ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
İşte davasında samimi olup hakikati arayan bir alevi ile yapılan kısa tartışma ve alınan netice…
“ŞEYTAN TAŞLAMA’NIN İSLAM’DA YERI YOK” DIYEN B.BAYRAKLI ‘YA
EYLÜL 17, 2011 · YAZAR ISMAILAGA · BAYRAKTAR BAYRAKLI IÇINDE. ·
İSLAMA EN ÇOK ZARAR VEREN YİNE ETİKETİ BİR PROF. OLAN BAYRAKTAR BAYRAKLIYA REDDİYEDİR.
MARMARA ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM ÜYESI ILAHIYATÇI PROF. BAYRAKTAR BAYRAKLI, TELEVIZYON PROGRAMINDA ŞEYTAN TAŞLAMANIN İSLAM’DA YERI OLMADIĞINI YOK, “ABUK SUBUK IŞLER YAPILIYOR” DEMEKLE NASIL BIR LAF ETTIĞINI HATTA GERI DÖNÜŞÜ OLMAYAN BIR KELIME ETTIĞINI BUNUN INKARININ TEKFIR SEBEBI OLACAĞI HAKKINDAKI BEYANLARI DELILLERIYLE ORTAYA KOYACAĞIZ…
BIRŞEYIN ASLI OLMASI IÇIN MUTLAKA HADÎS-I ŞERÎF ILE BILDIRILMESI LÂZIM DEĞILDIR (KI ŞEYTAN TAŞLAMA HADISLERLE NASIL OLACAĞINA KADAR BELIRTILMIŞTIR. FIILI BIR SÜNNETTIR.) DÎNIMIZDE DÖRT DELIL VARDIR BUNLARIN BIRISINDE VARSA, BAŞKA DELIL ARANMAZ BÜTÜN FIKIH KITAPLARINDA ŞEYTÂN TAŞLAMANIN VÂCIB OLDUĞU BILDIRILMEKTEDIR. ( 4 MEZHEBIN BU KONUDA ICMASI VARDIR.)
INKARI ISE KÜFÜRDÜR. VACIP OLUŞUNUN DELILI, RASÛLULLAH (S.A.S.)’IN SÜNNETINE DAYANAN ÜMMETIN ICMAIDIR.[ EL-KÂSÂNÎ, BEDÂIÜ'S-SANÂYI, II, 136]
İNSANIN AKLINA ŞU SORU BU ADAMLAR KONUSURKEN GELIYOR.. MEZHEB İMAMLARI ANLAMADIDA BU CAHİLLER Mİ ANLADI ?
ŞEYTAN TAŞLAMA (REMY-I CIMAR) BU HUSÛSTA BIRKAÇ HADÎS-I ŞERÎF ŞÖYLE: RASULULLAH EFENDIMIZ SALLALAHU ALEYHI VESSELLEM BUYURDULAR KI ; “İBRAHIM (A.S.) HAC MENÂSIKI IÇIN GELDIĞINDE AKÂBE CEMRESI YANINDA ŞEYTAN ONA GÖRÜNDÜ. İBRAHIM (A.S.) ONA YEDI TAŞ ATARAK YERE SERDI. İKINCI CEMRE YANINDA TEKRAR HZ. İBRAHIM’E GÖZÜKTÜ, AYNI ŞEKILDE YEDI TAŞ ATARAK YERE SERDI. ÜÇÜNCÜ CEMRE YANINDA YINE GÖZÜKÜNCE AYNI ŞEKILDE YEDI TAŞ ATTI, NIHAYET ŞEYTAN YERIN DIBINE GEÇTI” BUYURMUŞLARDIR. (AHMED BIN HANBEL, 1, 297,HÂKIM, İBNI HUZEYME).
HZ. AIŞE (RADIYALLAHU ANHÂ) BU HAC FIILLERININ YERINE GETIRILMESININ ESAS SEBEBINI ŞÖYLE ANLATIYOR: “RESÛLULLAH (ALEYHISSALÂTU VESSELÂM) BUYURDULAR KI: “BEYTULLAH’I TAVAF ETMEK, SAFÂ VE MERVE ARASINDA SA’YETMEK VE ŞEYTAN TAŞLAMAK ALLAH’I ZIKRETMEK IÇIN EMREDILMIŞTIR” EBU DÂVUD, MENÂSIK 51, (1888); TIRMIZÎ, HACC 64, (902).
“HAC ILE ILGILI MENASIKINIZI (BU IBADETI OLUŞTURAN UYGULAMALAR) BENDEN ÖĞRENIN” (MÜSLIM)
YÂ RESÛLALLAH, BU TAŞLARI ŞEYTÂNA ATMAKTAKI MÜKÂFATIMIZ NEDIR?) DIYE SORANA, BUYURDU KI: (BUNUN MÜKÂFATINI, EN ÇOK MUHTAÇ OLDUĞUN KIYÂMETTE, RABBININ KATINDA BULACAKSIN!) [TABERÂNÎ]
HACDA ŞEYTAN TAŞLAMA AYETLE SABITTIR. ALLAH TEALA ŞÖYLE BUYURMUŞTUR:
«ALLAH’I SAYILI GÜNLERDE ANIN. KIM ACELE EDER, (MINA’DAN) IKI GÜNDE DÖNERSE, ÜZERINDE BIR GÜNAH KALMAZ. KIM DE GERI KALIRSA, ONUN ÜZERINDE DE GÜNAH KALMAZ. BU, SAKINANLAR IÇIN BÖYLEDIR. ALLAH’TAN SAKININ. BILIN KI, SIZ ONUN HUZURUNA TOPLANACAKSINIZ.» (BAKARA, 2/203)
SÜLEYMAN B. AMR B. EL AHVAS’IN ANASI ŞÖYLE DIYOR:
«BEN RASÛLULLAH (S.A.S.)’IN KURBAN BAYRAMI GÜNÜ AKABE CEMRESI YANINDA VADININ ORTASINDA DURUP CEMREYE YEDI TAŞ ATTIĞINI, HER TAŞLA BIRLIKTE TEKBIR GETIRDIĞINI VE TAŞLARI ATTIKTAN SONRA ORADAN AYRILDIĞINI GÖRDÜM.» [İBN MÂCE, MENÂSIK, 64]
RESULULLAH EFENDIMIZIN ŞEYTAN TAŞLAMAYA YAYA GIDIP GELDIĞI TIRMIZI’DEKI HADIS-I ŞERIFTE BILDIRILMEKTEDIR.
HZ. AIŞE (RADIYALLAHU ANHÂ), BU HAC FIILLERININ YERINE GETIRILMESININ ESAS SEBEBINI ŞÖYLE ANLATIYOR:
«RESÛLULLAH (ALEYHISSALÂTU VESSELÂM) BUYURDULAR KI: “BEYTULLAH’I TAVAF ETMEK, SAFÂ VE MERVE ARASINDA SA’YETMEK VE ŞEYTAN TAŞLAMAK ALLAH’I ZIKRETMEK IÇIN EMREDILMIŞTIR.» [EBU DÂVUD, MENÂSIK 51, (1888); TIRMIZÎ, HACC 64, (902)]
CÂBIR (R.A.), PEYGAMBER (S.A.V.)’IN KURBAN GÜNÜ BINEĞININ ÜZERINDE OLDUĞU HALDE CEMRELERE TAŞ ATARKEN ŞÖYLE DEDIĞINI RIVAYET EDER:
«MENÂSIKINIZI BENDEN ALMANIZ IÇIN BÖYLE YAPIYORUM. ÇÜNKÜ BU HACCIMDAN SONRA TEKRAR HACCEDECEĞIMI BILMIYORUM.» [MÜSLIM, HAC, 310.]
SÜLEYMAN B. AMR B. EL-AHVAS’IN ANNESI:
«”PEYGAMBER (S.A.V.)’I VADININ ORTASINDA GÖRDÜM ŞÖYLE DIYORDU: “EY INSANLAR! BIRBIRINIZI ÖLDÜRMEYIN. CEMRELERI ATTIĞINIZ ZAMAN NOHUT TANESI BÜYÜKLÜĞÜNDE TAŞLAR ATINIZ”. DEMIŞTIR.» [EBU DAVUD, MENÂSIK, 77.]
İBN ABBAS ISE ŞÖYLE DIYOR:
«HZ. PEYGAMBER (S.A.S.); GEL BENIM IÇIN TAŞ TOPLA, DEDI. BEN DE FISKE TAŞI BÜYÜKLÜĞÜNDE ÇAKIL TAŞLARI TOPLADIM.” TAŞLARI AVUCUNA KOYUNCA ŞÖYLE DEDI: “İŞTE BUNUN GIBI TAŞ ATINIZ! DINDE AŞIRI GITMEKTEN SAKININIZ. ŞÜPHESIZ SIZDEN ÖNCEKILERI, DINDE AŞIRI GITMEK HELÂK ETMIŞTIR.» [NESÂÎ, MENÂSIK, 217.]
Tefsir yazmak Cenab-ı Allah’ın muradını açıklamak demektir. Bir bakıma Allah adına konuşmak anlamına gelir ve son derece mesuliyetli bir iştir. Bu sebeple eski alimler diğer alanlarda genç yaşlarda eser yazdıkları halde, eğer tefsir yazacaklarsa bunu ekseriya ömürlerinin sonlarına bırakır, bütün ilimlerde ihata kesp ettikten sonra ancak Allah’ın ayetlerini açıklama cesareti gösterirlerdi. Modern zamanlarda ne yazık ki bu hassasiyet kalmamıştır. Artık İslamî düşünüş biçimini topluma açmak isteyen hemen her ilim ve düşünce adamı ilk iş olarak açıklamalı meal veya Kuran sözlüğü gibi Kuran-ı Kerim üzerine bir şeyler yazmayı deniyor. Şahsî fikirlerini Allah’ın kelamı üzerinden deklare etmek halk üzerinde daha etkili bir yoldur. Tabi meselenin ticarî boyutu da var. Maalesef Türkiye’de “Kuran İslamı” söyleminin büyüsüne kapılan kesimin meal talebi, yayınevleri için iştah kabartıcı boyutlardadır.
Son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında boy gösteren Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın tefsiri de ilginç ve iddialı yorumlarıyla toplumda hayli yankı uyandırdı. Çevremizden bir çok kimsenin Bayraklı’nın tefsiri hakkındaki sorularına muhatap olduk. Allah’ın kelamını en doğru şekliyle anlama azminde olan müminin tefsir ve diğer dinî kitaplar hakkında ihtiyatlı olması son derece isabetli bir tutumdur. Tabi bu durum bize de önemli sorumluluklar yüklüyor. Bir eseri gereği gibi incelemeden hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir beyanında bulunmak doğru olmayacağından Bayraklı’nın tefsirinin bir nüshasını temin ederek eseri incelemeye başladık. Bir grup arkadaş bir yandan tefsiri inceliyor, bir yandan da göze çarpan sorunlu hususları not alıyorduk. İnceledikçe Bayraktar beyin lüzumsuz ve mesnetsiz yorumlarından bezginlik geldi. Sonuçta, bir kelime üzerine fındık kabuğunu doldurmayan ve çoğu tutarsız yığınla laf u güzafla boşa vakit harcamak yerine, modern dönem tefsir yazarları için adeta karın ağrısı haline gelmiş bazı konuları esas alarak tefsiri değerlendirmeyi daha doğru bulduk. Bunun üzerine yazarın, münhasıran nesh, recm, mucize ve nüzul-i İsa gibi konuların irtibatlı olduğu ayetler hakkındaki görüş ve yorumlarına yoğunlaşmaya karar verdik. Bu makale, Bayraklı’nın bu ve benzeri spesifik konulardaki yaklaşımlarını incelerken aldığımız notlardan bir bölümünü kamuoyuyla paylaşmak düşüncesiyle kaleme alındı.
“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri” gerçek anlamıyla bir tefsir midir?
Hem bu soruya verilecek cevaba bir giriş olarak hem de Bayraktar Bayraklı’nın tefsiriyle ilgili tahlillerimizin zemin ve çerçevesi hakkında okuyucuya ön bilgi olarak tefsir kelimesinin kavramsal yapısıyla ilgili kısa bir açıklama yapmamız yerinde olur. Kaynaklarda tefsir kavramıyla ilgili zikredilen tariflerin genelinden anlaşıldığına göre bu kelime, ayetlerin, literal verilere dayalı olarak zahir anlamlarının açıklanması ve bu yolla murad-ı ilahînin tespitine çalışılması anlamına gelir[1]. Murad-ı ilahîyi tespit amacına matuf olması bakımından tefsir, ancak peygamberimiz, sahabe ve tabiin müfessirlerinden nakledilen verilerden hareketle yapılır. Bu bakımdan ayetleri tefsir ederken elde ayet, hadis, sahabe veya tabiin görüşü gibi literal veriler bulunması zorunludur. Bunun yanında kelimelerin zahir ve muhtemel anlam çerçevesini aşmamak için Arap dilinin teârufunu/yaygın kullanımını dikkate almak gerekir. Şu halde muteber delile dayanmayan veya Arap dilinin teârufunu zorlayan ayet yorumları tefsir olarak değerlendirilemez. Bu tür yorumlar, sahibinin, murad-ı ilahîyi keşfetmekten çok Kuran’a bir şey söyletme çabasını yansıtır.
Şimdi bu kavramsal arka plandan sonra Bayraktar beyin tefsirini incelediğimizde onun tefsirinin kavramsal anlamıyla bir “tefsir” olmadığını, belki Bayraktar beyin “ayetler hakkındaki şahsî yorumları” olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Ayet tefsiri ile ayet yorumu arasında önemli kavramsal bir fark olduğunu düşünüyoruz. Zira tefsir, belli usul ve kaideler muvacehesinde hareket etmek kaydıyla, menkul/me’sur verilere paralel olarak yapılır. Ve murad-ı ilahîyi tespit gayesine matuf olduğundan ancak derin bir takva hissiyatı içinde gerçekleşir. Bunun mukabili günümüzde yaygın olarak kullanılan “yorum” kelimesidir ve belli bir yönteme bağlı ilmî izahlardan çok sıradan ve sübjektif açıklamaları da içine alacak geniş bir kaplama sahiptir. Tefsirde olduğu gibi kendisini hem besleyen hem de kontrol eden tarihî arka planı da yoktur. Bu bakımdan yorum adı altında kuru spekülasyonlarla ayetlerin çarpıtılması vakıasına pek sık rastlanır.
Bayraktar beyin ayetlere getirdiği açıklamaları tefsirden çok birer yorum olarak değerlendirmekle kendisine haksızlık ettiğimizi düşünenler için söylüyoruz: Bayraktar bey, ayetleri açıklarken zaman zaman konuyla ilgili başka ayetlerden yararlansa da, ne Resulüllah efendimizin hadislerine ne sahabe ve tabiinin görüşlerine itibar etmediğinden hadis ve âsâr birikiminden neredeyse hiç faydalanmadığını söylemek herhalde abartı sayılmaz. Hatta faydalanmak şöyle dursun, ayetlere önemli açılımlar getiren bazı sahih ve mütevatir hadisleri dahi, ayetten çıkarmak istediği anlamla örtüşmediğinden uydurma olmakla itham etmiştir.
Sözgelimi yazar, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasıyla ilgili ayetleri açıklarken nüzûl-i İsa konusunda vârid olan onlarca sahih hadisin bir çırpıda uydurma olduğunu söyleyebilmiştir. (c. 4, s. 135-139) Bunu söylerken, iddiasını desteklemek maksadıyla da olsa, mevcut hadislerin hiçbiri üzerinde ne senet ne de metin kritiği yapma ihtiyacı hissetmemiş, adeta dediğim dedik, çaldığım düdük mantığıyla sorumsuzca bir tavır sergilemiştir. Böylece yazar, mezkur ayetleri sahih hadislere göre anlamak yerine, hadislere rağmen anlamaya kalkışmıştır. Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu lakayt tutum nedeniyledir ki, Bayraktar beyin yaptığı işi bir tefsir olarak görmüyoruz. Bu kısa açıklamadan sonra tefsirle ilgili değerlendirmemize geçebiliriz.
“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri”ndeki sorunlar
Bayraktar beyin tefsirini incelerken karşılaştığımız ana sorunları metot, kaynak, tasavvur ve dil sorunu olmak üzere dört başlıkta özetleyebiliriz.
a) Metot sorunu
Tefsirde öne çıkan ilk sorun metot sorunudur. Bayraklı ayetleri neye göre açıklamıştır, takip ettiği belli bir yöntem var mıdır, yoksa bütün söyledikleri birer spekülasyon mudur, doğrusu yazar bu konuda okuyucuya güven vermiyor. Yazarın önsözde, takip ettiği metot hakkında verdiği bilgiler gerçekçi değildir. Dört başı mamur bir Kuran tefsiri için yeterli olmamakla birlikte yazar, bunların bile hakkını verememiş, tefsirin ilerleyen bölümlerinde önsözü okuyup heyecanlanan okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmıştır. Sözgelimi yazar önsözde ayeti ayetle açıklama metoduna bağlı kaldığını ifade etmesine rağmen (c. 1, s. 61) ön kabullerine uymayan konularla ilgili ayetlerde bu metodu hiç hatırlamamış, ayetleri bir bütün olarak anlamak yerine parçacı bir yaklaşımı tercih etmiştir. Çoğunlukla ayetler arasında âm-hâs, mutlak-mukayyed, mücmel-müfesser, muhkem-müteşabih dengesini kuramadığından ayetlerdeki anlam örgüsünü çözememiştir.
Bunu bir örnekle somutlaştırmak için Bayraklı’nın Nisa 7, 11, ve 32. ayetlere getirdiği yorumları birlikte inceleyelim. Sırasıyla bu ayetlerin mealleri şöyledir: “Anne-baba ve en yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır. Kadınlara da anne-baba ve en yakınların bıraktıklarının azından da çoğundan da farz kılınmış pay vardır.” (Nisa, 7), “Allah sizlere, miras taksiminde çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı verilmesini emrediyor.” (Nisa, 11), “Bir de Allah’ın bazınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri istemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisâ, 32)
Görüldüğü gibi birinci ayette sadece, erkeklerin ve kadınların mirastan mutlak olarak pay sahibi oldukları bildirilmiş ve fakat bu pay açıklanmamıştır. Şu halde bu ayet payların miktarı konusunda mücmeldir. İkinci ayet bu ayetin bıraktığı noktadan devam ederek erkekle kadının paylarını açıklayıp bir yandan birinci ayetin mücmel tarafını tefsir ederken diğer yandan meseleye son noktayı koymaktadır. Şu halde ikinci ayet kadının payının erkeğin payının yarısı olduğunu bildirir. Son ayete gelince Bayraktar beyin bu ayeti erkekle kadının miras paylarını bildiren ayetler grubuna dahil etmesi pek sağlıklı görünmemektedir. Öyle görünüyor ki, yazar bu ayeti, birinci ayetten çıkarmak istediği “eşit miras” anlayışına yakın bulduğu için anılan kategoriye sokmak istemiştir. Zira sahabe ve tabiinden nakledilen tefsirler ekseriyetle bu ayette geçen payların fazilet ve sevap gibi uhrevî boyutu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki mezkur ayeti mirasla alakalı gören azınlık selef müfessirleri de anılan payları yazarın anladığı gibi anlamamışlardır. Bu ayette kadına nispet edilen payı, Nisa 11. ayette bildirildiği üzere erkeğin payının yarısı olacak şekilde tefsir etmişlerdir[2].
Bayraklı’nın yorumlarına bakılacak olursa o, anılan ayetleri miras paylaşımına farklı düzenlemeler getiren birbirinden bağımsız ayetler olarak görmüştür. Ona göre, birinci ve üçüncü ayetler erkekle kadınının paylarının eşit olduğunu, ikinci ayet erkeğin payının kadının payından iki kat fazla olduğunu göstermektedir. Bayraklı’ya göre, erkeğin çalışıp kazanması mevzubahis olduğunda ikinci ayet esas alınmalı ve erkeğe kadının iki katı pay verilmelidir. Kadının da erkek gibi çalışıp kazanması söz konusu olduğunda ise birinci ve üçüncü ayetler esas alınarak kadına da erkeğin payına eşit pay verilmelidir. (c. 5, s. 53, 54)
Hakikat şu ki, Bayraklı, hadis ve âsâr birikimden şükran duygularıyla faydalanıp makul izahlarda bulunmak yerine “orijinal düşünceler” uğruna ayetleri çarpıtmıştır. Bir defa birinci ayette kadınla erkeğin paylarının eşit paylar olduğuna dair hiçbir beyan yoktur. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, birinci ayet herhangi bir miktar belirlemesi yapmadan sadece kadınların miras payına sahip olduğunu göstermektedir. Asıl payların açıklaması ikinci ayete bırakılmıştır. Burada Bayraktar bey, büyük ihtimalle ayette geçen “nasîbün” kelimesinin Türkçe meallerdeki karşılığı olan “bir pay” ifadesini çarpıtarak ondan erkeğe de kadına da birer pay verildiği sonucunu çıkarmıştır. Oysa burada geçen “bir”in, “iki”nin yarısı anlamında rakamsal bir çağrışımı bulunmamaktadır. Buradaki bir, şairin kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün dediği gibi, Türkçe’de belirsizlik ifadesi olarak sıkça kullanılan “bir” kelimesidir[3].
Bunun yanında yazar neshi inkar eden biri olarak mütârız ayetler karşısında da epey bocalamıştır. Bu gibi yerlerde yazar, murad-ı ilahîyi tespitten çok ayetleri kendi düşüncesiyle örtüştürmenin kaygısıyla hareket etmiştir. Bu konuya bir misal olması için yazarın, kocası ölen kadının iddetini bildiren şu iki ayetle alakalı yorumlarına bakalım. Söz konusu ayetler mealleriyle şöyledir: “İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler.” (Bakara, 240), “İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.”(Bakara, 234)
Görüldüğü gibi birinci ayette kocası ölen kadının iddeti bir sene olarak bildirildiği halde bu süre ikinci ayette dört ay on gün olarak ifade edilmiştir. Müfessirler ikinci ayetin birinci ayeti nesh ettiğini kabul etmiş ve kocaları ölen ve hamile olmayan kadınların iddetinin dört ay on gün olduğunu bildirmişlerdir. Bayraklı neshi inkar eden biri olarak, çelişkiye düşmek pahasına da olsa, bu ayetlerin her birini ayrı ayrı ele almıştır. Kendi ifadeleriyle Bayraklı’nın ayetlerden çıkardığı sonuç şöyledir: “Görüldüğü gibi Kur’an, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra, gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evlenir; isterse de ölen kocasının vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldıktan sonra evlenebilir.” (c. 3, s. 179-180) Bir defa ayetlerden, ucu açık ve kimin neye göre hareket edeceği tam olarak belli olmayan sonuçlar çıkarmak tefsir yazmanın amacına aykırıdır. Ayrıca yazar burada birbirlerine aykırı hükümler ihtiva eden söz konusu iki ayeti, sırf neshi iltizam etmemek için böyle muğlak beyanlarla geçiştirmek zorunda kalmıştır. Bayraklı, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanındığını ilgili ayetlerin neredesinden çıkarıyor, anlamış değiliz. Söz konusu iki ayet de belli hükümler getiren normatif bir üslubu haizdir. Bu gibi ayetlerde geçen ihbar cümlelerinin inşaî karakter arz ettiği hususu teşrî dilini bilenlere gizli değildir. Bunun dışında Bayraklı’nın yorumunun tekabül ettiği bir pratik gerçeklik de söz konusu değildir. Hangi kadın dört ay on gün ile bir yıl iddet beklemek arasında tercih hakkına sahip kılınsa bir yıl beklemeyi tercih eder?!
Metot sorunuyla alakalı olarak Bayraklı’nın kelimeleri anlamlandırırken dikkatimizi çeken ilginç semantik anlayışına da temas etmemiz gerekir. Bayraklı, gerek sözlükte gerekse Kuran’da bir kelime şöyle ya da böyle hangi anlamlarda kullanılmışsa bunların hepsini aynı kelimeye uygulamaya kalkarak ciddi anlam kargaşasına yol açmaktadır. Bu yaklaşım kendi ifadesiyle “orijinal şeyler üretmek” olarak görülse de, hakikatte Kuran kelimelerine yapılan bir işkencedir. Sözgelimi içinde “talak” lafzı geçen bir ayeti tefsir ederken bu kelimenin Kur’an’da boşamak, öne atılmak, yola koyulmak, gitmek veya kekeleşmek manalarında kullanıldığını söyleyen Bayraklı, bakın bütün bu manaları boşama ayetine nasıl uygulamaktadır: “Bütün bu manaları “talak/boşama” konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz: Eşlerden biri, özellikle erkek ‘öne atılarak’ nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için ‘yola çıkmakta’ ve böylece ‘aile bağını’ hukuka ‘dolamaktadır’. ‘Dilin dolaşması’ gibi karı-koca arasındaki iletişimin de dolaşması, yani kopması söz konusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşen Hz. Musa’nın göğsünün daralması gibi, karı-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı verilmiştir. (c.3, s.141)
T-l-k kökünden gelen bütün kelimeleri toplayıp üzerine boca ettiği talak kavramına kimsenin aklına gelmeyecek bir imge yüklemeye çalışan Bayraklı’ya birinin kırdığı çanakları söylemesi gerekiyor. Kendilerine “t-l-k” kökünün kekeleşme anlamında kullanıldığına dair delil olarak getirdiği ‘la yentaliku lisâni’ (Şuarâ, 13) ayetinde yer alan ‘yentaliku’ kelimesini yanlış anladığını hatırlatmak isteriz. Bu kelime “kekeleşme” değil aksine fasih ve güzel konuşmak anlamına gelir. Ve Arap dilinde fasih ve güzel konuşan kişi için Talîku’l-lisan denir. Ayette bu kelimenin Hz. Musa’nın kekeleşmesi için kullanılması, önüne eklenen olumsuzluk edatı “lâ” sebebiyle olumsuz haliyle kullanılmış olmasındandır. Yoksa kelimede kekeleşmek diye bir anlam asla söz konusu değildir.
b) Kaynak sorunu
Bayraktar beyin tefsirinin önemli bir eksikliği kaynak fakiri olmasıdır. Tefsirin ne klasik ne de modern zengin bir bibliyografyası olmadığını her okuyucu fark eder. Klasik kaynaklar içinde müellif ağırlıklı olarak Beyzavî, Nesefî, Hâzin ve Fahrurrazî’den yararlanmıştır. Yazarın Fahrurrâzî’den istifadesi ağırlıklı olarak Mutezile’nin ayetlere getirdiği aykırı yorumları tespit edip bunları, kendisine ait orijinal birer yorum gibi sunmak içindir.
Taberî ve İbn-i Kesîr gibi rivayet tefsirlerinden, el-Ferrâ’nın Meâni’l-Kuran’ı ve Ebu Hayyan’ın el-Bahru’l-Muhît’i gibi lügavî tefsirlerden istiğna ile kayda değer bir tefsir faaliyetinin gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ayrıca ahkam ayetleriyle alakalı olarak el-Cessas, İbnü’l-Arabî ve el-Kurtubî gibi fakihlerin ahkam tefsirlerinden faydalanmamış olması da bu ayetlerle ilgili açıklamalarının çok naîf olması sonucunu doğurmuştur.
Modern kaynaklar konusunda da tefsirin ciddi kaynak kıtlığı sorunu vardır. Bu bapta yazar genelde, Elmalılı, Süleyman Ateş ve Muhammed Esed’in meal ve tefsirlerinden yararlanmıştır. “Yeni bir anlayışın ışığında Kuran tefsiri” diye takdim edilen bu tefsirin yeni kaynaklar konusunda fakirlik çekmesi müellifin bu çabasının arkasında ilmî gayelerden öte medyatik ve sansasyonel amaçların yattığının bir göstergesi olarak da okunabilir. Aslında Bayraklı’nın önsözdeki şu ifadelerini hatırlayınca kaynak kıtlığı konusundaki mazuriyetini teslim etmek gerekiyor: “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur’an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.” (c. 1, s. 63) Orijinal şeyler üretme sevdasında olan bir yazarın kaynakla ne işi olur ki?
Bayraktar Bayraklı’nın önemli bir kaynak sorunu olarak onun hadis ve âsardan faydalanmaması da tefsir adına büyük bir talihsizliktir. Bayraklı ayetleri tefsir ederken ne Peygamber efendimizden nakledilen hadislerden ne de sahabe veya tabiinden nakledilen âsardan faydalanmıştır. Bu bakımdan tefsirin rivayet boyutu oldukça zayıftır. Ayrıca yazar, Kuran’ın nüzul dönemi itibarıyla kelimelerin lügavî ve örfî manalarını tespit için erken dönem lügat ve edebiyat kaynaklarından yararlanmış da değildir. Bu yönüyle yazarın ayetlere getirdiği açıklamaların Arap dilinin doğasına yabancı kaldığına çok defa şahit olmuşuzdur. Mesela Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın ruhunun üflenmesiyle ilgili ayetlerden birinde Hz. Meryem’e işaret eden zamir müzekker/eril kalıbında, diğerinde ise müennes/dişil kalıbında gelmiştir[4]. Arap dilinde zamirler çok yönlü kullanılmakla esneklik arz eder. Zaman zaman kelimenin farklı boyutları göz önünde bulundurularak müzekker kelimelere müennes zamir, müennes kelimelere de müzekker zamir gönderilmesi bu dilde garip karşılanan bir durum değildir. Nitekim anılan vakıayı anlatan ayetlerin birinde müennes kalıbında olan zamir Hz. Meryem’in bizzat kendisine, müzekker kalıbında olan zamir ise bir kelime öncesinde geçen Hz. Meryem’in fercine/ceybine (gerdan) işaret etmektedir[5]. Ferc kelimesi müzekker olduğu için ona râci zamir de müzekker olmuştur. Bu mesele hemen her klasik Arapça öğrencisinin fark edebileceği kadar basit bir meseledir. Ne var ki Bayraktar bey bu nükteyi kavrayamamış tarihî bir keşfin arifesindeki mûcid heyecanıyla buradan akıllara ziyan bir çıkarımda bulunmuştur. Bayraktar beye göre Hz. Meryem, bitkilerden fındık ve cevizde, hayvanlardan solucanlarda olduğu gibi hem erkeklik hem de dişilik mekanizmasına sahip garip bir yaratıktır. Ona göre Hz. Meryem’e işaret eden zamirlerden müzekker olanı onun erkek kişiliğini, müennes olanı da onun kadın kişiliğini ortaya koymaktadır. Böylece Hz. Meryem Hz. İsa’nın hem annesi hem de babası olmuştur. (c. 12, s. 514-515)
Aslında bu ve benzeri ayetlerde Bayraklı’nın mucizelere yaklaşımını da görmek mümkündür. Hz. İsa’nın anne rahmine düşmesi başlı başına bir mucizedir. Bayraklı bu gibi mucizeleri olağan hallere indirgemek için hemen her yolu dener; modern bilimde kıyısından köşesinden konuyu ilişkilendirebileceği en ufak bir teoriye bel bağlar, mucizeyi olağan fizikî sürece indirger. Görünüşte Bayraktar Bayraklı mucizeleri inkar etmiş olmuyor ama mucizeyi olağanlaştırmakla içini boşaltmış oluyor. Bayraklı’nın mucizelere bir mümin saflığında bakmadığı hususunu teyiden onun mucizelerle ilgili ayetleri müteşabih kabul ettiği yönündeki görüşüne temas etmeliyiz. Bayraklı’nın bu konudaki görüşlerini bizzat kendi ifadelerinden okuyalım: “Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih değillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler. (Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi). [Neml/40] Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs’ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar uzun bir mekandan getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp muhkeme dönüşür.” (Bkz., c. 3, s. 491) Burada da Bayraklı’nın mucizelere mesafeli yaklaştığını görmek mümkündür. Zira mucizeleri anlatan ayetlerin konusu itibarıyla müteşabihattan kabul edilmesi, onların içeriğinin bilinemeyeceği anlamına gelir. Bu ise mucizeleri olağanüstü haller olarak tarif eden ve mucizelere bu haliyle kayıtsız-şartsız teslimiyeti ilke edinen Ehl-i Sünnet’in duruşuyla örtüşmemektedir. Hatta sadece Ehl-i Sünnet’in değil, diğer itikadî fırkaların hemen tamamının mucize hakkındaki yaklaşımı böyledir. Ayrıca mucizeleri anlatan ayetlerin bilimsel gelişmelere paralel olarak bir gün müteşabih olmaktan çıkıp muhkem hale geleceğini düşünmek, mucizelerin doğrudan kabul edilemeyeceği, ancak bilimin referansıyla kabul edileceği yönünde bir anlayışa da kapı aralamaktadır. Ve nihayet belirtmeliyiz ki mucizeyi mucize yapan, onun “hariku’l-ade” (olağan üstü) özelliğidir. Bilimsel veya aklî (rasyonel) izahı yapılabilen şey esasen mucize değildir. Bayraklı’nın mucizeler konusundaki bu tutarsız yaklaşımı, onun ilgili ayetlere getirdiği izahlara da yansımıştır. Nitekim Bayraklı’nın; Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması (Bkz., c. 12, s. 473-480), Hz. İsa’nın çamurdan yaptığı kuş timsalini canlandırması gibi (Bkz., c. 4, s. 115; c. 6, s. 193) mucizelerle ilgili açıklamalarında belirsiz ve kendi içinde sorunlu bir dil kullanması da, onun mucizeler konusunda kafasının karışık olduğunu göstermektedir.
c) Tasavvur sorunu
Bayraktar Bayraklı’nın tefsirini incelerken karşılaştığımız en önemli sorun, onun ayetlere yaklaşırken bir türlü etkisinden kurtulamadığı modernist İslam tasavvurudur. Seküler din telakkisinin İslam dünyasına sızmasından bu yana, adeta bir virüs gibi islamî bünyeyi içten içe tahrip eden modernist İslam tasavvuru ne yazık ki Bayraktar Bayraklı’yı da derinden sarsmıştır.
Bayraktar bey, özellikle Hz. İsa’nın nüzülü, recm ve nesh gibi konuları ele alırken kullandığı argümanlarla bunu dışa vurmuştur. Sözgelimi onun recm konusuyla alakalı şu açıklamaları üzerinde dikkatle düşünmek gerekir: “…Netice olarak diyebiliriz ki, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlanarak öldürme tatbikatı, Yüce Allah’ın merhametine uygun değildir. Bir insana ölüm cezası verilebilir ama uygulaması bu şekilde olamaz.”, “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kur’ân’da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…”, “Genelde örnek olarak anlatılan Mâiz olayı, bir daha gözden geçirilip sorgulanmalı, sahabeye zina isnat etmenin doğruluğu araştırılmalıdır. Kurân ve İslam dini bizden bunu istemekte ve bu leke ile İslam’ı bir yere götüremeyeceğimizi öğütlemektedir.” (c. 13, s. 326-329)
Bayraklı’nın recm cezasıyla ilgili fikirlerinin kritiği bir yana burada dikkat çekmek istediğimiz husus, onun kullandığı argümanlarda kendini ele veren tasavvur sorunudur. Mesela bu konuda yazarın kullandığı “Allah’ın merhameti” söylemi, diğer modernistlerin kullandıkları “özgürlük” ve “eşitlik” gibi modern konseptler, modernist İslamcıların zihin ve ruh koordinatlarını teşkil ediyor. Modernist, dinî naslara kayıtsız bir zihin ve duru bir ruhla yaklaşıp Müslümanlığını naslara göre yapılandıramıyor. O, modern paradigmanın dayattığı, konjonktürel söylemlere göre nasları tenkit süzgecinden geçirerek imanda seçici davranıyor; modern algıyla örtüşen hükümleri alıp örtüşmeyenleri reddederek bir bakıma naslara rezerv koymuş oluyor.
Bayraklı’ya şunu sormadan edemiyoruz. Allah’ın merhametinden ne anlıyorsunuz? Allah’ın merhametinin, sınırları belirlenmiş, eşit bir tarifi var mıdır? Eğer varsa böyle bir tarifi kim neye dayanarak yapmıştır? Bayraktar bey neden aynı gerekçeyle, kafir ve fasıkların cehennemde yanacağını da reddetmiyor, doğrusu merak ediyoruz. Taşlanarak öldürülmek ilahî merhamete ters düşüyorsa, alevlerin içinde eriyip kavrulmak nasıl izah edilebilir. Cehennem ateşiyle cezalandıracağına inandığımız aynı Allah’ın, taşlanarak öldürme cezasını meşru kılmış olabileceğini kabullenmemenin makul bir izahı olabilir mi? Hz. Peygamber efendimizin recm cezasını uyguladığı hususunda inkarı kabil olmayan pek çok sahih hadis vardır. Hal böyleyken recm cezasının ilahî merhamete sığmadığını ileri sürmek, peygambere Allah’ı tanıtmaya kalkışmak gibi ölçüsüzce bir işgüzarlık değil de nedir?
Burada recm cezasının dindeki yeri ve delilleri hakkında konuşacak değiliz ama şu kadarına da değinmeden geçemiyoruz. Hz. Peygamberin recm cezasına çarptırdığı kimse sadece Mâiz değildir. Bunun dışında sahih kaynaklarda bu cezaya çarptırıldığı bildirilen iki Müslüman kadın daha vardır. Ayrıca bu ceza iki Yahudiye de uygulanmıştır[6]. Mütevatir hadisleri konu edinen kitabında el-Kettânî recmle ilgili hadislerin manen mütevatir olduğunu zikretmiş ve sadece Maiz’e uygulanan recm cezasının on sekiz râvi tarafından nakledildiğini isimlerini sayarak belgelemiştir.[7] Hz. Peygamberden sonra Raşit halifeler de bu cezayı uygulamış, meselenin üzerinde hassasiyetle durmuştur.[8]
Bayraklı’nın tasavvur sorunuyla alakalı olarak dinin yegane kaynağının Kuran olduğu şeklindeki modern saplantıya da kısaca değinmeden edemeyeceğiz. Bayraklı’nın ön kabulleriyle örtüşmeyen bir çok konuda kullandığı ifadeler, onun, hadisler de dahil Kuran dışında herhangi bir kaynağı bağlayıcı kabul etmediğini göstermektedir. Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesiyle ilgili “Kültürümüzde Hz. İsa’nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı hakimdir. Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kur’an’a vurarak- tesbit etmeye çalışalım.” (c. 4, s. 135-139) yönündeki ifadeleri, herhangi bir dinî esasın mutlaka açık seçik Kuran’da belirtilmiş olması gerektiğini gösteriyor. Buna göre, mütevatir veya meşhur hadislerde yer almış olsa bile, Kuran’da açık seçik biçimde zikredilmeyen konular inanılması gereken dinî esaslardan değildir. Hatta Bayraklı nüzul-i İsa da dahil bu gibi konulara hurafe gözüyle bakmaktadır. (c. 4, s. 135-139) Özelde bu konu hakkında yazılan eski-yeni eserler Bayraklı’nın kendini kaptırdığı bu saplantının ne kadar mesnetsiz ve tutarsız olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Örneğin eş-Şevkânî’nin et-Tavdîh fî tevâtüri mâ câe fi’l-muntazar ve’d-deccâl ve’l-mesîh, el-Keşmîrî’nin et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-mesîh, Zâhid el-Kevserî’nin Nazratün Âbira isimli eserleri bunların başlıcalarını teşkil eder. Bu eserlerde mesele en ufak bir şüpheye mahal kalmayacak biçimde ele alındığı için ayrıca bu konu üzerinde durmadan Bayraklı’nın dil sorununa geçelim.
d) Dil sorunu
Bayraklı’nın tefsirinde okuyucuyu rahatsız eden bir diğer husus kullandığı dil ve üslup sorunudur. Yazarın zaman zaman Allah’la ilgili sözler sarf ederken kullandığı gayr-i ciddi dilin özellikle bir tefsire hiç de yakışmadığını söylemeden edemeyeceğiz. Sözgelimi yazarın bir münasebetle kullandığı şu cümleler aslında ne demek istediğimizi yeterince açıklıyor: “Cenab-ı Hak, ayetin sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyurarak, vermiş olduğu hükmün altına imzasını atmakta;…” (c. 3, s. 213) Bayraklı’nın tefsirde sıkça kullandığı bu profan dil, Kuran dilinin bayağılaştırılması probleminin tipik bir örneği olarak görülebilir.
Bayraklı’nın dil sorunu sadece benimsediği bayağı üslupla sınırlı bir sorun değildir. Onun zaman zaman tefsir kitabının maksadını aşan ıslahatçı-aktivist söylevleri de ayrıca tahlil edilmelidir. Yukarıda recm cezasıyla ilgili beyanları çerçevesinde aktardığımız şu ifadeler, selef-i salihîne hürmet duyguları besleyen duyarlı müslümanın tüylerini ürpertiyor: “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kur’ân’da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…” Bayraktar bey, müfessirliği bir tarafa bırakarak deruhte ettiği ıslahatçı kişiliğiyle burada açıkça din mühendisliği yapmakta, Allah adına Müslümanları hizaya getirmeye kalkışarak tarihe mal olmaya çalışmaktadır.
e) Sonuç
Bayraklı’nın “Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri” adlı eseri, ilmîlik vasfından uzak, metodik bir ciddiyet içinde kaleme alınmış eser hüviyetini taşımayan bir çalışmadır. Bu eserde ayetler daha çok bir vâiz ya da ıslahatçı tarzıyla pratik amaçlar güdülerek açıklanmaya çalışılmıştır. Tefsiri incelerken edindiğimiz intibaya göre sanki eser, özellikle psikoloji ve eğitim planında ayetlerin Bayraklı’nın zihninde yaptığı çağrışımların kaleme alınmasından vücuda getirilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki, bu çağrışımlar, çoğunlukla ispatı da reddi de kabil olmayan sübjektif düşünceler olmakla birlikte yer yer çok sakil görünmektedir.
Kuran’ın daha temel bir değerler sisteminin nezaretinde mütalaa edildiği izlenimini veren eserin adı üzerinde de durmak gerekir. Yeni bir anlayışın ışığında Kuran’ı tefsir etmek ne demektir? Müfessir, murad-ı ilahîyi yakalama gayretiyle hareket eden kişi olmak gerekirken, Kur’an’ın daha önce oluşturulmuş/benimsenmiş bir “anlayış” doğrultusunda yorumlanması, murad-ı ilahinin değil, o anlayışın öncelenmesini intac eder.
Yazara göre ışığıyla Kuran’ın üzerindeki karanlıkları giderecek olan “yeni anlayış” nedir? Kuran’ı bir başka şeyin ışığında tefsir etmek, onu bir üst referansın gölgesi altına sokmak anlamına gelmez mi? Tefsirin başından beri hadis ve icmâ ile sabit dinî esaslara karşı Kuran merkezli din anlayışını savunan yazarın, Kuran’ı daha üst değerler sistemine tabi kılmakla içine düştüğü bu yaman çelişkiye getireceği makul bir izah olabilir mi? Gerek tefsirin ismi gerekse yazarın ayetlere yaklaşımından elde edilen sonuçların önümüze koyduğu bu tür sorular, okuyucunun, Bayraklı’nın eseri karşısında daha dikkatli ve seçici olması gerektiğini gösteriyor.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Bayraklı’nın tefsirindeki sorunlar sadece burada örneklerini zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bunların dışında Bayraklı’nın nesh, ehl-i kitabın imanı/akıbeti ve hırsızın elinin kesilmesi gibi konularla ilgili görüşleri de, en az buraya aldığımız örnekler kadar ciddi sorunlar arz etmektedir. Fakat biz makalenin boyutlarını göz önünde bulundurarak burada eleştirimizi sadece verdiğimiz örneklerle sınırlı tuttuk. Bu konularla ilgili eleştirilerimizi daha geniş boyutlu bir makalede detaylarıyla incelemeyi düşünüyoruz.
Dipnotlar:
[1] es-Suyûtî, el-İtkan fî ulûmi’l-kuran, c. 2, s. 1189; Abdulaziz el-Buharî, Keşfü’l-esrar, c.1, s. 120.
[2] Tefsir-i Taberî, c.4, s. 69
[3] Milli Eğitim Bakanlığı yayınları, Örnekleriyle Türkçe sözlük, c. 1, s. 339.
[4] Abdullah ibn-i Mesud’un kıraatinde her iki zamir de müennes olarak gelmiştir. Bkz., ez-Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşâf, c. 4, s. 560.
[5] Tefsir-i Taberî, c. 14, s. 219.
[6] Sahih-i Buharî, hadis no, 6633, 6819; Sahih-i Müslim, hadis no, 1697, 1699, 4451.
[7] el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir mine’l-hadisi’l-mütevatir, s. 173, 174.
[8] Ebubekir Abdurrazzak, Musannefü Abdurrazzak, hadis no, 6626, 10170, 13357, 13364.
Muhammed Ali es-SÂBÛNÎ (Türkçesi: Ömer Fâruk TOKAT)
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
Allah Teâlâ’ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O’nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz.
Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Türkçe olarak yayınlanan İslâmî Araştırmalar dergisindeki “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” başlıklı yazısını[1] çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle kardeşleri olan insanları savunma gayreti için kendisini kutluyorum; Mezkur makâleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiç bir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her mü’minin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insânî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Hz. Âdem’in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının” (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
Ancak sayın Ateş’in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin “tekelimizde” olduğunu hiç öne sürdük mü ki? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
Cennete girme hususunda “tekelci” bir yaklaşıma sâhip olanların Yahûdî ve Hıristiyanlar olduğunu Kur’ân-ı Kerim haber vermektedir: “ ‘Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek’ dediler.” (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hıristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak “Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ de.” (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah’ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve bürhanlarınızı getirin. Eğer “cennete Yahudi ve Hıristiyanlardan başka hiç kimse giremez” iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sâhipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah’a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu “tekelci” iddiadan beriyiz.
Cennete Girmek İçin Kur’ânca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır
Şüphesiz Cennet kimsenin “tekelinde” ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini sokabileceği, dilediğine de yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah’ın (azze ve celle) elinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur’ânca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kur’ân-ı Kerîmimiz güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.
Dostumuz sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, bu düşüncesiyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir tavır sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz’in getirdiği saf hakîkati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.
Kur’ân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ’nın, gerek Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) ve hatta bütün peygamberlerin –Allah’ın salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah’a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, “işittik ve îmân ettik” teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti, müminler de (îmân ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.” (Bakara, 285).
Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette bunu şöyle açıklar: “O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki ‘rasûllerin bazısına îmân ederiz, bazısını reddederiz’ derler ve böylece îmân ile küfür arasında bir yol tutmak isterler. İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu âyet-i kerîme Yahûdi ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ’ya îmân ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’i inkâr etmekte; Hıristiyanlar ise Hz. İsâ’ya îmân ederken Hz. Muhammed’i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ “İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.
Yahudî ve Hıristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Âyetlerle Sâbittir
Yukarıda da belirttiğimiz üzere mezkur âyet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makâlenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş’e soruyoruz: Yahûdi ve Hıristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğine imân etmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’e inanmakta mıdır? Eğer sayın Ateş’in bu soruya cevabı “evet”se Kur’ân-ı Kerîm’in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten âyetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de îmân etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm’ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 29).
Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede “Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem) buradaki “Gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hıristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber’in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (bu hadis için İbn Kesîr’e bakınız). Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hıristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine, 6). Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ, 156). Hıristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide, 73). Yine Hıristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: “Yahudiler ve Hıristiyanlar ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?” (Mâide, 18).
Bütün bu âyet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hıristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îmân sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide, 72).
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.
Kur’ân-ı Kerîm onların küfrettiğini, İsâ’yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr’in Allah’ın oğlu olduğunu veya “üçün üçüncüsü” olduğunu öne sürerek Allah’a ortak koştuklarını anlatmaktadır.
Günümüz Yahudi ve Hıristiyanları içinde Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliğine imân eden ve Kur’ânın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi? Yahûdi veya Hıristiyan olup da Yahûdîlik veya Hıristiyanlık dinine bağlı kalan, Allah’ın cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îmân eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler birtakım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Cennete girmek için Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’e
îmân etmek ve ona tâbi olmak şarttır
Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş’e demek isteriz ki, cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) îmân etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş’in –Allah onu affetsin– “Yahûdi ve Hıristiyanların Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem)’e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir. Dinlerini terk edip Hz. Peygamber’in dînine tâbi olmaları şart değildir” mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hıristiyanlık inancının lideri Vatikan’daki “büyük Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hıristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kur’ân-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hıristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabîlinden bir an için onların Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir; Mutlaka, Hâtemu’l-Enbiyâi ve’l-Murselîn olan Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) tâbi olmaları ve onun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ’nın yüce kitâbında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hıristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlarla Hz. Peygamber’in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, “O Arapların peygamberidir, dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir.” derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş’le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlığı bağlayan bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe, 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhâlefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’e îmân etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘Kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir İslâm anlayışıdır.
Allah Teâlâ Yahûdi ve Hıristiyanların îmânının sahih olması için Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf, 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’dir. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan söz ediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber’i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 137) Bu âyette de görüldüğü üzere hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
İslâma ters düşen her din merdûddur
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dîni reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber’in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm’ın dışındaki dinleri kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: “Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu âyette İslâm’dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: “Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.” (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah’ın, Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) getirdiği İslâm dîninden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dîninden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu âyet-i kerîmede bu çok açıktır: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki “İslâm” ile Hz. Nûh’un, Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ’nın Allah’ın hükmüne teslim olmaları mânasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu âyetteki “İslâm”dan maksat yalnızca Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!
Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: “…ancak Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hıristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir, yoksa âyet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dîni midir? Bütün bunlara rağmen değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dîne mensup olan kimsenin –kendi dîni üzere kalsa bile– cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş’in bu sözleri ne anlama gelmektedir?
Bu sözlerden hangisi doğrudur? “…o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah’ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, “Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu’l-enbiyâi ve’l-murselîn’e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin.” diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş’in sözleri mi?! Doğrusu sayın Ateş’in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnet’in kat’î nasslarına olan muhâlefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber’in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden mi? Ben şahsen sayın Ateş’in böyle bir soruya Sünnet’in Sâhibine (sallallâhualeyhivesellem) saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmâm-ı Müslim’in Sahîh’inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem)’in şu sözüne kulak verelim: “Nefsimi elinde tutan (Allah’a) kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hıristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.”
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hıristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dînine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem), hak dîne tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitâba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkam keserek Yahûdi ve Hıristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve Sünnet’e muhâlefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e muhâlefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: “O’nun (Peygamber’in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve celle– den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur?
İslâm üstündür; ona üstün gelinemez
İslâm semâvî mesajların en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe, 33). Âyet-i kerîmenin “Bütün dinlere üstün kılmak için” kısmının mânâsı Yahûdilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır.
Tefsîr âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu’s-Su‛ûd, tefsîrinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, İslâm’ı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî’s-Su‛ûd). Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici-hâkim’ olarak Kitab’ı (Kur’anı) indirdik.” (Mâide, 48). Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kur’ân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hıristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: “Yahudilerden bir kısmı, (Allah’ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar.” (Nisâ, 46). Hıristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: “kendilerine zikredilen (Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular.” (Mâide, 14). Yani İncil’in hükümlerinden bir çoğuyla amel etmeyi bıraktılar. “Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık.” (Mâide, 14) O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir?
Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) bi’setinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah’ın azabından kurtuluyorsa Müslümanların da Kur’ânla amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil’e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil’de geçen “Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir” sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.
Bakara âyetini tamamıyla yanlış anlamak
Değerli dostumuz Bakara âyetini yanlış anlamıştır. Âyet şöyledir: “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dîne mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkûr makalesinde “Bu Kur’ân, herhangi bir semâvî dîne mensup olan, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir.” demekte ve yukarıdaki âyeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Halbuki âyet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü âyet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ’nın zamanında kendisine îmân eden Hıristiyanlardan ve Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliği döneminde kendisine inanan müminlerden söz etmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: “İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti.” (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) bi’setinden sonra Hz. Mûsâ’ya veya Hz. İsâ’ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kur’ân’a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber Hz. Ömer’in Tevrat’tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: “Allah’a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı.” (hâfız İbn Kesîr’in tefsirine bkz.)
Sayın Ateş (Allah onu bağışlasın) aynı zamanda Mâide âyetini de yanlış anlamakta ve Hıristiyanlar, İslâm’a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam etseler bile Allah Teâlâ’nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve âyetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) tâbi olmayarak kendi dînine bağlı kalan Hıristiyanların ehl-i îmândan olduğunu ileri sürmektedir. Âyet-i kerîme şöyledir: “Onlar içinde îmân edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın.” (Mâide, 82). Şâyet sayın Ateş âyet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hıristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü; Şüphesiz âyet, Habeşistanlı bir grup Hıristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hıristiyan Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem) ile buluşup Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî’ye dönmüşlerdi. Âyet-i kerîmenin devamı şöyledir: “Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur’anı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: ‘Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz’.” (Mâide, 82-83) Bû âyet-i kerîmeler onların îmân edip Hz. Peygamber’i tasdik ettiklerini göstermiyor mu?!
Sayın Profesör’ün Hz. Peygamber’e tâbi olmayıp İslâm dînine girmeseler bile Hıristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber’in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza’ya Tevrat’la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir! Öncelikle sayın Ateş’in bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zirâ bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât’ın hükmünce değil Hz. Sa‛d’ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sa‛d savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sa‛d’a: “Kuşkusuz sen, yüce Allah’ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin.” dedi (Tefsîru İbn Kesîr, Ahzâb Suresi).
Hz. Peygamber’in ehl-i kitâp konusunda Allah’ın emrine muhâlefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber’in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat’la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu âyete rağmen Hz. Peygamber’in Kur’ânı terk ederek onlara Tevrat’la hükmettiği nasıl söylenebilir?
“Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar” (Mâide, 43) âyet-i kerîmesine gelince, Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat’la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu âyetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zirâ onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla âyetin anlamı şöyledir: “Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? ‘Doğrusu onlar hiç bir şeye îmân eden kimseler değildirler.’ ” (Mâide, 43).
Necrân Hıristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri üzerine ibadet etmesine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör’ün iddia ettiği üzere Hz. Peygamber’in onların haçlarını ve Allah’ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı hükmünü çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hıristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber’le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere’ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber’den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu’l-Makdis istikâmetine dönerek ibâdet ederler ve Hz. Peygamber’le tartışmaya başlarlar:
- Niçin Bizim sâhibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?
- Onunla ilgili ne söylüyorum?
- Onun kul olduğunu söylüyorsun.
- Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah’ın kuludur.
- Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.
Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ’nın Allah olduğunu, bazıları da “üçün üçüncüsü” olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem):
- Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür?
- Evet biliyoruz.
- Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?
- Evet biliyoruz.
- Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ’ya gizli olmaz. İsâ ise sadece Allah’ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?
- Hayır.
- Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def’-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def’-i hâcet eyler?
- Evet biliyoruz.
- Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh’ın oğlu olabilir?
Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: “Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka ilah yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur…Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: ‘Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim’.” Allah Rasûlü Necrân Hıristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla Şeyhu’l-İslâm’a gelse, Şeyhu’l-İslâm kendisine “Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm’a girmedikçe seninle tartışmam” demesini mi istemektedir? Bu Hz. Peygamber’in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranıştır. Ancak bu hâdiseden Hz. Peygamber’in onların bâtıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz.
Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş’ten Allah’a küfredenlere rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zîra kendileri, Allah’ın kulları üzerine Allah’tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak dîn olan İslâm’a girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse, bir Âdemoğlunun kalkıp Allah’a muhâlefet ederek “kesinlikle cennete girmeliler” demesi mümkün olmadığı gibi, gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah’ın dîninden yüz çevirerek dînini dünya ile değiştirendir.
Dipnot:
[1] “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.
Süleyman Ateş, İbn-i Teymiyye‘yi büyük bilen bir kimsedir. Diyanet işleri Başkanı iken resmî bir yazı ile bu fikrini bir abonemize bildirmiştir. O da Karaman gibi İbn-i Teymiyye’nin bazı ictihadî hatalarının bulunduğunu zikretmektedir.
Muhtasar İslâm İlmîhali isimli kitabında Profesör Kâmil Miras’ın alyans hakkındaki(Altından mamul nişan yüzüğü hakkındaki) yazısını aynen Hayrettin Karamangibi benimsemiş, altın nişan yüzüğü takmanın cevazını yazmıştır. Altın fiatlarının ucuz olması, süs için değil nişan için takılması, ekseri insanlar tarafından takılması gibi gerekçelerle altın yüzüğün harâmlılığını kaldırmıştır.Bilindiği gibi bir şeyi harâm kılmak veya haramliğinı kaldırmak ancak Allahü teâlâya mahsustur. Bu salâhiyet Peygamber aleyhisselâm ile dinde sözü senet olan müctehidlere verilmiştir. Kâmil Miras gibi İbn-i Teymiyyeciler kendilerini MUTLAK MÜCTEHİD zannettikleri için harâmları helâl, helâlleri harâm kılabiliyorlar.
Bütün İbn-i Teymiyyeciler gibi Süleyman Ateş de Muhiddin Arabi gibi tasavvuf büyüklerine karşıdır. Vah-det-i vücut isimli tasavvufun Hint ve Yunan felsefesinden geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ateş aynen şöyle demektedir: (daha&helliip;)
Süleyman Ateş, İbn-i Teymiyye'yi büyük bilen bir kimsedir. Diyanet işleri Başkanı iken resmî bir yazı ile bu fikrini bir abonemize bildirmiştir. O da Karaman gibi İbn-i Teymiyye'nin bazı ictihadî hatalarının bulunduğunu zikretmektedir.
Muhtasar İslâm İlmîhali isimli kitabında Profesör Kâmil Miras'ın alyans hakkındaki (Altından mamul nişan yüzüğü hakkındaki) yazısını aynen Karaman gibi benimsemiş, altın nişan yüzüğü takmanın cevazını yazmıştır. Altın fiatlarının ucuz olması, süs için değil nişan için takılması, ekseri insanlar tarafından takılması gibi gerekçelerle altın yüzüğün harâmlılığını kaldırmıştır. Bilindiği gibi bir şeyi harâm kılmak veya haramliğinı kaldırmak ancak Allahü teâlâya mahsustur. Bu salâhiyet Peygamber aleyhisselâm ile dinde sözü senet olan müctehidlere verilmiştir. Kâmil Miras gibi İbn-i Teymiyyeciler kendilerini MUTLAK MÜCTEHİD zannettikleri için harâmları helâl, helâlleri harâm kılabiliyorlar.
Bütün İbn-i Teymiyyeciler gibi Doç. Dr. Süleyman Ateş de Muhiddin Arabi gibi tasavvuf büyüklerine karşıdır. Vah-det-i vücut isimli tasavvufun Hint ve Yunan felsefesinden geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ateş aynen şöyle demektedir:
«Vahdet-i vücut, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslâm tasavvufuna geçmiştir, İslâmın öz malı değildir.» (İslâm Tasavvufu S. 99)
Bununla da kalmıyor, aynı kitabında Brahmânların sapıklıklarını anlattıktan sonra şu fikre varıyor:
«Bu fikir, İbnul Arabi'nin tesiriyle tasavvufa iyice yerleşmiş, hemen her mutasavvufta bunun izleri görülmeye başlamıştır.» (İslâmda Tasavvuf S. 100)
Bu görüşlere karşı mutasavvıfların da bulunduğunu zikrettikten sonra misal olarak Aliyyül Kari'nin İbnül Arabi'nin sistemine .karşı çıktığını belirtmektedir. {S. 100-101)
Tasavvuf lehinde olan, sahih hadîs-i şerîflere mevzu diyen, Peygamber aleyhisselâmın mübarek anne ve babalarına kâfir diyecek kadar ileri giden Aliyyülkari acaba nasıl mutasavvuf olur hayret ettik. Böyle bir kimseden nasıl nakil yapılır?
Süleyman Ateş, İbni Arabi hazretlerine hücum etmekle kalmıyor, evliyanın büyüklerinden, silsile-i aliyyenin onbeşincisi olan Şahı Nakşibend Bahâeddin-i Buharî hazretlerine de hücum ederek şöyle demektedir:
«O da aşağı yukarı İbnül Arabi'nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir.» (İ. Tasavvuf S. 104)
İmanın altı esasından birini inkâr veya şeriata aykırı şekilde te'vil eden kimse kâfirdir. Mevdûdî kaza ve kaderi inkâr ederken Süleyman Ateş de meleklerin rüzgâr olduğunu yazmıştır. Yani meleklerin varlığını apaçık bir şekilde inkâr etmiştir. Bunu ispat için KUR'ÂN-I KERÎME GÖRE EVRİM TEORİSİ isimli yazısından iki paragrafı aynen alıyoruz :
«Burada bulutları sevkeden melek, basınç değişikliği ile meydana gelen rüzgârdan başka bir şey değildir. Bir hadîse göre de sesleri kulaktan kulağa nakleden melektir. Şüphesiz bu melek de seslerimizi titreşimiyle etrafa yayan atmosferdir. Demek ki tabiat kuvvetleri de melek olmaktadır. Zira melekler Allah'a isyan edemeyen, yani hür irade yeteneğinden yoksun, emredildiği şeyi yapan güçlü varlıklardır. Tabiat kuvvetleri de aynı niteliğe sahip değil midir?
……………….
İşte Âdem'e secde eden melekler, irade yeteneğini, akıl gücünü insana boyun eğen tabiat kuvvetleridir. İnsan akıl gücünü kazanınca tabiat kuvvetlerini emri altına almış, onlardan yararlanmasını, onların korkunç etkilerini önlemesini bildirmiştir.”(İlahiyat Fakültesi Dergisi C. 20, S. 143-144)
Necip Fazıl, bu ifade için şöyle diyor:
«Dehşet ki dehşet, bu adam hem meleklere itikadı elden bırakmıyor, hem de onları tabiat kuvvetlerinin aynı ve tâ kendisi kabul ederek maddeleştiriyor, şuursu
MÜNEKKİDHANE
CENNET KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİL...
CENNET KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİL; MÂLİKU'L-MÜLK OLAN ALLAH'IN ELİNDEDİR
Muhammed Ali es-Sâbûnî
(Çev: Ömer Faruk Tokat)
Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz.
Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmî Araştırmalar" dergisindeki "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" başlıklı yazısını(1) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkûr makâleden anlaşıldığı üzere, Sayın Ateş hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insanî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Âdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" (Nisâ,1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekelimizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
Cennete girme hususunda "tekelci" bir yaklaşıma sâhip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu Kurân-ı Kerim haber vermektedir:" «Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek» dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah'ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve burhanlarınızı getirin. Eğer "cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez" iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sâhipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz.
Cennete Girmek İçin Kur'ân'ca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır
Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah'ın (azze ve celle) yed'inde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.
Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, benimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir tutum sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz'in getirdiği saf hakîkati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.
Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Muhammed'in ve hatta bütün peygamberlerin -Allah'ın salâtı hepsinin üzerine olsun- diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, "işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler." (Bakara, 285).
Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette bunu şöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah'ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah'ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu âyet-i kerîme Yahûdi ve Hristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.
Yahudî ve Hristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Âyetlerle Sâbittir
Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkur âyet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makâlenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte ve Kurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın Ateş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten âyetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah'a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29).
Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil." âyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buradaki "Gazaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (Bu hadis için İbn Kesîr'e bakınız). Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok âyet vardır: "Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryem oğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlardır" (Mâide, 17), "And olsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kafir olmuştur" (Mâide, 73). Yine Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide, 18).
Bütün bu âyet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah'ı ve Rasûlü'nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. İsa'nın diliyle şöyle buyurur: "Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi" (Mâide, 72).
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh'in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüzçevirdiler.
Kurân-ı Kerîm onların küfrettiğini, İsâ'yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu veya "üçün üçüncüsü" olduğunu öne sürerek Allah'a ortak koştuklarını anlatmaktadır.
Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz. Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğine imân eden ve Kurân'ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup da Yahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan, Allah'ın cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Cennete girmek için Hz. Muhammed (s. a. v)'e iman etmek ve ona tâbi olmak şarttır.
Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e demek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed'e îmân etmek ve Allah'tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş'in -Allah onu affetsin-"Yahûdi ve Hristiyanların Hz. Peygamber (s.a.v)'e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir. Dinlerini terk edip Hz. Peygamber'in dînine tâbi olmaları şart değildir" mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideri Vatikan'daki "büyük Papa", ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm'in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabîlinden bir an için onların Hz. Muhammed (s. a. v)'in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh'in ilahlığını ve Allah'ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir; Mutlaka, Hâtemu'l-Enbiyâi ve'l-Murselîn olan Hz. Muhammed'e tâbi olmaları ve onun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ'nın yüce kitâbında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber'in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, "O Arapların peygamberidir dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir" derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şerî ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş'le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılık ifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; "Ey Rasûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe, 28), "Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim" (A'râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhâlefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: "Hani Allah, peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde, «Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu" (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed'in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed'in dînine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir İslâm anlayışıdır.
Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların îmânın sahih olması için Hz. Muhammed (s.a.v)'e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: "Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları o Rasûle o, ümmî Peygambere ittiba' ederler" (A'râf, 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil'de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed'den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan söz ediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber'i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar" (Bakara, 137). Bu âyette de görüldüğü üzere hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed'e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
İslâma ters düşen her din merdûddur
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)'in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dîni reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber'in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm'ın dışındaki dinleri kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu âyette İslâm'dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: "Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah'ın, Hz. Muhammed'in getirdiği İslâm dîninden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dîninden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu âyet-i kerîmede bu çok açıktır: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim" (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki "İslâm" ile Hz. Nûh'un, Hz. İbrâhim'in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ'nın Allah'ın hükmüne teslim olmaları mânasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu âyetteki "İslâm"dan maksat yalnızca Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu âyet-i kerîme Kurân-ı Kerîm'in nüzûlünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!!
Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: "ancak müslüman olarak can verin" (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir yoksa âyet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dîni midir? Bütün bunlara rağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dîne mensup olan kimsenin -kendi dîni üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş'in bu sözleri ne anlama gelmektedir?
Bu sözlerden hangisi doğrudur? "O, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah'ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, "Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu'l-enbiyâi ve'l-murselîn'e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin" diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş'in sözleri mi?!! Doğrusu sayın Ateş'in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nasslarına olan muhâlefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber'in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş'in böyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s.a.v)'ne saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmâm-ı Müslim'in Sahîh'inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözüne kulak verelim: "Nefsimi elinde tutan (Allah)a kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır"
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dînine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), hak dîne tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitâba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkam keserek Yahûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve sünnete muhâlefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e muhâlefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: "O'nun (Peygamber'in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar" (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah -azze ve celle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur?
İslâm üstündür; ona üstün gelinmez
İslâm semâvî mesajların en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (s.a.v)'i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: "O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir" (Tevbe, 33). Âyet-i kerîmenin "Bütün dinlere üstün kılmak için" kısmının mânâsı Yahûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır.
Tefsîr âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu's-Su‛ûd, tefsîrinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, İslâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî's-Su‛ûd). Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: "Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici-hâkim' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik" (Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: "Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar" (Nisâ, 46). Hristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: "Kendilerine zikredilen (Kitab'ın) önemli bir bölümünü unuttular" (Mâide, 14). Yani İncil'in hükümlerinden birçoğuyla amel etmeyi bıraktılar. "Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık" (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir?
Hz. Muhammed'in bisetinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah'ın azabından kurtuluyorsa Müslümanların da Kurân'la amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kitâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil'e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil'de geçen "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir" sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.
Bakara âyetini tamamıyla yanlış anlamak
Değerli dostumuz Bakara âyetini yanlış anlamıştır. Âyet şöyledir: "Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dîne mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkur makalesinde "Bu Kurân, herhangi bir semâvî dîne mensup olan, Allah'a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir" demekte ve yukarıdaki âyeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Halbuki âyet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü âyet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ'nın zamanında kendisine îmân eden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed'in peygamberliği döneminde kendisine inanan müminlerden sözetmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: "İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti" (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed'in bisetinden sonra Hz. Mûsâ'ya veya Hz. İsâ'ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân'a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ömer'in Tevrat'tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: "Allah'a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabi olmaktan başka bir şey yapmazdı" (el-Hâfız İbn Kesîr'in tefsirine bkz.)
Sayın Ateş (Allah onu bağışlasın) aynı zamanda Mâide âyetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İslâm'a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam etseler bile Allah Teâlâ'nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve âyetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed'e tâbi olmayarak kendi dînine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmândan olduğunu ileri sürmektedir. Âyet-i kerîme şöyledir: "Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın" (Mâide, 82). Şâyet sayın Ateş âyet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü; Şüphesiz âyet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber (s.a.v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm'i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî'ye dönmüşlerdi. Âyet-i kerîmenin devamı şöyledir: "Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz.»" (Mâide, 82-83) Bû âyet-i kerîmeler onların îmân edip Hz. Peygamber'i tasdik ettiklerini göstermemekte midir?!
Sayın Profesör'ün Hz. Peygamber'e tâbi olmayıp İslâm dînine girmeseler bile Hristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber'in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza'ya Tevrat'la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş'in, bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zirâ bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât'ın hükmünce değil Hz. Sa‛d'ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sa‛d savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sa‛d'a: "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi (Tefsîru İbn Kesîr, Ahzâb Suresi).
Hz. Peygamber'in ehl-i kitâp konusunda Allah'ın emrine muhâlefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak "(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et" (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber'in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat'la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu âyete rağmen Hz. Peygamber'in Kurân'ı terk ederek onlara Tevrat'la hükmettiği nasıl söylenebilir?
"Kendi kitapları olan ve içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar" (Mâide, 43) âyet-i kerîmesine gelince Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat'la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu âyetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zirâ onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed'e gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla âyetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? "Doğrusu onlar hiç bir şeye iman eden kimseler değildirler" (Mâide, 43).
Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri üzerine ibadet etmesine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör'ün iddia ettiği üzere Hz. Peygamber'in onların haçlarını ve Allah'ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber'le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere'ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber'den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu'l-Makdis istikâmetine dönerek ibâdet ederler ve Hz. Peygamber'le tartışmaya başlarlar:
-Niçin Bizim sâhibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?
-Onunla ilgili ne söylüyorum?
-Onun kul olduğunu söylüyorsun.
-Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah'ın kuludur.
-Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.
Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ'nın Allah olduğunu, bazıları da "üçün üçüncüsü" olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.v):
-Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür?
-Evet biliyoruz
-Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?
-Evet biliyoruz.
-Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ'ya gizli olmaz. İsâ ise sadece Allah'ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?
-Hayır.
-Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def-i hâcet eylerdi?
-Evet biliyoruz.
-Öyleyse nasıl olur da, İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh'ın oğlu olabilir?
Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: "Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O'dur, kayyûm O'dur.Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah'a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah'ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»" Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şeyhu'l-İslâm'a gelse, Şeyhu'l-İslâm kendisine, "Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm'a girmedikçe seninle tartışmam" demesini mi beklemektedir? Bu Hz. Peygamber'in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranıştır. Ancak bu hâdiseden Hz. Peygamber'in onların bâtıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz.
Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş'ten Allah'a küfredenlere rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zîra kendileri Allah'ın kulları üzerine Allah'tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak dîn olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kalkıp Allah'a muhâlefet yaparak "kesinlikle cennete girmeliler" demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah'ın dîninden yüz çevirerek dînini dünya ile değiştirendir.
(1) "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.