-i ilahidir. Böyle bir kalbde bulunana Hak teâlâ rahmet eder) buyuruluyor. Böyle bir kalbe girdikten sonra, maksadına kavuşmadan ölen kimse, kurtuluşa ermiş demektir; çünkü Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah ve Resulüne hicret etmek üzere evinden ayrılıp yolda iken ölen, maksadına varmış gibi mükâfatlandırılır) buyuruluyor. [İmad-ül-İslam]
Kişi sevdiği ile beraber olur. Sevenler, sevdiklerini de beraberce götürürler. Bir kimse, Allah’ı ve Onun Resulünü ve evliyasını seviyorsa, bilsin ki onlar da kendisini seviyor demektir. Çünkü Kur'ân-ı kerimde mealen, (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever) buyuruluyor. Allahü teâlâ, önce kendi sevgisini bildirmiştir. Yani sevilmeyen sevemez. Şu hâlde sevilmeye layık olmak için de İslam âlimlerinin bildirdiği yolda bulunmak gerekir.
"İnsan beşer, durmaz şaşar" demişlerdir. Onun için tövbeyi hiçbir zaman terk etmemek lazım. Rahmet kapılarının anahtarı tövbedir...
***
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin başka bir şehirde yaşayan sevenlerinden biri anlatır:
Bir gün pazarda gezerken bir güzel kadın görüp tekrar tekrar baktım. Sonra pişman olup tövbe istigfar ettim. Akşam eve geldiğimde hanımım dedi ki:
-Efendi bugün yüzünüzü kararmış görüyorum, acaba nedendir?
Aynayı alıp baktım ki, hakikaten yüzüm kararmıştı. Neden olduğunu düşünürken aklıma o kadına baktığım geldi...
O günden sonra bir mağaraya çekilip günlerce gözyaşı döktüm, günahımın affı için Allahü teâlâya yalvardım. Yine de huzurlu olamadım. Sonra hatırıma, büyük velî Cüneyd-i Bağdadi hazretlerini ziyaret etmek geldi. Bağdat'a o mübarek zatın yanına gittim. Evine varıp kapıyı çaldığımda, bana, "Gir ya Abdullah, sen pazarda günah işle, biz Bağdat'ta istigfar edelim öyle mi?.." dedi.
İçeri girip, mübarek elini öpüp oturdum. Şaşırmış ve çok utanmıştım. Devamla buyurdu ki:
- Pişmanlık, tövbe büyük nimettir. Kalbin imdadı olmadan uzuvların dinin emrine uyması çok güçtür. Büyüklerin sevgisi olmayınca kalbin imdadı olmaz. Bunları yapmak ancak Allah adamlarının işidir. Büyükleri seven mahrum kalmaz..
.Peygamber duasına mazhar olmak...
2022-01-28 02:00:00
"Müşrikler Peygamber aleyhisselama geldiler ve dediler ki: Beddua et gökten taş yağsın, ateş yağsın görelim senin peygamber olduğunu!"
Geçenlerde bir okuyucumuz telefonla "Peygamber efendimizden önce, inanmayan kavimlerin, Allah'ın azabına uğrayıp helak olduklarını okuyoruz. Ancak günümüzde o eski kavimler gibi, hattâ daha azgın olanları var. Neden bunlar dünyada iken de cezalandırılmıyor?" diye sordu.
Kendisine, bu konuyu çok sual eden olduğu için cevabını gazetede yazacağımızı oradan takip etmesini söyledik...
Efendim, muteber kitaplarda buyurulduğuna göre bunun birkaç sebebi var:
1- Peygamber efendimiz, âlemlere rahmet olduğu için genel bir azap verilmiyor. Diğer peygamberlere inanmayanlar, dünyada çeşitli belaya maruz kaldıkları hâlde, Peygamber efendimizin rahmet olması sebebiyle, cezalar genelde âhirete tehir edilmiştir. Onun hürmetine bu ümmete dünyada hemen ceza verilmiyor.
Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azap etmem.) [Enfal 33]
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) bir sohbetinde buyurdu ki:
"Bir gün müşrikler Peygamber aleyhisselama geldiler ve dediler ki: 'Sen peygamber olduğunu söylüyorsun. Beddua et gökten taş yağsın, ateş yağsın görelim senin peygamber olduğunu!' Resûlullah efendimiz onlara buyurdu ki: 'Ben aranızdayken böyle bir şey olmaz, umumi felaket gelmez...' Vârisleri de böyledir kardeşim. Yeter ki onların sevgisi devam etsin."
Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselama, (Benim âlemlere rahmet oluşumdan sana da bir pay düştü mü?) diye sual edince, "Evet, sonumun ne olacağından korkardım. Tekvir sûresinin 20. ve 21. âyet-i kerimelerini getirince, Arş’ın sahibi yanında, kıymetim, emin olduğum meydana çıktı" dedi. (Şifa-i şerif)
Bir hadis-i şerifte mealen buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, beni âlemlere rahmet ve hidayet için gönderdi.) [Ebu Nuaym]
Bu rahmet, yalnız insanlar için değil, bütün mahlûkat içindir. Hattâ kâfirler bile istifade eder. Allahü teâlâ, Peygamber efendimizin hürmetine bu ümmete genel bir ceza göndermiyor...
Eski insanlar bin yıl kadar yaşıyordu. Kur’ân-ı kerimde Hazret-i Nuh’un bin yıl yaşadığı bildiriliyor. Bu ümmetin çok sıkıntı çekmemesi için, Allahü teâlâ, Peygamberimizin hürmetine ömürlerini kısa eyledi. Cenab-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibadetlere sonsuz nimetler ihsan edecektir. Peygamberine uymayan, İslamiyet’i beğenmeyenlere de, sonsuz azap yapacaktır. Ayrıca Onun hürmetine, günahlara dünyada hemen ceza vermiyor.
Kâfir ve Müslüman herkes Peygamber efendimizin ümmeti ise de, Müslümanlara (Ümmet-i icabet), kâfirlere (Ümmet-i davet) denir.
(Konuya yarın devam edelim inşallah...)
.Rabbine söyle de, bize çabuk azap göndersin!"
2022-01-29 02:00:00
Kâfirler, Resulullah efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) alay ederek "Rabbine söyle de, bize çabuk azap göndersin" diyorlardı!..
Bir okuyucumuzun "Bu millete neden genel bela gelmiyor?" sorusunun cevabına bugün de devam ediyoruz efendim...
2- Onların neslinden tövbe eden sâlih kimseler geleceği için genel ceza gönderilmiyor. Kâfirler, Resulullah efendimizle alay ederek, (Rabbine söyle de, bize çabuk azap göndersin) diyorlardı. Allahü teâlâ, kâfirlerden müminler dünyaya getirmeyi ezelde takdir buyurduğu için, (O kâfirlere azap etmem) buyurdu. Enfal sûresinin, (İstiğfar ettikleri için Allah onlara azap yapmaz) mealindeki 33. âyeti için, Ehl-i sünnet âlimleri, (Onlardan, istiğfar edecek olan sâlih çocuklar dünyaya geleceği için, onlara azap etmem) demek olduğunu bildiriyorlar.
3- Bu ümmet, seçilmiş olduğu için genel bir bela gelmiyor. Bir âyet-i kerime meali:
(Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.) [Âl-i İmran 110]
4- Sâlih kimseler, yeryüzünde var olduğu müddetçe, Peygamber efendimizin hürmetine, bu ümmete genel azap gelmiyor. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ buyurur: Camiye devam eden, benim için birbirini seven ve seherlerde istiğfar eden sâlihler olmasaydı, günahta haddi aşanlardan dolayı genel bir bela gönderirdim.) [Beyhekî]
5- Allahü teâlânın acele etmemesinden dolayı bela gelmiyor. Bir âyet-i kerime meali:
(Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat Allah, onları belli bir süreye kadar erteler.) [Fâtır 45]
Cezanın ertelenmesine güvenmemelidir. Âhirette, kâfirlere şiddetli azap olacaktır. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, zâlimlere elem verici, acıklı bir azap hazırladı.) [İnsan 31]
(Rabbin, elbette azap yapacaktır. Ondan kurtuluş yoktur.) [Tur 7-8]
(Ey inkârcılar [Resulullah'ı ve onun sözlerini] yalanladığınız için, azap yakanızı bırakmayacaktır.) [Furkan 77]
Cenab-ı Hak, (Allah ve Resulü’nün emirlerine aldırış etmeyen, beğenmeyen, “Çağa, fenne uymuyor, modern ihtiyaçlara kâfi gelmiyor” diyen, Kıyamette Cehennem ateşinden kurtulamayacak, Cehennemde, çok acı azaba mâruz kalacaktır) buyuruyor. (S. Ebediyye)
Kâfirlere dünyada genel bir ceza verilmemesi, onlara merhamet edilmesi görünüştedir. Kur’ân-ı kerimde, kâfirlere çok mal ve evlat verilmesinin onlara iyilik olmadığı, onların azmaları, kudurmaları ve Cehenneme gitmeleri için bir 'istidrac' olduğu bildiriliyor. (Mü’minun 55-56)
[İstidrac: Allahü teâlânın 'nimet' şeklinde gösterdiği musibetlerdir.]
.Baba bedduasıyla felç olan genç!..
2022-02-04 02:00:00
Hazret-i Hüseyin buyurdu ki: "Kâbe'yi tavaf ederken yanık sesle dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Sağ tarafı felç olmuş biri idi..."
Geçen çarşamba günü "Üç Aylar" başladı. Dün de Regâib kandilini idrak ettik. Rabbimize hamd olsun... Mübarek günler, aylar ve geceler, insanlar için çok büyük kazançlara vesile olan fırsatlardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Bir kimse, Allahü teâlânın ayı olan receb ayında, bir mümin kardeşini gam ve üzüntüden kurtarırsa, Allahü teâlâ, ona Firdevs'te gözünün görebildiği kadar büyük bir köşk ihsan eder. Uyanınız, kendinize geliniz ve receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allahü teâlâ da size ikram ve ihsan etsin."
Din büyükleri buyurdu ki:
"Yıl, ağaç gibidir. Receb ayı, ağacın yapraklı olduğu, şaban meyveli, ramazan ise, meyvesinin toplanacağı zaman gibidir. Receb, Allahü teâlâdan mağfiret, şaban şefaat, ramazan sevapların kat kat olduğu aydır."
Zünnun-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:
"Receb tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise, hasat ayıdır. Yani ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibadetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur."
***
Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) şöyle bir hadise anlatır:
Kâbe'yi tavaf ederken yanık sesle dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Sağ tarafı felç olmuş biri idi. Ona dedim ki:
- Sen kimsin, bu hâlin nedir?
- Ben Menâzil bin Lâhık'ım. Çalgı çalmakla, şarkı söylemekle şöhret salmış, "Arabistan'ın Artisti" dedikleri bir kimseydim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Recep ve şaban aylarında bile bu günahlara devam ederdim. Babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Ancak, benim nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamı dövdüm. Üzüntülü ve kırık kalple;
-Bu aylarda oruç tutar, geceleri ibadet ederim. Beytullaha gidip şerrinden korunmak için Allahü teâlâdan yardım dilerim, dedi.
Bir hafta oruç tutup Kâbe'ye giderek, "Ey Rabbim, hakkımı oğlumdan al, onu felç et" diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Bunu görenler, bana "Baba bedduasına uğramış kimse" derler.
- Peki, baban bu hâline ne dedi?
- Babamdan af ve özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Ancak, beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere Beytullaha gelirken, yolda vefat etti. Şimdi çaresizim...
Hazret-i Hüseyin buyurdu ki:
-Babam bu gence dua etti. Receb ayında yaptığı bu dua bereketiyle Allahü teâlâ ona şifa ihsan eyledi...
.Hazret-i Ebu Bekr'i üstün kılan üç vasıf
2022-02-05 02:00:00
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hiç kimsenin malı, Ebu Bekr'inki gibi faydalı olmadı."
Ebu Bekr-i Sıddık "radıyallahü anh" Peygamberlerden sonra, insanların en üstünüdür. Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kayınpederi, Hazret-i Âişe'nin babasıdır. Hazret-i Ebu Bekr'in Resulullah efendimize fevkalade sadâkât ve sevgisi vardı. Vefatına, Peygamberimizden ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntüsü, gammı ve hasreti sebep olmuştur...
Peygamber efendimizin vefat ettiği gün halife seçilen Ebu Bekr-i Sıddık hazretleri 2 sene 3 ay 10 gün Halifelik yaptı. 63 yaşında iken vefat etti. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Seadet'e defnedildi...
***
Din büyüklerimiz buyuruyor ki:
Bir gün Peygamber efendimiz, (Ya Cebrail Ömer’in faziletlerinden anlat) buyurdu. O da dedi ki:
"Nuh aleyhisselamın peygamberlik süresi kadar yani 950 yıl Ömer’in faziletlerinden bahsetsem bitiremem; fakat onun bütün iyilikleri, Ebu Bekr'in bir iyiliği kadar etmez."
Bir kimsenin yaptığı iyiliğin sevabı öğretene iki misliyle, ona öğretene de, onun iki misliyle verilir. Sevapların katlanması, geometrik dizi gibi artar. Nihayet bütün ümmetin, bütün iyiliklerinin sevapları en sonunda Ebu Bekr-i Sıddık "radıyallahü anh"ta toplanır. Ondan da katlayarak Muhammed aleyhisselama gider. Hazret-i Ebu Bekr’i bu üstün dereceye getiren üç vasfı vardır:
1- Allah yolunda malının hepsini verdi. Kendi çok zengindi, sonunda üstünde sadece gömlek kaldı, hepsini verdi. Peygamber efendimiz (Hiç kimsenin malı, Ebu Bekr'inki gibi faydalı olmadı) buyurdu.
2- Canını feda etti. Bir gün müşrikler Peygamber efendimize saldırdılar. O da kurtarmak için araya girdi. Öyle bir dövdüler ki, kemikleri kırıldı, öldü diye bıraktılar. Sonra da cesedini bir çuvala koyup evine götürdüler. Üç gün kendine gelemedi. Üçüncü günün sonunda gözlerine açtı, annesi hemen yavrum diye koştu. Ağzına bir yudum su vermek istedi. O zaman, (Muhammed aleyhisselam nerede, onun durumu nasıl, ben onun iyilik haberini almadıkça ağzıma hiçbir şey sürmem) dedi.
3- Trilyonda, katrilyonda bir, kalbinde küçücük bir tereddüt (acaba) yoktu. Tam iman, tam tasdik! Mesela Mirac olayı… Müşrikler bu iş bitti diye sevinerek geldiklerinde, senin efendin bir anda Kudüs’e, oradan göklere gitmiş dediler. (O söylüyorsa doğrudur, inandım) diyerek müşrikleri şaşkına çevirdi ve Müslümanların imanlarında sebat etmelerine vesile oldu. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak şerefine kavuştu...
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin. Âmin...
..Kibirli hükümdarın hazin sonu!..
2022-02-11 02:00:00
Çok kibirli bir hükümdar vardı. Bir gün memleketini dolaşmak istedi. "Atımı hazırlayın!" diye emretti. Yola çıkmak için her şey hazırdı...
Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kötü huydur ve haramdır. Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Kibirli olan, salih insan olamaz. Kibir her iyiliğe engeldir, her kötülüğün anahtarıdır...
Din büyüklerimiz buyuruyor ki: Aklı olan, kendini ve Rabbini tanıyan, hiç kibredebilir mi? İnsan aşağılığını, acizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecburiyetindedir. Bunun için her an her yerde aczini göstermesi, tevazu üzere bulunması gerekir. Büyüklenerek "ben" demek feyiz ve bereketi keser.
Allahü teâlânın sıfatları değil, bizzat zatı kibirliye düşmandır.
***
Çok kibirli, gururlu bir hükümdar vardı. Bir gün memleketini gezmek istedi. Hizmetçilerine "Elbiselerimi getirin" diye bağırdı.
Huzuruna çeşit çeşit elbise getirildi. Fakat hiçbirini beğenmiyordu. İster istemez birini giymek zorunda kaldı.
Sonra ikinci emrini verdi: "Atımı hazırlayın!"
Hemen atı hazırlandı. Süslü ata, süslü elbiseleri ile bindi. Yanına hizmetçilerini ve askerlerini de alarak memleketi dolaşmaya çıktı.
Atın üzerinde ilerlerken gururundan, kibrinden yanında yaya olarak yürüyenlere bile bakmıyordu. Gözü hep yukarılarda idi. Vatandaşlarından bazıları dertlerini sıkıntılarını anlatmak için yanına yaklaşmak istediklerinde, onlarla ilgilenmiyor, atın üzerinden "Uzaklaştırın onu" emrini veriyordu... Bu şekilde epey dolaştılar. Günün birinde, karşısına, yamalı fakat temiz elbisesi olan yaşlı bir kimse çıktı. Hemen emrini verdi: "Uzaklaştırın şu ihtiyarı!"
Mâiyetindekiler, hemen ihtiyarı uzaklaştırdılar... Biraz sonra, aynı ihtiyar atın dizginlerini tutup "Ey mağrur hükümdar, seninle görüşmem lâzım" dedi. Bu hâli gören hükümdar, küplere bindi. Sesi çıkabildiği kadar bağırıyordu: "Sen hangi cesaretle benim atımın dizginlerine yapışırsın, bugüne kadar kimse böyle bir şey yapamadı!.."
Fakat ihtiyar hiç oralı değildi. Hâlâ dizginleri elinde tutuyordu. Mâiyetindekiler de uzaklaştırmaya muvaffak olamadılar. Hükümdar mecburen "Söyle bakalım, derdin nedir?" dedi. "İhtiyacımı gizli söylemem lâzım, açıktan söyleyemem" deyince, hükümdar ister istemez başını aşağıya eğdi. İhtiyar kulağına yavaşça "Ben Azrâil'im" dedi. Bu sözü duyan hükümdarın beti benzi attı, eli ayağı titremeye başladı. "Ne olur bana biraz müsaade et! Geri dönüp çocuklarımı bir defacık olsun göreyim! Onlarla helâlleşeyim! Ondan sonra canımı al!" diyebildi.
Azrâil aleyhisselâm "Hayır buna müsaade yok" deyip o anda ruhunu aldı...
Herkese yukarıdan bakan hükümdarın cansız bedeni atın ayakları altına yuvarlanıvermişti...
.Namazını hiç bırakmayan günahkâr komşu!..
2022-02-12 02:00:00
Salih bir zatın her akşam içen ve her gece gürültü yapan bir komşusu vardı. Gün geldi ve bu günahkâr komşu her fâni gibi vefat etti...
İbadetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır. Namaz kılmak, huzur-u ilahiye çıkmak demektir. Namazda, Allahü teâlânın huzurunda olduğumuzu bilerek okumalıyız. Namazı, ne olduğunu bilerek kılmalıyız!
Din büyüklerimiz buyuruyor ki: "İçki içmek büyük günahtır, içki içen namaz kılmamalı" deniyor. Bu yanlıştır. Namaz ayrı içki ayrıdır. Çok büyük günahlar işlense de, namazı asla ihmal etmemelidir. Âlimlerimiz, "Namazın bereketiyle, diğer günahların bırakılması kolay olur" buyuruyorlar.
Ankebût suresinin 45. âyetinde mealen, (Doğru kılınan namaz, insanı pis, çirkin ve yasak işleri işlemekten korur) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır...
Büyük âlim ve velî Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “Bir vakit namazım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercih ederim!..”
***
Salih bir zatın pazarcılık yapan komşusu, işten eve gelince "çilingir sofrası"nı kurarak her gece gürültü yapar. Salih zat, komşusunun gürültüsünden rahatsız olduğu için, başka bir eve taşınır, birkaç gün sonra da bu komşunun vefat etmesi üzerine tekrar eski evine taşınır.
Bir gün kapı çalınır, kapıyı açıp bakar ki karşısında çok uzun boylu bir kimse durmaktadır. Ne istediğini sorunca, adam der ki:
-Kazmayı al benimle gel!
-Sen kimsin, beni nereye götüreceksin, bana ne yapacaksın?
-Sus, kazmayı al benimle gel!
Kazmayı alır beraber giderler, mezarlığa gelirler. Bir mezarı göstererek, burayı kaz der. Mübarek zat gösterilen mezarı kazar. Oradan bir kerpiç çıkarmasını söyler. O da çıkarır. Açılan delikten mezarın içine bak der, bakar ki, komşusu Cennette ve üstelik tahtta oturuyor.
Mübarek zat şaşırır, bu benim vefat eden komşum der. Bu nasıl olur? Peki, ben nerede hata yaptım? der.
O zat da der ki:
-Vefat eden komşun çok günah işlerdi; fakat namazını hiç bırakmazdı ve namazın arkasından da şöyle dua ederdi:
"Ya Rabbi biliyorum günahım çok; fakat Peygamber efendimizi, Ehl-i beytini, aralarındaki savaşlar ne sebeple olursa olsun, Eshab-ı kiramı ve onların yolunda olanları seviyorum, onların hatırına günahlarımı affet, bana Cennetini ihsan et" diye dua ederdi. Namazlarını ve bu duayı hiç bırakmazdı. Bu hasleti onun kurtulmasına sebep oldu...
.Orta Çağ'a son veren Sultan: İkinci Mehmed Han
2022-02-18 02:00:00
Türk tarihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihangirlerle doludur. Fatih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir.
Tarihte bugün, Fatih Sultan Mehmed Han'ın, Osmanlı tahtına çıktığı gündür. (18 Şubat 1451) İkinci Murad Han'ın oğlu, İkinci Bayezid Han'ın babasıdır. 1429'da Edirne’de doğup, 1481'de Gebze’de vefat etti. Türbesi Fatih Camii haziresindedir...
Osmanlı Sultanlarının yedincisi olan, Fatih Sultan Mehmed Han, 1453 Mayıs ayının yirmidokuzuncu Salı günü İstanbul’u Bizans Rumlarından alarak, Orta Çağ'a son verdi. Ayasofya Kilisesini cami yaptı. Kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyet ve vakfeyledi...
Türk tarihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihangirlerle doludur. Fatih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o, kılıçla keşfi yan yana yürütmüş; çağ açıp çağ kapayan bir Sultandır...
ll. Mehmed Han, soğukkanlı ve cesurdu. İstanbul Muhasarası sırasında atını denize sürerek askerine şöyle haykırmıştır: “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni!..”
Aynı zamanda çok merhametli ve müsamahalı olan Fatih, vicdan hürriyetine büyük değer verirdi. İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul Patriğini yerden kaldırmakla alicenaplığını gösteren cihangir, onu şu sözlerle teselli etti:
“Ayağa kalkınız! Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı şahanemden korkmayınız!..”
Fatih Sultan Mehmed Han, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzakere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilatına sahipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş casusları da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve daimi bir "Türk haber alma servisi"yle örülüydü. Fatih’in, bu teşkilat sayesinde düşmanlarından günü gününe haberi olurdu...
Fatih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi... Aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu...
İstanbul’un fethinden sonraydı. Bir gün hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gitti. Elini öpüp, tahtı tacı bırakıp derviş olmak istediğini söyledi. Hocası, bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen padişahın asıl vazifesini yapmamış olacağını, din-i İslam ve adaletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi...
Bütün Osmanlı Sultanlarının ruhlarına birer Fatiha gönderelim inşallah..
."Damda deve mi aranır behey şaşkın!.."
2022-02-19 02:00:00
Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece kuş tüyü yatakta yatarken, sarayın damından ayak sesleri işitti. Sinirlenmişti!..
Din büyüklerimiz buyuruyorlar ki: Dünya ile âhiret arası göz açıp kapayıncaya kadardır. Bu dünya hayâldir ve geçicidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır ve ebedîdir.
Allahü teâlâ, (Kulum benden ne isterse ona o kapıları, o yolu açarım) buyuruyor. Kalbimizdeki istikamet çok önemlidir. Nereye yöneldiğimize, neye niyet ettiğimize bakalım, iyi düşünelim..."
***
Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece kuş tüyü yatakta yatarken, sarayın damından ayak sesleri işitti. Sinirlenmişti;
-Kim bu saatte o damdaki?.. Ne arıyorsun orada be adam? diye seslendi.
-Devemi kaybettim, onu arıyorum, diye cevap geldi.
Hükümdar, iyice kızmıştı:
-Behey şaşkın! Damda deve mi olur! diye haykırdı. Damdaki, dedi ki:
-Ey hükümdar! Damda deve aranmaz da, atlas yataklarda Cennet aranır mı?
Bu söz çok tesir etmişti... Sabah vezirleriyle görüşürken aklı fikri gece olan bu olayda idi...
Bu sırada bahçeden sesler gelmeye başladı. Pencereden bakınca, iri yarı bir gencin saray muhafızları ile tartıştığını gördü. Seslenerek onları içeri çağırdı. Delikanlıya ne istediğini sorunca;
-Ben hana girmek istiyorum, bunlar bırakmıyor, dedi.
-İyi ama burası han değil ki, saraydır, ben de padişahım dedi. Genç itiraz etti:
-Hayır burası bir han, dedi.
-Peki nasıl han oluyor?
-Senden önce burada kim vardı?
-Babam vardı.
-Ne oldu ona?
-Göçtü gitti.
-Ondan önce?
-Dedem vardı.
-Ona ne oldu?
-O da göçüp gitti.
-Peki, birinin konup birinin göçtüğü yere han denmez de ne denir?!.
Genç bunları söyleyip, çekip gitti...
Gece damdaki adamın sözleri ve şimdi de bu gencin sözleri hükümdarı düşüncelere sevk etmişti... Biraz ferahlamak istiyordu... Av elbiselerini giyinip, kırlara doğru sürdü atını... Bir ceylan gördü. Birkaç saat bununla uğraştı. Sonunda öyle bir yere sıkıştırdı ki, artık hayvanın kaçacağı yer kalmamıştı. Kendi kendine;
-Beni çok yordun, şimdi ne yapacaksın, nasıl kurtulacaksın elimden? diye söylendi. O anda ceylan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip;
-Başka işin yok mu? Ne istiyorsun benden, beni öldürmek için mi yaratıldın? Asıl vazifeni yapsana sen, dedi.
Hayretler içinde kalan İbrahim Edhem, okunu yayını atıp hemen tövbe etti. Sultanlığı da bıraktı, bir daha memleketine dönmedi. Gitti, İslam âlimlerine talebe oldu, senelerce ilimle uğraştı. Sonunda "İbrahim Edhem Hazretleri" oldu. Artık o bir "Gönül Sultanı"ydı...
Bugün bu mübarek zatın vefat yıl dönümüdür. (h. 162 m. 19 Şubat 779) Bu menkıbeyle kendisini anmış olduk. Allahü teala şefaatine nail eylesin...
.Anne karnındayken dişleri çıkan zat!..
2022-02-25 02:00:00
Dehhâk bin Müzâhim hazretleri, doğduğunda dişleri vardı. Gülerdi, güldüğü zaman dişleri görünürdü. Bunun için “Dehhâk” denildi...
Dehhâk bin Müzâhim hazretleri, Tabiîn devrinin büyüklerinden ve meşhûr tefsîr âlimlerinden. Belh şehrinden olup, Ebü’l-Kâsım ve Ebû Muhammed künyelerine sahiptir. Annesi onu karnında iki yıl taşımış olup, doğduğunda dişleri vardı. Gülerdi, güldüğü zaman dişleri görünürdü. Bunun için kendisine “Dehhâk” denildi. 105 (m. 723) senesinde Belh’de vefât etmiştir.
Dehhâk bin Müzâhim, Eshâb-ı kiramdan Abdullah İbn-i Abbâs hazretlerinin sohbetiyle yetişti. Ondan tefsîr, hadîs gibi birçok ilimleri öğrendi. Çok hadîs-i şerîf rivâyet etti...
Dehhâk hazretleri, Kûfe’den Horasan tarafına gitmiş ve orada Kur’ân-ı kerîm okutmuştur. Kur’ân-ı kerîmi ücretsiz öğretirdi. Mektebinde üç bin erkek ve yediyüz kız çocuk bulunuyordu. Talebelerinin etrâfında binekle dolaştığı bildirilmektedir. Birçok talebe yetiştirerek ve değerli âlimlerden rivâyetlerde bulunarak, İslâm dînine hizmet eden Dehhâk (radıyallahü anh), büyük tefsîr âlimidir. İbn-i Adî de onun büyük bir müfessir olduğunu belirtmiştir. “Tefsîr-i Kur’ân” adında bir eseri vardır. Abdullah bin Abbâs ve Abdullah bin Mes’ûd’dan öğrenerek, tefsîr ilminde şöhrete kavuşanlardan birisi de Dehhâk bin Müzâhim’dir.
İbn-i Habîb hazretleri, Dehhâk bin Müzâhim’i “Eşrâf-ül-muallimîn ve fukahâihim” (Hocaların en şereflisi ve en fakîhi) unvanıyla taltif ederek, O’nun, ilmî derecesinin yüksekliğini dile getirmiştir.
Dehhâk bin Müzâhim hazretlerinin güzel sözlerinden bazıları:
“Bir kimse şaraba devam ettiği hâlde ölürse, kıyâmet günü, sarhoş olarak haşredilir.”
“Ben âhıret âlimlerine yetiştim. Onlar birbirlerinden ancak takvâ ve vera’ı öğrenirlerdi. Şimdiki âlimler ise, kelâm mücâdelelerini öğrenmekle meşgûl oluyorlar.”
“Resûlullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: (Bu ümmetin âlimleri iki kısımdır. Birincisi, Allah ona ilim verdi. O da karşılığında para ve ücret almadan insanlara öğretti ve okuttu. İşte buna gökteki kuşlar, denizdeki balıklar, karadaki hayvanlar ve kirâmen kâtibîn melekleri duâ ederler. Kıyâmet gününde Peygamberlere arkadaş olacak, derecede yüce ve efendi oldukları hâlde Allahın huzûruna çıkarlar...
İkincisi de, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ilim ile cimrilik edip, onu Allahü teâlânın kullarına ücret karşılığı okutan âlimdir. İşte bu da, kıyâmet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş olduğu hâlde getirilir ve dellâl “Bu adam falan oğlu falancadır. Allahü teâlânın dünyâda kendisine verdiği ilmi başkalarından kıskandı, ancak para ve ücret karşılığı okuttu” diye çağırır ve insanlar hesaptan kurtuluncaya kadar azâba düçâr olur.)"
.Cömertlerin Sultanı" Hazret-i Ali
2022-03-11 02:00:00
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali’ye "Cömertlerin Sultanı" manasına "Sultan-ül-eshiya" buyurmuşlardır.
Ehl-i sünnetin göz bebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesi Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh), Resulullahın damadı, Hazret-i Ömer’in kayınpederidir. Amcası Ebu Talib'in oğludur. İslam halifelerinin ve ismen Cennetle müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Ehl-i beytin birincisidir. Allahü teâlânın aslanı idi. Hakkında âyet-i kerimeler nazil olup, pek çok hadis-i şerifle de medhedildi... Peygamber efendimiz Hazret-i Ali’ye "Cömertlerin Sultanı" manasına "Sultan-ül-eshiya" buyurmuşlardır.
Hazret-i Ali, Hicretten 23 yıl önce Mekke’de doğdu. On yaşında iken iman etti. Bütün gazalarda kahramanlıklar gösterdi... Hicri 35 yılında halife oldu. Bundan beş yıl sonra Ramazan-ı şerif ayı 17. Cuma günü sabah namazına giderken İbni Mülcem isminde bir Haricî tarafından şehit edildi. Kufe’de yani Necef denilen yerde medfundur.
Hazret-i Ali, şehit edileceği gün sabah namazına giderken yolda şu beyti okuyordu:
Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez.
Ölüm gelince artık feryat fayda vermez.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ali Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani]
(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]
(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayâlısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.) [İbni Asakir, Ebu Ya’la]
***
Hazret-i Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’ân-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’ân'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa âyetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki:
-Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmeyeyim!..
Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir.
Hazret-i Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı.
Hazret-i Ali buyurdu ki:
"İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun."
"Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur."
"Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır."
."Bilâl'i Allah rızâsı için âzâd ettim..."
2022-03-12 02:00:00
Sevgili Peygamberimiz bir gün Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi gördü. Hazret-i Ebû Bekir'e "Çok üzüldüm" buyurdu...
Bilâl-i Habeşî hazretleri, Müslüman olmadan önce, Mekke'de azılı müşriklerden Ümeyye'nin kölesi idi. Ancak o diğer kölelerden farklı idi. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başına koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi... Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.
Ticâret için uzun yol giden kervan yorgunluktan yürüyemez hâle gelince, bunun nağmeleri ile canlanır, develer bile bunun güzel sesini işitince, coşup çatlarcasına yol alırlardı... Onun bu özelliklerini bilen sâhibi Ümeyye, ona diğer kölelerden ayrı muâmele yapardı. Sanki köle değil hür bir insan gibi yaşardı.
***
Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam'a gitmişti. Bu kervanda, Hazret-i Ebû Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti...
Hazret-i Ebû Bekir bu yolculuktan dönüşte îmân nûru ile şereflenmişti... Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin yanına gelerek "Yâ Bilal! Senin de Müslüman olmanı, ebedî saâdete kavuşmanı istiyorum" dedi. Hazret-i Ebû Bekir'i yakînen tanıyan, samîmiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip hemen orada Müslüman oldu...
Bilâl-i Habeşî Müslüman olduktan sonra hayâtında bambaşka bir safha başladı. Zâlim Ümeyye başta olmak üzere diğer azılı müşriklerden de işkence görürdü. Sevgili Peygamberimiz Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi Hazret-i Ebû Bekir'e söyleyip, "Çok üzüldüm" buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir hemen Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapılan yere gitti. Müşriklere "Bunu bana satınız!" dedi.
Müşrikler cevap verdiler:
- Satmayız, ancak, senin kölen Âmir ile değişebiliriz.
Hazret-i Ebû Bekir'in kölesi Âmir, onun ticaret işlerini yapardı. Çok para kazanırdı. Yanında şahsî malından başka, on bin altını vardı. Ebû Bekir-i Sıddîk'ın önemli bir yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat, imân etmiyordu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki:
- Âmir'i bütün malı ve paraları ile, Bilâl için size verdim.
Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler çok sevinip, "Ebû Bekir'i aldattık" dediler.
Hazret-i Ebû Bekir, hemen Bilâl-i Habeşî'nin üzerine koydukları ağır taşları alıp, ayağa kaldırdı. Ağır işkenceler sebebiyle çok hâlsizleşmişti. Elinden tutup doğruca sevgili Peygamberimizin huzuruna getirerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bilâl'i bugün Allah rızâsı için âzâd ettim.
Resûlullah efendimiz çok sevindi. Ebû Bekir-i Sıddîk'a çok duâ buyurdular.
Bilâl-i Habeşî, Peygamber efendimizin müezzini oldu ve bu dünyaya O'nun gibi bir ezân okuyan gelmedi..
."Böyle neşeli olmanın sebebi nedir yâ Bilâl?"
2022-03-18 02:00:00
"Cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler yâ Resûlallah..."
Hidâyet; doğru yol, hak yol, İslamiyet demektir. Zıddı dalalettir. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak demektir.
Esma-i hüsnadan olan Hâdi ve Mehdi, hidâyet eden, doğru yola ileten demektir.
Bu konuda bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Sen sevdiğine hidâyet veremezsin, dilediğine hidâyet veren Allah’tır.) [Kasas 56]
Bir hadis-i şerifte de meâlen şöyle buyuruldu: (Hidâyet benim elimde değildir. Saptırmak da şeytanın elinde değildir.) [İ. Adiy]
Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Peki, Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi niye gönderdi? Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, beni âlemlere rahmet ve hidâyet için gönderdi.) [Ebu Nuaym]
Demek ki Peygamber efendimiz de, ümmeti de insanların hidâyetine sebep oluyor, hidâyeti veren ise yalnız Cenab-ı Hak’tır.
Bir kişinin Müslüman olmasına vesile olmak çok büyük sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Senin vasıtanla Allahü teâlânın bir kişiye hidâyet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.) [Taberânî]
***
Hazret-i Ebu Bekir vasıtasıyla Müslüman olan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Hicretten sonra, bir gün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hazret-i Ömer bu hâlini görünce sordu:
- Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescid olduğunu unuttun mu?
- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam, dedi.
Beraberce Resûlullahın huzûruna gittiler. Hazret-i Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:
- Yâ Resûlallah, Bilâl, mescidin huşûunu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor.
Peygamber efendimiz Hazret-i Bilâl'e sordu:
- Yâ Bilâl, böyle neşeli olmanın sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neşelensin...
.Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek
2022-03-19 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İbadetlerin en kıymetlisi, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlıktır." [Ebu Davud]
Hubb-i fillah buğd-i fillah; (sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek, düşmanlık ettiklerine de sırf Allah rızası için düşmanlık etmek) demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İbadetlerin en kıymetlisi, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlıktır.) [Ebu Davud]
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) Efendi bu hususta buyurdu ki:
"Ehl-i sünnet itikadı ve dinimizi öğrendiğimiz zatın Allah adamı olduğuna inanmak nimeti, çok büyük bir nimettir. Bu çok kıymetli cevher, ancak kıymetli insanlara nasip olur. Fakat bu iman nimetinin kıymeti bilinmezse çok tehlikelidir. Allahü teâlâ, mealen (Kıymetini bilmezseniz elinizden alırım. Ondan sonra size çok acı azap ederim) buyuruyor. Bu nimetin kıymetini bilmenin yolu, birbirimizi sevmektir...
Ben her şeyi Efendi hazretlerinden (Abdülhakîm Arvâsî) öğrendim. En mühimi de, 'kim sevilir, kim sevilmez' bunu öğrendim o mübarekten... Birbirimizi Allah için seveceğiz, birbirimizin kalbini kırmaktan korkacağız, titreyeceğiz; hatâlarımızı görmeyeceğiz kardeşim... Zâten müminin kalbini kırmak, mümini incitmek harâmdır. Hele hele darılmak, münâkaşa etmek, Allah muhâfaza etsin, çok tehlikelidir...
Fitneden sakınacağız. Fitnenin sebepleri var. Fitne demek; Müslümana zarar gelmesi demektir. Birinci sebep, Müslümanların birbirine sevgisinin azalması; fitne çıkmaması için birbirimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de bildireceğiz.
En korktuğumuz şey, îmânsız olmak. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. Îmânlıyım der, ama îmân gitmiş, haberi yok. Bu îmânın devâmı, hubb-i fillaha ve buğd-i fillaha bağlıdır.
Birlik ve beraberliğe dikkat etmeli, çünkü bir hadis-i şerifte, (İnsanın kurdu şeytandır. Şeytan aynı inançta olanların arasına giremez. Farklı inançta olanların arasına girip onları parçalar, dağıtır) buyurulmuştur.
Şunu çok iyi idrak edelim ki; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, dinimizin temelidir. Eğer din büyüklerini sevenler birbirini sevmezse, o büyüklerden feyiz gelmez. Büyükleri sevdiğini söyleyen kimse, onların sevdiklerini sevmeyip, sevmediklerini seviyorsa, sözünde yalancıdır. Bir Müslümanda hubb-i fillah ve buğd-i fillah olmasının bir alameti vardır: Eğer o Müslümanı, Müslümanlar seviyorsa, onda hubb-i fillah vardır. Eğer münafıklar sevmiyorsa, onda buğd-i fillah vardır...
Günâhsız insan olmaz, kusursuz insan olmaz. İşte onun için birbirimizin kusurlarını görmeyeceğiz, iyiliklerini göreceğiz. Müslümânlık budur, kardeşlik budur..."
.Cennet gençlerinin efendisi Hazret-i Hasan
2022-03-25 02:00:00
Ehl-i beytten olan Hazret-i Hasan için Peygamber efendimiz "Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir" buyurmuştur.
Hazret-i Hasan (radıyallahü teâlâ anh) Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu, İslam halifelerinin beşincisidir. Babası Hazret-i Ali, annesi ise Resulullahın kızı Fatıma-tüz-Zehra’dır. İsmini Peygamber efendimiz koydu. Soyundan olanlara "şerif" denir. Resulullah efendimizin soyu, Hazret-i Hasan ve kardeşi Hazret-i Hüseyin'in çocukları ile devam etmiştir...
Her Müslümanın sevmesi lazım gelen ehl-i beytten olan Hazret-i Hasan için Peygamber efendimiz "Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir" buyurmuştur.
Hazret-i Hasan, babası Hazret-i Ali şehit olunca, Kufe’de halife seçildi. Kufe, Basra, Irak, Horasan, Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen ahalisine, pederi gibi halife oldu. Diğer memleketler, Hazret-i Muaviye’nin elinde idi. Yedi ay sonra, Bağdat yanında Anbar denilen yerde, ikisinin ordusu harbe hazır iken, Müslüman kanı dökülmemesi için, hilafeti Hazret-i Muaviye’ye bıraktı. Hazret-i Hasan daha küçük yaştayken, Resulullah efendimiz ona işaret ederek, (Bu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük fırka arasını bulur, barıştırır) buyurmuştu. Bu hadis-i şerif, Resulullahın bir mucizesi olarak tecelli etti...
Hazret-i Hasan, bol sadaka verirdi. Alışverişlerinde pazarlık eder, ucuz almaya çalışırdı. Kendisine dediler ki:
- Bir günde binlerce dirhem sadaka veriyorsun da bir şey satın alırken niçin uzun uzun pazarlık edip yoruluyorsun?
- Verdiklerimi Allah rızası için veriyorum. Ne kadar versem yine azdır. Fakat alışverişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır.
***
Hazret-i Hasan ve Hüseyin bir gün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyarın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, “Böyle abdest sahih olmaz” demeye sıkıldılar. Yanına giderek dediler ki:
- Mübarek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Birer abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildirir misiniz?
Önce Hazret-i Hasan, sonra Hazret-i Hüseyin güzel bir abdest aldılar. Aldıkları abdest tamamen birbirinin aynıydı. İhtiyar, dikkatle baktı ve sonra dedi ki:
- Evlatlarım! Aldığınız abdestin birbirinden hiçbir farkı yok. Aslında ben abdest almasını bilmiyormuşum. Abdest almasını şimdi sizden öğrendim.
***
Kısas-ı Enbiya, yedinci cüz, 107. sayfada diyor ki:
"Hazret-i Hasan'ın evlendiği kızlar, ona âşık olurdu. Zevcelerinden Cade binti Eşas, kendisini boşayacağını anladı. Çok üzüldü ve Hazret-i Hasan’ı zehirleyerek şehit etti... Cenaze namazını Said bin As kıldırdı. Kardeşi Hazret-i Hüseyin tarafından Medine-i münevveredeki Bakî Kabristanı'na defnedildi."
.Göklerin ve yerin süsü Hazret-i Hüseyin
2022-03-26 02:00:00
"Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için, Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür..."
Hazret-i Hüseyin (radıyallahü teâlâ anh) Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu, Hazret-i Ali’nin ikinci oğludur. Hüseyin adını, Resulullah efendimiz verdi. Künyesi, Ebu Abdullah’tır. Lakabı "Seyyid" ve "Şehit"tir. Soyundan gelenlere "seyyid" denir. Kerbela’da şehit edildi. Mübarek başı, Mısır’da Karafe Kabristanı'nda medfundur...
Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Ehl-i beytin göz bebekleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir.) [Tirmizi]
Resulullah efendimiz Hazret-i Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, (O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir) diye seslenmişlerdi.
Hazret-i Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselamı gördüğünü ve Onun, (Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev) buyurduğunu rivayet etmektedir.
Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde, Ehl-i beyte, mealen buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, yani her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.)
Bu âyet-i kerime gelince, Eshab-ı kiram sordular:
- Ya Resulallah! Ehl-i beyt kimlerdir?
O esnada, Hazret-i Ali geldi. Mübarek hırkasının altına aldılar. Fatıma-tüz-Zehra da geldi. Onu da yanına aldılar. İmam-ı Hasan geldi. Onu da bir yanına, sonra gelen İmam-ı Hüseyin'i de öbür tarafına alarak buyurdular ki:
- İşte bunlar, benim Ehl-i beytimdir.
Hazret-i Hüseyin kendisi buyurdu ki:
-Bir gün yüksek dedemin huzuruna varmıştım. Übey bin Kâb da orada idi. Bana, "Merhaba, ey Ebu Abdullah! Ey göklerin ve yerin süsü" diye hitap ettiler. Übey bin Kâb hazretleri dedi ki:
- Ya Resulallah! Gökler ve yer için, senden başka süs var mıdır?
Resulullah bunun üzerine buyurdular ki:
- Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için, Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyade süs, göklerin tabakalarıdır.
Hazret-i Hüseyin'in yüzü, karanlık gecede etrafını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmibeş defa hacca gitti. Beraberindekiler bineklere binse de, kendisi binmezdi. Çok cömert idi. Buyurdu ki:
"Cömert, efendi olur; cimri, hor olur. Bu âlemde bir mümin kardeşinin iyiliğini, kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur..."
.Peygamber Efendimizin bir rüyası ve müjdesi...
2022-04-02 02:00:00
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Rüyamda ümmetimden birini gördüm, susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi..."
Bugün 1 Ramazan... Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır... Din büyükleri buyuruyor ki:
"Cuma günü ve gecesi, ramazan-ı şerifin otuz gün ve gecesi hiç kimseye azap yoktur. Ramazan-ı şerif kirli elbisenin makineye girip temiz çıkması gibidir. Birinci günü başlıyor, otuzuncu günü tertemiz olarak insan öbür taraftan çıkıyor..."
Kışın kısa günlerde oruç tutulması daha kolay, yazın uzun günlerinde, sıcakta tutmaksa çok zordur. Elbette, zorluklar içinde yapılan ibadetin sevabı daha çoktur.
Ehl-i sünnet âlimleri, ramazan-ı şerifte şöyle dua ederler:
"Ya Rabbi! Tuttuğumuz oruçları kabul eyle! Sen bizi ramazan-ı şerifin şefaatine nail eyle! Ramazan-ı şerifte affettiğin, magfiret ettiğin kullarına bizi de dâhil eyle! Âmin..."
***
Bir gün, Peygamber efendimiz Eshabına buyurdu ki:
"Rüyamda acayip şeyler gördüm. Ümmetimden birini azap melekleri yakalamıştı. Aldığı abdestler gelip, onu içindeki zor durumdan kurtardı... Birini gördüm, kabri onu sıkıyordu. Kıldığı namazlar gelip, onu kabir azabından kurtardı... Birine şeytanlar musallat olmuştu. Ettiği zikirler gelip, şeytandan onu kurtardı... Birinin de susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi...
Birini zulmet sarmıştı. Yaptığı hac gelip karanlıktan çıkardı... Birine ölüm meleği gelmişti. Ana babasına yaptığı iyilikler gelip, ölümüne engel oldu, geciktirdi. Birini Müslümanlarla konuşturmuyorlardı. Sıla-i rahim gelip, ona şefaat etti, onlarla konuştu. Peygamberinin yanına gitmek isteyen birine engel oluyorlardı. Aldığı gusül, onu alıp yanıma getirdi... Ateşten korunmak isteyen birisine, sadakası gelip ateşe perde oldu... Birini zebaniler alıp Cehenneme götürürken, yaptığı emr-i maruf ve nehy-i münker gelip kurtardı... Biri Cehennem ateşine atılmıştı. Allah korkusu ile döktüğü gözyaşları gelip oradan kurtardı...
Birine amel defteri solundan verilirken, Allah korkusu gelip, defterini sağa aldı... Sevapları hafif gelen birine, kendinden önce ölen çocukları gelip, sevabını ağırlaştırdı...
Cehennemin kenarında, korkudan titreyen birine, Allahü teâlâya olan hüsnü zannı gelince, titremesi durdu... Sırattan zorla geçen biri, Cennete geldi. Fakat kapılar kapalıydı. Kelime-i şehadeti gelip, onu Cennete koydu..."
.İhtiyaçsızlık azgınlığa sebep olur!.."
2022-04-15 02:00:00
Mal, silah gibidir. Kullanmasını bilmeyen, onunla kendisini helak edebilir. Bu bakımdan, kimisini zenginlik, kimisini fakirlik azdırır.
Dinimizde mal sahibi olmak kötü değildir. Kur'an-ı kerimde mala "hayır" adı verilerek övülmüştür. (Bekara 180)
Hadis-i şerifte de meâlen buyuruldu ki: (Mal, salih kimse için ne güzeldir.) [Taberani]
Dinimiz malı böyle övmüş, fakat mal hırsını, mal sevgisini yermiştir. Zengin olmak başka, mala muhabbet başkadır. Tamah mala muhabbettir. Tamahkâr insan malını hayırlı işlerde kullanamaz...
Mal, silah gibidir. Kullanmasını bilmeyen, onunla kendisini helak edebilir. Bu bakımdan mal, kimisi için iyi, kimisi için kötüdür. Kimisini zenginlik, kimisini fakirlik azdırır.
Mal ne kadar çok olursa hesabı vardır, haramdan kazanılmışsa azabı vardır. Kur’ân-ı kerimde meâlen buyuruluyor ki:
(Rabbin hakkı için, onların hepsine elbette hesap soracağız.) [Hicr 92] Ama insanlar bir hiç uğruna kendilerini ve etrafındakileri yakıp yıkıyor o nefsin azgınlığına bir türlü gem vuramıyor. Onun için Peygamber efendimizin “aleyhissalatü vesselam” nasihatlerinin en mühimlerinden biri de şudur:
(İşlerin ortalaması sizin için iyidir. İllâ çok olmasını isterseniz. Ama bilmezsiniz ki o sizin için felaket getirir) buyuruyor. Nitekim Allahü teala Kur'ân-ı kerimde meâlen buyuruyor ki: (İhtiyaçsızlık azgınlığa sebep olur)
Bir insanın bütün ihtiyaçları karşılanırsa bunun arkasından azgınlık gelir. Peygamber efendimiz “aleyhissalatü vesselam” buyuruyorlar ki:
(Ya Rabbi düşmanlarıma çok mal ver!)
Bu, Peygamber bedduasıdır. Onun için haddini bilmez zenginlerin akıbeti hiç iyi değildir. Hepsi bin kere pişman olacak ama fayda etmeyecektir. Biz, daima hayırlısını isteyelim...
***
Mûsâ aleyhisselâm zamanında fakir birisi vardı. Yoluna çıktı ve;
-Yâ Mûsâ! Tûr-i Sînâ'da bana da dua et, zengin olmak istiyorum, dedi. Mûsâ aleyhisselâm;
-Hayırlısını iste dedi. Adam ısrârla "zengin olmak istiyorum" dedi... Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da kendisine dua etti...
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Mûsâ aleyhisselâm o beldede celladın, birini öldürmek üzere olduğunu gördü. "Bu kimdir?" diye sorunca halk, "Bu zengin olması için sizden dua isteyen kişidir. Siz dua edince zengin oldu. Önce içkiye sonra kadına müptela oldu, sonra da zenginliğine güvenerek iyice azgınlaştı ve birini öldürdü; şimdi de kısas olarak kendini öldürüyorlar!.."
Din büyüklerimizin buyurduğu gibi; bizim için en iyi hâl, içinde bulunduğumuz hâldir...
.Her şeyin hayırlısını istemek lazım...
2022-04-16 02:00:00
Çok zengin bir adam bir gün mübarek bir zata gidip, "Dua et Allah bana muhakkak bir erkek evlat versin" diyor...
Bu dinde arzu ettiğimiz bir şey için "illa da olsun" demek uygun değil. Bu çok tehlikeli ve çok kötüdür, hayırlısını istemelidir. Cenab-ı Peygamber (aleyhisselatü vesselam) buyuruyor ki: (Her şeyin hayırlısını isteyin!)
Çok zengin bir adam varmış. Bu adam her gün hocaya gidiyor, "Dua et Allah bana muhakkak bir erkek evlat versin" diyor. Oraya bir mübarek zat gelmiş. "Bu zata derdini söyle" demişler. "Hocam, dua et Allah bana bir erkek evlat versin" demiş. O zat da "Hayırlısını iste!" dediğinde, "Hayır illaki erkek olsun!" diyor...
Mübarek zat "Şurada bir türbe var git orada bir adak kes ama Cenab-ı Haktan hayırlısını iste" diyor...
Adam gitmiş türbeye, "Efendi baba, efendi baba muhakkak erkek evlat istiyorum" demiş...
Aradan onbeş-yirmi sene geçtikten sonra o mübarek zat yine aynı yere geliyor. "O, illa da erkek evlat isteyene ne oldu?" diye soruyor.
"İstediğine kavuştu ancak, neler oldu neler! Adam hapiste!" demişler. "Oğluna ne oldu?" "Oğlu idam edildi!" "Neden?" "Mahallenin haydudu oldu, her cins kötülük vardı. En sonunda birini öldürdü... Babası, onlar kavga ederken gördü ve ayırmaya gitti. "Sen oğluna destek verdin" dediler. Oğlunu idam ettiler, babası da hapiste..."
Onun için ne olursa olsun hayırlısını istemek lazımdır... Dünya servet ve şöhrettir. Servet ve şöhret de kimseye kalmaz. İkisi de hayal. Kalıcı olan az olsun çok olsun Allah rızası için yapılandır...
***
Eshâb-ı kirâm içinde Salebe, zahitliği ile takvasıyla, namaza olan düşkünlüğü ile tanınan, bilinen bir zât idi. Çok da fakirdi... Ama bir gün geldi cenâb-ı Peygambere "aleyhissalâtü vesselâm" dedi ki: "Yâ Resûlallah! Dua et, Allah bana çok mal versin, para versin!.."
Cenâb-ı Peygamber "Salebe, hayırlısını iste ama, illa ben bunu isterim, şunu isterim deme!" buyurdu. O ise ısrarla "Hayır, yâ Resûlallah, ben zengin olayım, yeter bu kadar!" dedi. O gün evde hanımı da fakirlikten şikâyet etmiş; çok şeyler söylemiş. Resulullah efendimiz "Salebe iki defa oldu bak, Peygambere ısrâr edilmez. Üçüncü defa istemen felâkettir, yapma!" buyurdu. Salebe inat etti ve "Yâ Resûlallah dua et ben çok zengin olayım..." Öyle miii? Tamam. Resûlallah açtı ellerini dua etti: "Yâ Rabbî bunu zengin yap!"
Kısa bir süre içinde artık Medîne'nin sokakları Salebe'nin koyunlarından geçilmez oldu... Salebe beş vakit namazı cemaat ile kılardı. Cumalara zor gelmeye başladı. Sonra bayram namazlarına da gelemedi. Zekât emri geldi, bu sefer zekâtını vermesini istediler. "Ben sizin için mi kazandım bu kadar parayı, vermem" dedi...
Neticesi ne oldu!.. Koca bir hüsran... Yâ Rabbî, bizlere her şeyin hayırlısını ver. Âmin...
.Ramazan-ı şerifte dört grup insana af yok!..
2022-04-23 02:00:00
Resulullah Efendimiz, Ramazan-ı şerifte dört grup insan hariç, herkesin günahlarının affedileceğini buyurmuştur...
Din büyüklerimiz; günlerin hayırlısı cuma, ayların hayırlısı ramazan, amellerin hayırlısı da vaktinde kılınan namazdır, buyuruyorlar...
Allahü teâlâ, ramazan orucunu tutanların ve iftiraya uğrayanların ecirlerini hesapsız vereceğini vadediyor. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlânın, kereminin sonsuzluğuna bakın ki, mümin kullarının hesaplarını sevab günah tartısıyla ölçmenin yanında, kulun lehine olarak iki kapıyı ardına kadar açık bırakıyor. Hâlbuki sevablarla günahların yazılışlarında bile, kulun lehinde hareket edilir. Bunları tespitle görevli melekler, kulun hayırlı bir iş murat edip de yapamaması hâlinde bile, sevab yazıyor, fakat kötü bir düşünceyi ise, ancak yaptıktan sonra kayda geçirirler.
Ramazan ayı sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda müminlerin rızkı artar.
Ramazan-ı şerifte dört grup insan hariç, herkesin günahlarının affedileceği hadis-i şerifte bildirilmiştir. O dört grup insan şunlardır:
1- Bid’at ehli: Bid’at, İslamiyet’e ilave ve çıkarma demektir. Yani İslamiyet’in doğru yolunu bozmaktır. Bunları yapana bid’at ehli denir.
2- Ana ve babasına âsi olanlar: Tevbe istigfar etmeli, eğer ana baba ölmüşse, onlara hayır hasenatta bulunmalı, dua etmeli. Çünkü hadis-i şerifte, (Ölü, denizde boğulmak üzere olan insan gibidir. Kendisine ana babasından, evladından, eşinden, dostundan gelecek bir dua bekler) buyuruluyor. Onun için onların hayrına, doğru din kitapları dağıtılır, hatim okunur, başka hayırlar yapılır. İmdat diyen birini gözümüzün önüne getirelim, işte o, ana, baba veya akrabamız olabilir. Bu ay onlara çok hediye gönderelim.
3- Sıla-i rahim yapmayanlar: Yani salih olan yakın akrabayı ziyaret etmeyen ve iyilikte bulunmayanlar. Bir mektupla, bir telefonla da olsa, mutlaka onları aramalı. Aksi hâlde, Ramazan-ı şerifin mağfiretinden mahrum kalabiliriz.
4- İçkiye devam edenler…
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Ramazanda ibadet ve iyi iş yapanlara, bütün yıl boyunca bu işleri yapmak nasip olur. Yani bir insan Ramazan-ı şerifte hangi hayırlı işlere başlarsa, Cenab-ı Hak, yıl boyunca, onu yapmak vaktini ve imkânını nasip eder. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin, bütün senesi günah işlemekle geçer. O hâlde bu ayı, tevbe edip günahları terk etmek ve hayırlı işlere başlamak için fırsat bilmelidir.
.Allahü teâlâ, duâ edeni çok sever...
2022-04-29 02:00:00
Duâ, dînin temel direklerindendir. Gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur.
Duâ, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Allahü teâlâ, duâ eden Müslümanı çok sever. Duâ etmeyene gadâp eder. Duâ müminin silâhıdır. Dînin temel direklerinden biridir. Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Duâ, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Allahü teâlâ, (Bana hâlis kalb ile duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim) buyurdu. Bunun için, duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir. Allahü teâlâ, (Bana ibâdet yapmak istemeyenleri, zelîl ve hakîr yapar, Cehenneme atarım) buyurdu. Allahü teâlâ, her şeyi sebep ile yaratmakta, nimetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri defetmek için ve faydalı şeyleri vermek için de, duâ etmeyi sebep yapmıştır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Duâ, ibâdetin aslı ve özüdür. Allah katında duâdan makbûl bir şey yoktur. Duâ yetmiş türlü kazâyı önler. Ömrün bereketini artırır.)
Allahü teâlâ, duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. Duâ edip de duâsı kabûl edilmeyenlere, kıyâmet günü Allahü teâlâ, (Bu senin falan zamanda ettiğin duâdır. O duânın yerine sana şu sevâbları veriyorum) buyuracak, o kadar çok sevâb verecek ki, o kimse, (Keşke dünyada hiçbir duâm kabûl olmasaydı da, bugün onların karşılıklarını görseydim) diyecektir...
Duânın kabûl edilmesi için bazı şartlar vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle:
1- Harâm lokmadan sakınmalıdır! 2- Uyanık kalble ve kabûl edileceğine inanarak duâ etmelidir. 3- Duâlarım niçin kabûl olmuyor dememelidir. 4- Belâ gelmeden önce çok duâ etmelidir. 5- Duâya hamd ve salevâtla başlamalıdır. 6- Sebeplere yapışmadan istemek kuru bir temennîdir. 7- Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı ile duâ edenin duâsı kabûl olur...
Duâda şunlara dikkat etmelidir:
1- Kıymetli vakitlerde duâ etmeğe gayret etmelidir. Cuma günü ve gecesi, ezân vakti, ezân ve ikâmet arası, her günün seher vakti, gecenin ikinci yarısı, Receb'in ilk gecesi, Şaban'ın onbeşinci gecesi, bayram geceleri, Arefe günü, ramazan gün ve geceleri, iftar zamanı, her günün zevâl vakti kıymetli vakitlerdir. Bu vakitleri ganimet bilmelidir.
2- Kıymetli hâlleri gözetmelidir. Hastalık hâli, ailesinden ve vatanından uzak kalındığı zaman, farz namazlardan sonra, İhlâs sûresi okunduktan sonra, yağmur yağarken, düşmanla karşı karşıya gelince, oruçlu olduğu zaman, kalbinde incelik hissettiği anda duâ etmelidir. Çünkü kalbdeki incelik rahmet kapısının açık olduğuna işarettir.
3- Yalvararak duâ etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Gâfil olan kalb ile yapılan duâ makbûl değildir.)
.“Şayet bu savaştan galip çıkarsam?..”
2022-04-30 02:00:00
Sultan Gazneli Mahmud, Hindlilerle yaptığı harplerden birinde çok şiddetli direnişle karşılaşır. O anda bir adakta bulunur!..
Bugün Sultan Gazneli Mahmud’un “rahmetullahi teâlâ aleyh” vefat yıl dönümüdür (30 Nisan 1030)...
Gazneliler Devletinin en büyük hükümdârı Mahmud Gaznevî’dir... O, tarihe “Hindistan Fâtihi” olarak geçmiş büyük bir kahramandır... Babası Sübektekin, Buhârâ’daki Sâmânî devletinin Horâsân’daki vâlîsinin kölesi iken, vâlî ölünce, yerine geçti... Türkistân’ı, Irâk’ın bir kısmını, Lâhor’u, Delhî’yi aldı. Çok kiliseleri câmi yaptı. Hindûların hazînelerini Haremeyn-i şerîfeyne [Mekke ve Medîne] hediyye etti. Berehmenlerin, kadınların, kocalarının cenâzesi ile birlikte, diri diri yakılması, ölülerin nehre atılması gibi, insanlığa yakışmayan âdetlerini yasak etti...
Ömrünün kırk beş senesini savaş meydanlarında geçiren Mahmud Gaznevî, âlimlere çok hürmet ve ikramda bulunurdu. Onların kalplere feyiz veren sohbetlerinden faydalanırdı. O, gerek iyi idâresi, gerekse hakseverliği ve adâletiyle sevilmiş örnek devlet adamlarından biridir...
Gazneli Sultan Mahmud Han, İslam’ı yaymak için Hindistan’a 18 sefer düzenlemişti. Bu harplerden birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşınca, zafere kavuşacağından şüpheye düşmüştü. Tam bu zor durumda iken Allahü teâlâya şöyle bir adakta bulundu:
“Ya Rabbi, bu savaştan galip çıkarsam, şahsıma düşecek bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım.”
Neticede galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Gazne’ye döndüklerinde kendine düşen bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı. Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip;
-Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini bilmez, diyorlardı.
Sultan Mahmud bunu Allahü teâlâya verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi ise de, adamları yine ısrar edip;
-Öyleyse önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın! Memleketin bunlara ihtiyacı var, sevabı ise belki daha çok olur, dediler.
Sultan Mahmud düşündü. Âlimlerle istişare etmeden karar vermezdi. Zamanındaki büyük zatlardan birine durumu anlattı. O zat da şöyle dedi:
-Sultanım, eğer Allah’ın izni olmadan zaferi siz kazandıysanız, bir daha Ondan bir isteğiniz olmayacaksa sözünüzde durmanız gerekmez! Ama bu zaferi size Allahü teâlâ ihsan ettiyse, yine Ona ihtiyacınız olacaksa, verdiğiniz sözde durmanız, adağınızı yerine getirmeniz, ganimetleri yoksullara dağıtmanız gerekir...
Sultan Mahmud;
-Zaferi elbette Allahü teâlâ ihsan etti, dedi ve sözünü yerine getirdi. Hissesine düşen ganimetlerin hepsini muhtaçlara dağıttı...
.Ehl-i sünnetin reisi İmam-ı a’zam
2022-05-06 02:00:00
İmam-ı Malik: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder!”
İmam-ı a’zam hazretleri, Ehl-i sünnetin reisidir... Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de 6 Mayıs'ta Bağdat’ta şehit edildi. Yani bugün o mübarek zatın vefat yıl dönümüdür...
Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını toplayan İmam-ı a’zam hazretleri, bunları yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu...
Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır...
İmam-ı a’zam hazretleri, ilim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
-Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum...
İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu... Tasavvuf bilgilerini ise Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi.
Abdullah ibni Mübarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife İmam-ı Malik hazretlerinin yanına geldiğinde ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi...
İmam-ı a’zam hazretleri ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmî bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu...
Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur... Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin. Âmin...
.“Bu kapıya eğri odun yakışmaz”
2022-05-07 02:00:00
Tapduk Emre: “Ey Yûnus, bu ne iştir? Getirdiğin odunların hepsi de ip gibi!” Yûnus Emre: “Efendim, bu kapıdan eğri odun bile giremez!”
Bugün 7 Mayıs... "Yûnus Emre Kültür Haftası"... Biz de bu vesileyle bir nebze Yûnus Emre hazretlerinden bahsetmek istedik siz değerli okuyucularımıza...
Tasavvuf ehli bir Hak âşığı olan Yûnus Emre hazretleri, Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Yûnus Emre köyünde (Bugünkü ismiyle Sarıköy'de), 1320 (H.720) senesinde 80 yaşında vefât etmiştir... Bu mübarek zat, genç yaşta Tapduk Emre hazretlerine talebe oldu... Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar gerilmiş ip gibi düzgündü. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun görmedim” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz” cevâbını verdi.
Ne hikmettir ki, o güne kadar hiç şiir söylememiş olan Yûnus Emre, bir gün Hocasının arzusu üzerine o andan îtibâren şiir, ilâhi söylemeye başladı...
Yûnus Emre'nin şiirlerinde, tasavvuf ilmi hâkimdir. Fakat geri kalan her şey dil, vezin, nazım şekli hemen hemen tamâmıyla millîdir. Şiirleri, tasavvufî olduğu için yanlış mânâlara bile çekilmiştir. Yûnus Emre, böyle şiirleri için diyor ki:
"Yûnus bir söz söyledi/Hiçbir söze benzemez/Câhillerin içinde/Örter mânâ yüzünü..."
Çok incelikler sezilen Yûnus Emre’nin şiirleri okundukça, insana yeniden ve tekrar tekrar okuma hevesi verir. Çünkü tatlı bir söyleyiş, ferahlık verici bir anlam ve kolay anlaşılır nasihatleri vardır. Temas ettikleri konular hemen hemen her insanı ilgilendirir. Yûnus Emre’nin şiirlerinin çoğu atasözü hâlini almıştır. Meselâ dünyânın fâniliği hakkında, milletin dilinden düşmeyen şu mısraları böyledir:
"Mal sâhibi, mülk sâhibi/Hani bunun ilk sâhibi/Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan..."
***
Yûnus Emre, 3000 kadar şiir söylemiş, bunlar bir "Dîvân"da toplanmıştır. Bu Divan "Molla Kasım" adında birinin eline geçer. Bir su kenarında oturur ve okumaya başlar. Kendince, dîne uygun bulmadıklarını yırtıp yırtıp suya atar. Böylece 2000 kadarını imha etmiştir ki, şu beyitle karşılaşır:
"Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sigâya çeken bir Molla Kâsım gelir!.."
Bu beyti okur okumaz hazreti Yûnus’un kerâmet ehli erenlerden olduğunu anlar. Dîvân’ı öpüp başına koyar. Fakat ne çâre ki elde 1000 şiir kalmıştır...
“Yaratılmışı hoş gör yaradandan ötürü” diyen Yûnus Emre, bütün insanlara, hattâ bütün canlılara hoşgörüyle bakılmasını arzu eder. Ruhu şad olsun..
.İman, akıl ve nakil...
2022-05-13 02:00:00
İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’ân-ı kerimde müminler övülürken, "Onlar gayba inanırlar" buyuruluyor.
Aklı olmayan kimse, mükellef yani sorumlu olmaz, ancak bu ayrı bir konudur. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve Resulullah’ın Peygamber olduğunu anlamakta, aklın, felsefi ve tecrübi ilimlerin yardımı büyüktür, fakat bunların yardımıyla Resulullah’a inandıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye ve tecrübi ilimlere danışmak doğru olmaz, çünkü akılla, tecrübe ve felsefe yoluyla elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değiştiğini, yenileri bulununca, eskilerinin atıldığını gösteren örnekler literatürlerde az değildir. Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri, imanı şöyle tarif ediyor:
"İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan, tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz."
İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’ân-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Allahü teâlâ Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu bulabilirdi. Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Aklın görevi, naklin sağlam yerden, yani Peygamberden geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.
***
Eskiden, çocukların körpecik beyinlerini yıkamak için her türlü yolu deniyorlardı. Mesela, din cahili bir öğretmen derste öğrencilere diyor ki:
-Çocuklar, ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmeyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu söz fenne uygun değildir. Görülmeyen şeye var demek, gericiliktir.
Evinden, ailesinden İslâm terbiyesi almış bir çocuk söz ister. Sonra arkadaşlarına dönüp şöyle der:
- Arkadaşlar, şu karşıdaki dağları görüyor musunuz?
- Evet.
- Öğretmenimizi görüyor musunuz?
- Evet
- Peki öğretmenimizin aklını görüyor musunuz?
- Görmüyoruz.
- Bu durumda "öğretmenimizin aklı yok" diyebilir miyiz?!.
.Dinin hükümlerini aklıyla ölçmeye kalkışanlar!..
2022-05-14 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur."
Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Akıl hak ile bâtılı, eğriyle doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı keriminde, Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde, (Şu doğru, şu yanlıştır) diyor. Akılla bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette sorumludur. Onlara "Niye öğrenmedin?" diye sorulacak. Öğrenmişse, "Öğrendiğini niye yapmadın?" diye sorulacak. Naklî bilgilerle "Doğruyu eğriyi niye bulmadın?" diye sorulacak... "İşte kitap burada, niye bununla amel etmedin?" diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir. Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir. Akıl kendi başına, kitap olamadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap gönderilmezdi...
"Ben peygamberim, bana vahiy geliyor" diyen çıksa, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, "Ben peygamberim, bana vahiy geliyor" dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı. Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı olduğu için inanmadık. Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik. Aklımızı değil, naklimizi kullandık...
"Ben resulüm" diyen gibi, "Ben Mehdîyim" diyen de çıktı. Nakli değil de, aklına güvenenlerin çoğu onu tasdik etti. Biz nakle baktık. Mehdî’nin vasıfları var. Adı Muhammed, babasının adı Abdullah olacak. Gökten bir melek, "Bu Mehdî’dir" diyecek, bunu herkes duyacak. İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdîliğine inanmadık. Sırf aklımızı kullansaydık, diğer sapıklar gibi biz de, "Mehdîyim" diyen her yalancıyı tasdik ederdik...
"Oku!" emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, naklî bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek demektir. Hattâ nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır. Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda kendi aklıyla ölçmeye çalışır. Ne kadar akıllı olursa olsun, bir kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek demektir. Bir hadis-i şerifte, (Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur) buyuruluyor. (Taberanî]
Hazret-i Ali de, "Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim" buyuruyor.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki: "Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur."
.Paranın gittiği yerden geldiği yer belli olur!
2022-05-20 02:00:00
"Marifet, çok kazanmak değil, helâlinden kazanıp, helâl yere sarf etmektir. Harcamak, kazanmaktan daha önemlidir..."
Din büyüklerimiz buyuruyorlar ki: "Marifet, çok kazanmak değil, helâlinden kazanıp, helâl yere sarf etmektir. Harcamak, kazanmaktan daha önemlidir. O hâlde parayı, âhiretimizi kazanacak şekilde harcamalıyız..."
***
Bir talebe hocasına gelir, "Efendim biraz param var, hayır hasenat yapmak istiyorum, kime vereyim?" diye sorar. Hocası da, "Git köşebaşına, ilk gelen fakire ver" der... Talebe "peki" diyerek, köşebaşına gider...
Çok fakir, iki gözü âmâ biri gelince, "tam adamını buldum" diyerek paralarını ona verir...
Ertesi gün tekrar oradan geçerken, âmânın arkadaşına bir şeyler anlattığını görünce, "bu ne diyor?" diye merak edip, yanına gelir. Âmânın, "Dün, bu saatlerde, burada dururken, bir adam geldi, bana bir avuç para verdi. Aldığım gibi, doğru meyhaneye gittim, akşama kadar içtim" dediğini duyar... Bunun üzerine, "Eyvaaah, param meyhaneye gitmiş!" diye üzülür. Doğru hocasına gider:
-Hocam ben perişan oldum. Dediğinizi yaptım, köşebaşına gittim, iki gözü âmâ, fakir bir adama paralarımı verdim. Ertesi gün geçerken, dinledim ki, aldığı paraları gidip meyhanede bitirmiş.
-Bunda bir hikmet var. Al şunu, bu da benim param, aynı köşeye git, bir fakire ver! der,
Talebe, yine peki diyerek, köşebaşına gider. Bekler, çok fakir bir adam görünce, "Allah rızası için, al şunu" der, parayı ona verir; ama içinden, "Takip edeceğim, hangi meyhaneye gidecek bakalım!" der. O önden, bu da gizlice peşinden gider. Adam bir eve yaklaşınca, koynundan ölmüş bir keklik çıkarıp çöplüğe atar ve eve girer. Bu da arkasından girip der ki:
-Arkadaş, bir şey soracağım.
-Allah Allah, sen az önce bana para veren kimse değil misin?
-Evet benim. Nedir bu çöplüğe attığın keklik, sonra niye eve geldin, paraları nerede harcadın?
-Para burada... Kekliğe gelince, biz üç gündür açız. Hanımla ben sabrediyoruz; ama çocukların feryadına dayanamadık. Ben de dilenmekten nefret ediyorum. Onun için, ölmüş bir keklik eti buldum, zaruret miktarı çocuklara yedirecektim; ama sen parayı verince, Cenab-ı Allah helal para gönderdi diye onu çöplüğe attım. Hem ailemi sevindirmek, hem de, evin ihtiyacı nedir diye sorup önce onları satın almak için buraya geldim.
Talebe, bunları duyunca, doğru hocasına gider. Hocası, "Para nereye gitti?" diye sorunca, olanları anlatır. Bunun üzerine hocası der ki:
-İmam-ı a’zam hazretlerinin bir sözü var. Paranın gittiği yerden, geldiği yer belli olur. Benim helal paranın nereye gittiğini gördün. Senin kazancın bozuktu, bozuk yere gitti. Kabahat kimin?
.Kural tanımayanlar!..
2022-06-03 02:00:00
Yaz geldi ya; etrafımıza baktığımızda, bilhassa kadınların giyim kuşamında, kılık kıyafetinde bir "curcuna" yaşandığına şahit oluyoruz!..
Kurallar insanlar içindir; ancak günümüz kızları, kadınları, "özgür yaşam" (o ne demekse!) için kural mural tanımıyor! Havalar iyice ısındı, artık yaz geldi ya; etrafımıza baktığımızda, bilhassa kadınların giyim kuşamında, kılık kıyafetinde bir "curcuna" yaşandığına şahit oluyoruz... Tesettürlüsü de tesettürsüzü de ne yapacağını şaşırmış vaziyette! Kimisi omuzunu açmış, kimisi gerdanını, kimisi de sırtını!.. Ya "kapalı"ların, "inançlı"ların yaptığına ne demeli?!. Parlak bir eşarp, janjanlı ve bütün vücut hatlarını belli eden bir pardösü!.. Parfümleri ha keza! Yanınızdan geçerken kokunun ağırlığından burnunuzun direği kırılıyor... Hele bazılarının caddede-sokakta fütursuzca sigara tüttürmeleri, ciklet çiğnemeleri ve dondurma yemeleri yok mu? Pek çirkin ve "hafifmeşrep" bir görüntü arz ediyor...
***
Şimdi bir de son derece lüks ve spor otomobillere kurulup "Bakın beyler araba böyle kullanılır" dercesine "asfaltı ağlatarak" kalkış yapan ve on saniyede yüz kilometre hıza ulaşan "bayan"larımız var yollarda!.. Trafikte de kural tanımadıkları için sık sık "radar"a yakalanırlar. Onlar için hiç mühim değil, nasıl olsa cezasını bekârsa "ağa babaları" evli ise "zavallı kocaları" ödüyor!..
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyuruyor ki: "Edeb, haddini bilmektir, terbiyedir, tevâzudur."
Edeb yâhu!..
CENNETLİK KADIN!..
Peygamber Efendimiz, bir gün kızı Hazreti Fatıma'ya, "Falan mahalledeki falan kadın cennetliktir" buyurdu. Fatıma validemiz bu kadını merak etti ve ziyaretine gitti. Kapısını çaldı. İçeriden, bir ihtiyar kadın "Kim o?" diye seslendi. Hazreti Fatıma kendisini tanıttı. Kadın:
-Efendim, maalesef sizi içeri alamayacağım. Akşam kocamdan izin alayım, yarın buyurun, dedi.
Fatıma validemiz, eve döndü. İkinci gün yanına Hazreti Hasan'ı almıştı. Kadın "onun için de ayrıca izin almalıyım", diyerek onları yine kabul etmedi. Üçüncü gün de Hazreti Hüseyin peşlerine takıldı. Kadın, "Beyimden üçünüz için izin almalıyım" dedi ve özür dileyerek kendilerini yarın beklediğini söyledi...
Ertesi gün tekrar geldiler. Kadın üçünü de eve almak üzere kocasından izin almıştı. Girdiler, oturdular. Hazreti Fatıma şaşırdı;
-Sesiniz dışarıdan yaşlı bir kadın sesi gibiydi. Çok genç ve güzelsiniz, dedi.
-Ben kapıdan seslenenlerle bir ihtiyar gibi konuşurum. Sesimi bir erkek duyar da, kalbinden kötü şeyler geçirebilir!..
Hazreti Fatıma, kadından bu sözleri duyunca müjdeyi verdi:
-Sana müjdeler olsun ey saliha hatun! Kocanın rızasını gözettiğin için Resûlullah senin cennetlik olduğunu haber verdi.
."Evlilik haklarına riayet edemeyen evlenmesin!"
2022-06-10 02:00:00
Kıymetli kitaplarda, hanımının hakkına, evlilik haklarına riayet edemeyecek olanın evlenmesi câiz değildir, buyurulmaktadır.
Muteber kitaplar, evlenmenin iyi olduğunu bildirdiği gibi, bekâr kalmanın daha iyi olduğunu da bildirmektedir. İnsanlar, zamanlar ve hâller başka başka olduğu için, evlenmeyle ilgili yazılar, sözler de, başka başka olmuştur...
Eskiden, bilhassa İsevîlerde Allah yolunda bulunabilmek ve Allahü teâlâya yaklaşabilmek, ancak ruhbânlıkla, yani evlenmemekle olur sanılıyordu. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) rûhî ve maddî hakikatlerin, üstünlüklerin hepsini kendinde topladığı için, Onun Eshâbına ve ümmetine, yalnızlık da, çokluk da, bekârlık da, evlilik de faydalı olmaktadır...
Papazlar herkese ruhbânlığı, yalnız, bekâr yaşamayı emrettiğinden, bunu önlemek için Peygamber Efendimiz, (İslâmiyyette ruhbânlık yoktur) buyurdu ve
Allahü teâlânın yolunda, yalnız ruhbânlıkla gidilebilir düşüncesini gönüllerden çıkardı. Daha sonra, insanın hâline göre, bekârlığın da, evliliğin de iyi olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler meydâna çıktı. Resûl aleyhisselâm, (İkiyüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîfülhâz olandır) buyurdu. Eshâb-ı kîram, "Hafîfülhâz nedir yâ Resûlallah!" dediklerinde, (Zevcesi ve çocuğu olmayandır) buyurdu.
Meselâ, büyük âlimlerden Bişr-i Hâfî, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebül-Hüseyn Nûrî ve hanım evliyadan Rabia-i Adviyye hazretleri bekâr idi. Bunun için, bekâr olarak ölmekten korkmamalıdır!..
Kıymetli kitaplarda, hanımının hakkına, evlilik haklarına riayet edemeyecek olanın evlenmesi câiz değildir, buyurulmaktadır. Evlenmeden önce, dini öğrenmek, nefsi, dine uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, rüşdü, aklı olgunlaşmak lâzımdır. Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı olan, dînini, îmânını, İslâmın şartlarını öğrenmiş, dine uyan iffet sâhibi bir kızla evlenmelidir. Malı çok, güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için, iffeti ve salâhı, kurtuluşu elden kaçırmamalıdır. Saliha, afife bir kız da salih, ihlaslı bir erkekle evlenmelidir...
DÜĞÜN GECESİ!..
Buhârâ'da Ahmed bin Hafs isminde bir gence düğün gecesi, evleneceği kız, "Hayız ilmini öğrendin mi?" dedi. Ahmed bin Hafs "Hayır" deyince, kız "Allahü teâlâ, kendinizi ve emrinizde olanları ateşten koruyun, buyurdu. Câhil olan nasıl koruyabilir?" dedi.
Ahmed bin Hafs, bu sözden çok etkilendi. Hanımını Allaha emânet ederek, Merv'de senelerce ilim tahsîl edip İmâm-ı Muhammed'den de ders aldı. Altı sene sonra âlim olarak, hanımının yanına döndü ve "Benim âlim olmamın sebebi senin o bir çift sözündür" diye ona teşekkür etti...
."Evlenen ve evlendiren Allah'ın dostudur..."
2022-06-11 02:00:00
Evlenmek isteyen; haramlardan korunmak, iffetini, namusunu muhafaza etmek, dinin emrine uymak için evlendiğini düşünmeli.
İnsanların ruhen ve bedenen rahat ve huzur içinde yaşamalarında evliliğin, ailenin büyük rolü vardır. Din büyükleri, evliliğin faydalarından bazılarını şöyle bildirmişlerdir:
*Neslin devamı için evlilik şarttır. Bunun için evlilikten maksadın biri de çocuk sahibi olmaktır. Ana-baba, çocukları sebebi ile hem nesli devam eder, hem de dünyada ve ahirette birçok nimetlere kavuşur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Öldükten sonra sevabı kesilmeyen iyi işlerden biri de, salih evlat yetiştirmektir. Ana-babası öldükten sonra böyle evladın ettiği duâlar, ana-babasına ulaşır.”
*Evlenmeyen kimse, gözünü haramlardan koruyamaz! Evlilik, şeytanın kötülük yapmasına mâni olur ve dinini korumaya yardım eder. Hadis-i şerifte, “Evlenen, dininin yarısını korumuştur. Artık diğer yarısını korumak için de Allaha karşı gelmekten sakının!” buyuruldu...
*Evlilik bedenin fizyolojik bir ihtiyacıdır. Evlenmeyen kimseler genellikle psikolojik yönden rahatsızlanır; ruhi yönden dengesi bozulur. Huzuru olmaz. Bu da ibadetlerine, işine yansır. İnsanın bedenen ve ruhen rahat olmasında evlenmenin büyük rolü vardır. Evlenmemiş kimselerin çoğunun ruhî yönden dengelerinin bozuk olmasının sebebi bu yüzdendir...
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Evlenen ve evlendiren Allahın dostudur.) Şartlar müsait olduğunda hemen evlenmelidir. Yaş ilerleyince seçicilik ve kararsızlık başlar ve gençlerde "korku fobisi" gelişir. İleri yaşlarda bu korku daha da artar. Müzmin hâle gelir. Onun için -delikanlı olsun genç kız olsun- bu hayırlı işi geciktirmemelidir...
***
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
"Kul hakkına riayet etmeyecek olan evlenmesin kardeşim. Evlenecekse, bilsin ki bu hanım Allahü tealanın kuludur. Kul hakkı geçmemesi için, karşısındakinden fedakârlık beklemek yerine kendisi fedakârlık etmelidir. Hanım, ne hizmetçidir ne de köledir! Hele o, tesettüre riayet ediyor ve namazını kılıyorsa cennetten inen bir nimettir. Dînimiz emrediyor. (Zevcelerinizin kıymetini biliniz!) diyor... Onlar Allahü teâlânın bizlere emânetidir. Kusurlu sözlerine de sabredelim. İşitiyorum, bâzı arkadaşlar ailesine sert söylüyormuş. Nasıl sert söyleyebiliyor, aklım almıyor. Ailelerinizi üzmemeye çok dikkat edin kardeşim. Onların gönlünü alın, evinizin içinde mutluluk olsun, huzur olsun. Hanımıyla iyi geçinen herkesle iyi geçinir. Bunları, sizin dünyâ ve âhiret saâdetiniz için söylüyorum..."
.Hilm ve hayâ timsali Osman-ı Zinnûreyn
2022-06-17 02:00:00
Gönül Sultanları
Münafıkların körüklemesi ile halifeye karşı isyan başlattılar. Fitne ve fesad yayıldı ve sonunda Hazreti Osman'ı şehid ettiler.
Bugün Hazreti Osman'ın "radıyallahü anh" vefat yıl dönümüdür (17 Haziran 656)...
Hazreti Osman, Peygamber efendimizin damadı ve üçüncü halifesidir. "Aşere-i mübeşşere"dendir. Yani dünyada iken Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Resûlullahın iki kızını (önce hazreti Rukayye, o vefat edince de Ümmü Gülsüm'le evlendi) aldığı için "Zinnûreyn" denir...
Hazreti Osman, çok zengin tüccâr idi. Bütün malını, dîn-i islâm için sarf etti. Hilm ve hayâsı ile meşhûrdur...
Hazreti Ömer'in şehid edilmesinden sonra Müslümanların başına halife seçildi. 12 sene hilâfet makamında kalan Hazreti Osman, cesur idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmamıştır. Bilhassa halifeliğinin ilk yılları, İslâm tarihinde altın bir devir teşkil eden hazreti Ebû Bekir ve hazreti Ömer devirlerinin bir devamıydı. Devrinde birçok fetihler yapılmıştır... Fethedilen memleketlerin ahalisi de seve seve Müslüman olmakla şereflendiklerinden İslâm nüfusu pek çok artmış, milyonları aşmıştı. Bu kadar genişlik ve çokluk sebebiyle fikirlerde ayrılık çoğalmış, düşünce tarzları, idrâk şekilleri arasında bazı ayrılıklar baş göstermişti. Müslüman şekline giren münafıkların körüklemesi ile halifeye karşı isyan başlattılar. Fitne ve fesad yayıldı ve sonunda onu Hicret'in 35'inci yılında şehid ettiler. O anda oruçlu olup, Kur'ân-ı kerîm okuyordu... Hazreti Osman şehid olunca, bütün Müslümanlar Hazreti Ali'yi halife seçtiler...
***
Hazreti Ebû Bekir'in Halifelik dönemiydi... Bir ara Medine'de kıtlık baş göstermişti. O günlerde Hazreti Osman'ın Şam'dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Fakat o "Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim" dedi. Eshâb-ı kirâm durumu hazreti Ebû Bekir'e bildirip bundan üzüldüklerini söylediler. "Kıtlık zamanında böyle yapması hiç uygun olur mu?" dediler. Halife Ebû Bekir; "Osman, Resûlullahın damadı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız galiba, beraber gidelim" buyurdu. Hep birlikte onun yanına gidip, "Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler" deyip durumu anlattı. Hazreti Osman, "Evet ey Resûlullahın halifesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yedi yüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yedi yüz verip alana verdik" deyince mesele anlaşıldı. Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine'de bulunan Eshâb-ı kirâma, Allah rızası için bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakirlere yedirdi. Hazreti Ebû Bekir bu işe çok sevinip, Hazreti Osman'ın alnından öptü...
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...
."Bağdat Fatihi" Sultan 4. Murâd
2022-06-18 02:00:00
Bağdat kuşatılmıştı. Ancak kale bir türlü düşmüyordu. Murâd Han üzüntü içerisindeyken, eli yüzü nurlu bir zatı huzura getirdiler...
Sultan Dördüncü Murâd Han, İslam halifelerinin seksen ikincisi, Osmanlı padişahlarının on yedincisidir. 1609'da doğup, 1640'ta genç yaşta vefat etti. Kabri, babası, Birinci Ahmed Han'ın türbesindedir.
Murâd Han 1623'te halife oldu. Tahta geçer geçmez önce ortalığı düzeltti... Tütün, enfiye ve içkiyi yasak etti. Birtakım bozguncuların toplandığı yerler olan kahvehaneleri kapatarak asayişi temin etti. Kendisi ordunun başında harbe giderek Tebriz’i ve Bağdat’ı tekrar aldı...
"Bağdat Fatihi" Murâd Han, ilmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Ömrünü devlete hizmet ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaatle geçiren bu Türk hakanı, Acemlerin pek çok iftiralarına maruz kaldı. Bunlar bu büyük padişahın insanlara zulmettiğini ve içki içtiğini söylediler...
Birçok tarihçinin Kanûnî sonrası en büyük Osmanlı Padişahı olarak kabul ettikleri Dördüncü Murâd Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selim Han'a benzemeye çalışırdı. Gerçekten de birçok vasıfları onunla uyuşurdu... Annesi Mahpeyker Kösem Sultan'ın yardımı ile, işbaşına, kıymetli adamlar getirerek, ortalığı düzeltti. Tahta geçtiğinde maddi sıkıntı had safhadaydı. Vefatında ise, Hazine'de on beş milyon altın vardı...
***
Sultan Murâd Han, Bağdat’ı kuşatmıştı. Ancak günler birbirini kovaladığı hâlde kale bir türlü düşmüyordu. Muhasaranın otuz yedinci günü yapılan umûmî hücum çok şiddetli geçtiği hâlde şehir yine alınamadı ve Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa da şehîd düştü. “Âh Tayyar! Bağdat kalesi gibi yüz kaleye değerdin” diyen Murâd Han, büyük bir üzüntü içerisinde iken, askerler eli yüzü nurlu bir kimseyi Sultân’ın huzuruna getirdiler... Bu zât, Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin dergâhından geliyordu. Huzurda şunları söyledi:
“Pâdişâhım! Hocamın emriyle İstanbul’dan geldim. Bağdat’ı pazartesi gününden önce fethedin, sonraya kalırsa sele düçâr olursunuz, fetih müyesser olmaz!”
Sultan Murâd Han, ertesi gün ordunun başında hücum emrini verdi. Din uğrunda cana başa bakmaz Osmanlının yiğitleri surlara öyle bir tırmandılar ki, kısa süre içerisinde kaleye sancaklarını dikmekle şereflendiler...
Ertesi gün çıkan fırtınanın akabinde müthiş bir yağmur yağdı ve Bağdat çevresinde günlerce sel suları aktı. Murâd Han, hocası Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini düşünerek gözyaşları içinde manzarayı seyrediyordu...
."Kendinden daha cömert birini gördün mü?.."
2022-06-24 02:00:00
Cömertliği dillere destan olan Hatim-i Tai’ye "Kendinden daha cömert birini gördün mü?" diye sorarlar. O da "Evet gördüm" der...
Muteber kitaplarda, cömertlik hakkında buyuruluyor ki: Allahü teâlâ, her cins güzelliği cömerde vermiştir. Adam berbat biri olabilir, ama herkes onu "cömerttir" diye metheder. Adam takva sahibidir; ancak hasistir, kimse onu sevmez. Bu hususta İslam büyüklerinin buyurduğu bir kelâm-ı kibâr (güzel söz) vardır. "Essahiü Habibullah, velevkâne fasıkan. El-bahilü Aduvullah, velevkâne arifan..." Yani; cömert kimse fasık, günahkâr da olsa Allahü teâlânın sevgili kuludur. Hasis olan evliya bile olsa Allahü teâlânın düşmanıdır...
İslam âlimleri buyuruyor ki: "Cennette bir ağaç vardır. Bu ağacın ismi 'cömert'tir. Ne hikmettir ki o ağacın dalları dünyaya inmiştir. Cömert insanlar o ağacın dalına yapışmıştır. Vefat ettiği vakit o dal onu köküne doğru, yani Cennete çeker..."
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslüman kardeşine ikram eden, Allahü teâlâya ikram etmiş olur." [İsfehani]
Din Büyükleri buyuruyor ki: "Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir."
Mevlânâ hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor: "Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."
***
Cömertliği dillere destan olan Hatim-i Tai’ye "Kendinden daha cömert birini gördün mü?" diye sorarlar. O da "Evet gördüm" der ve şöyle anlatır:
-Yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikram etti. Koyunun bir yeri çok hoşuma gitti. Yemin ederek (burası çok lezzetliymiş) dedim. Genç, dışarı çıktı. On koyunu varmış. Birini daha önce kesmişti. Dokuzunu da o anda kesmiş. Benim sevdiğim kısımları pişirip önüme getirdi. Ben olanların farkında değildim. Giderken kapının önündeki kanları görünce sitemle sordum:
-On koyunun onu da kesilir mi?
-Bunda şaşılacak ne var? Bir şey sizin hoşunuza gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dâhilindedir. Bunu sizden esirgemem hiç uygun olur mu?
Bunu dinleyen arkadaşları tekrar sorarlar:
-Yetim gencin ikramına karşılık siz de ona bir şey verdiniz mi?
Hatim-i Tai der ki:
-Verdim ama pek mühim sayılmaz.
-Ne verdiniz?
-Üç yüz deve ile beş yüz koyun.
-O hâlde siz ondan daha cömertsiniz.
-Hayır o genç benden daha cömerttir. Zira o malının tamamını verdi. Ben ise malımın çok azını verdim. Bir fakirin, yarım ekmeğinin tamamını misafire vermesi mi mühimdir, yoksa bir zenginin sürüsünden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi?..
.Mümin, suizan etmekten çok sakınmalıdır!
2022-06-25 02:00:00
Bir müminin günah işlediğini zannetmek, suizan olur. Kalbe gelen düşünce, suizan olmaz. Eğer kalb o tarafa meylederse, suizan olur.
Cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmak, suizan, övünmek gibi şeyler, kötü sıfatlardandır. Bunlardan Suizan, bir kimseyi kötü zannetmek, onun günah işlediğine inanmak demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hüsnüzan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.) [Hatib]
(Emir [âmir], mahiyetini töhmet altında bırakırsa, onları ifsad eder.) [Taberani]
(Suizan ettiğiniz zaman, gerçekten öyle mi diye araştırmayın.) [İbni Adiy]
Bir müminin günah işlediğini zannetmek, suizan olur. Kalbe gelen düşünce, suizan olmaz. Eğer kalb o tarafa meylederse, suizan olur.
Kâfire değil, Müslümana suizan edilmez. Yani, Müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya bir işinden hem imanlı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, küfre düştü dememelidir. Kâfir zaten kâfirdir. Bu kâfir galiba içki içiyor diye düşünmek suizan olmaz. Dini bozanlara, bid’at ehline de böyle hüsnüzan edilmez. Bunların yanlışlarını açıklamak da gıybet olmaz, dinin emrini yerine getirmek olur...
Müslümana suizan etmemek gerektiği gibi, başka Müslümanların da bizim hakkımızda suizan etmelerine sebep olabilecek durumlardan sakınmak gerekir.
İnsanları suizandan kurtarmak için, töhmet yerlerinden uzak durmalıdır. Onların dedikodularına kendisi sebep olduğu için işleyecekleri günaha ortak olur. Peygamber efendimiz, hanımı ile konuşurken, oradan geçenlere buyurdu ki:
- Bu benim zevcemdir.
- Ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir? dediler. Buyurdu ki:
- Kan, insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, kalbine şüphe sokar. (Buhari)
Başkalarının suizannına sebep olacak hareketlerden kaçmalıdır... Salih bir kimse, şişe ile evine bir şey getirirken şişeyi kapalı bir torba içine koymalıdır. Böyle yapmayıp da bir gazete kâğıdına sararak açıktan getirirse, suizanna sebep olabilir. "Acaba içki mi?" diyenler çıkabilir. Böyle, şüphe uyandıracak hareketlerden uzak durmalı, başkalarının kendi hakkında dedikodu etmesine sebep olmamalıdır...
Bir kişi, bir kadınla şüphe uyandıracak şekilde konuşuyordu. Hazreti Ömer, onun yanına varıp, öfkeli şekilde bakınca o kişi, "Bu benim hanımım" dedi. Hazreti Ömer o zaman buyurdu ki:
-Peki hanımın ise, ne diye üzerinize şüphe çekecek şekilde konuşuyorsunuz?
Bu olaylar da, Müslümanın, suizanna sebep olacak, töhmet altında bıraktıracak söz ve işlerden kaçması gerektiğini göstermektedir.
.Gönül Sultanları
2022-07-01 02:00:00
En büyük yatırım insana
yapılan yatırımdır...
Bazı gençlerimiz, yanlış yollara sapmışsa, bazı şer odaklarının maşası olup teröre bulaşmışsa, kabahat sadece onların mı acaba?..
Şu bir gerçek ki; vatana, millete sahip çıkmak için, önce gençlere sahip çıkmak gerekir. Eğer gençlere sahip çıkılmaz, örf ve âdetlerimize, milli kültürümüze uygun aile terbiyesi verilerek yetiştirilmezse, boşluk oluşur. Bu boşluğu da elbette birileri doldurur... Bugün bazı gençlerimiz, yanlış yollara sapmışsa, bazı şer odaklarının maşası olup teröre bulaşmışsa, kabahat sadece onların mı acaba?..
Gençlerimize sahip çıkmanın en elzem olduğu devre de fırtınaların estiği üniversite çağıdır. Bu dönemi "düzgün" atlatan genç, hayata atılmış, artık yolunu çizmiş olur. Zararlı akımlara karşı kendini koruma şuuruna varır...
Devletimiz bu maksatla, yurtlar açarak gençliğe sahip çıkmaktadır. Ancak, devletin de imkânları sınırlıdır. Her imkânı sunamamaktadır. Bu açığı kapatmak için birçok vakıf, halktan sağladıkları yardımlarla, devlete destek olarak özel yurtlar açmıştır. İmkânları nispetinde gençleri, buralarda barındırıp, vatanımıza, devletimize faydalı hâlde yetişmeleri için gayret etmektedir...
İşte, bu vakıflardan biri de İhlas Vakfı'dır. Vakfın internet sitesindeki bir bilgiyi siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim. Özetle deniyor ki:
"Üniversitelerdeki temiz ahlaklı, fakir öğrencilerin elinden tutan, onları vatana ve millete faydalı olacak şekilde yetiştiren İhlas Vakfı, yarım asırdır bu hayırlı hizmete devam etmektedir.
Hâlen Türkiye genelinde yurtlarımızda binlerce öğrenciyi; Afganistan’da ve Türk Cumhuriyetlerindeki yurtlarda yüzlerce öğrenciyi sıcak yuvalarında barındırmaktadır. Kurban Bayramında, kurban bağışları yapılarak yurtların 1 yıllık et ihtiyacı karşılanmakta, öğrencilere kurban eti yedirilmektedir. Yardım edenler, kurban ve sadaka sevabı kazanırken, bu gençleri de sevindirmiş oluyorlar...
Vakfımız ayrıca Somali başta olmak üzere, Afganistan, Hindistan, Habeşistan, (Etiyopya) Sudan, Kenya, Moritanya, Tunus gibi ülkelerde kurban kesimi yaparak, oradaki fakir ve muhtaç Müslümanlara yardımcı olmaktadır..."
Kurban bedelleri, banka hesap numaraları, (0212) 451 49 00 numaralı telefondan veya www.ihlasvakfi.org.tr adresinden öğrenilebilir.
***
Dünya tarihinde vakıf medeniyetini kuran ecdadın torunları olarak, vakıfları ve hayır kurumlarını destekleyelim. Bilgili, kültürlü öğrencilerin yetişmesinde bizim de bir nebze katkımız olsun...
.Gönül Sultanları
2022-07-02 02:00:00
"Ormanlarımdan bir dal
kesenin başını keserim!"
Dinimiz, yeşilliğe çok önem verir. Meyveli, meyvesiz ağaçların, insanlara olan faydaları sayılamayacak kadar çoktur...
Bugün yazımıza Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın bir o meşhur fermanıyla başlayalım:
"Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim!.."
Bir dal kesene bu ceza verilirse, ya kasten yakanlara nasıl bir ceza verilmeli dersiniz?..
Evet, dinimiz, yeşilliğe çok önem verir. Meyveli, meyvesiz ağaçların, insanlara olan faydaları sayılamayacak kadar çoktur. İnsanlığa böyle bir hizmet etmenin dinimizdeki önemi büyüktür. Cami, çeşme, yol yapmak, ağaç dikmek, ilmî eser bırakmak gibi insanlara faydası dokunan her çeşit iyi işler, sadaka-i cariyedir. Yani öldükten sonra da, amel defterimize sevap yazılır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, bir ağaç diker, ağaç meyve verene kadar onu koruyup bakarsa, bu ağaçtan dökülen her meyve, Allah indinde, o kimse için, bir sadaka olur.) [İ.Ahmed]
(Bir ağaçtan, insanlar, hayvanlar veya kuşlar istifade ederse, o ağacı diken için bir sadaka olur.) [Buharî]
Dikilen bir ağacın gölgesinden de istifade edilse, ağacı diken için sevap vardır. O ağaçtan ne kadar istifade edilirse, sevabı da o kadar çok olur. (El-Envar)
***
Asırlar önce, bir hükümdar maiyetini alıp, tebdil-i kıyafetle gezintiye çıkmıştı. Yol üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın bahçesine fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. Adamın o yaştaki gayreti hoşuna gitti, yanına gelip latife yapmak istedi:
- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden belki de yiyemezsin!..
İhtiyar şöyle cevap verdi:
- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yiyorsak, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve mükâfat olarak ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti.
İhtiyar, bu ihsanı yapanın kim olduğunu anladı ve tebessümle karşıladı:
- Gördünüz mü hükümdarım, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti.
Yaşlı köylü güldü:
- Sultanım herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve latife yollu şöyle dedi:
- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu güngörmüş ihtiyar bu gidişle hazineye de darı ektirecek!..
.Gönül Sultanları
2022-07-15 02:00:00
meşgul ol evladım"
"Talebe, hocasının özel hizmetinde veya emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalıdır..."
Horasan’da yetişen evliyânın büyüklerinden Ebu Ali Farmedi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yedincisidir. 433 (m. 1042) senesinde doğdu, 478 (m. 1085) senesinde vefât etti. Kabri Tûs (Meşhed) şehrindedir. Zâhiri din ilimlerini, Ebul-Kasım Kuşeyri’den ve daha başka âlimlerden öğrendi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkanı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmam-ı Gazali ve Yusuf-i Hemedani hazretlerinin de hocası idi...
Nizâm-ül-mülk’ün makamına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makamına oturturdu. Halbuki İmâm-ül-Haremeyn ve Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terk etmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında, “Ebû Ali Farmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni ikaz ediyor. Diğer âlimler ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden de nefsim gururlanıyor” derdi... Bu mübarek zat kendisi anlatır:
-Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri'nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen hâlleri kendisine anlatınca, "Evladım, ilim öğrenmekle meşgul ol" diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. "Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim...
Bir gün bana bir hâl oldu, kendimden geçtim. "Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var" diye düşündüm. Ebul-Kasım Gürgani'nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. "Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun" buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebül-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine, nihayetsiz feyizlerine kavuştum...
Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. "Belki ihtiyacı olur" diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Banyodan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebul-Kasım'ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın" buyurdu.
***
Din büyüklerimiz ne buyuruyorlar: "Talebe, hocasının özel hizmetinde veya emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızasızlığına sebep olabilir!
.Dünyayı kalpten çıkarmanın ilacı
2022-07-16 02:00:00
Dünya sevgisi, her cins kötülüğün başıdır. Dünyayı kalpten çıkarmanın da bir tek ilacı vardır. O da, Allah adamlarını sevmektir.
Dünya fâni, âhiret bâki... Din büyüklerimiz buyuruyor ki: "Dünya sevgisi, her cins kötülüğün başıdır. Dünyayı kalpten çıkarmanın da bir tek ilacı vardır. İstediğin kadar ibadet yap, sabahlara kadar zikret yine de bu sevgiyi kalpten çıkaramazsın. Çünkü ilacı o değil. İlacı, ancak Allah adamlarını sevmektir. Sevmek için de onların yolunda gitmek lazım. İzinde gitmek için de peki demek lazım..."
Yûnus Emre hazretleri şu mısralarda, dünyânın fâniliğini ne güzel anlatmış:
"Mal sâhibi, mülk sâhibi,/Hani bunun ilk sâhibi?/Mal da yalan, mülk de yalan,/Var biraz da sen oyalan!.."
***
Atâ bin Meysere Horasanî hazretleri, Tabiinden yani Eshab-ı kiramı görmüş büyüklerdendir. Bu mübarek zat buyuruyor ki:
Bir gün İblis, yani şeytanların dedesi bir dağa çıkmış. Öyle bir feryat ediyor ki, bütün şeytanlar oraya toplanıyor. Bu İblis ki, Âdem aleyhisselama secde etmedi, Allaha isyan etti. "Mademki ben Âdem kulun sebebiyle tard oldum, ben de onun çocuklarını bozacağım" dedi. Cenab-ı Hak ona kıyamete kadar ömür verdi. Ama "Sen benim kullarımı bozamazsın, ancak sen, senin gibileri bozabilirsin" buyurdu... Şeytanların hepsi o dağa toplanınca "bizi niçin çağırdın?" dediler. "Bir âyet-i kerime geldi. "Kullarım günahkâr olabilir, hata yapar, ama tövbe istiğfar ederlerse, ben onları affederim. Çünkü ben affetmesini severim. (Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül avfe fa'fu anni.) Biz bunları istediğimiz kadar bozalım, bunlar bir tövbe edecekler, bütün emeklerimiz boşa gidecek. Şimdi dağılın ve bana insanların tövbe etmeyecekleri bir günah getirin. Onlar da bizim gibi Cehennemde yansınlar!"
Üç beş gün sonra İblis'ten bir feryat daha işitiliyor. Şeytanların hepsi tekrar toplanıyor. "Ne buldunuz?" diye sorunca "Bir şey bulamadık" diyorlar. O "Ama ben bir çare buldum" diyor. İblis'in bulduğu çare: Bidat!.. Cenab-ı Peygamberin yapmadığı, Hulefa-i Raşidinin yapmadığı, Eshab-ı kiramın işlemediği bir günahı insanlara işleteceklerdir...
İblis diyor ki: "Onlara bidatleri güzel göstereceğiz. O bidatlere ibadet olarak sarılacaklar ve hata işlediklerini bilmedikleri için tövbe de yapmayacaklar."
Evet, bu yolun büyüklerinin hayatlarına dikkat ederseniz, sadece bidatla savaş, sünneti ihya ile meşgul olmuşlardır. Şah-ı Nakşibend hazretlerine "bu yolun aslı nedir?" diye sordular. Cevaben "bu yolun esası; bidatleri yok etmek, sünneti ihya etmektir" buyurdular.
Cenab-ı Hak bizleri bidate düşmekten ve bidat ehlinden muhafaza eylesin...
.Tövbe eden, günah işlememiş gibidir...
2022-07-22 02:00:00
"Çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden çok, Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine sevinir."
"İnsan beşer, durmaz şaşar" demişler. Ancak, işlenen hata, günâh ne kadar büyük olursa olsun, samimi bir şekilde tövbe edilirse, pişman olunursa, Allahü teâlâ onu affeder. Çünkü Cenâb-ı Hak affetmeyi seviyor.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, çok affedicidir, affetmeyi sever.) [Hâkim]
(Çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden çok, Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine sevinir.) [Buhari]
Ne büyük lütuf ve ihsan. Biz günahımıza pişman olunca, Cenab-ı Hak seviniyor.
Bekara sûresinin otuzuncu âyetinde, melekler, meâlen, "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun" dediklerinde, "Onlar fesat çıkarmazlar" demedi. "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim... Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalplerindeki imana bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, Müslümanların günahlarını affetmeyi de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. İmanı olanları, ezelî olan lütfuma kavuşturur, ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım" buyurdu.
Bir günah işleyince hemen tövbe etmek farzdır. Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki:
(Ey insanoğlu, günahlarınıza tövbe ederek, kendi kendinize ikrâmda bulunun! Sâlih amel işleyerek cihâd edin! Henüz kıyâmet kopmadan kıyâmetin dehşetini düşünüp ona göre hazırlanın! İşittiğiniz hâlde, sağırlardan olmayın! Gönlünüze gelen sıkıntı, mal ve rızkınızdaki eksiklik, mâlâyanî sözlerden ve zamanı iyi değerlendirmemekten ileri gelir. Başkalarının kusurlarını gördüğü vakit, kendi kusurunu hatırlamayan, şeytanı sevindirir, Rahmânı gücendirir. Gizli ve açık bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız. Oruç tutanlara sayısız nimetler ihsân ederim. Tövbe edenleri azâbımdan emîn kılarım. Her nimet bendendir. Bunun için yalnız bana şükredin! Her şeyi veren benim. Her şeyi benden isteyin! Rahmetimden ümit kesen helâk olur.)
(Ey Dâvud, benim kapımı kim çaldı da ona açmadım? Benden kim bir şey istedi de ona vermedim? Bana kim duâ etti de kabul etmedim? Beni kim andı da ben onu anmadım? Ey Dâvud, günahkârlara müjde ver, sâlihleri de korkut!)
Dâvud aleyhisselâm bunu nasıl yapacağını suâl edince Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Günahkârları tövbe ile, benden ümit kesmemekle müjdele! Benden ümit kesmeyip tövbe ederlerse günahlarını affederim. Sâlihleri de ibâdetleriyle korkut ki; ibâdetlerine aldanmasınlar!)
.Edep, hayâ bu milletin yaradılışında vardır...
2022-07-23 02:00:00
"Biz Türkler saygılı ve edepli insanlarız. Cenab-ı Hakk (Zenginliği isteyene veririm. Ama edebi, güzel ahlakı ben istediğime veririm) buyuruyor..."
Edep; güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, hayâ, nezaket, zarafet gibi manalara gelir. Mesela terbiyeli çocuk, edepli çocuk demektir. Hadis-i şerifte, (Evladınızı edepli, terbiyeli yetiştirin) buyuruluyor. Dinimiz, baştan başa edeptir. Peygamber efendimiz, bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için mübarek bacağını dikip oturmazdı...
***
Büyük âlim ve velî Bayezid-i Bistami hazretlerine sevenlerinden birkaçı;
-Filan şehirde âlim evliya bir zat var, ziyaret edelim, diye ısrar ettiler. Sonunda bunları kırmamak için razı oldu, o zatı görmek için yola çıktılar... Nihayet o kimsenin bulunduğu şehre geldiler. Camiyi sorup, o yöne doğru yürüdüler. Tam yaklaşmışlardı ki o şahsı caminin önünde gördüler. Hemen;
-İşte efendim, o mübarek zat, şu gördüğümüz kimse, diye söylediler... O adam, o anda yere tükürdü. Bunun üzerine Bayezid-i Bistami hazretleri;
-Geri dönüyoruz, görüşmeye lüzum kalmadı, dedi. Sevenleri ısrar etti;
-Efendim bunca yol geldik, o mübarek zat da işte karşımızda, görüşmeden nasıl geri döneriz, dediler. Fakat ısrarları fayda vermedi. Sevenleri yine;
-Âlim ve evliya zattır, bir görüşsek, diye ısrar edince, Bistami hazretleri buyurdu ki:
-O kimse, evliya ve âlim olamaz. Çünkü kıble cihetine tükürdü. Bu adam Resulullaha karşı lazım olan edeplerden birini gözetmedi. Velî olmak için lazım olan edepleri de gözetemez... Hiçbir biedep vasılı ilallah olamamıştır. Yani hiçbir edepsiz, Allahü teâlânın velî kulu, sevgili kulu olamamıştır...
Efendim, bugünkü yazımızı rahmetli Enver Ağabeyimizin bu konudaki güzel bir sohbetiyle bitirelim:
"Edepli ol! Edep insanın başında görünmez bir taçtır... Edepten mahrum bırakılan kimse, bütün hayırlardan mahrum bırakılmış olur... Ben edebe ve saygıya çok dikkat ederim. Saygıyı aştı mı ben orada yokum. Osmanlı Devleti'ni ayakta tutan saygı ve edep olmuştur. Bakın bazı Orta Doğu ülkelerindeki insanlara, Kur'ân-ı kerimi koyuyor başının altına, upuzun yatıyor. Ama Osmanlı Mushafı göbeğinin altında hiç tutmamış. İşte o edep, Osmanlıyı 600 sene ayakta tutmuştur... Hangi ailede edep, saygı varsa, o ailede mutluluk vardır. Hangi ailede karşılıklı saygı yoksa o ailede hep kavga-gürültü vardır... Camilerin kapılarına, dergâhların girişlerinde 'Edep ya Hû' yazar. Saygı ve edep, bu asil milletin yaradılışında, özünde vardır. Yapımız itibarıyla biz Türkler saygılı ve edepli insanlarız. Cenab-ı Hakk (Zenginliği isteyene veririm. Ama edebi, güzel ahlakı ben istediğime veririm) buyuruyor.
."O kavmi yerin dibine geçir!.."
2022-07-29 02:00:00
Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma "Filân kavmi yerin dibine geçir!" diye emreder. Hazreti Cebrâil de bunun hikmetini sual eder...
Dinimizin emir ve yasaklarını bildirmeye emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker denir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İçinizde, hayra çağıran, mârufu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir.) [Âl-i İmran 104]
mâruf, dinimizin emrettiği hususlardır. Münker ise, dinimizin yasakladığı yani Allahü teâlânın razı olmadığı işlerdir.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanlara, yani dinin emirlerini bildirenlere, (Sen Allah adına nasıl konuşursun, namaz kılmamanın günah olduğunu nereden biliyorsun) diye hakaret etmek cahilliktir. Allahü teâlâ (Emrimi bildirin) buyurduğu için, Peygamber efendimiz ve İslam âlimleri kimlerin Cennete; kimlerin Cehenneme gideceğini bildirmişlerdir.
İnsanlar soğuyacak diye, âlimler dinin emirlerini bildirmeyecek mi? Peygamber efendimiz dinin emirlerini bildirince, müşrikler taşladılar, dinden daha çok soğudular. (Hiç bildirmeseydi, tebliğ etmeseydi kimse soğumazdı, kimse Ona düşman olmazdı) denilemeyeceği gibi, (Dinin emrini bildirmekle insanlar dinden soğur) demek de, çok yanlış olur...
Emr-i mâruf yapma imkânımız yoksa sorumlu olmayız. Ama günümüzde emr-i mâruf yapmak için âlim olmak gerekmez. Muteber bir din kitabını birisine vermekle emr-i mâruf yapmış oluruz. Kendimiz, kitap verecek birini bulamazsak, kitap verebilen birine (Bu kitabı birine ver!) diyebiliriz. Yahut kitabın parasını verip, (Bu parayla şu kitabı al, birine ver!) diyebiliriz. İmkânım yok demek geçerli bir mazeret olmaz.
***
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
Allahü teâlâ, bir gece yarısı, Cebrâil aleyhisselâma "Filân kavmi yerin dibine geçir, onları yok et!" diye emretti. Cebrâil aleyhisselâm da "Yâ Rabbî, şu anda on binlerce insan teheccüd namâzında, sana ibâdet ediyorlar, onları ne yapayım?" diye sual edince, Cenâb-ı Hak "Onları da berâber yok et!" buyurdu.
Hazreti Cebrâil "Yâ Rabbî, hikmeti nedir?" diye sual etti. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Çünkü onlar, kullarıma en ufak bir şekilde emr-i mâruf yapmıyorlar, nehy-i münker yapmıyorlar. Onlar günâh işlerken, yüzleri bile değişmiyor!"
Efendim, zamânımızda düşmanlar çok kuvvetli, Müslümânlar ise zayıf ve çalışmıyor. Düşmanda olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar keyfinde, herkes dünyâ kazancında. Hiç Allahü teâlânın emrini düşünen, yapan yok. Evet, kendisi ibâdet ediyor. Fakat din kardeşlerinin fısk-ı fücûra, zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, Emr-i mâruf yapmıyor. Olmaaaz, çok yanlış. Hiç olmazsa kitap ver, herkese dağıt. Bugün, en büyük emr-i mâruf nedir biliyor musunuz? Ehl-i sünnet âlimlerinin bir kitap vermektir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah...
.Cehennem ateşinin yakmadığı kimseler!
2022-08-06 02:00:00
"Üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz: Bunlar, kocasına itaat eden kadın, ana-babasına iyilik eden evlât ve insanlara merhamet eden kimsedir."
Din büyüklerimiz buyuruyor ki: Anaya, babaya iyilik ve ihsân, evlât üzerine farzdır. Hiçbir zaman ve hiçbir sebeple onlara sert söylemek caiz değildir. Allahü teâlâ İsrâ sûresinde buyuruyor ki:
(Ana ve babadan biri veya ikisi ihtiyârladığında usanıp da öf deme! Ağır söz söyleme! Onlarla yumuşak ve tatlı konuş!)
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz: Bunlar, kocasına itaat eden kadın, ana-babasına iyilik eden evlât ve insanlara merhamet eden kimsedir.)
Ana-baba, zâlim de olsalar, kendisine zulmetseler de evlât, onları küstürmemelidir... Ananın, babanın, kocanın, hiç kimsenin, İslâmiyyete uymayan emri dinlenilmez, yapılmaz. Fakat, anaya, babaya, yine tatlı söylemek, onları incitmemek lâzımdır. Ana baba kâfir ise, onları kiliseden, meyhâneden, sırtta taşıyarak bile geri getirmek lâzımdır. Fakat, oralara götürmek lâzım değildir...
Ana-babaya karşı alçak gönüllü olmalı, yaşadıkları müddetçe onlara hizmet etmeli ve bununla onların rızâlarını kazanmalıdır.
Evlât, ana-babasına şefkat, merhamet ve sevgi ile bakınca ona, böyle bir bakışı için, kabûl edilmiş bir hac sevâbı verilir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) (Babasına ve annesine merhamet nazarı ile bakan evlâda, hac ve umre sevâbı yazılır) buyurdu. "Günde bin defa bakarsa da böyle midir?" diye sorulunca (Günde yüz bin defa baksa da...) buyurdu.
Birisi Peygamber aleyhisselâma dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yanımda yaşlı anam vardır. Elimle yedirip içiriyorum. Abdestini aldırıyorum. Sırtımda gezdiriyorum. Hakkını ödemiş olur muyum?
Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:
- Hayır, yüzde birini bile ödemiş olamazsın. Ancak iyilik ediyorsun. Allahü teâlâ bu az iyiliğine karşılık çok sevap ihsân eder.
Ana veya baba öldükten sonra da onlar için iyilik yapılması emredilmektedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Sadaka veren kimse, sadakasını neden Müslüman olan anne ve babasının ruhu için vermez? Hâlbuki böyle yaparsa, verdiği sadakanın sevâbı, onların ruhuna gideceği gibi, onlardan bir şey eksilmemek şartı ile, onların sevâbı gibi bir sevâp da kendisine yazılır.)
Ana-babayı ziyâret etmemek büyük günâhtır. Uzakta iseler, hiç olmazsa, selâm göndererek, tatlı mektup yazarak, telefon ederek gönüllerini almalı ve bu günâhtan kurtulmalıdır.
Şunu hiç unutmayalım ki, ananın, babanın evlâdına duâsı, Peygamberin ümmetine duâsı gibidir...
.Müslüman olarak ölmek için...
2022-08-13 02:00:00
"Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür."
Dün siz değerli okuyucularımıza zaruri iman bilgilerini bildirmiştik. Bugün de "İslam’ın şartları"nı arz etmek istiyoruz efendim...
1- Kelime-i şehadet getirmek: [Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü] demek. Manası şudur:
(Ben şehadet ederim ki, [Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki] Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.) [Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek demektir.]
2- Namaz kılmak: Akıl baliğ olmuş yani ergenliğe girmiş akıllı her Müslümana günde beş vakit namaz kılmak çok önemli bir farzdır. Namaz dinin direğidir. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir. Kılmayanın imanla ölmesi çok zordur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Namaz kılan kıyamette kurtulur, kılmayan perişan olur.) [Taberani]
3- Zekât vermek: Nisap miktarı yani borçlarını düştükten sonra alacaklarıyla beraber elinde 96 gram değerde, para veya ticaret malı olanın kırkta birini zekât vermesi farzdır. Meyve ve tarla mahsulünün de onda birini fakire vermek farzdır. Bu onda bir zekâta da uşur denir. (Zekât vermeyene Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]
4- Oruç tutmak: Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. Tutmamak büyük günahtır.
5- Hac etmek: Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır.
Peki, "Bir kimse, inanmadan Kelime-i şehadet söylese veya inansa, ancak Amentü’deki esaslara inanmasa yine Müslüman mıdır?" İman tarif edilirken, "dil ile ikrar kalb ile tasdik" deniyor. Yani, kalb ile tasdik etmedikçe Müslüman olamaz.
Kelime-i şehadet, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Ondan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın Allah Resulü ve son Peygamberi olduğuna ve bildirdiklerinin hepsine inanmak, hepsini beğenmek demektir. Yoksa, tarihî bir olayı anlatır gibi, "öyle bir Peygamber vardır" demek değildir. "Ben O yüce Peygambere ve bildirdiklerinin hepsine iman ettim, hepsini beğendim, hepsi doğrudur, yanlış olma ihtimali yoktur" diye kesin inanmak demektir. Dolayısıyla, Amentü’deki bütün esaslara inanması gerekir. İnanmazsa, hatta inanıp da beğenmezse yine Müslüman olamaz...
Hadis-i şerifler, İslam âlimlerinin açıklaması olmadan okunup anlamaya çalışılırsa tehlikeli olur, insanı küfre kadar götürür. Mesela aşağıdaki hadis-i şerifi, yukarıdaki açıklamalar dâhilinde anlamak gerekir:
(Rab olarak Allahü teâlâya, din olarak İslâm'a, [son] Resul olarak Muhammed aleyhisselama [Onun bildirdiklerinin hepsine] inanıp razı olan, beğenen kimse [Müslüman’dır ve bu imanla ölürse] Cenneti hak eder.) [Müslim, Nesai]
.Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı”
2022-08-26 02:00:00
Sultan Alparslan: "Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz..."
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan, Türk milletinin en büyük kahramanlarındandır. Böyle bir 26 Ağustos'ta (1071) Malazgirt'te Bizans ordusunu yenerek Türklere Anadolu kapılarını açmıştır...
Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan Valisi Çağrı Bey'in oğlu olan Alparslan, 20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı. 1070 yılında, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti ve "Mısır Seferi"ne karar verdi...
Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (Romen Diyojen) son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. 13 Mart 1071’de 200.000 kişilik Bizans ordusu yola çıktı.
Bunu haber alan Alparslan da askerlerini topladı, atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve şöyle hitap etti: “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir...”
Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece zekîce bir harp taktiği planlamıştı. 26 Ağustos Cuma günü hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında çarpıştı. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere açılmış oldu...
Sultan Alparslan, tarihî zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri yapmak suretiyle de büyük hizmetler yapmıştır. İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan bid'at fırkalarıyla çok mücadele etmiştir. Hatta bir gün; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı” demiştir...
25 Kasım 1072’de 42 yaşındayken huzuruna bir hileyle çıkan Batıni fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi adlı bir hain tarafından şehit edilen Alparslan, Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Ruhu şad olsun...
."Ben, Allah'ın kullarına iyilik yapmayı seçtim"
2022-08-27 02:00:00
Ubeydullah-i Ahrar hazretleri buyurdu ki: "Benim belki doğuştan gelen bir huyum vardır. İnsanlara yardım ederek dualarını almak."
İyi bir Müslüman olmak için (Ahlâk-ı hamide) yâni güzel ahlâka sahip olmak, (ahlâk-ı zemime) yâni kötü ahlaktan uzak durmak lâzımdır. Ancak bununla dünya ve âhiret saâdeti elde edilir.
Güzel ahlâk, ilim ve edeb öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlâk da bunun tersidir. Yâni cahil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur.
Cenâb-ı Hak, Peygamber aleyhisselâmı överken (Gerçekte sen büyük bir ahlâk üzeresin) buyurmaktadır. İyi insan, iyi ahlâklı insan demektir. Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Din büyüklerimiz buyurdular ki: "Kötü ahlâk, öyle bir fenalıktır ki, onunla yapılan birçok iyilikler fayda vermez. Güzel ahlâk, öyle bir iyiliktir ki, onunla yapılan günâhlar affa uğrar."
İnsanın iyi huylu olabilmesi, tarlaya faydalı tohum ekebilmesinin en önemli başta gelen şartı; iyi arkadaş bulmaktır. Kötü arkadaşla beraber olan, ne kadar iyi olursa olsun bir gün bozulabilir. İyi arkadaşla beraber olan, kendisi bozuk bile olsa yine bir gün kurtulabilir.
***
Ubeydullah-i Ahrar hazretlerine sormuşlar, "Efendim, bu makama, bu tasavvuf derecelerine nasıl kavuştunuz?" diye. O mübarek zat da şu cevabı vermiş:
"Ben ömrümde tasavvuf kitabı okumadım. Hiç böyle şeylerden haberim yok, bilmem. Ancak benim belki doğuştan gelen bir huyum vardır. Elimde değil, insanlara yardım ederek, birini gidip ziyaret ederek dualarını almak... Kapı kapı dolaşır kimin ne ihtiyacı varsa, kimin hastası varsa, kimin dinî meselede sıkıntısı varsa, onlara yardım ederim. Bunlar benim en büyük hasletimdir... Hatta bir defasında medresede üç arkadaş kalıyorduk. İkisi çok bulaşıcısı bir hastalığa müptela oldular. Herkes bana dedi ki: Çık oradan, o odada kalma! Ben ölürüm gene çıkmam, onlar benim arkadaşım, hastaysa hasta, bulaşırsa bulaşsın, dedim. Onlara yemek yedirdim, sularını içirdim. Her türlü hizmeti sonuna kadar yaptım. Ama sonunda bana da hastalık bulaştı. Ölürsem ölürüm, dedim. Fakat Allahü teâlâ her şeye kâdir. Onlar da ben de iyileştik. Niye? Allaha güvendiğimiz için!.."
***
Ubeydullah-i Ahrar hazretleri buyurdu ki: "Eğer ben şeyhlik yapsaydım hiçbir tekke bir tane mürid bulamazdı. Hepsi bana gelirdi. Ama ben bu yolu seçmedim. Ben Allah'ın kullarına iyilik yapmayı seçtim."
Bugünkü yazımızı şu hadis-i şerif ile bitirelim:
"İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olandır." (Dare Kutni)
.Bozuk itikatlı kimselere aldanmamak için!..
2022-09-02 02:00:00
"Allahü teâlâ yarattıklarına benzemez. O, mekândan münezzehtir. Yani bir yerde, aşağıda, yukarıda değildir. Her şeyi ve her yeri yaratan Odur..."
Büyük İslam âlimleri, zamanlarındaki bozuk itikatlı kimseleri susturmak ve halkın iman bilgilerini korumak için çok kıymetli eserler yazmışlardır. İnanmamız gereken doğru imanı, yani Ehl-i sünnet itikadını özetle şöyle bildirmektedirler:
“Allahü teâlâ birdir, kadîm [ezeli] olan zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile sonradan var olmuştur. Sonunda yine yok olacaklardır. Akıl, ilmin bir sebebi ve vasıtasıdır. İlham, bir şeyin doğru olduğunu bilmeye yeterli sebep ve vasıta değildir.
Allahü teâlâ yarattıklarına benzemez. O, mekândan münezzehtir. Yani bir yerde, aşağıda, yukarıda değildir. Her şeyi ve her yeri yaratan Odur. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezeli sıfatları vardır. O, kendisine has ezeli bir kelam ile söyleyicidir O’nun kelamı harf ve ses cinsinden değildir. Hiçbir şey asla O’na benzemez. Hiçbir şey O’nun ilminin ve kudretinin dışında değildir.
Ba’s yani öldükten sonra yeniden dirilmek haktır. Amellerin tartılacağı terazi, Havz-ı kevser, Sırat köprüsü, Cennet ve Cehennem haktır...
Büyük günah mümin olan kimseyi imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz. Büyük günah işleyenlere peygamberlerin şefaat edebilecekleri naklî delillerle sabittir.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem, sonuncusu Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselamdır. Melekler, Allah’ın kullarıdır. Onun emriyle hareket ederler; erkeklik ve dişilikleri yoktur.
Allahü teâlânın peygamberlerine indirdiği kitapları vardır. Allah; emirlerini, yasaklarını, vaatlerini, uyarılarını bu kitaplarda bildirmiştir...
Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hazreti Ebû Bekr-i Siddîk, sonra Hazreti Ömer el-Fâruk, sonra Hazreti Osman-ı Zinnûreyn, sonra Hazreti Aliyyül Mürtezâ’dır.
Eshab-ı kirâmın hepsi sadece hayırla yâd edilir...
Nassları yani âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle açıkça bildirilen hükümleri kabul etmemek; İslâmın getirdiği haramları helal, helalleri haram saymak, İslâm ile alay etmek küfürdür. Allahtan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından kurtulacağını düşünmek küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrulamak küfürdür. Mest üzerine, mesh edilir.
Dirilerin ölüler için yaptıkları dualar ve hayırlar kabul edilir. Allahü teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir. Deccal’ın çıkması, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün zuhuru, Hazret-i İsa’nın gökten yere inmesi, Güneş'in Batı'dan doğması gibi peygamberin haber verdiği kıyamet alametleri haktır.”
.Talebesine talebe olan Beykozlu Muallim!..
2022-09-03 02:00:00
Beykozlu Muhammed bin Receb Efendi sıbyan mektebinde (ilkokul) muallimlik (öğretmen) yapmaktadır. Aynı isimde bir talebesi vardır...
Muteber kitaplarda edep; güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, hayâ, nezaket, zarafet olarak tarif edilir... Mesela terbiyeli çocuk, edepli çocuk demektir. Hadis-i şerifte, (Evladınızı edepli, terbiyeli yetiştirin) buyuruluyor. Dinimiz, baştan başa edeptir. Peygamber efendimiz, bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için mübarek bacağını dikip oturmazdı...
Hiçbir biedep vasılı ilallah olamamıştır. Yani hiçbir edepsiz, Allahü teâlânın velî kulu, sevgili kulu olamamıştır...
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki: "Edeb, haddini bilmektir, terbiyedir, tevâzudur."
***
Beykozlu Muhammed bin Receb Efendi sıbyan mektebinde (ilkokul) muallimlik yapmaktadır. Zaman zaman çocukları etrafına toplar, veliyullahın menkıbelerini anlatıp Allah dostlarının muhabbetini aşılar. "Allahü tealanın öyle sevgili kulları vardır ki mertebelerini kendileri de anlayamazlar. Bu yüzden her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bilin” der...
Talebeler arasında Muallim Receb Efendi'nin bir adaşı vardır ki kıssaları soluk almadan dinler ve bunları bir kenara yazar... Mektep yolu üzerinde bir dere vardır ki onu tek kişinin geçebileceği eğreti bir köprü ile aşarlar. Mübarek çocuk bir sabah okula gelirken karşıdan nur yüzlü bir ihtiyarın köprüye yaklaştığını görür ve “siz buyurun efendim” deyip kenarda durur. İhtiyar "yol hakkı senin evladım buyur geç" deyince çocuk "Efendim biz ailemizden ve hocalarımızdan her yerde büyüklere hürmet edin, dualarını alın, diye öğrendik. Buyurun..." der... Bu edep ve saygı mübarek zatın çok hoşuna gider. Elini çocuğun omzuna koyar, saçlarını okşar. Bir an göz göze gelirler, aman ya Rabbi o nasıl teveccüh? Kalbi "Allah, Allah..." diye zikretmeye başlar...
Okuluna vardığında Muallim Receb Efendi talebesindeki bu değişikliği hemen fark eder... Çocuğun yüzündeki nuru, tavırlarındaki olgunluğu tez yakalar. O güne kadar halledemediği pek çok müşkülü ona sorar, net ve doyurucu cevaplar alır ve buna hiç şaşmaz. Zaten ne zamandır kendine "ledün ilmi"ne vâkıf bir mürşid aramaktadır, tereddütsüz "talebesine talebe olur" ondan feyiz almaya başlar...
Gelgelelim çocukcağız bu evliyalık yükünü kaldıramaz! Henüz on yaşındayken vefat eder ve Beykoz Anarlık Kabristanına defnedilir...
Muallim Receb Efendi evladını kaybetse ancak bu kadar yanar. Ayrılık acısı içine oturunca nurlu çocuğun ne büyük bir nimet olduğunu daha iyi anlar. Talebesinin hasretiyle kavrulur ve koca bir "divan" yazar. Adını da "Nevha-tül-uşşak=Âşıkların feryadı, iniltisi" koyar...
.Herkes Kur’ân-ı kerîmi anlayabilir mi?..
2022-09-09 02:00:00
Eshab-ı kiram, ana dilleri olarak Arapça bildikleri, edip ve beliğ oldukları hâlde bazı âyetleri anlayamaz, bunların manasını Resulullaha sorarlardı.
Bazıları "Kur’ânın bu kadar tercümeleri varken herkes niye Kur’ânı anlayamasın?" diyor... Efendim, böyle kimseler için muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
Anayasa kitabı Türkçedir. Hukukçu olmayanlar okursa, farklı görüşler meydana çıkar. Hukukçular arasında bile farklı anlayışlar oluyor. Anayasa birçok konularda kanunlara havale eder. Kanunlar birçok hükmü tüzüklere, yönetmeliklere havale eder. Kanunu, tüzüğü, yönetmeliği bilmeden Anayasaya göre bu iş şöyledir demek çok yanlış olur... Dinimizde de Kur’ân-ı kerimden başka hadis-i şerifler var, icma var, kıyas-ı fukaha var. Ancak bunları bilmekle Kur’ân-ı kerim anlaşılabilir, tercümesini okumakla anlaşılmaz.
Köylüye ait bir kanunu hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Bu kanun önce valilere gönderilir. Valiler iyi anlayıp, açıklamasını ekleyerek kaymakamlara, bunlar da daha açıklayarak muhtarlara anlatır. Muhtar da ancak köylü diliyle köylüye söyler... İşte Kur’ân-ı kerim de, ahkâm-ı ilahiyedir. Kanun-i Rabbanidir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelamını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur’ân-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlar. Başka kimse tam anlayamaz. Eshab-ı kiram, ana dilleri olarak Arapça bildikleri, edip ve beliğ oldukları hâlde bazı âyetleri anlayamaz, bunların manasını Resulullaha sorarlardı. Hatta Cebrail aleyhisselam bile, Kur’ân-ı kerimin manasını, esrarını, Resulullaha sorardı. (S. Ebediyye)
İmam-ı Gazali hazretleri de bu hususta buyuruyor ki:
Kur’ân-ı kerim Allahü teâlânın kelamıdır. Ağızdan çıkan harfler, ateş demeye benzer. Ateş demek kolay; fakat ateşe kimse dayanamaz. Bu harflerin manaları da böyledir. Bu harfler, başka harflere benzemez. Bu harflerin manaları meydana çıksa, yedi kat yer, yedi kat gök dayanamaz. Allahü teâlâ kendi sözünün büyüklüğünü, güzelliğini bu harflerin içine saklayarak insanlara göndermiştir. Kur’an-ı kerimi okumadan önce, bunu söyleyen Allahü teâlânın büyüklüğünü anlamalı, kimin sözü olduğu düşünmeli... Kur’ân-ı kerime dokunmak için, temiz el gerektiği gibi, onu okumak için de, temiz kalb gerekir... Allahü teâlânın büyüklüğünü bilmeyen, Kur’ân-ı kerimin büyüklüğünü anlayamaz. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlamak için de, Onun sıfatlarını ve yarattıklarını düşünmek lazımdır. Bütün mahlûkatın sahibi, hâkimi olan bir zatın kelamı olduğunu düşünerek okumalıdır. (Kimya-yı saadet)
Anlamadan da olsa Kur’ân-ı kerimi okumak çok sevaptır ve ibadettir. İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri, Allahü teâlânın, (Anlayarak da anlamayarak da Kur’ân-ı kerim okuyan, benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirmiştir. (İhya)
.Farklı ictihad müminler için rahmettir...
2022-09-10 02:00:00
"Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] sizin için rahmettir."
Bir şey, bir mezhepte bir ibadeti bozarken, diğer mezhepte bozmuyor. Yahut bir şey bir mezhepte helalken diğer mezhepte haram olabiliyor... Efendim, müctehidlere bu yetkiyi yani ictihad etme yetkisini Allahü teâlâ ve Resulü vermiştir. Allahü teâlânın gönderdiği dinlerde de böyle farklı hükümler vardır. Mesela Âdem aleyhisselamın dinindeki bir husus helalken, daha sonraki dinlerde bu haram kılınmıştır. Tersi de olmuştur. Hayvanların iç yağı Musa aleyhisselamın dininde haramken, daha sonra helal kılınmıştır... Hak mezheplerin arasındaki farklar, hak dinler arasındaki farka benzemektedir. Hadis-i şerifte mealen buyuruldu ki:
(Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] sizin için rahmettir.) [Taberani, İbni Asakir, Hatib]
Her biri müctehid olan Eshab-ı kiramın da, diğer müctehidlerin de farklı ictihadları rahmettir. Müctehid ictihadında isabet etmese bile yine sevab alır. Onun, isabet etmemiş olan ictihadıyla amel eden de kurtulur. Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyuruldu:
(Müctehid, ictihadında isabet ederse on, isabet etmezse, bir sevab alır.) [Buhari, Ebu Davud, İ.Ahmed]
Eshab-ı kiramdan Ebu Said-i Hudri hazretleri rivayet ediyor:
Seferde iki kişi, su bulamadıkları için teyemmüm ederek namazlarını kılıyorlar. Sonra vaktin içinde suyu bulunca, biri kendi ictihadına göre abdest alıp namazını iade ediyor, diğeri de kendi ictihadına göre iade etmiyor... Durum Resulullah efendimize arz edilince, her ikisini de uygun bulup şöyle buyuruyor:
(Namazı iade etmeyen; sünnete uymakla isabet etti. Abdest alıp iade eden de, iki sevab aldı.) [Nesai, Ebu Davud]
Görüldüğü gibi, Peygamber efendimiz ikisine de yanlış dememiş, ikisinin de sevab kazandığını bildirmiştir. Müctehidlerin ictihad etmeleri ve kendi ictihadlarına uygun hareket etmeleri gerektiği gibi, müctehid olmayanların da, tâbi olduğu mezhep imamının bildirdiğine uymaları şarttır...
İslam dininde yasak olan; fakat daha önceki dinlerde yasak olmayan bir şeyi, "Nasıl olsa diğer dinlerde haram değildi" diye işleyen, haramdan kurtulmaz. Kendi mezhebinde haram olan bir şeyi de, "nasıl olsa diğer hak mezhepte haram değil" diyerek yapması caiz olmaz.
Ancak bir zaruret veya bir ihtiyaç varsa, o zaman diğer mezheplerden birinin hükmüne uyarak onu taklit edebilir. İşte, dört hak mezhebin Müslümanlar için rahmet olması da, bu demektir. Mesela, abdest alırken istemeden boğazına su kaçan kimse, orucunu kurtarmak için, Hanbelî veya Şafiî mezhebini taklit edebilir. Bu, mezheplerdeki rahmet olan hususlara bir örnektir...
.İyilikler kötülüğü yok eder mi?
2022-09-16 02:00:00
Her iyilik, her kötülüğü yok etmez. Yok edenleri var, yok etmeyenleri var. Ancak bir günah işleyince hemen bir iyilik yapmalıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri kitaplarında "Ahirette sevaplar, günahlardan az fazla olsa, doğrudan cennete gidilir" buyuruyorlar. Sevaplar günahları yok eder, ancak küçük sevaplar büyük günahları yok etmez. Tabancayla, tüfekle uçağa karşı konulabilir mi? Uçaksavar olması lazım... Ufak bir kul hakkı için büyük sevaplar gerekir. Bir kimse ömür boyu teheccüt namazı kılsa, bir kuruş kul hakkını ödeyemez. Haramlara farzlarla karşı koymak gerekir...
İkinci bin yılın müceddidi, İslam âlimlerinin göz bebeği İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermek, yüzlerle lira sadakadan kat kat daha sevaptır. Bir kimse, Peygamberlerin yaptığı ibadetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, cennete giremez."
"Kıyamette, bir dank [yarım gram gümüş] hak için, cemaatle kılınmış, kabul olmuş 700 namazı alınıp, hak sahibine verilecektir." (Dürr-ül-muhtar)
Dinimizde, haramdan kaçmak, sevap işlemekten önce gelir. Küçük büyük her günahtan sakınmalı. Günah işlenmiş ve tövbe edilememişse, bir iyilik yapmalıdır. Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyuruluyor: (Her kötülükten sonra bir iyilik yap ki onu yok etsin!) [Tirmizi]
Yukarıda bildirildiği gibi her iyilik, her kötülüğü yok etmez. Yok edenleri var, yok etmeyenleri var. Kur'ân-ı kerimde, (Elbette hasenat, seyyiatı yok eder) buyuruluyor. (Hud 114)
Hasenat, her çeşit iyilik ve sevaplar demektir. Seyyiat da her çeşit günahlar demektir. Burada beş vakit namaz kılınırsa günahların affolacağı bildiriliyor. (Medarik tefsiri)
Namaz kılmayan ne kadar çok iyilik ederse etsin, yaptığı iyilikler hiçbir günahı yok edemez. Namaz kılmamak, birçok iyiliğin ve sevabın kabul olmamasına sebep olur. Hadis-i şeriflerde mealen buyuruldu ki:
(Kasten [mazeretsiz] namaz kılmayanın diğer amellerini Allahü teâlâ kabul etmez. Tövbe edinceye kadar da Allah’ın himayesinden uzak olur.) [İsfehani]
(Beş vakit namazı terk eden, Allahü teâlânın hıfz ve emanından mahrum olur.) [İbni Mace]
Kabul olmaz demek boşa gider demek değildir, namaz kılmamakla büyük günaha girdiği için bu işlerden kazandığı sevap, o büyük açığı kapatamaz demektir.
İbadetler imandan parça değildir. Yani inandığı hâlde bir ibadeti yapmayan veya bir haramı işleyen kâfir olmaz. Ancak namazda söz birliği olmadı. Namaz kılmamak imansız ölmeye, kılmak ise iki cihan saadetine sebep olur...
.Kıyametin kopması ve bazı safsatalar!..
2022-09-17 02:00:00
Kıyametin ne zaman kopacağı açıkça bildirilmedi. Fakat Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” alametlerini haber verdi...
Geçmişte bazı kimseler "Maya Takvimi’ne göre kıyamet kopacak" dediler. Paniğe kapılanlar oldu. Bir kısım insanlar kıyametin kopmasını deprem gibi bir şey sanıyorlar galiba?! Çünkü böyle haberlerden sonra "güvenli" diye bazı yerlere göç edenler oldu? Şimdi bir de "Kıyamet 120 yıl sonra kopacak" diyenler çıktı!..
Kıyametin kopmasının alametleri vardır. O alametler çıkmadan kıyamet kopmaz. Muteber kitaplarda şöyle yazıyor:
Kıyametin ne zaman kopacağı açıkça bildirilmedi, kimse de anlayamaz. Fakat Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” birçok alametlerini ve başlangıçlarını haber verdi:
Hazret-i Mehdi gelecek, İsa aleyhisselam gökten Şam’a inecek, Deccal çıkacak. Yecüc ve Mecüc her yeri karıştıracak. Güneş Batı'dan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemen’den bir ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve Ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır. (Herkese Lazım Olan İman)
Allahü teâlâ kıyametin kopmasını murat ettiği zaman, İsrafil aleyhisselam Sûr'a üfürür. O anda dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizler birbirinin üzerine taşar. Güneşin nuru gider, kararır. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler [ve gezegenler] birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi dağılır. Gökler gül yağı gibi erir ve değirmen döner gibi deveran eder ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yerde ve gökte diri olarak kimse kalmaz, her canlı ölmüş olur. (Kıyamet ve Âhiret)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Kıyamet kopacağı zaman, yıldızların yerlerinden ayrılıp dağılacağı, göklerin parçalanacağı, yeryüzünün ve dağların paramparça olacakları Kur’ân-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruldu ki:
(Sûra bir kere üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyamet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır.) [Hakka 13-16]
(Her şey yok olacak, yalnız O kalacaktır!) [Kasas 88]
Kur’ân-ı kerimde, bunlar gibi, daha nice âyet-i kerimeler vardır... Mahlûkların yok olacaklarına inanmak, yoktan var edildiklerine inanmak gibi, imanın şartıdır. (Mektubat-ı Rabbani)
***
Bir kimse, Peygamber efendimize, "Kıyamet ne zaman kopacaktır?" diye sordu. Resûlullah efendimiz ona (Kıyamet için ne hazırladın?) buyurdu. O kimse, "Fazla ibadetim yok. Fakat Allah ve Resûlünü seviyorum" dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Herkes sevdiği ile beraber olacaktır. Sen de, ahirette sevdiğinle beraber olacaksın." (Buhari)
.Ölülerimizi üzmeyelim ve utandırmayalım!..
2022-09-23 02:00:00
"Babamı rüyamda gördüm. Bana dedi ki: Ey oğlum! İşlediğin günahtan dolayı çok üzüldüm. Mevtalar arasında beni utandırma!"
Geçenlerde gittiğim bir taziyeevinde şöyle bir soru ile karşılaştım:
"İnsan ölse de, ruhu ölmediği için, ölmüş yakınlarımız, işlediğimiz günahlardan haberdar oluyormuş. Günahlarımızdan dolayı üzülüyorlarmış. Bu doğru mu?"
O suali soran arkadaşa Ehl-i sünnet âlimlerinin bu mevzuda buyurduklarını aynen şöyle naklettim:
"Evet, haberdar olurlar ve üzülürler. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Ruh, bedenden ayrılınca, yine bilir, görür, anlar, sevinir, üzülür, bu hâlleri yok olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ameller, pazartesi ve perşembe günleri Allah’a arz olunur. Cuma günleri de, peygamberlere, ana babaya, diğer yakınlara arz olunur. İyi amellerinizle onlar ferahlanır ve yüzlerinin parlaklığı artar. Öyle ise Allah'tan korkun, günah işlemek suretiyle ölülerinize eziyet etmeyin!) [Hakîm]
(Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmayan işleriniz için, “Ya Rabbi! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al!” derler.) [İ. Ahmed, Tirmizi]
(Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise, “Yâ Rabbi, bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilham eyle” derler.) [Ebu Davud]
(İnsanların yaptıkları işler, pazartesi ve perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, evliyaya ve ana babaya cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allah’tan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) [Tirmizi]
***
Mezhepsizlerce bile her sözü senet kabul edilen İbni Kayyım-ı Cevziyye, "Kitab-ür-ruh"ta, İbni Ebi-d-dünya’dan, o da Sadaka bin Süleyman Caferi’den bildiriyor ki:
"Bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan vazgeçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rüyada gördüm.
-Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin salihlerin amellerine benziyor, fakat son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtalar arasında beni utandırma, dedi...
Bu haber, yabancı ölülerin de, dünyadaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere karşı utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rüyada böyle söylemezdi."
.Rüşvet, sosyal bir hastalıktır!
2022-09-24 02:00:00
Şu bir gerçek ki, rüşvet; bir milleti manen ve maddeten çökerten bir illettir. İlgililere yardımcı olmak, her ferdin vazifesidir.
Rüşvet, çıkar sağlamak, iş gördürmek gayesiyle, kanunen yetkili bir kimseye gayrimeşru olarak verilen para, mal gibi menfaat ve fayda demektir. Bu yolla ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmekte veya başkasının hakkına tecavüz edilmektedir... Gasbedilmiş malı ve zulüm, hırsızlık ile alınan ve rüşvet, faiz, kumar ücretleri ve diğer hıyanet yollarından birisi ile ele geçen kazancın yenilmesini ve başkalarına yedirilmesini dinimiz yasak etmiştir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Birbirinizin mallarını aranızda [Kumar, hırsızlık, gasp, rüşvet gibi] bâtıl sebeplerle yemeyin!)
Mahkemelerde rüşvet vererek haksız hükümlerin verilmesine sebep olanlar için Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Hüküm vermede, rüşvet veren ve alana Allah lânet etsin!)
Rüşvet, devlete karşı işlenen suçlardan biridir. Yüz kızartıcı bir fiildir. Memurun veya görevlinin, devletin verdiği vazifeyi kötüye kullanmasıdır.
Rüşvet, içtimâi (sosyal) bir hastalıktır. Toplumda rüşvetin yayılması, devleti zaafa düşürmekte ve vatandaşların kendisine olan itimadını yok etmektedir. Bu ise devlet otoritesinin yıkılmasına idarede başıboşluğun alıp yürümesine, anarşinin baş göstermesine sebep olmaktadır...
Rüşvet sebebi ile zulmün, haksızlıkların çoğalması ve böylece insanlar arasındaki karşılıklı sevgi ve saygının ortadan kalkması da devletteki birlik ve beraberliğin dağılmasını ve nihayet yıkılmasını hazırlayan âmillerdendir...
Şu bir gerçek ki, rüşvet; bir milleti manen ve maddeten çökerten bir illettir. İlgililere yardımcı olmak, her ferdin vazifesidir.
Hazreti Ali'nin gözyaşları!..
Cabir bin Abdurrahman hazretleri bir rüya görüyor ve sabahı zor edip doğru mescide Hazreti Ali efendimizin yanına koşuyor. Namazdan sonra arz ediyor:
-Ya Emir-el müminin, bir rüya gördüm, çok korktum, lütfen bunu tabir ediniz... Büyük büyük inekler gördüm küçük inekleri sağıyor... Dereler gördüm kurumuş, damla su akmıyor ama kenarları yeşillik... Camiler gördüm mihraplarında, kürsülerinde koca koca putlar vardı...
Hazreti Ali, ağlamaya başlıyor ve buyuruyor ki:
-Bu rüyadakiler, bu ümmetin sonuna doğru başına gelecek felaketlere işaretlerdir!.. Birinci alamet, mevki sahibi olmuş, kendisine amirlik, yetki verilenler rüşvet almadan iş yapmayacaklar, rüşvetle geçinecekler, mevkilerini parayla değişecekler... İkinci alamet ise, içleri boş oldukları hâlde kendilerini çok faziletli zanneden ve zannettirenler olacak, herkes onlara etiketinden mevkiinden dolayı hürmet edecekler. İşte bunlar kendilerine verilen yetkilere, etiketlere, nüfuzlara dayanarak etraflarındakileri ezen zalim amirlerdir... Cami kürsülerindeki, mihrablardaki putlar ise en büyük felaket olup, din adına çıkıp konuşan yazanlardır... Bunlar kendilerine inananların dinden çıkmasına, itikadlarının bozulmasına, mürted olmalarına sebep olacaklardır...
.Cennette monoton hayat yoktur!..
2022-09-30 02:00:00
Cenab-ı Hak, Cennette hiçbir sıkıntı, bıkkınlık olmayacağını, Cennet ehline istedikleri her nimetin verileceğini bildiriyor...
Geçenlerde gittiğim bir davette sohbet esnasında misafirlerden biri şöyle sordu: "Bal yiyen baldan bıkar, Cennet ne kadar güzel olsa da, insan bu nimetlerden bıkmaz mı? Monoton hayat insanı sıkmaz mı?" Kendisi iyi niyetle sordu ancak bu çok yanlış bir düşüncedir. Bu, Allahü teâlânın sonsuz kudretinden şüphe etmek olur. Hâşâ Onu âciz sanmak olur. Cennette monoton hayat yoktur. Dinimiz, iki günü aynı olanın ziyanda olduğunu bildirir. Ahirette de her gün nimetler artacak, iki gün eşit olmayacaktır. Her gün aynı şeylerden farklı ve daha fazla zevkler alınacaktır.
Allahü teâlânın kudretinden şüphe edilmez. İnsan, bilmediği şeyleri, bildiği şeylerle mukayese eder. Hâlbuki bilinmeyen şey, bilinen şeye kıyas edilmez. Hadis-i şerifte mealen buyuruldu ki: (Dünya, ana rahmine göre Cennet, Cennete göre ise çöplük gibidir.) [M. Name]
Çöplükle Cennet mukayese edilir mi? Ana rahmindeki bir çocuğun, nasıl ki, dünyaya gelip, çeşitli olaylara karşılaşacağını bilmesi mümkün değilse, Cennete gidecek müminin de, orada kavuşacağı nimetleri bilmesi mümkün değildir.
Allahü teâlâ, Cennette, cemal sıfatıyla görünecektir. Mümin, Allahü teâlâyı görünce, cennetteki bütün nimetlerden aldığı zevklerden daha fazla zevke kavuşacaktır. Bir âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Kıyamet günü ışıl ışıl parlayan yüzler, Rablerine bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]
Yunus sûresinin, (Güzel amel edenlere, hüsna [Cennet] ve ziyadesi de vardır) mealindeki 26. âyet-i kerimesindeki ziyade kelimesini Resulullah efendimiz rüyet [Allahü teâlâyı görmek] olarak açıklayıp, (Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbînizi açıkça görürsünüz) buyurdu. (Buhari)
Hiç kimse, Rabbîmizin kudretiyle yaratılacak nimetleri hayal bile edemez. Yine bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Cennet nimetleriyle, dünyadakiler arasında yalnız isim benzerliği vardır.) [Beyheki]
Rüya ile dünya hayatı bile mukayese edilmez. Rüyada gözlerimiz kapalı olduğu hâlde çok yerleri görürüz. Dilimiz oynamadığı hâlde konuşuruz. Yani görmemiz gözle, konuşmamız dille değildir. İşitmemiz kulakla, yürümemiz ayakla değildir. Rüyada hükümdar olsak ne çıkar. Az sonra uyanınca, hayal olduğu görülür. İşte dünya hayatı da, rüya gibidir. Asıl hayat olan ahirette hükümdar olmak gerekir...
Allahü teâlânın sonsuz kudretine inananın, Onun bildirdiği her şeye inanması gerekir. Cenab-ı Hak, Cennette hiçbir sıkıntı, üzüntü, pişmanlık, bıkkınlık olmayacağını bildiriyor. Bugünkü yazımızı bir âyet-i kerime mealiyle bitirelim:
(İyi amellerinin mükâfatı olarak, insanları memnun edecek neler hazırlandığını hiç kimse bilemez.) [Secde 17]
.Câmilerde ve mescidlerde dünya kelâmı konuşmak!..
2022-10-01 02:00:00
"Âhir zamanda ümmetimden bazı kimseler mescidlerde halka olup oturacaklar, dünya kelâmı, dünya sevgisi konuşacaklardır..."
Bugün "Camiler ve Din Görevlileri Haftası" (1-7 Ekim) başladı. Bu vesileyle bir nebze cami adabından bahsetmek istiyoruz efendim...
Allahü teâlânın en sevdiği yerler camilerdir, mescidlerdir... Câmilere, mescidlere giderken her adıma sevap verilir. Mescide giderken temiz ve yeni elbise giymeli, nereye girdiğinin şuurunda olarak, edep ve hürmetle sağ ayakla girmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Mescide giderken vakâr ile yürüyünüz, acele etmeyiniz. Yetişemediğiniz rek'atleri tamamlayınız.)
Mescide girerken Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salât okumalı, Rabbinin fadlından ümitli olmalıdır... Camilerde dünya kelâmı konuşmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Âhir zamanda ümmetimden bazı kimseler mescidlerde halka olup oturacaklar, dünya kelâmı, dünya sevgisi konuşacaklardır. Onlarla mescidlerde oturmayınız. Allahü teâlânın onlarla işi yoktur.)
Câmiye, soğan, sarımsak gibi fenâ kokulu şeyleri yiyip gelmek câiz değildir. Yaptığı iş sebebiyle üzerindeki elbisesi kokan, balıkçı, ciğerci gibi kimselerin de bu elbise ile câmiye gelmesi uygun olmaz. İlâç sebebiyle kokulu bir şey yiyen de cemâate böyle gelmemelidir. Çünkü, pis koku, insanlara ve meleklere eziyet verir...
Abdest alıp ıslak ayakla camiye girilmemeli. Çıplak ayakla, kolları kısa ve başı açık namaz kılmak mekruhtur.
Sünnetle farz veya farz ile sünnet arasında konuşmamalı. (Pencereyi kapa, saftaki boşluğu doldur, buyurun siz geçin) gibi sözler söylememeli. Camide sünneti kılıp, farzı beklerken, dışarıdan gelenin selamını almak, sünnet ile farz arasında bir şey okumak, konuşmak ve dua okumak, zikir çekmek sünnetin sevabını yok eder...
Camide kıbleye ayak uzatmamalı; uygunsuz şekilde oturmamalıdır...
Bir de sandalye ve tabure meselesi var... Diyanet İşleri Başkanlığının, cuma hutbesi olarak okuttuğu, müftülüklere gönderdiği tamimde ve Diyanet'in resmî web sitesinde, camilerde taburede, sandalyede namaz kılmanın, özellikle sabit oturakların bulunmasının yanlışlığı ve caiz olmadığı bildirilmektedir. Maalesef bazı kimseler kendi aklını ölçü kabul ediyor. "Niye olmasın, bal gibi olur" diyerek aklına göre hareket ediyor...
***
Yeri gelmişken Diyanet İşleri Başkanlığına bir hususu arz etmek isteriz... Bir arkadaşım mahallesinde restorasyonu bitip ibadete açılan camilerinde yalnızca "Allah" lafzı olan levhanın konduğunu "Muhammed" ve dört halifenin isimleri yazılı levhaların kaldırıldığını anlattı... Hatta bu kardeşimiz bazı camilerde pandemiden sonra tespihlerin de mahalle camilerine konmadığını söyledi. Ben de kendisine bunda bir kasıt aramaması gerektiğini; salgından henüz kurtulamadığımızı söyledim...
."Rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir"
2022-10-07 02:00:00
"Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücuda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistân'da yetiştirdi..."
Bu gece Mevlid Kandilini idrak edeceğiz inşallah...
"Mevâhib-i ledünniyye"de ve Zerkânî'nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şerhinde buyuruluyor ki:
"Abdüllah bin Abbâsın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, (Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyîb, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum) buyuruldu."
Âdem aleyhisselâm, öleceği zaman, oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki:
"Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mümin, temiz ve afîf hanımlara teslîm et ve oğluna da böyle vasiyet et!"
Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi, bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek, sâhibine yetişti.
"Şevâhid-ün-Nübüvve" kitâbında buyuruluyor ki: "Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için, Âdem aleyhisselâmın alnında nûr parlıyordu. Bu zerre, hazret-i Havvâ'ya ve ondan da, Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden, temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. O nûr da, zerre ile birlikte alınlardan, alınlara geçti."
"Kısas-ı enbiyâ"da buyuruluyor ki: "Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yâhut bir kabîle iki kola ayrılsa, Hâtem-ül-Enbiyânın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafda bulunurdu. Her asırda, onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. İsmâ’îl aleyhisselâmın alnında da bu nûr vardı. Sabâh yıldızı gibi parlardı. Bu nûr, ona babasından kalmış, bundan da evlatlarına geçerek, Me’add ve Nizâr'a gelmişti. Bu nûr, Muhammed aleyhisselâmın nûru idi. Âdem aleyhisselâmdan beri, evlattan evlâda geçerek, asıl sâhibi olan Hâtem-ül-Enbiyâ hazretlerine gelmiştir. Böylece, Âdemoğulları içinde, Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan, seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda, bu soydan olan zâtın yüzü pekçok güzel ve parlak olurdu."
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücuda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistân'da yetiştirdi. Beni bunlardan vücuda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyilerini seçip, beni bunlardan meydâna getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim, mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.) [Tirmizî]
Ne kadar şükretsek azdır. Çünkü Allahü teala bizi, Muhammed aleyhisselema ümmet eyledi.
Kandiliniz mübarek olsun efendim...
.İbâdetlerinden bir tat alamayan kimse!..
2022-10-08 02:00:00
Ebüdderdâ (radıyallahü anh) hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir gün, kendisine bir kimse gelerek dedi ki:
-Yâ Ebüdderdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bunun tedavisinde bana yardımcı ol!
-Hastalığın nedir?
-Benim kalbimde dünyaya karşı aşırı sevgi var. Dünya, âdeta kalbimi işgâl etmiş. İbâdetlerimden bir tat, lezzet alamıyorum.
-Ey kişi! Senin hastalığın hastalıkların en büyüğüdür. Bunu, hemen tedavi etmelisin! Yoksa, Allah korusun îmânını da kaybedebilirsin!.. Sana tavsiyem şudur: Sık sık hasta ziyaretlerine git! Cenaze namazlarında bulun! Kabirleri ziyaret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun! Sendeki dünya sevgisi yok olur. Kalbin nurlanır, basîret gözün açılır.
Adamcağız, bildirilen üç şeye bir müddet devam etti fakat kendi hâlinde herhangi bir değişiklik hissetmedi. Üzüntülü bir şekilde tekrar gidip dedi ki:
-Yâ Ebüdderdâ! Tavsiyelerini aynen yerine getirdim. Fakat kendimde hiçbir değişiklik görmüyorum!
-Bildirdiğim gibi, hastaları yokladın mı, cenazelerde bulundun mu, kabir ziyaretleri yaptın mı?
-Evet, devamlı bu üç şeyle meşgul oldum.
-Öyle ise sen, cenazeye bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin! Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Hasta ziyâretlerine gittiğin vakit, bir gün senin de onun gibi zayıf, hâlsiz, yatağa uzanmış olacağını düşün! Bir yudum suyu bile eline alıp içemeyeceksin, başkalarının yardımı ile içebileceksin! Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ dünyaya bağlanmaktaki maksadın ne? Görüyorsun ki, dünya zenginliği, insanın bu hâle gelmesine mâni olamamaktadır. Bunları, hastanın yanında düşün ve nefsine şöyle de: "Şunun hâline bak, ibret al! Senin de sonun budur, o hâlde dünya muhabbetinden elini çek!.." Cenaze namazına gittiğin zaman düşün ki bu kimseyi, bütün dünya nimetlerinden ayırmışlar. Tabutun içine koyup musalla taşının üzerine bırakmışlar. Yakınları, çok sevdiği ve bütün ömrünü onlar için harcadığı çocukları onu geriden seyrediyorlar... Mezarlığa vardığında, kabirde yatanların hâlini düşün! Bir gün sen de onlar gibi olacaksın! Nâzik bedenin çürüyüp böceklere yem olacaktır... İşte bu üç şeyi yaparken bunları düşünüp, kendini bunların yerine koyarsan, kısa zamanda bu tehlikeli hastalıktan kurtulursun!
O kimse, bu nasîhatlere aynen uydu. Çevresinde olanlara ibret nazarıyla baktı. Basîret gözü açıldı. Hakkı bâtıldan ayırdı. Bundan sonra bütün ömrünü, âhireti düşünerek, ona hazırlanmakla geçirdi...
."Ya Rabbi, arkadaşlarımı gafillerden eyleme!.."
2022-10-14 08:54:35 | Son Güncelleme : 2022-10-14 08:55:18
Bugün (Tarsus'ta) Lokman Hakîm Hazretlerini Anma Günü... Biz de yeri gelmişken bugün bir nebze o mübarek zattan behsetmek istiyoruz efendim...
Hazreti Lokman, peygamber veya velîdir. Davud aleyhisselam zamanında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Davud aleyhisselama peygamberlik bildirilmeden önce, müftî olan Lokman Hakîm, Davud aleyhisselama peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı ve ona ümmet oldu. Kendisine "hikmet" verildi. Eyyub aleyhisselamın teyzesinin oğlu olduğu da rivâyet edilmektedir...
Lokman ismi Kur’ân-ı kerîmde geçmekte olup, bir sûreye (31. sûre) "Lokman" ismi verilmiştir. Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; “Biz Lokman’a hikmet verdik” buyurulmaktadır. Buradaki "hikmet" tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsîr kitaplarında yazılıdır...
Lokman Hakîm, tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhurdur... Buyurdu ki:
“Ey evladım! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.”
“Ey oğlum! Amel ancak yakîn (Allahü teâlâya olan ilim ve mârifet) ile yapılır. Herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakîn noksanlığından gelir.”
“Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyâcım yok diyerek de ilmi terk etme.”
“Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.”
“Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol.”
“Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâh etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et.”
“Ey oğlum! Bir hatâ işlediğinde hemen tövbe et ve sadaka ver.”
“Ey oğlum! Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musîbetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması.”
Lokman Hakîm’e “Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazîfem olmayan şeyin üzerinde durmadım” buyurdu.
Hazret-i Lokman Hakîm şöyle dua ederdi:
"Ya Rabbi, arkadaşlarımı gafillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu hususta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi işleri emrettiğim zaman bana itaat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler."
.Veren değil, verdiğine sevinen cömerttir!..
2022-10-21 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-10-21 14:50:25
Hiçbir cimri, Allah dostu olamaz. Evliya zatlar hep vermiştir. Verince, alandan daha çok sevinen, hakiki mümindir...
Allahü teâlâ, her cins güzelliği cömerde vermiştir. İslam âlimleri buyuruyor ki:
"Cennette bir ağaç vardır. Bu ağacın ismi 'cömert'tir. Ne hikmettir ki o ağacın dalları dünyaya inmiştir. Cömert insanlar o ağacın dalına yapışmıştır. Vefat ettiği vakit o dal onu köküne doğru, yani Cennete çeker..."
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslüman kardeşine ikram eden, Allahü teâlâya ikram etmiş olur." [İsfehani]
Mevlânâ hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor: "Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."
Din Büyükleri buyuruyor ki: "Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir."
(Cömertlik öyle güzel bir huydur ki, insanın kötü huylarını örter. Cimrilik öyle kötü bir huydur ki, insanın güzel huylarını örter) hadis-i şerifi, cömertliğin güzelliğini, iyiliğini; cimriliğin ise kötülüğünü göstermektedir. Hiçbir cimri, Allah dostu olamaz. Evliya zatlar hep vermiştir. Verince, alandan daha çok sevinen, hakiki mümindir. Cömertlik, Cenab-ı Hakk’ın çok sevdiği bir ahlâktır. Bu, her kula nasip olmaz. Cömert bir kâfire, son nefeste iman nasip olma ihtimali çoktur.
Büyük zatlar, (Essahîü habîbullah, velev kâne fâsıkan. El-bahîlü adüvvullah, velev kâne ârifen=Cömert, fâsık da olsa, Allah'ın habibidir. Cimri ise; ârif, âbid bile olsa, o Allahü teâlânın düşmanıdır) buyuruyorlar. (Cömerdin yemeği şifadır. Cimrininki derttir, zehirdir) hadis-i şerifi aynı durumun vahametini bildirmektedir. İnsanların başına geçecek kişide aranacak ilk vasıf, cömertlik ve merhametli olmaktır. Fakir bir müşrik, (Ben çok fakirim, bana bir şeyler ver!) diye sadaka isteyince, Peygamber efendimiz, (Peki, şu vadiye bir bak!) buyurur. Bakınca, ovaları dolduran koyun sürüsünü görür. (Bu koyunların hepsi senindir, al bunları götür!) buyurur. Müşrik şaşırır, (Yâ Resulallah, bu sürüyü almadan önce, başka bir şeye kavuşmak istiyorum. Bana Müslümanlığı anlatın, ben Müslüman olmak istiyorum) der.
İşte bu cömertlik karşısında Müslüman oluyor. Sürüyü alıp köyüne gidiyor. Fakir bildikleri adamın sürüsünü görünce köydeki herkes olan biteni merak ediyor. Bunun üzerine olanları anlatır:
"Ben çok insan gördüm, ama öncekilere benzemeyen öyle bir cömert gördüm ki beni benden aldı. O zattan, sadaka istedim, o bana bu kadar sürü verdi. Bunu bu zamanda kim yapar? Ne olur hepiniz gidin Müslüman olun!"
Orada bulunan herkes bölük bölük giderek Müslüman oldular...
."Kardeşinin hürmetine sen de affedildin!.."
2022-10-22 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-10-22 02:06:11
Bir zamanlar iki kardeş vardı. Yatalak annelerine bir gece biri, diğer gece öteki bakacaktı. Öyle anlaşmışlardı. Ancak!..
Ana-babaya iyilik ve ihsân, evlât üzerine farzdır. Ana-baba, zâlim de olsalar, kendisine zulmetseler de evlât, onları küstürmemelidir...
Ana-babaya karşı alçak gönüllü olmalı, yaşadıkları müddetçe onlara hizmet etmeli ve rızâlarını kazanmalıdır...
Evlât, ana-babasına şefkat, merhamet ve sevgi ile bakınca ona, böyle bir bakışı için, kabul edilmiş bir hac sevabı verilir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" (Babasına ve annesine merhamet nazarı ile bakan evlâda, hac ve umre sevâbı yazılır) buyurdu. "Günde bin defa bakarsa da böyle midir?" diye sorulunca (Günde yüz bin defa baksa da...) buyurdu.
Din büyükleri de buyurdu ki: "Ana-babaya, kayınvâlide ve kayınpedere hürmet, hizmet edilmesini birinci vazîfe bilmelidir..."
Ana-babayı ziyâret etmemek büyük günâhtır. Uzakta iseler, hiç olmazsa, selâm göndererek, tatlı mektup yazarak, telefon ederek gönüllerini almalıdır...
Allahü teâlânın rızâsı, dînine bağlı olan ana-babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazabı, dînine bağlı olan ana-babanın gazabındadır...
Şunu hiç unutmayalım ki, ananın, babanın evlâdına duâsı, Peygamberin ümmetine duâsı gibidir...
***
Bir zamanlar iki kardeş vardı. Yatalak annelerine bir gece biri, diğer gece öteki bakacaktı. Öyle anlaşmışlardı. Abid olan nafile ibadete çok düşkündü, sabaha kadar ibadet ederdi. Bunun için, kardeşine, (Bugün de anneme sen hizmete devam et, ben de yine ibadet edeyim) derdi. Annesine bakma sırası hiç ona gelmezdi. Kardeşi, onun da sevap kazanması için abid olan kardeşine, bazen (Bugün sıra sende) derdi. Bu abid genç, rica eder, sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu...
Yine bir gece sabaha kadar yaptığı ibadetten duyduğu hazdan dolayı kardeşine, her zaman olduğu gibi sırayı bozarak, (Bu gece de bana izin ver ibadet edeyim) dedi. Kardeşi kabul edip annesine hizmete gidince, bu ibadet etmeye koyuldu...
Bir ara uyuyakaldı ve bir rüya gördü. Rüyasında nurani yüzlü bir zat buna dedi ki:
- Kardeşin affedildi.
Genç merakla sordu:
- Ben niye affedilmedim?
- Sen de affedildin ama, kardeşinin hürmetine affedildin.
- Ben Allahü teâlâya ibadet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat benim onun hürmetine affedilmemin hikmeti nedir?
O zat dedi ki:
- Allahü teâlâ size nafile ibadeti farz kılmadı, ama ana babaya iyiliği hizmeti farz kıldı. Üstelik annenin hizmete ihtiyacı var. Kardeşin emre uyduğu için kazandı ve yükseldi. Onun sayesinde sen de affedildin...
.Hizmete adanan bir ömür...
2022-10-28 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-10-28 02:02:14
Hüseyin Hilmi Işık Efendi buyurdu ki: "Allahü teâlâ ancak çok sevdiği, çok mümtaz kıldığı kullarına sevdiği bir dostunu tanımayı nasip eder..."
Geçen çarşamba, Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendinin vefat yıl dönümüydü. (26 Ekim 2001) Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin en çok sevdiği talebesi olan Hüseyin Hilmi Efendi, O mübarek zatı, 1929 yılında tanımakla ve ona hizmet etmekle şereflendi. Onun sohbet ve derslerinde, feyiz ve ihsanlara nâil oldu. Sarf, nahv, mantık, fıkıh, hadis, mâkul ve menkûl, usûl ve fürû ilimlerini tâlim etti...
Hüseyin Hilmi Işık Efendi, teğmenlikten albaylığa kadar Türk ordusunda zehirli gazlar mütehassıslığı ve kimyâ öğretmenliği yapmış, çok subay yetiştirmiştir...
Başta; "Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye" olmak üzere, Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilen, 14 Türkçe ve bunların; Arabî, Fârisî, Fransızca, Almanca ve İngilizce yayınlanan pek çok kitabı vardır...
Bu mübarek zat, 90 yaşında vefât etti. İhlas Holdingin kurucusu ve aynı zamanda en çok sevdiği talebesi ve dâmâdı olan rahmetli Enver Ören Ağabey başta olmak üzere, gözyaşları arasında büyük bir kalabalıkla Eyüp Sultan Kabristanı'ndaki aile mezarlığına defnedildi... Cenâb-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin...
***
Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
"Allahü teâlâ ancak çok sevdiği, çok mümtaz kıldığı kullarına sevdiği bir dostunu tanımayı nasip eder. Sevdiği bir dostunu tanıtmak aynen Eshab-ı kirama hazreti Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) tanıtması gibidir. Ona sevdiği bir kulunu tanıtması demek, ona çok büyük nimetler vereceğinin, Cenneti nasip edeceğinin alametidir. Çünkü vermek istemeseydi istek vermezdi. 'Biz istedik' diyoruz. Hiç alakası yok! Onu veren Allah'tır (celle celalühu)...
Cenâb-ı Hakk, bu güzel itikadı, bu güzel imanı, hele hele bu büyüklere olan sevgiyi çöplüğe koymaz... İnsanın kalbi pırlantaya layıktır. Onun için o büyükleri tanıtır ve sevdirir. Bunun için de ne kadar şükretsek azdır. Bu 'özel tahsis'tir kardeşim...
Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize buyurdu ki: (Göğsünü paralayacak şekilde kendini niye öyle harap ediyorsun? Bana neden inanmıyorlar, iman etseler ateşte yanmayacaklar deyip niye kendini bu kadar sıkıntıya sokuyorsun. Hidayet benim elimdir. Bu hakkı senin eline vermedim...) Onun için hepimiz Cenab-ı Hakk'ın bu özel lütfuna kavuştuk kardeşim. Böyle yüce Allah'a insan nasıl itaat etmez, nasıl onu sevmez?
Peki, Allahü teâlâyı nasıl seveceğiz? Cenâb-ı Hakk'a teşekkür namaz kılmakla olur. İmandan sonra namaz gelir. Direksiz bina olmaz. Namazsız da din olmaz...
O hâlde, mümin nefes aldığı müddetçe; ayakta, oturarak, nasıl imkânı varsa namazını kılmak zorundadır kardeşim..."
.En şerefli meziyet "kul" olmaktır!..
2022-10-29 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-10-29 01:47:09
Abdiyet yani kulluk makamı, kendini yok saymaktır. Böyle olan kimse, nefsini tanır, kendindeki bütün nimet ve meziyetleri Allah’ın emaneti bilir. Allahü teâlânın emanetleriyle iftihar etmek, öğünmek kimsenin hakkı değildir. Aksi takdirde, Kur’ân-ı kerimde de bildirildiği gibi, Allahü teâlâ bunları bizden alır ve acı azap eder.
Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda olan Müslümanlar genelde çok sıkıntı çekerler. Ancak çektikleri, Peygamberlerin ve âlimlerin çektiklerinin yanında çok azdır, deryada bir damla bile değildir. Peygamber efendimiz, hiçbir peygamberin kendisi kadar sıkıntı, eziyet, acı çekmediğini bildirmiştir. Allahü teâlânın en sevdiği kulu böyle sıkıntı çekince, bizlerin ufak bir rahatsızlıktan dolayı isyan etmemiz, şikâyetçi olmamız uygun olur mu? Üstelik üzüntü, sıkıntı, dert, elem, keder, Allah’ın sevdiği kullarının boynuna attığı kementtir. İnsan, hep başkalarıyla meşgul olup gaflete düşer. Allahü teâlâ, mümin kullarına dert ve bela vererek, bu gafletten uyandırır, onları başkalarına bırakmaz, sadece kendisiyle meşgul eder. Onlar da başka şeyle meşgul olmayıp dua eder, inler. Bu, Rabbimizin hoşuna gider.
Cenab-ı Hak, meleklere buyurur ki:
-Şu kötü kullarımı sevmiyorum. Onlar benim ismimi ağızlarına hiç almasınlar.
-Yâ Rabbi, peki biz bunlara ne yapalım ki, seni anmasınlar?
-Onlara çok para, çok sıhhat, çok neşe verin! Dünyaya dalıp, beni unutsunlar. Şu iyi kullarımı ise, çok seviyorum. Onlar beni hep ansınlar, hiç unutmasınlar.
-Yâ Rabbi, bunlara ne yapalım?
-Onlara dert, üzüntü, sıkıntı, hastalık verin! Böylece, her derde düştükçe dua ederler. Bu hâlleri hoşuma gider. Onları sever, günahlarını affederim. Onlar benim has kullarımdır.
***
Din Büyüklerimiz, (Bize çavuş değil, er lazım) buyurmuşlardır. Er, emir vermez, peki der. Er olmak, kul olmak, en şerefli meziyet, en şerefli rütbedir. (Ben Allah’ın kuluyum) hadis-i şerifi, kulluğun, er olmanın önemini göstermektedir. Er olmayı kabul etmeyen, kaybeder; çünkü sular daima denize doğru akar, tepeye doğru akmaz. Bu nefsin azgınlığını durdurmak zor iştir. Bunu durduracak en iyi ilaç, peki demektir; çünkü nefis, hayır der, yaratılışı öyledir; ama peki derse, dünya ve ahiret saadetlerine kavuşur. Eshab-ı kiram, devenin üstündeyken kırbaçları yere düşse deveden inerler, kırbacı kendileri alır, tekrar binerlerdi. Deveye inip binmek zahmetli bir iştir. Buna rağmen, emir vermemek için böyle yaparlardı.
Hazreti Mevlâna buyurdu ki:
"Kendini unuttun mu seni anarlar. Kul oldun mu azat ederler!"
.Babadan evlatlarına miraskalan üç sakal-ı şerif...
2022-11-04 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-04 01:58:50
Peygamber efendimize salevat-ı şerife getirmenin fazileti çoktur. Resul-i ekrem efendimizin ismini söyleyince, işitince, yazarken ve okurken ona salevat getirmek hürmete ve sevap kazanmaya sebep olmaktadır.
Salevat, salat kelimesinin çoğuludur. Salat, dua demektir.
Peygamber efendimiz için yapılan dualara salevat getirmek denir...
Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini işitenin ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır. (Redd-ül-muhtar)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizi]
(Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir’a]
Salevat kısaca, "Allahümme salli ala Muhammed ve ala âli Muhammed" demektir. Peygamber efendimizin ismi anılınca, "aleyhisselam" veya "aleyhissalatü vesselam" yahut "sallallahü aleyhi ve sellem" demekle de Peygamber efendimize dua edilmiş, salevat getirilmiş olur.
***
Çok zengin bir adam vefat etmiş. İki de oğlu varmış. Mirası paylaşıyorlar, paylaşıyorlar, paylaşıyorlar ucu bucağı yok... Taksimatı tamamlıyorlar, fakat dolaptan güzel bir kutu çıkıyor ve içinde de 3 tane sakal-ı şerif var. Büyük kardeş diyor ki: Biri benim... Tabiî diyor, biri de benim diyor öteki. Ya üçüncü, onu nasıl pay edeceğiz? Büyük kardeş diyor ki:
-Bunu ortadan keselim, yarısı senin, yarısı benim olsun. Küçük olan;
-Vallahi olmaz! Cenab-ı Peygamberin sakal-ı şerifi kesilir mi hiç?
-Peki, kolayı var? Sen bütün malını mülkünü bana ver, üçü de senin olsun, diyor büyük kardeş. Küçük olan;
-Vallahi razıyım. Bütün mal mülk senin olsun. Kabul diyor…
Ağabeyi malları alarak seviniyor, küçük de sakal-ı şerifleri alınca havalara uçuyor sevincinden...
Küçük kardeş hep o kutuyu karşısına koyuyor, baktıkça devamlı salevat-ı şerife getiriyor...
Günler böyle geçerken büyük kardeşin işleri hiç iyi gitmiyor. Oradan iflas, buradan iflas, ceza derken malı gittikçe azalıyor... Sürekli salevat getiren küçük kardeşin ise malı devamlı artıyor. En sonunda öteki iflas ediyor ve bitmiş bir vaziyette ölüyor... E, dünya fâni... Bir müddet sonra o küçük kardeş de vefat ediyor...
Bir mübarek zat Cenab-ı Peygamberi “aleyhissalâtü vesselâm” rüyasında görüyor. Filan yerde bir kabir var, isteği olan, dileği olan, sıkıntısı olan gitsin, o kabri ziyaret etsin ve oradan istesin. Çünkü o beni tercih etti. Öteki ise dünyayı...
Büyükler ne buyuruyor: Kimi tercih edersen onunla berabersin... Âhirette kiminle beraber olmak istiyorsan, dünyada onunla beraber ol!..
.Peygamber efendimizin eşyaları ile bereketlenmek
2022-11-05 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-05 01:51:46
Ne günlere kaldık ya Rabbî! Peygamber efendimizin sakal-ı şerifi, hırkası veya başka bir eşyası ile bereketlenmeye "putçuluk" diyenler çıkıyor bu toplumda...
Çok kıymetli bir itikad kitabı olan Nur-ül-İslam’da bu hususta şöyle buyuruluyor:
"Peygamber efendimizin eşyaları ile bereketlenmek, Onun mübarek gözleri önünde yapılmış, sabit bir iştir. Resulullah da, bu işi beğenip kabul buyurdu. Onun vefatından sonra da bu iş devam etti. Çünkü Allahü teâlâ, Onun kendi eşyalarına, dokunduğu şeylere ve mübarek tenine dokunan şeylere birçok meziyetler vermiştir ki, bunlarla bereketlenilir ve faydalanılır... Hazret-i Ebu Bekir’in kızı Hazret-i Esma, Peygamber efendimiz hayatta iken giydiği bir cübbeyi çıkarıp, "Şifa bulmaları için, biz bunu yıkayıp hastalara veriyoruz" derdi...
***
Kadi İyad, Şifa kitabında diyor ki: "Resulullahın faziletlerinden ve kerametlerinden ve bereketlerinden biri de şudur ki, Halid bin Velid, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerif taşırdı. Bunu taşıdığı her muharebede zafer kazanırdı. Halid, mübarek bir kılı sebebi ile muradına kavuşuyor da, Resulullahın mübarek zat-ı şerifini vesile ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar kavuşmaz olur mu?"
Urve-tebni Mesud-issekâfinin Buhari'de ve başka kitaplarda bildirilen sözleri meşhurdur. Urve diyor ki:
"Hudeybiye Sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resulullahın yanına gelmiştim. İşim bittikten sonra Mekke’ye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki: Biliyorsunuz, Acem Şahı olan Kisralara ve Bizans Kralı olan Kayserlere ve Habeş Hükümdarı olan Necaşilere çok gittim, geldim. Bunlara yapılan hürmetin, Muhammed'in (aleyhisselam) Eshabının, Muhammed'e yaptıkları hürmet kadar çok olduğunu görmedim. Peygamberlerinin abdest almış olduğu suyu kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Tıraş olunca, bir kılı yere düşmeden önce Eshabı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı..."
Eshab-ı kiramın, Resulullahın zatından ayrılan en ufak zerrelere bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmaktadır. Bu saygı ve edepler mübarek vücuduna değmiş olan abdest sularının, onlara dua etmeleri veya şefaat etmeleri, yahut rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi? Bunlar, maddedir. Fakat, en şerefli bir zattan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır.
***
Humeydi’nin, Buhari’den ve Müslim’in sahihinden topladığı kitabında, Sehl bin Sa’d diyor ki: "Resulullah mübarek gömleğini bana hediye etmiş idi. Annem, benden almak istedi. Bunu kefen yapmak için, saklayacağım dedim. Resulullah efendimizin mübarek gömleği ile bereketlenmek istedim."
.Gök tunç olsa, yer demir kesilse de!..
2022-11-11 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-11 02:04:35
İsmâil adındaki salih bir zatın üç kızı vardı. O günlerde bir çocuk daha bekliyorlardı. Nihayet beklenen gün geldi ve hanımı nur topu gibi bir kız çocuğu daha dünyaya getirdi. Adını Râbia yani "Dördüncü" koydular... İsmâil Efendi çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma hanımı çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine;
-Karşıdaki komşuya gidip, bir miktar kandil yağı isteyebilir misin? dedi.
İsmâil Efendi, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeye söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip, hanımına "Kapı açılmadı" dedi. Kadıncağız daha da mahzunlaştı. Gözlerinden sicim gibi yaşlar süzüldü. İsmâil Efendi de çok üzüldü... Bir ara başını dizine dayadı ve öylece uyuyakaldı... Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resulullah efendimiz, kendisine buyurdu ki:
-Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda; "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, cuma geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu cuma gecesi unuttun. Bunun kefareti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver" diye yaz ve sonra o yazıyı Basra Vâlisi Îsâ Zâdân'a ver!
İsmâil Efendi uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin sevinciyle ağlıyordu. Hemen kalktı, buyurulduğu gibi yaptı. Doğruca Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia'nın babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka olarak verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tembîh etti. Aile böylece bolluğa kavuştu ve kızlarına rahatça bakıp onu güzel edeb ve terbiye ile yetiştirdiler... İşte bu çocuk büyüdü ve bütün dünyanın tanıdığı hanım evliyanın büyüklerinden "Râbia-i Adviyye" oldu.
***
Rabia-i Adviyye hazretleri, çok çile çekti ancak tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyadaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemin ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi...
Kendisine "Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde buyurdu ki:
"Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın yani Allahü teâlânın dostluğunu istemekle..."
Allahü teala şefaatine nail eylesin...
.Süleyman aleyhisselama hediye götüren karınca!..
2022-11-12 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-12 02:04:18
Malum olduğu üzere, Süleyman aleyhisselam, hem Padişah hem de Peygamberdi.
Padişah olduğu zaman devlet reisleri kendisine hediyeler getirmeye başladı.
Bir karınca da, çekirge bacağını ağzına almış, saraya doğru gidiyormuş. Kendisine "Nereye gidiyorsun?" diye soranlara şöyle cevap vermiş:
-Süleyman aleyhisselama hediye götürüyorum.
-Yahu ona, devlet adamları gidiyorlar, çok büyük hediyeler götürüyorlar, bu çekirgenin bacağı da ne oluyor ki?
-Öyle demeyin, hazreti Süleyman'a kim hediye getirdi, diye listeye yazacaklar. Ben adımı yazdıracağım. Bacağı yazdırmayacağım!
Evet, karıncadan ibretli bir cevap... Herkes tarafını belli edecek. Başka çare yok; çünkü ahirette iki yer var: Biri Cennet, biri de Cehennem. Üçüncü bir yer yok. Orada soracaklar:
-Sen hangi taraftasın?
***
İbrahim aleyhisselam ateşe atılacağı zaman, yine bir karınca, ağzıyla su taşıyor. Mübarek bir zat diyor ki:
-Sen yaklaşamazsın bile bu ateşin yanına, bu suyla bu ateş söner mi?
-Sönmez elbette, sönmeyeceğini ben de biliyorum.
-Peki, niye taşıyorsun?
-Tarafımı belli ediyorum. Ben ateşi söndürenler tarafındayım...
Diğer tarafta ise yılan devamlı üflüyor. Yılana diyor ki:
-Sen ne yapıyorsun böyle?
-Ben de ateşi körüklüyorum.
-Neden yapıyorsun?
-Tarafımı belli ediyorum, ben zulmedenler, sokanlar tarafındayım...
Allahü teala nasıl ki hayvanları iki grupta yaratmışsa, insanları da iki grupta yaratmış: Biri ateşi körükleyenler, diğeri ateşi söndürenler... Cenab-ı Hak bizi ateşi söndürenlerden eylesin!
Din büyükleri buyuruyor ki: "Herkes bir yola giriyor. Ne mutlu bize ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği yola girdik. Bu yol bizi Cennete götürür. Bu çıkar yoldur, sonu güzeldir! O kadar çok güzeldir ki, Şah-ı Nakşibend hazretleri, (Biz o yolun sonunu, en başa koyduk) buyuruyor. En başa koyduk demek, sizi uyandırdık demektir. Herkes bu işin sonunda uyanırken, onlar işin başında bizi uyandırdılar. Yani, doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü öğrettiler. Dünyada en zor iş budur, hangisi doğru, hangisi yanlış bilmektir. Bunu bilmek mümkün değildir; ancak biri söylerse, biri öğretirse insan bilebilir. Bize, elhamdülillah bunu öğrettiler..."
.Dine hizmetler durursa, felaketler peş peşe gelir!
2022-11-18 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-18 01:58:17
İlim öğrenmenin ve öğretmenin fazileti çok büyüktür. Mesela bin kadar Ehl-i sünnet âliminin eserlerinden hazırlanmış "Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye" kitabını okuyup öğrenen kimse âlim olur. İçinde bildirilenleri ihlâsla tatbik ederse, Allahü teâlânın rızasına da kavuşur. Kitabı başkasına vermek de, ilmi yaymak, ilmi öğretmek olur...
Emr-i maruf, farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir. Yani, herkese farz değil, gücü yetene farzdır. Maruf, dinimizin emrettiği, münker ise, dinimizin yasakladığı işlerdir. Emr-i maruf yapılmazsa, ilim yok olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Fitne [bid’at, sapıklık, küfür] yayıldığı zaman, hakikati, doğruyu bilen bir kimse, [imkânı nispetinde, söz ile, yazı ile, gazete, dergi, radyo, tv ile] başkalarına [mümkün olan her yere ve herkese] bildirsin, [imkânı var iken, bir engel de yok iken bildirmezse], Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun!) [Deylemi]
Kitap dağıtarak dini yaymak günümüzün cihadıdır ve bildirilen faziletlere kavuşturur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada [savaşa] verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker sevabı yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi]
Görüldüğü gibi, ibadetlerin sevabı Allah yolunda savaşmanın sevabına göre çok azdır. Bu cihad sevabı da emr-i marufun yanında denizde damla kalıyor. Emr-i maruf yaparak çok sevab kazanmak isteyen, nakli esas alan muteber din kitaplarını yaymaya çalışmalıdır...
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
"Efendim bu dine hizmetler durursa felaketler peş peşe gelir... Bir gün müşrikler Peygamber efendimize (aleyhisselam) geldiler. Dediler ki:
-Sen peygamber olduğunu söylüyorsun. Beddua et gökten taş yağsın, ateş yağsın görelim senin peygamber olduğunu!
Resûlullah Efendimiz onlara buyurdular ki:
-Ben aranızdayken böyle bir şey olmaz, umumi felaket gelmez.
Vârislerinin bulunduğu yere de gelmez kardeşim. Yeter ki onların sevgisi devam etsin, onların hizmeti devam etsin... Dine hizmetin esâsı, 'Sünnet'i ihyâ etmek ve 'Bidat'i yok etmektir. Bu da çok zor, gayret ister. Zor olduğu için de çok kıymetli efendim, Emr-i mâruf çünkü... Bir zengin bütün servetini muhtaçlara dağıtsa, kazandığı sevap, bir 'Sünnet'i ihyâ etmenin sevâbına yetişemez, hattâ onun yanında damla gibi kalır. Kaldı ki Hakikat Kitabevi'nin yayınladığı Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yalnız sünnet yok efendim, 'Vâcibler' var, 'Farzlar' var, alınacak sevâbı bir düşünün..."
.Bir yalanın peşinden koşuyorsunuz!.."
2022-11-19 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-11-19 02:24:56
Ölümden önce olan her şeye dünya denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyadan sayılmaz, ahiretten sayılır. Çünkü dünya, ahiret için tarladır. Ahirete yaramayan dünyalıklar, zararlıdır. Kur'ân-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Dünya hayatı, ancak oyun ve boş şeyle meşgul olmaktır. Ahiret ve nimetleri daimî olduğundan daha hayırlıdır. Bunların farkını anlamaz mısınız?) [Enam 32]
Cenâb-ı Hak Errahmân sûresinde meâlen; “Her şey fânidir, ancak Allahü teâlâ bâkîdir” buyuruyor...
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
“Küllü şey’in fân”... Her şey geçicidir. Her şey hayâldir. Hayât hayâldir. Bu dünyâ fâni, bugün varız, yarın yokuz... İnsanın ömrü rüyâ gibi geçiyor. Hayâtımızın geçen kısmı hayâl oldu, gelecek kısmı da hayâl olacak... İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar; hakîkî hayât, gerçek uyanıklık, ölüm ile başlayacakdır...
Dünya hiçtir, ona kıymet verip peşinden koşan da hiçtir. Dünyanın, Allah indinde hiç kıymeti yoktur. Hadis-i şerifte, (Bu dünyanın, Allah indinde sivrisineğin kanadı kadar bir kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi) buyuruluyor.
Allahü teala bu dünyaya değer vermiyor. Burayı Cennete gitmemiz için yarattı... Burada çeşit çeşit nimetler görüyoruz. Sakın bunlar için yaşamayalım. Çünkü bunların aslı cennettedir. Aslı olmazsa aynada görüntüsü olur mu? Kavuştuğumuz nimetlerin hepsinin aslı olmasaydı görüntü itibarıyla bu dünyada eşi olmazdı...
***
Bir mübarek zat varmış. Bir gün sohbetini yapmış bitirmiş, en son demiş ki talebelerine;
-Şimdi size bir yalan söyleyeceğim!
Talebeler böyle bir şey duymadıkları için şaşkınlıkla sormuşlar;
- Efendim affedersiniz, kusura bakmayın anlayamadık!
- Anlamayacak ne var, şimdi size bir yalan söyleyeceğim dedim ya!.. Eğer yalanım sonradan meydana çıksaydı günaha girerdim. Ama ben yalanı peşinen söylüyorum.
Talebeler dikkatle dinliyorlar. Hocaları buyuruyor ki:
-Şu anda kapıdan içeri meşhur zatlardan birisi girmek üzere!
Talebelerin hepsi birden pencereye koşuyor. Bakıyorlar gelen giden yok.
-Efendim, hani hiç kimse gelmiyor, diyorlar.
-İyi de ben size peşinen yalan söyleyeceğim dedim, siz yine de pencereye koştunuz... Dilimizde tüy bitti. Bütün kitaplar yazıyor. "Bu dünya yalandır" diye. Siz hâlâ peşinde koşuyorsunuz. Yani bir yalanın peşinden koşuyorsunuz... İşte insanın nefsi bu. İşte şeytanın aldatması bu. Adamı rüya peşinde, hayal peşinde koşturur!..
.Silsile-i aliyye ne demektir?
2022-12-02 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-02 02:27:28
"Silsile" kelimesi, "Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra, halka" anlamına gelir. Mürşid-i kâmil yani âlim ve evliya olan zatlar, yetiştirdikleri ve artık başkalarını yetiştirebilecek hâle gelen talebelerine, halifelik ve icazet verirler. Sonra onlar da talebe yetiştirip, onlar da yetişen talebelerine böyle icazet verirler. Böylece, "âlimler silsilesi" meydana gelir. Bu halka, Peygamber efendimize kadar ulaşır...
Behaeddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani, Mevlâna Halid-i Bağdadi gibi zatların da içinde bulunduğu silsileye, (Silsile-i aliyye) yani "yüksek silsile" denmiştir. (Silsilet-üz-zeheb) yani "altın silsile" de denir.
Hocasız, icazetsiz, İslam âlimi olmaz. Mutlaka Resulullaha dayanan bir silsilesi olur. Mesela, İmam-ı Rabbani ve Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi her Ehl-i sünnet âliminin, Peygamber efendimize kadar bütün hocaları bellidir. Ancak böyle bir zata bağlanılır ve Onun kitapları okunur. Yazdıkları doğru bile olsa, rastgele kimselerin kitapları okunmaz. Böyle bir zat bulamayan, yine böyle yetkili olan, yani silsilesi belli ve icazet sahibi olan bir âlimin yazdığı kitapları okuyarak, onu kendine rehber kabul etmelidir.
İmam-ı Rabbani hazretleri daha dört asır önce buyuruyor ki:
"Bu yüksek yolun yolcuları garip oldular, azaldılar. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid’atler karıştığı ve bu yolu bozdukları için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyükler, tanınmaz oldu. Bu bilgisizlikten dolayı, çoğu da, kısa görüşlü oldukları için, bu yüksek yola bid’atler karıştırdılar. Milletin kalblerini bu bid’atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, İslam dinini olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar, bu yüksek yolu yıkmaya, uğraşıyorlar." (2/62)
İmam-ı Rabbani hazretleri diğer bir mektubunda da buyuruyor ki:
"Bu yol, tam Eshab-ı kiramın yoludur, çünkü o büyükler, Resulullah efendimizin sohbetinde, daha birinci günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük evliya, en sonda, ancak bundan bir parçaya kavuşabilmiştir. İşte bunun içindir ki, Hazret-i Vahşi, Hazret-i Hamza’yı şehit etmişken, Müslüman olunca bir kere Resulullahın sohbetiyle şereflendiği için, Tabiin’in en üstünü olan Veysel Karani’den daha üstün oldu. Resulullahın sohbetinin başlangıcında Hazret-i Vahşi’ye nasip olanlara, Veysel Karani, o kadar yüksek olduğu hâlde en sonda bile kavuşamadı. Demek ki, zamanların, asırların en iyisi, Eshab-ı kiramın asrıdır. İşte büyüklerimizin yolu da, altın silsiledir. Bu yolun başka yollardan üstünlüğü, Eshab-ı kiram zamanının sonraki zamanlardan üstünlüğü gibidir. Bu yolun büyükleri öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ bunlara fazilet ve merhametiyle, daha başlangıçta, en sonun tadını tattırdı. Bunların derecelerini başkaları anlayamaz. Bunların vardığı makamlar, başkalarının vardıkları makamların çok üstündedir." (1/66)
Silsile-i aliyye büyüklerinin isimlerini okumak çok faydalıdır. Özellikle şu üç faydası vardır: 1- Feyiz gelmesine sebep olur. 2- Sıkıntı ve üzüntüyü giderir, ferahlandırır. 3- İhtiyaçların ve isteklerin hâsıl olmasına sebep olur.
.Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü...
2022-12-03 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-03 02:24:22
Ebu Bekr-i Sıddık "radıyallahü anh" hazretleri Peygamberlerden sonra, insanların en üstünüdür. "Aşere-i mübeşşere"nin yani cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayınpederi, Hazret-i Âişe'nin babasıdır. Hazret-i Ebu Bekir'in Resulullah efendimize fevkalade sadâkât ve sevgisi vardı...
Peygamber efendimizin vefat ettiği gün halife seçildi. Hilafeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (m. 634) yılında Cemaziyel-ahir ayının yedisinde pazartesi günü hastalandı, 15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefat etti. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i seadete defnedildi...
Hazret-i Ebu Bekir, hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı. Resulullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhafızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir...
Peygamber efendimizin; son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz, Hazret-i Ebu Bekir'e uyarak arkasında namaz kılmışlardır.
Hicri 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefatı üzerine Eshab-ı kiramın söz birliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselamdan sonra Müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve Müslümanların reisi, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık olmuştur.
O, her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslami ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resulullah efendimiz Onun hakkında "Göğsümdeki marifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebu Bekir’in göğsüne akıttım" buyurmuştur. Böylece O, Muhammed aleyhisselamdan sonra insanların en üstünü oldu.
Bir gün Resûlullah efendimiz, Eshâbı ile mescidde otururken, Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem'e, "Hazreti Ebû Bekr'in bir saat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar" dedi.
Resûl-i Ekrem, bir şey söylemeyip, Hazreti Bilâl'e, Ebû Bekr'i çağırmasını emir buyurdu. Hazreti Ebû Bekr'e haber gidince, hemen yola çıktı. Resûlullah onu karşılayıp, yanına oturttu. "Biraz önce evde ne yapıyordun?" diye sordu. Şöyle cevap verdi:
"Biraz önce şöyle tefekkür eyledim yâ Resulallah: Hak teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Cenâb-ı Hak, vücudumu o kadar büyütsün, o kadar büyütsün ki Cehennem benden başkasını almasın. Böylece hem Allahü teâlânın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar!.."
Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi, Ebû Bekr'dir.)
."Selman bizdendir, Ehl-i beyttendir..."
2022-12-10 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-10 02:37:16
Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve meşhurlarından olan Selman-ı Farisi hazretleri "Silsile-i aliyye"nin ikinci halkasıdır...
Selman-ı Farisi hazretleri "radıyallahü anh" İsfehânlı idi. Mecûsî idi. İrân'da iken kiliseye girip Hıristiyan oldu. Oradan da Anadolu'ya kaçtı... Şam'a geldi. Oradayken bir papazdan âhir zamân Peygamberinin (sallallahü alayhi ve sellem) çıkacağını işitti. Oradan Medîne'ye gelerek, evvelce işitmiş olduğu alâmetleri gördü. Hemen îmân etti ve Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve meşhurlarından oldu. İnsanları Hakka davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin ikinci halkasıdır...
Selman-ı Farisi hazretleri, bütün gazalara katıldı. Medine'de müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu. Resulullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, "Hendek Savaşı" denildi.
Selman-ı Farisi hazretleri Eshab-ı Suffe denilen ve Peygamber efendimizin bizatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazifeli kıldıkları kimselerdendi. Bazı geceler Resulullahın huzurunda bulunarak baş başa saatlerce sohbetinde kalırdı...
Resulullaha sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshab-ı kiramın seçkinleri arasına Resulullah tarafından dâhil edildi. Muhacirlerle Ensar arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensardan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamber efendimiz, "Selman bizdendir, Ehl-i beyttendir" buyurdu...
Hazret-i Ebu Bekir devrinde Medine'den ve Hazret-i Ebu Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazret-i Selman, Hazret-i Ömer zamanında İran'ın fethine katılmıştır. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selman fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslam askerlerine gösterdi... İran'ın Medayin şehri alınınca onu Hazret-i Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslamiyet orada süratle yayıldı...
Çok sade bir hayat yaşayan Selman-ı Farisi hazretleri, Hazret-i Osman devrinde hastalandı. Bu hastalığı neticesinde ikiyüzelli yaşında Medâyin'de vefât etti.
Hanımı son anlarını şöyle anlattı:
Vefatına yakın bana "Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir" dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, "Esselamü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resulullahın arkadaşı" diyen bir ses duydum, içeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi...
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin. Âmin...
.Her fırsatta, herkesle helalleşmek iyidir...
2022-12-16 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-16 01:46:07
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardı. Çocuk iyiydi hoştu da bir ara sakalara takmıştı kafayı!..
Dinimizde şüphelilerden sakınmaya "vera", haramlardan sakınmaya ise "takva" denir. Şüpheli olmak korkusu ile mubahların çoğunu terk etmeye de "zühd" denir. Hadîka'da “Zamanımızda vera ve takva sahibi olmak güçleşti. Şimdi, kalbini, dilini ve bütün uzuvlarını haramlardan koruyan takva sahibi olur" buyuruluyor. Onun için herkes her fırsatta, herkesle helalleşmelidir... Şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşebilir.
***
Fatih Sultan Mehmed Han devri âlim ve velilerinden Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardı. Çocuk iyiydi hoştu da bir ara sakalara takmıştı. Mahalle sucularının yolunu bekler, çuvaldız ile kırbalarını (su tulumu) delerdi. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna giderdi. Sakalar arasında biri vardı ki hiç şaka götürmezdi. Ancak, bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yerdi şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanırdı ki, koca kırba gitti demekti yarı yarıya...
Saka bir sabretti, iki sabretti, baktı ki olmuyor, tuttu eteğini, çıktı Ebûl Vefa hazretlerinin huzuruna.
-Affınıza sığınıyorum efendim, vaziyet böyleyken böyle!..
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırdı! Kırbaların parasını fazlasıyla ödedi. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diledi. Adamcağız bir hoş oldu. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu bir veliyi üzmeseydim” dedi. Pişman, mahçup dergâhı terk etti.
Ebûl Vefa hazretleri oğluna hiçbir şey demedi. Hanımına;
-Ey hatun. Durum böyleyken böyle... İyi düşün, biz ne yaptık da bu çocuk böyle oldu?
O gün ikisi de çok düşünürler... Uyku muyku girmez gözlerine... Hanımı sabaha karşı “Tamam bey!” der, “Galiba buldum!”
-Anlat hele hatun?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacaktı. Elindeki meyve sepetini bize bırakmıştı. Zerzevat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekmişti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemeye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi: "Limonu iğneyle delip, emeyim" dedim ve aynen öyle yaptım. Ama unuttum gitti. Evet, evet! Hata bende, limonunu delerek emdiğimi söylemeliydim kardeşime!...
-Kalk hanım, hemen kardeşine gidiyoruz.
-Bu saatte mi?
-Evet, evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrası malum; çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır ve hatta dost olur sakalarla...
.Kalplerin mütehassısı Kasım bin Muhammed
2022-12-17 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-17 01:26:21
Kasım bin Muhammed hazretleri, Selman-ı Farisi hazretlerinin sohbetlerinde yetişerek bir kalp, ruh mütehassısı olmuştu...
Kasım bin Muhammed hazretleri, Tabiinin büyüklerinden ve Medine'de yetişen ve kendilerine "Fukaha-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden biridir. "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velilerin üçüncüsüdür.
Babası Muhammed, Hazret-i Ebu Bekir'in oğludur. İmam-ı Zeynelabidin ile de teyze çocuklarıdır. Babası şehit edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası Hazret-i Âişe validemizin yanında büyüdü. Başta halası Hazret-i Âişe, Ebu Hüreyre, ibni Abbas ve ibni Ömer gibi meşhur sahabilerden hadis-i şerif rivayetinde bulundu. Tasavvuf ilminde mütehassıstı... Resulullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek marifetlerinin hepsini, bu zatın dedesi olan Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'ın kalbine akıttı. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık da Resulullahtan aldığı bu feyizleri, Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi'nin kalbine akıttı. Ruhu yükselten ve onu besleyen bu marifetlere, Kasım bin Muhammed de, Selman-ı Farisi'nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir kalp, ruh mütehassısı olmuştu.
Kasım bin Muhammed hazretleri, çok hadis-i şerif nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülaziz; "Eğer birini yerime halife seçmem gerekseydi, Kasım'ı seçerdim" buyurmuştur.
Dinî meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebi'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resulullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetva verirdi. Mezhep imamlarımızdan Malik bin Enes hazretleri de onun hakkında "Kasım, bu ümmetin, fakihlerindendi" buyurmuştu.
Kasım bin Muhammed hazretleri kendisi şöyle anlatır:
-Bir gün halam Hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona; "Anacığım (Halacığım), beni Peygamber efendimizin kabri şerifine götür!" dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek olmadıkları gibi, pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca çakıl taşları dökülmüştü. Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerideydi. Hazret-i Sıddık'ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübarek sırtı hizasında, Hazret-i Ömer'in başı da Resulullah efendimizin ayağı hizasındaydı."
Bu mübarek zat, Mekke ile Medine arasında Kudeyd denilen yerde 725 senesinde vefat etti. Vefatından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna: "Benim üzerimde bulunan şu elbiselerim kefenim olsun" dedi. O esnada üzerinde gömlek, peştamal ve cübbe vardı. Oğlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sordu. Oğluna buyurdu ki: "Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var."
.Sadaka, her hastalığı ve belayı defeder!..
2022-12-23 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-23 01:38:43
Bir gün Hazreti Cebrâîl gelmiş ve “Yâ Resûlallah, Levh-i mahfûzda gördüm, filânca genç bu gece vefât edecek” diye bildirmiş...
Allah rızası için yapılan, maddi ve manevi her iyiliğe, "sadaka" denir. Şeytan verdirmek istemese de sadaka vermelidir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Şeytan, fakirleşirsiniz diye korkutup, size cimriliği, çirkin şeyleri emreder, sadaka verdirmek istemez. Allah ise kendi lütfundan size mağfiret ve bol nimet vadediyor. Allah'ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.) [Bekara 268]
Sadakanın faydaları hakkında, hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hastalarınızı sadakayla tedavi edin. Sadaka, her hastalığı ve belayı defeder.) [Beyheki]
(İyilik ömrü artırır, sadaka günahları giderir ve kötü ölümden korur.) [Taberani]
(Sadaka verenin rızkı artar ve duası kabul olur!) [İbni Mace]
(Sadaka şeytanın belini kırar.) [Deylemi]
***
Bir gün Peygamber efendimize “aleyhissalâtü vesselâm” Hazreti Cebrâîl gelmiş, arz etmiş ki:
“Yâ Resûlallah, Levh-i mahfûzda gördüm, filânca genç bu gece vefât edecek.”
Peygamber Efendimiz, o genç için hüzünlenmiş ve çağırmış “Evlâdım bir arzun var mı?” buyurmuş. O da şöyle arz etmiş:
“Yâ Resûlallah, filanca kızı çok seviyorum, bana vermiyorlar, onunla evlendirirseniz çok sevinirim, bir de tatlı isterim...”
Bilmiyor tabii öleceğini! Hemen gitmişler kızcağızı istemişler, istediği tatlıyı da hazırlamışlar...
O gece Peygamberimiz o genci evlendirmiş, sabahı zor etmiş bekliyor, çünkü sabaha ölüm haberi gelecek!..
Sevgili Peygamberimiz sabahleyin birilerini gönderiyor, "bu gençten bir haber var mı?" diye. Geliyorlar, "keyifleri gayet yerinde, hiçbir sıkıntıları yok" diye bilgi arz ediyorlar... Derken Cebrâîl aleyhisselâm gelip hadiseyi haber veriyor:
“Yâ Resûlallah! Akşam bu genç ailesi ile oturmuş, tatlıyı yemeye hazırlanırken kapıya bir fakir gelmiş ve ‘Kaç gündür ben açım, bir lokma ekmeğe muhtacım, Allah rızası için bana bir şey verir misiniz?’ demiş. Meğer o genç de çok cömertmiş. Hanımına demiş ki: 'Ne dersin, ben bu tatlının hepsini vermek istiyorum.' Hanımı da, 'Verebilirsin' deyince tatlının hepsini vermiş. O fakir de, 'Allahü teala razı olsun, ömrünü uzun etsin' diye dualar etmiş... Gencin bu hareketi ve fakirin o duası Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmiş ve bu gencin ömrünü uzatmış. (Sadaka ve duâ, belâyı defeder) mübârek sözü tahakkuk etmiş...”
Cebrâîl aleyhisselâm hâdiseyi böyle anlatıyor ve “Yâ Resûlallah, yastığı kaldırıp baksınlar” diye de arz ediyor.
Gencin yastığını bir kaldırıyorlar ki, iri bir yılan kıvrılarak orada ölmüş!.. Otuz sene mutlu bir hayat yaşamışlar...
.Zamanının bir tanesi Cafer-i Sadık
2022-12-24 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-24 01:34:19
Cafer-i Sadık hazretleri, ilim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi.
Cafer-i Sadık hazretleri, Ehl-i beytten olup, "Oniki İmam"ın altıncısı, "Silsile-i aliyye"nin dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bâkır, dedesinin dedesi Hazret-i Ali’dir... İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan Cabir de, Cafer-i Sadık hazretlerinin talebesidir.
İmam-ı Cafer'in en meşhur talebesi olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife, Cafer-i Sadık'ın sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı a'zam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; "O iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu" buyurdu.
Hakiki İslam âlimleri, dinimizi, hiç değiştirmeden bugüne kadar ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin", ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, "Fukaha", kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme "Tasavvuf" ve bu ilmin âlimlerine de "Mutasavvifin" denildi. İşte İmam-ı Cafer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı.
Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: "Hemen git, İmam-ı Cafer'i buraya getir, öldürmek istiyorum." Vezir, hükümdarı bundan vazgeçirmek için çok çalıştı ise de ikna edemedi. Mecburen çağırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. "İmam-ı Cafer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkarınca hemen başını vurun!" dedi...
Bir müddet sonra, İmam-ı Cafer-i Sadık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhâl ayağa kalktı. Büyük bir tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu, edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellatlar şaşırıp kaldı. Hükümdar, Hazret-i İmama, "Efendim, benden isteğiniz olursa emredin, hemen yapayım" dedi. Hükümdara "O hâlde lütfen beni bir daha çağırıp da ibadetten alıkoyma" buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: "Bu ne hâl?" Hükümdar; "O içeri girince, yanında bir aslan gördüm. Sanki bana "Onu incitirsen seni parçalarım" diyordu. Ne yapacağımı şaşırdım" dedi.
Cafer-i Sadık hazretleri buyurdu ki:
"Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur."
.'Bize yanlış bilgi veren papazlara çok kızıyordum"
2022-12-30 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-30 01:47:38
Müslüman olan milletlerin tarihine bakıldığında, çoğunun kendiliğinden Müslüman oldukları görülür. Meselâ, Hazret-i Ömer, Kudüs'ü alınca, Hıristiyanlar cizye vermeyi kabul ederek, Kudüs'ün anahtarlarını hazret-i Ömer 'e teslîm ettiler. Böylece kendi devletleri olan Bizans'ın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyet ve cefâlarından ve zulümlerinden kurtuldular.
İstanbul alınmadan önce, Hıristiyan halkın, “Başımızda kardinal serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” demeleri meşhurdur. Yine Balkanlarda birçok millet kendiliğinden Müslüman olmuştur.
Çok kısa bir zamanda, düşman zannettikleri Müslümanlardaki, adâlet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin, iyilik ve merhameti emreden, insanları dünya ve âhiret saâdetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve korkutma olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslâmiyeti kabul ettiler.
Hakiki Müslümanlar, hakiki din rehberleri, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsamaha göstermişler, değil Hıristiyan ve Yahûdileri zorla Müslüman yapmak ve onların ibâdethânelerini tahrip etmek, aksine, onlara yardım, hattâ kiliselerini tamir etmişlerdir...
Allahü teâlâ, insanlara dâimâ merhamet, şefkat ve af ile muâmele etmeyi emretmektedir. Peygamberimizin dâima sulhu tavsiye ettiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzattığını, bütün tarihçiler yazmaktadır. Bu durumu sadece İslâm tarihçileri değil, objektif olarak olaylara yaklaşan gayrimüslim araştırmacılar da ifade etmektedir.
Hıristiyan din adamlarının, bütün bu hakikatlere gözlerini yumarak, İslâm dînini bir vahşet dîni olarak göstermesi ve genç Hıristiyanları böyle terbiye etmesi yüzünden, ilk defa olarak, Müslüman memleketlerine gelen zavallı Hıristiyanların önce ne kadar korktuklarını, sonra gerçeği öğrenip, ne kadar hayret ettiklerini, yazdıklarını hatıralarından öğreniyoruz. Mesela, İstanbul'da uzun süre yaşamış olan Bayan Müller, yayınlamış olduğu "İstanbul'dan Mektuplar" isimli eserinde özetle şunları yazmaktadır:
"Okulda, bize Müslümanların vahşi, hele Türklerin büsbütün gaddâr olduğu öğretilmişti. Onun için, Hâriciye Bakanlığında memur olan oğlumun İstanbul'a tayin edildiği haberini alınca, çok korktum... Oğlum İstanbul'a gidince, eşimle onu ziyarete gittik... Eşim Prof. Müller Türklerden korkmuyordu ve bu tarihî yerlerde bazı araştırmalar yapmak istiyordu... Gidince gördük ki, Türkler son derece nâzik ve son derece medenî insanlardı. Herkes, bize son derecede dost davrandı... Şimdi, bize yanlış bilgi veren papazlara ne kadar kızıyordum..."
."Arifler Sultanı" Bayezid-i Bistami
2022-12-31 02:00:00 | Son Güncelleme : 2022-12-31 03:44:06
Bayezid-i Bistami hazretleri, Silsile-i aliyyenin beşincisidir. "Arifler Sultanı" diye meşhurdur. İsmi Tayfur'dur. Üveysî idi. Kendisinden kırk yıl önce vefat eden imam-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etti. 113 âlimden ilim öğrenmiştir. Son derece âlim, fâdıl ve edip idi...
Çocukken bir gün cami avlusunda oynuyordu. Şakik-i Belhi hazretleri, "Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velisi olacak" buyurdu. Hadis âlimlerinden bir zat, onu görünce çok hoşuna gitti. "Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?" dedi.
Bayezid-i Bistami, "Evet Allah dilerse becerebiliyorum" cevabını verince; "Nasıl?" diye sordu. O da "Buyur yâ Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükuya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selam veriyorum" deyince, o zat hayran kalarak; "Ey zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Ona, "Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına engel olmam uygun olur mu?" dedi...
Bu mübarek zat küçük yaşta iken okumaya başladı. Dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün okuduğu bir âyet-i kerimenin (Lokman suresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi: "Öğrendiğim bir âyet-i kerimede, Allahü teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim veya beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibadet ile meşgul olayım" dedi. Annesi; "Sen beni bırak Allahü teâlâya ibadet et" dedi. Bundan sonra, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi...
Soğuk bir kış gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su yoktu. Çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde olduğu hâlde bekledi. Epey müddet sonra annesi uyanıp "Su, su!" diye mırıldanarak uyandı. Oğlunun bu hâlini gören annesi; "Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?" dedi. O da, "Uyandığın zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum" dedi. Annesi; "Ya Rabbi! Ben oğlumdan razıyım. Sen de razı ol!" diye dua etti. Belki de annesinin bu duası sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyalığın yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan etti...
.Zamanının kutbu Ebul Hasan-ı Harkânî
2023-01-07 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-07 02:26:41
Ebul Hasan-ı Harkânî hazretleri, Silsile-i aliyyenin altıncısıdır. İsmi Ali bin Câfer, künyesi "Ebü’l-Hasan"dır. "Harkânî" diye de meşhur olmuştur. İran’ın Horasan bölgesindeki Bistam’ın bir kasabası olan Harkan’da doğdu. 1034 (H.425) senesinde Harkan’da vefât etti.
Bu mübarek zat, büyük İslam âlimi Bayezid-i Bistami hazretlerinin ruhaniyetinden istifade ederek yükselmişti. Zamanının kutbu idi. Bistam’a hocasının kabrini her ziyârete gittiğinde “Yâ Rabbî! Hocam Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle” diye yalvarırdı... On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfuyla hocasının rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalp ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur...
Sultan Mahmud Gaznevi, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkan şehrine yakın gelmişti. Birkaç adamını, Harkan'a göndermiş ve o mübarek zatı yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri, bir özür beyan ederek gitmedi. Durum, Sultana bildirilince, "Haydi kalkın, demek ki o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim" dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı İyad'a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak, Kadı İyad'ın yanında Ebul Hasan hazretlerinin evine girdi. Sultan selam verince, Şeyh hazretleri selamını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Sultan; "Niçin ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Şeyh, "Mademki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım" dedi. Soruya o anda cevap vermedi.
Sultan Mahmud; "Hocan Bayezid-i Bistami nasıl bir zat idi?" diye sordu. Şeyh "O, öyle kâmil bir veli idi ki, onu görenler hidayete kavuşurdu" dedi. Sultan bu cevabı beğenmedi, "Ebu Cehil, Ebu Leheb gibiler, Fahr-i kâinat efendimizi çok defa gördüler. Fakat hidayete gelmediler?" dedi. Şeyh; "Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibiler, insanların en üstününü Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler. 'Ebu Talib'in yetimi' olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekr-i Sıddık gibi bakarak, Resulullah olarak görselerdi, eşkıyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemale gelirlerdi" buyurdu. Sultan bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı...
Sultan Mahmud giderken, Şeyh hazretleri ayağa kalktı. Sultan, "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun, niye?" diye sordu. Ebul Hasan hazretleri; "Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise derviş olarak gidiyorsun. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum" dedi... Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...
.İnsanın çektiği acılar suçun karşılığıdır!..
2023-01-13 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-13 01:49:50
Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler... O toprakları su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Taif arasında kırk yıl yatıp “salsal” oldu yani pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamın nuru alnına kondu. Sonra ruh verildi...
Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselama karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselama karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm” iddiasında bulundu. İblis (şeytan) gadab-ı ilahiye uğradı ve Cennet’ten kovuldu...
Âdem aleyhisselam kırk yaşındayken; Cennet’te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havva yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat Cennet’te bulunan bir ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin” buyurdu... Âdem aleyhisselam ve Havva validemiz, Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havva, sonra Âdem aleyhisselam yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar...
Âdem aleyhisselam Hindistan’da Seylan (Serendib) Adası'na, Havva validemiz ise, Cidde’ye indirildi... Birbirlerinden iki yüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselam ve hazret-i Havva bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duaları kabul oldu...
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
"İmamı Rabbani hazretleri Mektubat'ta bildiriyor: Müminin başına gelen her türlü bela ve sıkıntı mutlaka bir suçun karşılığıdır. Bu bir cezadır. Peki bu ceza fena bir şey midir? Hayır, çok iyidir. İster Peygamber olsun ister başkası bu böyledir...
İki türlü suç vardır. Birisi kasıtlı, diğeri yanılarak, unutarak olandır. Ne olursa olsun karşılığı cezadır. Mesela Âdem aleyhisselamı melun İblis yanılttı, o da yasak meyveden yedi. Bunun karşılığında cezasını çekmek üzere dünyaya indirildi. Ama Cenab-ı Hakk Kur'ân-ı kerimde (kasten yemedi aldatıldı) buyuruyor. Eğer bir suç işlenmişse bunun karşılığı mutlaka bir cezadır...
İnsanın çektiği acılar suçun karşılığıdır fakat günahların avffına sebeptir. Bu ceza ya dünyada veya ahirette mutlaka çekilecektir. Ahiretteki cezanın yanında dünyada çekilen ceza yok gibidir. Cenab-ı Hakk sevdiği kullarına bu cezayı dünyada çektiriyor, onu ahirete bırakmıyor. Bu ne büyük merhamettir."
.Devrinin bir tanesi Ebu Ali Farmedi
2023-01-14 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-14 01:56:06
Ebu Ali Farmedi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Adı Fadl bin Muhammeddir. 434 senesinde doğdu. Zâhiri din ilimlerini, Ebul-Kasım Kuşeyri hazretlerinden ve daha başka âlimlerden öğrendi. Ebül-Kâsım Gürgânî ile Ebül-Hasan Harkânînin halîfesidir. Rûh ilmlerinin mütehassısı idi. Nasihatleri pek tesirli idi. Büyük Selçuklu Devleti'nin ünlü veziri Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkanı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmam-ı Gazali ve Yusuf-i Hemedani hazretlerinin de hocası idi... 477 (m. 1085) senesinde Meşhed'de, yani Tus'ta vefât etti...
Bu mübarek zat kendisi şöyle anlatır:
Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri'nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen hâlleri kendisine anlatınca, "Evladım, ilim öğrenmekle meşgul ol" diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. "Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim...
Bir gün bana bir hâl oldu, kendimden geçtim. Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var diye düşündüm. Ebul-Kasım Gürgani'nin ismini işitmiştim. Tus şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hâllerimi anlattım. "Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun" buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebul-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine, nihayetsiz feyizlerine kavuştum...
Bir gün, hocam Ebul-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Hamamdan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebul-Kasım'ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın" buyurdu...
Bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşırken önümüze büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korkup kaçıştık. Ebu Said hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyhin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterdi. Şeyh hazretleri yılana; "Zahmet ettin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Şeyh buyurdu ki: "Bu dağda iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tazeledi. Ahdin güzelliği imandandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Hazret-i İbrahim de güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı.
.Şafii mezhebinin reisi İmam-ı Şafii
2023-01-20 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-20 01:49:59
Bugün, İmam-ı Şafii hazretlerinin vefat yıl dönümüdür... Bu mübarek zat, 150 (m. 767) senesinde Gazze’de doğdu. 204 (m. 820)’de Mısır’da vefat etti. Kabri, Kahire'de el-Mukattam Dağının eteğinde Kurafe Kabristanı'nda büyük bir türbe içindedir...
İmam-ı Şafii hazretleri, Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Şafii mezhebinin reisidir... Adı, Muhammed bin İdris’tir. Dedesinin dedesi Şafi, Kureyş kabilesinden ve Eshab-ı kiramdan olduğu için, Şafii adı ile meşhur olmuştur...
Henüz beşikte iken babası vefat etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur'ân-ı kerimi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.
Daha küçük yaşta iken Mekke'de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etti. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur'ân-ı kerimi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim."
Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Huzeyl kabilesinin arasına gitti. Daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi imam-ı Malik hazretlerinin "Muvatta" adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir...
İmam-ı Malik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmam-ı Malik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan imam-ı Şafii Mekke'ye dönünce, oraya gelen Yemen valisi, onu Yemen'e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, imam-ı A'zamın talebesi olan imam-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmam-ı Muhammed hazretleri onu kendi himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivayetleri öğretti, imam-ı Muhammed ayrıca İmam-ı Şafii'nin üvey babası idi.
Ebu Ubeyd şöyle demiştir:
İmam-ı Şafii'den duydum, buyurdu ki: "İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kufe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife'nin çocuklarıdır." Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, imam-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur.
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin... Âmin.
.Hemedan’dan doğan güneş Yusuf-i Hemedani
2023-01-21 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-21 01:23:23
Yusuf-i Hemedani hazretleri, Silsile-i aliyyenin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1141 (H.535) senesinde Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti. Merv’de bulunan kabri ziyâret yeridir.
Bu mübarek zat fıkıh âlimi idi, hadis ilmini de öğrendi. Tasavvufu Ebu Ali Farmedi hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemale ulaştı. Yüzlerce talebesi vardı. Abdullah-i Berki, Ahmed Yesevi ve Abdülhâlık-ı Goncdüvani gibi büyük veliler yetiştirdi...
İbni Hacer-i Mekki hazretleri anlatır:
Ebu Said Abdullah, İbn-üs-Sakka ve Seyyid Abdülkadir-i Geylani ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, Nizamiyye Medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. İbn-üs-Sakka; “Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek” dedi. Ebu Said Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edep timsali olan Abdülkadir-i Geylani de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihayet Yusuf-i Hemedani hazretlerine geldiler. O mübarek velî, İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim sual soracaksın ha! Senin sormak istediğin sual şudur. Cevabı da şöyledir. Senden kâfirlik kokusu geliyor” buyurdu... Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir sual soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl vereceğim. Soracağın sual şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riayet etmediğin için, ömrün sıkıntı ile geçecek” buyurdu... Sonra Abdülkadir-i Geylani’ye döndü. “Ey Abdülkadir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını, “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir” dediğini sanki görüyor gibiyim” buyurdu...
Aradan yıllar geçti. Abdülkadir-i Geylani zamanındaki evliyanın en üstünü, baş tâcı oldu. Herkes mübarek sohbetlerinden istifade ederdi... Bir gün buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” Zamanında bulunan bütün evliya, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Yusuf-i Hemedani hazretlerinin senelerce önce haber verdiği hâller anlaşılıyordu...
İbn-üs-Sakka ise, çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın Sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hristiyanlar buna çok ilgi gösterdiler. Nihayet, onlara aldanarak Hristiyan oldu... Ebu Said Abdullah'ın hayatı da sıkıntılar içinde geçti. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, her üçü hakkında söylediği aynen meydana çıktı...
."Âlemi adâletle şenlendir..."
2023-01-27 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-27 01:57:38
Bugün 27 Ocak... Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 724'üncü yıl dönümü... Asırlarca dünyanın en büyük ve en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun temelinin 27 Ocak 1299’da atıldığı kabul edilir. Sultan Osman’ın babası Ertuğrul Gâzi, Selçuklulara büyük hizmetlerde bulunduğu için, Bizans sınırındaki Söğüt ve Domaniç’e Uç (sınır) Beyi olmuştu. Onun oğlu Osman Bey, bu topraklarda Osmanlı Devleti’ni kurdu.
Büyük Allah adamlarından Şeyh Edebali hazretlerinin, damadı Osman Gazi'ye 7 asır kadar önce söylediği şu sözler, hiç eskimedi:
“Ey Oğul! İnsanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun! Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin...
Ey Oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma!
Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana! Güceniklik bize; gönül almak sana! Suçlamak bize; katlanmak sana! Acizlik bize; yanılgı bize; hoşgörmek sana! Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana! Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana!
Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana! Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek sana!
Ey Oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz! Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl’a bağlı. Allahü teâlâ yardımcın olsun!..”
Osman Gazi, kayınpederinin nasihatine harfiyyen uymuş ve bu da onun daima başarılı olmasını sağlamıştır... O da vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyette bulunmuştur. Bu vasiyeti; İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve Türk milletinin rahat ve huzurunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça göstermekdedir. İşte o vasiyet:
“Ey oğul! Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, ahkâm-ı islâmiyye işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, İslâmiyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksânsız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum...”
Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye cândan bağlı kalmış; üç kıtaya yayılan devletin altı asır hiç değişmeyen anayasası olmuştur. Ruhları şâd olsun...
.Kurtuluş yolunun rehberi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî
2023-01-28 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-01-28 01:48:56
Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, Silsile-i aliyyenin dokuzuncusudur. Vilâyet yolunun rehberlerindendir. Buhâra'da Goncdüvân köyünde doğdu. 575 (m. 1180) senesinde aynı yerde vefat etti. Yirmi iki yaşında Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin sohbetlerinde kemâle gelen bu mübarek zat, İmâm-ı Mâlik hazretlerinin soyundandır...
Babası Abdülcemil Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâm babasına, "Ey Abdülcemil! Senin bir erkek evladın olacak, ismini Abdülhâlık koyarsın" buyurdu.
Abdülcemil daha sonra Buhara'nın Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden bir erkek evladı oldu. İsmini Abdülhalık koydu...
Abdülhalık, beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhâra'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddin hazretlerinden Kur'ân-ı kerim ve tefsirini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnasında, "Rabbinize gizli dua ediniz!" mealindeki âyet-i kerimeye gelince hocasına, "Bu gizliden murat nedir? Eğer zikir ve dua, aşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyadan korkulur. Eğer kalb ile olursa, damarlarda dolaşan şeytan duyar. Ne yapayım?" diye arz etti. Hocası, Sadreddin hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun böyle bir sual sormasına hayret edip, "Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. İnşallah, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşursun. Böylece bu müşkülün halledilmiş olur" buyurdu. O da bu zatı beklemeye başladı... Bir gün Hızır aleyhisselam yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık anma yollarını öğretip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah kelime-i tayyibesini şöyle söyle!" diye tarif etti.
Yûsüf-i Hemedânî hazretleri Buhara'ya gelince, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bunu şöyle anlatır:
12 yaşında idim. Hızır aleyhisselam bana Yûsüf-i Hemedânî’den ilim öğrenmemi tavsiye etti. Onun Buhâra'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pek çok istifadem oldu.
Ders anlatırken, bir genç içeri girdi. Az sonra söz isteyip, "Müminin firasetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar" hadis-i şerifinin sırrı nedir diye sordu. Gence heybetle bakıp, "Önce belindeki zünnarı kes ve Müslüman ol" dedi. Genç, telaşla; "Ben Müslümanım zünnarım yok" dedi. O zaman bir talebesine gencin hırkasını çıkarmasını işaret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belindeki Hristiyanlara ait zünnar denilen ip, kuşak görüldü. Genç, çok mahcup oldu. Üstada sevgi duymaya başladı. Böylece evliyanın, Allahü teâlânın nuruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehadet getirip Müslüman olmakla şereflendi... Sonra Üstad, talebelerine, "Bu genç maddi zünnarı kesti, biz de kalbdeki zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur" buyurdu...
.Çok kazanmak için çok çalışmak gerekir...
2023-02-03 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-03 00:49:48
Çok sevap kazanmak için, çok mala ihtiyaç vardır. İslamiyet’e uygun yapılan her kazanç dünyaya sarılmak olmaz, ahiret için olur...
Muteber kitaplarda, kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar çalışıp kazanmak farzdır, buyuruluyor... Müslümanlara yardım için, dine hizmet etmek için fazla çalışıp kazanmak müstehaptır, iyidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olandır.) [Kudai]
Gösteriş için, övünmek için kazanmak tahrimen mekruhtur. Çalışmak rızkı artırmaz. Çalışmak takdir edilen rızka kavuşturmaya vesiledir. Rızkı veren Allahü teâlâdır. Çalışmak sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak sünnettir. (El-İhtiyar)
Çok sevap kazanmak için, çok mala ihtiyaç vardır. Çok mal kazanmak için de çok çalışmak gerekir. İslamiyet’e uygun yapılan her kazanç dünyaya sarılmak olmaz, ahiret için olur...
Âhiretimizi kazanmak maksadıyla, dünyamızın mamur olması için, dua etmekte bir mahzur yoktur. Mümin, dünyalığı da ahiret için kullanır. Dinimizde malın kıymeti, önemi büyüktür. İnsan, canını, malını, sağlığını, dinini ve şerefini mal ile korur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ahir zamandaki ümmetim için mal sahibi olmak saadettir.) [İ.Rafii]
(Bir zaman gelir ki, parası olmayan rahat edemez.) [Taberani]
Seyyid Abdullah-i Dehlevî hazretleri, Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretlerine, "Benden bir şey iste, ama tek şey olsun" buyurunca, o da, "Dinim için dünyalık istiyorum" demiştir, çünkü dünyalık olmazsa, istenildiği gibi dine hizmet edilemez.
Dünyalık kazanmak için çalışmak, günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahtır. Ziynet olan şeyleri kazanmak, mubahtır. İhtiyaç ve ziynet eşyasını İslamiyet’e uygun olarak kazanmak ibadet olur.
İnzivaya çekilip hep ibadet ederek; evlenmek, gezmek gibi mubah işleri ve helal kazanmayı terk etmek, tahrimen mekruhtur. (Tatarhaniyye)
Hele kendisini muhtaç duruma düşürmek, asla caiz olmaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Çalışmayıp, kendini sadaka isteyecek hâle düşüren, 70 şeye muhtaç olur.) [Tirmizi]
Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhireti kazanmak, malla olur. Dünya ve âhiret, malla intizam bulur, rahat olur. Hac, cihad sevabı malla kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, malla olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan, maldır. Sadaka vermek, akrabayı görüp gözetmek, fakirlerin imdadına yetişmek malla olur. Mescidler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet etmek de malla olur.
İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibadet etmekten daha çok sevabdır...
.Hidâyet rehberi Ârif-i Rîvegerî
2023-02-04 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-04 00:43:04
Bu mübarek zat, küçük yaşta tahsile başladı. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri ile tanıştıktan sonra bütün dünyası değişti...
Ârif-i Rîvegerî hazretleri, Silsile-i aliyyenin onuncusudur. Buhara'ya 30 km uzaklıkta bulunan Rîveger (Rîvgir) köyünde dünyaya geldi. 616 (m. 1219) senesinde aynı köyde vefat etti.
Bu mübarek zat, küçük yaşta tahsile başladı. Zekâ ve kavrayışının parlaklığı sebebi ile hızla ilerledi. Bu esnada ilim ve hikmet sahibi, ibadet şartlarını harf harf yerine getiren, insanlara doğru yolu göstermede zamanın kutbu Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri ile tanıştı ve bütün dünyası değişti. Daha ilk günde ebedî saadet tacının başına konduğunu hissetti. Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı...
Hocası ilk sohbetinde ona şöyle buyurdu:
"Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne hâlde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hâl bilmeli. (Allahıma şükürler olsun) demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaradan'a nefsani mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estagfirullah demelidir..."
Ârif-i Rîvegerî, hocası Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin hayatlarında ona hizmet etmekle meşhur olup, pek çok feyiz ve bereketlere kavuştu. Yüksek üstadının vefatından sonra onun yerine Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu insanlara öğretme işine memur oldu. Himmet, inayet ve gayretlerini Allahü teâlâyı arayanlara sarf etti.
Pek çoğunun hidâyete ve evliyalık makamlarında yüksek derecelere kavuşmalarına vesile oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiçbir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hatta harama düşmek korkusu ile mubahların fazlasını terk ederdi. Geceleri vaktini hep ibadetle geçirir, gündüzleri talebe okutur, sünnet olduğu için; gündüz öğleden önce bir miktar uyurdu. (Buna kaylule denir.) Peygamber efendimizin sünnetini çok iyi bilir, onun unutulmaması için çok gayret gösterirdi.
Ârif-i Rîvegerî hazretleri, sohbetlerine şöyle başlardı:
"Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü Cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”
Ârif-i Rîvegerî hazretleri uzun bir ömür yaşadı. Kabrini ziyaret edenler, onun feyiz ve bereketlerine kavuşmaktadır...
.Hakikat yolunun güneşi Mahmud-i Encirfagnevi
2023-02-11 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-11 00:50:21
Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri bütün ömrünü insanlara saadet yolunu göstermek için geçirdi. Çok âlim yetiştirdi...
Mahmud-i Encirfagnevi (İncirfagnevi) hazretleri, Silsile-i aliyyenin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i Encirfagnevi, Buhara'nın Fagne köyünde doğdu. 1315 yılında vefat etti...
Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemale gelen Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri, maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramiteni hazretleridir...
Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; "Şimdi vaktidir" buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif-i Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Zamanının büyük âlimlerinden Mevlâna Hâfızuddin Hace Mahmud'a; "Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikir ile meşgul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında; "Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye sebep olmak istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlâna Hâfızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur" dedi.
Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir."
Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i Encirfagnevi'nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki:
"O, Hace Mahmud-i Encirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor."
."Hâce azîzân" Ali Râmitenî
2023-02-18 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-18 02:01:23
Ali Râmitenî hazretleri, Silsile-i aliyyenin on ikincisidir. Buhârâ'nın Râmiten köyünde doğdu ve 721 [m. 1320] senesinde yüzotuz yaşında Hârezm'de vefât etti... Dokumacılık yapardı. Dokumacıların şeyhi manasına (Pîr-i nessâc) ismi ile meşhûrdur...
Bir gün, Ali Râmitenî hazretlerine bir talebesi yemek getirmişti. Ona "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Bu yükü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için "iki aziz" manasına ismi "Hâce azîzân" olarak kaldı...
Ali Râmitenî hazretleri ömrünün sonlarına doğru Buhara'dan Harezm'e geldi. Sur kapısında konakladı ve oranın padişahına iki talebesini gönderdi. "Sultana gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. İzin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri gidecektir, deyiniz. Eğer izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın" buyurdu. Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azîzân hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti...
Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılın. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün" buyururdu. Bu durum işçilerin hoşuna gitti. Sohbetine bir defa katılan, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes talebesi olmak için can atıyordu. Nihayet bazıları, durumu sultana şöyle anlattılar:
"Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”
Sultan, da onun şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelenlere, "Bizim, şehirde yerleşeceğimize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var. Sultan, eğer kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız" cevabını verdi.
Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı ve onun en önde gelen talebelerinden oldu...
.Doğal afet sebebiyle ölenler şehittir...
2023-02-24 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-24 01:58:23
Bugünlerde "Depremde vefat edenler şehit mi?" suali çok soruluyor…
Elbette herkes şehit olamaz. Şehit olmak veya şehitlik sevabına kavuşabilmek için Müslüman olmak şarttır. Müslüman bir kimse, çok günahkâr olsa da mazlum olarak öldürülse, şehit olur.
Şehitler de çeşit çeşittir. Çok günahkâr biri ile salih birinin şehitliği arasında çok fark vardır. Savaşta öldürülen şehit ile attan düşüp ölen şehit arasında çok fark vardır. İslam’ın beş şartından sonra ibadetlerin en üstünü cihaddır. Cihadda ölen şehidin, kul haklarından başka bütün günahları affolur. Cihadda ve hac yolunda ve hudut boyunda nöbette ölenlere, Kıyamete kadar, bu ibadetlerin sevabı devamlı verilir. Her biri Kıyamette yetmiş kişiye şefaat eder.
Üç türlü şehit vardır: 1- Tam şehit. 2- Dünya şehidi. 3- Ahiret şehidi... Savaşta düşman, barışta eşkıya tarafından öldürülenler, "tam şehit" olur. Dünya menfaati için harpte ölenler, "dünya şehidi" olur. "Ahiret şehidi" çoktur. İlim öğrenirken, abdestli iken ölenler gibi...
Şehitlik çeşitleri hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(5 vakit namaz kılana, her gün için bin şehit sevabı verilir.) [Tergib-i Hadimi]
(İlim öğrenirken ölen şehittir.) [Hatib]
(Allahü teâlâdan, ihlasla şehitlik isteyen, yatağında ölse de şehit olur.) [Müslim]
(Âşık olup, aşkını gizleyip ve iffetini koruyup ölen şehit olur.) [Hakim]
(Suda boğulan, yangında ölen, garip, kimsesiz olarak ölen, zehirli hayvan sokarak ölen, iç hastalıklarından ölen, duvar ve enkaz altında kalarak ölen, kocasını kıskandığını gizleyen kadın, kendinin, din kardeşinin ve komşunun malını savunurken öldürülen, emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken öldürülen kimse şehittir.) [İbni Asakir]
Muteber kitaplarda bildirildiğine göre şu bildirilenler de şehittir:
"Allahü teâlânın emirlerine uygun ticaret yapanlar." (Tirmizi)
"Dinini öğrenmek, öğretmek ve yaymakta iken ölenler." (İbni Asakir)
"Devamlı olarak müdara edenler, insanlarla iyi geçinenler." (Deylemi)
"Gıda maddelerini ucuza satanlar." (Deylemi)
"Sara hastalığından, taundan [vebadan], koleradan, veremden, zatülcenbden, sari hastalıklardan, şiddetli öksürükten, ishalden ve bazı iç hastalıklardan ölenler." (S. Ebediyye)
"Peygamber efendimize günde yüz kere salevat getirenler." (Taberani)
"Namazını kılan ve altmış yaşını geçen bir Müslüman, şehit olarak ölür. Ama hanımlar için yaş haddi yok; namazını kılar, tesettüre riayet eder, iffetini korursa, hangi yaşta ölürse ölsün, şehittir." (Cennet Yolu İlmihali)
.Zamanının bir tanesi Muhammed Bâbâ Semmâsî
2023-02-25 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-02-25 01:41:36
Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Râmiten ile Buhârâ arasında kalan Semmâs köyünde doğdu. 755 (m. 1354) senesinde aynı yerde vefat etti.
Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Râmitenî hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.
Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.
Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behâeddîn-i Buharî hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî onun doğduğu yerden geçerken; "Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [ârifler sarayı] olur" buyurdu.
Bir gün yine oradan geçiyordu. "Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir" buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behâeddîn-i Buharî hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye getirince; "Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik" buyurup, talebelerine de; "Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır" buyurdu. Sonra halifesi Emîr Gilâl hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.
Behâeddîn-i Buharî hazretleri anlatır:
Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim:
"Ya Rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!"
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca;
-Bir daha dua ederken, "Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allah'tan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir" buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım...
Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emîr Gilâl hazretleridir...
.Buharâ'dan doğan güneş Seyyid Emir Gilâl
2023-03-03 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-03 02:03:29
Seyyid Emir Gilâl hazretleri, Silsile-i aliyyenin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyin'in soyundandır. Buharâ'nın Sühârî kasabasında doğdu. 772 (m. 1370) senesinde aynı yerde vefat etti... Evliyanın meşhurlarından olan Muhammed Bâbâ Semmasi'nin talebesi ve Behaeddin-i Buharî hazretlerinin hocasıdır. Pehlivandı. Gençliğinde güreş yapardı. Sonra çömlekçilik yaptığı için "Gilâl" veya “Külal” ismiyle meşhur olmuştur.
Pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale gelmiştir. Annesi şöyle anlatır:
"Emir Gilâl'e hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım."
Bir gün kerametten sordular. Buyurdu ki: "Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu hususta çok nakiller vardır. Süleyman aleyhisselamın veziri Âsaf'ın, Belkıs'ın tahtını bir anda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir başka misal; Hazret-i Ömer, bir defasında Medine’de, hutbe okurken, İran’daki İslam ordusunu görüp, ordu kumandanına; "Ya Sariye, dağa yanaş dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır.
Bu mübarek zat, ölüm hastalığında, talebelerine şöyle vasiyet etti:
"İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselamın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin vasıtasıdır. Her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: İman, namaz, oruç, zengin ise, zekât ve hac, ana-baba hakkını öğrenmek... Allahü teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, anne ve babasının rızasını kazanır. Resulullah efendimiz; (Allahü teâlânın rızası, ana babanın rızasını kazanmakla elde edilir) buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek mühimdir. Sıla-i rahim (akrabayı ziyaret), komşu hakkını gözetmek, lazım olan alışveriş bilgilerini öğrenmek, helali ve haramları öğrenmek lazımdır."
Yine buyurdu ki:
"İhlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızasını kazananlardan olursunuz.
."Kudüs Fatihi" Selâhaddîn-i Eyyûbî
2023-03-04 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-04 06:12:13
Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri, Eyyûbîler Devleti'nin kurucusudur. 1137’de Tekrit’te doğdu. 4 Mart 1193 târihinde Şam’da vefât etti. Bugün onun vefat yıl dönümüdür. Rahmetle yâd ediyoruz...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Mısır Sultânı olunca, Orta Doğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, büyük bir faaliyet içine girdi. Bu durum, başta Papalık olmak üzere, Haçlıları telaşlandırdı... Büyük ordular topladılar, büyük savaşlar yapıldı. Ancak her seferinde bozguna uğradılar...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1187 senesinde; Birinci Haçlı Seferinden beri işgâl altındaki Kudüs'ü hedef tâyin ederek, yola çıktı ve Haçlıları, bozguna uğratarak Kudüs şehrini teslim aldı... Mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı.
Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Ancak, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa lll. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere Kralları ile Almanya İmparatoru kumandasındaki Hristiyanlar Müslümanlar üzerine yürüdü ve Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Hıristiyan âleminin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı bu Haçlı Seferi de hezimetle neticelendi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Filistin’deki hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye yerleşti...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1193 Şubat'ında hastalandı. On dört gün yattı ve 4 Mart'ta vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir.
Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri ölmeden önce, şöyle vasiyet etti:
"Ben öldükten sonra cenazemin önünden askerlerim, daha sonra hizmetçilerim, daha sonra da hanımlarım yürüsün. Sonra da hazinede ne kadar altın ve mücevher varsa arabaya konulup yürütülsün. En son olarak da beni ihtişamlı bir arabayla defnedileceğim yere götürün..."
Hükümdar öldükten sonra bu söylediklerinin yapılıp yapılmaması konusunda ihtilaf çıkar. En sonunda, "vasiyettir, yapalım" derler... Cenaze defnedildikten sonra, zamanın âlimlerine, "Hükümdar neden böyle bir vasiyette bulundu?" diye sorulur. Âlimler şöyle cevap verir:
-Hükümdar, ölümüyle bile bize ders verdi! Dünyanın her şeyi dünyada kaldı, ahirete giderken yanımızda hiçbir şey götüremeyeceğimizi anlattı...
.Belalara sabretmek kurtuluşa sebeptir...
2023-03-10 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-10 01:08:50
Sabretmek, başarıya sebep olan güzel huydur. Sabır, Peygamberlerin hasletlerindendir. Belalara sabretmek, kurtuluşa sebeptir.
Dünya mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise, sabretmekten başka çâresi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur...
Sabr-ı cemil, başa gelen belaya, en güzel şekilde, feryat etmeden, insanlara şikâyet etmeden sabretmek demektir. İsmail Hakkı Bursevî hazretleri, (Sabır, kazaya rıza göstermekten dolayı değil de, başka maksatlarla olursa, buna sabr-ı cemil denmez) buyuruyor. Bir hadis-i kudsî:
(Kimin bedenine, evladına veya malına bir musibet gelir de, o da sabr-ı cemil gösterirse, Kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.) [Hâkim]
Kur’ân-ı kerimde sabrın önemi çok âyette bildiriliyor. Bir âyet meali şöyledir:
(Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyin. Allahü teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
Sabır hakkındaki bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hak teâlâ, sevdiği kulu dertlere müptela kılar, o da sabrederse, ondan razı olur.) [Deylemi]
Sabretmek, kurtuluşa, başarıya sebep olan güzel huydur. Sabır, Peygamberlerin hasletlerindendir. Bunun için atalarımız, "Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır", "Sabır selamettir", "Sabırla koruk helva olur" demişlerdir. Belalara sabretmek, kurtuluşa sebeptir.
Şakik-i Belhi hazretleri, "Sıkıntıya sabrın mükafatını bilen, sıkıntılardan kurtulmaya heves bile etmez" buyuruyor. Sıkıntılara karşılık verilecek nimetleri hatırlayarak, sıkıntı hafifletilebilir. Nitekim Allahü teâlâyı sevenler, birçok acılara katlanmışlar, hatta o acıları duymamışlar bile, Sırri-yi Sekati hazretleri, "Allahü teâlâyı seven, Ondan gelen belaların acısını hiç duymaz. Bir değil, yetmiş kılıç darbesi alsa yine duymaz" buyuruyor.
Bela, musibet, günahlara kefarettir. Kur'ân-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Size gelen her musibet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah birçoğunu da affeder, musibete uğratmaz.) [Şura 30]
Demek ki işlediğimiz günahların bir kısmına ceza olarak musibet geliyor. Böylece ahirete kalmadan dünyada günahımızın cezasını -ahirete göre- çok hafif olarak çekiyoruz.
Bir kimse, "Ey Allah’ın Resulü, malım gitti, param gitti, vücudum hasta oldu" dedi. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona buyurdu ki:
(Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayanda hayır yoktur. Çünkü Allahü teâlânın sevdiği kul, belaya maruz kalır.) [Ebu Davud]
İbni Mübarek hazretleri buyurdu ki:
"Musibet birdir. Musibetin geldiği kişi, feryat eder, ağlar, sızlarsa, iki olur. Biri musibetin kendisidir, diğeri sevabın gitmesi. İkincisi öncekinden daha büyüktür." Sözün kısası, sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilemez..
."Şâh-ı Nakşibend" Behâeddîn-i Buhârî
2023-03-11 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-11 01:37:09
Seyyid Behâeddîn Muhammed bin Muhammed Buhârî "rahmetullahi teâlâ aleyh" evliyânın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin on beşincisidir. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için "Şâh-ı Nakşibend" diye meşhurdur. Buhârâ'da Kasr-ı ârifân şehrinde 718 [m. 1318] senesinde doğdu ve 791 [m. 1389] senesinde orada vefât etdi. Çok evliyâ yetiştirdi. Hâl tercümesi ve kerâmetleri, Fârisî "Enîs-üt-tâlibîn"de uzun yazılıdır. (Bu kitâp Hakîkat Kitâbevi tarafından bastırılmıştır.)
Zamanının büyük velilerinden Muhammed Bâbâ Semmasî, henüz o doğmadan Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zatın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir veli yetişecek diyerek işaret etmiş, emsalsiz bir zatın buradan zuhur edip ortaya çıkacağını talebelerine müjdelemişti.
Babası Seyyid Muhammed Buhârî anlatır:
"Oğlum Behaeddin'in doğmasından üç gün sonra, Hace Muhammed Bâbâ Semmasî, yine Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. Yeni doğan oğlum Behâeddîn'i alıp huzuruna götürdüm. Hace, oğlumu elimden alıp, bağrına bastı ve;
-Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, manevi evlatlığa kabul ettim, buyurdu. Sonra Seyyid Emir Gilâl'e şöyle dedi:
-Size, bu yerde bir büyük zatın kokusu geliyor derdim. İşte o mübarek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zat olsa gerektir, buyurdu."
Annesi anlatır:
"Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizdeki ineği göstererek, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracak dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ilk hocası, Hace Muhammed Bâbâ Semmasî'dir. Sonra Seyyid Emîr Gilâl hocası oldu. Daha birçok hocalardan ders aldı.
"Ali Râmitenî hazretlerinden gelip, emanet olarak saklanan taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr Gilâl, Kasr-ı Arifân'a geldi. Bana çok iltifatta bulunup;
-Hace Muhammed Bâbâ Semmasî’nin emri üzerine seni yetiştirmeye çalışacağım" dedi.
Seyyid Emîr Gilâl hazretleri Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdıktan sonra buyurdu ki: "Hace Muhammed Bâbâ Semmasî'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Artık icazetlisin.”
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, Emîr Gilâl hazretlerinin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazifesini yapmaya başladı.
***
Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyurdu ki: "Allahü tealanın rızasına kavuşmak için genç yaşta tövbe eden, namaz kılan bir gencin ayağında bir kıl olmayı isterdim."
.İyi insan, iyi ahlaklı insan demektir...
2023-03-17 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-17 01:36:44
Güzel ahlâk, ilim ve edeb öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlâk da bunun tersidir. Yâni cahil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur.
Cenâb-ı Hak, Peygamber aleyhisselâmı överken (Gerçekte sen büyük bir ahlâk üzeresin) buyurmaktadır. İyi insan, iyi ahlâklı insan demektir. Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.)
(Allahü teâlâ indinde kulların en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.)
(Yâ Rabbi senden, sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk dilerim.)
(Güzel ahlâk, büyük günâhları, suyun elbiseyi temizlemesi gibi temizler. Kötü ahlâk ise, sâlih amelleri, sirkenin balı bozduğu gibi bozar.)
Ahlâk hakkında İslâm âlimleri de buyuruyor ki:
"Güzel ahlâk, Allahtan râzı olmak demektir. Yâni hayrı ve şerri Allahtan bilmek, nimetlere şükür, belâlara sabretmektir."
"Güzel ahlâk, harâmlardan kaçıp helâli aramak, diğer insanlarla olduğu gibi aile efradıyla da iyi geçinip onların maişetlerini temin etmektir."
"Güzel ahlâk, Yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir."
Bir Müslümana çatık kaşla bakmak harâmdır. Güleryüzlü olmayan kimse mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güleryüzlü olmalıdır.
Güzel ahlâklı olmanın alâmeti şunlardır: İnsaflı olmak, arkadaşlarının hatâsını görmemek, hüsn-i zan etmek, su-i zandan (kötü zandan) kaçınmak, arkadaşlarının eziyetlerine göğüs germek, onlardan şikâyetçi olmamak, hep kendi ayıp ve kusurlarıyla meşgûl olmak, kendi nefsini kınamak, güler yüzlü olup, herkesle yumuşak konuşmaktır.
Güzel ahlâklı kimse, edeplidir az konuşur, hatâsı azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riâyet eder, komşu ve arkadaşını korur. Bütün hasletlerin başı ise hayâdır...
***
Büyüklerden Ebu Osman El-Hayrî hazretlerini ziyâfete davet ettiler. Dâvet yerine vardığı zaman kendisine "Kusura bakma, çok insan geldi seni kabûl edemeyeceğiz" dediler. Az gidince tekrar çağırdılar. Gelince tekrar, kabûl edemeyeceklerini bildirdiler. Böyle birkaç defa çağırıp geri döndürdükten sonra kendisine dediler ki: "Biz seni denemek için bunu yaptık. Gerçekten güzel ahlâklıymışsın!.." Mübarek zat onlara cevabında buyurdu ki:
"Bu ahlâk o kadar güzel midir? Bir köpeği de çağırsanız gelir, kovsanız gider!"
.Zamânının kutbu Alâüddîn-i Attâr
2023-03-18 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-18 01:58:10
Alâüddîn-i Attâr hazretleri, Buhara'da yetişen en büyük evliyadandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Zamânının kutb-i irşâdı idi. Asıl ismi "Muhammed bin Muhammed Buhârî"dir. Buhâra'nın Cağanyân nâhiyesinde 802 [m. 1400] senesinde vefât etti...
Bu mübarek zatın babası çok zengin idi. Vefat edince, oğullarına miras olarak çok mal kaldı. Fakat Alâüddin hiç miras kabul etmeyip, Şah-ı Nakşibend hazretlerine talebe olmayı tercih etti. Gidip hâlini arz etti ve talebeliğe kabul buyurulmasını istirham eyledi. Behâ-üddîn-i Buhârî hazretleri ona nazar edip, "Evladım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyayı ve nefsini terk edebilecek misin?" buyurunca, hiç düşünmeden, "Yapmaya hazırım efendim" dedi. "Öyleyse bugün bir küfe elma al, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu.
Alâüddîn, kibirlenmeden, kardeşlerinin mahallesinde, bağıra bağıra elma sattı... Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek, "Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim" dedi. Hocası, "Bugün de kardeşlerinin dükkânı önünde satacaksın" buyurdu. "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkânı önünde elma satmaya başladı. Ağabeyleri, "Bizi el âleme rezil etme, para lazım ise, istediğin kadar verelim" dediler. Onları hiç dinlemeyip elma satmaya devam etti. Ağabeyleri, "Madem satacaksın, bizim dükkânın önünde satma!" dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi...
Ertesi gün hocası, "Artık bu iş tamam" diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu...
Alâüddîn-i Attâr hazretleri bizzat kendisi anlatır:
"Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bir gün bana, 'Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?' buyurdu. 'Bu aciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever' dedim. 'Az bekle!' dedi. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, 'Sevginin kimden olduğunu anladın mı?' buyurdu..."
Talebeliğe kabul edilince, canla başla hizmet etti. Hocası onun derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, bir gün Alâüddîn'in odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Hocası, "Eğer kabul edersen, büluğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim" buyurdu. Alâüddîn, "Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok" dedi. Hocası, "Rızkınızı, Allahü teâlâ gönderir" buyurdu ve onu kızıyla evlendirerek kendine damat eyledi...
Alâüddîn-i Attâr hazretleri vefat edince, rüyada gördüler. Buyurdu ki: "Allahü teâlanın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan Müslümanların, şefaatim ile affolunacağı bildirildi...
.Bir mürşid-i kâmil Ya'kûb-i Çerhî
2023-03-25 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-25 01:58:01
Ya'kûb-i Çerhî hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin on yedincisidir. Derin âlim, veliy-yi kâmil idi. Önce Behâeddîn-i Buharî hazretlerinin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde yetişti... Gazne'de Çerh köyünde doğdu. 851 [m. 1447] senesinde Hülfetû'da vefât eyledi...
Bu mübarek zat kendisi anlatır:
"Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behâeddîn-i Buharî hazretlerinin yanına gitmek arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; 'Beni hatırdan çıkarmayınız' diye yalvardım. 'Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?' buyurdu. 'Gönlüm iştiyakınızla dolu' dedim. 'Bu arzu ne sebepten geliyor?' dedi. 'Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz' dedim. Bunun üzerine; 'Bu sebep kâfi değil, daha makbul bir şey bulman lazımdır. Halkın beni kabulü şeytani olabilir' buyurdu. Bunun üzerine; 'Sahih bir hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler) buyurulmuştur' deyince, tebessüm ederek 'Biz azizanız' dedi. Bu sözü duyunca kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; 'Azizan’ın talebesi ol!' demişlerdi. Behâeddîn-i Buharî hazretleri; 'Biz azizanız' buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; 'Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız' diye yalvardım. 'Bir gün Azizan’dan (Ali Râmitenî'den) böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemişler' buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana mübarek takkesini hediye ederek, 'Şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul' buyurdu..."
Ya'kûb-i Çerhî hazretleri buyurdu ki:
“İç temizliği; kalbin kin, çekememezlik (hased), insanlara düşmanlık, cimrilik gibi kötü sıfatlardan ve Allah sevgisinden başka her sevgiden temizlenmesi ve Allah sevgisi ile rahatlamaktan ibârettir. Kalp, kötü sıfatlardan temizlenip, iyi sıfatlarla süslenince, düzeltilmiş olur. Bu dünyânın kötülüklerinden, ancak sâlim, doğru kalple kurtulunabilir.”
“Her hâlde uyanık olmalıdır. Yerken, yatarken, konuşurken, yürürken, alışveriş ederken, abdest alırken, namaz kılarken, Kur’ân-ı kerîm okurken, yazarken, ders ve vaaz verirken, bir göz açıp kapayacak kadar, Hakk’tan gâfil olmamalıdır.”
“Birbirini inkâr etmeyen aynı yol erbâbının sohbetleri faydalıdır. Ama sohbet ve arkadaşlık haklarını gözetmelidir. Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı, kalbi o kadar temizler ki, uzun riyâzetlerle buna kavuşmak pek zordur.”
."Zemzem, içildiği niyete göre faydalı olur"
2023-03-31 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-03-31 01:31:16
Zemzem, Mekke-i mükerremede, Mescid-i haram içerisinde, Kâbe'nin Hacer-i esved köşesi tarafında bulunan kuyudan çıkan mübârek su... Zemzem suyu, İbrâhim aleyhisselâm zamânında çıkmıştır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, zemzem suyunun mübârek kuyusudur."
"Zemzem suyu hastalara şifâ verir. Onu içenler, yemek yemiş gibi açlıklarını giderirler."
Abdullah ibni Mübarek hazretleri, "Resulullah, (Zemzem, içildiği niyete göre faydalı olur) buyurduğu için ben de kıyamette susuzluktan kurtulmak için zemzemi içiyorum" derdi.
İbni Abbas hazretleri de, zemzem içerken "Ya Rabbi senden faydalı ilim ve bol rızık ve her türlü hastalıktan şifa istiyorum" diye dua ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki: "Hacda, zemzem her içilişte kaburga kemikleri şişinceye kadar içilmeli. Zemzem yalnız içilmeli, yemeklerde dahi kullanılmamalı."
Araştırmacılar diyor ki:
"Sadece 1,5 metre derinliğindeki ufacık bir kuyudan çıkan zemzem, milyonlarca hacının su ihtiyacını karşılamakta. Kaynağı henüz bulunamamıştır. Nereden geldiği şu anki teknolojiye göre bile bilinemiyor. Yakınlarında hiçbir kuyu yok ve denize de 80 km uzaklıkta. Bu şartlarda suyunu denizden veya başka bir kuyudan alması imkânsız."
***
Ebû Zer-i Gıfârî, Muhammed aleyhisselâmın İslâmı tebliğ ettiğini duydu ve Mekke'ye gidip Müslüman olmaya karar verdi. Büyük bir şevkle yollara düştü... Mekke'ye vardı, ancak kimseyi tanımıyordu. Kimseye bir şey sormadan Kâbe'nin yanına varıp oturdu. Peygamber efendimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu...
Akşamüstü bir sokağa çekildi. Hazret-i Ali, onu gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü... Ona bir şey sormadığı gibi o da sırrını açmadı... Sabah olunca tekrar Kâbe'ye gitti... Böyle üç gün geçti... Nihayet sırrını açtı. Hazreti Ali "Sen doğruyu buldun" diyerek onu Resulullah efendimize götürdü. Kelime-i şehâdet getirerek ilk Müslümanlardan oldu...
Resulullah efendimiz "Sen kimsin?" diye sorunca "Ben Gıfâr kabilesindenim" dedi. "Ne zamandan beri buradasın?" buyurdu. Üç gün üç geceden beri buradayım. "Seni kim doyurdu?" buyurunca "Zemzemden başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım" dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur..."
.Taşkent'ten doğan güneş Ubeydüllah-i Ahrâr
2023-04-01 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-01 02:07:48
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Türkistan'ın büyük velilerindendir. Asıl adı "Ubeydüllah bin Mahmûd bin Şehâbüddîn"dir. Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. 1403 yılında Taşkent'te doğdu. 1490’da Semerkant'ta vefat etti. Kabri oradadır. Ya'kûb-i Çerhî hazretlerinin talebesi, Mevlânâ Hâce Muhammed Zâhid hazretlerinin ise üstâdı idi. Müslümânların göz bebeğidir. Zâhirî ve bâtınî ilmlerin hazînesi idi... Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona dua ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi...
Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helal kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1.300'den fazla çiftliği vardı. Her birinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; "Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyururdu.
Bu talebesi anlatır:
Seferde idik. Gece yarısı bana "Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin" dedi. Bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin bu kerametini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, Müslümanları zulümden korumaktır."
“Kalbin kararmış olmasının alameti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
"Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları vardır."
"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız Ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız Ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.
.Peygamber Efendimizin bir rüyası ve müjdesi...
2023-04-07 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-07 02:08:22
Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır... Din büyükleri buyuruyor ki: "Cuma günü ve gecesi, ramazan-ı şerifin otuz gün ve gecesi hiç kimseye azap yoktur. Ramazan-ı şerif kirli elbisenin makineye girip temiz çıkması gibidir. Birinci günü başlıyor, otuzuncu günü tertemiz olarak insan öbür taraftan çıkıyor..."
Kışın kısa günlerde oruç tutulması daha kolay, yazın uzun günlerinde, sıcakta tutmaksa çok zordur. Elbette, zorluklar içinde yapılan ibadetin sevabı daha çoktur. Bu ayda özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte;
(Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu.
Ehl-i sünnet âlimleri, ramazan-ı şerifte şöyle dua ederler:
"Ya Rabbi! Tuttuğumuz oruçları kabul eyle! Sen bizi ramazan-ı şerifin şefaatine nail eyle! Ramazan-ı şerifte affettiğin, magfiret ettiğin kullarına bizi de dâhil eyle! Âmin..."
***
Bir gün, Peygamber efendimiz Eshabına buyurdu ki:
"Rüyamda acayip şeyler gördüm. Ümmetimden birini azap melekleri yakalamıştı. Aldığı abdestler gelip, onu içindeki zor durumdan kurtardı... Birini gördüm, kabri onu sıkıyordu. Kıldığı namazlar gelip, onu kabir azabından kurtardı... Birine şeytanlar musallat olmuştu. Ettiği zikirler gelip, şeytandan onu kurtardı... Birinin de susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi...
Birini zulmet sarmıştı. Yaptığı hac gelip karanlıktan çıkardı... Birine ölüm meleği gelmişti. Ana babasına yaptığı iyilikler gelip, ölümüne engel oldu, geciktirdi. Birini Müslümanlarla konuşturmuyorlardı. Sıla-i rahim gelip, ona şefaat etti, onlarla konuştu. Peygamberinin yanına gitmek isteyen birine engel oluyorlardı. Aldığı gusül, onu alıp yanıma getirdi... Ateşten korunmak isteyen birisine, sadakası gelip ateşe perde oldu... Birini zebaniler alıp Cehenneme götürürken, yaptığı emr-i maruf ve nehy-i münker gelip kurtardı... Biri Cehennem ateşine atılmıştı. Allah korkusu ile döktüğü gözyaşları gelip oradan kurtardı...
Birine amel defteri solundan verilirken, Allah korkusu gelip, defterini sağa aldı... Sevapları hafif gelen birine, kendinden önce ölen çocukları gelip, sevabını ağırlaştırdı... Cehennemin kenarında, korkudan titreyen birine, Allahü teâlâya olan hüsnü zannı gelince, titremesi durdu... Sırattan zorla geçen biri, Cennete geldi. Fakat kapılar kapalıydı. Kelime-i şehadeti gelip, onu Cennete koydu..."
.Rûh bilgilerinin mütehassısı Kâdi Muhammed Zâhîd
2023-04-08 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-08 01:53:23
Kâdi Muhammed Zâhîd "rahmetullahi teâlâ aleyh" Türkistan'da yaşamış büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on dokuzuncusudur. Asıl ismi "Hâce Muhammed Zâhid-i Semerkandî"dir. Ya'kûb-i Çerhî hazretlerinin kızının oğludur. Rûh bilgilerinin mütehassısı idi. 936 [m. 1530] senesinde Hisâr'ın Vahş köyünde vefât etti.
Bu mübarek zat, küçük yaştan itibaren ilim öğrendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu...
Bir gün, memleketi olan Semerkand'dan daha fazla ilim öğrenmek için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri teşrif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onunla biraz konuştuktan sonra, sohbete başladı. Sohbette Muhammed Zâhîd'in hatırından geçenlere cevap verip, ona, "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay" buyurdu. Sonra onun yanına yaklaşıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? İlim öğrenmek mi, yoksa tasavvuf mu?" buyurdu. Muhammed Zâhîd dehşete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi; "Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir" diye cevap verdi.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri tebessüm edip; "O hâlde çok iyi" buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada Muhammed Zâhîd'in elini tuttu. O anda kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhîd bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri cebinden bir kâğıt çıkarıp verdi. Kâğıtta şöyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve Onun Resulüne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak suretiyle marifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helal haram ayırmayan, dine uygun olmayan işler yapan cahil tarikatçılardan uzak dur."
Muhammed Zâhîd'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddin Kaşgari'ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhîd'e yardımcı olunması yazılıydı...
Bu hareketleri gören Muhammed Zâhîd'in Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı muhabbeti ve bağlılığı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vazgeçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı, yol almaktan aciz kaldı. Buhara'ya yaklaşmıştı ki, şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devam ederse helak olacağını anladı. Gitmekten vazgeçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Gelip umduğuna kavuştu.
.Kâmil ve mükemmil Dervîş Muhammed
2023-04-15 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-15 02:27:47
Dervîş Muhammed "rahmetullahi teâlâ aleyh" hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmincisidir. Rûh ilmlerinin mütehassısı idi. Büyük âlim ve kâmil bir veli olan dayısı Kâdi Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücadele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı. Hızır aleyhisselâmın tavsiyesi ile hâce Muhammed Zâhid hazretlerinin sohbetine kavuşup kemâle erdi. Çok velî yetiştirdi. Hicretin dokuzyüzyetmiş 970 [m. 1562] senesinde Mâverâünnehrde Büster nâhiyesinin Dasferâr köyünde vefât etti...
Dervîş Muhammed hazretleri, bir gün ellerini açıp, acizliğini ve çaresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Aniden Hızır aleyhisselam gelip;
"Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanaati öğretir" buyurdu.
Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsil etti. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan Cehennem azabından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilafet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine geçip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dine sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti... Talebelerinin terbiyesi hususunda, insanüstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. İnsanları irşad için yetiştirdiği yüksek talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkenegi'dir.
***
Dervîş Muhammed hazretleri vefatına yakın buyurdu ki:
“Üstadımız Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyurdu ki: Yenilecek bir gıdâ, bir yiyecek, her ne olursa olsun gaflet içinde, gadabla veya kerâhatle hazırlansa, tedârik edilse, onda hayır ve bereket yoktur. Zîrâ ona nefis ve şeytan karışmıştır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka bir çirkin netice meydana gelir...
Gaflete dalmadan yapılan ve Allahü teâlâyı düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede bu husûsa dikkat etmediklerinden ve ihtiyatsızlıktandır. Her ne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû ve hudû hâlinde bulunmak, zevkle ve gözyaşı dökerek namaz kılabilmek, helâl lokma yemeye, Allahü teâlâyı hâtırlayarak yemeği pişirmek ve yemeği, Allahü teâlânın huzûrundaymış gibi yemeğe bağlıdır. Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine;
-Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır, buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etmiştir...”
.Rûh ilimlerinin mütehassısı Hâcegî Muhammed Emkenegî
2023-04-22 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-22 02:09:20
Hâcegî Muhammed Emkenegî (İmkenegî) hazretleri "rahmetullahi teâlâ aleyh" Silsile-i aliyyenin yirmi birincisidir. Rûh ilimlerinin mütehassısı idi. Evliyanın büyüklerinden Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkibillah hazretlerinin hocasıdır. Zahiri ve batıni ilimleri babasından öğrendi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı. Çok velî yetişdirdi. 918 senesinde Buhârâ'nın İmkene kasabasında doğdu, 1008 [m. 1600] senesinde orada vefât etti.
Hâcegî Muhammed Emkenegî hazretlerinin yetiştirdiği velilerin en başta geleni kendisinden sonra halifesi olan Muhammed Bâkibillah'tır. Muhammed Bâkibillah hazretleri, bir gece rüyasında Hâcegî Muhammed Emkenegî'yi gördü. Hocası ona; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyorum" buyurdu. Bâkibillah hazretleri buna çok sevindi. Hemen huzuruna gitti. Huzuruna varınca ona çok iltifat gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece baş başa sohbet ettiler...
Hâcegî hazretleri ona feyiz verip, yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâkibillah hazretlerine; "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmeniz lazım. Çünkü bu silsile-i aliyyenin, orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek" buyurdu.
Hace Bâkibillah kendilerini bu işe layık görmediğinden, özür dilediyse de, Hâcegî Muhammed Emkenegî, ona istihare yapmasını emretti. Rüyasını Emkenegî hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldı:
"Derhal Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya onun nuruyla dolacak. Hatta, siz de ondan nasibinizi alacaksınız."
Hace Bâkibillah hazretleri Hindistan'ın Serhend şehrine geldiği zaman, kendisine; "Kutbun etrafına geldin" diye ilham olundu. Bu kutub, imam-ı Rabbani hazretleriydi... Demek ki, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhara'dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.
Mevlâna Halid-i Bağdâdî hazretleri bir mektubunda Emkenegî hazretlerinden bahisle şöyle buyurmuştur:
"Hâcegî Muhammed Emkenegî, Hak âşıklarını gerçek sevgiliye kavuşturmak için sıkıntılara katlanarak ve zahiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Ayağına hep diken batıyordu. İçinden gizlice ah çekiyor ve ayağını da hocasının izinden ayırmıyor, takip ediyordu. Hocası Emkenegî hazretleri onun bu hâline iltifat edip, 'Evladım, ayağa elem dikeni batmadıkça, murat gülü açılmaz' buyurdu. Bu söze talebe çok sevindi.”
.Kâbil'den doğan güneş Muhammed Bâkîbillah
2023-04-29 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-29 02:22:50
Muhammed Bâkîbillah "rahmetullahi teâlâ aleyh" hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi ikincisidir. Babası Kâdî Abdüsselâm Semerkandî'dir. Rûh ilimlerinin mütehassısı idi. 971 [m. 1563] senesinde Kâbil şehrinde doğdu. Kâbilden Semerkand'a gidip, zâhir ilmlerinde yüksek dereceye yetiştikten sonra, Hâce Emkenegî hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile de şereflenerek vilâyetin yüksek mertebelerine kavuştu. Şâh-ı Nakşîbend ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetlerinden de feyiz alarak (Üveysî) oldu...
Muhammed Bâkîbillah hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene Lahor'da kaldı. Sonra Delhi'ye gidip, vefatına kadar orada kalarak, insanlara doğru yolu anlattı. Pekçok âlim ve veli yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî gelir. Muhammed Bâkibillah hazretleri bütün talebelerinin yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bırakmıştır...
Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dine uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinaye ve ima ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Sohbetlerinde hiçbir Müslüman kötülenmezdi. Eğer birinin kalbinden bir Müslüman hakkında kötü bir düşünce geçse, derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi övücü sözler söyleyerek konuşmaya başlardı...
Yemek pişirenin abdestli olmasını, yemek pişirirken dünya kelamı söylenmemesini tembih ederdi. "Salih olmayanın yemekleri feyzin gelmesine engel olur” buyururdu. Evliyadan bir zat gelip "Hâlimde bir bağlanma, kalbimde bir sıkıntı hissediyorum, fakat kabahatimin ne olduğunu bilemiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "Yemeğinde ihtiyatsızlık vâki olmuş" buyurdu. "Her gün aynı yemekleri yiyorum" dedi. Hâce hazretleri "İyi düşün” dedi. İyice düşününce, "Evet efendim şimdi hatırladım, yemek pişerken, helal olduğu şüpheli iki üç odun yakılmıştı" dedi.
Bir gün Hâce Hüsameddin'in haber vermesiyle, görevliler içki içen ve başka kötülükler yapan bir genci yakalayıp hapse attılar. Hâce hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsameddine sitem etti. O da: "Çok kötü bir gençtir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini iyi gördüğünden o sana kötü görünüyor. Fakat biz kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onu kötüleriz?"
Sonra o genci, hapisten çıkardılar. O genç, komşusu hâce hazretlerinin yakın alakası karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe ederek salihlerden oldu...
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin. Âmin...
.Ariflerin ışığı, velilerin önderi İmâm-ı Ahmed Rabbânî
2023-05-05 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-05-05 02:12:42
İmâm-ı Ahmed Rabbânî hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlimdir. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, İslam âlimlerinin göz bebeğidir. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür.
1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. "İmam-ı Rabbani" ismiyle tanınmıştır. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Farukî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir... Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, "İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Farukî Serhendî"dir.Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı... İlminin çoğunu babası Abdülehad Efendi'den, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bıraktı...Hace Muhammed Bakibillahın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki:İmam-ı Rabbani'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu...İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, imam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Bu yüce İmamın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. İslam âleminde imam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. [Mektubat'ın birinci cildi Müjdeci Mektuplar adı altında Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. İkinci ve Üçüncü cildlerdeki mektuplardan da bir kısmı da Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında yayınlanmıştır.] ***İmam-ı Rabbani hazretleri, m. 1624 (h.1034) senesinde Serhend'de 63 yaşında vefât etti. Evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan Padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine türbe yaptırdı. Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...
.Ehl-i sünnetin reisi İmam-ı a’zam Ebu Hanife
2023-05-06 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-05-06 02:06:25
Bugün, İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin vefat yıl dönümüdür...
İmam-ı a’zam hazretleri Ehl-i sünnetin reisidir. Asıl adı Numan’dır. Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehit edildi...
İmam-ı a’zam, küçük yaşta Kur’ân-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Hocası Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Tasavvuf bilgilerini ise Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu.
İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi.
***
İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi... Otuz yıllık müddet içinde, derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
***
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükûmet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit oldu...
Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi.
“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi... Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...
.Namazı camide kılana verilen kurtuluş beratı!
2023-05-12 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-05-12 02:03:58
Cemaatle namaz kılmak Sünnet-i hüda, yani İslam’ın şiarı olan mühim sünnettir. Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan 25 veya 27 derece daha faziletlidir.
Namazları camide kılmanın, ayrı bir sevabı vardır. Yani camide namaz kılmak, evde kılmaktan daha sevabdır. Hadis-i şeriflerde mealen buyuruldu ki:
(Evde kılınan namaza bir sevab, mahalle mescidinde yirmi beş sevab, Cuma namazı kılınan büyük camide beş yüz sevab, Mescid-i Aksa'da beş bin sevab, Medine'deki bu mescidimde elli bin sevab, Mescid-i haramda [Kâbe'de] yüz bin sevab vardır.) [İbni Mace]
(Evi mescide uzak olanın [her adımına sevap verileceği için] sevabı daha fazladır.) [Buhari]
(Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılmak, münafıklara çok ağır gelir. Eğer bundaki ecri bilselerdi, sürünerek de olsa, cemaate gelirlerdi. Namaza gelmeyenlerin evlerini yakmak istedim.) [Buhari]
(Bir kimse, kırk gün sabah namazının ilk tekbirine yetişirse, kendisine iki berat yazılır: Cehennemden kurtuluş beratı ile münafıklıktan eminlik beratı.) [Ebuşşeyh]
Emir-ül-müminin Hazreti Ömer (radıyallahü anh) bir sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, mesciddekilere bakıp, aralarında bir kimseyi göremeyince "Filanca kimseyi aranızda göremiyorum" dedi. Cemaattekiler; “Efendim, o geceleri sabaha kadar ibadet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır” deyince, Emir-ül-müminin buyurdu ki: “Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemaatle kılsaydı, daha iyi olurdu.”
Din büyükleri buyuruyor ki: "Mescidler Allahü tealanın evidir. Herkes misafirini kendi gücüne, kendi imkânına, kendi iktidarına göre ağırlar. Cenab-ı Hak da, 'Benim evime geleni kendime has olan şekilde, bana layık olan şekilde ağırlarım' buyuruyor."
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki:
"Bizim dinimiz müminlerin bir araya gelmesi üzerinde çok duruyor. Mesela cemaatle namaz kılmak bunlardan birisidir. Efendim gayr-i müslim bir ülkenin devlet başkanını namaz kılarken görsek Müslüman olabilir de olmayabilir de diyebiliriz. Ama cemaatle namaz kılıyorsa içi kâfir de olsa ona mutlaka Müslümandır deriz. Çünkü cemaat İslam alametidir. Müminler cemaatle namaz kıldı mı hiç şüphe etmemeli, 'bu Müslümandır' demelidir. Çünkü o kadar insanın şahitliğini Allahü teâlâ reddetmez..."
Herhangi bir sebeple camiye gidemeyen, ev halkıyla veya misafirleriyle kılarsa, cemaat sevabına kavuşur. Ancak, pandemi, koronavirüs günleri geride kaldı. Mazereti olmayan müminler namazlarını camide cemaatle kılmaya gayret etmeli, bildirilen bu müjdelerden mahrum kalmamalıdır.
.Sırlar denizinin dalgıcı Muhammed Masûm Fârûkî
2023-05-13 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-05-13 03:02:34
Muhammed Masûm Fârûkî "rahmetullahi teâlâ aleyh" hazretleri, evliyanın meşhurlarındandır. Silsile-i aliyyenin yirmi dördüncüsüdür. İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruhümâ" hazretlerinin üçüncü oğludur. Hicri 1007 yılında Serhend'de doğdu, 1079 [miladi 1668] senesinde orada vefât etti. Mübârek babası, türbesinin birkaçyüz metre kuzeyindeki büyük türbededir...
Muhammed Masûm Fârûkî hazretleri, daha üç yaşında iken, kelime-i tevhid söylerdi. Kur'ân-ı kerimi kısa zamanda ezberledi. 11 yaşında iken, zikir ve murakabe yolunu babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden aldı. Babası istidadının yüksekliğini anlayınca, "Hâl, ilimden sonra olduğu için, önce ilim okumak gerekir" buyurup oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmaya başladı. Ona, "İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz var" buyururdu. 14 yaşında iken babasına, "Kendimde bir nur görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır" diye arz edince, babası, "Sen zamanın kutbu olursun" müjdesini verdi. Daha sonra kendisi, "Allahü teâlâya hamd olsun. Babamın müjdelediğine kavuştum” demiştir...
16 yaşında iken, bütün ilimlerin tahsilini bitirip tasavvufa yöneldi. Babasının feyizlerine kavuştu. Kendisi de "O esrar denizlerinin dalgıcı oldum” buyurmuştur. Öyle yetişti ki, onun bereketi ve feyizleri bütün âleme yayıldı. İslam tarihinde hidayeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. 900 bin kişi ona talebe olmuş, talebelerinden 140 bini evliyalık mertebelerine kavuşmuş, 7 bini de mürşid-i kâmil olmuştur. Talebeleri onun huzurunda bazen bir ayda, bazen bir haftada evliya olurlardı. Bazılarını bir teveccühte, makamların hepsine ulaştırırdı.
Babası ömrünün son günlerinde ona "Benim bu dünyada kalmam yalnız kayyumluk vazifesi sebebiyle idi. Bu artık sana verildi. Bu dünyadan göç etmem yaklaştı" buyurmuştur...
Muhammed Masûm Fârûkî hazretlerine, "Urvet-ül vüska" denmiştir, yapışılacak sağlam ip demektir.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
“Teberri etmedikçe, tevelli olmaz. Yani uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Farzları herkes yapabilir; ama haramlardan herkes kaçamaz. Ancak salihler kaçar. İyi olan da kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez.”
"Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği birçok hadis-i şerif ile bildirilmiştir." (C.1, m.182)
."Kalk, namaz vakti geçmek üzere!.."
2023-05-19 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-05-19 01:53:51
| | |