|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
ESAD, ASTANA ZİRVESİNDEN SONRA GİDER!
2016-12-30 02:00:00
Türkiye, samimiyetsiz müttefikleri ve NATO'dan destek almasa bile Fırat Kalkanıyla sahada olanca mücadelesine devam ederken bir taraftan da diplomatik kanalları işletti ve işletmekte. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun teşebbüsleriyle 20 Aralık'ta Moskova'da Türkiye, Rusya, İran arasında bir ön toplantı yapıldı. Bu toplantının bir özelliği de Rus büyükelçisi Andrey Karlov'un 19 Aralık'ta malûm takıyyeci terör örgütü tarafından katledilmesinin hemen ardından olmasıydı.
20 Ocak’ta yapılacak olan Astana Zirvesi'ne hazırlık mahiyetindeki Moskova toplantısında Türkiye ve Rusya Suriye'de "Garantör Devlet" sıfatını üstlendiler. İran da aynı sıfata sahip mi? İhtimal yüksek fakat henüz muğlak.
Geçen haftaki o ilk toplantıyı bu hafta başında iki gün süreyle Ankara'da yapılan ikinci toplantı takip etti. Fikir teatileri daha bir yoğunlaştı, gündem ateşkes odaklı olarak daha bir netleşti. Türkiye, Kazakistan'ın payitahtı Astana'da yapılacak zirveye tarafların iyi hazırlanmış olarak gitmelerini ve masadan en kısa sürede ve en verimli şekilde kalkılmasını istemekte. Suriye'ye insanca yaşama şartlarının bir ân evvel gelmesi şarttır. Ankara toplantısına adı geçen devletlerin yanı sıra Suriye'de rejimle vuruşan ve kendilerine "Muhalifler" denen Ahrar'üş Şam, Ceyş'ül İslâm, Er Rahman, Hür İdlib Ordusu, Ecnad'üş Şam, Halep Harekât Ordusu, Sultan Murad I. Kıyı Bölüğü de iştirak etti.
PYD/YPG ve bir başka terör örgütü temsilcisi Moskova ve Ankara'da olmadığı gibi Astana'da da olmayacaktır. Onlar, ABD ile müttefikçilik oynayabilirler. Muhalife gelince; onların temsilcileri Ankara'da olduğu gibi Astana'da da yer alacaktır. Astana'da ayrıca rejim temsilcisi de bulunacaktır.
Suriye'nin üçte ikisinde taş üstünde taş kalmadı. Yüz binlerce ölü, yüz binlerce yaralı, milyonlarca muhacir ve milyonlarca mülteci oldu. Suriyeliler, çoluk-çocuklarıyla beraber bir milletin başına gelebilecek en kara günleri, en zor şartları yaşadılar. Emperyalizm, bir asır sonra Suriye'ye yine girdi. Bu topraklar, bu defa bir asır evvelinden çok beter oldu. Rusya dahil, yabancı güçler, DEAŞ'ı vurma riyakârlığıyla Suriye Kuvayı Millîyesi durumundaki Esad muhalifi vatansever güçlere saldırdılar. En berbat şartlar da Halep'te yaşandı. O cânım tarihî şehir, harabeye döndü. Halk ozanımız Âşık Garîb'in "İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri" hoş bir deyim olarak dillerde yer etmiştir, asırlardır söylenir. Bu zalim bombalardan sonraysa bizzat Halep sanki şöyle demektedir; "Viran ettin dağım-taşım, sen de yıkıl zalim küffar!"
Suriye'de Türkmenler, Sünni Araplar, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, şehirler ve muhteşem bir medeniyet mahvoldu. Vatanında varlık içinde yaşayan aile reisleri, yaban illerde başkasının eline bakar oldu. Bütün bu facialardan dolayı Suriye'de iç savaşın bitmesi, hayatın normale dönmesi, gözyaşlarının dinmesi ve yaraların sarılması mutlak ihtiyaçtır.
Türkiye’nin yoğun çabalarıyla dün gece yarısı itibariyle temin edilen ateşkesin, mütarekenin kalıcı olmasını dileriz Ne var ki ateşkes de olsa Suriye'de her şey değişmiştir. Dünkü Suriye bugün yok. Bir müstebit, 5 buçuk sene boyunca vatandaşlarını, şehirleri bombalamış, yüz binleri katletmiş, milyonları yerinden-yurdundan etmiştir. Bu Neron takipçisinin bundan böyle yerinde oturması değil, adalet önünde ayakta hesap vermesi gerekir. Halep'in Srebrenitsa'dan ne farkı var? Bu görüşün Astana zirvesine ana fikir olarak yerleşmesi gerekir. Beşar Esad ve rejimi, Suriye halkını da bölgeyi de çok yormuştur. Bu eli kanlı diktatörü artık ne Rusya ve ne de İran savunabilir. Türkiye, onun gitmesi için var gücüyle ağırlığını koyacaktır. Ankara bu konuda taviz veremez.
BMGK 2254 Sayılı kararında yer alan "siyasi geçiş süreci"nin Esad'la olması akla, mantığa ve yaşanan acı gerçeklere aykırıdır. Bu yüzden gidecektir. Başka bir yol yoktur. Hem gitmeli ve hem de şu dünyada hâlâ adalet denen bir değer mevcutsa yandaşlarıyla birlikte hesap vermelidir.
.3 ALDANMIŞLIK
2016-12-29 02:00:00
Tam 5 buçuk sene oldu...
5 buçuk sene evvel Suriye'de bir rejim vardı. O rejim, bugünkü rejimin aynısıydı. Yüzde 10-11'lik bir azınlık Nusayri grubu, çoğunluğa hâkimdi. O çoğunluk, çok haklardan mahrumdu. Zulüm altındaydı. Beşar Esad, babasından devraldığı muhaberat, gammazlama düzenini aynen devam ettiriyordu.
Ahali, bunalmıştı. Onlar da hür ve eşit insanlar olarak yaşamak istiyorlardı. Bu istek, on yıllarca sürmüşken bölgede birdenbire bir bahar havası esti. Herkes gibi Suriyeli çoğunluk da bir yalanı gerçek bahar sanmıştı. Tunus'ta başlayan bahar, nihayet Suriye'yi buldu.
Türkiye yönetimi, o günlerde araları iyi olan Beşar Esad ve ekibine hukuk ve demokrasi bâbında çok nasihat etti, çok yol gösterdi. Ama hiçbir netice elde edilemedi. Bu arada batının istihbarat birimleri devreye girmiş, halk sokağa dökülmüştü. Esad rejimi, merhametsizce vuruyordu. Bunun üzerine Ankara da Esad rejimiyle köprüleri attı. Ankara, o arada Washington'la beraberdi. Stratejik ortağın bölgeye hakikaten demokrasi ve hürriyet getireceğine inanılmaktaydı.
Fakat gidişat hiç de öyle olmadı. Ortada bahar diye bir şey yoktu. Ortada ayaz vardı, azap vardı. Bu arada üstelik Mısır’da seçimle işbaşına gelmiş Muhammed Mursi'ye karşı darbe yaparak onu hapse attırmışlardı. Libya paramparça olmuştu. İran, Irak'tan sonra Suriye'ye hulul etmiş, Rusya, Beşar Esad rejiminin yanında yer almıştı. Rusya, bir tarihî rüyasını hayata geçirmişti.
Rusya'nın gerekçesi de ABD, Fransa ve İngiltere’ninki gibiydi. Rusya da güya DEAŞ mevzilerini vuracaktı. Hâlbuki, Esad muhaliflerini vuruyordu. ABD ise Türkiye muhalifi Kürt terör örgütlerine destek oluyordu. Bu arada Türkiye, Suriye'den kendisine sığınan mazlum ve mağdurlarla ekmeğini, aşını bölüşüyordu.
Bunlar yaşanırken Türk jetleri, bir Rus jetini düşürmüştü.
Varılan nokta şuydu:
Suriye ile Halep ve Gaziantep'te ortak hükûmet toplantıları yaparken şimdi hasım olmuştuk. Rusya ile tarihte görülmedik kadar yakın ve dost olmuşken çatışma raddesine gerilemiştik. Bununla da kalınmamıştı. 15 Temmuz 2016'da FETÖ örgütü CIA destekli olarak Türkiye'de darbeye kalkışmıştı.
Darbe savıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Başkanı Putin'e düşen uçak ve ölen pilot için teessürlerini bildiren bir mektup yazdı. Bu mektup, iki ülke arasında buzları eriten ilk sıcak nefes oldu. Oysa, uçak düşünce hâliyle bunu üstlenmiştik. Evet, itiraf etmeli ki umum halk çoğunluğu da iktidar da FETÖ mevzuunda olduğu gibi uçak mevzuu ve Arap Baharı mevzuunda aldanmıştı. Üç aldanmışlık iç içe yaşandı. Bütün bu aldanmışlıkların kilit sebebi, FETÖ örgütünün 40 yıldır hem milleti ve hem de en az 5 hükûmeti aldatarak manzarayı istediği gibi şekillendirmesindendir.
Bu aldanmışlıklardan kurtulmak, uyanmak, 15 Temmuz Darbe İhaneti'yle mümkün oldu. İhanetin artçı sarsıntısı olarak Rus Büyükelçi Andrey Karlov'un 19 Aralık’ta Ankara'da katledilmesi bile yeni dönem iklimini bozmadı. Bu defa Rusya ve Türkiye, uçak krizinden önceki günlerden bile çok daha yakınlar. Türkiye ve Rusya bugün fiilen stratejik ortaklardır.
Türk iradesi, şimdi sadece Fırat Kalkanı’yla Kuzey Suriye'de Amerikan destekli Kürt devleti kurma ve petrol oyununu engellemekle kalmadı; muhalifleri de yanına alarak Moskova-Ankara-Astana arasında diplomasi mekiğini çalıştırarak bütün Suriye'de ateşkes için meş'ale yaktı.
O kadar ki Rusya Federasyonu, düne kadar terör örgütü saydığı ÖSO/Özgür Suriye Ordusu birimlerini artık muhatap kabul etmektedir. Türkiye, 20 Ocak'ta Astana'ya Suriye için garantör devlet sıfatıyla gidecektir .
Devre dışı kalan Washington ise duyduğu öfkeden olsa gerek PYD'ye silah sevkiyatına devam etmektedir.
Suriye halkı, bedeli en ağır ödenmiş bir barışa kavuşmak üzeredir.
.AP, AKIL TUTULMASI YAŞIYOR!..
2016-12-28 02:00:00
AP/Avrupa Parlamentosu, 751 sandalyeli bir Avrupa meclisidir. Birliğe üye 28 devleti teşkil eden 450 milyon nüfusu temsil eder. Parlamentonun merkezi Strazburg. Siyasi gruplarla komisyonların merkezi ise Brüksel.
AP'nin mevcut başkanı Martin Schulz, 1 Temmuz 2014'ten beri işbaşında. Şu günlerde bu başkanla aramız pek hoş değil. Bir meclis başkanı, tarafsız olması gerekirken Türkiye aleyhine beyanatlar verme gibi konumunu sarsıcı sözler etmekte. Bu da zaten inişli-çıkışlı, zaman zaman gerginleşen Türkiye-AB münasebetlerini daha bir zora sokmaktadır.
Sn Schulz, idaresindeki AP ile grup ve komisyonlar PKK/PYD, DHKP-C, FETÖ örgütleri için uğrak yerine dönmüş vaziyette. Onlara konuşmalar yaptırılmakta, flama astırılmakta, konferanslar verdirilmektedir.
Bilindiği gibi AB/Avrupa Birliği ile bir vize müzakeremiz var. AB üstelik tarih de vererek Türk vatandaşlarının AB'ye mensup ülkelere vizesiz gireceği taahhüdünde bulunmuştu. Verdikleri tarih, Mart-Mayıs 2016 gibi idi ama doğrusu bu vaad bizim kamuoyu nezdinde pek inandırıcı görülmedi. Nitekim şartlar, milletimizi haklı çıkarttı. AB, keçiboynuzu kemirme üslubunda devam ederken nihai cümle AP başkanından geldi. Martin Schulz aynen şöyle diyor:
-Avrupa Birliği Komisyonu'nun "vize serbestisi" müracaatını masamda tutarak parlamento komisyonlarına havale etmedim.
Bu cümle, belki, işin safahatı hakkında bir malumattır. Aşağıda okunacak devam cümlesi ise sorumsuzca fütursuzluk ihtiva etmektedir:
-Türkiye, terörle mücadele kanunlarında bir reform yapmadığı müddetçe AB için vizelerin kaldırılması süreci devreye girmeyecektir!..
İnsan, hakîkaten okuduğuna inanamıyor. Terör örgütlerini bağrına basan bir kuruluş, o marifeti yetmezmiş gibi bir de Türk mevzuatının iş göremez hâle getirilmesini talep etmektedir.
Bu çatık kaş edalı Avrupalılar, acaba o terör örgütleri, bebek, çocuk ve kadınlar dâhil sivilleri öldürürken ne yapıyorlardı, ne yapmaktalar? 15 Temmuz darbecilerine karşı tek laf ettiler mi? Hayır, onları kınamadılar ama bir ana kuzusuna gösterilen şefkati göstermekten geri kalmadılar. Eksik bıraktıkları bir şey var o da bu terör örgütlerini madalya ile taltif etmemeleridir.
Vaktiyle idam cezasının kalkması için de benzer baskılar yapılmıştı. Devrin idaresi, baskılar üzerine bu talebi, TBMM'ne getirdi, idam cezası TCK'dan çıkartıldı. Vaki tasarruf, Türkiye'ye hiçbir menfaat temin etmediği gibi bugün o boşluğun doldurulması zımnında bir sıkıntı da yaşanmaktadır.
Son söz şu olabilir:
-Debreli Hasan gibi atmak, Martin Schulz'a yakışmıyor. O makam, derli-toplu ve mes'uliyyet hissiyle, insafla, vicdanla konuşmayı icap ettirir.
.TRUMP'LI AMERİKA
2016-12-26 02:00:00
Mehmet Ali Şahin, Millî Görüş partilerine bir selâmın çok görüldüğü günlerde bile o dışlayan çevrelerle diyalog kurabilen, partisini ve dâvâsını onlara anlatabilen mutedil bir isimdir. Hukuk tahsil etmiş, uzun siyaset geçmişi olan, TBMM reisliği dahil devlet umuru görmüş böyle bir insan, bir mevzuda konuşuyorsa o mevzua taraf olanların sözlerine kulak vermesi kendi çıkarları icabıdır.
Sn Şahin ABD için şöyle diyor:
-El Bâb'da 16 şehîd vermemizin müsebbiplerinden biri de ABD'dir! Siz, nasıl müttefiksiniz ki PKK'ya silah veriyorsunuz? ABD, Türkiye için en güvenilmez müttefik hâline gelmiştir.
"Siz nasıl müttefiksiniz ki PKK'ya silah veriyorsunuz?" sorusu, Türkiye'de hemen her sohbette, çarşıda, tv toplantısında, gazete sütununda... dile gelmektedir? Washington yönetiminin bu soruyu makûl bir gerekçeyle cevaplandırması mümkün değildir. Washington, çelişkiler içindedir. Bir yandan PKK'yı terör örgütü olarak tanırken, diğer yandan bu örgütün Suriye'deki devamını stratejik ortak kabul ederek silah yardımı yapmaktadır. Bu silah yardımının 2017'de omuzdan atılan füzelerin verilmesiyle devam edeceği görülmektedir.
Eğer, Türkiye'nin kararlı tavrı olmasaydı Obama ABD'si kuzey Suriye'de bir terör koridoru açarak bir uydu devlet kurma yoluna gidecekti. Bu laf-ola beri gele devletiyle Kürt petrolüne Akdeniz yolu açılacak, parçalanmış bir Suriye, İsrail için hesaba katılmaz duruma düşürülecekti.
Washington idarelerinin 25 yıldan bu yana bölgemizde güttüğü politikalar bugün artık iflas etmiştir. I. Körfez Harekâtı'nda, Amerika, Irak'ı güya düşmanı olan İran'a altın tepsi içinde hediye etti. Bugün İran, Irak'ın hâmisidir. Şiî ideoloji, Irak'ı perişan etmiştir. Aynı Amerika, kendini mahcup eden "Saddam rejiminde nükleer silah var" asılsız propagandasıyla Irak işgalinden, Guantanamo çirkinliğinden hiç ders çıkartmadan bu defa da Arap Baharı aldatmasıyla girdiği Suriye'de hatalarını vahim çaplara çıkartarak Suriye'yi İran ve Rusya'ya armağan etti. ABD'nin Tunus, Libya, Mısır, Yemen, Suudi Arabistan, Irak politikalarının hepsi yanlıştır. Suriye politikası ise eşi görülmedik kadar yanlıştır. ABD bu yanlışlar silsilesiyle Rusya Federasyonu'na süper güç olma kapısını aralamış; Putin de fırsatı ânında kullanarak Akdeniz ve Suriye'ye inmiştir. Washington, hataları görüp onlardan rücû edeceğine bu defa başka türlü hatalara sarılıp darbelerden medet umar hâllere düşmüştür. Mısır darbesini yaptırdığı herkes tarafından bilinmektedir. 15 Temmuz darbesinin arkasında olduğu ise Türk milletinin kesin kanaatidir. G.W. Bush zamanında Türk-Amerikan dostluğu türlü sebeplerle yara almıştı. B. H. Obama işbaşına geldiğinde bu dostluk, yerlerde sürünüyordu. Sn Obama ve Sn Erdoğan döneminde yeniden sağlığa kavuştu. Ne var ki CIA gibi bazı Amerikan kurumlarının iş bilmez politikaları yüzünden tekrar kekre günlere dönülmüş durumda. Obama, sanki aldığı gibi teslim ediyor.
Bugün Türk milleti, sadece 15 Temmuz'un arkasında CIA'nın olduğuna inanmamakta, İncirlik'in darbe karargâhı görevi yaptığına da inanmaktadır.
ABD, Irak işgalinden bu yana bölge ve Türkiye'ye dair takip ettiği davranışlarla dostluğumuzu sarsmıştır. En ağır vuruşsa PKK/PYD'ye silah yardımı yapmak ve yukarıda temas ettiğimiz sebeplerle Suriye'nin kuzeyinde ve Fırat'ın doğusunda ve batısında Stalinci bir Kürt devleti kurmaya kalkışmaktır.
Bu tablodaki politika ABD için sürdürülemez. ABD bölgede yalnızlaşmıştır. Çapsız Sisi, merhametsiz Netanyahu ve bir terör örgütünden başka dostu yoktur. Washington değil Moskova kazançlıdır.
Bu kadar yanlışlık, ah ve kan nasıl temizlenir?
Eğer, sn Trump, bu manzarayı görüp dost ve düşman seçme kabiliyetini gösterirse bundan ABD de kazançlı çıkar. Bunu yapamazsa bu kötü gidişata bir de "Müslüman düşmanlığı"nı eklerse vay gele Amerika’nın başına.
G.W. Bush, Amerika ve dünya için felaket oldu.
B.H. Obama, pasiflik ve zulmü seyir devri oldu.
Eğer; D.J. Trump da onların yolundan giderse bu seyir, Amerika için karanlık günlerin başlangıcı olur. Arka arkaya gelen üç başarısız lider, her devlette ağır kayıplar sebebidir.
Bakalım Trump, ticaret hukukunun deyimiyle müdebbir bir tüccar gibi mi yani işini bilen bir tüccar gibi mi çalışacak yoksa O da "Derin Amerika" denizinde dalgalara kapılmış olarak sallanıp duracak mı? Yeni dönemde "en güvenilmez müttefik" güvenilir müttefik olamazsa ne strateji kalır ve ne de ortaklık.
.ELÇİYE ZEVAL OLDU!..
2016-12-21 02:00:00
Atasözümüz meşhurdur; hatta o kadar meşhur ki gündelik dilde bile "elçiye zevâl olmaz!" diye sık sık kullanılır. Hakîkaten elçiye kıyılmaz, dokunulmaz. Çünkü o bulunduğu ülkenin misafiridir. Kaldığı mekân da zaten devletinin toprağı sayılır. Bundan dolayı yabancı misyon, diplomatik imtiyazlara sahiptir. Buna rağmen 1970'li yıllarda çok sayıda sefirimiz ve sefaret mensubumuz, muhtelif devletlerde vazifesi başında iken Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilmiştir. Bizde de İsrail'in İstanbul başkonsolosu, 1971'de komünist militanlar tarafından kaçırılarak katledilmişti.
Nadirattan görülen bu elçiye kıyma hadisesini bu defa Ankara'da yaşadık. Önceki akşam Rusya Federasyonu'nun Ankara Büyükelçisi Andrey G. Karlov, örgüt mensubu genç bir polis tarafından 9'u doğrudan sefire olmak üzere 11 el kurşun sıkılarak katledildi. Maktul sefir, Türkiye'de sevilen bir insandı. Uçak krizi sonrası Türkiye-Rusya münasebetlerinin düzelmesi için çok gayret sarf etmişti. Öldürülmesi bir resim sergisi açılı esnasında oldu. Katil, güya Halep'teki insanlık ayıbını kınamak için bu katliamı yapmış. Halbuki bu slogan, cinayetteki asıl maksadı gizlemek içindi. Daha olay işitilir işitilmez "uçak düşürmekle yapamadıklarını bu defa elçi katlederek yapmak istiyorlar!" diye herkeste aynı ortak kanaat hasıl oldu. Bir başka ifadeyle 15 Temmuz darbecileri, yeni tutunma yolları arıyorlardı. Neyse ki ne Moskova ve ne de Ankara bu tuzağa düşmedi. İki taraf da krizi iyi yönettiler. Hileyi, hainliği hemen görerek birbirlerini destekler mahiyette beyanatlar verdiler. Şüphesiz ki Türkiye ve Rusya'nın birbirlerine yaklaşmaları, bazı merkezleri tedirgin etmektedir. Adnan Menderes'in Amerika'dan istediği krediyi alamayınca Rusya'ya yönelmesinin neye mal olduğunu unutmamak lâzım. Ancak bunu unutmamak korkmak adına değildir. Allah'a imân eden, neden niçin korksun? Unutmamak tedbir almak ve uyanık olmak içindir.
Bu menfur saldırının oluş biçimi, eş zamanlı gelişmeler ve maksadına dair ilk ândan bu yana söylenmedik söz, yapılmadık tahmin kalmadı. Biz, onlara ilâveten en azından bir kısmı dile hiç gelmemiş bazı gerçekleri daha yazacağız. Bunların üzerinde düşünmek sadece bu hadiseyi aydınlatmayacak, yarınlarımıza da yarayacaktır:
1. Katilin öldürülmesi, yanlış olmuştur. Katledilmesi yerine tesirsiz hâle getirilerek diri yakalansaydı bugün elde malûm örgüte dair çok önemli bilgiler olabilecekti. Meselenin bu tarafı kurcalanmaya değer.
2. Cinayet üzerine teröristin aynı evi paylaştığı ev arkadaşı polisler de nezaret altına alındılar. Devletin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş bu örgütle 15 Temmuz'dan bu yana amansız bir mücadele verildiğine asker, yargı, polis, maarif hallaç pamuğu gibi atıldığına göre nasıl olur da polisin nerede ve kimlerle kalıyor diye iskan şekli gözden kaçar?
3. Bir sefir, koruma almayabilir. Ancak onun en ciddi şekilde korunması gerekmez miydi? Şehittepe ve Kayseri’den sonra Ankara'da da Rus sefirinin katledilebilmesi istihbarat ve koruma üzerine düşünmeyi mecbur kılmaktadır.
4. Bunların hepsinden daha mühim olansa şudur:
Katil, 1994 doğumludur. AK Parti iktidara geldiğinde o, 9 yaşında bir çocuktur. Bu iktidarın işbaşında olduğu bir zamanda bu devletin ister özel ve isterse resmî okullarında okuyarak yetişmiştir. FETÖ okulları, diğer örgütler, darbe ihaneti vs topyekûn düşünülürse demek ki bu okullardan aynı zamanda vatan hainleri, bölücüler, mankurtlar ve katiller de mezun olmaktadır. Bu da "millî eğitim" unvanlı maarifimizin yüz yıllık muhteva sakatlığından ileri gelmektedir. Sene başlarında bedâva kitaplar, masalara kondu ama o kitaplarda ne yazıyordu buna eğilen pek olmadı. Tahsil süresini lüzumsuz yere uzatmaktan öte bir şey yapılmadı. Bu iktidar, birini de dün Avrasya Tüneliyle yaşadığımız gibi çok eserler verdi. Ne var ki eğitim alanında büyük hata, eksik ve yanlışlar oldu.
Mes'eleye bir de böyle bakmalı.
Bu ülkenin çocukları, dönem dönem sosyalist, Kürtçü, himmet ehli diye bu milletten devşirilmiştir. Bu netice, cinayet daha büyüktür.
Bir musibet, bin nasihatten evladır.
Vaki olan musibetten dersler çıkartmalı.
.ASRIN TÜNELİ
2016-12-20 02:00:00
Bugün, İstanbul trafiğinin, köprülerin rahatlayacağı, sürücü ve yolcuların huzurla seyahat edecekleri ve hazinenin yakıt tasarrufu sebebiyle çok ciddi meblağlarda tasarruf yapacağı bir günün başlangıcı. Bugün, Avrasya Tüneli'nin de medeniyet defterimize iftiharla yazıldığı gün.
1560 metre uzunluğundaki Şehîdler Köprüsü, 1510 metre uzunluğundaki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve 2164 metre uzunluğundaki Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nden sonra bugün saat 14.00'te "Avrasya Tüneli" hizmete giriyor. İstanbul'un iki yakası ve tabiatiyle Asya ve Avrupa, İstanbul Boğazı'nın üstünden üç kere buluşurken Marmara'nın altından da Marmaray'la birlikte bu "Hüdai Yolu"yla da ikinci kere buluşmakta...
Şeksiz ve şüphesiz hakikattir ki yol, medeniyettir.
Yol yoksa dert ve geri kalmışlık ve gamlı türküler vardır.
Dünyada ilk tünel, 1863 yılında Londra'da açılmıştı. İkinci tünel, Sultan Abdülaziz zamanında 17 Ocak 1875'te İstanbul'da hizmete girdi. Karaköy Tüneli'nin inşaatına 1871'de başlanmış, 1874'te bitirilmişti. 573 metre uzunluğundadır. Bu tünelin varlığıyla Beyoğlu-Karaköy arası 90 saniyede katedilmektedir. 180 bin Osmanlı lirasına mal olmuştur. Yap-işlet-devret suretiyle yabancı sermayeye yaptırılmış ve 42 sene sonra devlete devredilmiştir...
Ne acıdır ki dış borçları ödeyen, donanmayı güçlendiren, İngiltere, Fransa ve Mısır seyahatleriyle dış dünyaya açılan, bayındırlık hizmetlerinde de Avrupa ile yarışan Sultan Abdülaziz Han, bu tünelin hizmete girmesinden bir buçuk seneden daha kısa bir zaman sonra 4 Haziran 1876'da bilekleri kesilerek şehîd edildi.
O'nun hizmetlerini devam ettiren Sultan Abdülhamîd, 31 Mart 1909'da tertiplenmiş bir ayaklanmayla devrildi, 18 Şubat 1918'de nezaret altındayken vefat etti. Sultan Abdülhamid'in hizmetlerini bıraktığı yerden alıp Türkiye'yi yolla tanıştıran böylece köyden şehire göç yolunu açan, bu milletin şehirleşmesine zemin hazırlayan Başvekil Adnan Menderes, darağacında can verdi. Adnan Menderes'in hizmetlerini layıkıyla yeniden başlatan, vatandaşı bürokrasi azabından kurtaran, bilgisayar teknolojisiyle tanıştıran, Fatih Sultan Mehmet Köprüsünü yaptıran, ülkede bölünmüş dört fikrî unsuru birleştiren Cumhurbaşkanı Turgut Özal, şüpheli bir ölümle bu dünyadan göçtü.
Marmaray'ın, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün, Avrasya Tüneli'nin ve dünyanın en büyük hava limanının ve Anadolu’daki daha bir çok eserin altındaki imza Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bu insana hasmının bile diyemeyeceği bir sıfat var ki o da tembelliktir. Sn Erdoğan, Başbakanken çalışkanlığıyla şaşırtmıştı. Cumhurbaşkanı olunca oturup rahat edeceğini sananlar oldu. Lakin O, aynı sür'atle çalışmaya devam etti ve ediyor. Bu milletle onun değerlerine kalbden sevdalı olanlar gece ve gündüz, yaz ve kış tanımazlar. Allah, O'ndan razı olsun ki hiç bir hizmeti geciktirmedi ve yarım koymadı. Bu hakkı teslim etmek, her haysiyetli kalemin borcudur. O, bunları yaptığı için sömürgeci haçlı dünyanın rahatı kaçtı. Bundan dolayı içerden FETÖ, PKK ve daha bir çok şer örgütler iş birliği yaparak kendisini Marmaris’teki otelinde öldürmek istediler.
Şükür ki Allahü teâlâ, hainleri değil, azîz milleti güldürdü.
Avrasya Tüneli'nin temeli 26 Şubat 2011'de atılmıştı. Bundan böyle, Kazlıçeşme-Göztepe güzergâhında, 100 dakikalık yol 15 dakikaya düşecek. Tünel, bağlantı yollarıyla birlikte 14.6 km uzunluğunda. Gidiş geliş iki katlı. Deniz seviyesinden 106 metre aşağıdan geçmekle dünyanın en derin tüneli. Maliyeti 1 milyar 245 milyon dolar. Yap-işlet-devret usulüyle inşa edildi...
Hayrlı olsun, Allah, kaza-belâ ve ihanetlerden muhafaza buyursun. Yukarıdan beri "Avrasya Tüneli" dedik ama, bu tıpkı Karaköy Tüneli gibi mekân adıdır. İsmi belki böyle kalır ve belki daha evvel yaptığımız tekliflerden biri kabul görür.
Bu vesileyle şunları dile getirmemek olmaz:
Eminönü'nden Yeşilköy’e kadar uzayan malûm sahil yolunu İstanbul'a kazandıran Adnan Menderes'tir. Zannederiz buranın ismi "Adnan Menderes Caddesi" iken 27 Mayıs'tan sonra Kennedy Caddesi yapıldı. Zira, biz, Adana'nın içinden geçen Seyhan Nehri üzerindeki ikinci köprünün adı, Menderes Köprüsü iken darbeden sonra Kennedy Köprüsü yapılmasına şahit olmuştuk.
Eminönü-Yeşilköy arasındaki Sahil Yolu'nun resmî adı, navigasyondaki kaydı bugün hâlâ Kennedy Caddesidir. Bir kısım vatandaşların, diplomalı nankörlerin bir yabancı devlet adamının isminin kendi şehrinin caddesinde olmasından dolayı hiç rahatsız olamayıp da bütün Ortadoğuyu bu memlekete katan Yavuz Sultan Selim'den ve bu vatanı 33 sene muazzam bir azimle kalkındırıp birliğimizi muhafaza eden Sultan Abdülhamid Han'ın isminin bir yere verilmesini çok görmeleri, onlar adına utandırıcı bir ayıptır.
Onlara sormalı:
-Kaç devlet adamımızın adı Amerika, Fransa, İngiltere'de nereye verilmiş?
Hani mütekabiliyet esası?
Hani iz'an ve millî şuur?
.HAÇLILARIN, ANADOLU'YU ENDÜLÜSLEŞTİRME HIRSI!
2016-12-19 02:00:00
Sene 1996/97 olmalı. Feramiz Gökdemir isminde bir muhabir ve Cemil isminde bir kameraman arkadaşımla beraber Madrit'e gittikten sonra hızlı trenle Endülüs'e geçmiştik. İspanyol yakıp yıkmalarına rağmen inanılmaz güzellikteki Kurtuba Camiî, el Hamra Sarayı, Müslüman sokakları ayaktaydı. Kurtuba Câmiîne girdiğimizde kemerlerin coşkunluğuna, mâbedin ululuğuna hayran kaldık. Ne var ki az ilerleyip de câmi içine kilise yapma gibi bir vahşetle karşılaşınca kalbimizden hançerlendik.
O ân şöyle düşündüm:
-Allah bilir ama bu câmi gasp edildiğinden bu yana bir daha cemaat görmemiştir! Bunun üzerine muhabir arkadaşımızı imamete geçirdik, ikimiz cemaat olduk. Kameramız da ön taraftaydı. Müze yapılmış, ortasına bir intikam anıtı gibi kilise dikilmiş bir mekânda cemaatle namaz kılıyorduk. Namazı yarılamıştık ki etrafımızı polisler sardı. Müdahale etmediler. Selamlayınca sert bir şekilde sordular; "Ne yapıyorsunuz?"
Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- ne buyurmuşlardı? "Harp, hiledir!" Onlara "kendi camimizde ibâdet ediyoruz!" diyemezdik. Kamerayı göstererek "film çekiyoruz, isterseniz siz de dâhil olun!" dedim. "Kamera kendi kendine mi çekiyor?" deme zekâsını gösteremediler. "Hayır!" diyerek çekip gittiler.
İspanya'nın fethi 711'dir. 12 bin kişilik bir İslâm ordusu, bu tarihte Tarık bin Ziyad komutasında İberik Yarımadası'na çıktı. Son birlik de karaya intikal edince şanlı komutan, geldikleri gemileri ateşe verdirip askerlerine öndeki düşmanla arkadaki denizi göstererek muhteşem bir nutuk irade etti. Müslümanlar, bu fetihle ilk defa bu topraklara girmiş oldular...
Abbasiler, 750'de Emevi devletini yıkınca Emevî sultanlarından Hişam'ın torunu Abdurrahman, Endülüs’e kaçarak 756 yılında payitahtı Kurtuba olan Endülüs Emevî Devletini kurdu. Dil Arapçaydı. İtikad Sünni İslamdı. Devletin büyüklüğü 600 bin km2 idi. Bu devlet, 1031 yılına kadar yaşadı. Yerine aynı hususiyetlerde ve payitahtı Gırnata olan Beni Ahmer devleti kuruldu. El Hamra Sarayı, bu dönemde yapıldı. Bu devletlerle, Fas, İspanya, Portekiz ve kısmen Fransa İslâm mülkü olmuşken zamanla hükümdarların saray rahatlığını cihad zahmetine tercih etmeleri, Yunan filozoflarının bozuk görüşlerinin Müslüman zihinleri bulandırması, kardeş kavgaları gibi sebepler, bu topraklarda hazîn sonu dâvet etti.
Müslümanlar, amentüleri de yara alarak bozulurken Hıristiyan devletler, haçlı bayrağı altında birleşme yoluna gitmekteydiler:
Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabel'in evlenip ordu ve imkânlarını birleştirmeleri tarihin kırılma noktası oldu. Artık, haçlı koalisyonu kurulmuştu. İhtilaf hâlindeki Müslümanlara hücum ederek medeniyet incisi narin ve zarif Gırnata, Kurtuba, İşbiliyye ve diğer şehirleri yakıp yıkmaya başladılar. Müslümanlar, kendi vatanlarında katlediliyorlardı. 1 milyon Müslüman öldürüldü. 300 bin Yahudi’ye de Katolik olmakla ölmek arasında tercih hakkı bırakıldı. Bu esnada İspanyollar, bir yandan kâşifleri vasıtasıyla, Amerika'yı keşfediyor, diğer yandan da Müslümanları 711 yılında Tarık bin Ziyad'ın gemileri yaktığı boğaz sularına doğru sürüyorlardı. Bu esnada Osmanlı Cihan Devletinin başında Sultan Bâyezıd Hân vardı. Endülüs Müslümanları, Padişaha sefîr göndererek kendisinden yardım istediler. Huzurda "Endülüs'e Ağıt" diye şiir okudular. Ancak; Sultan, bir yandan kendisine karşı taht kavgası veren biraderi Cem Sultan'la diğer taraftan da köle asıllı muhafızların/korumaların, yaşadıkları memleketleri ele geçirmeleriyle kurulmuş olan ve Suriye ve Mısır'da hüküm süren Memlûklarla çok çetin bir mücadele içinde olduğundan Emevîlere asker ve silah yardımında bulunamıyordu. Ancak Hızır Reis, Oruç Reis ve Kemal Reis komutasındaki gemilerle Müslümanlar, kurtarılıp kuzey Afrika’ya naklediyordu.
Beni Ahmer Devleti'nin 2 Ocak 1492'de düşmesiyle birlikte 8 yüz senelik Endülüs hakîkati, hayâl oldu. Katolik İspanyollar, İberik Yarımadası'ndan Müslümanların kökünü kazıdılar.
Arap Müslümanlar, o toprakları fethedip vatan tutmuş ve birçok sahada üstün eserler vermişken keyfe, dünyalığa, iç çekişmelere dalıp ehli sünnet yolundan uzaklaşınca başlarına vatanlarından sökülüp atılma felaketi geldi.
İberik Yarımadası iklim, arazi ve yetişen mahsul bakımından Anadolu Yarımadası'na çok benzer. Anadolu, Asya'nın batıya doğru şâhâ kalkmış bir kısrak başı gibidir. İberik Yarımadası ise Avrupa'nın Atlas Okyanusu'ndan su içen bir kısrak başı gibidir.
Bugün, Anadolu Yarımadası'nda 1071'den bu yana olan varlık süremiz, Endülüs Müslümanlarının İspanya'daki varlık sürelerinden biraz fazladır. İçimizde "Malazgirt işgaldir" diye konuşan, "zulüm 1453'te başladı" diye yazı yazan ismi bizden ajanlar mevcut. 1821'de Mora İsyanıyla başlayıp 1876'da hızlanan Orta Avrupa ve Balkanlardan çıkartılmamız, Endülüs misali zalim bir haçlı taarruzudur. Böylece Anadolu Yarımadası'na mahkûm edildik. Bugün o da çok görülmekte. Sevr, Türkiye'yi parçalama projesi, Anadolu'dan atılmamızın vesikası yapılmak istendi. Allah arzı olsun ki Sultan Vahideddin, onu imzalamadı...
Gözler açılıp görülmeli, şuurlar uyanmalıdır. Bir kere daha imânla küfrün, Haç ile Hilâl'n mücadelesindeyiz. Haçlı koalisyonu, satın aldığı taşeron örgütleri de kullanarak Anadolu Yarımadası'nı Endülüsleştirmeye çalışmaktadır. Bu hırs, boynunda haç, yüreğinde İslâm kini olanların gözünden hiç eksik olmadı.
15 Temmuz, o istilâ hırsına karşı yükselen şanlı meş'aledir.
Bu meş'ale sönmemeli...
.SURİYE'NİN TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ
2016-12-16 02:00:00
Suriye, asrın felaketini yaşıyor. "Size bahar getirdik!" diyenler ateş yağdırdılar. Bugün talihsiz Suriye'de ne kadar nüfus kaldığı tam belli değil. Yarım milyon ölü, bunun iki-üç katı yaralı oldu. İç göç yaşamamış Suriyeli aile yok gibi. Bir başka ülkeye iltica eden mülteci sayısı 7 milyon civarında.
Diğer taraftan kuzeydeki Kürt nüfusun Suriye ile aidiyet bağı koparılmak istenmekte. Bu sebeplerle yüzde elli nüfusunu kaybetmiş bir memleket, orada kalan ne kadar insan için vatandır bilinmez. Araplar için, Beşar Esad dahil Nusayriler için, Türkmenler, muhalifler ve Kürtler için Suriyenin tamamı bugün de vatan mıdır?
Gerçek duruma bakarsak Fırat Kalkanı Harekâtıyla DAEŞ'ten temizlenen ve el-Bab'ın da alınmasıyla genişleyecek olan bölge Türkmenlerle muhalifler için "vatan"dır. Fırat'ın doğusundaki Kuzey Suriye bir kısım Kürtler için "vatan"dır. Orta Suriye’den Akdeniz'e kadarki bölge de Nusayriler için "vatan"dır...
Şimdi bu kopmuş aidiyetleri, vatan muhabbeti ve vatandaşlık kaydıyla bir araya getirmek gibi bir mecburiyet var. Bu mecburiyete kim ne kadar uyar? Amerika'nın sırtını sıvazladığı, AB'nin şımarttığı Suriye PKK'sı PYD'den "Suriye'nin toprak bütünlüğü" diye bir dert beklemek abestir. ABD ve AB, PYD'yi DAEŞ'e karşı kullanmak istedikleri için onlar zaviyesinden de Suriye'nin toprak bütünlüğü olmazsa olmaz bir şart değildir. İran, rüşveti kelam kabilinden "bütünlük" dese de toprak bütünlüğü umurunda değildir. Öyle olsaydı doğu Halep'in tahliyesi yapılırken ateşkes kararına rağmen sivillere ateş açılmaz, katliam yapılmazdı. Rusya içinse üsleri ve Nusayrilerin kendilerine imkân sunmaları esastır.
Komşusunun toprak bütünlüğünü tam bir içtenlikle isteyen Türkiye'dir. Eğer toprak bütünlüğü sağlanamaz ve Fırat'ın doğusunda emrivaki ile bir Kürt devleti kurulmaya kalkışılırsa Türkiye, "her ne pahasına olursa olsun" izin vermeyeceğini çok önceden ilân etmiştir.
Sömürgecilerle taşeronları, önce güneyimizden bir terör koridoru geçirmeye kalkıştılar. Buna müsaade etmedik. Fırat Kalkanıyla o hayali dağıttık. Bu defa Fırat'ın doğusunda komünist ideolojide bir Kürt devleti peşinde koştukları görünmekte. Garabete bakınız ki bu ideolojideki bir gecekondu devleti, kapitalist devletler inşâ etmekte. Niyet, ya doğrudan devlet veya kuvvetli otonomiye sahip olup zamanla bağımsızlaşacak devlet!
Cumhurbaşkanının "yeni bir Sevr dayatmasıyla karşı karşıyayız" ve "teröre karşı topyekûn millî bir seferberlik ilân ediyorum" sözlerinin bu bahsettiklerimizle yakın alâkası olmalı. Vaziyet o ki ABD, Rusya ve İran Suriye'deki üslerini tahliye etmeyecek, askerlerini geri çekmeyeceklerdir. Bu arada hiç sesi soluğu çıkmayıp sütre gerisinde bekleyen bir İsrail vardır. İsrail, Suriye mes'elesinde beşinci unsurdur. Ancak bölünen bir Suriye en önce ona yaradığı için dikkatle beklemektedir.
Türkiye, ya askerî ve diplomatik manevrâlarla Suriye'nin vatan bütünlüğünü gerçekleştirecek veya bütün güney hududunu Misakı Millî gereği millîleştirecektir.
.HALEP FACİASININ SORUMLULARI
2016-12-15 02:00:00
Bosna, İslâm medeniyetinin Balkanlarda tecelli ettiği müstesna dünya şehirlerinden biriydi. Osmanlı ecdadımız, nakış nakış işlemişti. Bağdat, dünyanın sayılı medeniyet merkezlerinden biriydi. İslâm medeniyetinin tecelli ettiği yerlerin en önemlilerindendi. İslâm devletleri ve Osmanlı ecdadımız burayı da nakış nakış işlemişlerdi. Halep de keza İslâm medeniyetinin tecelli ettiği gözde bir şehirdi. İslâm devletleri ve Selçuklu ve Osmanlı ecdadımız, Halep’i de nakış nakış işlemişlerdi.
80-90 sene evvelinde Bosna, Bağdat, Halep... Bursa gibi, Burdur gibi, Hatay gibi bizim şehirlerimizdi.
Sırplar, dinmez haçlı kiniyle Boşnaklara kötülüğün her çeşidini reva gördüler. O güzelim şehirler, Sırp vahşetiyle mahvedildi. Bugün Bosna, âdeta mezaristandır.
Haçlılar, Filistin’le Srebrenitsa’yla doymamış olmalılar ki insanlık suçları, daha sonra önce Bağdat'ta, sonra Halep'te işlendi.
Mânâsı ve maddesiyle dillere destan güzellikteki Bağdat, "ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz!" övgüleriyle övülürken çeyrek asırdır her gün patlamaların, katliamların ve her gün sıra sıra ölümlerin yaşandığı bir viraneye döndü. Ama bugün sadece Bosna değil, Bağdat bile o virâne hâline rağmen Halep'e nazaran mamur.
Halep, insafsızca, vicdansızca, merhametsizce perişan edildi. Nusayri rejimi, aynı ülkenin bir parçası olan Halep’i ve aynı ülkenin vatandaşları Haleplileri üzerlerine yağdırdıkları kurşun ve bombalarla mahvettiler. Bebekler, çocuklar, kadınlar, siviller katledildi. Halep, harabeye döndü. Halepli mazlum insanlar, susuz, aşsız, ateşsiz, ekmeksiz, ilaçsız ve her türlü beşeri ihtiyaçtan mahrum hâle geldiler. Hastaneler vuruldu. Bunu sadece Beşar Esad yapmadı. İran ve Rusya da ona yardımcı oldu.
Srebrenitsa'da Sırp caniler suçluydu. Onlar, soykırım yaparken CIA tezgâhını kuruyor, Sırp militanların Müslümanlara saldırmasını önlemekle vazifeli Hollandalı albaysa bir bahaneyle Müslümanlardan silahlarını topladıktan sonra vahşi saldırıya göz yumuyordu.
Bağdat I. ve II. Körfez harekâtıyla yıkıldı. Batının tezgâhıyla Humeyni Paris’ten alınıp uçakla Tahran'a indirildikten sonra İran devrimi yaşandı. Ardından kışkırtmalarla İran ve Irak 10 sene boyunca birbirini kırdı. Daha sonra da tükenmiş Irak, telkinlere kanarak Kuveyt'e girdi. Bu sınır tecavüzü, Amerika'nın da koalisyon güçleri diyerek Irak'a girmesine kapı araladı.
Suriye'de ise manzara başka. Amerika, "Arap Baharı" dediği demokrasi ve hürriyet vaadiyle Suriye'ye girdi. Fakat burayı Rusya ve İran'a teslim ederek Stalinci Kürtler'le çalışma yoluna girdi.
Amerika'nın bu iş bilmezliğiyle Rusya, ummadığı bir zamanda Orta Doğu ve Akdeniz'de yeniden güçlendi. Suriye'de ilave kara ve deniz üsleri kurdu. İran’sa 1500 yıldan bu yana en büyük fırsatı yakaladı. Osmanlı'nın çarpıştığı 3 düşman vardı. Garpta haçlı Hıristiyanlar, şimalde Moskof, şarkta Şii İran. Osmanlı bazı seferleri yarıda keserek geri dönmüştür. Bunun sebebi İran’dır. Ordumuz, Haçlılar üzerine yürürken, İran ordusu, doğu bölgelerimize taarruz ediyordu. İran, Vatikan’la Osmanlı Türkiye’sine karşı iş birliklerine gitmiştir. O İran, önceki İslâm devletleri ve Osmanlı sebebiyle yapamadığını bugün hayata geçirme peşindedir. Nüfuzunu, Basra Körfezi-İskenderun Körfezi-Aden Körfezi arasına yayıyor. Irak'ta Ehli sünnet düşmanı Haşdi Şabi, Lübnan'da Hizbullah, Yemen'de Husiler, İran militanlarıdır. Halep'te Nusayri rejim jetleriyle Rus jetleri havadan vururken İran militanları da karadan vurmaktadır. Onlar, bunu yaparken bizde de bazı yüzü kızarmazlar, ekran ve sütunlarda "Halep temizleniyor" diyebilmekteler.
Nusayri Rejimi, Beşar Esad, Amerika, İran ve MİT tırlarını durdurup yardım gitmesini engellemekle kalmayıp 15 Temmuz'da da darbeye kalkışan FETÖ, silahlı kuvvetlerimizle emniyet kuvvetlerimize saldırarak bize zaman kaybettiren PKK, Halep Faciası'nın sorumlularıdır.
Şimdi baca tütmeyen Halep'te güya ateşkes yapıldı.
Ne var ki rejim, ateşkesi ikide-birde bozmakta.
Eğer...
Ateşkes, oyalama ve bir başka aldatmaya dönerse, Mehmetçiğin Halep'e yani Gaziantep'in dünkü vilâyet merkezine girmesinden başka çare kalmaz..
.TERÖRLE MÜCADELE DEVLET MESELESİDİR
2016-12-14 02:00:00
Başbakan Binali Yıldırım'ın dâveti üzerine CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP genel başkanı Devlet Bahçeli'nin iştirakiyle bugün Çankaya Köşkü'nde üçlü bir liderler zirvesi gerçekleşiyor...
Liderler zirvesinde öyle anlaşılıyor ki sn Başbakan, sn iki muhalefet liderine Beşiktaş'taki terör saldırısı ve terörle mücadeledeki son durum, düşen F-16 jeti, Halep faciası, El Bâb, Suriye'nin umumi durumu, batının ikiyüzlü tutumu, Türkiye'ye karşı yöneltilen sinsi çembere alma veya bir başka ifadeyle kuşatma çabaları, İran, Amerika ve diğerlerinin bölgedeki faaliyetleri, Türkiye-Rusya ilişkileri, ve sınırlı anayasa değişikliği gibi konularda malûmat verecek ve onların teklif ve tahlillerini dinleyecektir.
Bu saydıklarımızın tamamı masaya gelebileceği gibi fazlası veya zaman kifâyetsizliği gibi sebeplerle bir kısmı gelebilir. Ancak kesin olan şu ki terör, terör örgütleri, onları destekleyen devletler isim isim bütün tafsilatıyla konuşulacaktır. Zaten bu yapılmazsa toplantı hedefine varmamış olur.
Böyle bir zirvenin icrasındaki birinci sebep, terörün, bir parti veya iktidar meselesi değil, devletin bekâsına, milletin varlığına ve vatanın birliğine yönelmiş olmasından dolayıdır. Nasıl ki anayasa inşâ ve tashihi, bir iktidar için tanzim edilmiyorsa terörle mücadele de sadece bir iktidarın vazifesi değildir.
Bugünkü terör, 20 yıl öncesinin terörü mahiyetinde telakki edilemez. Eskiden terör örgütleri, ideolojileri için silahlı eylem ve katliamlar yaparlardı. Her biri ayrı ayrı çalışırdı. Bugünse bu kanlı örgütler, hem kendi aralarında işbirliği içindeler ve hem de onları, bir ve daha fazla devlet kullanmaktadır. Terör örgütlerinin kendi niyetleri farklı olabilir. Onları bir maşa gibi kullanan devletlerin niyetleri ise istila ederek yahut etmeyerek sömürmektir.
Daha evvel de bir kaç kere teklif ettiğimiz gibi zirvenin bir "Muhalefet Günü" mahiyeti alarak müesseseleşmesini temenni ederiz. 7 Ağustos 2016 'da Yenikapı Toplantısıyla doğan "Yenikapı Ruhu" birlik, huzur ve kardeşlik iklimimize hizmet ümidi vermiş olsa da daha sonra solarak bugünlere gelebildi. O ruhun yenilenmesi lâzım. Anayasa değişikliği için MHP aklıselimle hareket ederken CHP anlaşılmaz bir zorlaştırıcı tavır sergiledi. Liderlerin bir araya gelmesi için illa bir darbe teşebbüsü olması veya 44 fidanın toprağa düşmesi şart değildir.
Bundan dolayı içtimâî mukavele hükmünde bir "Beyazkitap Beyannamesi" hazırlanarak varlık hikmetimizi, birliğimizi ve hedeflerimizi ihtiva eden şartlar, mermere işlenircesine hafızalara ve zamana nakşedilmelidir.
Türkiye, bir kısım vatandaşları Kürtçü, FETÖ'cü, DAEŞ'çi, komünist ideolojiler tarafından devşirilerek, dışarıdan da dört koldan kuşatılmıştır. Bugün iç ve dış ihanet, el birliği hâlindedir. Bölgede bize rağmen harita değiştirilmek istenmekte. Haçlı emperyalizmi, bir asır önce nerede kalmışsa oradan yoluna devam etmek için her şeyi mübah saymaktadır.
Tehlike âyân-beyân ortadayken ucuz politik menfaatler peşinde koşmayı tarih affetmez. Bu zirve vesilesiyle CHP'nin MHP'den ibret alarak kendini gözden geçirmesi, Tek Parti zihniyetini terk etmesi hayırlı olur.
.ÇEMBER
2016-12-13 02:00:00
Beşiktaş’taki terör saldırısında kaybettiğimiz polis ve sade vatandaş şehitlerimiz için hangi şifalı kelimeyi edebiliriz ki onların ebeveyn, eş, evlât ve akrabalarıyla milletimizin yaralı kalbine derman olsun?
Böyle bir kelime yok. Ama değişmez bir hakikat var ki o da bu ömür defterini şerefle kapatmaktır. Ölüm meleği Azrail aleyhisselam haberli çalışmıyor. Dede Korkut, ne demekte? "Gelimli dünya-gidimli dünya/Sonucu ölümlü dünya!"
Mühim olan kaç yaşında ve nerede ölmek değil, ölümün şekli, zamanı ve adanmışlığıdır. Ölmekten âzâde olmuş ve olacak kimse yok. Hikmeti ilâhî mucibince bazısı erken yaşta ölmekte, bazısı geç yaşta.
Cenazelerdeki şu şehidlerin eşlerine, ana-babalarına bir bakın lütfen. Analar, eşler umumiyetle örtülü, babalar umumiyetle bereli, ak sakallı. Tam bir Anadolu mübarekliği. Şehîd olanlar, işte bu insanların, bu taze gelinlerin eşleri, o vakarlı, imânlı ana-babaların evlâtları, nur yüzlü çocukların baba veya ağabeyleridir.
O polisler, o askerler, o korucular... Sürmeli gözlü o vatan evlâtları, zaten mümkün mertebe abdestlerini almış olarak her gün vazifeye çıkmaktalar. Ölümü bekleyerek iş görmekteler. Ölüm onların yabancısı değil. Onlar, ölümle tanışıklar. Bir kaç ay evvel de bir arkadaşları hemen yanı başlarında şehit düşmüş olabilmekte.. O şehidler ister polis, ister sivil, ister asker olsun... hepsi aynı tevekkül zırhına bürünmüşlerdir.
Bu şehidlerin akrabalarıyla topyekûn milletimizi teselli edecek beşer kelimesi yok. Ama yüksek anlamlar ve büyük denklikler, tevafuklar, müjdeler var. Ankebut Suresi 57. âyeti "Küllü nefsin zâikatul mevt" her nefs ölümü tadıcıdır ezeli haberiyle tesellilerin tesellisidir.
Ve bu olayımızdaki ürpertici keyfiyet...
Şehîdlerimizin toprağa verildikleri gecenin Mevlid Kandili olması. O mübarek şehîdler, kendileri de aynı zamanda yedikleri zehirli bir et sebebiyle şehîd olmuş olan Son ve En Üstün Peygamber aleyhisselamın doğdukları gece veya ertesi günde toprağa verildiler. Muştular, olsun ki nimet nimet üstünedir. O ana-babalar, eşler ve akrabalar, zaten örfümüzde ve dînimizde olmayan yas içinde değillerdir düşüncesindeyiz. Aksine bu kutlu sondan dolayı onlar tebrik kabul etseler yeridir. Zira tevafuk görünüşlü cilvei Rabbaniye bakmalı ki bu şehîdlerimizin ölüm tarihleri mürşidi kâmil, mütefekkir ve hikmet dolu mısraların sahibi Celaleddin-i Rûmî hazretlerinin de ölümüne düğün gecesi dediği Şeb'i Arus'a da denk gelmekte.
Mü'minin hayatı da mematı da güzeldir. O her dem ölüme hazırdır. Mevlâdan gelen can baş üzredir. Korkması gereken, ürpermesi gereken, cehenneme odun ve yakıt olacak olan o milliyetsiz, mürted ve zalim teröristlerdir.
Bakara Sûresi 154. âyeti kerimeyi kalbimize sindirerek hatırlama vaktidir:
-Ve Allah yolunda katledilenlere "ölülerdir" demeyiniz. Bil'akis, onlar berhayattırlar, fakat siz bilmezsiniz!
Gönül mimarımız Yunus Emre, şu şiirini bu temele dayandırıyor olsa gerek:
"Mânâ eri, bu yolda melûl olası değil/Mânâ duyan gönüller hergiz ölesi değil/Ten fânidir, can ölmez, gidenler gine gelmez/Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil."
Dün şehîdler vermiştik, bugün de şehîdler verdik. Yarın da şehîdler vereceğiz. Bu dâvâ, Sevgili Peygamberimizin Mekke ahalisi nezdinde bütün insanlığa "lâ ilâhe illâllah, Muhammed'ün Resûlullah" dediği ân başladı. Bedr Harbiyle başladı, Haçlı muharebeleriyle devam etti. Kıyamete kadar da devam edecektir. Adını koymalı; bu, imânlâ küfrün mücadelesidir.
Bedr Harbi buydu, Malazgirt buydu, İstanbul’un Fethi buydu, Viyana muhasaraları, 1876 Türk-Moskof Harbi, 1897 Türk Yunan Harbi, I. Dünya Harbi, Çanakkale, Sarıkamış, Kût'ül Amare, İstiklâl Harbi buydu...
1970'lerdeki Asala, PKK'dan DAEŞ ve FETÖ'ye varana kadar bütün terör saldırıları da budur.
O terör örgütlerinin ipleri haçlıların elinde. İç ve dış düşmanlar, şimdilerde Ümmetin son ümidi bu milleti, dört bir yandan çembere almak istemekteler.
Bilsinler ki biz, bir ölür, bin diriliriz!
Biz ölüme düğüne gider gibi kınalı saçlarla gideriz.
Bu imân ve aşkla o çelik çemberleri kırar geçeriz.
Dediklerimize son misal 15 Temmuz'dur.
.SINIRLI ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
2016-12-12 02:00:00
Uzun müddettir üzerinde konuşulan sınırlı anayasa değişiklik tasarısı, Başbakan Binali Yıldırım'ın imzasıyla; genel ve maddeler gerekçeleri de dahil olarak TBMM Başkanlığına verilmiş durumda.
1982 Anayasasının 20 kadar maddesini değiştiren teklifin, 330 kabul oyu bulmamak şeklinde beklenmedik bir gelişmeye yol açacağına ihtimal vermiyoruz.
Sn Yıldırım'ın daha ilk günden yaptığı açıklamayla TBMM'de çıkacak kabul sayısı, 330'dan fazla olsa, hatta 367'yi bulsa dahi yine halka gidileceği keyfiyeti ise hem yapılacak değişikliğin muhkemliği ve hem de kendinden eminlik bakımından isabetlidir.
Adından da anlaşıldığı gibi mevzubahis değişiklik, yeni bir anayasa yapma değildir. Asıl istenen, yamalı bohçaya dönmüş 1982 Anayasasını terk etmekti. Ancak böyle bir ortak arzuya rağmen çok senelere mal olan dörtlü parti çalışmaları arzuyu gerçekleştiremedi.
Bu defaki değişiklik teşebbüsü, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli'nin seçimle gelmiş Cumhurbaşkanının fiilen Başkanlık yapmasından dolayı fiilî durumun hukukileşmesi gerektiğine dair yaptığı çağrıyla başladı. Çağrıya CHP icabet etmeyince müzakereler AK Parti ve MHP arasında yapıldı ve kısa zamanda olgunlaşarak meclise gelmiş oldu.
Tasarının mahiyetini şöylece sıralamak mümkün:
-Getirilen "Başkanlık Sistemi" değil, muhteva aynı olsa da "Cumhurbaşkanlığı Sistemi"dir. Buna "Türk Tipi Başkanlık" denebilir mi? Bu soru diğer bazı başka hususlar gibi ileriki günlerde tartışılabilir. 101. Madde, kendini tartışmaktan kurtaramaz. Tasarı, Cumhurbaşkanı seçilebilmek için aynı zamanda "doğuştan Türk vatandaşı" olma şartını getirmektedir. ABD anayasasından mülhem olduğu tahmin edilebilecek böyle bir daraltıcı maddeye ihtiyaç var mıydı? Diyelim ki 5 yaşında ailesiyle Türkiye’ye göçmüş ve vatandaş olmuş biri ileride üstün bir kabiliyet ve gayretle çok seçkin biri olsa bu kimse Cumhurbaşkanı adayı olamayacak fakat sırf Türk vatandaşı diye herkes aday olabilecek. Yine sakil kaçan bir başka husus da şudur: Cumhurbaşkanının vazifeleri sayılırken "meclise mesaj vermek" diye bir cümle geçmekte. Bu cümle hukuki bir dille yeniden yazılmalıdır.
Teferruatlı incelemeyi sonraya bırakarak şimdilik umumi değerlendirme yapmak daha yerinde olacaktır.
-Yeni sistemde "Başbakanlık" unvan ve makamı yoktur. Buna mukabil sayısı Cumhurbaşkanının takdirine bırakılan Cumhurbaşkanı yardımcılıkları vardır.
-Cumhurbaşkanı, bugünkü gibi sorumsuz değildir. Mevcut yapıda Cumhurbaşkanının icraatlarından Başbakan ile ilgili Bakan sorumluyken Cumhurbaşkanlığı sisteminde Cumhurbaşkanı, icranın yegâne başı olması hasebiyle icraatlarının hesabını vermekle mükelleftir.
-Mevcut yapıda Cumhurbaşkanı semboldür. Önceden partisi varsa o partiyle ilişiği kesilmiştir. Yeni değişiklikteyse Cumhurbaşkanı -varsa- partisinin genel başkanı kalabilecektir.
- Cumhurbaşkanlığı yardımcıları ve Bakanlar, meclis dışından seçilecektir. Ancak, Cumhurbaşkanı gerektiğinde TBMM üyeleri arasından da yardımcı ve Bakan tayin edebilecektir. Bu takdirde tensip edilen vekil, vekillikten istifa etmektedir.
-Diğer taraftan seçme yaşı gibi seçilme yaşı da 18 olmaktadır.
Bunun şu faydası olur:
Devlet yönetiminde istidadı keşfedilen gençler, vekil seçilmekle TBMM'nde zaman içinde pişeceği hizmet kademelerinden geçerek ileride iyi yetişmiş bir siyasetçi olarak ülkeye kazandırılmış olurlar.
-Dikkat çeken değişikliklerden biri de milletvekili sayısının 550'den 600'e çıkartılmasıdır. Unutulmamalı ki bu değişikliklerin mer'iyyete girme tarihi mevcut Cumhurbaşkanının şu anki döneminin bitmesinden sonra yapılacak olan eş zamanlı CB ve genel seçimler sonrasıdır. O zamana kadar geçecek süre, "hazırlık dönemi"dir. İki buçuk yıl sonra Türkiye nüfusu 82 milyonu bulabilir. Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilirse 85 milyon civarında olur.
2019'a kadarki hazırlık döneminde Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi akraba mevzuat da ele alınıp gerekli tashih ve değişiklikler yapılacaktır.
Şöyle düşünüyoruz:
2017-2019 Cumhurbaşkanlığı Sistemi'ne Hazırlık Dönemidir.
2019-2023 ise yeni ve sivil bir anayasa için Geçiş Dönemi olacaktır.
2019-2021 arası iki yıl, Cumhurbaşkanlığı siteminin işleme şekli görüldükten sonra bu defa sıfırdan anayasa inşa etme yoluna gidilebilir.
Hayli değişmiş de olsa özü itibariyle hâlâ darbeden kalma bir anayasa ile 2023'e girilmeyecektir herhâlde.
.ALMAN NEZAKETİ!..
2016-12-08 02:00:00
Almanya'nın Türkiye'ye husumet beslemesi için hiçbir haklı mazereti yoktur. İttihadçı siyaset bilmezler, Alman hayranlığından dolayı koskoca bir imparatorluğu batırdılar. Onlardaki körü körüne Alman sevdası, imparatorluğumuza mal oldu. 253 bin gencimizi Çanakkale’ye gömdüysek bu dramatik manzarada Alman subaylarının beceriksizleri henüz sorgulanmadı. Bir şey daha dile gelmiş değil. Milletimizin başına dert edilen "Ermeni Tehcir" kararının altındaki imzalar Almanlara aittir. Bu karar tatbik edilsin diye baskı yapan Almanlardır.
Ne demek istediğimizi anlatabilmek için, devrin İttihad ve Terakki genelkurmay başkanlığı kurmay başkanının ve Çanakkale komutanının Alman subaylar olduğunu hatırlatmak isteriz.
I. Dünya Harbinde Almanlar mağlup oldukları için müttefiki Osmanlı Türkiyesi de mağlup kabul edildi. Hem I. Dünya Harbinde, hem II. Dünya Harbinde mağlup olan Almanya’nın toparlanıp bugünkü kalkınmışlık seviyesine gelmesinde esas amillerden biri, 1960 başlarından itibaren Almanya’ya giden ve sadakatle buraya bağlanan Anadolu insanıdır.
Almanya’nın bize ödenmez borçları vardır.
Buna rağmen Almanya iyiliğe kötülükle karşılık vermektedir.
Birçok şer işin altından Alman vakıfları çıkıyor. Güneydoğuda elleri olmaktadır. Kandille dostluklar kurmaktadır. AB konusunda takozdur. Zahiren dost görünmesine mukabil, Türkiye tökezlesin, bölgede bir kuvvet olmasın diye her yolu mubah saymaktadır. Türkiye, Avrupa, Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya'da rakip olarak görülmektedir. Bundan dolayı Türkiye düşmanı teröristler, darbeciler, onlara yardım ve yataklık yapanlar, Almanya tarafından şeref misafiri muamelesi görmektedir.
Yıkıcılar, bölücüler, darbeciler, inançsızlar el üstünde tutulurken Türkiye'den bu ülkeye giden TBMM başkan vekili Ayşegül Bahçekapılı, poliste kötü muamele görmüştür. Sn. Bahçekapılı'nın içinde kırmızı pasaportu da olan çantası oteldeyken her nasılsa çalınmış, sahneleri kabalıklarla dolu senaryo da bundan sonra işlemeye başlamıştır. O kadar ki konsolosluğumuzun çıkarttığı pasaport, yok muamelesi görmüştür.
Almanya'nın bize karşı beslediği bu art niyetli davranışlar, kendisine bir şey kazandırmaz. Rüzgâr eken fırtına biçer. Almanya’nın en az yüzde 10'u Müslümandır. Bu Müslüman diaspora, Berlin’den çok Ankara'ya dönüktür.
Herkes hesabını doğru yapmalı.
.ABDÜLHAMİD HAN ADINI BİR TÜNELE ÇOK GÖRMEK!
2016-12-07 02:00:00
Ulaştırma Bakanlığı, 20 Aralık'ta hizmete girecek olan Avrasya tüneli için hiç de ihtiyaç yokken bir isim verme anketi başlattı. İnternette Atatürk ve Abdülhamid isimleri yarıştırılmakta. Hangi taraf kazanırsa kazansın diğer taraf kendisini yenilmiş hissedecektir. Halbuki Mustafa Kemal, Abdülhamid Han zamanında doğmuştur, O'nun zamanında askerî talebedir ve bilahare zabit/subay çıkmıştır.
Şu bir gerçek ki ilk reisi cumhurun "birinci", "ikinci" isimleriyle soyismi havaalanından yollara kadar binlerce yere verilmiş vaziyette. Cadde üzerinden anlatmak gerekirse bu topraklarda başka insan gelip-geçmemiş gibi her tarafa "Atatürk caddesi", "Gazi Caddesi", "Mustafa Kemal Caddesi", "Kemal Atatürk Caddesi"... şeklinde isimler verildi. Bunu İnönü takip ediyor, çok nadirattan Fevzi Çakmak ve belki Kâzım Karabekir adı bir yere veriliyordu. Bunlara 1980'lerden sonra Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu dahil oldu...
Geçmiş çok sayıda ismin üniversite, cadde ve köprülere vs verilmesi şu son beş-on senelik hadisedir. Osmangazi Köprüsü, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Göktürk Uydusu gibi.
Abdülhamid Han, 33 sene emperyalizme deha ve vukufiyetiyle direnmiş ve memleketi, aldığı toprak bütünlüğü ile 5 milyon km2 olarak kendini deviren İttihad ve Terakki'ye teslim etmiştir. Boğazköprüsü ve Asya yakası-Avrupa yakası denizaltı geçişi fikri, ilk olarak bu padişaha aittir. O günlerde çizdirdiği projeler devlet arşivlerinde mevcuttur. Bundan dolayı Boğaz'ın üzerine üçüncü köprü açılırken biz "ismi, Abdülhamid Han Köprüsü olsun" diye tweet attık. Fakat 7 dakika sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ismi "Yavuz Sultan Selim Köprüsü" olarak açıklayınca o teklifimizi sildik.
Birinci Boğaziçi Köprüsüne ilk yapıldığında "Fatih Köprüsü" ismi verilmesini teklif etmiştik. O isim, ikinci köprüye verilince bu defa birinci köprüye Abdülhamid Han Köprüsü densin diye yazdık. Maksadımız bir hakkı teslimdi. Ancak 15 Temmuz darbe teşebbüsünün hemen akabinde Birinci Köprüye "Şehidler Köprüsü" adı verilmesini hem bu sütunda ve hem de ekranlarda teklif ettik. Teklifimizin kabul görerek resmileşmesinden dolayı memnunuz.
Şu memlekete, şu coğrafyaya bu kadar çok hizmeti armağan etmiş bir büyük Sultana bir tünel ismini çok görmemeliyiz. Bize göre bu bahiste bir ayıp yaşandı. Onun yanına bir ayıp daha eklenmesin. Marmaray açılırken buraya "Hüdai Yolu" densin diye teklif ettik. Ancak Aziz Mahmud Hüdâî gibi 5 padişaha Hocalık yapmış bir âlimin mübarek ismi yerine bir demir soğukluğu tercih edildi.
Tekrar söylemek gerekirse; Atatürk, ön isimleriyle birlikte okul, üniversite, havalimanı, cadde meydan... gibi binlerce yere isim olmuştur. Kaldı ki Selanik’teki evinde asılı olan nüfus kağıdı suretinde de görüldüğü gibi kendisi, "Mustafa" ismini reddetmiş, Kemal ismini de "Kamal" yapmıştır. Nüfus kâğıdında ismi "Kamal Atatürk"tür. İmzalardaki "K" Kemal değil, Kamal'dır. Herkes gibi Atatürk de ismini değiştirmekte serbestti. Ancak kraldan çok kralcılar bunu saklamışlardır.
Ulaştırma Bakanlığı, bu gereksiz anketten vazgeçmelidir. Söz konusu tünele hemen neredeyse hiç bir yerde tek başına adı olmayan "Abdülhamid Han Tüneli" ismi verilmelidir. Aksine davranış, milletçe ayıbımız ve vefâsızlık olur.
Yeri gelmişken hatırlatmadan geçemeyeceğiz:
Bir kaç seneden bu yana bir kaç kere bu sütun ve ekranlarda yapılmakta olan hava meydanına da "Caferi Tayyar Havalimanı" adı verilsin demiştik. Bir defa daha teklif ediyoruz.
.SIRADA FAİZ VAR!
2016-12-06 02:00:00
El emeği, göz nuru, alınteri... Bunlar ve bunlara benzer mefhumlar, değerli niyet ve mesai verimleridir. Her biri aynı zamanda kendi içinde bir kudsiyet taşır. İzafi olarak karşılıkları konsa da gerçekte kıymetlerine paha biçilmesi zordur.
El emeği, göz nuru, alınteri ve benzerlerinin aksi, fırsatçılık ve hazırdan yiyiciliktir. Tefecilik ve faizcilik bunların en kötü örnekleridir. Tefecilik zulmün, canavarlığın başıboş kalmış hâli, faizcilikse tasma takılmışıdır.
Orta ve küçük işletmelerin, esnafın, tüccarın... kısacası piyasanın can düşmanı faiz ve faizciliktir. Bu yüzden nice işletmeler ve ona bağlı olarak aileler dağıldı, hayatlar tükendi. Faiz, ödenmedikçe katlanarak gider ve borçlunun canı hariç neyi varsa alır. Tefeci, can da alır. Çünkü, tefeci aynı zamanda mafyadır. Son senelerde cilalı isimler altında çalışmaktalar.
Türkiye, yüksek enflasyon musibetini mağlup etti. Türk lirasını altı sıfır taşıma ayıbından da kurtardı. Şimdilerde ise Cumhurbaşkanı sn Tayyip Erdoğan'ın teşvik ve çağrıları sonucu, dövizle kiralamaların iptali ve eldeki dövizlerin TL ve altınla değiştirilmesiyle Türk parası olması gereken şerefli mevkie doğru gidiyor.
Ancak; faizin de mağlup edilmesi gerekiyor. Beynelmilel emperyalist çevreler, 15 Temmuz'da hüsrana uğrayınca bu defa döviz ve faizle Türkiye ekonomisini felç edip muratlarına nail olma peşindeler. Buna izin vermemeliyiz.
Cumhurbaşkanının dövize karşı çağrısı çok güzel yankı buldu. Ancak faizde durum farklı. "Faizle mücadelede yalnızım; fakat yalnız kalsam da savaşmaya devam edeceğim!!!" diyor. Bu mücadele, Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsi mes'elesi değil, bugünümüzün ve yarınlarımızın ölüm-kalım mes'elesidir. Sn Erdoğan yalnız bırakılmamalıdır.
Kayseri'deki örnekte görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı, bugün hâlâ iş yerini dövizle kiralayan AVM sahiplerini tek tek takip ederek uçakta yakalayacak değildir. Burada millî hisler söz konusudur.
Şaka yapılmıyor, oyun oynanmıyor.
15 Temmuz'da bu memleket işgal ve parçalanma tehlikesini atlattı. O gün bütün millet, Allahın lütfuyla bir, beraber ve tek yumruk oldu. Aynısının bugün de yaşanması şart ötesi şarttır. Hain merkezler, kişiler ve örgütler, bu defa da maksatlarına döviz ve faiz silahıyla varmak istemekteler.
Aslolan paranın ticaret yoluyla el emeği, göz nuru ve alınteriyle helalinden kazanmasıdır. Ya Kur'anın mutlak hükmü veya tefecinin yani faizcinin doymazlığı!.. Biz, kahir ekseriyetiyle faizin zerresinin bile haram olduğuna inanmış bir milletiz. Öyle ise sn Cumhurbaşkanın bu tarihî çağrısına kulak vererek hem döviz ve hem de faiz mevzuunda vatani vazifemizi yapmalıyız.
Faiz, sömürgecilerin, bu millete Tanzimattan sonra giydirdiği ateşten bir gömlektir.
Döviz de enflasyonun yüksek tutulmasıyla rağbet görmüş felaket neticedir.
Enflasyon şükür ki yüzde 70'lerden yüzde 7'lere düştü.
Şimdi sırada faizin sıfırlanması var.
Kâr payı veren katılım bankaları tercih edilmeli, diğer bankalar da bu sisteme geçmelidir. Maksat dürüstçe para kazanmaksa işte buyurunuz size imkân. Bankaya giren yüzde 90 vatandaş, vicdan azabıyla oraya girmekte ve vicdan azabıyla kapıdan çıkmaktadır.
.MİLLÎ PARA!
2016-12-05 02:00:00
15 Temmuz 2016 gecesi tankla, topla, jetle yapamadıkları darbeyi bu defa dolarla yapmak istiyorlar. Allah razı olsun, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu yeni darbe şeklini çabuk gördü ve herkesi millî paraya dönmeye çağırdı.
Sn Erdoğan, son 15 gündür hemen her konuşmasında dövizle kiradan vazgeçilmesini, eldeki dövizi bozdurarak TL veya altın satın alınmasını ısrarla tavsiye etmektedir.
Diğer taraftan Cumhurbaşkanı, Rusya, İran, Çin gibi yabancı devlet adamlarına alış-verişlerde millî paraların kullanılmasını teklif etmiştir. Bunun gerçekleşmesi hâlinde diğer devletlerle devamı da gelebilir.
AVM/alış-veriş merkezlerinde dükkânlar dolarla kiralanmaktadır, mağazalar yabancı marka olduğu gibi buralarda satılan mallar da yüzde 90 yabancı markadır, çalınan müzik bile yabancıdır. Halbuki AVM'lerde bin zorlukla mescid açılabildi. Bazılarında hâlâ ya yok ya yetersiz veya bulunamaz kuytularda.
Şu acı bir gerçek ki iş hayatının belli seviyesinden yukarıda TL geçmemektedir.
Halbuki para vatan gibi, bayrak gibi istiklal. Bir devlet istiklâlini ilân ettiğinde "vatan" denen toprak, "millet" denen insan topluluğu ve "bayrak" denen bir remz/simge olması gerekir. Bunlar olduğunda devlet, 3 şeyi yaparak işlemeye başlar. Para basar, ordu ve emniyetini kurar ve adalet dağıtır.
Bir devlette millî bayrak, millî hukuk, millî para olmazsa olmazdır.
Millî para olmayıp da başka bir devletin parası tedavüldeyse o devlet şeklen müstakildir. Eğer esas itibar yabancı paraya ise oradaki bağımsızlık yarı yarıya sakatlanmış demektir.
Mutlak para altınken dolar kendini psikolojik taktiklerle birinci sıraya oturtmuştur. Darbelerin arkasında dolar milyarderi Soros ve ismi malum vakıf ve aile şirketlerinin olduğu açıkça bilinmektedir. Darbe ve terör konusunda batının nasıl bir riyakârlık içinde olduğu net şekilde görülmüştür. 15 Temmuz'da tankların ve jetlerin mağlup edilmesi gibi; şimdi de doları tetikleyerek ülkede kargaşa çıkartıp vatandaşın Hükûmetine ve devlete itimadını sarsmak isteyen çevrelerin mağlup edilmesi gerekir. Teröre destek verenler, TL'yi de batırma peşindeler. Paramızın batmasının bayrağımızın düşmesinden farkı yoktur.
Dolar ve avronun bozdurulup TL alınması, kiralamaların TL ile yapılması, altın ve TL'nin tercih edilmesi bir seferberlik sebebidir. Bunları devletin açtığı ihale ve diğer işleri TL veya altınla yapması takip etmelidir.
Türk lirası hem kendi vatandaşımız nezdinde değer kazanmalı ve hem de hudutlarımız ötesinde de geçmelidir.
90'lı yıllarda vatandaş maaşını alır-almaz döviz bürosuna koşup parasını avro veya bilhassa dolara çeviriyordu. Paramız, yüksek enflasyon sebebiyle bir kaç saat içinde eriyordu. TL'den 6 sıfırın atılması, enflasyonun tek haneye düşürülmesi. Hatta IMF'nin evine gönderilmesiyle o günler geride kaldı.
Şimdi tekrar kargaşa çıksın, devlet gemisi yara alsın diye bu defa da paradan vurmak istiyorlar. Yapılan 15 Temmuz'un tekrarıdır. Bu yüzden "eli para tutan" her vatandaşın bu iktisadî seferberliğe katılma mecburiyeti vardır.
Millî para da bayrak gibi istiklâl unsurudur.
Ezan, susmuyorsa,
Bayrak dalgalanıyorsa,
Toprak işliyorsa,
Adalet dağıtılıyorsa,
Akçe geçiyorsa,
Devlet vardır.
.ANAYASA ŞAFAĞI
2016-12-02 02:00:00
Anayasa değişikliğiyle alâkalı olarak sn Binali Yıldırım ve sn Devlet Bahçeli dün bir araya gelerek kısa bir basın toplantısı yaptılar.
Evvela şunu söylemek lâzım; bir iktidar partisi genel başkanıyla bir muhalefet partisi genel başkanının zor bir mevzuda müzakere sürecini başarıyla aşıp hasıl olan birikimi, kamuoyu ile paylaşmaları demokrasimiz, siyasetimiz ve iç barış adına sevindirici bir neticedir.
Bu tabloda CHP de olsa iyi olurdu. Ancak fırsat kaçmış değil; değişiklik teklifi önümüzdeki hafta meclise geleceğinden bu imkân hâlâ mevcuttur.
Sn Başbakan Binali Yıldırım ve sn MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin ortak basın toplantısından şunları çıkarttık:
Yepyeni bir anayasa yapılmamaktadır. Mevcut anayasada sınırlı değişiklikler olmaktadır. Değişiklik paketi, TBMM'ne taşınacağından taraflar, bütün muhtevayı açıklamadılar.
Sn Başbakanın açıkladığı ve herhâlde anayasanın da en önemli değişiklik maddesi olacak olan husus, Cumhurbaşkanının seçildikten sonra partisiyle ilişiğinin kesilmeyeceği meselesidir. Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bir siyasetçi Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisiyle ilişiği kesilmektedir. Değişiklikten sonra ise seçilecek Cumhurbaşkanının parti üyeliği ve partideki sıfatı devam edecektir.
Ortak açıklamadan çıkan diğer sonuç, erken seçim veya başka bir adla hiçbir seçimin gündemde olmadığı, her seçimin vaktinde yapılacağıdır. Hatta sn Başbakan, "vatandaşın zamanını ve parasını çalmaya hakkımız yok" dedi ki çok doğrudur.
Diğer belli olan husus, referanduma gidileceğidir. Anayasa için bulunan imza sayısı 330 veya daha üstü olsa bile mutlaka vatandaşa gidip devletin sahibi olan millete fikri sorulacaktır. Bu, kanun gereği meclis müzakerelerinden iki ay sonra olacaktır. Bizim daha evvel bu sütun ve ekranlardan yaptığımız teklifi, tekrar edebiliriz:
-Anayasa değişiklik referandumu, 23 Nisan 2017 Pazar günü yapılabilir. O gün TBMM'nin kuruluş senei devriyesidir. Bu birinci anlam. İkinci anlamsa mânevidir; o gün Mi'rac Kandilidir. Sabah vatandaşlık, akşam ümmet vazifemizi yapmış oluruz.
Diğer hususlarsa evhamla yatıp kalkmanın yeri değil; bir rejim değişikliği vs gibi çalışmalar yoktur.
Bu süreçten itibaren "Başkanlık" mes'elesi kapanmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemi gelmiş olacaktır. Bunda da MHP'nin etkisi oldu. MHP Başkanlığı istemedi. Fakat önemli olan isim ve unvan değil fiilî imkân ve salahiyetti. Bundan dolayı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti, Başkanlıkta ısrarcı olmadı. Bir Türk modeli bulundu mu? İleride bunu da tartışacağız.
Başkent, üniter yapı, resmî dil, MHP'nin hassasiyetleriydi. Ancak bunlar aynı zamanda AK Parti'nin de hassasiyetleri. Öyle anlaşılıyor ki laiklik maddesi yerinde kalacak ve fakat "laikçilik" olarak yorumlanmasına engel teşkil edecek bir dil ve mânâ düzenlemesi yapılacak; vaftizlenmiş maddenin kulağına ezan okunacaktır.
.ACIMIZ BÜYÜK!
2016-12-01 02:00:00
Bugün 2016'nın son ayının ilk gününe maalesef bir yangın faciası üzerine konuşarak başlıyoruz. Derin bir üzüntü içindeyiz...
Önceki akşam bir tv programından ayrıldıktan sonra Adana'nın Aladağ ilçesindeki bir öğrenci yurdunda yangın çıktığını ve ölenler olduğunu öğrendik. Perişan olduk, çaresiz kaldık. Duaya sığınmaktan ve haberleri takipten başka bir şey yapamadık. Aman Allah'ım! Bir canlının diri diri yanması, insanı ürpertiyor? Nitekim dün yangın fotoğraflarına bile bakmakta zorlandık.
Yurdun uzunca bir ismi var. "Özel Aladağ Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Orta Öğretim Kız Öğrenci Yurdu." 50 küsur barınma kapasiteli ve 34 talebenin kaldığı bir mekânmış. Elektrik kontağından çıktığı kuvvetle tahmin edilen yangında 11 orta öğretim çağındaki evlâdımız ve bir yetişkin kardeşimiz canından oldu. Ölenlerden biri, yurt müdürünün kızı...
Bizim bildiğimiz Adana'da bu isimde bir kaza yoktu. Demek ki sonradan kurulmuş. Kazakistan'da Aladağlar vardır. Orta Asya kaynaklı Çukurova'da herhalde oralardan gelenlerin temelini attığı bir köy büyüyünce "Aladağ ilçesi" olmuş.
İşte bu ilçedeki o yurtta bir büyük facia yaşanmıştı. Yurdun ne kadar iyi niyetle kurulduğu "Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği" ibaresinden anlaşılmakta. Ancak; her şeye rağmen ortada bir yangın faciası. 12 kaybın dışında 22 de yaralı var. Bina çok şiddetle tutuşmuş ki yangın üç saatte önlenebilmiş.
Başbakan yardımcısı Veysi Kaynak'ın verdiği bilgiye göre Haziran 2016'da yurtta denetleme yapılmış. Ayrıca yangın merdiveninin kilitli olmadığını da söyledi. Şu var ki merdiven kilitli olmasa bile o anki kargaşa, alev, duman ve panik içinde açılamamış olabilir.
Şimdi ne denirse densin, ne konuşulursa konuşulsun nafile. Vefat edenlere gani gani rahmet, yaralılara âcil şifa, acılı ailelere sabır ve metanetler diliyoruz. O acıları aynen paylaşıyoruz.
Tahkikat sonucunda kazanın net çıkış sebebi anlaşılır. İhmal mi var, kasıt olabilir mi? Ortaya çıkar. Kızını yitiren yurt müdürü ve dernek yöneticileri dahil kalabalık sayıda insan, gözaltına alındı. Bundan böyle yapılacak olan, bu çok ağır faciadan ders çıkartmak, böylesi felaketlerin tekrarını önleyecek tedbirler almaktır.
Bir yangını vesile ve ciğerleri kavrulan aileleri suistimal ederek politika yapmaya kalkışmak çok yanlış olur. Üç savcı birden olayı incelemektedir. Hukukçularla teknik çalışmalar sonunda gerçekler anlaşılır.
Kusur ve ihmal gibi mümkündür ki sabotaj da olabilir.
-Sabotaj yapılacaksa Aladağ'da mı seçilirdi?
Hiç belli olmaz. Kindar birileri, hükûmet ve Cumhurbaşkanını sarsmak için her yolu mubah saymaktadır. Bir kibritle iki yangın çıkartılmış olabilir. Hem cemaatleri hem iktidarı zora sokmak.
Hakîkat, henüz meçhûl.
Peşin hükümlü olmamalı.
Tez elden karar vermemeli.
Şimdi dua zamanıdır. İtikadımız odur ki "yangında ölenler şehit olurlar". Anne-babalar acıları içinde hatırlamalı ki şehitler, acı duymaz. Hayatının baharında şehit olan yavrucaklara tekrar rahmet, yarlılara yeniden şifalar dileriz.
Başımız sağ olsun.
.YUNUS EMRE BREZİLYA'DA
2016-11-28 02:00:00
Brezilya da bir mektep oldu bize.
Brezilya da ümmet şuurumuzu yoğuran bir el oldu. Şu dünyada meğer ne çok ihmalimiz olmuş. Meğer bizi sevenler ne de çokmuş. Türkiye'yi bugün dahi Hilafet'in merkezi olarak görenler varmış. Brezilya öğretti bunları bize. "Rio de Janeiro" deyip, "karnaval" deyip de sadece et panayırı gösteren, bizden olanları yok sayan sözde aydınlar, utansın ihmallerden, umursamazlıklardan.
Sao Paulo'da Amazon esintilerinde hayata tutunan bir avuç insanın dertleriyle dertlenen kalemime yoldaş oldum. Bir kere daha ürpererek idrak ettik ki söyleyecek çok sözümüz, omuzlayacak çok yükümüz var.
Alnı secde ile nurlanmış Brezilyalı mübarek teyze, ak sakallı mübarek amca, Kur'an öğrenen gül yüzlü güzel yavrular, geç kaldığımız için affedin bizi. Ama geç bırakıldığımız tek iklim, sizin iklimimiz değil. Bosna'da kapıyı açarken sevinçle "nerede kaldınız; geleceğinizi biliyordum?" diyen nineye de, Afganistanlı mazluma da, Somalili sömürülmüşe de, Filistinli yetime de, Myanmar'a, Kırım'a Rodos'a, Sudan'a da geç kalmış, geç bırakılmıştık. Lakin şükür ki artık geç değiliz. Biz dahi mayısta Jakarta'da idik, kasımda Sao Paulo'da olduk.
Ey Brezilya'nın tertemiz Müslümanları, kardeşlerimiz, misafirlerinize gönlünüzü açtınız, nan-u nimetinizi paylaştınız. Sevginizi kalbimize aşıladınız. Emin olun ki biz, bu som sevgiye lâyık olmaya çalışacağız...
Dememiz o ki 15 Temmuz'u; bir şerri hayra dönüştüren mutlak kuvvet ve kudret sahibi Allahü tealaya hamd, bu mukaddes dâvânın mimarı Şanlı Peygambere salât ve selâm olsun.
.....
20-24 Kasım tarihleri arasında Brezilya'nın Sao Paulo şehrindeydik...
Brezilya 216 milyon nüfuslu, Türkiye gibi baronların ezberini bozan, kalkınmışlıkta üst sınırları zorlayan devâsâ bir Latin Amerika ülkesi. Bu sebeple oraya da darbeyi musallat ettiler. Sao Paulo, aynı addaki bir eyaletin merkezi. Beşte bir nüfus bu eyalette. Eyaletin yarısı da merkezde. "Sao Paulo" Tarsuslu bir misyoner papazın adı.
Brezilya için dâvet aldığımızda Ahmet Demirbaş'a "Mevlâna Halid Hazretleri sevenlerinin izini takibe gidiyorum" demiştim. Ahalisi Yunan olmadığı hâlde Girit adası, Osmanlı'dan koparılıp Yunanistan’a mal edildiğinde Nakşibendiyye yolunun ulu çınarlarından Mevlâna Hâlidî Bağdadî Hazretleri, adadaki müridanı olan 200 aileye cenubî Amerika'ya hicret etmeleri haberini yollamış. Tahminimiz o ki Brezilya ve Arjantin’e göçmüşlerdir.
O uzak diyarlara Yunus sevdasıyla çalışan Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Hüsamettin Arslan'ın dâvetiyle gidiyorduk. "Yunus Emre Enstitüsü", bu dâvetle Brezilya'da şube açalı daha iki ay bile olmamışken büyük bir işe kalkışmıştı. Maksat, malûm örgüt tarafından 20 senedir zehirlenmeye uğraşılan üniversite ve medya çevrelerine gerçeği anlatacak insanlarla onları buluşturmaktı. Aynı zamanda Brezilyalı Müslümanlarla bir araya gelecektik:
Başbakanlık Başdanışmanı Mustafa Şen, Türkiye-Afrika İnisiyatifi Başkanı Murat Özler, Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu, TİKA Kolombiya Müdürü Doç. Dr. Mehmet Özkan, "Yeni Şark" Gazetesi Genel Yayın Müdürü Turan Kışlakçı, eğitimci Ufuk Coşkun, yazar Kurtuluş Tayiz, Polis Akademisinden Yrd. Doçent Dr. Necati Anaz, Şehir Üniversitesi'nden Dr. Muzaffer Şenel, Dışişleri Protokol Dairesinden tercüman Zeynep Biçer, mevzubahis hey'eti teşkil ediyorduk...
Salas Brasil Konferans Salonu'nda yapılan üç oturumlu panelde SP Başkonsolosu Mehmet Özgün Armağan, Hüsamettin Arslan'la birlikte bir aksama olmasın diye ter döküyorlardı. "Dar'ul Ulum Suleymaniya" Müdürü Hamza Yener Çubukçu, SP'li iş adamı Ali Güney her ân bizimleydi. THY'den Cüneyt Topuz ve Özgür Boran ile AA'dan Ömer Yetkin Acar üstlerine düşeni yapıyorlardı.
Oturumlara bizim hey'etten başka Brezilyalı akademisyenler, Müslüman Cemaatlerden temsilciler ve STK'lardan isimler de iştirak etti. Bazı akademisyenler, o şekilde işlendikleri için aykırı konuşabiliyorlardı. Bunu bazı medya ziyaretlerimizde de gördük. Buna mukabil HSYK eski Başkanı Henrique Nelson Calandra hitabetinde hakîmâneydi. Sözleri öyle muhtevalı oldu ki sadece kelime-i şahadet noksan kaldı. CALCEE kurumu Başkanı ve Brezilya Müslümanları Sözcüsü Jihad Hassan Hammadeh bir fazilet timsaliydi. Prof. Mohammed Habib'in konuşması harikaydı. Latin Amerika’nın en eski ve en büyük camiî MESQUITA BRASIL'in kuruluşu CSTAIB reisi Dr. Abdel Hamid Metwally, samimiyetle Türkiye muhabbetine temas etti. Lübnan Dar'ül Fetva'sının Brezilya mümessili Cheikh Ali Dib Al Khatib, "Türkiye bizim için bugün de Hilafetin merkezidir" dedi. Daha başka Müslüman kanaat önderleri de fikirlerini serdettiler. Türkiye, onların da devletiydi, Recep Tayyip Erdoğan onların da Cumhurbaşkanıydı. Brezilyalı Müslümanlar şunu bilhassa ifade ettiler.
-Burada CIA, masonlar ve Yahudiler FETÖ'ye yol açtı. Bu örgüt bizim de cami ve cemiyetlerimizi de gasp etmek istedi. Ağır bir mağlubiyet yaşadıkları 15 Temmuz, dünya için dönüm noktasıdır.
.
.BREZİLYA ÖRNEĞİ
2016-11-29 02:00:00
Brezilya tecrübesiyle şunu gördük ki FETÖ örgütünün yerleştiği memleketlerde onun içyüzüne dair bir-iki ziyarette anlatılanlarla hemen netice almak kolay değildir...
Brezilya'da okullar açmışlar. Spor dâhil bazı alanları ele geçirmişler. Gerçi orada yaşayanların verdikleri malumata göre sarsıldıkları da anlaşılıyor. "Ablalar" evlerinde çörek-börek yaparak kermes düzenliyorlarmış. Böyle bir gelirle ayakta kalınması mümkün olmasa da işi gevşek tutmamak şarttır.
Müşahedemiz o ki ülkeleri, Türkiye'den devşirdikleri eski Maocu, solcu, Kemalist bazı yazarlara zimmetlemişler. Bunlar da bol kapital karşılığı çalışarak -mesela- Brezilya'da üniversite ve basın çevrelerinde ahbaplıklar kurmuşlar, onları Türkiye'ye getirip-götürmüşler. Bu seyir, seneler boyu sürmüş. Bu sebeple görüştüğümüz medya mensuplarıyla akademisyenlerden bir kısmının peşin hükümlü olduğu saklanamıyordu. Bazıları bilmezliğinden, bazıları da hinliğinden buradaki bir kısım muhaliflerin ağzıyla konuştular. Hukukçu olmamız hasebiyle ikili görüşmelerdeki bazı sualleri biz cevaplandırdık. Dedikleri şöyleydi:
-AB'ye niçin karşısınız?
-Neden idamlar geri gelsin istiyorsunuz?
-Akademisyenlerle gazeteciler niçin tutuklanıyor?
İlk suali şöyle cevaplandırdık:
-Biz, AB'ye karşı değiliz. Milletimiz, AB'yi samimi bulmuyor. Türkiye, 1959'da Başvekil Adnan Menderes zamanında AB'ye müracaat etti. Bu müracaat, 1963 Ankara Andlaşmasıyla yenilendi. O günden bu güne bekletilmekteyiz. Şu masadaki plastik bardak üzerinden izah etmek gerekirse bize plastik bardağı değiştirip cam bardak getirin diyorlar, cam bardağı masaya koyuyoruz, hayır kristal bardak olacaktı diyorlar, onu getiriyoruz hayır mavi renkli olacaktı diyorlar, mavi, renkli olanı getiriyoruz hayır bu renk olmayacaktı... diyorlar.
Bu saygısızlık, 53 yıldır devam etmekte. Hâlbuki 1989'da SSCB dağıldıktan sonra eski Sovyet peyki -ki çoğu Osmanlı Türkiyesinde vilayetlerimizdi- olan devletleri kısa aralıklarla birliğe dâhil ettiler. Bugün vatandaşlarımızda AB'nin samimi olmadığına dair kesin bir kanaat hâkimdir. AB'nin bizi iki sebeple almadığı düşünülmekte. Biri nüfusumuzun 80 milyon olması, ikincisi de Müslüman olmamız.
Bu cevap karşısında susup not almakla iktifa ettiler.
İdamla alakalı olarak da şöyle konuştuk:
-İdamların geri gelmesini isteyen millettir. Ancak mevzubahis olan şartlı idamdır. Terör gibi birkaç suça idam gelebilecektir. Sırf fikrinden dolayı kimse ceza almayacaktır. Öyle fiiller olmaktaki fail, hem mağdurun ırzına geçmiş ve hem de delilleri yok etmek için onu yakmış. Veya silahlı terör örgütü kurarak devlete kastetmiş, çok sayıda insanı öldürmüş. Vatandaş, bu suçlular karşısında ceza kanununun yetersiz kaldığına inandığından idam talep etmektedir.
-Akademisyenlerle gazetecilere gelince; mesleğini namusuyla, dürüstlükle yapanlar hiçbir takibata maruz değildir. Gazeteci veya akademisyen olmak kimseye suç işleme imtiyazı vermez. İçeri alınanlar, terör örgütlerine yardım ve yataklık yapma isnadıyla alınmaktalar. Mahkemeler, eldeki delillere göre böyle karar vermektedir.
Bu dediklerimizi de sakince dinleyip not aldılar...
Devlete teklifimiz şudur:
Bir "dünya kamuoyu oluşturma" hamlesi yapılmalı. Her devlette -Brezilya'da olduğu gibi- başta o ülkedeki Müslüman kuruluşlar olmak üzere Türkiye'ye muhabbet duyan değişik unsurlar vardır. Bu unsurlardan da faydalanmak mümkündür. Tesir altında kalmış, girilmiş, işlenmiş kaç ülke mevcutsa oralara hey'etler yollanıp, medya, akademi, iş çevreleri, devlet erkânı ve halkla temaslar kurulmalıdır. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi bu dostluk hey'etlerinin izah ve ikna çalışmalarının süreklilik kazanması işin mahiyeti gereğidir.
Şu birkaç günlük temasımız bile muhakkak iz bıraktı.
Hatta muhalif olanlar da panel ve ziyaretlerdeki anlatılanların etkisinde kaldılar.
Hey'etteki arkadaşlar, son gün, son saate kadar hiç boş vakit geçirmeden cansiparane çalıştılar.
.BREZİLYA'DA MÜSLÜMANLAR
2016-11-30 02:00:00
Brezilya, bir göçmenler memleketi. Yerli halk Kızılderililer, ormanlık bölgelerde kendilerine mahsus an'anevi hayatı devam ettirmekteler. Diğer yerli denecek unsur, vaktiyle Afrika’dan köle olarak getirilen insanların nesilleri. Onların bir çoğu geldikleri vakitler Müslümandı. Ayrıca 15 milyona yakın Lübnanlı var. Lübnan diasporası çok güçlü. Hayli milletvekiline sahipler. Ayrıca Orta Doğulular mevcut. Bütün bu Orta Doğulu Müslüman olan ve olmayan Araplar, I. Dünya Harbi sıralarında buraya hicret etmişler. Ayrıca II. Dünya Harbi sebebiyle ciddi bir Japon nüfus bu topraklara taşınmış, onları Koreliler takip etmiş.
Müslümanların Brezilya'ya gelmeleri, 19. asrın ortalarına dayanmakta. Brezilya Seyahatnamesinin sahibi Bağdatlı Abdurrahman Efendi, 1868'de gelmiş. Müslümanların Brezilyalı olmaları bir buçuk asrı aşmış olmasına rağmen sayıları çok az. Bunda şüphesiz ki köle olarak zorla getirilen Müslüman Afrikalıların erimelerinin payı vardır. O devirde köle ticareti ve müstemlekecilikte Portekiz en öndeydi. Portekiz'in bugün kenarda kalmış olması aldatmamalı. O'nun sömürgeci siyaset ve saldırıları Müslümanlar ve Osmanlı Cihan Devletinin başını çok ağrıtmıştı. Bugün bile Brezilya'nın tek resmî dili vardır ve o da Portekizcedir. Bir küçük ülke devâsâ Brezilya'yı asırlarca sömürüp durmuş.
Osmanlı topraklarından, Osmanlı teb'ası olarak Osmanlı Pasaportuyla Brezilya ve Arjantin başta olmak üzere cenubî/güney Amerika’ya hicret eden Osmanlılar, Müslim de olsa gayrı Müslim de olsa geldikleri bu topraklarda onlara "el Turco/Türk" denmiş; hâlen de öyle denmekte.
Brezilyalı kardeşlerimiz, sohbetlerinde hey'etimize dediler ki:
-Bize "El Turco" dendiğinde hayır, biz Arabız, Türkler ayrı bir ırktır, diye itiraz ederdik. Ancak 15 Temmuz'dan sonra "el Turko" olmakla iftihar ediyoruz...
Brezilya'da Müslümanlar, sayı olarak az fakat şuurlular. Bir Brezilyalı Müslüman amcanın, bir Brezilyalı Müslüman teyzenin Türkiye'de darbeye teşebbüs edildiğini işitir işitmez secdeye kapanıp ihanetin boşa çıkması için saatler boyu Allah'a yalvardığını düşünemezdik. Halbuki bu kahramanları gördük. 15 Temmuz gecesinde ne yaptıklarını dinledik. Birlikte fotoğraf çektirdik. Amca, hey'etimize hitap etti "Erdoğan'a darbe yapıldığını işitince secdeye kapandık!" dedi. Teyzeyi anlattılar. Sanki bir efsane. Darbeyi işitince oğullarına seslenmiş:
-Beni kaldırmayın! Darbe, muvaffak olursa ben bu secdede ölürüm. Muvaffak olmazsa kaldırın!
3-4 saat sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekranda görününce oğulları bu mübarek İslâm anasının başına gelmişler. O, hâlâ secdede Rabbine tazarru içindeymiş.
Oğulları:
-Ana kalk, demişler, şükürler olsun; darbe muvaffak olmadı!..
Bir ümmet şuuru daha nasıl olur?
Hilafet kurumunu en iyi işleten Sultan Abdülhamid Han'dı. Bir asır sonra bu kurumu en tesirli şekilde yeniden hayata geçiren Recep Tayyip Erdoğan'dır.
Diğer günkü yazılarımızda bahsetmiş; Müslümanların Brezilya'da dernekleri, camileri var demiştik. Brezilya'da Türkiye'den de bir kurs var. Bayrağımız orada da dalgalanıyor. Süleyman Efendi Cemaati'nden 2-3 fedakâr genç, hidayete eren Brezilyalı çocukları Kur'an-ı kerimle tanıştırıyorlar. Kurs yetkilisi o edepli insan Hamza Yener Çubukçu, sitayişle merhum Mehmet Oruç'tan, O'nun "Diyalog Tuzağı" adlı kitabından söz ettikten sonra şöyle dedi:
-Hakikat Kitabevi'nin eserleri, bilhassa "İngiliz Casusu'nun İtirafları" elimizde olsa burada ehli sünneti yaymamızda çok işe yarar...
3 gün boyunca bütün bunlardan söz ettikten sonra aşağıdaki satırları yazmakta tereddüt yaşadım. Onları da şükür niyetine nakletmek isteriz:
Sao Paulo'ya vardığımızda Yunus Emre Enstitüsü'nün müdürü Hüsamettin Arslan, "burada bir okuyucunuz var, sizi çok seviyor, yazılarınız üzerine bir çalışma yapıp ödül kazanmış, sizinle tanışmak istiyor" dedi. Hamza Yener Çubukçu ile böylece tanıştık. Ertesi gün adı geçen bu şehre yerleşmiş, orada evlenmiş, işadamı bir okuyucumuzla daha tanıştık. Ali Güney, "çocukluğumdan beri seni okuyorum" dedi. İstanbul'dan kalkıp gelip de Brezilya'da okuyucularımızla karşılaşmak!..
Bir unutulmaz sahneyi de Yeşilköy Havalimanı gümrüğünde yaşadık. Gümrük polisi, pasaportumu incelerken "benim bildiğim bir Rahim Er var; O, siz misiniz?" dedi. Müsbet karşılık alınca "Allah, sizden râzı oslun; biz, sizin yaptığınız kasetleri dinleyerek yetiştik" dedi. "Teşekkür ederim, dedim, ülkeme dua alarak adım atıyorum."
Ha; evet! İlk günkü yazımızın girişinde adına mensur şiir yazdığımız o mübarek amca ve teyze kim? diye merak ediyor olmalısınız?
Yolunuz, Sao Paulo'ya düşerse CDIAL HALAL lokantasına gidip huzurla karnınızı doyurabilir ve İbrahim Khalil El Saifi'ye "babanız Ahmed Ali amca ile valideniz İnâm Orra teyzenin duasını almak istiyoruz" diyebilirsiniz.
Bu imkânınız olmazsa sn Hasan Celal Güzel'i sakallı olarak tasavvur ettiğinizde kendinizi Ahmed Ali Saifi, herhangi bir başörtülü teyzemizi tasavvur ettiğinizde de İnâm Orra Saifi'yi görmüş farzedebilirsiniz.
Ahmed Ali Saifi, "Latin Amerika İslâmı Yayma Cemiyeti" Başkanı.
.ASLOLAN MUTLU İNSANDIR
2016-11-16 02:00:00
Ne insanı halk eden Allahü teâlâ ve ne de Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- devletin şekline dair bir emir buyurmamışlardır. Buyurulan, bir cemiyet, iki kişiden ibaret olsa bile birinin emir yani baş olmasıdır.
Devletin idare şekli, sosyal kanunlar gereği zaman zaman değişebilir. "Kemâl-zirve-zevâl" keyfiyeti hakîkî şahıslar için olduğu gibi devlet için de geçerlidir. Bugün "Türkiye Cumhuriyeti" dediğimiz "Devlet-i Ebed Müddet" bir vakitler Hanlıktı, sonra Sultanlık, Padişahlık oldu, belki yüz sene sonra, üç yüz sene sonra başka bir isim alır. Ancak devlet, yaşayıp gider.
Devletin şekli Cumhuriyettir.
Demokrasi, Cumhuriyet değil, hükümet etme biçimidir.
Cumhuriyet rejimlerinde başta reis-i cumhur vardır. Ya meclis tarafından seçilir veya ahali seçer. Şayet başta, Sultan, Padişah, Kral, İmparator... gibi Hanedân mensubu biri var, hükümet de seçimle işbaşına geliyorsa bu rejime "meşruti demokrasi" denir. Sistem "parlamenter sistem"dir.
Böyle bir sistemde meclis, hükümet ve kuvvetler ayrılığı yine mevcutken işbaşında Cumhurbaşkanı olduğunda parlamenter sistem olur. Devlet yapısında meclis veya meclisler, kuvvetler ayrılığına dayalı adli teşkilat ve seçimle gelen bir reis ve onun Hükümeti olduğunda ise buna "Başkanlık rejimi" denir.
40 yıla yakındır tartışmakta olduğumuz şu resmettiğimiz vaziyettir. Tekrar edelim ki ne sivil iradenin inşa etmesi gereken Anayasa, ne sn Recep Tayyip Erdoğan içindir ve ne de Başkanlık rejimi münhasıran O'nun teklifidir.
Meşruti rejimin kabulü Sultan Abdülhamid Han zamanıdır. Üstelik bu uğurda bir de Padişah şehid verdik. Cunta reisi Midhat Paşa'ydı. Diğer mühim cuntacılarsa Şirvanizâde Rüşdî Paşa, Sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa Serasker/Genelkurmay Başkanı Hüseyin Avni Paşa'ydı. Midhat Paşa'nın adına milisler beslediği iddiası da kayıtlarda yazılıdır. Cuntanın Sultan Abdülaziz'i bir tertiple katlederek şehid etmelerinin sebebi Meşruti nizâma geçme-geçmeme münakaşasındandır.
Meşruti Hükümdarlık, 1293/1876 Kanun-ı Esâsisi ile başladı. Azınlık gruplarının taşkınlığıyla bizzat meclisin imparatorluğun parçalanmasına yol açma tehlikesi başgösterince Padişah tarafından bir yıl sonra feshedildi. Ancak anayasa mer'iyyette/yürürlükte kaldı. 24 Temmuz 1908'te İttihadçı darbeyle meclis tekrar açıldı. Çok partili hayata geçildi. 1908-1923 arası Meşruti Hükümdarlık ve parlamenter sistem ve çok partili hayattır. 1923-946 arası ise Tek Parti ve fiilî başkanlık rejimidir.
27 Mayıs, parlamenter sistemi dejenere etti. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleriyle bozulma arttı. 27 Mayıs'tan sonra Fransa’ya özenilerek literatüre bir ara "II. Cumhuriyet" tabiri girmiş fakat tutmamıştı. Daha sonra da denendi yine tutmadı. Bu arayışların temelinde parlamenter sistemin yetmezliği vardır.
Parlamenter sistem yani sembolik Cumhurbaşkanı, meclisten çıkan hükûmet ve adli düzen modeli yıpranmış, yaralanmış ve yorulmuştur.
Şu gün sistem bir kişinin kara gözlülüğü ve güçlü iradesiyle yürümektedir. Eğer 15 Temmuz ihanetinde Tayyip Erdoğan değil de dışarı kaçmış zayıf bir Cumhurbaşkanı olsaydı bu devlet bugün işgal edilmiş ve parçalanmıştı. Öyle ise sistemi fâni şahsılara değil, şahısları sisteme tabi tutmalı. Başkanlık sistemi ihtiyaç olmuştur. Kabinesini kurmuş güçlü Başkan, işi murakabe/denetlemek olan güçlü meclis ve vazife, mükellefiyet ve hududu yeniden tesbit edilmiş adli yapıyla daha hızlı çalışan bir devlet mekanizmasına kavuşmuş oluruz.
Üçüncü dünya ülkelerinde nice "demokratik Cumhuriyet"ler var. Cumhurbaşkanı, hükümet, meclis, kuvvetler ayrılığı hepsi yerli yerinde. Ama cumhurbaşkanı da ötekiler de hepsi sureta mevcut. Zira kişi başına millî gelir yılda 3 bin dolar civarındadır. Hesaba katıldıkları yok. Buna mukabil, Japonya imparatorluk, İsveç, Norveç, Hollanda, İngiltere vs krallık, hatta Kanada, Avustralya vs genel valilik. Bunlarda vatandaşın millî geliri 40-60 bin dolar aralığında.
Bir insanın adının Mutlu, Bahtiyar, Mes'ud... olmasıyla o kimse hakikaten mutlu olmuyor. İsminin aydın, münevver, çağdaş... olmasıyla böyle olmadığı gibi, Erdem, Fazilet, İffet... olmasıyla öyle olmadığı gibi.
Şekil, unvan, etiket bir yana bırakılmalı.
Mustafa Kemal, fiilen tam başkan olmasaydı, dünya görüşünün ifadesi olan inkılaplarını yapamazdı. Recep Tayyip Erdoğan, fiilen Başkan olmasa Fırat Kalkanı'na varıncaya kadar bütün o icraatlar hayata geçmezdi. Bugün yürürlükteki anayasaya göre Cumhurbaşkanın icraatlarından Başbakan ve ilgili Bakan sorumluyken Cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Nerede kaldı suçların şahsîliği prensibi? Başkanlık gelince meclis ve Anayasa Mahkemesi Başkana hesap sorabilecektir.
Parlamenter tutuculuk, Türkiye'ye zaman kaybettirmektedir.
Aslolan vatandaşın refahı, huzuru ve cüzdanına ne girdiğidir.
Aslolan mutlu insandır.
Yüzler gülsün de adlar varsın ne olursa olsun.
.ASLAN YAVRUSU ASLAN OLUR!
2016-11-14 02:00:00
Muhammed Fatih Safitürk, 1981'de Sakarya'da dünyaya geldi. 2004 yılında Marmara Üniversitesi Mülkiye bölümünden mezun oldu. Çeşitli memurluklar ve kaymakam muavinliğinden sonra 2011'de kaymakamlığa başladı. Değişik bir kaç kazada kaymakamlık yaptı.
2016 senesinde Mardin Derik'te kaymakamken boşalan Derik Belediye Başkanlığına da kayyım olarak tayin edildi. Belediye reisi olunca, belediyenin imkânlarını ilçenin ihtiyaçlarına tahsis etmeye başladı. Halkı dinleyerek Ankara'yla paylaşıp dertlere derman olmaya çalıştı. Yöre ahalisi Kürtçü teröristlerden çok çekmişti. Bu yüzden mağdur olmuşlardı. Onların mağduriyetlerine son vermek, bölgesini terörden temizlemek için uğraşıyordu. O, bu maksatla Ankara'da hükûmetle Derik için temaslarda bulunurken terör örgütünden hainler, belediyede çalışan bazı hainlerle işbirliğine giderek makam odasında masanın altına bomba yerleştirdiler.
Adı, ikinci adı, soyadı gibi kendisi de güzel bu insan, 10 Kasım günü makamına oturur oturmaz bomba infilak etti. Hastaneye kaldırıldı ama kurtarılamadı.
Arkada gencecik hanımı ve iki küçük çocuğu kalmıştı.
Hadisenin bu tarafı bilinmekte. Cenaze namazı ve defin tarafı da bilinmekte. Ama, buna rağmen bize göre gündemdeki asıl büyük keyfiyet, aşağıda ele aldığımız meseledir. Onu konuşmak konuşmamız lâzım:
Asım Safitürk...
Şehid kaymakam Muhammed Fatih Safitürk'ün babası. Sünnet üzere sakallı, başı bereli, abdestsiz gezmeyen, dili dualı, ağzı Kur'anlı bir mübarek insan. O insan, oğlunun suikaste uğradığını tv'den mi öğrendi, şehidliğini memurlar mı haber verdi, başka türlü mü duydu, o sırada câmide miydi, rahlesinin başında Kur'ân-ı kerîm mi tilavet ediyordu bilmiyoruz?
Bilmemiz şart da değil.
Hepsi mümkün.
Bilmemiz, hafızamızdan silmememiz gereken bir gerçek var ki o da 35 yaşında aslan gibi evlâdını kaybeden bu babanın ilk ândan itibaren meydana hey'betle dikilip tek damla gözyaşı dökmeden, metanetle, kahramanca bir eda ile "vatan, uğruna şehid olan varsa vatandır!" diyebilmesidir.
Cenaze namazına en az 5 bin mü'min iştirak ederek bu babaya "O, senin oğlun, bizim de kardeşimiz" dediler. Lisanı hâl ile "o hepimizin şehidi" dediler. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve devlet umurundan çok kimse de oradaydı.
Cenaze namazını kıldıracak imam efendiler hazırdı.
Fakat o ulu çınar duruşlu baba, rica ile imamın sarığını aldı ve imamete geçti, gerekli hatırlatmaları yaptı ve "Allah için namaza, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz için salevata, meyyid için duaya, uyun hazır olan imama, er kişi niyyetine!.. Allahü ekber!" diyerek kalbinden yükselen bir sesle evladının cenaze namazına durdu. Önünde, musalla taşında evlâdı, ardında sel olmuş bir cemaat vardı.
O ân sanki sessizliğin sesi işitilir.
Dualar, meleklerin kalem sesi gibi kulaklara gelir.
O üç-beş dakika zaman sanki durur..
İnsan, sanki iki dünya arasında yer alır.
Asım Safitürk, 35 sene evvel Muhammed Fatih doğduğunda sağ kulağına ezan, sol kılağına kamet okumuş ve bebeciğine ismini fısıldamıştı. Bunları yaparken belki 3-5 kişilerdi. Şimdi ise 35 sene evvel bebeciğini kavrayan eller, tekbir için kulaklarına gidip Allah'ın huzurunda teslimiyetle bağlanıyordu. Cemaat 5 bin, kim bilir melekler ne kadardı?
Kahraman baba, okuma ve tekbirlerden sonra selâm verdi.
Aynı ulu çınar hâldeydi.
Aynı vakar üzreydi.
Tevekkül ve teslimiyette kemâl noktasındaydı. Tabutun başına geçip mevta için helallik alırken cemaate sordu "O'nu nasıl bilirsiniz?" 80 milyon şahadet ettik ki "iyi biliriz, iyi biliriz, iyi biliriz!"
Sonra Cumhurbaşkanı ve Başbakan tabutu omuzladılar. Cumhurbaşkanı namazdan evvel şehidin evinde abdest almıştı. Definden sonra o abdestle mübarek şehidin kabri başındaydı. Minsk’ten ayağının tozuyla gelmiş, misk kokulu toprakta Kur'an-ı kerîm tilavet ediyordu...
İşte şerefli hayat budur.
Şerefli baba budur.
Şerefli ebeveyn, şerefli eş budur.
Hayrlı evlât budur.
Hüsni hatîme/güzel son budur.
Ömrü de ölümü de güzelleştiren yaşanan süre değil, niçin yaşadığı ve nasıl öldüğüdür. Asım Safitürk baba, bir kere daha vatanı tarif etti. Ve bir şey daha dedi:
-Vergisini vermeyen, elektrik borcunu ödemeyen, askerlik yapmayanlar, benim canpâremi vazifesi başındayken şehîd ettiler. Onları Allah'a havale ediyorum.
Hakkı, yanan bir baba yüreği tarafından "el Adl" olan Allaha havale edilen Muhammed Fatih, ezânlar susmasın, bayrak inmesin, vatan bölünmesin millet zelil olmasın diye can verdi...
Bu evlâdları yetiştiren sâfî Türk, sâhî Türk, hâlîs Müslüman Asım baba gibi babalardan Mevlâmız ebediyyen râzı olsun. Bu millet varlığını, bu vatan birliğini o babalara, o analara, büyüklerinin yolunda giden o kıymetli eşlere borçlu.
Varlığımızın teminatı bu güzel insanlar, 15 sene öncesinde neredeyse belediye otobüslerine bile bindirilmeyeceklerdi. 28 Şubatlarda yol kesenler, bugün kaçacak delik ararken, o gün kan kusup kızılcık şerbeti içenler, bugün kartallar misali vatanı müdafaa etmekteler.
.MISRADAN TEFEKKÜRE
2016-11-11 02:00:00
Çukurova çocuğu Karacaoğlan, o dupduru Türkçesiyle ünlediği "İndim Seyran Ettim Frengistan'ı" adlı hârikulâde şiirinde dörtlüklerin son mısraları şöyledir:
"Gülleri var bizim güle benzemez", "Dilleri var bizim dile benzemez", "Beğleri var bizim beğe benzemez", "İlleri var bizim ile benzemez"...
Karacaoğlan'ın "Frengistan" dediği, babalarımızın "garp" dediği, bizim "batı" dediğimiz dünyadır. Şair, tek tek saymış; onların gülleri, dilleri, beğleri, illeri bizimkilere benzemiyor.
Biz, 17. Asırda şairimizin devrinde yaşasaydık veya O, 21. Asırda bizim devrimizde yaşamış olsaydı sorardık. "Bre Karac'oğlan, hak söylersin lâkin de bakalım o zaman benzer tarafımız ne kaldı?" Şüphesiz ki "hiç bir şey" derdi
Tanzimat öncesi şair, müellif, mütefekkir, seyyah ve ozanların Frenklerle alakalı yazıp söyledikleri erbabınca malumdur. Onları bugün burada nakletmekte zorlanmaktayız. Tanzimat öncesi, yani ortalama bir buçuk asır evvelki Türk münevverinde duruş şahsiyetlidir. O münevver, sırtını imân kayasına dayamıştır. Yerlidir, millîdir, kendisidir. Daha sonra devlet tökezledikçe dışarıya tahsile giden bir çok talebe, sadece yabancı hayranı olarak dönmemiş aynı zamanda onların gönüllü propandisti, hatta ajanı olmuştur.
Bugün alışveriş yapılan AVM, o AVM'deki mağaza, konuşulan Türkçe, satılan eşya, çalınan müzik, bütünüyle bu dediklerimizin isbatıdır. Hatta belki şunu da sormak gerek. Yabancı futbolcunun attığı golle coşmak, ne kadar isabetlidir?
1-2 Asırdır, bu ülke insanı, yani Orta Doğulu daha şümullü bir ifadeyle İslam coğrafyalılar, kendi kendisiyle yabancılar arasında kaldı. Hayır; bunlar, halk değil. Karacaoğlan'ları, Şeyh Galipleri, Yahya Kemalleri, Mimar Sinanları, Ahmed Cevdet Paşaları takip edenler değil, Frenklerin vahşi kapitalizmiyle vahşi komünizmi arasında yönünü kaybetmişler. Bunlar; kendisi kalmakla yabancı olmak arasında salınan melez aydınlardır.
Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- işaret buyurdukları ölçü üzre "Hikmet, müminin kaybıdır, nerede bulursa alır". Son iki asırda yaşanansa kaybı evine getirmek değil, rekabetçi tavır değil, hayranlık, misilsiz benzeme ve kendinden çıkıp başkası olma tercihidir.
Fransızcanın revaçta olduğu zamanda bu dili öğrenen âdeta Fransızlaştı. İngilizce öğrenen de bir müddet evveline kadar aynı yozlaşmadaydı. Bu resmettiğimiz keyfiyet, sadece kişiler için değil, kurumlar için de elhak doğrudur. Hâlâ üstelik de resmî ve üstelik de çok mühim mevkideki bazı kurumlarımız ne kadar millîdir?
Türkiye'nin derin problemi aydınını yerlileştirmektir.
Mürekkep yalamışımız, doğru bakabilme melekesi kazanırsa bir yabancı devletteki seçimi de doğru okuyabilir. Bir başka devlet ve onların devlet adamları bize hizmetle mükellef değildir. Biz kendimiz olarak, kendimiz kalarak dünya ile rekabet edecek donanıma kavuşmakla mükellefiz...
Elbette ki gülümüz kendi kokusuyla, dilimiz kendi Türkçemizle, dinimiz has hâliyle, ilimiz aidiyet dokusuyla kalmalı, beğimiz de "insanı yaşat ki devlet yaşasın" ahlâkının takipçisi olmalıdır...
İNDİM SEYRAN ETTİM FRENGİSTAN'I
İndim, seyran ettim Firengistan'ı/ İlleri var, bizim ile benzemez.
Levin tutmuş goncaları açılmış/ Gülleri var, bizim güle benzemez.
Göllerinde kuğuları yüzüşür/ Meşesinde sığınları böğrüşür,
Güzelleri şarkı söyler, çığrışır/ Dilleri var, bizim dile benzemez.
Gelip seyrederler Karadeniz'i/ Kanları yok, sarı sarı benizi.
Övün etmiş kara etli domuzu/ Dinleri var, bizim dine benzemez.
Akılları yoktur, küfre uyarlar/ İmanları yoktur, cana kıyarlar,
Başlarına siyah şapka giyerler/ Beğleri var, bizim beğe benzemez.
Karac'oğlan der ki dosta darılmaz/ Hasta oldum, hatırcığım sorulmaz.
Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz/ İlleri var, bizim ile benzemez.
.İŞADAMI BAŞKAN
2016-11-10 02:00:00
Türkçe'de "yaş yetmiş, iş bitmiş!" diye bir deyim vardır.
Hâlbuki bugün 70 yaşındaki bir insan, sadece dünya markası bir inşaat şirketini ve belki daha bir çok başka şirketi yönetmekle kalmayarak, aynı zamanda bir cihan devletinin de başında geldi. Günümüzde deyimin kıymeti kalmamıştır. İnsan ömrünün 40'larda seyrettiği savaş mağduru nesiller dönemine mahsustur. 4 yıl sonra ikinci kere seçilirse 78 yaşında da dünya siyâsetinde söz sahibi olacaktır. Bu hatırlatmayı ülkemizin aynı zamanda genç emekliler diyarı olmaya doğru gittiğine dikkat çekmek için yaptık. Genç emekliler, gizli işsizdir. Üretebilen herkesin varlığından istifade etmek gerekir...
Donald Trump, Alman muhaciri bir Amerikalı.
Hedefleri ve inatları olduğu aşikâr.
Cumhuriyetçi Parti'den aday adayı olduğunda iki düzineden fazla rakibini eleyerek adaylığa yükseldi. Uçarı, ağzı serbest bir tipti. Ayrıca, Meksikalılar, göçmenler ve hele Müslümanlar aleyhine ettiği laflar, bir ömür yakasını bırakmayacak münasebetsizliklerdir.
Donald Trump'ın başkan olması mümkün görülmüyordu. Türkiye'de Hillary Clinton, şanslı görülmekteydi. Bizim kamuoyumuz kendisine sempatiyle bakmaktaydı. Ancak, PYD ile iş birliği yapacağını dile getirmesi hayal kırıklığına yol açtı. Ardından bir de FETÖ örgütünden yüklü bir bağış aldığı haberi gelince bizdeki itibarı yıkıldı.
Başkanlığın, demokratlardan cumhuriyetçilere el değiştirmesinin askerî, sosyolojik, dış politika, ekonomi, işsizlik... gibi uzayıp giden sebepleri. Amerikan halkına "savaş yorgunu" demek mümkün. I. ve II. Körfez Harekâtı, Guantanamo Hapishanesi iğrençlikleri, BOP karanlığı, Arap Baharı adlı dalavare, Suriye, Irak, Musul, Rakka, terör koridoru oyunları bir şekilde bir bedel olarak Amerikan halkına döndü, dönüyor ve dönmeye devam edecek. Barack Obama yönetimi, silik siyasetiyle bir varlık gösteremediği gibi toprak bütünlüğümüze, vatandaşlarımıza kasteden terör örgütlerini stratejik ortak edinme gibi şaşkınlıklara bile düştü. FETÖ terörist başını iade etmemek için sığınmadığı bahane kalmadı. Cumhuriyetçi başkan G.W. Bush, iyi bir devlet adamı değildi. Amerikan halkı, ondan sonra B.H. Obama'yı Beyaz Saray’a taşıdı. Ama yeni başkan, Bush politikalarını değiştirmeden uygulamaya devam etti. Bu ikili zamanında her harekâtın kazançlı çıkan tarafı İran ve Rusya oldu. DAEŞ diye tezgâhlanmış bir terör tiyatrosu da işlerine pek yaramadı.
Bunlardan dolayıdır ki iş adamı sadeliği ve anlaşılırlığıyla konuşan, eldeki bir kuşu havadaki iki kuştan yeğ gören mantıktaki Donald John Trump, başkan olmak için "sittin sene" beklemedi. Hatırlanırsa işletmeleri olan bir siyasetçimiz vardı. LDP genel başkanı Besim Tibuk. Onun o günlerde dile getirdiği bazı görüşleri, belki dudak büktürüyordu. Hâlbuki o fikirlerden bazıları bugün hayata geçmiş vaziyette. Donald Trump'ı, fizik olarak Göksel Arsoy'a, şovları hariç üslup olarak da Besim Tibuk'a benzetiyoruz.
Bu adam, Türkiye Cumhurbaşkanı’nı takdir eden sözler söyledi. 15 Temmuz darbe teşebbüsünün arkasında CIA'nın olduğunu dile getirdi, FETÖ örgütüyle arasına mesafe koydu, Suriye'de Güvenli Bölge'den yana olduğunu ifade etti. Bütün bu malzeme değerlendirildiğinde "Trump'ın seçilmesi, Türkiye için daha isabetli olmuştur" demek çok mümkün.
Eğer; George W. Bush, Barack H. Obama'dan sonra 8 yıl da Donald J. Trump başarısız dönemi yaşanırsa kayıp 25 yıl, Amerika için gerilemenin başlangıcı olur.
Ticaret Kanunu’nda bir madde vardır. "Müdebbir bir tüccar gibi hareket etmek" der. Bir iş adamı, sudan bahanelerle borç ödememe, iflas gibi sebepler gösteremez. Donald Trump, iş adamı olduğuna göre "tedbirli" olacaktır
Hem Amerika, hem dünya için.
Hele bu bölge için.
Bu bölgenin mazlum insanları, çok göz yaşı döktü.
Bir vicdanlı başkan, artık onları anlasın isteriz.
Sn. Trump, o başkan siz olun!
.9 KASIM 1976-9 KASIM 2016
2016-11-09 02:00:00
Bu sütunda ilk yazımız, 9 Kasım 1976'da intişar etti. İlk sütunumuzun ismi "Pırıltı" idi. Sonra "Tahlil" dedik, ardından "Entellektüel Boyut", bugünse bu kelimeyi namus belleyerek "İmza" diyoruz.
1968'de Adana Erkek Lisesi II. Sınıfında edebiyat bölümü okurken "Hukuk tahsil edecek, fakat yazar olacağım" diye kararımı vermiştim...
Ama; yazar nasıl olunur bilmiyordum. O senelerde Bâb-ı âlide Sabah isminde bir gazete neşriyat hayatına atılmıştı. 1968'de bu gazetenin Kültür ve Sanat sayfasında bir hikâyem çıktı. Hikâyemi gazetede görünce amcam Ali Geçgin'e heyecanla okuduğumu bugün gibi hatırlıyorum.
Bundan bir kaç gün sonra Adana'da İstiklal Mahallesindeki evimize bir posta geldi. Paketten iki kitap çıkmıştı. Birinin adı "İmân ve İslâm" diğerinin adı "Ehl-i Sünnet Yolu" idi. Kitapları Galip Çevik diye bir ağabey yollamıştı. Hikâye metninden adresimi almış.
Bu gazete, Sultanahmed'deki Adliye binasının sokağındaydı. Aradan bir sene gibi bir vakit geçmişti. Biz de artık İstanbul'daydık. Bir gün elimde bir yazıyla Bab-ı âlide Sabah gazetesine gittim. Koridorda yazıişleri müdürü Ali Tâbân ağabeyle karşılaştık. Ayaküstü olduğumuz hâlde yazıyı kendisine uzattım. Bir kaç satır okuduktan sonra "tamam dedi, sen yazar olabilirsin". Başından savdığını düşünmüş olmalıyım ki tedirginliğimi dile getirdim:
-Ama; dedim, tamamını okumadınız?
-Şart değil; sen yazar olabilirsin!..
İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra askere gitmiştim. Sarıkamış 9. Tümen 9. Topçu Alayı Uçaksavar Bölüğünden teğmen olarak terhis oldum. Sonra yazı hayatım başladı. İlk makalemin başlığı "Tiranların Ölümü" idi. Bu yazıyı geçen senelerde bugün bu sütunda tekrar yayınlamıştık. O yazımı altı saatte yazabildim. Eski kalem tecrübelerinden sonra ilk yazıydı. İlk aşk, ilk göz ağrısı. Bitirdikten sonra 8 Kasım günü Cağaloğlu, Çatalçeşme Sokak No 17'de olan Türkiye gazetesine gittim. Enver Ören ağabey, yazıyı okudu ve tek kelime söyledi "olmuş".
Böyle anlar ne kadar hassastır. Olumsuz bir cümle duymuş olsaydım belki de bir daha elime kalem almazdım.
O gün sütunumuz ve başlık klişesiyle Mahmut Genç ağabey meşgul oldu...
Aradan seneler geçti. Kalemimiz, kelamımız, fikrimiz ve kitaplarımızla Allahın verdiğini Allah'ın kullarıyla paylaşmaya çalışıyorduk. Bir gün Enver Ören ağabeyin Yalova'daki konağındaydık. 10-15 misafirden biriydim. Mevzu hiç de o tarafta değildi. Enver ağabey, birden "Hocamız, yazılarını beğenirdi" dedi.
Şu var ki her kabiliyet, bir emanet. Beyinde bir incecik damar zedelense insan ne konuşabilir, ne yazabilir. Şurada naklettiklerimizi daha sonra yeri gelince ismi geçenlerin kendileriyle de paylaşmıştık. Dahası da varmış. Biz gazetede yazmadan evvel, hukukta talebeyken de şurası şöyle, burası böyle olsun kabilinden Türkiye gazetesine mektuplar yollarmışız. Bunu on sene kadar evvel bir karşılaşmamızda Enver Ören ağabey "Horhor'dan gazeteye yolladığın mektupları hatırlıyor musun?" dedi. Hakikaten unutmuştum...
Bugün de bir 9 Kasım günündeyiz, 9 Kasım 2016'dayız.
Aradan 40 sene geçmiş.
Her yazımızda yine ilk günkü heyecandayız.
İsmini zikrettiğim değerli insanlar, bugün hayatta değiller.
Hepsinin mekânı cennet olsun.
Bu kalem mahsulleriyle kelâm mahsulleri, gün yüzüne çıkarken yıllar yılıdır çok büyük fedakârlıklara katlanan eşim ve evlatlarımdan Allah râzı olsun. Üzerimde hakkı olan herkesten Allah râzı olsun...
Hiç bir gün inanmadığımızı konuşmadık ve yazmadık. Hep samimi düşüncemizi dile getirdik. Bu zaman zarfında üzüp-incittiklerimiz varsa onlardan da helallik dileriz.
Bugün yazar, iş adamı, devlet adamı çok kimse "seni okuyarak yetiştim" diyor. Kadirşinaslıklarına teşekkür ederim. Bütün okuyucu, seyirci ve sevenlerime teşekkür ve dua ederim.
Şüphesiz ki her nimetin sahibi Allahü teâlâdır. "Sevgili Peygamberim-Siyeri Nebi" isminde yazılarımın tâc eserini yazma imkânını bize bahşeden Allahü teâlâya hamd-ü senâlar ve Peygamberler Peygamberine salatü selâm olsun.
.YA ÖVSELERDİ?
2016-11-08 02:00:00
Bild ismindeki Alman ceridesi için bardağı taşıran son damla, Türkiye Cumhurbaşkanının "Almanya terör örgütlerini arka bahçesi olarak kullanıyor!" gerçeğini dile getirmesidir. Bu dendi mi her nev'i iftirayı atarlar. Değirmenlerine HDP'liler, FETÖ'cüler ve cümle Türkiye aleyhtarları su taşımaya devam etmektedir.
Niye diktatör?
Niye olmasın?
Bu Cumhurbaşkanı, Çankaya noteri olacağına Türkiye'yi bölmek isteyenlere fırsat vermiyor. O'nun cesur iradesi etrafında kenetlenen millet, 15 Temmuz'da Türkiye'nin işgalini önleyince Haçlı âlemi, "hasta adam, kudretli Türkiye mi oldu?" diye şaşkınlık içindedir.
Son senelerde yapılanlar için hafızamızı şöyle bir tazeleyelim:
TL para sınıfına girdi, enflasyon yüzde 70'ten 7'ye düştü, IMF ofisine yollandı, Türkiye, hem hava ulaşım merkezi, hem enerji merkezi olmak için deva adımlar atmakta, Anadolu'da kazma değmedik yer kalmadı, bayındırlıkta, sağlıkta hamleler zinciri devam ediyor, 10. Ekonomik güç olmaya doğru yol alıyoruz, millî silahlar yapılmaya başlandı, sınır ötesi harekât içindeyken vatandaş normal hayatına devam ediyor, Katar'a üs tesis edildi, Afrika’ya insanlık götürdük, Türk iş adamları dünyaya açıldı ve daha neler!..
Bu Türkiye'nin yoluna taş korlar.
Bu Türkiye, çok uyku kaçırtır.
Bu sebeple malûm manşetler atılmakta. Onlar kin manşetleri. Recep Tayyip Erdoğan'ı itibarsızlaştırmak, devirmek için ne lazımsa yaptılar fakat hepsi boşa çıktı. Üstelik 15 Temmuz gecesi O'nun "sokağa çıkın, ben de geliyorum!" cümlesiyle her fikirden vatandaş, meydanlara akıp, demokrasiye de devlete de sahip çıktı.
Avrupa, batı, haçlılar, masonlar, siyonistler... İslâmiyet, Ümmet ve Türkiye düşmanları, bunalmış vaziyetteler.
Onlar için vatanını seven, ülkesini kalkındıran, milletinin emrinde olan devlet reisleri ya Müstebit, ya Kızıl Sultan, ya vatan haini, ya kuyruk, ya diktatördür.
Mahkemelere meydan okuyan 9 HDP'li, devleti gasp etmek isteyen FETÖ ve onlara yardım ettiği isnadıyla bir gazete ve onun 9 mensubu yargı önüne çıkartılınca bu manşetleri atanlar, Cumhuriyeti demokrasi diye gösteren, zulüm üstüne zulüm işleyen Tek Parti zamanında, 27 Mayıs darbe katliamında, takip eden diğer darbelerde, 15 Temmuz'da nerelerde idiler?
Nerede olacaklar?
Senaryo yazıyor, ihaneti yönetiyor, akıl ve destek veriyorlardı.
Bu zihniyet, 15 Temmuz'da 246 şehit ve 2500 gazimiz olurken "seçilmiş iktidarın yanında, darbelerin karşısındayız" demedi. O namlı isimler, kınama mesajı yayınlamadılar. Dedikleri "taraflara itidal tavsiye diyoruz" demekten ibaretti. Sanki devletle terör taraf olurmuş gibi.
Abdülaziz'i katlederek şehit edenler, Abdülhamid'e "müstebit" ve "kızıl sultan" diyenler sefaretlerine iltica eden Midhat Paşa'ya "hürriyet kahramanı", Selanik’ten gelen Hareket Ordusu'na "halâskâran-ı Zâbitân/Kurtarıcı Subaylar" dediler. Bu tabirler yakın zamanlara kadar "Emin Oktay" mahlas imzalı yüz karası tarih kitaplarında yazıldı.
15 Temmuz darbe teşebbüsü muvaffak olsaydı Fetullah Gülen kahraman, darbeciler Kurtarıcı Subaylar olacak, Tayyip Erdoğan ve arkadaşları için "kan dökücü diktatör" denecekti. Şu var ki Cumhurbaşkanı, hayatta olmadığı için bunları duymayacaktı.
27 Mayıs'tan sonra ilkokuldaydık.
Plevne Marşını bozarak 27 Mayıs'ın pis gayesine alet etmek istemişlerdi. Şu mısralar okunurken o çocuk hâlimle sadece dudaklarımı kıpırdatıyor fakat o vicdansız mısraları söylemiyordum:
Olur mu böyle olur mu?/Kardeş kardeşi vurur mu?/Kahrolası diktatörler, bu dünya size kalır mı?
1959'da Londra yakınlarında uçağı şüpheli şekilde düşen Başvekil Adnan Menderes'ten kurtulamayanlar, bir sene sonra cuntayı kullanarak onu idam sehbasına yolladılar.
O nazik Başvekil Adnan Menderes'e, Midhat Paşa'nın idam kararını bile sürgüne çeviren Abdülhamid Han'a bile diktatör dediler. Ancak unutmamalı ki müşrikler, Sevgili Peygamberimiz'e de -aleyhisselam- hakaretin her çeşidini yapmışlardı. Dine, devlete, vatana, millete ümmete hizmet edenlere hakaret de ederler, darbe de yaparlar. "Küfür, tek millettir". Onların hakareti, doğru yolda/sırat-ı müstakim üzre olmanın habercisidir.
.MÜSTEBİT, KIZIL SULTAN, DİKTATÖR VS!
2016-11-07 02:00:00
Almanya'nın "Bild-Zeitung" adlı yarım boylu, fakat tam satışlı gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aleyhine "diktatör" diye başlık attı. Bu hakaret, Türkiye'de öfkelere yol açtı.
Başta Almanya olmak üzere Avrupa medyasının Cumhurbaşkanımız için bu ve buna benzer manşetleriyle haber ve yorumları yeni değil. Der Spiegel adlı Alman dergisi de Gezi İsyanı sırasında Türkçe olarak "Boyun Eğme!" başlığıyla haber yapmıştı. Almanca bir derginin, üstlendikleri tabirle "çapulculara" Türkçe cesaret verme taktiğinin altında çok hesaplar olsa gerek!..
27/28 Mayıs 2013'te ateşlenen Gezi Parkı İsyanı, 17/25 Aralık 2013 Yargı-Polis darbe teşebbüsü, 15 Temmuz 2016 FETÖ Terör Örgütü'nün "Yurtta Sulh" maskesi ile kalkıştığı darbe girişimi, Haçlı dünyasıyla buradaki işbirlikçilerine umdukları zaferi kazandıramayıp da hüsrana uğrayınca bu defa da "diktatör!" kelimesine sarıldılar.
Haçlı zihniyeti takipçileri, daha evvel Sultan Abdülhamid, bugün de Tayyip Erdoğan için karalayıcı karikatürler yayınlamışlardı. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- aleyhine de şu küçük devletcik Danimarka'da aşağılık karikatürler basılmıştı.
Bu kirli niyetin kindarı olanlar, önce Türklerden korktular. Öyle-böyle değil, asırlar boyu şiddetle korktular. "Anne Türkler geliyor!" Bu korkunun en net isbatıdır.
Önce korktular; sonra ellerine fırsat geçip de Osmanlıyı zayıflatınca O'nu ruhen hırpalamak için "hasta adam" dediler. Avrupa'nın son iki asırdan bu yana vazgeçmediği emeli, Türkiye'nin hep hasta adam kalması, zillete düşmüş olarak Batı'ya el açması, ondan talimat beklemesi, onun çizdiği yoldan dışarı çıkmamasıdır. Zira Türkiye, Türkiye ve Türklerden ibaret değildir. Türkiye ve Türkler demek, Ümmet ve Ümmet Coğrafyası demektir. Kudretli Osmanlı Türkiyesi, İslâmiyetin de Müslümanlığın da Müslümanların da Ümmet Coğrafyasının da geçit vermez kalesiydi.
Avrupa'nın, Hristiyan dünyanın Haçlı kinini taşıyanların yanında Türk'ün şanlı asırları hiç bir zaman silinmedi. Bundan dolayı Türkiye'yi tekrar tarihteki lider konumuna yükseltecek, hangi Padişah, Başvekil veya Cumhurbaşkanı olduysa Haçlı ruhu taşıyanlar, Tapınak Şövalyeleri, Siyonistler ve cümle şer odakları, bize karşı silah, kalem, medya, iktisadi vasıtalarla saldırdılar ve saldırmaktalar. Bu öfke sesleri, sadece aleni işitilenlerden ibaret değildir. Psikolojik, biyolojik, petrol, hatta ilaç bile silah olarak kullanıldı. Tâ II. Mahmud'dan bu yana nesillerimizi çaldılar. Dışarıya tahsile giden talebenin çoğu devlet reisi dâhil kendi değerlerinin düşmanı ve yabancılaşmış olarak döndü. İdeolojilerle insan çaldılar. Buna örgüte kapılmış Kürt gençler misaldir. İslâmî inanç saptırmalarıyla nesiller çaldılar. Buna misal, FETÖ örgütünün beyinlerini yıkayıp mankurtlaştırdığı gençlerdir. Hatta Avrupa'da politika yapan bazı Türk vatandaşlarını da çaldılar. Alman parlamentosunun, Türkiye aleyhine kabul ettiği sözde "Ermeni Soykırımını tanıma kararı" o sözde Türklerden birkaçının öncülük etmesiyle çıktı. Ne var ki "Ermeni tehciri"nin altındaki imzaların İttihad Terakki zamanındaki Alman subaylarına ait olduğu bir türlü yaygınlık kazanamıyor.
Sevr'den 15 Temmuz'a kadar yapılan her bölme ve cunta darbesiyle darbe teşebbüsünün ana fikri, hedefi Türkiye'yi "hasta adam"lığa mecbur etmek, yataktan kaldırmamaktır.
Bild, sn Cumhurbaşkanına "diktatör!" demiş.
Dün de Sultan Abdülhamid için eş anlamlı bir kelimeyle "müstebit" diyorlardı. Kont Vandal adlı bir Fransız tarihçi, soyadına yaraşır bir iftirayla aynı Sultan için "Kızıl Sultan" dedi. Hem "müstebit" yalanı ve hem de "Kızıl Sultan" iftirası çeyrek asır evveline kadar bizde de bazı politika esnafı ve yabancılaşmış çeyrek aydınlar tarafından kullanıldı. O gün dış ve iç şer odak ve ocakları iç içe çalışıyor, sefaretler, şer yuvası olarak faaliyet gösteriyordu. Bugün de ittifak içindeler. Türkiye'nin güya "hasta adam" olmaktan çıkması üzerine bütün Haçlı dünyası, bize silah doğrultmuş terör örgütlerinin arkasında yer aldı. Bugün PKK, FETÖ ve daha hangi musibet örgüt varsa onlarla ehli salip iş birliği içindeler.
Bu tarihî seyir ve olan-bitene nazaran AB de bir oyalamadan başka bir şey değildir.
Eski Demir Perde peyklerini 6 ayda kabul edip, Türkiye'yi 60 sene bekletmenin mazur görülür zerrece bir tarafı olamaz.
.TESLİM OLMAZMIŞ!..
2016-11-02 02:00:00
Dünkü gün nasıl bir manşet atacağını merak mevzuu idi. Cumhuriyet Başsavcılığı, eskilerin deyimiyle malûm "varakpâre" hakkında ağustos ortalarından beri araştırma ve soruşturma yapmaktaydı.
Delil ve vesika yeterliğine ulaşılmış olmalı ki polis, önceki sabah gazete binasına yahut onların reklamıyla Kemalist tapınağa baskın yaptı ve bu meyanda bazı yazar ve yöneticileri nezâret altına alındı.
Bunun üzerine 3 yerden çığlıklar yükseldi:
Biri "birlikte mücadele edeceğiz" diye gazete idarehânesine telefon açan CHP genel başkanından. İkincisi sorulduğunda kendini muhtemelen "ülkücü" diye ifade edecek olan bir vekilden. Üçüncüsü de Türkiye'deki yabancılaşmış aydınların Avrupalı hâmilerinden, işbirlikçilerinden.
Sn Kılıçdaroğlu, belki anlaşılabilir. Politika yapıyor, tribünlere oynuyor, oy peşinde. Avrupalı bezirgânlardan zaten başka bir ses gelmezdi. Fakat MHP'li vekile ne oluyor? O, bu sözleriyle aynı zamanda terör örgütlerine de destek olduğunun farkında değil mi? Bu yaptığıyla binlerce şehit ülkücünün kemiklerini sızlattığını idrak edemiyor mu? Yoksa şu gerçekten habersiz mi? '70'li yıllarda birileri, sütun ve manşetlerinde o vatanperver civanmert ülkücüleri hedef gösterir, komünist eşkıya da onları katlederdi. Bunları bir kenara bırakıp ucuz politik cerbezelere düşmek, hayıflanılacak bir manzaradır!..
Başsavcılığın suçlaması şöyle: "FETÖ ve PKK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek!" Yani vekâlet savaşları! Vekâlet savaşlarının medya ayağı.
İsnad edilecek hiçbir suç olmasa şehit savcı Mehmet Selim Kiraz ile alâkalı yaptığı haber, kâfi yüz karası ve kâfi suçtur. Mezkûr savcımızı odasında rehin alan kızıl yıldızlı komünist militanın fotoğrafı, birinci sayfada bir kahramanın yiğitliği haber verilircesine kocaman şekilde basılmıştı. O habis haberde gizli bir sevinç okunuyordu. Daha ne olsundu? "TC'nin adliyesi basılmış, savcısı rehin alınmış, başına tabanca dayanmıştı!!!"
Bir röportajda ise PKK'lı bölücülerin dağları ne kadar temiz kullandıkları, dağ diye yerlere sigara atmadıkları, köylülerin ağaç kesmelerine izin vermedikleri ballandıra ballandıra anlatılıyordu.
"İnfaz etmek" cezasını vermek demektir. Bu sözü, infazı yapan tarafla ona taraftar olanlar kullanır. Şanlıurfa'da yataklarında katledilen iki polisimiz için "PKK, iki polisimizi şehit etti" diye haber yapmak yerine "PKK iki genç polisi evinde infaz etti" diye başlık attı. Bayır-Bucak Türkmenlerine yardım götüren MİT tırlarını dünyaya ihbar etmek için yaptığı haberler zaten malûm. Devlete, polise, seçimle işbaşına gelmiş iktidara ve bilhassa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a karşı düşmanca haberleri de malûm. Gezi Kalkışmasında, 17/25 Aralıkta, 15 Temmuz sonrasında hep devlete ve millete karşı saf tuttu.
Bir yayın organının basın hürriyeti çerçevesinde muhalefet yapmak hakkıdır. Ancak burada ince nokta basın hürriyeti içinde kalmaktır. Bizde bazı gazeteler muhalefet yapmıyor, kin güdüyor, doğrudan düşmanlık ediyorlar. Bundan dolayı Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hükûmet, yargı ve asker öteki olarak görülmekte. Bu sebeple dünkü manşet "Teslim olmayacağız!" diye atılmıştı. Demek isteniyor ki: "Siz düşmansınız, düşmana teslim olmayacağız!"
Adı belli gazete, adını sanki rejimden almamış da rejime kendi adını vermiş havalarındadır. Kendini hep lâyüsel, devletin sahibi ve vâsisi olarak gördü. Kemalistti, II. Dünya Harbi döneminde Hitlerci oldu, sonra Marksistleşti, 27 Mayıs'ın çığırtkanı Atatürkçüydü, 12 Mart, 12 Eylül'ün arkasında durdu, 28 Şubat'ın yılmaz müdafii oldu.
Şimdi de FETÖ'cülük ve PKK Kürtçülüğü ile hakim önünde.
Devrine göre bukalemun gibi renk değiştirdi.
Fakat bir şeyden asla ve asla vazgeçmedi:
Her zaman ve daima İslâmiyetin ve Müslümanın amansız, katıksız, tavizsiz düşmanı oldu. Mürteci, irtica, gerici... vs vs diye İslâmiyete, Müslüman'a hakaret etmediği gün yok gibidir. "Laiklik" derken laikçiliği dinsizlik olarak dayatır bir taraftan da dinimize saldırır. Bu onun hayat felsefesidir. Sn Erdoğan'a düşmanlığı, siyâseti yüzünden değildir; O'nun imân ve dünya görüşüne düşman. Düşmanlığın basın hürriyetiyle ne gibi münasebeti olabilir?
Teslim olmazmış!
Sen bilirsin...
Adalet, teslim almasını bilir, sen de kuru gürültünle kalırsın. Basının mazisi, kendini vazgeçilmez sanan gazetelerle doludur.
Adnan Menderes'in "Yeter Söz Milletindir!" ihtarı bugün hayat bulmuştur.
.KÜÇÜK ORTA DOĞU, BÜYÜK İSRAİL!
2016-11-01 02:00:00
Orta Doğuda yer yerinden oynamakta.
İrili-ufaklı devletler, değişik değişik terör örgütleri, akbabalar gibi bu topraklara tünerken aynı bölgede yer alan İsrail'den çıt çıkmıyor.
Nihâyetinde bir valilik olduğuna bakmadan dünyanın öbür ucundan Yeni Zelanda bile kalkıp bölgeye gelirken, savaş seyyahı devletlerin sayısı 60 küsurları bulmuşken İsrail, dut yemiş bülbül gibi.
Tek kelime etmiyor. Hamas'a şahin kesilirken, Hamas seçimle iş başına gelmiş bir parti iken nefes almasına dahi rıza göstermezken vekalet savaşlarının önemli oyuncularından DAEŞ'e "kış" bile demiyor.
İsrail’in bu suskunluğu tesadüf değil. Şuurla, bilerek ve istenerek uygulanan bir arazi olma, silinme ve strateji. PKK, PYD, DAEŞ bir yerlerin vekiliyse bölgeye doluşmuş düveli muazzama da İsrail'in vekili.
Mısır'da seçimle iş başına gelmiş cumhurbaşkanı, darbe ile devrilirken neden konuşsun? Suriye kan gölüne dönüp, ortada devlet kalmazken, etrafta din ve ırka dayalı kalabalıklar, birbirini boğazlarken neden sevinmesin? Irak parça parça olurken, her gün düzinelerce insan ölürken niye rahatsız olsun? Mazlum, ve mağdur mülteciler, çağdaş-uygar-ileri-sanayi ötesi Avrupa'da hayvan muamelesi bile görmezken hangi sebeple umur etsin?
Arap Baharı, BOP ve Irak işgalinin devamıdır. Bunların bölgeye yaşatılmasının 3 kazançlı devleti oldu:
İran, Rusya, İsrail.
İsrail'in büyük rüyası "arzı mev'ûd"tur "vaad edilmiş topraklar". İtikadları gereği Mısır'daki Nil nehriyle Türkiye'deki Fırat nehri arasındaki devâsâ alanı, Yahudiler için vaad edilmiş/söz verilmiş bir bölge sayarlar. Bu ideallerini hayata geçirmeleri o topraklar üzerinde gecekondu misali devletlerin kalmasıyla mümkün olabilir.
Bölge, ırk ayrımcılığı veya üretilmiş mezhep bölücülüğüyle parselleniyor. Osmanlının çok kültürlülüğünün yerini tek ırk ve tek inançla yaşama zorlaması alsın isteniyor. Bu projeye mani olarak görülen Mısır, batı destekli bir darbeyle eski çizgisine çekildi. Esas ve yegâne engel kabul edilen Türkiye içinse her yol denendi. Bir sonuç alınamayınca da 15 Temmuz ihaneti sergilendi.
Gariptir; bütün bunlar yaşanırken İran, Basra Körfezi-İskenderun Köfezi-Aden Körfezi arasında palazlanırken; İsrail'den İran'a, İran'dan İsrail'e karşı tek kem söz işitilmedi. Yoksa İran-İsrail, İran-Amerika arasındaki o yaman düşmanlıklar rol gereği miydi? İsrail, ne yanıbaşındaki Hizbullah'tan, ne Haşdi Şabi'den ne, Husilerden ve ne de DAEŞ'ten rahatsız. PKK'dan zaten rahatsız olmadı.
Vaziyet o ki bu topraklara yakıştırdıkları tabirle "Orta Doğu" küçültülürken, İsrail'e büyümenin yolu açılıyor. Biz, açıkça "Büyük Türkiye" derken birileri de suyu bulandırmadan "Büyük İsrail" planları kurmakta. Ne demiştik? "Orta doğu, kurtlar sofrası!" Aynen öyle.
Ya kurt olacaksın, ya yem olacaksın!!
Bu emsalsiz topraklarda var olmanın bedeli ucuz değildir.
.KIBRIS'TAN MUSUL'A!
2016-10-31 02:00:00
Şu günlerde Kıbrıs Harekâtı'nın hatırlanması gerektiği düşüncesindeyiz. Harekât, 20 Temmuz 1974'te gerçekleşti. CHP-MSP Hükûmeti, işbaşındaydı. Bülent Ecevit, Başbakan, Necmettin Erbakan, Başbakan yardımcısıydı. Harekât emri Başbakan Londra'da görüşmelerdeyken verilmişti. Çıkarmaya "Kıbrıs Türklerini Kurtarma Harekâtı" gibi bir isim verileceğine "Barış Harekâtı" dendi.
Başbakanın iddiasına göre sadece Türkleri değil, Rumları da kurtarmak için adaya çıkmıştık. Yunanistan'da askerî bir darbe olmuş, o darbenin bir küçük şekli de Nikos Samson adlı bir maceraperest eliyle Kıbrıs'ta da tekrarlanmıştı. Bu yüzden Türklerle beraber Rumlar da kurtarılıyordu.
Dünya, bu romantizme yüz vermedi. ABD, Türkiye'ye katı bir ambargo uyguladı. "Ya adayı boşaltır veya aç kalırsınız" denmiş oluyordu. Zorlu ambargo kuşatması 15 sene sürdü. Sonunda kaldırmak zorunda kaldılar.
Harekât yapılmış, albay seviyesine kadar şehitler vermiş, askerî zayiatımız olmuş, "ambargo" diye o güne dek duymadığımız bir kelimeyle dünyadan tecrid edilmiştik ama adanın yalnızca üçte birlik topraklarını "istirdat" etmiştik.
Şöyle bir nakil vardır:
"Eğer Necmettin Erbakan, hükümette olmasaydı, bu harekât yapılmazdı. O, tamamına girmek için çok ısrarcı olduysa da Başbakan bu kadarıyla yetindi..." Türklerin, Kıbrıs nüfusunun üçte biri olmaları bir mantık olarak güdülmüş olabilir.
Lindon Johnson'un Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderdiği örtülü tehdit mektubunun tesir ihtimali daha yüksektir.
Kelimelerin ruhundan haberdar olanların gözünden kaçmamış olmalı ki yukarıda "istirdat" diye bir kelime kullandık. İstirdat, bir hakkı, o hakkı gasbetmiş olanın elinden bilek gücüyle geri almanın adıdır. Kıbrıs'ı 1878'de Rus taarruzlarına karşı bize destek olması için İngiltere’ye kiraya vermek mecburiyetinde kalmıştık. Adı geçen kiracı, I. Dünya Harbi çıkınca fırsattan istifadeyle adayı kendi topraklarına kattı. Lozan görüşmelerinde ise Türk delegasyonu baskılarla bu emri vakiyi kabul etti.
Bülent Ecevit 1977'deki ikinci iktidarında ise AB, Yunanistan'la beraber Türkiye'yi de ortak olmaya davet ettiğinde "Ekonomik Topluluk" ismine kinayeyle "onlar ortak biz, pazar olacağız!" diyerek daveti reddetti.
"Albaylar Cuntası"nın 1974'te yaptığı darbe sebebiyle Yunanistan, NATO'dan ihraç edilmişti. Tekrar kabul edilmesi gündeme geldiğinde Türkiye'de askerî konsey, idaredeydi. Komşu devletteki darbenin izi silinirken bizdeki darbeciler, hiç bir taviz almadan "önce AB'ye kabulümüz, sonra Yunanistan'a NATO izni!" demeden talebi imzaladılar.
Bunlar niye böyleydi?
Evet, düşmanla çok çetin savaşlar sonrasında istiklalimizi korumuştuk. Bu doğru. Fakat devletin üzerinde adı konmadık bir İngiliz daha sonra da İngiliz-Amerikan vesayeti ve Sovyetler kaygısı vardı.
Gerçek durum buyken "bir Türk dünyaya bedel" gibi sloganlar, havada uçuşuyordu. Bir imparatorluğu kaybetmiş nesiller, sloganlarda teselli arıyor olabilirdi. Akıl, mantık ve gerçekliğin yerini hamaset, slogan ve propaganda almıştı. Bundan dolayı Cumhuriyet rejiminin 50. yılını bulduğu bir takvimde kıta sahanlığımızdaki bir eski adamıza çıkmaya zor-güç karar vermiş ve utana sıkıla üçte birini istirdat etmiştik. "Uyu uyu yat uyu!" uyuşukluğu ve "yurtta sulh cihanda sulh!" ürkekliği ile icraat devleti olunamazdı. O günlere dair benzer misaller çoğaltılabilir.
Harekâta başlarken Kıbrıs'ın aynı zamanda bir doğalgaz denizinin üstünde yüzdüğünü bilmiyorduk. Lozan'da alamadığımız, 1926'da Ankara'da istirdat edemediğimiz Misak-ı Millî vilayetimiz Musul'un bir petrol denizi üstünde kurulu olduğunu bilmediğimiz gibi.
Kıbrıs Harekâtı yapıldığında bütün askerî silah, araç-gereç yabancı malıydı. Önemli silah başlıkları Amerika’daydı. Ekonomi yüksek enflasyonda seyrediyordu. "Kıbrıs'ta en iyi çözüm, çözümsüzlük" deniyordu. Şimdilerde silahlarımızı kendimiz imal ediyoruz. Bizim yıllardır bu sütun ve ekranlardan dikkat çektiğimiz "Ankara'nın güvenliği Kerkük'ten geçer, Musul'dan geçer!" tezimiz, bugün devlete mal olmuştur.
Devlet, bugün slogan üreten devletten, icraat devleti seviyesine yükselmiştir. Suriye ve Irak'ta atılacak her adımda Kıbrıs Harekâtı dersi unutulmamalı..
.DEVLET OLMAK, HÜKÜMET ETMEK!..
2016-10-28 02:00:00
Cumhuriyeti bugün dahi kavga sebebi yapmak, sadece kendine mal edip, ötekileştirici fikir ve söylemlerle konuşmak, hatadır. Cumhuriyet, bir devlet idaresi şeklidir. Bir toprağı mülk edinen bir millet, dilediği idare şeklini seçerek orada devlet kurar.
O milletin dilediği idare şekli, yaşadığı vakte nazaran farklı olabilir. İçtimâî/sosyal kanunlar böyledir. İsmine "vatan" denen toprak üzerinde yükselttiği bayrağın altında yaşayan bir halk, orada yaşayan, yaşamış ve yaşayacaklarla alakalı her türlü işi bu devlet eliyle görür.
Bu sebeple bir devlet reisi olur.
Devlet reisinin de yardımcısı.
Yardımcının da yardımcıları.
Devlet reisi, devletin bulunduğu coğrafya ve tarihe göre imam, vali, hakim, bey, han, hakan, sultan, padişah, kral, imparator, reis-i cumhur, cumhurbaşkanı, başkan unvanını alabilir. Ahali, devlet reisini ya kendisi doğrudan seçer. Veya adına meclis denen bir topluluk tarafından seçilir. Yahut, hanedân mensubu bir şahıs, sırası gelince başa geçer. Hükümdarlık, babadan oğula intikal eder, bazen de ekber evlât/büyük oğul hükümdar olur.
Şu resmettiğimiz, "devlet" denen teşkilatın başındaki insanla alâkalı icra biçimidir. Devlet başkanının, reisin, sultanının vs yardımcısını seçmesi de iki şekildedir. Ya kendisi doğrudan tensip eder. Bu kişiye vezir, vezir-i âzâm, sadrâzâm gibi isim verilir. Veya meclis vardır. Yapılan seçimler neticesinde en fazla reyi alan partinin başkanı, sultan, padişah, kral, imparator veya cumhurbaşkanı tarafından hükümeti kurmakla vazifelendirilir.
Devlet reisi sultan, padişah veya kral yahut imparator olduğunda ya meclis ve seçim vardır veya yoktur. Meclis olduğunda ya sadece millet meclisi vardır. Veya bunun bir derece üzerinde âyân meclisi veya senato denen bir meclis daha mevcuttur. Eğer; devlet reisi, bir hanedândan devam ediyorsa ve meclis de yoksa o zaman sadrâzâm, veziri âzâm gibi isimler alan yardımcısını kendisi seçer. O da nâzır veya vezir denen yardımcılarını seçer. Şayet padişah, kral, imparator olmasına rağmen bir de meclis varsa o idareye "meşrutî idare" denir. Anayasa mevcut olduğu, partiler var olduğu, seçimler yapıldığı, meclis bulunduğu, mecliste güvenoyu gibi denetleme müesseseleri yer aldığı için çoğulcu demokratik hayat mevzubahistir.
Devlet reisi olduğu hâlde anayasa/esas teşkilat kanunu ve meclis yoksa bu rejim, hükümdarlık idaresidir. Hükümdarı ilzam edici/bağlayıcı maddeleri ihtiva eden bir anayasa ve meclis varsa şartlı/meşruti hükümdarlık söz konusudur.
Günümüzde cumhuriyet idareleri olduğu gibi meşruti idareler de bir haylidir. Japonya imparatorluk, İsveç, Hollanda, Norveç, Danimarka, İngiltere vs krallıktır. Buna mukabil Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, genel valiliklerdir. ABD ise 50 eyaletin ortaklığıyla kurulmuş bir birleşik devlettir. Her vali, esasında o eyaletin devlet reisidir.
Görüldüğü gibi Cumhuriyet, devletin şekliyle alâkalıdır. Hükümdar ve cumhuriyet yapıları birleşemez. Hükümdarlıkla demokratik idare şekli ise birleşmektedir. Çünkü demokrasi, parlamenter sistem veya başkanlık sistemiyle hükümet etme biçimidir. Türkiye, anayasalı nizâma, iki meclisli hayata 1876'da geçmiş, 1908'den 1923'e kadar da iki meclis ve çok partili meşruti idare cari olmuştur.
Bu topraklarda sanki daha evvel bir devlet yokmuş gibi "Lozan" sadece bir andlaşma olduğu hâlde devletin tapusu olarak gösterilmektedir. Ayrıca bir partiye de "devleti kuran parti" sıfatı layık görülmektedir. "Ulus devlet" kavram olarak azizleştirilirken önceki insanların devrin şartlarına göre yaşama üslupları olan devlet hayatları yerilmektedir. Şunun farkında olmak gerekir; imparatorluk çok kültürlülük, bir arada yaşama zenginliği iken ulus devlet, "az olsun benim olsun" kabulüdür.
İstiklal Harbi, dedelerimizin Düvel-i Muazzama'ya/sömürgeci emperyalist büyük devletlere karşı yaptığı şanlı destanın adıdır. O şahlanış neticesinde Hacı Bayramı Veli Camiînde edilen dualardan sonra büyük meclis açılmış ve yeni idare şekli olan Cumhuriyet, Meclis-i Meb'usan vekilleriyle yeni seçilen vekillerin aynı meclis çatısı altında toplanıp uzun müzakere ve münakaşaları neticesinde verdikleri kararla devletin yönetim şekli olmuştur.
O esnada devlet, zaten vardır. Zira millet, vatan ve bayrak vardı. Bayrağımız, bugünkü şeklini II. Mahmud zamanında almış, Meclis-i Meb'usan, şu sıralar üzerinde konuştuğumuz Misak-ı Millî hudutlarını 28 Ocak 1920'de yani TBMM'nin açılmasından 3 ay, Cumhuriyet'e geçilmesinden 3 sene evvel ilân etmişti.
Ortak değerleri kavga konusu yapmamalı.
Dün de gelecek de hepimizindir.
"Yenikapı Ruhu" bu olsa gerek.
Dün, dünde kalmıştır.
Şimdi hedef, 2023 Büyük Türkiye.
.MUSUL İÇİN TARİHÇİ VE HUKUKÇULARIMIZA ÇOK HİZMET DÜŞMEKTE!..
2016-10-27 02:00:00
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "gerekirse sahaya iner dişe-diş mücadele verir, diplomasi masasında masaya yumruğumuzu vururuz!" diyor.
Bu üslup, ihtilafın askerî ve diplomatik tarafıdır. Onun bir de tarihçi vesikası ve hukukçu içtihadıyla desteklenmesi gerekir. Musul mes'elesini tam 90 sene sonra masaya yatırıyorsak, cephe açmayı göze almışsak tezlerimizde haklı olduğumuzu isbat etmemiz gerekir. Bu da az evvel ifade ettiğimiz gibi vesikaları konuşturan güçlü tarihçiler ve mantık, muhakeme ve içtihatlarla fikirlerini serdedip karşı taraf iddialarını çürütebilen sağlam hukukçularla mümkündür.
Tek başına siyâset ve tek başına silahlı mücadele kâfi gelmez. "Musul mes'elesi" dendiğinde etiketler ortaya çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu, Türkler, Türkmenler, Kürtler, Araplar, petrol, Lozan Andlaşması, Haliç Konferansı, Brüksel Hudut Hattı, Ankara Andlaşması, Irak'ta İngiliz mandası, Cemiyet-i Akvam, Lahey Adalet Divanı, Musul petrolünde Türkiye'nin yüzde 10 hissesi vs.
Musul mes'elesi, Lozan'da bir karara bağlanamayınca ihtilaf, ileriki bir zamana talîk edilmişti. Bundan dolayı 30 Eylül 1924'te ihtilaflı bölgede keşif çalışması yapacak, ahalinin tercihini öğrenecek 3 kişilik bir hey'et/komisyon teşkil edildi. Komisyonun başkanlığını eski Macar başvekili Pal Telek yapıyordu. Komisyon keşif ve çalışmaları sonucunda 29 Ekim 1924'te geçici bir Türk-Irak hudut tarifi yaparak bunu 16 Temmuz 1925'te BM'ye sundu. Türkiye, raporu tatmin edici görmediğinden itirazları oldu. BM, Lahey Adalet Divanı’ndan mütalaa istedi. BM/Cemiyet-i mütalaadan da kuvvet alarak 16 Aralık 1925'te ittifakla/oybirliğiyle raporu kabul etti. Böylece Brüksel Hudut Hattı ortaya çıkmış oldu. Ancak bu bir geçici sınırdı.
5 Haziran 1926 tarihli Ankara Andlaşmasının 1. Maddesi, BM'nin kabul ettiği Brüksel Hudut Hattı'yla orada İngiliz mandası ve bunun işleyiş ve sonucuna atıfta bulunmaktadır.
Buna göre Irak'taki İngiliz manda idaresi, 1928 yılına kadar devam edecektir. Bu süre dolunca 25 yıl daha devam etmesi mümkündür. Ancak devam etmezse bu takdirde Musul Türkiye'ye iade olunacaktır. Bir talih eseri olarak İngiliz mandası, Irak'ta 1932'de bitti. Türkiye, hak iddia etti mi? Hayır!
Bugün o sayfa yeniden açılıyor. Yaşadıklarımızı sadece sınır güvenliği olarak görmek hatadır. Bir iddiamız olduğuna göre yukarıda sözünü ettiğimiz andlaşma ve diğer alâkalı maddelerin her birinin tarihçi ve hukukçularımız tarafından didik didik edilip hakikatin gün yüzüne çıkartılması lâzım gelir.
Bu sebeple âcilen hariciye, millî savunma, üniversite ve genelkurmay bir hey'et teşkil ederek hukukçu ve tarihçilerden meydana gelecek bir hey'ete süreye tabi bir vazife vermelidir.
Metinlerin bir lafzı bir de ruhu vardır. Harf inkılabı olmuş, kelimeler değişmiş, âlim tarihçi ve âlim hukukçu temini zorlanmıştır. Hey'et, doğmuş o boşluğu telafi edecek bir çalışmayı hazırlamalıdır.
Düne kadar sadece "Lozan Andlaşması" sözü işitiliyordu. O da kutsallaştırılmıştı. Devletin tapusu kabul ediliyor, hatadan münezzeh sayılıyordu. Dün "Ankara Andlaşması denmeye başladı. Bugün "Brüksel Hudut Hattı"ndan söz edilmekte.
Öyle ise bunlar derinlemesine incelenmelidir.
Sorulacak çok soru vardır:
Musul'da Türkiye'ye tayin edilen yüzde 10 Petrol hakkı, her sene ödenmiş midir? Tazminat ödenmiş midir? Hânedan âzâsının buradaki şahsî hakları ne vaziyettedir?
Devrin bölgedeki nüfus yapısı nedir? Bu nüfus yani Kürt, Arap ve Türkmenler Türkiye'ye bağlanmak istediği hâlde neden "cahil" sayılarak istekleri kale alınmamıştır?
Bu ve benzeri soruların ikna edici delillerle, içtihatlarla cevaplandırılması lâzımdır.
Böyle bir çalışma sanılmasın ki sadece Musul için ihtiyaçtır.
Halep, Kerkük ve diğer yerler için de ihtiyaçtır.
Kalemi, silahından kuvvetli olan devlet, büyük devlettir.
.BÖLGEYİ OKUMAK
2016-10-26 02:00:00
Bir kısım aydınlar, anlamakta zorlansalar da Türkiye, yakın tarihiyle yüzleşiyor. Şartlar, Türkiye'yi mazisiyle buluşturuyor. Misak-ı Millî gündeme geliyor. Çok kimse "o da ne?" dese de sorgulanıyor. Ne zaman, nerede başladığı, neyin hedef alındığı ve nasıl sonuçlandığı konuşuluyor. Misaka dahil vilâyetlerimizden Musul kavranmaya çalışılıyor. Buranın hangi mecburiyetler altında 1926 Ankara Andlaşmasıyla Irak'a bırakıldığı ve hangi hâllerde Türkiye'ye döneceği dile getiriliyor. Halep ve Kerkük, Musul'a eşlik ediyor.
Son yüzyılda aslolan I. Dünya Harbi'dir. Sebebi, petroldür. Muhteris Büyük Britanya İmparatorluğu, kendinden başka imparatorluk bırakmamak için bu harbi kullanmıştır. Harp bittiğinde Çarlık İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu artık sahnede değildir. İngiliz İmparatorluğu rakipsiz kalmıştır. Japon İmparatorluğu çok uzaktadır. O'nu da II. Dünya Harbi sarsacak fakat silemeyecektir.
II. Dünya Harbi arızi bir harptir. Mason zekâsının tezgâhladığı Fransız İhtilalinin beslediği milliyetçilik, Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz’de faşizme dönüşecektir. Bu faşizmin her ülkedeki adı farklıdır. Nasyonal sosyalist Adolf Hitler'in Almanya'yı kara devleti olmaktan çıkartmaya dönük emperyalist politikası, II. Dünya Harbi'ne yol açtı. Bu harbin en büyük neticesi, batıdaki süper güç değişimidir. İngiliz İmparatorluğu, 4 Temmuz 1776'da kendisinden kopan ABD'ye süper güç olma imkânını kaptırmıştır.
II. Dünya Harbi olmasaydı bugünkü petrol kavgaları, 20. asrın sonları, 21. asrın başlarında değil de 20. asrın ortalarında yaşanabilirdi. I. Dünya Harbi'nde haritalar değişmiş ama galip devletler de yorulmuştu.
1989'da SSCB'nin apansız yıkılması hesapları alt-üst etti. Washington, o güne kadar düşünüp de dile getiremediği kendi elinden çıkma Ortadoğu haritasını hayata geçirme arzusunu tatbik fırsatını yakaladı. I. Irak işgali Sovyetlerin çökmesinden sadece bir sene sonradır.
SSCB yıkılmasaydı Irak işgali çok zordu. Irak-İran savaşında ABD'nin Saddam Irak'ının arkasında olduğu unutulamaz. Irak işgali, dünyanın tek kutuplu kaldığı dönemin eseridir. Zahiri sebebi de Bağdat'ın güya nükleer güce sahip olmasıdır.
1990 başlarını hatırlayalım. Sovyetler dağılmıştır. Rusya, bocalamaktadır. NATO'nun varlığı tartışılmaktadır. Komünizmin yerine "yeşil tehlike" diye azîz İslâm dini konmak istenmektedir. Türkiye iç kargaşa içindedir. Amerika, hak ettiğinden fazla şöhret sahibidir.
Böyle bir yakın geçmişten şimdilere gelindi. Bugün ABD savrulsa da süper güçtür. Fakat Amerika'nın iki Irak işgali ve Arap Baharı'ndaki beceriksizlikleriyle Rusya da yeniden süper güç konumundadır. Rusya, Suriye'de söz sahibidir, Akdeniz'de gemi dolaştırmaktadır. Türkiye, Osmanlı birikimi üzerinden yükselerek çağı yakalamaya başlamıştır, yerli ve millî insanlar, oyunları bozmakta, üstüne salınan darbeleri püskürtmektedir.
Bugün bu bölgedeki aktörler şu devletlerdir:
Türkiye, ABD, Rusya, İran.
Üzerinde konuşulan devletler ise Suriye ve Irak'tır. Bu ikisi, bugün şeklen devlettir. Dün de devlet değillerdi. Dağılmama ihtimali çok uzak. Arada bir de "Kuzey Irak" diye otonom idare vardır. Ayrıca "çok uluslu terör şirketleri" durumundaki terör örgütleri. PKK, soğuk savaş döneminin komünist örgütüdür. Daha sonra türevleri çıkmıştır. DAEŞ, batının bölgeye oturttuğu bir taşeron örgüttür. DAEŞ'i önce Irak ve Suriye'ye yerleştirmiş sonra da onu temizlemek için senaryo yazmaya başlamıştır. Şu gün o senaryonun çekimi yapılmaktadır. Bir de Haşdi Şabi milisleri var. Bu da bir bakıma İran'ın Irak'taki Hizbullahıdır.
Bütün bu mücadelenin sebebi, önce petrol ve sonra da doğal gazdır. Bu servetin merkezi de Misâk-ı Millî üzerinden talep hakkımız olan Musul'dur. ABD ve muavini devletler, Suriye'nin kuzeyinde, Türkiye'nin güneyinde; İran'dan İskenderun'a kadar bir Kürt devletciği kurmak için PKK ile çok can-ciğer oldular. FETÖ darbe ve işgal teşebbüsü de bu projenin bir parçasıdır. "Fırat Kalkanı"yla bu plan çöktü. Şimdi ÖSO, Suriye'nin güneyinde alan kazanıyor. Yarın şartların sevkiyle Musul-Kerkük hattında da bu yapılacak.
Şu satırları okuyup da Hatay'ı düşünmemek olmaz. Eğer; dış destekli, CIA güdümlü FETÖ darbe teşebbüsü muvaffak olsaydı çizilecek yeni haritada Hatay, Suriye'ye verilir ve sonra da bugünkü Suriye ortadan kalkardı. O zaman nakledilen gaz ve petrol daha masrafsız ve kolay şekilde Akdeniz'e ulaşırdı.
Öyle ise şunu neden demiyelim?
Kuzey Irak Kürt İdaresi, Bağdat yerine Ankara'ya tâbi olsa bölge daha huzurlu olmaz mı? Haşdi Şabi yarın Kürtlere rahat verir mi? Fakat huzur kimin umurunda? Onlar için yeraltı servetleri olmazsa olmaz hedeftir.
Evet, II. Dünya Harbi'nin ara verdiği I. Dünya Harbi, bugün bu şekilde yeniden sahnededir. Siz ona "III. Dünya Harbi" de diyebilirsiniz.a
.SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK, KADIN OLMAK, ANA OLMAK!
2016-10-25 02:00:00
Ayşe, Musul'a bağlı Kafer köyünden 10 yaşında bir çocuk. DAEŞ'li teröristler 2014 yılında bu köyü ele geçirmişler. Katlettiklerinden biri de Ayşe'nin babası. Babasını katletmiş annesinin para ve mücevherlerini almışlar.
Bu son harekâtta askerler, Ayşe'yi ve ailesini kurtardılar. O'nun söyledikleri gündeme oturdu. Askerlere "hiç gelmeyeceksiniz sandım, çok teşekkür ederim, ayaklarınızdan öperim!" diyerek sevincini dile getirdi. Günlerdir evden çıkamamışlar. Yiyip-içecekleri tükenme noktasına gelmiş. Ayşe, 10 yaşında ama sözleri yetişkinlere mahsus. Ayşe'nin dedikleri, askerlerin boynuna sarılması, gözyaşları, yüreği olanların yüreğini titretti.
Tıpkı Umran Daknes gibi.
Umran, Halepli bir çocuk.
Dünya, O'nu kanlar içinde enkaz altından çıkartıldığında tanıdı. 5 yaşındaydı ama öylesine vakur duruyordu ki o duruşuyla dünyaya ders verdi. Toz-toprak içinde donmuş gibiydi, hiç konuşmuyordu. Yalnızca bir kere elini yüzündeki kanlara götürdü, yüzünü sildi, eline baktı ve sükûnet içinde uzaklara dalıp gitti...
Musullu Ayşe, Halepli Umran; bu çocuklar, bir başka ismi daha çağrıştırıyor olmalı; Aylan bebek. Aylan Kurdi, 2 Eylül 2015'te Bodrum açıklarında batan bir kaçak mülteci teknesinde ağabeyi ve annesiyle boğulmuştu. Sahile vurmuş 2 yaşındaki Aylan'ın cesedi kumsalda yüzüstü yatıyordu.
Cesedi sahile vurmasa varlığından bile haberdar olmayacaktık. Umran enkazdan kurtarılmasa O'nun da varlığından haberdar olmayacaktık. Ayşe babası öldürülürken kendisi de alınıp götürülse O'nun varlığından da haberdar olmayacağımız gibi.
Fakat bu hikâyeler yeni değil ki!..
Hemen hepsi Ezan'ın yükseldiği topraklardan. Buralarda Ezan sesleriyle çığlıklar birbirine dolanmakta.
1979'dan beri işgal, iç savaş ve terör altında olan Afganistan'da da binlerce, on binlerce bebek ve çocuk öldü... Sovyet işgali altındaki Afganistan'da zulmü, vahşeti, işgali belki de aslında 12 yaşındaki bir kız çocuğunun yeşil ürkek gözleri dünyaya haber verdi:
Foto muhabiri Steve McCurry, 1984 yılında Pakistan'daki Afgan Mülteci kampında bu güzel gözlü çocukla karşılaştı. Çocuk öksüzdü ve kamptaki okulda okuyordu. Şarbâd Gula, Peştun asıllıydı. Amerikalı fotoğrafçı, o yeşil güzel gözlerin sahibini fotoğrafladı ve "Afgan Kızı" adını verdiği fotoğrafı, National Geographic'e sattı. Dergi, 1985'te bu fotoğrafı kapak yaptığında en çok şöhret olacak nüshayı bastığını bilmiyordu. Ne var ki bütün bunlar olur, muhabir yüklü para ve altın madalya kazanırken, dergiye bakan insanlar, "ne de güzel gözleri varmış!" derken bunların hiç biri Şarbâd Gula'nın derdine şerbet olmuyordu.
Bu hikâyenin bir benzeri 10 yıl sonra 1994'te Sudan'da yaşanacaktı:
Savaş muhabiri Kevin Carter, açlıktan ölmek üzere olan bir Sudanlı çocukla akbabayı fotoğrafladı. Muhabir, akbabayı kovmak yerine mesleğinin iştihasına kapılmıştı. Fotoğraf, 1994'te Pulitzer ödülü aldı, Kevin para kazandı. Ödül jürisi, "biz ne yapıyoruz, üstelik de aç bir çocuk, tehlikedeyken aldırmayıp deklanşöre basmış birini taltif ediyoruz!!!" demedi. Ancak Güney Afrikalı Kevin Carter, yaptığını içine sindiremeyerek 27 Temmuz 1997'de hayatına kıydı. 33 yaşındaydı. Sömürgeciler, ismini almış, dinini almış fakat vicdanını yerinden söküp çıkartamamışlardı.
Afganistan 1979, Irak 1991, Suriye 2010'dan beri işgal, terör, kargaşa ve zulüm altında. Iraklı Fatımalar, Nurlar, Amerikan askerleri kendilerine bir günde defalarca tecavüz ettiklerini, karınlarında Amerikan "veledi" taşıdıklarını en çıplak dille haykırmaktalar. İşgal ve harp olan her kıta ve her memleket buna benzer hikâyelerle dolu.
Savaşta bebek olmak, çocuk olmak, kız olmak, ana olmak!
Savaşlar en çok onları vuruyor.
Bir de namuslu babaları.
Haysiyetli kocaları.
Bir de ölmemiş vicdanları.
O bebeği, o çocuğu kendi evlâdı, o kızı kendi bacısı, o anayı kendi anası bilenleri.
Bu emperyalizm yok mu bu emperyalizm!.. Bir gün kızıl olur, bir gün sarı olur, bir gün kara. Vahşet, bomba olur, ateş olur insanlığın üstüne yağar.
Hayatlar tükenir, namuslar kirlenir.
Haberlere dikkat ediliyor mu?
Musul, 2 milyon.
Yarısı çocukmuş.
Kalan yarısı da kadındır.
Bu ne demektir?
Bu, yeni Şarbâd'lar, akbabalaşmış silahlar, Fatıma'lar, Nur'lar, Ayşe'ler, Umran'lar, Aylan'lar demektir.
.SAVAŞ EDEBİYATI
2016-10-24 02:00:00
Elbette öyle; 15 Temmuz'un unutulmaması ve unutturulmaması lâzım. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden, o şerli geceden bir hayrlı şafak doğdu. 15 Temmuz, bir buçuk asır boyunca aşağılık kompleksi aşılanmaya çalışılmış, yiğitlik genleri değiştirilmeye uğraşılmış, mazisiyle irtibatı kesilmek istenmiş bir milletin, derin bir uykudan uyanması, toparlanıp kendine gelmesi ve yerinden yekinip emsali olmayan bir hainliği mağlup etmesinin adıdır.
15 Temmuz, bir milletin kanıyla, canıyla yazdığı bir destanın adıdır.
Soysuz bir işgal kalkışmasını geri püskürtmedir.
Haçı hüsrana uğratan bir Murad-ı Hüdâvendigâr şecaatidir.
Korku nedir bilmeyen bir Yavuz cesaretidir.
15 Temmuz, kalblerin aynı elle ayarlanmış saatler gibi bir ânda ve hep birlikte aynı heyecan ve hislerle atmasıdır. O gecenin unutulması, unutturulması, çatal yürekli şehitlere, gazilere, yiğit bacılara, aslan oğullara, evlâdını verip vatanını tutan analara-babalara nankörlük olur.
15 Temmuz gecesinin aşkı bugün de yüreklerinde savrulan memleket sevdalıları, alınlara aydınlık mayalayan ay-yıldızlı bayrağın meftunları, Ezanı Muhammedi âşıkları, yeniden Büyük Türkiye hasretlileri, uyanıkken dahi 2071 Cihan Devleti Türkiye'sini düşleyen yiğit alperenlerimiz, Misakı Millî için kasem etmiş, ahdetmiş, dedeleri denli çakmak çakmak gözlerle ufukları tarayarak 15 Temmuz'u unutmayacak ve unutturmayacağız derler.
Bunu diyenlerin gönüllerine bereket, kalblerine sürur olsun. Ama unutulmayacak, unutturulmayacak sadece 15 Temmuz değildir.
Bizim kayıp yıllarımız vardır.
Çalınmış yıllarımız vardır.
Yıkık nesillerimiz vardır.
Darbelerle sele verilmiş zamanlarımız vardır.
Mağdur edilmiş, mahkûm edilmiş kahramanlarımız vardır.
Biz sadece Çanakkale'de değil, Sarıkamış’ta değil, 1970'lerde ve sonraki senelerde de nice gencimizi kaybettik. Bizim unutmayacağımız ve unutturmayacağımız yalnızca başarılı olmuş veya olmamış darbe haydutlukları değildir. Dönem dönem kaybedilen nesiller değildir.
Bu yüzden Söğüt için kuruluş destanı, İstiklal Harbi için kurtuluş destanı yazmakla kalamayız. Eksik olur. Gazze için, Türkmendağı için, Halep için Musul için, Merci Dabık için, Başika için, Kerkük için, Bağdat için de... ve elbette Bahçesaray ve elbette, Gümülcine, Kızanlık, Kosova, Üsküp, Saraybosna ve tabiî ki Mosdar ve muhakkak ve mutlaka Endülüs ve Urumçi ve daha niceleri için yanan gönüllerin gönüller tutuşturması şarttır.
Unutmamak ve unutturmamak için kalbe dokunan eserler vermek lâzım. Onları; yani 15 Temmuz'u da Fırat Kalkanını da, Halep'i, Musul'u, Kerkük'ü, Gazze’yi, Gırnata’yı ve diğerlerini edebiyat eserleriyle zamana ve mekâna, akla ve gönle nakşetmezsek vazifemizi yapmamış oluruz. Tetik tutan eller kadar kalem tutan ellere de ihtiyaç var. Bu hicran, bu kahramanlık dolu, kayıp-kazanç ve veda gün ve gecelerinin şairlerin kelimeleri, romancıların üslupları, tiyatrocuların san'atkârlıklarıyla âbideleşmesi gerekir.
Unutma ve unutturma!
Geçmişini, yaşadıklarını ve geleceğini unutma!
Kaside-i Bürde'yi unutma.
Şehidler serdarı hazreti Hamza'yı unutma!
Kalem ve kılıç kahramanı hazreti Ali'yi unutma!..
Çanakkale'de Seyid Onbaşıyı, Kıbrıs'ta Beşparmak Dağlarına tankı sürüp çıkartan Mehmetciği unutma!..
....
Hüseyin Emin Öztürk'ün şu gazeli, unutmayan ve unutturmayan edebî mahsullerin geleceğine işaret olsa gerek:
HALEP GAZELİ
Resulün ashabından armağan oldu Halep/Tarihin Akışında şeref, şan oldu Halep
Kumaşlar satılırdı serin bedestenlerde/Sokakları bir zaman gülistan oldu Halep
Dişlerini geçirdi vücuduna sırtlanlar/Şimdi yetim ve mahzun, perişan oldu Halep
Dolaşır akbabalar, şehrin semalarında/Çakallar ayağında bak talan oldu Halep
Barut kokusu gelir tarihî çarşılardan/Yıkıldı haneler, toz-duman oldu Halep
Ağıt yaktı analar çocukların ardından/Toprağına yiğitler hep kurban oldu Halep
Yoğruldu acılarla Müslümanların yurdu/Ümmetin yüreğinde bir figan oldu Halep
Yuva yaptı baykuşlar yıkık viranelere/Aydınlık girmeyeli kaç zaman oldu Halep
Antep'in kalesi'nden kanatlandı kartallar/Sevinç çığlıklarıyla şaduman oldu Halep
Burada cenk edenler, Selim Han'ın ordusu/Bir ağustos ayında Çaldrıran oldu Halep
Serildi bir bir yere, batılın kuleleri/Cesurca hakkı tutup kaldıran oldu Halep
Rüyasını görmüşüm albayraklı zaferin/Ehli küfrün üstüne küheylan oldu Halep
.MİSAK-I MİLLÎ
2016-10-21 02:00:00
Sözü çok edildiğine göre bir meşhur gerçeğimizin meçhul taraflarını tanımak görev olmuştur:
Hudutlarımız, istiklalimiz, Boğazlar, malî vaziyetimiz ve Türk, Müslüman, gayrı müslim teb'a/vatandaşlarla alâkalı olarak neler yapılması gerektiğine dair bir karar metni oluşturup onu bir beyanname hâline getirme fikri, 22Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi ve 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongreleri'nde dile geldi. Yapılan müzakerelerle hasıl olan metin, Heyet-i Temsiliye tarafından imzalanarak, İstanbul'a götürmesi için Trabzon meb'usu Hüsrev Sami beye teslim edildi..
28 Ocak 1920'deki hafi celsede/gizli oturumda Ankara'dan gelen 8 maddelik teklif birleştirme ve düzeltmelerle 6 maddeye çekildi. Meclis genel kuruluna sunulan maddeler, ittifakla/oy birliğiyle kabul edildi. Ortaya çıkan metne “Ahd-ı Millî Beyannamesi” ismi verildi. Edirne meb'usu Şeref Bey’in takriri kabul edilerek, Ahd-ı Millî Beyannamesi, 17 Şubat 1920'de hem umumi efkâra/kamuoyuna açıklandı ve hem de dünya parlamentolarına gönderildi.
Ahd-ı Millî'ye Misak-ı MilIî de dendi ve bu ikincisi daha çok tuttu. İki terkip de "Millî And" demektir.
Bu millî beyannamenin/deklarasyonun ana fikri, Mondros Mütarekesi/Ateşkesi imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde Türklerin çoğunlukta olduğu her toprak parçasının vatanımıza ait olduğunun ilânı. Arap unsurlarla Müslümanların çoğunluk teşkil ettikleri yerlerde referandum yapılması zarureti. Gayrı müslimlere verilen hakların, Hıristiyan devletlerdeki Müslümanlara verilen haklardan fazla olamayacağı. Müslümanların bölünmez bir bütün olduğunun tesbiti. Bu sonuncusu muhakkak ki Hilafet kurumunun şümulünü ihtiva etmektedir.
Gelişmelerin ardından 21 Ekim 1920'de TBMM Hükûmetiyle Fransa arasında Suriye hududunu tayin eden andlaşma akdedildi. Hatay dışarıda kalmış, Hatay'daki Türklere bazı haklar tanınmış, Süleyman Şah Türbesi'nin olduğu Caber Kalesi ise Türk toprağı addedilmişti.
Misak-ı Millî Beyannamesiyle Türkiye'nin olduğu kabul edilen yerlerimizden biri olan Musul için İngilizler ve diğer taraf Lozan'da bu bölgenin yüksek petrol yataklarına sahip olmasından dolayı çok taktiklere gittiler. Bunun üzerine mevzuun halli ileri bir tarihe bırakıldı. Mes'ele, 19 Mayıs 1924'te bu maksatla toplanan Haliç Kongresi'nde de çözülemedi. Üstüne üstlük İngilizler, problemin zaten kendi sevk ve idarelerinde olan devrin BM'si Cemiyet-i Akvam'a bırakılmasını temin ettiler. İhtilaf, bu arada Lahey'deki Adalet Divanına da götürüldü ama sonuç alınamadı. Çünkü İngilizler, İslâm âleminde yeni bir harita çizmeyi kafaya koymuşlardı. Nihayet 5 Haziran 1926'da Ankara'da İngiltere, Irak ve Türkiye Cumhuriyeti arasında bugünkü Irak sınırı kararlaştırıldı.
Bize göre; "Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil gibi Misak-ı Millî'ye dahil olan yerler, Türkiye tarafından terk edilmiştir" tarzında bir cümlenin o hudut andlaşmasında yer almaması bugün bir imkân olarak görülmelidir. Dahası orada Musul petrollerinden pay almamız kayıt altına alınmıştır. Diğer taraftan Hanedân'ın da o petrollerde mahkemelere taşınmış şahsî miras hakları mevcuttur.
Bu bâbda cevaplanması gereken bazı soruları hatırlatmak isteriz. Musul, Süleymaniye, Kerkük, Erbil gibi Batı Trakya da Misak-ı Millî'ye dâhildir. Bugün Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) istirdat ettiği topraklar da öyledir. Ancak netleşmesi gereken sorular vardır:
Misak-ı Millî hudutları tam olarak nasıldır?
Maddeleri tam olarak nelerdir?
Halep, Kıbrıs, Girit, Oniki Ada, Selanik, Kırcaali ve Kırım gibi yerler millî misaka dâhil midir? Bunlardan herhangi biri üzerinde Garantör Devlet olma hakkımız mevcut mudur?
Haritalara bakıldığında geniş bir coğrafya için misak içilmiştir. Bu sebeple doğruları eksiksiz olarak bilmek adına bu konu vesikaya dayalı olarak ilmî bir zemine oturtulmalıdır. Elimizdeki tapu sağlam. İsteriz-istemeyiz ayrı bahistir. İslâm tarihini esas alırsak 15 asırdır, Osmanlı tarihini esas alırsak 5 asırdır Kıbrıs’tayız. 90 senedir Kıbrıs'ta, üstelik de kiracı olarak bulunan İngiltere, küçücük bir üsten dolayı mal sahibi olduğu iddiasındadır.
Büyük toprak, büyük nüfus, güçlü maliye ve sağlam adalet büyük devlet olmanın olmazsa olmaz şartlarıdır. Buna rağmen diplomatik hataları tekrarlamadan dikkatle yol almalıyız. Tarihi doğru bilip doğru okumak, gönül coğrafyamızda her taşı yerli yerine oturtmak hakkımızdır. Bu birinci hakkımızdır. Diğer hakkımıza gelince bölge parsellenmektedir. Bunun görülmesi ve anlatılması gerekmektedir.
.ORTA DOĞU, BATAKLIK DEĞİL, KURTLAR SOFRASIDIR!
2016-10-20 02:00:00
Müstemlekecilerin daha doğrusu bu iklimin oburu İngilizlerin "Orta Doğu" dediği gönül vatanımızın ana omurgası olan toprakları, çok kimsenin göz koyup rahatsız ettiği alımlı bir genç kıza benzetebiliriz.
Kızın rahatsız edilmesinde ne kendisinin ve ne de güzelliğinin kusuru vardır. Ceza hukuku ölçüsüyle değerlendirirsek kusur, hatta kabahat da değil cürüm yani suç, iffet sahibi o kızı rahatsız eden eşkıyanındır.
Orta Doğu için zaman zaman "bataklık" tabiri kullanılmakta. Bunu ilk defa şom ağızlı batılılar söyledi. Bizdeki körü körüne batı mukallidi yabancılaşmış aydınlar da lafı havada kaptılar.
Bu iklim, asırlar boyu bataklık olmadı da I. Dünya Harbi'nden bu yana mı bataklık oldu? Bu iklim dünya kurulalı beri medeniyetler merkezidir. Resuller, Nebiler, âlimler, veliler, şehidler, edep, edebiyat ve kültür merkezidir. Bunlara zemin olmuş şehirlerden aklımıza ilk ânda gelenleri bir çırpıda şöylece sayabiliriz:
Harput, Mardin, Urfa, Diyarbakır, Halep, Şam, Kudüs, Musul, Bağdat, Isfahan ve daha en az bunların iki katı sayıdaki yerin her biri bir dönemde bazen arka arkaya medeniyetlere beşik olmuş, orada doğan ve gelişen bu medeniyet eserleri, insanlığın ortak birikimi hâline gelmiştir. Orta Doğu ve elbette bütün Anadolu, Asya, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Orta Afrika, Balkanlar, Orta Avrupa ve Endülüs ilim, irfan, mimari ve el sanatlarıyla, nakış nakış işlenmiştir.
İslâm medeniyeti olmasaydı bugün dünya, ilim ve irfan bakımından ne kadar fakir olurdu. Dahası; göz kamaştıran akıl durduran o eserler olmasaydı bugün, Moskova, Berlin, Paris, Londra, Madrid, Lizbon, Roma, New York gibi müzeler teşhir edecek eser sıkıntısı çekerlerdi. Saydığımız müzeler, Osmanlı Coğrafyası, Buhara Coğrafyası, Babür Coğrafyası, Mâverâ'ün Nehir Coğrafyası, Mezopotamya Coğrafyası, Endülüs Coğrafyası, Kuzey Afrika Coğrafyası gibi İslâm mührünün, nakışının ve kalbinin var olduğu mekânlardan çalınmış çiniden kapıya, Mushaf-ı şeriften el yazması kitaplara, harp malzemelerine kadar binlerce tarihî eserle doludur.
Makinenin, motorun keşfi bir yanıyla harika olduysa bir yanıyla da insanlığa felaket kapıları açtı dersek bu görüş, gericilik mi olur? Olsa ne gam?! Sanayi inkılâbı, Dünya savaşlarına kapı araladı. Batı, motoru buldu. Motor, petrol tüketen bir canavardı. Bu sebeple motoru keşfedenler, ardından İslâm Coğrafyasındaki neft/petrol kuyularını keşfettiler. O ândan itibaren onlar, o kuyuların başında kanla doyan masal canavarlarıydı. Bir farkla ki bu canavarlar, masalların aksine Kafdağı'nın ardından değil, Tuna Nehri'nin ötesinden gelmişlerdi. Unutmamalıyız; biz, Tuna, Nil, Fırat, Mâverâ'ün Nehir dörtgeninin havzasındayız.
Müsteşrikler, Doğu üzerine çalışan fikir ve eser yankesicileri, İslâm medeniyetinin bakir topraklarında sadece petrol kuyuları peylemediler. Girdikleri yerlerde tarihî eserleri de götürdüler. Bizim iklimimizde, bizim hükümranlığımız vaktinde Antik Yunan, Roma, Hitit, eski Hind gibi çıkış olarak bize ait olmasa da varlık olarak topraklarımızın mülkü olan hiçbir esere ziyan verilmedi. Batının casusları, ajanları hırsızları yalnızca İslâm renkli eserleri değil, bu eserlerden de götürebildiklerini çalıp götürdüler.
Orta Doğu bataklık değil, kurtlar sofrasıdır. Kurt, yediğini yer, yemediğini boğar. Sömürgeci dünya için tek ölçü menfaattir. Babür Medeniyeti'nin, Buhara Medeniyeti'nin, Mekke-Medine Medeniyeti'nin, Osmanlı Medeniyeti'nin, Endülüs Medeniyeti'nin kime ne zaman ve nasıl ziyanı oldu ki bunlara çullanıp perişan ettiler?
Yankesiciler, kaçırabildiklerini her fırsatta çalıp kaçırdılar. Bağdat, Körfez işgallerinde müze ve eserleriyle talan edildi. O kadar da değil. Hadi çalınan eser, bir müzede teşhir edildiği için belki teselli olmak mümkündür. Hrıstiyan, Yahudi ve mason merkezli çalışmalarla İslâm âleminin içine bugün el Kaide ve ondan türeyen DAEŞ ile FETÖ'yü soktukları gibi asırlar evvelinde bir hançer olarak Şia ve Vehhabiliği ve daha neleri soktular. Müslümanların itikadını, amelini ve "cihad" gibi, "hizmet" gibi, "himmet" gibi, "velayet" gibi birçok kavramı bozdular. İran, bugün Şiiliği kendine mahsus bir inanma biçimi olarak değil, Fars ideolojisi şeklinde emperyalist araca dönüştürmüştür. FETÖ ise nice imânı dinamitledi.
Fırat Nehri’nin doğusunda ve batısında olup bitenler, Şam, Halep, Musul Bağdat çizgisinde yaşananlar, tarihten ve Tuna Nehri'nin ötesinden gelenlerle bir hesaba oturmamızın adıdır.
Kurtlar, Orta Doğu'da bu sofranın bir sahibi olduğunu görmenin şaşkınlığı içindeler.
Ot, kökü üstüne biter, her şey aslına döner.
.İYİ BAŞLAMADI!
2016-10-19 02:00:00
"Musul Harekâtı'nı nasıl buldunuz?" diye bir anket yapılsa "hayal kırıklığına uğradım" veya "iyi başlamadı" diyenlerin sayısı çoğunluğu teşkil eder diye düşünüyoruz.
"Neden bu kadar beklendi?" sorusuna Barack Obama'yı memnun uğurlama dışında bir sebep gösterilememekte. Harekâtın işleyiş tarafına gelince; bir kere daha "beyaz dünyalılar"ın kayrıldığı görülüyor. Beyaz dünyanın lider kadroları, Suriye'de Esad'a, Irak ve Suriye'de DAEŞ'e karşı harekât yapmak için Türkiye'nin bu topraklara karadan girmesi için çok uğraştılar. Seçilen kelimeler "stratejik ortaklık", "ittifak", müttefiklik", "koalisyon" ve "uluslararası güç"tü. Mehmetcik, o topraklara girip kanını sebil olarak dökecek, bu iki yüzlü kelimelerin arkasındaki beyaz dünyalılar havadan bombalayacaklardı...
Bunu bekleyenler, SSCB'nin işgal tehditlerine karşı NATO'ya kabulümüzü, Kore'ye gidip Pusan'da 1200 askerimizi şehid verdiğimiz mecburiyet şartlarında kalmışlardı. O günler ayağa giymek için kara lastiğin bulunmadığı fakirlik günlerimizdi.
Türkiye, sen karadan gir, ben havadan bombalarım teklifini elinin tersiyle itti. Bu defa kızıp düşmanlarımızı dost edindiler. Bize yaptıramadıklarını PYD döküntüleriyle gerçekleştirmek istemişlerdi. Irak'tan, Akdeniz'e güneyimizde bir terör koridoru açıp Türkiye'ye orta doğuyu kapatmayı hayal ettiler. Buna izin vermedik. Fırat Kalkanı Harekâtı'na razı olmak zorunda kaldılar. TSK bu harekâtı yaparken onlar da Fırat'ın doğusunda faaliyete giriştiler.
Ancak Türkiye, hem mezhepçi milislere ve hem de Stalinci milislere karşı tavır koydu. Beyaz dünyalılar, bunun üzerine Peşmerge ve Irak ordusuyla çalışmayı tercih ettiler. İlk günden manzara şudur. Peşmerge, DAEŞ'in elinde bulunan bazı Musul köylerine girdi. Ardından da Irak ordusu harekete geçecekti. Irak ordusu, en azametli ve mağrur devrini Saddam zamanında yaşarken Körfez harekâtı üzerine tek kurşun atmadan firar edip kaçmıştı. Musul, DAEŞ tarafından işgal edilirken de aynısını yaptı.
Bugün plan şöyledir; Peşmerge, Musul şehir merkezine 10 km kadar yaklaşacak, şehre ise sadece Irak ordusu girecektir. Peki 5 bin Amerikan askeri ne yapacak? Onlar savaşmayacak, savaşanlara danışmanlık yapacaklar. Müşavir, danışman denen kadrolar 3-5, bilemediniz 50 kişi olur. 5 bin askerin bir başka muharip kuvvete danışmanlık yaptığı görülmüş müdür?
İlk iki gün 15 bin peşmerge, 2 bin Ninova Muhafızı, 30 bin Irak askeri, 5 bin Amerikalı danışman, Fransız ve Amerikan jet ve topları fakat ortada "12 köy DAEŞ'ten temizlendi" haberinden başka bir şey yoktu. Üstelik de az kabul edilmeyecek miktarda peşmerge ve Irak askeri öldü.
Ayrıca DAEŞ'ten boşalan yerlere YPG'nin sızması, Haşdi Şâbi milislerinin Irak askeri olarak şekil değiştirmesi, PKK'nın peşmerge veya başka bir mahalli unsur olarak harekâta katılması tehlikesi de var.
"Büyük Musul Harekâtı" dense de harekât iyi başlamamıştır. İlk anki parlak nutukların yerini "Musul'un temizliği bir yıl sürebilir" sözleri almaya başladı. Herhâlde kötü gidişat görüldü ki Türkiye ile ilişkiler farklılaşmaya başladı. Koalisyonda olmamıza rağmen harekât başlarken bizi uzak tutmuşlardı. Dün Başbakan Binali Yıldırım, hava harekâtında TSK'nın da yer aldığını açıkladı.
Türkiye ile çalışmak menfaatlerine olur. Terör örgütüyle iş tutan ekipleri tarih affetmez. Türkiye'ye dolaylı biçimde 1 Mart Tezkeresi cezası vermeye yeltenenler kaybeder. Eşitlik şart; sen karada öl, biz havada uçalım mantığının kabulü mümkün değil. ABD ilk iki Körfez Harekâtında kendine değil, İran ve Rusya’ya çalışmış oldu.
Bu defa da başarısız çıkabilir.
Bundan dolayı eli Türkiye'ye mahkûm. Fırat'ın batısını da doğusunu da, bölge haritasını da bu bölgenin lideri, sözcüsü ve müdafiî Türkiye tanzim edecektir. Bütün şer örgütleri bölgeden kazıyacak olan Türkiye'dir. Bu Türkiye, artık kara lastiğe muhtaç günlerin memleketi değil, dünyanın 17. büyük gücü olduğu hâlde bununla yetinmeyip 10. büyük güç olmayı hedef almış bir büyük devlettir.
.MUSUL HAREKÂTI
2016-10-18 02:00:00
Musul Harekâtı'nda 63 koalisyon kuvvetinin mevcut olduğu ifade edilmekte. Bunlardan 36'sının harekâta katıldığı söyleniyor. Fiilî durum ise çok farklı. Harekâta katılanlar, ABD, Fransa, İngiltere. Bir de Irak. Irak da esas itibariyle Irak Muhtar Kürdistanı'nın askerî gücü olan ve Türkiye tarafından eğitilmiş peşmergeleri sahaya sürdü.
17 Ekim'de "Musul Harekâtı başladı" haberi alınınca ilk akla gelen Türkiye'nin harekâtın içinde olup olmadığı sorusu oldu. Yoktuk. Türkiye, bu harekette niçin yoktu?
ABD, kendi deyişine göre stratejik müttefiki PYD/YPG'nin de harekâta dahil olmasını istemiş, Ankara, bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştı. Zira adı geçen terör örgütü PKK'nın devamıdır. Bunu kabul etmemiz, bu örgütle ortaklığa gitmemiz ve onu dolaylı olarak tanımamız demekti. Hükûmetimiz, bir terör örgütü başka bir terör örgütüyle temizlenemez diyerek çok haklı bir gerekçe kullanıyordu. PKK/PYD-YPG dışında bir milis gücünün daha harekâta katılmasını reddediyorduk. "Haşdi Şâbî" adındaki radikal Şiî milislerden meydana gelen ve sayıları 20 bin ila 300 bin arasında farklı şekilde söylenen silahlı grup. Bu grup, iddiaya göre Ali Sistani'nin bir fetvasıyla kurulmuş. Adı geçen Şii din adamı Amerikan işgali sırasında işgale karşı çıkmanın câiz olmadığını beyan edince devrin Başbakanı Nuri el Maliki zamanında teşkil edilmiş. İran'daki Devrim Muhafızları'nın bir benzeridir. Zaten İran güdümündedir. Bu milislerin ehli sünnet düşmanlığı çok tehlikeli boyuttadır. İmam Hüseyn'in intikamını alacağız gibi ateşten cümleler etmektedir. Musul ve az yukarısındaki Telafer Sünni/ehli sünnet nüfusun yüksek olduğu şehirlerdir. Haşdi Şâbî'nin DAEŞ'le mücadele bahanesiyle buralara girerek katliam yapma ihtimali yüksektir. Türkiye, bundan dolayı adı geçen milislerin de harekâtta yer almamasını istemişti. Diğer taraftan Washington'un beceriksizlikleri yüzünden Irak, İran'ın nüfuzu altına girmiştir. İran, sadece Irak'ta değil, Suriye, Lübnan ve Yemen'de de oyun kurucu güç oldu. Bundan dolayı Ankara, bu devletin de harekâtta yer almasına sıcak bakmıyordu.
Washington, Türkiye'ye sen de gel demedi ama YPG, Haşdi Şâbî ve İran da yok diyebilme imkânına kavuştu. Üstelik Başika'da eğitim verdiğimiz Sünni Türkmenlerden iki bin mücahid de peşmergelerle beraber hareket etmektedir. Ninova Muhafızları adındaki bu Türkmenlerin toplam sayısı 10 bindir.
Harekâtın diğer cephesi de şudur. Türkiye'ye biz Fırat Kalkanı Harekâtı'na karışmıyoruz, sen de Musul Harekâtı'na ilişme denilebilinmiş olunmasıdır. Bu söz, sen de Fırat'ın doğusuna geçme demektir. Şu var ki DAEŞ Musul ve çevresinden temizlenmek istenirken batı istikametinde kaçması için bir koridor bırakılmaktadır. Böylece Suriye'ye girmeleri söz konusu olacaktır. Bu zorlamayla Suriye'den evvel Türkiye ile DAEŞ karşı karşıya getirilmiş olur.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün açıkladı. Türkiye, hem masada ve hem de harekâtın içinde yer alacaktır. Harekâtın içinde nasıl yer alacağımız henüz belli değil. Belli olan ihtimaller. Koalisyonun zaafiyet göstermesi veya Başika üssümüze yukarıda adı geçen örgüt veya milislerden biri veya Irak merkezî hükûmeti tarafından bir saldırı yapılma ihtimali yahut DAEŞ'in yangını büyütmek adına Türk hududuna da ateş açması veya topraklarımıza doğru mülteci kaç kaçına meydan vermesi.
Batı için nihai hedef Musul'un petrolüdür. Bu sebeple Musul'u da içine alacak önce otonom sonra devlet olacak bir Ninova Muhtar İdaresi kurabilirler. Böyle bir proje konuşulmakta. Bu idare, Hıristiyan olacaktır. Diğer taraftan PKK/PYD için Sincar tarafında benzer bir yapılanmaya gidilebilir. Bu suretle Irak'tan 4 ayrı özerk veya bağımsız devlet çıkartılmış olur. Şiilerden mürekkep Irak adlı merkezî idare. Kürdistan muhtar idaresi ve saydığımız diğer ikisi.
Bu tabloyu aynı zamanda şöyle okumak mümkün.
I. Dünya Harbi'nden sonra 1918'de doğumuzda Hıristiyan Ermenistan devleti, II. Dünya Harbinden sonra 1948'de güneyimizde Yahudi İsrail devleti kuruldu. Şimdi 3. Dünya Harbi'nde güneydoğumuzda yeni bir Hıristiyan devleti kurulması hedef alınmış bulunuyor.
Çok uzaktaki ABD, uzaktaki İngiltere, uzaktaki Rusya ve mezhepçi İran, bizim dünkü vilayetlerimiz, kardeşlerimiz, akrabalarımız ve kültürdaşlarımızla, oralardaki yer altı ve yer üstü zenginliklerle meşgul olup sıra mültecilere gelince sırtını dönecek fakat Türkiye, o mültecilere kucak açıp insanca muamele etmesine rağmen ve buraların ana aktörü olduğu hâlde icazetle, vesayetle hareket edecek!
Böyle düşünen varsa onlar, Musul Harekâtı'nı bugünden kaybetmişler demektir.
Sömürgeci hayat tarzıyla Merhamet Medeniyeti'ni ayırdedemeyenlere yazıklar olsun.
.YIL DÖNÜMÜ
2016-10-17 02:00:00
Musul, Irak'ın Bağdat'tan sonraki ikici büyük şehri. Lozan Andlaşmasında hukuki varlığı üzerinde ittifak edilemeyince mes'ele askıya alınmıştı Petrol üretiminden pay sahibi olduğumuz bir yer. Halep de bir eski şehrimiz. Antep, Halep'in sancağıydı. Halep de bugün Suriye'nin ikinci büyük şehri.
Musul ve Halep, I. Dünya Harbi'nin asrı tamamlaması döneminde eş zamanlı olarak yeniden dünya gündemindeler. O günkü şartlarla bugünkü şartlar arasında değişen iki büyük gerçek var:
Birincisi; devrin cihan devleti İngiltere, yerini ABD'ye bırakmıştır. İkincisi ise Avrupa'nın "Hasta Adam" diye küçümseyip ölüme mahkûm ettiği Türkiye, yerinden doğrulup bölge lideri, oyun kurucu ve tezgâh bozucu kudretli bir devlet hâline gelmiştir. Eğer; Türkiye, yeniden dünya ligine çıkmamış olsaydı hastalıktan kurtulamamış eski Türkiye mantığı, bugün kendi ikliminde 60 küsur devletin füze atıp bomba savurdukları bir zamanda tarafsızlığı diplomasi zaferi gibi anlamak eksikliğini yaşayabilirdi. Oysa Türkiye, 15 Temmuz ihanetini püskürttükten sonra Cerablus'a girdi. Hedef aldığı 5 bin km2'lik sahayı inşa etmek üzere. Bununla sadece hudutlarımız teminat altına alınmayacak, sadece DAEŞ oralardan sökülüp atılmayacak Halep de soykırımdan farksız katliamlardan kurtarılacaktır.
Seyri bu minval üzere iken Türk Silahlı Kuvvetlerinin desteklediği ÖSO/Özgür Suriye Ordusu'nun bugün kısaca "Dabık" denilen Merci Dabık'a girdiği saatlerde 15/16 Ekim gecesi birdenbire bir haber gelişti. Amerikan ve Fransız kuvvetleri, Musul çevresindeki DAEŞ mevzilerini vurmaya başladı. Olay, önce Musul Harekâtı'nın başladığı şeklinde anlaşıldı. Ancak Amerikan Savunma Bakanlığı, bunun Musul harekâtı olmadığını, Musul Harekâtı'nı Irak Başbakanı Haydar el Abâdî'nin ilân edeceğini söyledi. El Abâdî, bu açıklamadan biraz önce bir çıkış yapmıştı. Yiğitleniyordu. Türkiye'nin Musul harekâtına iştirak etmesine müsaade etmeyeceklermiş. Bu söz, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Musul mes'elesi hallolana kadar Başika'dan çıkmayacağız" meydan okumasına karşı da bir tavırdı. Denileni söyleyen el Abâdî, bununla da kalmamış, kendisinin Türkiye'ye gelerek DAEŞ'e karşı Başika'da bir askerî üs tesis etmemiz talebine dair hatırlatmamızı da yalanlamıştı. İngiliz tedrisatlı bu şahıs, Türk Ordusu'nun Başika'daki varlığını işgalcilik saymakta. İran, ABD ve diğer devletlerin askerlerini vatandaşı görüyor olsa gerek. Gariptir o, bunu derken Beyazsaray sözcüsü de "komşularının Irak'ın toprak bütünlüğüne saygı göstermeleri" çağrısı yapıyordu. Irak'ı iki kere işgal etmiş, bu ülkeyi şu perişanlığa sürüklemiş bir politik irade bunu söylüyordu.
Bugün, Türkiye, 24 Ağustos 1526 Merc-i Dabık Meydan Muharebesinden 490, 29 Nisan 1916 Kut'ül Amare Zaferi'nden bir asır sonra yeniden bölgededir. Fırat Kalkanı ve Başika Fırtınasıyla orada mevcuduz. Tarih önünde bu doğrulmamızda karşımızdakiler çokken, dostlar çok sağlam değil. İran ve Amerikan güdümlü Irak merkezî idaresi, ekserisi Şiî Türkmen olan Haşdi eş Şâbi adlı Iraklı Şii militanlar, PKK, YPG, DAEŞ ve İran diğer taraftır. Türkiye, Barzani Peşmergeleri ile Başika'da eğittiği eski adı Haşdî Vatanî olan Ninova Bekçileri adlı 10 bin kişilik Sünni Iraklı vatanseverlerle birlikte.
Musul Harekâtı başladığında koalisyon güçleri veya müttefikler, Türkiye'ye ya "haydi gel başlıyoruz" diyecekler veya "PKK/YPG de gelecek" diyeceklerdir. Türkiye'nin savaştığı bölücü teröristlerle ittifak etmesi demek olan böyle bir dâveti kabul etmesi muhaldir. Bundan daha kötü senaryo da var. PKK/YPG ile beraber Haşdî Şâbi'yi de harekâta katmak. Bu örgüt, Sünni katliamcısıdır. Türkiye buna da razı olmaz. Bu durumda müttefikler, ya Türkiye ve belki Ninova Bekçilerini de kabul edecekler veya Türkiye’yi saf dışı bırakmak demek olan diğer tekliflerinde ısrarcı olacaklardır. Gerçi Ankara, Haşdî eş Şâbî'nin, itirazımız üzerine cumartesi gecesindeki müdahaleye katılmadığını söyledi ama diğer taraftan, PKK militanlarının Haşdî Şâbi kılığıyla harekâta dahil olacakları da yazılmakta.
Atalar ne güzel söylemiş:
-Sular bulanmadan durulmaz.
.TÜRKİYE'Yİ HESABA KATMAYANIN HESABI HÜSRANLA BİTER!
2016-10-14 02:00:00
BM/Birleşmiş Milletler'e üye devlet sayısı 193'tür. İki müşahit devlet mevcut. Bir de KKTC gibi fiilen devlet olup da BM'nin kapısını açamamış olanlar var. Bu üç sınıf devletin yekûnunu 200 kabul edebiliriz.
Dünyada 200 devlet var ama kaçının sözü geçmekte?
Kaçı cümle âlem tarafından devlet sayılmakta?
Kaçı itibar görmekte, yürüdüğünde dostları sevinmekte, düşmanları ürkmekte?
Şöyle bir baktığımızda kaale alınan devletleri şöylece sıralayabiliriz:
ABD, AB, Rusya, Çin, Japonya, İngiltere, Brezilya, Hindistan, İran ve Türkiye.
Dikkatlerden kaçmamıştır; Almaya, Fransa vs demedik; onların çatı kuruluşu olan AB'yi tek devlet telakki ettik. Yine dikkatlerden kaçmamış olmalı ki Kanada ve Avustralya'yı da sıralamaya dahil etmedik. Bunun sebebi şudur, bu ülkeler, AB'den istifa ettiği için müstakilen bahsettiğimiz İngiltere'nin, nâm-ı diğer Birleşik Krallığın genel valilikleridir. Belki bu listede halkın fakirliğinden dolayı Hindistan'a itiraz eden çıkabilir. Fakat bu itirazın kabul görmeyeceği kanaatindeyiz.
Öyle ise bizim bu sıralamamıza göre dünyada esasında 10 devlet vardır. Ve bu devletin içinde Afrika'nın temsilcisi yoktur. Eğer Mısır bir darbe ihanetine maruz kalmasaydı belki o da burada yer alacaktı.
Bu 10 devlete "lokomotif devletler" denebilir.
Onların bazısı cihanşümul/küresel çapta lokomotiftir, bazıları da bölge çapında lokomotiftir. Bir başka tasnif de şudur. Bugün lokomotif devlet olanlardan bazıları tarihte de lokomotif devlet hatta imparatorluktur. Buradan baktığımızda ABD ve Brezilya tarihte yoktur. AB de elbette yok ancak O'na mensup bazı devletler tarihte lokomotifti. Rusya, Çin, Türkiye tarihte kesinkes lokomotiftir. Japonya da belki bu sınıfa alınabilir.
Günümüzdeki lokomotif devletleri de ikiye ayırmak mümkün. ABD, Rusya, Çin birinci kademede, Japonya, İngiltere, Brezilya, Hindistan Türkiye ikinci kademededir. Bu maddede Japonya’nın birinci kademeye alınması gerektiği, Brezilya, Hindistan ve Türkiye'nin bölge lokomotifi sayılması gibi bir itiraz da gelebilir.
Sıralama prizmasına hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın İran, bölge devleti olarak kalmaktadır. Tarihte de bölge devletidir. Zira İran bir ideolojik mezhep devletidir.
Türkiye, sadece göz kamaştıran yatırımlarıyla değil, ufkuna diktiği hedeflerle de değil "dünya 5'ten büyüktür" diyerek de bölge lokomotifliğinden dünya lokomotifliğine geçtiğini ilân etmektedir. Bugün malûm terör örgütleriyle vurulmamızın, darbeye marûz kalmamızın, Suriye ve Irak üzerinden kuşatılmamızın temelinde, yeniden tarihteki misyonumuzu yüklenme gerçeğinin birinci kademede yer alan dünya lokomotifi devletleri hatta ikinci kademede yer alan bölge lokomotifi devletleri de rahatsız etmesinden kaynaklanmaktadır.
İster görülsün ister görülmesin, ister kabul edilsin, ister kabul edilmesin Türkiye, sadece 80 milyon için değil aynı zamanda 1.7 milyarlık İslâm âlemi adına tarihten gelen şerefli mükellefiyetlerini edâ etmektedir. Devlet-i Ebed Müddet'in son halkası olan Türkiye, bugün şefkatli ecdadı gibi mazlûmların, mağdurların, fakirlerin gözyaşını silen eldir. Diğerlerinin zaten sözü geçmiyor. Bizim dışımızdaki 9 devlet ise önünde-sonunda Türkiye'nin yakaladığı ivmeyi, yüklendiği mukaddes vazifeyi görüp "beli" demek mecburiyetinde kalacaklardır. Ötesi abestir, hatada ısrardır, küçük oyunlar peşinde olmaktır. Terör örgütleriyle, kabile ve aşiretlerle iş tutanlar, çağı okuyamıyor, tarihi görmüyor demektir. Herkes ve hele şu 9 devlet, hele hele dünya lokomotifleri bilmeli ki Türkiye'yi hesaba katmayanın hesabı hüsranla biter.
Hiç bir makinist, haritaya bakıp kibirlenmesin. Bizim atalarımız, cihana hükmederken kibirlenmemiştik. Bizim Sultanımızı Cuma Selamlığında Merasim Mangası, bir avâz hâlde "mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!" diye ikaz ederdi.
.TÜRKİYE'Yİ HESABA KATMAYANIN HESABI HÜSRANLA BİTER!
2016-10-14 02:00:00
BM/Birleşmiş Milletler'e üye devlet sayısı 193'tür. İki müşahit devlet mevcut. Bir de KKTC gibi fiilen devlet olup da BM'nin kapısını açamamış olanlar var. Bu üç sınıf devletin yekûnunu 200 kabul edebiliriz.
Dünyada 200 devlet var ama kaçının sözü geçmekte?
Kaçı cümle âlem tarafından devlet sayılmakta?
Kaçı itibar görmekte, yürüdüğünde dostları sevinmekte, düşmanları ürkmekte?
Şöyle bir baktığımızda kaale alınan devletleri şöylece sıralayabiliriz:
ABD, AB, Rusya, Çin, Japonya, İngiltere, Brezilya, Hindistan, İran ve Türkiye.
Dikkatlerden kaçmamıştır; Almaya, Fransa vs demedik; onların çatı kuruluşu olan AB'yi tek devlet telakki ettik. Yine dikkatlerden kaçmamış olmalı ki Kanada ve Avustralya'yı da sıralamaya dahil etmedik. Bunun sebebi şudur, bu ülkeler, AB'den istifa ettiği için müstakilen bahsettiğimiz İngiltere'nin, nâm-ı diğer Birleşik Krallığın genel valilikleridir. Belki bu listede halkın fakirliğinden dolayı Hindistan'a itiraz eden çıkabilir. Fakat bu itirazın kabul görmeyeceği kanaatindeyiz.
Öyle ise bizim bu sıralamamıza göre dünyada esasında 10 devlet vardır. Ve bu devletin içinde Afrika'nın temsilcisi yoktur. Eğer Mısır bir darbe ihanetine maruz kalmasaydı belki o da burada yer alacaktı.
Bu 10 devlete "lokomotif devletler" denebilir.
Onların bazısı cihanşümul/küresel çapta lokomotiftir, bazıları da bölge çapında lokomotiftir. Bir başka tasnif de şudur. Bugün lokomotif devlet olanlardan bazıları tarihte de lokomotif devlet hatta imparatorluktur. Buradan baktığımızda ABD ve Brezilya tarihte yoktur. AB de elbette yok ancak O'na mensup bazı devletler tarihte lokomotifti. Rusya, Çin, Türkiye tarihte kesinkes lokomotiftir. Japonya da belki bu sınıfa alınabilir.
Günümüzdeki lokomotif devletleri de ikiye ayırmak mümkün. ABD, Rusya, Çin birinci kademede, Japonya, İngiltere, Brezilya, Hindistan Türkiye ikinci kademededir. Bu maddede Japonya’nın birinci kademeye alınması gerektiği, Brezilya, Hindistan ve Türkiye'nin bölge lokomotifi sayılması gibi bir itiraz da gelebilir.
Sıralama prizmasına hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın İran, bölge devleti olarak kalmaktadır. Tarihte de bölge devletidir. Zira İran bir ideolojik mezhep devletidir.
Türkiye, sadece göz kamaştıran yatırımlarıyla değil, ufkuna diktiği hedeflerle de değil "dünya 5'ten büyüktür" diyerek de bölge lokomotifliğinden dünya lokomotifliğine geçtiğini ilân etmektedir. Bugün malûm terör örgütleriyle vurulmamızın, darbeye marûz kalmamızın, Suriye ve Irak üzerinden kuşatılmamızın temelinde, yeniden tarihteki misyonumuzu yüklenme gerçeğinin birinci kademede yer alan dünya lokomotifi devletleri hatta ikinci kademede yer alan bölge lokomotifi devletleri de rahatsız etmesinden kaynaklanmaktadır.
İster görülsün ister görülmesin, ister kabul edilsin, ister kabul edilmesin Türkiye, sadece 80 milyon için değil aynı zamanda 1.7 milyarlık İslâm âlemi adına tarihten gelen şerefli mükellefiyetlerini edâ etmektedir. Devlet-i Ebed Müddet'in son halkası olan Türkiye, bugün şefkatli ecdadı gibi mazlûmların, mağdurların, fakirlerin gözyaşını silen eldir. Diğerlerinin zaten sözü geçmiyor. Bizim dışımızdaki 9 devlet ise önünde-sonunda Türkiye'nin yakaladığı ivmeyi, yüklendiği mukaddes vazifeyi görüp "beli" demek mecburiyetinde kalacaklardır. Ötesi abestir, hatada ısrardır, küçük oyunlar peşinde olmaktır. Terör örgütleriyle, kabile ve aşiretlerle iş tutanlar, çağı okuyamıyor, tarihi görmüyor demektir. Herkes ve hele şu 9 devlet, hele hele dünya lokomotifleri bilmeli ki Türkiye'yi hesaba katmayanın hesabı hüsranla biter.
Hiç bir makinist, haritaya bakıp kibirlenmesin. Bizim atalarımız, cihana hükmederken kibirlenmemiştik. Bizim Sultanımızı Cuma Selamlığında Merasim Mangası, bir avâz hâlde "mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!" diye ikaz ederdi.
.BAŞİKA FIRTINASI
2016-10-12 02:00:00
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan "Avrasya İslâm Şûrası"nda sözü Irak Başbakanına da getirdi. Haydar el Abâdî, Türkiye'nin Başika'dan çekilmesini istemekle kalmamış, aynı zamanda Türkiye Cumhurbaşkanına da uygunsuz laflar etmişti. Cumhurbaşkanı bunun üzerine konuştu. Tayyip Erdoğan'ın bir cümle ile dediği şudur: "Benim seviyemde değilsin, muhatabım da değilsin, biz Musul'da bildiğimizi okuyacağız..." Bu kararlı cümle, Başika üzerinden bir fırtınanın kopacağının habercisi gibi gözükmekte.
Iraklı politikacı Haydar el Abâdî, 1952 doğumlu Şiî bir Arap’tır. Teknoloji Üniversitesinden 1975'te mezun olduktan sonra 1980'de Manchester üniversitesinde elektronik doktoru olmuş. İlk defa 2003 yılında haberleşme bakanı olarak kabineye girdi. 8 Eylül 2014'te Başbakan seçildi. Aynı zamanda İslâmî Dâvet Partisi genel başkanıdır.
Bugün ihtilaf mevzuu olan ve DAEŞ'ten kurtarılması için devletlerin ittifak arayışında oldukları Irak'ın ikinci büyük şehri Musul ise 800 DAEŞ'li tarafından tek kurşun atılmadan 10 Haziran 2014 tarihinde ele geçirildi. Şehirdeki binlerce iyi donanımlı Irak askerî birlikleri, komutanları ve valiyle beraber silahlarını da bırakıp kaçtılar. DAEŞ adlı terör örgütünün tehlikeli gidişatı üzerine Türkiye, Iraklı idarecilerin talebiyle Başbakan Ahmet Davutoğlu döneminde 2015 sonunda Musul'un 30 km kuzeyinde Başika denen yerde 600 askerle bir üs kurdu.
Bu üs, o günden beri buradayken şimdi Haydar el Abâdî, âni bir arzuyla Türk askerinin çıkıp gitmesini istemekte. Bu isteğin yapıldığı ve bugün tekrar giderek gündeme oturan Irak'ın mevcut vaziyeti nedir?
10 yıl içinde iki kere işgal yaşayan Irak, koalisyon güçleri daha açık bir ifadeyle Amerika tarafından İran'a teslim edildi. Belki maksat bu değildi. Fakat varılan netice böyle oldu. Daha sonra da Arap Baharı adı altında Suriye de İran ve Rusya'ya teslim edilecektir. Irak, bugün Şiî Araplar, Sünni Kürtler, Selefi DAEŞ arasında bölünmüştür. Fiilen 3 ayrı parçadır. Sünni Araplar, gördükleri kötü muamele sebebiyle yönetimden şikâyetçidir. Ayrıca Kerkük, Musul ve Telafer gibi Türkmen bölgeleri vardır...
Kısaca çizmeye çalıştığımız bu coğrafi, insani ve ırkî manzara kavranmadan Irak'ın anlaşılması mümkün değildir. Şia mensubu olması ve -herhâlde- aldığı eğitimle Haydar Cevad Kadim el Abâdî, münhasıran kendi adına konuşmuyor. İran ve İngiliz muhabbet ve tesiriyle konuştuğu aşikâr.
"Koalisyon gücü" diye tâ Yeni Zelanda'dan bile asker varken ve bu asker bulunduran devletler 63 gibi inanılmaz bir sayıdayken bu zât, hemen önünü görmeyip Türkiye'ye sataşması insafsızlıktır. Mehmetcikten rahatsız olmasının sebebi ne? İsmi Mehmetcik diye mi? Kıblesi var diye mi? Böyle kimselere Türkçe'de "sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?" diye sorarlar.
Bırakın Musul'u, topyekûn Irak ve topyekûn Suriye, I. Cihan Harbi sonuna, 1920-25'lere kadar İstanbul'a bağlıydı. Bağdat da Şam da vilayetlerimizdi. Batı Trakya gibi Musul, Kerkük, Süleymaniye Misak-ı Millî hudutlarımız içindedir. Bunları demek bir millî şuur pekiştirmesi ve hakikati hatırlatmak içindir. Yoksa "kalkın fethe gidiyoruz!" demek değil. Kimse bizden tarihimize gafil kalmamızı beklemesin. Diğer taraftan bölge insanıyla din birliği, kültür birliği ve Suriye ve Irak'taki yüzbinlerce Türkmen’le ırk ve dil birliğimizi var.
Bu gerçekler mevcutken ve üstelik hudutlarımız tâciz edilirken ve ortada da aynen Suriye'de olduğu gibi şeklen bir Irak devleti kalmışken el Abâdi'nin Türkiye'nin dostluğunu kazanmak akıllığı göstermek yerine bir yerlere yaranmak adına lüzumsuzluklar yapması bir kere daha Irak'a ziyan verir.
800 tane DAEŞ çapulcusu önünden kaçan bir ordu.
Şeklen ayakta bir devlet.
Ve o devletin mağrur Başbakanı!
Ey Başbakan!..
Türk Ordusu, Mehmetcik, Başika'dan çekilmeyecek, aksine bölgenin emniyet, huzur ve istikrarı için daha da çoğalacaktı
.DEVLET AKLI
2016-10-11 02:00:00
24 Kasım 2014 yakın zamanlarımızın en tehlikeli takvimlerinden biri oldu. O gün, iki F 16 uçağımız, "5 dakika içinde 10 defa hava sahamızı ihlal eden bir Rus jetini vurarak düşürdü." Pilotlardan biri Bayır-Bucak Türkmenleri tarafından ölü, diğeri sağ ele geçirildi.
Bu olay, Türkiye ile Rusya’yı savaşın eşiğine getirdi. Bütün Türk-Rus tarihi boyunca ilk defa son 30 yılda dostluklar kurmuş ve bu dostluğu çok ilerletmiş iki komşu, yeniden eski günlere dönme noktasına gelmişlerdi.
2016 yılı ortalarına kadar devam eden bu sancılı durum, her iki ülkeye turizmden ekonomiye, enerjiye kadar çok fazla miktarda ziyan verdi. Ayrıca Rusya ile görüşmelerimiz kesildiğinden Suriyeli mazlumlar da Moskova politikalarından çokça sıkıntılar yaşadılar veya bir başka söyleyişle bu soğukluk ve gerilimin kazançlısı Baas rejimi oldu.
Belli ki o ilk günlerin heyecanından sonra bazı soru ve şüpheler, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın zihnini kurcalıyordu. Bu uçak düşürme krizi, gösterildiği gibi değildi. İşin içinde bir el, Türkiye-Rusya dostluğunu istemiyordu. Bundan dolayı savaş sebebi olacak böyle bir tezgâh hazırlanmış ve asker ve siviliyle Türkiye yönetimi aldatılmıştı. 2015, Türk-Rus münasebetleri bakımından ölü bir yıl oldu. Bugün anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan, kafasındaki sorulara cevap arıyordu. Bu arayış, 22 Mayıs 2016'da Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun yerinden ayrılması ve Binali Yıldırım'ın Başbakanlığa gelmesiyle sonuçlandı. Başbakan Yıldırım, ilk beyanatlarını dostluk üzerine inşa etti. "Düşmanlıkları azaltacak, dostlukları çoğaltacağız" diyordu. Bu arada bu kurgulanmış gerginlik turizmi kötü vurmuştu. Rusya'da da zirai ürünler kötü etkilenmişti. İhtilafın kazananı yoktu.
Bu muhakeme ve muhasebelerden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, 28 Haziran 2016'da Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin'e mezkûr hadise sebebiyle üzüntülerini dile getiren bir mektup gönderdi. Mektubta hayatını kaybetmiş pilotun ailesine telafi bedeli vermeye hazır odluğumuz da dile getiriliyordu. Karşı taraf her ne kadar asık suratlı görünüyor idiyse de mektubun büyük etki yaptığı sezildi. Ardından da Cumhurbaşkanı kalkıp Sen Petersburg'a gitti. İki lider, bu tarihî şehirde vak'ayı enine-boyuna görüştüler. Bu yüzyüze teması, 3 Eylül'de Çin'in Hangzhou kentinde yapılan G 20 Zirvesindeki konuşmaları takip etti.
Dün İstanbul'da 23. Enerji Zirvesi'ndeki buluşma, üçüncü müzakeredir. Bu büyük zirvede Türkiye ve Rusya tarafı, Türk Akımı, Akkuyu Nükleer Santrali gibi bir düzine civarında projeye imza atmaktalar. Ancak bunlardan daha önemlisi, iki liderin Suriye'yi masaya yatırmalarıdır. Bugün Suriye mevzuu hariç, Rusya ile bir buçuk yıl süren o çok tehlikeli sürtüşmeden eser kalmamıştır. Ne var ki bütün bunlar olurken Rusya, hem Halep'i bombalamakta ve hem de Halep bombalanmasın diyen BM kararını veto etmekte...
Uçak düşürmek, ne Türkiye'ye ne bölgeye hiç bir menfaat temin etmedi. Uçak düşürmenin, TSK içine sızmış FETÖ örgütünün dış istihbaratlarla işbirliği yaparak Türk-Rus dostluğuna kurduğu bir tuzak olduğu 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle çok net şekilde anlaşıldı. Zaten düşüren uçak pilotları da darbeciler cümlesinden olarak şu an içerdeler...
Bütün bu olup bitenlerden sonra manzara şudur:
Türk-Rus münasebetleri, Rus-Baas münasebetleri, Amerika-PYD münasebetleri iyi yoldadır. Bir başka izah tarzıyla; Türkiye'nin dostları aynı zamanda Türkiye'nin düşmanlarıyla da dostlar. Bu yumak, nasıl çözülüp de güzel bir halı dokunabilir? Washington'un Ankara-Moskova, Ankara'nın da Washington PYD ve Washington FETÖ ilişkilerinden ne kadar rahatsız olduğu açık.
Türkiye 24 Kasım 2014'te millî heyecanıyla hareket etmişti.
Bugünse devlet aklıyla hareket etmekte.
Devlet aklında sabır ve soğukkanlılık esastır.
Bu damıtılmış aklı kullanarak:
Moskova, Suriye'de barışa mecbur edilmelidir. Bir insanın hayatı çok şeyden değerlidir. Diğer taraftan; Türk-Rus münasebetleri iyileştirilirken Türk-Amerikan münasebetleri kötüleştirilmemeli. İttihadçı politikaları değil, Sultan Abdülhamid Hân siyâseti rehber alınmalı. Keza Amerika da hissî davranarak Türkiye'yi bırakıp PYD gibi militanlaşmış kabileleri ve FETÖ gibi tabanı olmayan bir örgütü dost seçip abes bir yolda yürümekten çıkmalıdır.
.TARİHÎ MÜCADELE!..
2016-10-10 02:00:00
Bölücü terör örgütü militanları cumartesi günü Ankara'da kıstırılınca eylemlerini yapamadan kendilerini patlatarak intihar ettiler. Cumartesi günü Başbakan Binali Yıldırım, Pendik Tersanesi'nden yerli imâlat bir savaş destek gemimizi suya indiriyor ve bütün dünyaya savaş gemileri ihraç edebileceğimiz müjdesini veriyordu. ASELSAN mühendislerinin şüpheli ölümleri gibi Tuzla Tersanesi'ndeki şüpheli yangınları da hatırlamalı.
Yine aynı cumartesi günü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da 20 Aralık'ta hizmete girecek olan Avrasya Tüneli'nde yanında Başbakan olduğu hâlde Avrupa ve Asya yakaları arasında deneme sürüşü yapıyordu.
PKK ve avanesi 6-7 Ekim olaylarının yıldönümü sebebiyle Kürt vatandaşlarımızı sokağa çağırmış, fakat kimse bu çağrıyla dışarı çıkmamıştı. Cumartesi günü Ankara'da bunun ve daha bir çok şeyin intikamı alınmak istenmişti. Ama halkın dikkati ve emniyet kuvvetlerimizin atak davranmasıyla eylemlerini yapamadılar.
Pazar günkü gazetelerde bu saldırı ve Avrasya Tüneli haberi vardı. Bir büyük haber daha vardı. Tam istiklâlimizin mührü demek olan Kanal İstanbul ihalesinin yapılacağı haberi de verilmekteydi. Bu haberin çıktığı ve İstanbul'da 10 bin enerji lideriyle 250 bakanın iştirak ettiği Dünya Enerji Konferansının cereyan ettiği gün ve saatlerde hezimet çılgınlığındaki ırkçı-Stalinci örgüt, bu defa Şemdinli'de saldırdı. Kimlik kontrolünün yapıldığı noktada bombalı eylem yapılarak çok sayıda asker ve sivil vatandaşımız şehit oldu. Aynı sıralarda DAEŞ de Musul'un şimalindeki BAŞİKA üssümüze saldırıyordu.
Türkiye, büyüdükçe çok uluslu ve çok örgütlü hainlikler sürecektir. Türkiye, yalnızca IMF'yi göndermekle kalmadı. BM'nin yapısının değişmesini de istiyor. Bir İslam ülkesinin de Güvenlik Konseyi'nde yer almasında ısrar ediyor. Mültecileri kabul mevzuunda Avrupa Birliğini sözünde durmamakla itham ediyor. Balkanlarla, Afrika’yla, Aden Körfeziyle, Kırım'la, Uzak Asya Müslümanlarıyla meşgul oluyor. 15 Temmuz'da bir hain darbe teşebbüsünü bile püskürten bu Türkiye durdurulmazsa Osmanlı ruhu dirilmiş olur.
Bu yüzden isimleri-cisimleri belli devletler ve onların emrindeki FETÖ/PDY, DAEŞ, PKK, PYD/YPG ve diğer yedek terör örgütleri devredeler.
Osmanlı, istiklaline, istikbaline, vatan bütünlüğüne kasdeden müstemlekeci/sömürgeci devletlere "Düvel-i Muazzama/Büyük Devletler" ve "7 Düvel" derdi. O devletler, şimdi de karşımızdalar. O gün de paralel devlet yapılanma teşebbüsleri vardı. Devrin FETÖ'leri Ali Suavi'ler, Hüseyin Avni'ler, Midhat Paşa'lar, Resneli Niyaziler, Mahmud Şevket Paşalar, güya Prens Sabahaddin'ler, Tal'at Paşalardı. Devlet, iç ve dış ihanetle Anadoluya sıkıştırıldı. Sömürgeciler, bir asır evvel petrol havzalarına sahip olan Devlet-i ali Osman'ı petrol haritasının dışına sürmek için saldırdılar. Bugün o günkü petrol kavgası aynen devam etmekte. Ancak bugün buna bir de enerji havzası, su havzası kavgaları eklenmiştir. Giderek internet ve uzay kavgası da eklenecektir.
Bütün bu savaşların son düğüm noktası dindir. En nihai noktada Osmanlının tabiriyle Hilal'le Salib'in yani Hilal'le Haç'ın kavgası vardır. Daha yakın çerçevede ise Şianın ideolojileştirilmesi yatmaktadır. Tarihte, Osmanlı Türkiyesi Hıristiyan Avrupa üzerine yürüme mecburiyetinde kaldığında İran, çok kere arkada cephe açtı, seferimiz yarıda kaldı.
Bugün dünden farklı olarak sadece 7 Düvel ile çarpışmıyoruz. O zaman muharebeler, meydanlarda cephelerde cereyan ediyordu. Şimdilerde terör savaşları var. Bunlara "Vekâlet Savaşları" da denmekte. Müvekkiller/vekâlet verenler, Düvel-i Muazzama, vekiller terör örgütleridir. 40 yıl öncesinden başlayarak hazırlandılar. Düvel-i Muazzama, en zayıf günümüzde bile Sevr'i kabul ettirememişti Sultan Vahideddin'in imzalamayı reddettiği Sevr, andlaşma hâlini alarak yürürlüğe giremeyince elde kalan son aziz topraklarımıza tecavüz ettiler. Millet, birbirine kenetlenerek bu hayâsızlığı boğup işgalcileri kovdu. 15 Temmuz Destanı, o ruhun dirilişidir. Galatı meşhur olarak "Millî Mücadele" deniyor. Aslı "Millî Mücahade/Millî Cihad'dir". Millî Cihad/Millî Mücadele, İstiklal Harbi, 10 Ağustos, 26 Ağustos, 30 Ağustos ruhunun muhafazasıyla bu saldırılara karşı dimdik durmalı, hainlerle mücadele eden kahraman asker, polis ve jandarma ve korucularımıza kol-kanat gererek her zaman onlarla olduğumuzu hissettirmeliyiz.
Düşmanlar, şaşkındır. Darbe yapmaya kalkıştıkları bir devlet, 40 gün sonra Cerablus'a girerek haritayı aslına döndürmeye başladı. Şimdi de Musul'da Misak-ı Millî andını tekrarlıyor.
…..
Şehidlerimiz başımıza tâcdır.
Şehidlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa, yakınlarına sabır, Ordumuza ve Milletimize başsağlığı diliyoruz.
.DİYANET'TEN BEKLENEN
2016-10-07 02:00:00
Geçen gün Bulgurlu tarafındaydık; orada Alvarlı Camiî ile karşılaştık. Hem merhum Alvarlı Hoca'nın adının bir camimize verilmesine memnun olduk ve hem de Mâbedteki Sinan üsluplu Osmanlı mimârî tarzının varlığına memnun olduk...
Ne var ki bu memnuniyetimiz câmie girince yerini bir burukluğa bıraktı. Evet, câmi, dışı gibi içiyle de güzeldi, tertemizdi. Ama bir köşesi camiî andırmıyordu. Sol taraf, câmi malzemelerinden yapılmış sıralarla bir loca gibi tefriş edilmişti.
Gördüğümüzden çok incindik. Câmilere sandalye, sıra konma bid'ati sel gibi çoğalmakta. Tabureler, iskemleler, alıp başını gittiği gibi bazı mescid ve câmilerde de Alvarlı Camîinde olduğu gibi kumaşlı, döşemeli hususî sıralar yapılmış vaziyette. Hatta İBB'nin parklarda inşa ettiği mescidlerde de duvara sabitlenmiş tabureler mevcut.
Diyanet İşleri Başkanlığı, bir kaç kere tamim neşrederek sandalyede namaz olamayacağını, dizlerini bükemeyenlerin, yere oturarak, bacaklarını kıbleye doğru uzatıp namaz kılmaları gerektiğini, aksinin ibadet olmadığını ihtar etti. Süreç bu iken imam ve müezzin efendiler, başına buyruk bazı yaşlı mü'minlere söz geçirememekteler.
Camilere sıra konması, ayakkabıyla girilmesi, mihraba piyano yerleştirilmesi, Türkçe Ezan, Tek Parti devrinin hayata geçirmeye çalıştığı, dinde reform çabalarıydı. Allâh'a şükür ki tutmadı. Ancak o zihniyetin dîne ve Müslümanlara yapamadığı kötülüğü, bugün bir kısım yetersiz Müslümanlar, gönüllü olarak icra etmekteler...
Bu giderek büyüyen bozulmanın durdurulması lâzım. Hâdise sonunda müezzinlerin minâreye çıkmamasına benzememeli. Müezzinler, 15 asırdır minareye çıkıp şerefeden ezan okurken son yarım asırdır minareler örümcek ağı bağladı. Diyanet reisliği, bu mevzuda başlangıçta çok hassasiyet göstermişti. Ezan, minareye çıkılıp okunacak diye çok tamim neşretti ama onun da müezzinlere gücü yetmedi. Kimse saklayamaz ki hoparlör sesi, ezandaki huşuyu tattırmıyor. Öylesine ifrata kaçıldı ki bugün İlahiyat Câmiî ile Yenibosna’daki bir caminin minarelerinde şerefe yok.
Son senelerde Diyanet İşleri Başkanlığı, hak ettiği itibara kavuşmuş durumda. Diyanet, çirkin politik vesayetten kurtuldu. Bunda mevcut iktidarın desteği olduğu gibi Prof. Mehmet Görmez Hoca'nın da payı büyüktür. Adı geçen Başkan zamanında Diyanet âdeta atağa geçti. Bu sebeple bir yazımızda dile getirdiğimiz bir teklifi, önceki akşam TV NET'te de tekrarladık. Teklifimiz şudur:
-Yapılacak yeni bir anayasada MİT Müsteşarlığının Cumhurbaşkanlığına bağlanması gibi Diyanet İşleri Başkanlığı da Cumhurbaşkanlığı'na bağlanmalıdır.
Artık itibarına kavuşmuş, kendine gelmiş Diyanet'in bazı mükellefiyetleri ihmal etmesi, tavizkâr davranması veya yanlışı düzeltmemesi şüphesiz ki uzun vâdede dinimize ve din birliğimize zarar verir:
1-Câmileri çirkinleştiren bu sıra, sandalye, tabure bid'ati derhal önlenmeli, din görevlileri, bir kısım bilgisi kıt, cerbezesi bol vatandaşlar önünde çâresiz kalmamalıdır.
2-Diyanet İşleri Başkanlığı da memuru olan müezzinler önünde çâresiz kalmamalıdır. Müezzinler mutlaka minareye çıkarak ezân okumalıdır. Ezân-ı Muhammediyi minâreye çıkıp okumayan müezzine ne ihtiyaç var? İbadetteki bu bid'ate göre bir hoparlör herkesin işini görmüş olur. O zaman bir şehre bir müezzin yeter. Bu düşünce makul görülebilir mi?
3-Takvimlerdeki namaz vakitleri, imsak vakitleri, oruca başlama ve iftar vakitleri de yine ayrı ve ciddî bir mes'eledir. 15 asırdır kullanılan ve Selçuklu ve Osmanlı ecdadımızın da kullandığı bu vakitler, 12 Eylül darbesin bütün ceberrutluğuyla yaşandığı 1983'te dinde reform saikiyle değiştirildi. O günlerde Diyanet baskı altındaydı, itiraz gücü yoktu. Vakitlerdeki bu değişikliğin mihraba piyano, camie sıra koyma, ezanı asliyetinden çıkarma, müezzinlerin de şerefeyi terk etmesinden farkı yoktur. O reformist hareket, ne yazık ki daha sonra kalıcı hâle döndü. Bugün Müslümanlar, farklı zamanlarda ezan okumakta, namaz ve oruç ibadetlerini edâ etmekteler.
Görüldüğü gibi dünya Müslümanlarının oruca başlama, bayram yapma takvimlerinde ihtilaf olduğu gibi Türkiye Müslümanlarının da 3 maddede topladığımız böylesi problemleri vardır.
Bir müezzinden, bir itfaiye eri kadar fedakâr olmasını beklemek haktır. Beyazıd Yangın Kulesi 183 basamaktır. İtfaiye erleri, buraya her gün bir kaç kere inip çıkmaktalar.
Bahsettiğimiz tv'de 15 Temmuz'da darp edilen, hakarete uğrayan gazi müezzinlerimiz için takdirlerimizi dile getirdik. Ancak kol yen içinde kırılmasın. Diyanetin, din adamlarımızın mes'elelerini ekran ve sütunlarda müdafaa etmeye çalıştığımız gibi dîni içten yıkma tehlikesi gösteren gidişata dikkat çekmek de vazgeçilemez borcumuzdur.
Şu tehlikeye bilhassa dikkat etmeli. Bu vatana ve bu dine kasdeden FETÖ, Müslümanın amentüsünü ve itikadını bozarken beri tarafta da amel ve ibadetler bozulmakta, değiştirilmekte, mihverinden çıkartılmakta.
Aziz dostum Mehmet Görmez Hoca'yla mümtaz ekibinin bu dertleri, dert edineceğine eminiz. Ne itikadda, ne amelde bozma, değiştirme, ilave çıkartma kısacası bid'at olmasın. Sn Mehmet Görmez darbe gecesi veciz bir söz söylemişti:
-Ezanları susturan darbelerden, darbeleri susturan sala seslerini bize lutfettiği için Allah'a hamd ediyorum!
Bu ruhu, bu aşkı ve bu imânı kaybettirecek en küçük tehlike bile çok büyük tehlikedir.
Sevgili Peygamberimiz -aleyhi's salatü ve's selam- ve aziz eshabı gibi, mezheb imamlarımız gibi inanmalı ve amel etmeliyiz.
Hepimize lâzım olan bu hakîkattir.
.YENİKAPI DESTANI
2016-10-06 02:00:00
Türkiye'deki siyasi hayatı, "15 Temmuz öncesi" ve "15 Temmuz sonrası" diye ayırmak mümkün. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden evvel politikacılarımızın birbirleriyle münâsebetleri 1970'lerin, 1980'lerin politikacılarının sertliklerinden farksızdı. Karşılıklı olarak ağza gelen her ağır söz söyleniyordu.
Darbe teşebbüsünden sonra bu hava yumuşadı. Bütün partiler bombalanmış TBMM'de darbeye karşı ortak bildiri neşretti. AK Parti, CHP, MHP liderleri Külliye'de Cumhurbaşkanının başkanlığında bir araya geldi. Saydığımız partilerin genel başkanları Binali Yıldırım, Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli, 10 Ağustos'ta meydana toplanmış en az 5 milyon vatandaşa hitap ettiler. Son hitabı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yaptı. Ayrıca bir askerî ve bir de dinî bürokrat, Genelkurmay Başkanı Hulusu Akar ve Diyanet Başkanı Mehmet Görmez konuştular...
Darbenin her çeşidinin zararlı olduğu, halkın serbest iradesine hürmet etmek gerektiği, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün arkasında yabancı devlet ve güçlerin olduğu, bir darbe, iç harp, işgal ve haçlı saldırısı yapıldığı, bu hainliğe karşı herkesin vatan muhabbeti, bayrak muhabbeti, ezan muhabbeti etrafında, kardeşlik duyguları içinde kol kola omuz omuza hareket etmesinin şart olduğu, zira hain saldırının kalkınan, büyüyen ve dünyada söz sahibi olmaya başlayan Türkiye'ye karşı harekete geçirildiği hemen her konuşmacının konuşmasındaki ana fikirdi....
Biz de o gün, 10 Ağustos Pazar günü Türkiye ve Kıbrıs Tv'lerine meydanı, darbeyi, bu buluşmayı, o hain geceyi tahlil ve yorumlarımızla anlatmaya çalıştık.
"Yenikapı Ruhu" denen bu birlik ve beraberlik şuuru, Yenikapı Toplanma Meydanında 10 Ağustos günü siyasetçi, memur, halk ve aydınların kalben ve kavlen ortaya koydukları ortak ve uğruna ölünesi değerler manzumesiydi.
Bunlar, madde madde kâğıda dökülmedi.
Ama nakış nakış kalblere yer etti.
Yenikapı, hiçbir zaman bitmemiş olan ve herhalde bitmeyecek de olan Kırgızların Manas Destanı gibi bir destandır. Zaten biz de o gün orada TRT ekranlarından önce Yenikapı isminin nereden geldiğiyle söze başlamıştık. Yenikapı Ruhu, aynı zamanda bir "Yenikapı Destanı"dır. Destanların maddi tarafından ziyade manevi tarafı olur. Maddeleri yoktur. Aşkı vardır. Hayali vardır. Gönlü vardır. Bunlar da şiirlerle, romanlarla, filmlerle, kalblerle yaşar.
Yenikapı Destanının yazılması, 15 Temmuz 2016 gecesi her görüş, hayat ve yaştan vatandaşların meydanlara, köprülere, cümle kapılarına akıp tanklara, toplara, jetlere karşı durmalarıyla başladı. O gece, hainlerle vatanseverlerin mücadelesiydi. Vatan evlatlarıyla vatanı satmışların kavgasıydı. Bu destan, o gece şehidlerin, gâzilerin mübarek kanlarıyla yazılmaya başlandı. Yazılmaya devam ediyor. Okunmaya devam ediyor. 15 Temmuz Şehidlerinin sembolü Ömer Halisdemir ve diğer kahramanlar, Şehîdler Serdarı Hazreti Hamza'nın ruhaniyetinden aldıkları ilhamla canlarını vatan, istiklâl, bayrak, din ve ezan uğruna feda ettiler.
Milletimiz hâlâ bu sevdada.
Milletimiz hâlâ bu idrâkte.
Hep de böyle olacak.
Yaşananlar, bir parti meselesi, iktidar meselesi değildir. Yüksek çoğunluk, bunun farkındayken, siyasetin büyük kısmı bu aklıselimi muhafaza ederken birilerinin küçük politik menfaatlere düşmeleri olsa olsa bir oy yağması telaşıdır. Türkiye çok ciddi günlerden geçer, içeride hainler temizlenirken; içeride ve dışarıda terör örgütleriyle savaşılırken, sınır ötesi harekât yapılırken birileri, mesuliyetlerini bir kenara bırakarak halkı hükûmete, devlete karşı isyana çağıran konuşmalar yapabilmekte.
"Hep birlikte isyan edelim!" deniyor.
Bu asilik, Türkiye'ye de Yenikapı Destanına da kıymaktır.
Herkes, ağzından çıkanı duymalı.
Herkes, aklını başına toplamalı.
Hiçbir vatandaş, 15 Temmuz öncesi politik üslupsuzluğu bir daha yaşamak istemiyor. Bize birlik, bize kardeşlik, bize dirlik lazım.
.BİR GARİP AMERİKAN KANUNU
2016-10-05 02:00:00
Vazifesinin bitmesine bir ay gibi bir müddet kalmışken Kongre, Barack Hüseyn Obama'yı zora sokacak bir tasarrufa imza attı. Öyle ki Beyazsaray sözcüsü bu işleme "Kongre'nin 1983'ten beri işlediği en büyük ayıp!" diyerek kızgınlığını dile getirdi.
Hâdise şu:
Geçen hafta "Kongre" denen Amerikan meclisinden "Terörizme Destek Verenlere Karşı Adalet" ismiyle bir kanun geçti. Amerika'da bir kısım 11 Eylül mağdurları, neyin tesiriyle olduysa 15 yıl sonra bir şeyler düşünmeye başlamışlardı. Buna göre Suudi Arabistan, 11 Eylül kundaklama eyleminin faili el Kaide'ye destek vermişti. Öyle ise teröre destek veren bu devletin, mağdur akrabalarına tazminat ödemesi gerekirdi.
İddia meclise taşındı ve teklif, kanunlaştı. Ancak; Başkan, kanunu veto etti. Böyle bir kanunun kesinleşmesi ABD-Suudi münasebetlerini gerecekti. Arabistan, Amerika'nın bölgede en uzun süreli müttefikiydi. Kanuna muhalefet eden sadece Başkan Obama olmadı. Genelkurmay Başkanı, CIA Başkanı ve dünya markası Amerikan şirketleri de aleyhte tavır koydular.
Fakat kanun, vaki vetoya, Başkanın gayretlerine ve bunca muhalefete rağmen, hem Temsilciler Meclisi ve hem de Senato'dan geçerek resmîleşti. Başkanın vetosuna itibar edilmemişti. Yeniden görüşülen kanun, temsilciler meclisinde 78'ye karşı 348, Senato'da 1'e karşı 97 oyla kabul edildi. Başkanın ikinci kere veto hakkı olmadığı için dâvâlar da açılmaya başlandı. Mes'ele gündeme gelince Suudiler, "Amerika'daki 750 milyar dolarlık varlığımızı satarız!" tehdidinde bulunmuşlardı. Ancak bu gözdağı, kanunu engelleyemedi.
Bu olay da göstermekte ki Amerika'da çok başlılık var. Şu soru akla gelmektedir: Böyle bir kanunla esas itibariyle gelecek Başkanın, muhtemelen Hillary Clinton'ın eline yakıcı bir kestane bırakılmakta. Amerikan iç siyasetinde herhâlde hem Derin Devlet, keyfince at oynatmakta ve hem de bir yerler üzerinden bir yerlere karşı konulmakta. Dikkat edilmeli ki çıkan kanun, Suudilerle sınırlı değil. İlerde teröre destek verdiğini farz edecekleri her devlete karşı bu mekanizmayı çalıştırabilirler.
Bu tavır, Türkiye'ye karşı yürütülen soykırım iddiasına benzemekte. Öteden beri yapılmak istenen, böyle bir mahkûmiyetle Türkiye devletine karşı tazminat dâvâları yolunu açmaktır.
15 yıl sonra âniden Suudilere karşı başlatılan bu kanun arka planlı atağa karşı İslâm âlemi, Mısır'da seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'ye darbe yapılıp hapse atılmasında olduğu gibi yine sessiz kaldı. Sadece Türkiye, bu kanunun kabul edilemeyeceğini beyan etti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, İİT/İslâm İşbirliği Teşkilatını harekete geçireceğimizi haber verdi.
Böyle bir teşebbüs, İİT için kendini isbat bakımından da fırsat olur. 57 üyesi olan İİT var mı-yok mu? Belli değil.
Bu garip kanun, ayrıca Suudilerle diğer zengin Arap memleketleri için ders de olmalıdır. Dış varlıklarını sürekli batıya aktarmaktalar. Oralardaki paralarının binde biri Türkiye'ye gelmiyor. İnşallah, bu musibet, başta Suudiler olmak üzere İslâm âlemi için bin nasihat gücünde olur da Türkiye'nin tarihten gelen mükellefiyet ve himaye edici varlığını görür ve gereğini yaparlar.
. LOZAN'I TARTIŞMAK
2016-10-03 02:00:00
2015 yaz aylarıydı; bir dostumla birlikte Rodos Adası'na gidiyorduk. Rodos'un fethindeki çetinliği; Fatih Sultan Mehmed tarafından fethe teşebbüs edildiği fakat bunun Kanuni Sultan Süleyman'a nasip olduğunu anlattım. 70 bin şehîd vererek kazandığımız stratejik vatan parçasını ilk Cihan Harbi'nden sonra 7 kurşun bile atmadan terk edip çıktığımızı sözlerime ilave ettim.
"12 Ada" denilen vatan parçalarının hazin hikâyeleri benzerdi. İkinci Cihan Harbi’nden sonraysa talihin bize güldüğünü ancak devrin idarecilerinin ağır hataları yüzünden buraları bir kere daha kaybettiğimizi söyledim:
I. Cihan Harbi'nden sonra Yunanlılar, adaları işgal etmiş, II. Cihan Harbi'nde de İtalyanlar buraları ele geçirmişlerdi. Harp aleyhlerine neticelenince İtalyanlar, Ankara'ya bir teklif verdiler. Diyorlardı ki: "Bu adaların sahibi sizsiniz; biz tahliye edeceğiz, alın size teslim edelim!" İsmet İnönü iktidarı, bu teslimatı kabule cesaret gösteremedi.
Bunu dinleyen dostum, yüzüme hayretle baktı. Anlattıklarıma inanıyordu. Ancak "bu kadarı da olur mu?" diye zihninden bir düşünce geçtiği de belliydi. Dostumun misafiriydim. Adaya intikal etmeden evvel orada bize şoförlük de yapacak rehberi kendileri temin etmişlerdi. Adaya çıkınca rehberimizle tanıştık. Yaşı 80'in üzerindeydi. Anlattığına göre hem Osmanlı, hem Yunan, hem İtalyan dönemini yaşamıştı. Türkçe'yi gâyet güzel konuşuyordu.
Rodos, bayağı büyük bir ada. Tapınak Şövalyeleri iç içe üç kale ve su hendekleri yapmışlar. Zapdedilmesi bundan dolayı zor olmuş. Rehberimiz, bizi hem gezdiriyor hem anlatıyordu. Pargalı İbrahim Paşa, Süleymaniye gibi camilerimize, çok nadide yazma Mushaf-ı şerîflerin olduğu Fethi Paşa vakfiyesi "Ahmed Ağa Kütüphanesi"ne ve varlığından habersiz olduğumuz Türk Şehîdliği'ne götürdü.
Seyir hâlindeki arabada sohbet ederken rehberimiz bir ara aynen şöyle dedi: "II. Cihan Harbi'nden sonra İtalyanlar, bu adaları Türkiye'ye iade etmek istediler fakat devrin Türkiye reisi cumhuru İsmet İnönü buna razı olmadı!"
Dostumdan hiç ayrılmamıştık. Ziyaretler boyunca da beraberdik. Rehberi bir kenara çekip bunları söylemem söz konusu değildi. Olsa bile beş dakikada fikir değiştiremezdi. Gün görmüş Yunanlı bir münevverdi. Bir hakikati dile getirmeyi bir vicdan borcu bilmişti.
Dostum, rehberi dinleyince şaşırmış bir hâlde yüzüme baktı. Bu adam, anlattıklarımı aynen dile getirmişti. Dostum, o ândan itibaren yol boyunca İsmet İnönü'ye kahırlanıp durdu...
Lozan Muahedesi/Andlaşması, bugün bir kere daha dillerde. Bu defa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan gündeme taşıdı. "Bağrılsa sesimizin duyulacağı mesafedeki adalar, Lozan'da Yunanlılara verildi. Bunun neresi zafer? Zafer diye yutturdular" dedi. TC Cumhurbaşkanı "Misak-ı Millî'nin hatırlanmasını arzu etmekte. O hafıza tazelemesi, en evvel Musul için lâzım.
Şu hatıramız da isbat etmekte ki Cumhurbaşkanımızın haksız olmadığını bir Yunan vatandaşı bile teslim etmekte. Lozan Sulh Akdi, yakın tarihimizdeki mühim safhalardan biridir. Olanca çıplaklığıyla gerçeğin anlaşılması zarurettir. Şahısları da sözleşmeleri de tabulaştırmanın kimseye bir faydası yoktur. 2017 Senesi 24 Temmuzunda bir Lozan Sempozyumu toplanması isabetli olur. Burada herkes iddiasını dile getirsin. Tarihçi Kadir Mısıroğlu 1965'te yazdığı eseriyle "Lozan Zafer mi Hezimet mi?" diye sordu. 27 Mayıs darbesinin rüzgârı devam ederken bu soru yürek isterdi. Çok sayıda muhafazakâr, ülkücü, milliyetçi, kalem insanı, akademisyen "Lozan hezimettir" dediler. Bazı yazarlar aksine kalem oynattılar. Sn Kadir Mısıroğlu, 3 cildde tamamladığı bu eserde Lozan'ı her cephesiyle ele aldı, vesikaları konuşturdu.
Resmî ideolojinin yazdırdığı yakın tarihe göre Lozan Zafer, buradaki "Baş murahhas/delege" İsmet İnönü de Lozan Kahramanı'dır. Bizim okuduğumuz yıllarda okullarda Lozan bayram muamelesi görürdü. Hâlbuki, ikinci delege olarak bizi temsil eden Dr. Rıza Nur, hatıralarında bu andlaşmayı yerden yere vurmaktadır.
Gerçeklerin bilinmesine ihtiyacımız var. Yarınlara doğru çarpıtılmamış, yalana batmamış saf gerçeklerin ışığında yol almalıyız.
…..
Yarın:
LOZAN'LA ALDATILMAK!
. LOZAN'LA ALDATILMAK!
2016-10-04 02:00:00
Türkiye Cumhuriyeti, bizim devletimizdir; 80 milyonun devleti. Hatta 300 milyon Türk'ün ve 1.7 milyarlık Müslümanların bile devleti. TC bizim devletimiz olduğu gibi ondan önceki Osmanlı devleti ve daha önceki Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu devletleri ve diğerleri de bizim devletimizdir.
Tarihteki olaylar, kendi zaman, mekân imkânlarıyla değerlendirilir. Zaferler de mağlubiyetler de tarihin parçalarıdır. Yanlış olan, 1923'ten ötesini yok saymak veya var sayılınca da haksız şekilde karalamaktır. Tenkid etmek başkadır. Hâdiseleri tahlil edip sonuçlar çıkartmak farklıdır. Tarih tahlil edilirken hak edilmeyen övgüler ve layık olmayan yergiler olmamalıdır.
1923'ten ötesi nasıl reddedilebilir ki?
"10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan!" iddiasındaki mantık, o reddi senelerce yaptı. Halbuki TBMM 23 Nisan 1920'de açılmıştır. İstanbul işgal edilince vekiller, Ankara'ya geçerek TBMM'ni teşkil ettiler. Tapular, andlaşmalar vs olmasa şu dahi devlette devamlılık için kâfi isbattır. Zira TBMM faaliyete geçtiğinde cumhuriyetin ilânına daha çok zaman vardır. Bu sebeple devlet ile devletin idare şeklini karıştırmamak lazım. 28 Ekim 1923'te devletin adı Devleti âli Osman'dı, bir gün sonra Türkiye Cumhuriyeti oldu.
Meselemiz her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Tarihin yerli yerine oturtulması bilhassa yakın tarihle alâkalıdır. Tarihi bir yapanlar vardır bir de yazanlar. Tarihi yapanlar hayatta iken onlarla alâkalı doğru tarihin okunması zordur. Bu sebeple "hadiselerin üzerinden bir asır geçmeden doğru tarih okunmaz" denir.
Lozan Sulh Akdi'ne bu nazarla bakmak lâzım. Lozan, ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir. Sevr, bir andlaşma/muahede değildir. Devlet reisi Sultan Vahideddin Han tarafından, nihai imza konmadığından taslak olarak kalmıştır. İtilaf devletleri, Sevr'i gösterip Lozan'da sıtmaya razı ettiler. Lozan'ın tartışılacak tarafı, ne kazandırdığı ve ne kaybettirdiğidir.
31 Mart Topçu Kışlası vak'asıyla Abdülhamid Han, zorla iş başından uzaklaştırıldıktan sonra önce 1911'de Trablusgarp'ta işgalci İtalyanlarla harbe tutuştuk. Çok geçmeden 1912'de Balkan harbi patlak verdi. Yeni cephede 4 devlet birden saldırmıştı. Bu sebeple Babıali, İtalya'ya sulh teklifinde bulundu. 18 Ekim 1912'de Uşi'de andlaşma yapıldı. Bu andlaşmaya göre Rodos ve 12 Ada Türkiye'ye iade edilecekti. Fakat muhatap taraf, buna riayet etmedi. Adalar, fiilen Rumlara kaldı. İtalya, II. Dünya Harbinden sonra adaları Ankara'ya iade etmeyi teklif ettiği hâlde İnönü Tek Parti iktidarı, bunu kabul etmedi. İtalya da bunun üzerine 1947'de 12 Adayı Yunanistan'a bıraktı.
Balkan Harbi'ni I. Dünya Harbi takip etti. Yedi cephede 4 yıl süren amansız mücadeleden sonra yangın yerine dönmüş memlekette 3 Temmuz 1918'de veliahd Mehmed Vahideddin, Padişah oldu. İttihatçı önde gelenleri, kaçıp memleketi terk etmişlerdi. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi yapıldı. 13 Kasım 1918'de İstanbul İngilizler ve güdümündeki devletler tarafından işgal edildi. 23 Nisan 1920'de TBMM açıldı. 10 Ağustos 1920'de Hükümet Sevr'i imzaladı. Ancak Padişah, bu berbat metni imzalamayı reddettiği için bir taslak olarak kaldı. İmza isteyen itilaf devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya'ydı.
1 Kasım 1920'de Hanedanlık idaresi kaldırıldı.
24 Temmuz 1920'de Lozan Andlaşması imzalandı. Hemen ardından 6 Ekim 1923'te işgalci devletler, İstanbul'u tahliye ederek çekip gittiler. Geldikleri gibi gitmemiş, çok tavizler koparmışlardı. Onların ardından 29 Ekim 1923'te cumhuriyet idaresi ilân edildi. 3 Mart 1924'te Halife Vahideddin hayatta iken Hilafet, TBMM'nin şahs-ı mânevisine alındı. 1928'lerde harf dâhil bir çok inkılaplar yapıldı. Ayasofya Camiî kebiri tamir etme bahanesiyle 1930'da ibadete kapatıldı. 18 Temmuz 1932'de Ezanı Muhammedi asli hâlinden çıkartıldı. Ayasofya, 1 Şubat 1935'te usulsüz bir şekilde müze olarak açıldı...
Bu tarih silsilesi bilinmeden Lozan'ın anlaşılması mümkün değildir. Milletvekilleri daha İstanbul'da ve Meclisi Meb'usan faal iken 28 Ocak 1920'de meb'usların oy birliği ile Misak-ı Millî kararı alınmıştı. Bugün Yunansitan'da kalmış olan Garbi Trakya, hudutlarımız içindeki Antakya, Hatay, Suriye'deki Cerablus, Halep, Irak'taki Musul, Erbil Kerkük vs hep birlikte vatan kabul ediliyordu. Bunlarla Türkiye idik. Bu misak, Sivas ve Erzurum Mülakatlarında/konferanslarında da aynen kabul edildi.
Fakat yerden bittiğimiz, yoktan var olduğumuz bir tarih başlangıcının tapu senedi olarak gösterilen Lozan Andlaşmasında Türk tarafı ne 12 Adayı, Kıbrıs'ı, Batum'u ve ne de Misak-ı Millî hudutlarını kurtarabildi. Borçlar, kötü şekilde yapılandırıldı. Daha bir çok kayıp oldu...
Lozan müzakerelerine 40'a yakın murahhas âzâ, müşavir, mütercim matbuat temsilcisi iştirak etmiştir. Bunlarla, yabancı delegelerin yazdıkları okunmadan, oradaki hususi hayat bilinmeden, sloganlarla tarih inşa edilemez...
Eğer Lozan, olduğu gibi anlatılsaydı bugün elimiz Halep'te, Musul'da, Batı Trakya'da Misak-ı Millî'nin diğer yerlerinde daha güçlü olurdu.
Lozan'ı doğru okuyabilen, 15 Temmuz 2016 hain darbe teşebbüsünün bir Sevr dayatması olduğunu da okuyabilir.
.HALEP
2016-09-28 02:00:00
Suriyeliler, Beşar Esad'ın zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığındıklarında bu tarafta bir yanlış anlama ve bir de hayret hâli yaşandı. Sanıldı ki gelenlerin hepsi Arap, öyle bile olsa insanî uygulama değişmez ama öyle de değildi. Misafirlerimiz, hemen hemen eşit ölçülerde Arap, Kürt ve Türkmen'dir. Hayretse şöyle oldu. Onlardan bir kısmı gayet güzel Türkçe konuşuyorlardı. Vatandaş çoğunluğumuz, hatta okumuş yazmışlarımız hayret ettiler. Bazıları hayretini seslendirerek bazıları ise içinden "Türkçe'yi nereden öğrenmişler?" diye soruyordu.
Bir millet sahip olduğu toprakların yabancısı kılınırsa böylesi garipliklerin görülmesi kaçınılmazdır. Bir kere 1920'ye kadar Suriye adında bir devlet yoktur. Şimdiki Ürdün, Filistin, Lübnan, İsrail ve Suriye "Vilâyet-i Şâm"dır. Bu itibarla Suriye, zikrettiğimiz tarihe kadar Urfa, Gaziantep, Bursa Konya, Edirne gibi bir şehrimizdir. Burada Türkçe bilinmesi ve halkın Anadolu sîmalı olması kadar tabiî ne olabilir? Türkçe ve yüz benzerliği gerçeğinin uzak ve yakın tarihle alâkalı başka bir sebebi daha mevcuttur:
Oğuzların Kınık Boyu'ndan olan Selçuklular, Büyük Selçuklu Devletinden başka Anadolu Selçuklu, Kirman Selçuklu, Horasan Selçuklu, Suriye Selçuklu ve Irak Selçukluları şeklinde de tarih sahnesinde yer almışlardır. Suriye'dekinin adı "Halep Selçuklu Melikliği"dir. Bu melikliği 1095 yılında Sultan Alpaslan'ın oğlu melik Tutuş'un oğlu melik Rıdvan kurmuştur.
Diğer sebepse şapka inkılabıdır. Türkiye'de 1928'de şapka inkılabı ilân edilince şapka giymekten imtina eden bir hayli vatandaş Halep başta olmak üzere Suriye şehirlerine hicret etmişlerdi.
Geçen gün uzun seneler Bağdat'ta devlet adına vazife yapmış birine sohbet esnasında "Bağdat ne kadar güzel değil mi?" diye sorduğumda yüreğimi yakan bir cevap aldım: "Öyle bir Bağdat artık yok!"... "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz!" darb-ı meseliyle dilimizde efsaneleşmiş şehir, ne yazık ki perişân edildi.
Eski güzel Bağdat'ı görmüştük; tam bir medeniyet, tam bir ilim-irfan, âlim-evliyâ ve mimârî eserler şehri. Eski güzel Halep'i de görmüştük. Muhteşem bir kal'ası, nadide camileri, cıvıl cıvıl çarşıları vardı. Sıcak hava, insanın üstüne huzuru da eliyordu... Döviz büfesinin camında Türkiye Türkçesiyle "Türk parası alınır" yazısını görünce ne kadar memnun olmuştuk.
Haçlı dünyası Bağdat'ı tarümâr ve bir medeniyeti yer ile yeksân ettikten; buradaki tarihî mirası aparıp götürdükten sonra şimdi de Halep mahvedilmekte. Halep'in cımbızla etleri yolunuyor.
Suriye'de bugün için en net ifadeyle tablo şudur:
ABD, PYD/YPG'ye yardım ederek hedefine yürümekte, Rusya Federasyonu, Beşar Esad Nusayri rejimine yardım ederek Akdeniz ve Ortadoğuya inmişliğini pekiştirmekte, Türkiye -geç kalmış olsa da- ılımlı muhaliflerle Türkmenlere destek olarak 5 bin km2'lik emin bir bölge tesisine çalışmakta.
Bütün bunlar olurken Nusayri ve Rusya güçleri, Halep'e bombalar, kurşunlar, alevler yağdırmaktalar. Adını koymak lâzım. Dün Sırplar, Srebrenitsa'da Boşnaklara ne yaptılarsa bugün bu iki kuvvet Suriye'de Halep başta olmak üzere Sünnî Müslümanlara aynısını yani soykırım yapmaktalar. Bütün dikkatlerin uyanması lâzım Halep'te sivil ahali soykırıma marûz!!!
Halep mahvedilirken, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmazken Ankara ve Washington'dan sadece kınama sesleri yükselmekte, AB başkentleri ise oralı bile olmamaktalar.
.YÖK
2016-09-27 02:00:00
Cumartesi günü İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıd'daki merkez binasındaydık. YÖK Başkanı Yekta Saraç, kurumuyla alâkalı olarak bilgi paylaşmak maksadıyla yazarları, Osmanlı'nın Harbiye Nezareti, Cumhuriyet'in İstanbul Üniversite olan bu binada bir toplantıya davet etmişti.
Programa başlamadan YÖK Başkanı ve üniversite rektörüne iki teklifte bulunduk. Bunlardan birinin cümle kapısından giren talebenin, hatta öğretim üyesinin hiç olmazsa kapının üzerinde yazan hatları okuyabilecek dereceye yükseltilmesi, bunun için müfredatta tedbirler alınması, diğeri de merkez binanın Eğitim Müzesi yapılması, müze yapılırken arkadaki Bekirağa Bölüğünün de inşa edilmesi.
İstanbul Üni. Rektörü Mahmut Ak, binanın müze anlayışıyla büyük paralar harcanarak tamir edildiğini ve Bekirağa Bölüğü'nün de resimlerden üretildiğini, 5 milyon tuğla konacağını söyledi.
Süleymaniye Camiî'ne bakan kapının açılmış olması ise bize tıpkı cümle kapısı alınlığındaki tuğranın yerine konması gibi teselli sebebi oldu. Bizim burada okuduğumuz yıllarda talebe, 250 metre ötedeki Süleymaniye Camiîne gitmesin diye o kapı kapalı, Osmanlıya muhabbet duyumasın diye de o tuğra yerinde yoktu...
Bu giriş sohbetinden sonra herkes de gelmiş olduğundan 3 saat süren bir toplantıya geçtik.
YÖK Başkanı Yekta Saraç, bazı hususlara bilhassa dikkat çekti. Bunlardan biri eğitim emniyeti. FETÖ/PYD örgütüne dâhil olmuş her kim olursa olsun bunların üniversiteden temizleneceğini söyledi. Mücadele yalnızca içerde değil, dışarıda da devam ediyormuş. 64 devletin eğitim müşaviri ve 17 Büyükelçi YÖK'e davet edilerek kendilerine hain darbe teşebbüsü ve yaptıkları zararlara dair malumat verildiğini söyledi. Başkanın anlattığına göre örgüt, sadece kendisi okul açmakla kalmamış, devlet okullarına da talebe yerleştirmiş. Ancak buna rağmen sn Saraç "her talebeye örgüt mensubu gibi bakmak onları devlete kırgın hâle getirir" diyerek bir başka gerçeğe dikkat çekiyor. "Gereken neyse rektörlerimiz onu yapacak" diyor. Başkan şunun kamuoyu tarafından bilinmesini bilhassa beklemekte. YÖK, bir kısım yetkilerini üniversitelere devretmiş. Yekta Saraç "üniversiteler, YÖK'ün taşra şubeleri değil" diye üstüne basa basa bir kaç kere tekrarladı.
Şu bilgi ise hakikaten acı:
OECD raporuna göre bizim gibi ülkelerde üniversite mezunlarının iş bulma imkânı giderek düşmekteymiş. Bu şu demek. Kuru diploma çok fazla bir şey değil. İkincisi de bundan böyle ihtisaslaşma giderek önem kazanacak. İyileştirme yapılacak dallardan biri de açık öğretim. Buraya çeki-düzen verilecek. Açık öğretime girme yarışı olacak deniyor.
Doğu ve güneydoğu Anadolu üniversitelerinde öğretim üyelerinin yerlerinde kalmaları, buraların tercih edilmesi için çok ciddi, köklü çareler bulunması gerekmekte.
YÖK ilk defa burs verecekmiş. Başkan bunu çok önemsemekte. Projenin ismi "102 Bin Projesi". 100 ayrı sahada 2 bin kişiye burs verilecek. Yekta Saraç, ekibiyle birlikte YÖK'ü yeniden inşaa koyulmuşlar. Yeni YÖK 3 ana birimden oluşacak: Yükseköğretim Planlama ve Yönlendirme Kurulu, Yükseköğretim Kurulu, Yükseköğretim Kalite Kurulu...
Kökleri tâ Fatih zamanındaki Sahn-ı Semân Medreselerine dayanan bir eğitim varlığının bugün elbette dünya ile yarışır olması veya daha bir dişe diş yarışması gerekirdi. Başkanın anlattığına göre dış dünyada eğitim tavanda iyiymiş. Bir kaç yıldız üniversiteden sonra aşağısı uçurummuş. Bizde taban sağlamken yıldız eksikliği varmış.
Tıpkı TSK gibi üniversitenin de zehirli otlardan, ayrıklardan kurtulmasıyla daha bir canlanma olması beklenmelidir. Vazgeçilemez temel esaslar şunlardır. 1-Gençleri ideolojilere, örgütlere kaptırmamak. 2-Yabancılaşmış köksüz aydın yetiştirmemek.
.YÜKSEKÖĞRETİM
2016-09-26 02:00:00
YÖK'ün sunduğu 2015 yılı verilerine göre 109'u devlet, 84'ü vakıf üniversitesi olmak üzere Türkiye'de 193 üniversite vardı. 15 Temmuz 2016 Darbe ve İşgal İhanet Teşebbüsünden sonra vakıf üniversiteleri sayısı değişse de bu malûmat, üzerinde konuşacağımız eğitim ve çapı için bir göstergedir.
En çok üniversitesi bulunan illerimiz sıralaması şöyledir:
Antalya 2 devlet 3 vakıf, Ankara 6 devlet 12 vakıf, Gaziantep 1 devlet 3 vakıf, İstanbul 11 devlet 47 vakıf, İzmir 4 devlet 5 vakıf, Kayseri 2 devlet 2 vakıf, Konya 2 devlet 3 vakıf.
YÖK, vakıf üniversitelerinin başlangıç tarihini 1996 olarak almakta. Aslında Türkiye, 1970'lerde hususi teşebbüs eliyle yüksek tahsil kurumları açmaya başlamıştı. Ne var ki daha sonraki iktidar, bunları kapattı. 20 yıl ziyan olmuştur. Eğer; o günlerdeki başlangıç, olgunlaşarak devam etseydi bugün eğitimimiz daha zengin olabilirdi.
2015 yılı esas alındığında üniversitelerimizdeki öğrenci sayıları da şöyle:
Devlet üniversitelerinde 5 milyon 615 bin 293, vakıf üniversitelerinde 447 bin 593. Toplam 6 milyon 62 bin 886.
Açık öğretimdeki öğrenci mevcudu ise 2 milyon 803 bin 064'tür.
Yüksek lisans talebe sayısı 342 bin 101, doktora talebesi 78 bin 223'tür. YÖK, bütün bu sayıları, erkek ve kız talebe diye tafsilatlandırmaktadır.
Profesör sayısı 20 bin 880, doçent 14 bin 140, yardımcı doçent 33 bin 323, araştırma görevlisi 45 bin 399'dur.
Doktora ve yüksek lisansla birlikte ortalama 9 milyon gencimiz yüksek tahsil yapmaktadır. Bir başka ifadeyle 18 milyon ilk ve ortaöğretim çağındaki çocuk ve gençlerimiz dâhil edildiğinde tahsil yapanlarımızın yekûnu 28 milyona yakındır. Bu rakam, nüfusumuzun üçte biri civarındadır.
Soru şöyle olamaz mı?
-Petrolü olan yaşlı bir ülke mi, nüfusunun üçte biri 25 yaşın altında olan genç ve dinamik bir memleket mi?
Şaşırtıcı bir veri şudur; "en çok yayın yapan 30 üniversite" sıralamasında vakıf üniversiteleri 20. sıradan başlamaktadır. Türkiye adresli yayınların yer aldığı bilim dalı sayılarında klinik tıp %33.4 iken, eğitim % 0,14 hukuk ise % 0.012 ile çok düşündürücü bir yerdedir.
Türkiye'de 72 bin 178 Türk vatandaşı olmayan öğrenci tahsil görmektedir. İlk sırada 10.638 kişi ile Azerbaycan, son sırada da 328 kişi ile Habeşistan yer almaktadır. Batı Avrupa ile Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Malezya, Endonezya ve Japonya gibi Uzak Asya devletlerinden misafir talebemiz yoktur.
Türkiye'den yurt dışına üniversite eğitimi için giden talebe sayımız 42.260'tır. Birinci sırada Almanya, sonuncu sırada Kırgızistan yer almaktadır. Bizden de Uzak Asya ve Latin Amerika'ya talebe gitmemektedir.
Erasmus ve Mevlana Değişim Programları da dâhil edildiğinde en fazla eğitim münasebeti içinde olduğumuz ülkeler Afrika, Balkanlar, Orta Doğu ile OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu toprakları, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Batı devletleridir.
ABD için yabancı devlet vatandaşlarından elde edilen eğitim geliri, hazine için ciddi meblağdadır. YÖK başkanı Prof. Yekta Saraç'ın naklettiğine göre dışarıdan gelen talebe kabulünde İngiltere "memleketimi eğitim çöplüğü yapmayacağım" diyerek seçici safhaya geçmiştir.
Türkiye eğitiminde bütün bu açılımlar sürerken 15 Temmuz ihaneti yaşandı. Bu ihanetin yol açtığı enkazın her alanda olduğu gibi eğitimde de çok dikkatli ayıklanması gerekmekte. Bir talebenin yurtdışı yüksek lisans ve doktora mezuniyet maliyeti, azımsanmayacak meblağlardadır. Hem bu ve hem de insan harcamamayı, insanı yaşatmayı önceleyen esastan hareketle ÖYP/Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı gereği bu imkândan faydalanmış olup da bugün üniversitelerinde işe başlamak için bekleyenlerden suçsuz olanların mağdur olmamalarına dikkat etmeli.
.Doğu, Batı, Kuzey dünya görüşleri ve İslâm medeniyeti
2016-09-23 02:00:00
İslam medeniyetinde her düşünce adamı, her bilgin kendinden önce gelen mütefekkirin ortaya kovduğu gerçekleri İnkâr etmemiş, yahut görmemezlikten gelmemiş; en mühimi o gerçekleri, o düşünceleri karartmaya, çürütmeye çalışmamış; kendi ter ve emeğini de katarak o ışıltılı fikirleri geliştirmiş ilerletmiş ve daha yüceye dikmeye çalışmıştır. İslam bilginleri batılı filozoflar gibi birbirlerinin eksiklerini arayarak roman ve fikir öldürmemişlerdir. Biri diğerinin destekçisi olarak bir kişinin malı olmayan İslam düşüncesinin çağlar boyu yol alırken yorulmaması için devirlerden üzerine dökülecek yabancı serpintilerden matlaşmaması için çalışmışlardır.
Bu yüce medeniyette her düşünce adamı ve her sanatkâr kendini mutlak hakikatin bir işçisi kabul etmiş; kendisini unutarak, benliğini hesaba katmayarak çalışmış, önüne geçilmez bir aşkla ebedi yeni olan İslam düşüncesini mum ışığında divit kalemlerle milyonlarca kitaba zarif bir el örgüsünden daha ince ve daha sanatkârca bir titizlikle işlemiş ve onlar da eserleri ile birlikte zamana kök salarak eşsiz ve harikulâde çiçeklerini ebediyete doğru uzatmışlardır.
Hiç bir medeniyet bu denli bol ve ulu fikir adamı yetiştirmediği gibi; bu medeniyetin sanatkârlarının seviyesine de hiç bir dünya görüşü temsilcisi yükselememiştir... Benim sanatçım mermeri konuşturmuş, kubbeyi şiirleştirmiş, çeşmeyi rüyalaştırmış; benim sanatçım çekicini ve kalemini tılsımlı hareketlerle kullanarak akıl üstüne doğru yal almış; eserlerini zamana ve mekâna sökülmez çivilerle çakmıştır.
Benim fikir adamım da sanatkârım da birer dehadır!... Sadece bunlar mı?.. Benim devlet odamım. Kumandanım da som cesaret, som asalet, som vecddir.
Benim medeniyetim her sahada en üstünü yetiştirir… Çünkü benim medeniyetim gelmiş geçmiş medeniyetlerin en üstünüdür. İnsanı bir köle kabul etmez, "mahlûkların en şereflisi" olma tacını o'na layık görür.
Benim medeniyetim ne ruh'un hakkını yer o'nu köleleştirir, ne aklı putlaştırır... Her ikisinin de hakkını verir, fakat sınırını da bilir.
Çünkü benim medeniyetimin temeli hiçbir kalemin lâyıkıyla övemeyeceği en üstün insan, en Ulu Peygamber, kâinatın baş tacı tarafından atılmıştır.
Hiç bir dünya görüşü benim dünya görüşümle boy ölçüşemez! Temeli insanlar tarafından atılan en olgun medeniyetler bile eksiklik ve yanlışlıklarla doludur.. İnsanları bir süre oyalayabilir ama ruhları ebediyen doyurmaz bu medeniyetler.
Bu medeniyetler kendilerini ya tamamen dünyanın emrine vermişlerdir, yahut tamamen fizik ötesinin buyruğuna... O yüzden yarı yolda kalmaya mahkûmdurlar. O yüzden ışıkları yarı yolda söner!...
Batı medeniyeti rakip olarak çıkarılmak istenmiştir benim medeniyetime karşı. Ve sanki İslâm medeniyeti batı medeniyetine yenilmiştir. Yoktur böyle bir şey tabii; fakat bazıları böyle bir düşüncenin zihinlerde yankılanmasını istemişlerdir.
Oysa ortada bütün şubeleri ile olgun bir batı medeniyeti yoktur.
Olsa olsa bir batı teknik ilerlemesinin varlığını kabul edebiliriz! Maddeyi geliştirdikçe ruhu gerileten bir derleme; ruhu sıkıştıran mutsuzlaştıran, tatminsizliğe ve karamsarlığa iten; kısacası o'nu bir kaos'a mahkûm eden bir ilerleme! Ruh şikâyetçidir Batı medeniyetinden, ruha yabancıdır bu medeniyet. Nakıs bir medeniyettir batı medeniyeti; anlayamaz ruhu ve insanı. Derinlik yoktur bu medeniyette. Gönülden doğmamıştır ve gönüle hitap etmez! Kuru aklın eseridir batının medeniyet olarak insanlığın önüne koyduğu teknik gelişme. Pozitivizmin eseri... Mümin gözü görür, onun temelindeki inkârcı amaçları. Çünkü mümin daha üstün bir medeniyetin eridir; gerçek medeniyetin. İslam medeniyetinin...
Batı medeniyeti böyledir de, bir doğu medeniyeti, yahut bir kuzey medeniyeti batı medeniyetinden daha mı üstündür!
Mesela bir Hind medeniyeti?
Hind edebiyatı, Hind şiiri, Himalaya kadar yüksek, Ganj kadar coşkun, Hind ülkesinin tabii güzellikleri kadar büyüleyici olmasına, Hind'in çok kendine has bir medeniyeti, bir tefekkür sistemi bulunmasına rağmen; bu düşünce manzumesi de İslâm medeniyeti ve tefekkürü karşısında sönük, yarım ve yetersiz kalmaktan kurtulamaz!
Ruh'u kanatlandırmak ister Hindli, batının o'nu hapsetmesine karşılık. İster ki ruh hep ufuklar ötesinde, bulutlar üstünde dolaşsın. Fakat bu düşünce bir hippinin esrar içtikten sonra hayal âleminde gezişi gibidir... Hind dünya görüşü kişinin dünya ile ilgisini tamamen kesmeye çalışır ve onu dünya nimetlerine sırt çevirmeye çağırır.
Fakat bu yol da ifrat yoludur, insanı hareketsizliğe ve uyuşukluğa iten bir yol.
Kuzey dünya görüşü, yani bütün komünist sistemler ise dünya görüşlerinin en zavallısıdır. İnsanın fânilere taptırıldığı, insanın köleleştirildiği, öte İnancının, fizikötesinin tanınmadığı gelmiş geçmiş en fena düzen... Firavun düzenin çağ'a uygulanışı!...
Ey insan!
Eğer içinde bulunduğun bunalımdan çıkmak istiyorsan yüzünü ne kuzeye, ne doğuya, ne batıya çevir!
Ey insan!
Eğer bu kâbustan kurtulmak istiyorsan kıbleye ve o’nun medeniyetine yüzünü dönmek zorundasın!.. Aksi hâlde bitmeyecektir bu bunalım.
(11 Kasım 1976-Türkiye gazetesi)
.SULTAN ABDÜLHAMİD HAN
2016-09-22 02:00:00
Sultan Abdülhamid Han'ın doğum tarihi, 21 Eylül 1842'dir. Osmanlı döneminde "Abdülhamid-i Sâni", Cumhuriyet döneminde ise "II. Abdülhamid" denen bu Sultan, 36 Osmanlı Padişahı içinde üzerinde en çok konuşulan Hükümdar/Halifelerden biridir. Aynı zamanda mazlum ve mağdur bir Padişahtır. Devlete, millete, ümmete ve medeniyetimize yaptığı inanılmaz çaptaki hizmetleri sebebiyle kendisine rahat verilmedi. Birbirini takip eden seneler içinde darbe teşebbüslerine maruz kaldığı gibi hain teşebbüsler aynı sene içinde de oldu.
Necip Fazıl'ın "Ulu Hakan", Nihal Atsız'ın "Gök Sultan", için için yanan aziz milletin de "Evliya Padişah" dediği Abdülhamid-i Sâni, bugün TBMM Başkanlığının öncülüğünde ilk defa resmî bir çalışmayla yâd edilmekte. Mezkûr Sultan, Dolmabahçe Sarayında bir sempozyumla tekrar gündeme gelmiş olmakta. Dünyanın muhtelif memleketlerinden ilim adamları, hakkında 95 tebliğ sunacaklar.
Darbe teşebbüslerine, emperyalist saldırılara, teröre, münevver ahmaklığına rağmen gecesini-gündüzüne katarak hizmet eden bu dâhi Sultan'ı anmak, O'na hakkını teslim etme vefası göstermek, kini din edinmiş bazı Abdülhamid düşmanlarını kimseleri rahatsız etti. Manşetlerde ,sütunlarda bu büyük Padişaha hakaret ediyorlar. Onlar, Adnan Menderes'e "düşük" demişlerdi. Turgut Özal'a "Turgut" diyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan'a "Tayyip" dediler. Bu kelimelerle adı geçen devlet adamlarını kalemle linç etmeye çalışıyorlardı. Şimdilerde biraz da kerhen ötekileri terk etseler de haçlı cenahından güç alarak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'na "diktatör" demeye devam etmekteler. Bu tutum, çürümüş bir zihniyetin yüz yıllık mahsulüdür. Zira aynısı devrin ahmak veya hain münevverleri, köksüz jön Türkleri ve sığ İttihatçıları tarafından Abdülhamid Han için de kullanılmaktaydı. O'nun için kullanılan "müstebit" kelimesinin karşılığı "diktatör"dür. Ancak orada durmayıp "kan dökücü" manasına çok daha kötü bir söz de sarf ettiler. Nitekim FETÖ/PDY örgütü 15 Temmuz darbe teşebbüsünü kendisi yaptığı hâlde Hacca gelmiş olanlar dahil dünya Müslümanlarını Tayyip Erdoğan'ın Müslüman kanı döktüğü şeklinde asılsız propagandalarla kandırmaktadır.
"Kızıl Sultan" iftirasının içyüzü şöyledir:
Bir kısım Ermeniler, 1866 Yılında Hınçak Komitesini kurdular. Bu örgüt, şark vilayetlerimizde Kürt- Türk demeden Müslüman ahaliyi katletmeye başladı. Maksatları, onları göçe zorlayıp yerlerini ele geçirmekti. Yaşanan vahşi saldırılar üzerine Sultan Abdülhamid, IV. Ordu komutanı müşir Zeki Paşa'ya terörü önleme emrini verdi. Zeki Paşa, eli kanlı teröristleri durdurdu. Karşı tedbir üzerine Fransız Akademisi üyesi Kont Albert Vandal ilim namusunu ayaklar altına alarak meşru müdafaa hakkını kullanan Padişah'a "Le Sultan Rouge/Kızıl Sultan" dedi. Tuhaf olan şu ki İttihatçılar da bu vandallığa sarılarak kendi devlet reisleri için aynı sözü kullandılar. Ne var ki 1915 Ermeni Tehciri üzerine Ermeniler, aynı sıfatı İttihatçılara aleyhine sarf ettiler . Okullardaki o basit "Emin Oktay" tarih kitapları da yakın zamanlara kadar Padişah’a bu iftirayı atmaya devam etti.
Kim, kime her ne derse desin. Neticede zaman en iyi ilaçtır. Zamanla kim kahraman kim hain, kim vatansever belli olmakta.
Dünya ve Türkiye eğitimde "ana okulu" ihtiyacını henüz keşfetti. Hâlbuki Abdülhamid Han zamanında "ana mektepleri" vardı. Kızlar için usulüne uygun mektepler açılmıştı. Bu Sultan’ın ulaşım, bayındırlık, sağlık, haberleşme, şehircilik gibi onlarca sahada yaptığı hizmetler sayılsa sayfalarca uzar gider. Çanakkale ve İstiklal Harbi’nin kazanılmasında o eserlerin payı çok yüksektir. İstanbul'un iki yakasını birleştiren köprü çizimlerini yaptırırken köprü üstünden de teleferik geçiyordu. 26 Aralıkta açılışı yapılacak olan Avrasya Tüneli aynı yerlerden olmak üzere çizilmişti. Eğer 31 Mart'ta devrilmeseydi bugün yapılan çok hizmet, o gün hayata geçecek, devlet 5 milyon km2'den 777 km²ye düşmeyecek, biz petrol ihraç eden bir devlet olacaktık.
Abdülhamid Han'ı Haçlı, Siyonist ve ahmak münevverler devirdiler. Çünkü ümmete şuur, millete cesaret kazandırmıştı, devasa memleketi kalkındırıyordu. Bugün Recep Tayyip Erdoğan'ı devirmek isteyenler de Siyonsitler, Haçlılar ve ahmak Aydınlar.
.ÜÇÜNCÜ DÜNYA HARBİ
2016-09-21 02:00:00
I. Dünya Harbi'ne kadarki silahlar, mekânik silahlardı. II. Dünya Harbi'yle dünya nükleer silahlarla tanıştı. Tetik tutan eller, atom bombası atan düğmelere bastılar. II. Dünya Harbi'nden Sovyetler Birliği'nin dağıldığı 1989'a kadarki Soğuk Savaş döneminin silahları atomdur, nükleer silahlardır, füzelerdir ve benzerleri.
21. Asırdan itibaren dünya, yeni bir savaş safhasına girdi. Nükleer silahlar, atom bombaları yine tehdit unsuru, yine caydırıcı silah grupları. Hatta Irak'ın işgal sebebi bu devletin nükleer silahlara sahip olduğuna dair asılsız çıkan iddiadır.
Günümüzde o mekânik silahlar, toplar, tanklar, füzeler ve nükleer silahlar, atom bombaları, hidrojen bombaları yine mevcut ve yine rağbette. Fakat onlara bu defa elektronik unsur da dâhil oldu. Elektronik, dürbünden insansız hava aracına, jete akıllı bombalara kadar bir çok silahı donattı.
Hâl böyle olunca savaşların şekli de değişti. Artık sadece kara değil, deniz de değil, uzay da bir savaş alanı. Bugün "atom bombası mı ehemmiyyetlidir, yoksa uzayda ülkeye yol gösteren uydu mu daha ehemmiyyetlidir?" diye bir sual sorulsa bu işten anlayanlar herhâlde "uydu" diyeceklerdir.
Günümüzde devletleri, atom bombasına sahip olanlar ve olmayanlardan ziyade uydusu olanlar ve olmayanlar diye ayırmak daha gerçekçi olur. Atom bombası külfetli bir caydırıcı silahtır ve kullanma ihtimali de sıfıra yakındır. Uydu ise her ân kullanımdadır. Bugün uydusu bulunmayan devlet, gece karanlıkta ışığı olmadan yol almaya çalışan insandan farksızdır.
Silah sanayiînde elektronik dönemdeyiz. Savaşın tekniği değişince şekli de değişmiş oldu. Farklı ırkî aidiyetler, sosyal medya savaşa malzeme yapıldı. Terör örgütlerinden taşeron savaşçılar çıkartıldı.
Bugün ülkelerin işgalleri ordulardan ziyade, ticari ürünlerle, endüstriyel ürünlerle, elektronik ürünlerle gerçekleşmekte. Kimya, biyoloji ve psikoloji savaşın diğer unsurları. Algı yönetimi, idraki şekillendirme yepyeni bir silah. Bugünkü dünyada haklı olan haklı değil, güçlü olan haklı.
Türkiye Suriye'ye girip adaleti temin etme hususunda 5 yıldır engellendi. Halbuki kimler nerelerden gelmişti. Ama onlar, Türkiye'ye açık veya örtülü biçimde "senin Suriye'de ne işin var?" diyorlardı. Oysa kimler nerelerden gelmemişti? İşte en son olarak Çin de Suriye'ye geldi.
Bir tasnif de şöyle yapılabilir:
Mekânik silahlar, dinler savaşıydı.
Nükleer silahlar, ideoloji savaşları.
Elektronik savaşlar işgal savaşlarıdır.
Bir başka tasnif:
Mekânik silahlarla araziler fethedildi.
Nükleer silahlarla petrol kuşatıldı.
Elektronik silahlarla, jetler, İHA’lar, uydularla petrol, değerli madenler, nüfuz, nüfus üstünlüğü, iktisadi baskı ve doğalgaz savaşı yapılmakta.
Önümüzde Su Savaşları var.
Kimse rehavete kapılmamalı, ümitsiz de olmamalı, sadece gerçeği olduğu gibi görmeli. Fikrin, düşüncenin savaştaki yönlendirici tesiri gözden kaçmamalı. Bu savaşlar bitmez. Böyle bir hayat tarzı doğdu. Bu taşeron örgütler tükense bile onların yerini yenileri alır. Bu sebep devletçe de milletçe de güçlü olmaya bakmalı. Bükülmeyen eli öperler. Üçüncü Dünya Harbi süreci yaşanıyor. Bölgede haritaların değişmesi ile belki de Dördüncü Dünya Harbi başlar...
.BM VESAYET ALTINDA
2016-09-20 02:00:00
BM/Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na dair 40 yıldan bu yana herhâlde 40 yazı yazmışızdır. O yazılarda yerine göre BM'nin adaletten yana yer almadığını, yerine göre taraf olduğunu, yerine göre insafa, vicdana karşı duyarsızlığını vs vs dile getirdik.
Hatta ilk yazdığımız yazılardan birinin başlığı "İslâm BM Teşkilatı"dır. Esasında "İslam Konferansı Teşkilatı" diye kurulup da daha sonra "İİT/İslam İşbirliği Teşkilatı" adını alan kuruluşun ortaya çıkma sebebi de İslâm BM Teşkilatı ihtiyacından dolayıdır. Ne var ki bu teşkilat, ne önceki döneminde ve ne de sonraki dönemde bir varlık gösteremedi. Doğru olan, İslâm BM Teşkilatı, Hindu BM Teşkilatı, Hıristiyan BM Teşkilatı vs değil, BM teşkilâtıdır. Lâzım olan, insanlığı temsil eden bütün üyelerin bir çatı altında toplanıp şikâyet, dert, dilek ve tekliflerini konuşup çare üretebildikleri bir teşkilattır.
Nasıl ki İİT, mağdur Müslüman, cemiyet ve memleketeler için derde devâ olacak cinsten bir çâre üretemediyse BM de kurulduğundan bu yana, ezilen kavimler, baskı altında tutulan devletler için dişe dokunur bir tedbir alamadı, haksızlıkları kınayamadı. Bunun sebebi BM'nin teşkilat yapısıdır. Bizim yazılarımız buna dairdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığı'ndan bu yana dile getirdiği şikâyetler bundan dolayıdır. Sn Erdoğan, gerçeği "Dünya 5'ten büyüktür" diye hülasa etti ve ediyor. Yerinde bir teşhisi daha var. BM Güvenlik Konseyi'nde 1 tek İslam memleketinin bile mevcut olmadığına dikkat çekmekte. Halbuki İslâm memleketleri BM'nin üçte birinden fazla.
Bugün BM'e tam üye 193 devlet ve müşahit/gözlemci olarak da 2 devlet vardır.
Üye devletlerden 5'i BMGK/Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni teşkil ederler. Diğer 188 üye ülke GK/Genel Kurulu meydana getirir. Bu 188 devletin aldığı bir karar, BMGK üyesi devletlerden 1'i tarafından bile "veto" edilirse o karar düşer ve hiç bir müeyyide ve hükmü kalmaz. Veto, mutlak red demektir. Yani bu kararın bir üst merci yahut mahkemeye taşınıp bozulma imkânı yoktur.
BMGK üyesi 5 devlet şunlardır:
ABD/Amerika Birleşik Devletleri, ÇHC/Çin Halk Cumhuriyeti, RF/Rusya Federasyonu, Fransa, BK/(Birleşik Krallık) İngiltere.
BM, bu 5 devletin vesayeti altındadır. Batılı terminoloji ile söylemek gerekirse "BM manda idaresi tarafından idare edilmektedir."
Bundan dolayıdır ki 1948'den bu yana İsrail'in Filistin'e karşı yaptığı haksızlıklar, BM tarafından ne gün kınansa ABD bunu veto ettiği için hükümsüz kalmıştır.
BM şüphesiz ki bir soğuk savaş dönemi kuruluşudur. II. Cihan Harbi'nin bittiği şartlarda 26 Haziran 1945'te doğmuştur. O gün dünyadaki devlet sayısı bugünkünün üçte, dörtte biri kadardı. SSCB dağıldıktan sonra bile devletlerin dağılımı değişmiştir.
Uygulamadaki haksızlıklar ve gelişen tarihî, coğrafî ve fiilî sebeplerden dolayı BM'nin İslâm BM Teşkilatı, Arap BM Teşkilatı, Türk BM Teşkilatı, Slav BM teşkilatı gibi kuruluşlara ihtiyaç duyulmayacak şekilde adil, tarafsız ve vicdanı olan bir teşkilat olarak yeniden tanzim ve inşa edilmesi, insanlığın hayrına olacaktır. Bunlar yapılırken bir eksikliğin de giderilmesi gerekmektedir. Arapça, Çince, Rusça, İngilizce ve Fransızca'nın yanı sıra Türkçe de BM'nin resmî dili olmalıdır. Bunu 1 ay evvel Kazakistan'da Kazak Türklerine Türkçe konferans vermiş biri sıfatıyla yazıyoruz. Bugün yerkürede 300 milyon civarında insan Türkçe konuşmaktadır.
Ayrıca BM merkezinin de değişmesi gerekir. BM merkezi, tarafsızlığı BM tarafından tanınmış bir ülkeye nakledilmelidir.
.TAKVİMLER, AYIN 17'SİNİ GÖSTERİRKEN!
2016-09-19 02:00:00
17 Eylül Cumartesi günü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun dâvetiyle Anıtmezar'daydık. Bir kimse, Aksaray'da yüzünü batıya dönmüş olarak sağ elinin işaret ve orta parmağını açarak kuzeye doğru uzatırsa işaret parmağı, Topkapı'ya çıkan Millet Caddesi'ni, orta parmağı kuzey istikametinde uzayan Vatan Caddesi'ni gösterir...
Başvekil Adnan Menderes, Hariciye Vekili Fatin Rüşdü Zorlu ve Maliye Vekili Hasan Polatkan, işte bu Vatan Caddesi'nin Edirnekapısı'ndan gelen caddeyle kesişme noktasındaki Anıtmezar'da medfûndurlar.
Daha sonra Turgut Özal ve Aydın Menderes onlara komşu geldiler.
İki bakan, 16 Eylül 1961'de, Başvekil ise o gün rahatsız olduğu gülünç gerekçesiyle bir gün sonra 17 Eylül'de İmralı'da darağacı ve cellat eliyle katledildiler.
Devrin emperyalist emredicilerinin güdümündeki sivil-asker Tek Parti bürokratları ve medyası taşeronluğu vazifesini yapmıştı.
Bu 3 Şehîd, 29 sene asıldıkları İmralı Adası'nda kaldılar. Bir tek Allah'ın kulu kabirlerine uğrayıp bir Fatiha okuma imkânına sahip değildi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın teşebbüsüyle TBMM tarafından itibarları iade edildi. Naaşları, 17 Eylül 1990'da bugünkü "Şehidler Tepesi"ne getirildi. Tek Parti zihniyetinin takipçileri ile vesayetçi bürokrasi ve yabancılaşmış medya mensupları bu özür dileme ve hata düzeltme merasimine iştirak etmediler.
Rivayet edilir ki vatan toprağı ismi geçen mazlûm şehîdlere tahsis edilirken Turgut Özal da bugün yattığı yeri göstererek "beni de buraya gömersiniz!" demiş.
Merhum Başvekil -tam ismiyle - Ali Adnan Ertekin Menderes ve iki dâvâ arkadaşının muhabbetle yâd edildiği 17 Eylül 2016 günkü toplantı, Kur'ân-ı kerîm tilavetiyle başladı. Ardından resmî konuşmalar oldu ve İstanbul Müftüsü muhterem Prof. Dr. Rahmi Yârân'ın muhtevalı bir duasıyla nihayetlendi. Müftümüzün niyâzındaki bir cümle oldukça önemliydi:
-Ya Rabbi; Başbakan Adnan Menderes, Ezân-ı Muhammedî'yi aslî hâline iade ettiği için sorgulandı ve yargılandı, dedi. Rahmet talep eden bu cümle çok şeydi.
O vakti yaşamış olanlar naklederler. Vatan Caddesi'nin açıldığı günlerde bir de büyük bir yangın çıktığından etraf, is-pas içindedir. Akşamın geç vaktinde oradan geçenler, Adnan Menderes'i açılmakta olan yolu teftiş ederken görmektedirler. Yanında yalnızca şoförü vardır, üstü-başı ise islidir...
Şehîd Başvekil, bu hizmetleri yaparken Tek Parti zihniyetinin lideri TBMM kürsüsünden "ne yapacaksınız bu kadar geniş caddeyi, tayyare mi konduracaksınız?" diye O'na sataşıyordu. Bu ufuk farkı, sadece Şehîdler Köprüsü açılırken değil, tâ Yavuz Sultan Selim Köprüsü'ne varıncaya dek neredeyse her hayrlı teşebbüste karşımıza çıktı. O kadar ki bugün gayet sevimli olarak kullanılan "tl" rümuzu için bile muhalefet yapma adına hırçınlık gösterdiler?
Yeni nesiller, "Menderes'in suçu neydi, niye iktidarını devirdiler, neden bir kısım arkadaşlarını emniyette, kendisini de darağacında öldürdüler?" diyebilirler.
Bir sebebini, müftümüzün duâ cümlesinden naklettik; Ezânı saptırılmış vaziyetten aslî hâline çevirdi. Diğeri; yollar, köprüler yapmak. Daha başkaları da var. Osmanlı Hânedânı'nın kadın üyelerine yurda dönüş hakkı tanındı. Bir konuşmasında halkın demokratik gücüne işaret için "bu millet, isterse Hilafet'i de getirir!" dedi ve bu sözle siyonisti, haçlısı, mürtediyle bütün bozuk ideolojileri rahatsız etti. Diğer bir konuşmasıyla "istersem orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dedi. Asker ocağının özü millettir demek olan bu cümle de Kemalist taassuptakileri çileden çıkarttı.
Bunlar ve benzerleri darbe için iç sebeplerdi. 27 Mayıs'ı asıl yaptıransa üst akılla bozuşmadır. Türkiye Cumhuriyeti Başvekili, Washington'dan yardım alamadan eli boş dönmüştü. Halbuki bu millet ve bu vatan, bu geri kalmışlıktan kurtulmalıydı. Onun için bu defa Moskova ile masaya oturdu. Böylece İskenderun Demir Çelik, Aliağa Rafinerisi vs yapılabilecekti.
Bu cür'et, evvela 17 Şubat'a 1959'daki "Londra Tayyare kazasıyla" cezalandırılmak istendi. Başarılamayınca 27 Mayıs cinayeti ile nokta kondu. Bir vatan evlâdı, 17 Şubat'ta ölmeyince 17 Eylül 1961'de asıldı.
Ama hınçlar dinmedi!
Menderes ailesi, affedilmedi. Yüksel Menderes için evinde tüp gazı ile kendini zehirlemiş süsü verildi, Mutlu Menderes, Kızılay'da kaldırımda yürürken araba çarpmasıyla hayatından oldu, Aydın Menderes, trafik kazasıyla tekerlekli sandalyeye mahkûm kaldı...
Dünle bugün arasında ne çok benzerlikler ve yeniden açılmayı bekleyen ne çok dosyalar var...
Bu ne çok tesadüftür!
17 Şubat 1959
17 Eylül 1961
17 Aralık 2013
.EKBER ŞAH
2016-09-09 02:00:00
Zâhireddîn Muhammed Bâbür, Emîr Tîmur Gürgân Hân'ın oğlu Miran Şâh'ın torunu Sultan Ebû Saîd'in oğlu Fergana Hükümdarı Ömer Şeyh Mirza'nın oğludur. Kısacası Bâbür Şâh, Timur Hân'ın oğlunun torunun torunudur. Dedesi Sultan Ebû Sa'îd, Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden Ubeydullah Ahrar hazretlerinden dua almıştır.
Zâhireddîn Muhammed, 1482'de doğdu. 1494'te babasının vefatıyla Fergana Devleti'ne hükümdar oldu. Bâbür, Özbeklerin büyümesi karşısında Fergana'da hedefine varamayacağını anlayınca 1504'te Kabil'i, ardından Kandehar'ı fethederek buraya yerleşti. 1508-1525 arasında kuzey Hindistan'a akınlar yaptı 21 Mayıs 1526'da Paniput Meydan Muharebesi'nde Delhi Sultanı İbrahim Ludî'nin ordusunu imha etti. Agra'yı payitaht yaptı. Böylece Hindistan Türk imparatorluğu tâcı el değiştirmiş oldu.
1527'de Hinduların 100 bin kişilik ordusuna karşı Osmanlı kumandanı Mustafa Rumî'nin idare ettiği bir topçu birliğinin de desteğiyle Hindistan fethini tamamladı. Böylece 21 Mayıs 1526 Paniput Meydan Muharebesi'nden sonra ve 29 Ağustos 1526 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman'ın Mohaç Meydan Muharebesi'nde Macar ordusunu imha etmesinden biraz evvel adına "Gürganiyye", "Gürganlılar", "Timuroğulları" denecek olan bir büyük İslâm Devleti daha kurulmuş oldu.
Babür Şâh, 1530'da vefat etti. Kabri Kabil'dedir. Âlim ve edîb bir devlet adamıdır. Bizzat kaleme aldığı hayatına dair esere "Tüzük-i Bâbürî" ismini vermiştir. Divanı vardır. Ubeydullah Ahrar'ın Farsça olan "Risale-i Vâlidiyye" adlı fıkıh kitabını Türkçe'ye manzum olarak çevirmiştir...
Timuroğullarıyla birlikte 16. Asırdan itibaren eş zamanlı olarak Osmanlılar Garbî Türk Cihan Devleti ve Timuroğulları da Şarkî Türk Cihan Devleti olmak üzere iki üstün devlet kudreti şeklinde yerkürede yükseldiler.
Gürganiyye Devleti, 1858'de İngilizlerin Hindistan'ı işgaline dek 342 sene burada hükümran oldu. Kardeş devletin vedâından 65 yıl sonra bu defa Devleti âli Osman, 13 Kasım 1918-6 Ekim 1923 Arasında İngiliz öncülüğünde işgale uğrayacak ve işgali müteakiben o da vedâ edecektir...
Gürganiyye Devleti'nin 17 Hükümdarı olmuştur. Bunlardan biri de "Ekber Şâh" unvanlı Celâleddin Muhammed'dir. Ailesi bir savaş kaybı sebebiyle mülteci iken 1542'de Ömerkot'da dünyaya geldi. Bâbür Şâh'ın torunu ve Hümâyun Şâh'ın oğludur. Timuroğulları İmparatorluğu'nun 3. Hükümdarı olarak 1556'da tahta geçti.
Ekber Şâh, güçlü bir asker ve siyasetçi ve teşkilatçı bir devlet adamıydı. Devlet hayatında bir çok yeniliklere imza atmıştır. Ne var ki zaferler ve etrafı onu şımarttı. Yakın çevresinden Şeyh Mübârek gibi riyâkârlarla 1579'dan itibaren Portekizli müstemlekecilerle Hindistan'a gelmiş olan Cizvit papazlarının telkinleriyle kendini hükümdarlığın üstünde gördü. Padişahlık, sultanlık, hükümdarlık ona yetmiyordu. Hükümdarlığa tenezzül bile etmiyordu. Bu gurur ve kibirle "dîn-i ilâhî" ismiyle sözde bir din kurdu. 1582 senesinde bütün valileri sarayında toplayarak dinini onlara tebliğ etti.
"Din-i İlâhî", 3 esasa dayanıyordu: 1-Allah birdir. 2-Dünyanın nimeti güneştir. 3-Ekber Şâh, hem din ve hem de dünya önderidir. O'na tabi olmak şarttır. Tabi olmak mal, can, namus ve dinde fedakârlık gerektirir.
Görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- mübarek isimleri geçmemektedir.
Bu sözde dini yaymak isteyenler, vahyi akla aykırı bulmuş, Kur'an-ı kerîmin Allah kelâmı olma hakîkatini inkâr etmiş ve İslâmiyetin bedevî bir millete geldiği ve Gürganlılar gibi seçkin bir kavme hitap edemeyeceğini iddia etmişlerdir. Dalkavuklarından Şeyh Zekeriya "İnsan-ı kâmilden murat Şâh-ı Ekber'dir, kıble olarak ona yönelen muratlarına nâil olur" diyordu. Adı geçen sapıtmış hükümdar "sulh-ı külli" adıyla bir hoşgörü hareketi başlattı. "Divânhâne" diye bir tapınak yaptırdı. Buraya ve sarayına topladığı din adamları arasında diyalog geliştirmek istedi. Mehdiliği sahiplenmeye çalıştı. Şaşkın fâninin bunun gibi daha bir çok sapma ve iddiaları vardı. Onların hayata geçmesine engel olarak da başta "İki Bin Yılı'nın Yenileyicisi" İmâm-ı Rabbânî olmak üzere İslâm âlimlerini görüyordu.
Dedesi Babür Şâh, diğer kıymetli eserlerinin yanı sıra aynı zamanda Hanefi fıkhıyla alâkalı olarak "Mübeyyen" adında bir eser de vermiş olduğu, evliyâya, ehl-i sünnet yoluna meftûn ve hizmetkâr yaşadığı hâlde kâinatı sahiplenmeye uğraşan Ekber Şâh, zamanında bütün memlekette ve bilhassa sarayda hakîkî âlimler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. O'nun ölümüne kadar Mecusiler, Berehmenler, Hıristiyanlar, Cizvit papazları el üstünde tutuldu, sarayda misafir edildi. Müslümanlar, ehl-i sünnet âlimleri ise zulüm ve işkencelere marûz kaldı. İmâm-ı Rabbanî Ahmed Farukî Serhendî hazretlerini susturmak için hapse attırdı, işkenceler ettirdi. Maksadı, halkı tek inanç etrafında buluşturmaktı. İlâhî olan ve olmayan dinlerden bir parça alınarak düzenlenmiş bu uydurma din, halk arasında rağbet görmedi. Yakın adamlarından Ebü'l Fazl'ın katledilmesiyle de iyice geriledi.
Ekber Şâh, 1605'te Agra'da öldü. Ölümüyle de "din-i ilâhî" bitti.
Yerine oğlu Cihangir Şâh geçti. Bu hükümdarla birlikte Müslümanlar rahat nefes aldılar. İslâm âlimleri, yeniden itibar gördü. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, dîne hürriyet veren bu hükümdara dualar etti.
.BÖLGEDE VAROLMAK!..
2016-09-08 02:00:00
Yıllar evvelinde yazdığımız makalelerimizden biri, "Ankara'nın müdafaası Kerkük'ten geçer" başlığını taşıyordu. Çünkü, şunu tarihî bir malumat olarak biliyorduk. Osmanlı asırlarında İstanbul'un müdafaası Belgrad'dan geçerdi. O Belgrad şehri ki orada sadece cami sayısı 251 idi. Osmanlı sonrası muhtelif rejimlerde onlardan 250'sini yıktılar. Kalan birini de Sırp-Boşnak savaşında ateşe verdiler.
"Yurtta sulh cihanda sulh" imparatorluğu kaybetmiş bir iklimin derin psikolojik kırılması döneminde söylenmişti. Ancak bu söz, sonraki zamanlarda esas kabul edildi, üstüne kapanıldı ve bölge ile de dünya ile de irtibatlar çürük iplikle bağlandı.
Bakınız şu gün Zigetvar Muharebesi'nin yıldönümünü Macaristan'da kutluyoruz. Bunu kutlamakla kalmayıp Kanuni Sultan Süleyman'ın iç uzuvlarının defnolunduğu yeri keşfedip bir düzenleme yaparak "Muhteşem Süleyman" için bir makam-türbe yapıyoruz. Hem de bunları Macar Başbakanının Suriyeli mülteciler ve İslamiyet için rahatsız edici lakırdılar ettiği bir zamanda eda ediyoruz.
Bu "makam-türbe" fikriden hareketle bir makam türbe daha teklif edebiliriz:
20 yıl kadar önce Nazım Hikmet'in mezarının Moskova'dan buraya nakli, tartışma sebebi olunca bazı iyi niyetli kimseler, Sultan Mehmed Vahideddin'in kabrinin de Şam'dan İstanbul'a naklini istemişlerdi. Biz bunu doğru görmediğimizi yazmıştık. Gerekçemiz şuydu:
istanbul gibi Şam da Devlet-i âli Osman'ın vilayetiydi. Hükümdarlık rejiminde toprak ,"memâlik-i şâhane"dir, bugün "hazine" dediğimiz varlık, o gün o terkiple millet adına Padişah mülkü olarak telakki edilirdi. Dolayısıyla bugün de görüşümüz o; son halife ve son Padişah, Şâm-ı Şerifte medfun kalsın. Ama; uzunca bir dönem "vatan haini" diye çok zalim saldırılara maruz kalmış olan Vahideddin Han için Sultan Reşad Türbesi haziresinden bir makam-türbe yapalım. Değil mi ki devlet artık ve pek tabii olarak Çengelköy sırtlarındaki Sultan Vahideddin Köşkü'nü imar ederek devlet reisinin kullanımına verdi. Değil mi ki o resmî küfürler devri kapandı. Öyleyse mazi ile sulh noksansız yapılsın.
Takvimin milletleri tarihten koparma kudreti yoktur. Takvim, zaman içinde coğrafyayı şekillendirebilir. Ama o topraklara sinmiş millî cevheri kazıyıp atamaz. Bizim bir milli coğrafyamız, bir iklim coğrafyamzı, bir Gönül Coğrafyamız ve bir de Kardeşlik Coğrafyamız var. Bugünkü hudutlarımız, hatta esasında Osmanlı Meclis-i Meb'usan'ının kabul ettiği Misak-ı Millî hudutları Millî Coğrafyamızdır. OMT yani Osmanlı Milletler Topluluğu iklim coğrafyamızdır, İslam âlemi, Gönül Coğrafyamızdır, Türk dünyası da Kardeşlik Coğrafyamızdır.
Bütün bunları bir cümlede ifade etmek mümkündür:
Ezanın yükselmiş olduğu ve yükseldiği her yer vatandır.
780 Bin km² evimizin içidir.
Bu sözler, omuzda füze fütuhata çıkalım demek değil. Gönlü çoraklandırmamak, şuuru iptal etmemek demektir. Elin insanları Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu kıyılarından, Moskova eteklerinden kopup gelerek bu saydığımız yerlere şekil vermeye kalkışırken bizim kendimizi namevcut addetmemiz yanlıştan öte bir ziyandır.
Tarih ve talih bize kendi iklim dünyamıza girmek için iki kere kapı açtı; fakat birinde askerî diğerinde siyasi cesaret yetmedi. I. Körfez Harekâtı'nda merhum Turgut Özal, George Bush ile anlaşmıştı. Musul'a girilecekti. Askere talimat verdi. Genelkurmay başkanı Necip Torumtay'ın istifa etmesiyle bu teşebbüs kaldı. İkinci Körfez Harekâtı'nda yine zımnî bir anlaşma vardı. Fakat 3 Mart Tezkeresi’nin reddolmasıyla yine Musul ve o çevrelere giremedik. Giremedik ama sonrasında neler olmadı? Askerimizin başına çuval geçti. PKK azdırıldı, bir savaştan çok fazla şehit verdik, PYD dost edinildi vs.
Bu yazıyı neden kaleme aldık?
Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan, Çin dönüşü Cerablus, el Bab, Azez vs. dedikten sonra ima ile Haleb ve sarahaten de Rakka, Musul ve toplamda da "bölgede var olmak!" dedi. Bu denilenlerin sathi, gündelik teknik konuşmalara boğulmadan izahını yapmak istedik. Bu bölgede biz var olmayacaksak kim var olacak? 1920'ye kadar bütün oralar İstanbul'a bağlıydı. 1952'ye kadar Mısır ordusunun dili Türkçeydi.
Cumhurbaşkanımız onları derken WSJ gazetesi, Ocak 2017'de işbaşı yapacak yeni Amerikan hükûmetinin "Birleşik Suriye"den yana olmayacağını yazıyordu. Tabire lütfen dikkat ediniz. "Birleşik Suriye" diye bir hukuki metin yoktur.
Ümidi kesmemiş olmalı ki tarih ve talih şimdilerde bir kez daha bize yoldaş olmakta. Yolu, hem Rusya ve hem de Amerika’yla birlikte yürüyoruz. Farkında olmalı ki Diyarbakır'ın müdafaası Musul'dan, Gazianteb'in müdafaası Haleb'den geçer.
O gerçek hiç unutulmasın:
Belgrad, "1815 Sırp İsyanı"yla elimizden çıktıktan bir asır sonra İstanbul, düşman ordusu tarafından işgal edildi.
.BAŞBAKAN YILDIRIM, HALKIN DİLİYLE KONUŞUYOR
2016-09-05 02:00:00
Pazar günü Başbakan Binali Yıldırım’la birlikte Diyarbakır’daydık. Kendisine 15 bakan, Diyarbakır milletvekilleri ve 14 basın mensubu ve çok sayıda bürokrat refakat etmekteydi. Diyarbakır ziyaretinin sebebi, “Doğu ve Güneydoğu’ya Yatırım ve Destek Hamlesi”ydi.
Havaalanından doğrudan Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Merkezi’ne gittik. Artık Diyarbakır için çok küçük kalmış olan bu salon Diyarbakır’ın güzel insanları tarafından lebaleb doldurulmuştu. O güzel Diyarbakırlılardan daha başka güzel kardeşlerimiz de yol boyunca Bayrağımızı dalgalandırarak Başbakanı selamlıyor, hoş geldin diyorlardı.
Binali Bey, projeyi uzun uzadıya anlattı. 23 doğu ve güneydoğu ilimize yeni ve büyük yatırımlar yapılacak. Bu iller, kümelere ayrılmış, her kümeye bir il merkezlik yapacak.
Başbakan, vazifeye geldiği 100 gün içinde bu, Diyarbakır’a gelişinin 3. ziyareti. Mevzubahis proje paketi, hem çok şümullü ve hem de yatırımcılar için çok cazip; Devlet, yatırımcıya toprağı bedava verecek. Binayı yapıp faizsiz kiralayacak, içindeki araç parkını yine faizsiz ve uzun vadeli satacak. Hepsinden önemlisi üretilen mamulü devlet satın alıp pazarlayacak. Yatırımlar, hayvancılıktan meskenlere, hastanelere, stadyumlara, bölücü örgütüne rağmen Silvan Barajının yapımına kadar listeler hâlinde uzayıp gidiyor. Sur ilçesi aslına uygun yeniden inşa edilecek. Ayrıca terörden ziyan gören vatandaşlara nakdî yardım yapılacak, himayeye muhtaç vatandaşlara sosyal korumacılık temin edilecek.? Yatırımların toplamı inanılmaz rakamları bulmakta. Başbakan, bunları saydıktan sonra “bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye 3. kişiler adına sordu. Ve cevabını verdi; “Kaynak, gençliğimizdir, kaynak milletimizdir!” dedi ve ekledi: “En sevdiğim kelime ‘yatırım’dır.” Sonra da sebebini açıkladı. Yatırımın refahın anahtarı olduğunu...
Başbakan kapalı salon toplantısından sonra Valilik Meydanını dolduran vatandaşlara hitap etti. Toplu açılışlar yaptı. Başbakan toplu açılışa diğer partileri davet ettiğini söyledikten sonra davete icabet eden MHP İl Başkanı Reşat Güngör’e teşekkür etti. Diyarbakırlılar, sıcak bir pazar günü yatırım haberlerini kaynağından heyecanla dinlediler.
Başbakan Yıldırım, Diyarbakır’ın ortasında başta PKK olmak üzere bütün terör örgütlerine en ağır kelimelerle yüklendi.
Başbakan, yatırımlara, teröre, terörden mağdur vatandaşların dertlerine, Fırat Kalkanı Harekâtına ve daha bir çok meseleye temas etti.
İlk günden bu yana Başbakan Binali Yıldırım’ın üslubu dikkatimizi çekmişti. Bu defa daha yakından müşahede ettik. Binali Bey, doğrudan halkın dili ve üslubuyla konuşmakta. Nükteler yapmakta; en ciddi konuları kahkahalar takip edebilmekte. Bütün bunların toplamı şudur: Halk, Binali Beyi sevmekte. Çünkü insan sarrafı olan milletimiz, Başbakana inanmıştır, inandığı için de O’na güveniyor. Bir yerde güven varsa başarı onu takip eder.
Erzincan’ın manevi sahibi Terzi Baba’nın hemşehrisi Binali Yıldırım, verdiği müjdelerle Doğu ve Güneydoğunun güzel insanlarını çok sevindirdi. Yatırımlar hayat bulduğunda hiç şüphe yok ki sevinçler, bayram olur. Zaten bu müjdeler de bir anlamda Kurban Bayramı hediyesiydi.
.EYLÜL
2016-09-02 02:00:00
"Cüce Şubat" derler; ağustos çok mu uzun? İkisi arasında topu topu üç gün fark var. Şubat, belki kısa ama ağustos, uzun gibi fakat kısa. Kısa değilmiş gibi yaşansa da kısa. Göz açıp kapayıncaya kadar tükeniyor. Ağustos, bir köprü. Onun 15’ini buldunuz mu, Eylül’ün kapısındasınız demektir.
Belki de ağustosun en işe yarar tarafı bu. Sizi eylüle kavuşturması.
Eylül, senenin en güzel mevsimlerinden biri.
Onda hem yazı, hem baharı yaşarsınız. Yeşil yapraklarla açan çiçeklerle sararan, seyri doyumsuz bakır çalığı yapraklar, artık aynı ağaçtadır. Aynı duvar üzerindedir, aynı yol kenarındadır. Yazın bitip eylülün başladığı bu döneme ‘güz’ denmiş, ‘sonbahar’ denmiş. Sonbaharın habercisi, dökülen sararmış yapraklar, işte o bakır çalığı renkler, hafiften çıkan rüzgâr, yumuşayan iklimdir.
Eylül, içinizden bir şeyleri alıp götürür gibi olur. Rüzgârın önünüz sıra sizden kaçırdığı solgun bir çınar yaprağı, hüznün habercisidir. Hüzün saadetin ikizidir. Hüznün sesini o rüzgârın serin ıslığında işitirsiniz. İki yakalı çınarların, iki yakalı at kestanelerinin, iki yakalı akasyaların akıp gittiği ulu yollarda, emeğin asma olarak boy attığı bağlarda... Sırtınızı bir ağaca yaslayıp da eylül düşüncelerine daldınız mı neler işitmezsiniz ki!
Eylül bir dönemeçtir. Eylül, bakır çalığı rengin adıdır.
Eylül, gençliğin dönemecidir. Bir genç için hayatın tadı haziran, temmuz, ağustostan çok belki de eylüldedir. Eylül, zamanı fethetmek için kale kapısından giriştir.
Eylül, bir yaşlı için de dönemeçtir. Onun için güzdür, batan güneştir. Elveda için sallanan mendildir.
Eylülde hayatın muhasebesi yapılır. Kollar sıvanır ve zorlukların, güçlüklerin üstüne gidilir. Eylül masraf ayıdır; ama eylül aynı zamanda bereket ayıdır. Piyasa hareketlenir, esnaf para görür. Kışa hazırlık eylülle başlar. Şairler eylülle uyanır, yazarlar eylülü damıtırlar.
Ne güzel aylardır onlar. Nisan ve eylül; ilkbahar ve sonbahar. Hayatın iki yakası…
(3 Eylül 2001-Türkiye gazetesi)
.YARGI
2016-09-01 02:00:00
Bir devletin işleyişindeki üç ana unsur yasama, yürütme ve yargıdır. Bir başka ifadeyle devlet, kanun yapar, hükûmet eder ve hükmeder.
Hükmetmek, hüküm vermenin adıdır.
Hükmü, ehil ve tarafsız mahkemeler verir.
“Devlet” adlı hükmi şahsiyetin var olabilmesi için bir millete ve bir de vatana ihtiyacı vardır. Bunlar olunca ordusunu-polisini kurar, bayrağını diker, parasını basar, mekteplerini açar ve adalet dağıtır. Millet, bunlarla devletleşir. Şu altın kaide, şaşmaz hakikattir: Tapunun teminatı devlet, devletin teminatı adalettir.
Aşiretle, kabileyle devleti ayıran temel fark, kanun yapma, devlet mekanizmasını çekip çevirme yani hükûmet etme ve adalet tevzii yani taraflar arasında adalet dağıtmadır. Adalet tesis ve tevzii için kurulmuş mahkemeler hukukun bağlayıcı, emredici kaideleriyle çalışırlar. Adaletin kalitesi, devletin kıymetini ortaya koyar.
Bir kararın adil olması için hukuktan yetki alması, tarafsız olması, hızlı olması ve vicdani olması şarttır.
Mahkemeler, şikâyet edenle şikâyet edilen , alacaklı ile borçlu arasındaki ihtilafın hakkaniyetle, dürüstlükle halli için vardır. Mahkemede paranın, rütbenin, akrabalığın, makamın ve hatırın geçmemesi gerekir. Mahkemelerde üç unsur bulunur. İddia, müdafaa ve hâkim. İddia makamı, cezai davalarda vardır; savcı, temsil eder. Savunma veya müdafaada vekil yani avukat olur. Hâkim teraziyi tutan eldir. Hükmü hâkim verir. Ceza mahkemelerinde bunların bir de zabıta yani polis safhası vardır ki bu safhada ilk deliller toplanır, davanın akıbetine tesir eder. Davaların bittikten sonraki safhası olan icra kısmı olan icra apayrı bir mevzudur.
Mahkemeler, ceza, hukuk, aile, ticaret, iş... diye ayrıldığı gibi yargıtay, danıştay, sayıştay, yüksek seçim mahkemesi diye de taksim olur. Ayrıca adli tıp ve bilirkişilik gibi yardımcı değerler vardır.
İlk baştan itibaren sıralamayı şöylece yapabiliriz:
Polis, savcılık, mahkeme, istinaf mahkemesi, temyiz mahkemesi yani yüksek mahkeme.
Mahkemelerin mehabeti temsil kudreti bakımından gereklidir. Ne var ki binanın muhteşem olması adaletin doğru tecelli etmesi anlamına gelmez. Adalet, mahkeme binası önündeki gözü bağlı kadın heykeliyle gerçekleşmez. Şu saydığımız şema içinde adaletin tecelli edebilmesi, kararın parmak acıtmaması için olmazsa olmaz şartlardan biri muhkem hukuk mevzuatı, diğeri de iyi yetişmiş adalet unsurları yani hâkim savcı, avukat ve adli personeldir. Hukuk mevzuatımız değişik devletlerden ithaldir. Yerli hukuku inşa edecek hukukçularımız da mevcut değildir. Hukuk teknisyeni çok fakat hukuk mütefekkirimiz yoktur.
Bir ülkede huzurun olup olmadığı mahkemelerin tenhalığı veya kalabalıklığıyla ölçülür. Ülkemizde şöyle veya böyle mahkemeyle irtibatı olmayan hane yok gibidir. Mahkeme, haksızlığa maruz kaldığına inanan vatandaşın son sığınağıdır. Adil mahkeme odur ki verdiği karar aleyhine olsa bile vatandaş ona vicdanen saygı duysun. Rüşvet, iltimas, adam kayırma, boş vermişlik, işin vaktinde bitmeyip sürüncemede kalması her zaman ve her yerde kötüdür. Adliyede ise felakettir. Zira hak yeme manasına gelir. Kaldı ki gününde tecelli etmeyen adalet, adalet değildir. Son çare olarak adalete sığınan vatandaş, karara inanmayıp da hakkının yendiğine kanaat getirirse orada devlet ağacını kurtlar kemiriyor demektir. O zaman ihkakıhak denen bizzat hüküm kurma, mafya veya kan davası ayıpları devreye girebilir.
İnanılmaz sayıdaki hukuk fakültelerimiz, harıl harıl mezun vermekte. Fakat hukukçu olmak çok başka bir seviye. Mahkemeler, eskinin utandıran kiralık apartmanlarından saraylara kavuştular ama takiyeci yargıç ve savcılar, davaları, dosyaları ve kendilerini bir örgütün emrine verdiler. Zaten derdi dağları aşkın yargı, devletten gasbedildi.
15 Temmuz’dan sonra görüldü ki devletin sadece emniyeti, ordusu maarifi değil çok daha tehlikelisi adliyesi, terör örgütünün eline geçmiş. Taraftarlarının amentülerini değiştirdikten sonra hedeflerine varmak için meğer üç adım kalmış; bayrağımızı, İstiklal Marşımızı ve millî paramızı da değiştirince her şey bitecekmiş ama Allah şaşırttığı için darbeye kalkıştılar.
Mademki devlet yeniden tanzim edilmekte; o zaman işe evvela hukuktan, hukuk fakültelerinden, adliyeden başlamalı.
.MİLLÎ ŞUURU DİRİ TUTMAK!
2016-08-31 02:00:00
15 Temmuz 2016'da hain darbe teşebbüsünü bozguna uğratan şanlı direniş, 26-30 Ağustos 1922'deki İstiklâl ruhunun bu millette aynen devam ettiğinin delilidir. Çünkü o ruhu da öncekiler beslemişti. 15 Temmuz gecesi, farklı aidiyetlere mensup vatandaşlarımızın her biri kendini bu devletin bir eri addederek Başkumandanın çağrısıyla caddelere, meydanlara indiler.
Bunun adı millî şuurdur.
Bazı mefhumlar, değerler ancak bazı kelimelerle ifade edilebilir. Milletimizde nesilden nesle sürüp gelen bu fedakârlık ve bu yüksek hasleti sadece "şuur" kelimesiyle idrak ve ifade etmek mümkün olur. Süleymaniye Camiî'nin duvarları tamir icap ettiğinde oraya tuğla konamaz. Ulu mâbedin inşaında hangi taş kullanılmışsa yine aynı cinsten taşın oraya yerleştirilmesi gerekir. Şuur kelimesi, "bilinç" kelimesiyle karşılanamaz. Zayıf kalır, cılız kalır; ok, menziline varmaz.
Milletlerin millî hislerini millî şuur, millî şuuru da doğru imân, doğru tarih ve zengin irfan besler. Şahadet, şehidlik, vatan... bunlar hep İslâmî değerlerdir. Bu değerler geleneklerle millî şuurun nakışları olmuştur.
Allah'a imân, Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- kavuşma arzusu, ahiret fikri olmayanda ne şahadet kavramı ve ne de şehidlik coşkunluğu olur. Bunlardır ki birini şehîdliğe koşturmakta, arkada kalanları da şehîdlik şerefiyle teselli etmekte. Bundandır ki lalettayin bir kumaş parçası, şehîd kanının rengini aldığında kudsiyet kazanmakta.
Modern zamanların nesillerden çok şeyler alıp götürdüğü gerçektir. Müzikten tabela ismine, eğlenceye, spora, hatta beslenmeye, giyim-kuşama kadar çok alanda yabancılaşma çığlar gibi üstümüze gelmekte. Bu bir ağır yüktür. Diğeri daha ağır yükse nesillerin çalınmasıdır. Devir devir türlü isimlerle bu milletin evlâtları çalınagelmekte.
Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez Hoca, Din Şûrâsı'nda Kazakistan'ın bir önceki Diyanet Başkanının FETÖ örgütü hakkındaki tesbitlerini nakletti. Şöylece izah etmiş:
-Nesillerdeki milliyet, vatan ve aile bağını öldürdüler.
Bu çok doğru bir tesbittir. Onların bir çoğu için Türkiye vatan değildir. Onlar, dünya vatandaşlarıdır. Ailelerinin, anne-baba-kardeş ve diğerlerinin de kıymeti kendilerinden olmakla mümkündür. Bu bir vahim gerçektir. Ne var ki evlâtlarını çaldıran bir eğitim sistemi de kabahatlidir. Eğer bir eğitim yapısı, ailelerin kendisine teslim ettiği nesilleri bir dönem yabancı ideolojilere, bir dönem bölücülere, bir dönem FETÖ'ye ardından DAEŞ'e çaldırıyorsa bu eğitim yapılanmasının kendini tepeden tırnağa sorgulaması şart olur.
Demek oluyor ki ismi "millî" diye başlasa da bu maarif sistemi, bu ülke gençlerine millî şuur verememektedir. 26 Ağustosları, 30 Ağustosları kazandıran mânevî damarlar koparılır ve millî şuur, kelimesine, kelimelerine dek terk edilirse o zaman gün gelir netice hüsran olur.
FETÖ, DAEŞ, KCK örgütleriyle kararlı bir şekilde mücadele edilmekte. Ancak sadece askerî, polisiye ve teknolojik mücadele yetmez. Millî şuurun her zaman ve zeminde 15 Temmuz'daki gibi dipdiri olması şarttır.
Kendimizde ve geçmişimizde derinleşerek geleceğe hazırlanmalıyız. Ağustos ayının bu milleti sevmesindeki hikmeti iyi kavramalı. Bu fark edilirse millî şuurun ne demek olduğu da daha bir keşfedilir.
Şu tarihler, bizlere bir şeyler söylüyor olmalı:
26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, 24 Ağustos 1516 Mercidabık Meydan Muharebesi, 29 Ağustos 1526 Mohaç Meydan Muharebesi, 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan Muharebesi...
Bu savaşların kahramanlarında Allah aşkı, Şanlı Peygamber sevdası, vatan muhabbeti, bayrak bağlılığı olmasa, ruhları ve kalbleri bu şuurla beslenmeseydi 15 Temmuz Şehîdler Köprüsü Meydan Muharebesi kazanılamazdı.
15 Temmuz, Haçova Meydan Muharebesi'nin bir benzeridir.
26 Ekim 1596'da Nemçelü'ye/Avusturya'ya karşı verilen Haçova Meydan Muharebesi Hoca Saadeddin Efendi'nin telkinleri ve elindeki kepçeleri silah olarak kullanan aşçıların, hizmetlilerin gayretleriyle, 15 Temmuz 2016'da Haçlılara karşı verilen meydan muharebesi de vatandaşlarımızın millî şuuruyla kazanılmıştır.
.ÇOK YÖNLÜ MÜCADELE
2016-08-30 02:00:00
TSK/Cerablus'a girdi ve teslim aldı. Bunu 15 Temmuz Darbe teşebbüsüyle hayli sarsıldığı bir zamanda başardı. Türk Silahlı Kuvvetleri, bunu yaparken ÖSO/Özgür Suriye Ordusu'nu yönlendiriyordu. Harekât sabahında şeklen koalisyon güçleri vardı. Fakat esasında ÖSO'ya havadan jetlerle karadan tanklarla destek veren Türk ordusuydu. Özgür Suriye Ordusu, Suriye vatandaşlarından meydana gelmektedir. Bunlar ılımlı muhaliflerdir. Önemli bir kısmı da Türkmen’dir. TSK bu gücü destekleyerek harekâtı icra etmektedir.
Hâl bu iken ordumuzun sevk ve idaresindeki ÖSO için ileri-geri konuşmak, küçültücü ifadeler kullanmak büyük hatadır. Bu sözler, dosta ziyan, düşmana cesaret verir. Cerablus'un temizlenmesiyle gelişen olaylar hafife alınır gibi değildir. Bugün anlaşılıyor ki FETÖ örgütü mensubu subay kılıklı militanlar, TSK'ya engellemeler çıkartmasa harekât, çok daha evvelden yapılacakmış. Gecikmeye yol açılarak PKK/YPG'nin Menbiç'e girmesi temin edilmiş oldu.
Cerablus'un DAEŞ'ten geri alınmasından sonra şimdi de Menbiç'i YPG'den geri alması sözkonusudur. Şuna bilhassa dikkat etmek gerekir. PYD/YPG, bir Kandil örgütüdür. Bunlar Kuzey Suriye'yi işgal etmişlerdir. PKK bu yolla Fırat'ı aşıp Akdeniz'e ulaşmak istemektedir. Bu yüzden olayın adı Kürt Koridoru değil, PKK terör koridorudur. Zaten Müslüman Suriye Kürtleri, Marksist-Leninist dağ Kürtleriyle alâkasızdır. PKK/YPG Fırat'ın doğusuna çekilmemek için ayak diremekte. ABD dışişleri bakanı John Kerry, geçen hafta "PYD, Fırat'ın doğusuna çekilecek!" diye teminat vermişti. Ne var ki Barack Obama'nın DAEŞ'ten sorumlu sözcüsü, Türkiye’yi kasdederek sadece DAEŞ'le mücadele edilmesini istedi. Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu ise Menbiç boşaltılıp Fırat'ın doğusuna gidilmediği takdirde PYD'nin hedef olacağını açıkladı.
Ortada çok yönlü, çok yanlı ve çok taraflı bir coğrafya var. Mevcut ve muhtemel sorular şunlardır: Kürt teröristler bütünüyle Fırat nehrinin doğu tarafına atılacak mı? El Bab ne olacak? PYD'nin elindeki Afrin için ne düşünülüyor? Halep'e nereden varılacak?
Bir büyük soru da şudur?
Fırat'ın batısında yer alan Afrin, Menbiç, Cerablus tamamen temizlenip doğuya atıldığında doğu Fırat’taki PKK-PYD/YPG yapılanması zımnen bile olsa kabul mü edilmiş olacaktır? Böylece Suriye Kürtleri aldatmasıyla terör örgütü, hududumuzun hemen devamını işgal etmiş olmayacak mıdır?
En büyük soru ise şudur?
ABD/AB himayesinde Doğu Fırat'ta emri vakiyle böyle bir devlet zuhur ettiğinde Ankara'nın B planı nedir? İki ihtimal akla gelmekte. Ya o kukla devlet, darmadağınık edilecek ve bunun için harekete geçildiğinde koruyucu devletlerle karşılaşılacaktır. Veya Türkiye tarafından Cerablus, Menbiç, el Bab, Mari, Azez, Halep, Bayırbucak ve Türkmen Dağını içine alan bir Kuzey Suriye Türkmen Devleti kurulacaktır.
Şimdi bazı zihinlerdeki soru şudur?
Fırat Kalkanı harekâtı ne kadar sürecek?
Harekât yeni başlamıştır. Nitekim Cumhurbaşkanı, FETÖ örgütünden sonra PYD ve DAEŞ inlerine de gireceğimizi söylemekte. Bu sebeple harekâtın genişleyerek devam edeceği ve millî menfaatlerimizin doyma noktasına kadar gideceği söylenebilir.
Ağustos ayları milletimizi sever, 26 Ağustos 1071, 30 Ağustos 1922 bunun en bilinen misalleridir.
Bir taraftan diplomatik mücadele verirken diğer yandan ekonomi, STK ve medya alanında da çok esaslı mücadele vermeliyiz. İç barışı mutlaka korumalıyız. Yeni zamanların Üçüncü Dünya Harbi işte böyle bir şey. Vekalet savaşlarıyla alan kazanılarak hedefe varılmak isteniyor.
.İNSANLAR, ESERLER, İSİMLER
2016-08-29 02:00:00
Dün bir günlük gazete, birinci sayfasına Mehmet Akif Ersoy'un Sultan Abdülhamid Hân'a çok ağır sözler ettiği şiirlerinden birini koymuştu. Bu şiirin Maocu ideolojiden gelen ulusalcı bir gazete tarafından basılmasının sebebi, mevcut idarenin Sultan'a karşı gösterdiği vefâ hissine duyulan öfkedendi. Mehmet Akif gafleti üzerinden hem Abdülhamid'e hem mevcut iktidara ateş ediliyordu.
İstanbul'daki GATA Hastanesine Sultan Abdülhamid Hân ismi verilmiş olması bazı ulusalcıları rahatsız etmiş. Sanki mezkûr Padişah, Türklerin değil de bir başka kavmin devlet reisiymiş gibi. Üstelik ismin başına da karışıklığa sebep olacak bir "Haydarpaşa" kelimesi getirme yanlışlığı yapılmıştır. "Ulu Hakan"ın, "Gök Sultan"ın isminin küçük bir tesise verilmesinin çok görülmesi fevkâlâde yakışıksız bir davranıştır. Farkında olmalı ki bu padişahın yaptırdığı köprüler, demiryolları, hastaneler, yetiştirdiği hekim, zâbit/subay, mühendis ve insan kadroları olmasaydı Balkan, Çanakkale, I. Dünya, İstiklal Harblerinin seyri başka türlü olabilirdi. Devlet nöbetini terk ettiğinde Türkiye 5 milyon km2 idi. 33 yıllık idaresinde tek karış toprak vermedi.
Cumhuriyet devrinde "Haydarpaşa lisesi" denilen, Tâc Mahal'in Üsküdar sahilindeki izdüşümü gibi o zarif binanın kuruluştaki ismi Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne'dir. Abdülhamid Hân eseridir. Gazi Mustafa Kemal'in sıhhat ve içtimaiyat ve maarif vekili olan ve Abdülhamid Hân'a da şiddetli muhalif Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde bu tıp fakültesinin Viyana Tıp Fakültesiyle birlikte dünyanın en seçkin iki tıp fakültesinden biri olduğunu kaydeder. GATA/Gülhâne Askerî Tıp Akademisi, bu külliyeye dahildir. Külliyenin bânisinden dolayı hakkı teslim etme adalet hissiyle o isim verilmiştir. GATA adındaki "Gülhane" kelimesi, Topkapı Sarayı'nın bahçesi olan Gül-Hâne'den gelmektedir. Hastanenin ilk yeri Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu'nun/Tanzimat Fermânı'nın okunduğu bu bahçedir.
Zerre kadar hayr da şer de indi ilâhîde kaybolmaz. Bunu Kur'an-ı kerîmimiz haber vermekte ve biz Müslümanlar da böylece imân etmekteyiz. Bir yere eser sahibinin veya birinin ismini vermek, o insana bir fayda temin etmez. Arkadan gelen nesillerin kadr-u kıymet bildiklerine nişâne olur. Lisân-ı hâl ile bir teşekkürdür.
Üçüncü köprü temeli atılırken biz, isminin "Sultan Abdülhamid Köprüsü" olmasını twitterdan teklif etmiştik. Avrupa ve Asya'nın iki yakasını birleştirecek köprü projesi, ilk defa bu Padişah tarafından hazırlattırılmıştı. Fakat bizim o teklifi yazmamızdan 7 dakika sonra devrin Cumhurbaşkanı sn Abdullah Gül, ismin "Yavuz Sultan Selim Köprüsü" olacağını açıklayınca teklifimizi sildik.
"Yavuz Sultan Selim Köprüsü", Anadoluya ayak bastığımız 26 Ağustos 1071 Cuma günkü Malazgirt Meydan Muharebesi'nin sene-i devriyesine denk gelen 26 Ağustos 2016 Cuma günü hizmete açıldı. Medeniyetimizin bu son altın halkasına Yavuz Sultan Selim ismi çok yakıştı. Sanki o köprü, 1071'den beri oradadır ve bu isimle yaşamaktadır. Cumhurbaşkanı sn Recep Tayyip Erdoğan'ın açılış merasiminden evvel, Yavuz'un huzuruna varıp dua etmesi ise devlet-millet-din-tarih doku bütünlüğüne iftihar edilecek bir numûnedir. Milletimiz, ismi de köprüyü de çok sevdi.
Bu vesileyle Yavuz Sultan Selim Hân'ın hakkıyla keşfi gerekir. Torunu Abdülhamid Hân gibi çok iftiraya uğramış bir Ulu Sultan'dır. Yavuz olmasaydı, Safeviler/İran, her aidiyetten halkıyla Anadoluyu asimile ederdi. Kitap okumaya da çok düşkün olan dehâ sahibi bu muhteşem Hakan Halife, geniş bir ufka sahiptir. Fatih Sultan Mehmed Hân zamanındaki Balkan fütuhatı sebebiyle devletin üçte ikisi Hıristiyandır. Üçte birlik bir nüfusun devlete hakim olması uzun vadede zordu. Bu sebeple Yavuz, İslâm coğrafyasını bütünleştirmeye yönelmiş ve 3 yıl gibi kısa bir zaman dilimine büyük zaferler sığdırmış, 8 yılda hedefini gerçekleştirerek devletin nüfus yapısını dengelemiştir. Hilafeti, Payitaht, Dersaadet İstanbul'a Yavuz Sultan Selim Hân getirmiş, fakat ona dünya çapında etki gücünü Abdülhamid Hân kazandırmıştır.
Dediğimiz gibi bir yere lâyık bir isim vermek, hakkı teslim etmektir. Biz Marmaray'a "Hüdâî Yolu" densin dedik ama olmadı. Fırsat kaçmış değil. "Avrasya Geçidi"ne "Hüdâî Yolu" denebilir. I. Köprüye "Şehidler Köprüsü" densin dedik, bu teklifimiz kabul gördü. Bunun gibi Haliç Köprüsü'nün yer ismi dışında ismi yoktur. "Galata Köprüsü"nün adı "Mecidiye Köprüsü"dür. Bu isim yaşatılmalıdır. Unkapanı Köprüsü'nün Osmanlı'daki ismi "Mahmudiye Köprüsü"dür. Haliç Köprüsü'ne "Sultan Mahmud Köprüsü" adı verilebilir. Ayrıca; Yavuz Sultan Selim Köprüsü açılışında kordelayı kesenlerden biri de Hanedân-ı âli Osman temsilcisi Harun Efendi olsaydı, varsın söylenenler çıksındı, bir güzel kadirşinaslık olurdu.
Eser verenlerden de kıymet bilenlerden de Allah razı olsun.
.FIRAT'A KALKAN OLMAK!
2016-08-26 02:00:00
DAEŞ'in geçe hafta sonu 12-14 yaşlarında bir çocuğu canlı bomba olarak kullanıp Gaziantep'te düğün basarak çoğu çocuk ve kadın çok sayıda vatandaşımızı katletmesi yanına bırakılamazdı.
Çarşamba sabahı 04'te gerçekleştirilen Fırat Kalkanı Harekâtıyla o vatandaşlarımızın kanı yerde bırakılmadı.
15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra Türkiye, Cumhurbaşkanından, Başbakanından ilgili Bakanlarına kadar ilgili başkentlerde diplomatik taarruza geçti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin'le görüştü. Darbeci terörist hainlerin hangi oyunlarla üstlerini aldatarak Rus jetini düşürdüğünü anlattı. Bu ziyaret, Rusya ile münasebetlerimizi sür'atle düzelme yoluna koydu. İran Hariciye Vekili Cevad Zarif Ankara'ya geldi. Tahran şunu dedi: "Bizim için Pejak nasıl bir terör örgütüyse PKK ve PYD de öyle terör örgütleridir.”
ABD Başkan Yardımcısı Biden ile dost ve kardeş Mesut Barza'nin Ankara'ya gelmesi ise aynı güne rastladı.
Sn Biden havada iken Türk Ordusu, Karkamış ilçemizin ikizi Cerablus'u DAEŞ adlı haydutlardan temizlemek için 1918'den bu yana ilk defa Suriye topraklarına geçmişti. Mehmetciğin dedesi Süleyman Şah'ın türbesini nakletmek için o topraklara gitmesi ise farklı bir olaydır "Fırat Kalkanı" adı verilen harekât, milletlerarası hukukun meşruiyet çerçevesi içinde ve koalisyon güçleriyle birlikte yapıldı. Ilımlı muhaliflerin, Hür Suriye Ordusu'nun kaybettikleri yerleri almalarında onlara yardımcı olunuyor, yol açılıyordu. Bundan dolayıdır ki, ilk bir kaç saat içinde bir kaç köy, gün bitmeden de Cerablus istirdat edildi.
Türkiye, harekâta başlarken hem diplomatik ağı dokumuş ve hem de harekâtın sebep ve niyetini dünyaya çok net şekilde ilan etmişti. Sebep, malum örgütün hududun alt tarafından topraklarımıza saldırıp her defasında düzinelerce vatandaşımızın hayatına kıyması, niyetse komşumuz Suriye'nin toprak bütünlüğünü muhafazaya dönük fedakârlığımızdı. Biz, Suriye'nin DAEŞ, PYD ve BAAS arasında parçalanmasına karşıyız. Bu niyetimiz, istihbarat elemanlarımız tarafından Şam'a da izah edildiği için Şam hükümetinden Fırat Kalkanı Harekâtı'na karşı beylik bir cümle dışında bir itiraz gelmedi. Moskova'nın BY Biden'la BB Yıldırım arasındaki samimi görüşmeler cereyan ederken ettiği laflar da keza beylik ve kendini hatırlatmaya dönüktü.
Cerablus'un DAEŞ'ten geri alınması, bu haddini bilmezlerin silahlarını bırakıp kaçmaları, direnenlerin haklanmaları herkesi memnun etti. Memnun olmayan PKK, onun meclisteki uzantısı ve Suriye'deki devamı PYD. HDP'li Selahattin Demirtaş'ın harekât için net bir dille "bir başka ülkeyi işgal" demesi düpedüz düşman dilidir. Hâlbuki bu adı geçenler, güya DAEŞ'e karşılardı.
Türk Ordusu Cerablus'u sahiplerine iade etti.
Türkiye, bu vesileyle ve aynı anda dünyaya şu haberi verdi: "Cerablus'u DAEŞ'ten temizliyoruz. 15 Temmuz'u fırsata çevirip Menbiç'e çöreklenen PYD/YPG de kendiliğinden Fırat'ın doğusuna çekilsin. Bunu yapmadığı takdirde biz yaptırtırız. Fırat, kırmızı hattımızdır."
ABD Başkan Yardımcısı da Başbakan Yıldırım’la olan ortak basın toplantısında “YPG, Fırat'ın batısına geçerse yardımı keseriz” dedi. Hâlbuki, PYD/YPG Fırat'ın 30 km batısında yer alan bu şehri çoktan işgal etmişti. Gerek bu dedikleri ve gerekse 15 Temmuz'u bilgisayar oyunu zannettiklerine dair sözleri üzerine, Amerika'nın Türkiye ve bölgeyi sağlıklı şekilde takip ettiğine dair şüpheler duyduk. Joe Biden, hem bilgisayar oyunu yanılmasından söz ediyor ve hem de halkın darbeyi mağlup etmesine hayranlığını dile getiriyordu. Misafir devlet adamının görüşleri ilerleyen saatlerde yerine oturdu. Taziyeye geç kaldığına dair başta da üzüntülerini dile getirdi ama Cumhurbaşkanıyla yaptığı basın toplantısında tekrar tekrar özür diledi ve Amerika’nın Harekâtta Türkiye’yi desteklediğini ifade etti. Ancak; sn Biden'ın "Türkiye'nin Amerika'dan büyük dostu yok!" sözleri, bizde memnuniyet sebebi olsa da dostunun terörist saydığı PYD'ye silah ve rehber yardımı yaparak Kuzey Suriye'de Kürt Koridoru açması, bu sözün samimiyetini baltalamaktadır.
Fırat Kalkanı bir çok iyiliğe imkân hazırlayacak diye düşünüyoruz. PYD/YPG mecburen Menbiç'i boşaltıp Fırat'ın doğu tarafına çekilecektir. Kürt Koridoru hikâyesi tarihe karışacaktır. Komşumuzun toprak bütünlüğünü biz korumuş olacağız. Adı farklı olsa da hududumuzun güneyinde bir emniyet hilali veya şeridi teşekkül edecek ve buraya bazı önceki mültecilerle yenileri yerleştirilecektir. Hür Suriye Ordusu ve Türkmenler şimdiden sonra daha güçlenecektir…
Diğer taraftan Fırat Kalkanı Harekâtı, TSK için kendini gösterme fırsatı olmuştur. Düşman çok sayıda zayiat verirken hava ve kara harekâtı yapan ordumuzda kimsenin burnu kanamamıştır. TSK 15 Temmuz’dan sonra yeniden Peygamber Ocağı'dır.
Sn Biden ve sn Erdoğan'ın basın toplantısında FETÖ/PDY örgüt liderinin iadesine dair Joe Biden'ın "hukukumuz gereği iadeyi yapacak olan sn Obama değildir. Obama bunu yaparsa suç işlemiş olur" şeklindeki cümleleri, anlaşılır nitelikteydi. Ancak Türkiye Cumhurbaşkanı'nın bu savunmaya karşılık "suçluların iadesine dair anlaşma gereği, delillerin toplanma sürecinde terörist başının tutuklanıp nezaret altına alınması gerekir. Hâlbuki o kişi Amerika'da faaliyetlerine aynen devam etmekte" diyerek bir gerçeği dile getirmesini, muhatabı sadece susarak karşıladı.
Sn Biden bizde mürai bir insan intibaı uyandırmadı. Darbeyi bilgisayar oyunu zannetme saflığı biraz önce de değindiğimiz gibi ABD'nin buraları sağlıklı şekilde izlemediğine bir delildir. Bu doğru fakat bir doğru daha var. Biz de kendimizi Amerika'ya layıkıyla anlatamamışız. Bu acı bir gerçek olduğuna göre "Amerika’daki sefaretimiz ne yapar?" diye sormak da her vatandaşımızın hakkı olur.
O teklifimizi tekrar edeceğiz:
-Başta Washington olmak üzere büyük merkezlere güçlü büyükelçiler tayini şarttır.
.SUÇLUNUN İADESİ
2016-08-25 02:00:00
Lyndon Johnson'ın daha sonra basına da sızdırılan mektubu, Washington tarafından millî itibarımıza karşı yapılan rencide edici bir teşebbüstür. Sonrasında da şüpheler ve rencide edişler mevcuttur. Tük halkı, 27 Mayıs, 12 Mart, hele 12 Eylül, elbette 28 Şubat, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe ve darbe teşebbüslerini tahlil ederken Londra, Berlin, Tel-Aviv, Mossad, CIA, İngiltere, Almanya, Amerika üzerine kafa yormakta. Hangisinde kimin rol aldığına bakmaktadır. Sadece darbeler değil, Türk vatanına kasdeden teröristlerin bize karşı varoluşları da yine devlet, münasebet, başkent ve istihbarat teşkilatı esaslı olarak sorgulanmaktadır. Zira darbeler de terör örgütleri de bir başka devlet veya devletler ve istihbarat kurumlarından yardım almadan hayat bulamazlar.
Lyndon Johnson'un 5 Haziran 1964'te garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye ulaşan mektubu, önemli bir burukluktu. Buna karşılık güttükleri gençlerin Ankara'da darbe yapmaları, her gün 25 ölü verilen bir ortamda çok fazla hissedilmedi. Fakat Irak işgali üzerine 3 Mart 2003'te TBMM'de Irak'a asker sevkine dair tezkere geçmedi öfkesiyle askerlerimizin başına çuval geçirilmesi dehşetli bir hakaretti. Bu çirkin davranış üzerine Türk Amerikan münasebetleri yerlerde süründü. Uzunca bir süre de böylece devam etti. Normalleşme, dostluğun tazelenmesi Obama-Erdoğan iktidarları döneminde oldu.
Şimdilerde bu dostluk dalgalanmaya girmiş bulunuyor. Milletimiz şunun farkındadır. Irak'ta askerimizin başına çuval geçirenler de 15 Temmuz gecesi Ankara'da Genelkurmay Başkanımızın başına silah dayayıp zorla bildiri imzalatmak isteyenler de, O'nu palaskayla boğmaya kalkışanlar da aynı merkezden cesaret almaktalar.
Ceza hukukunda "suçluya yardım ve yataklık yapma" diye bir madde vardır. Kişiler de devletler de suçlulara yardım ve yataklık yapmazlar.
Bütün bu gerçeklere rağmen... Amerikan hey'eti, başkan yardımcısı seviyesinde Türkiye'ye gelmesine, Türk hey'eti de bakanlar seviyesinde Amerika’ya gidecek olmasına rağmen Fetullah Gülen'in de diğer çete mensuplarının da iade edileceğine ihtimal vermiyoruz. Diplomatik dil, bazen keçiboynuzu çiğnemek gibidir. Sayfalar dolusu konuşulur, incir çekirdeğini dolduracak fayda hasıl olmaz.
Şu bir hakikattir. Amerika için FETÖ'nün son kullanma tarihi bitmiştir. O artık bir pazar malıdır. Bundan böyle gerek iade edilmesi ve gerekse Amerika’daki "himmet yatırımları"nın tasfiyesi pazarlığa tâbi olacaktır. Bu husus diğer devletler için de mevzubahistir.
Washington yönetimi, Kuzey Suriye gibi, Kuzey Irak gibi, Türk-Rus yakınlaşması... gibi mevzularda Ankara'dan ciddi tavizler bekleyecektir. Washington idaresi, iade ve Amerikan çıkarları için elde edilecek tavizler, üçüncü ülkeye gönderme şıkkı, birdenbire ölme ihtimali, ölünceye kadar saklama yükü gibi ne varsa bunların hepsini tartacaktır. Bir şey daha var; bu yönetim gidici. Obama'nın son dönemi. Biraz daha oyalama yaparak yükü gelecek yeni iktidara yıkmak isteyebilirler.
Karşımızdaki niyet, her ne olursa olsun; Ankara'nın sabit kadem olması, çok kararlı, tavizsiz davranması şarttır. Amerika, yöneten isim kim olursa olsun FETÖ/PDY, PKK, PYD'den birinin veya tamamının hatırına Türkiye'den vazgeçemez. Türkiye yerine PYD'yi ikameye kalkışan zekâdan şüphe edilir.
Türkiye'ye demokrasinin gelmesine vesile olan bir dost devlet, Türkiye'de demokrasinin darbe yemesine sebep olmuş istenmeyen devlet durumuna düşmek istemez.
.BİR DOSTLUK HİKÂYESİ
2016-08-24 02:00:00
Türkiye, 15 Temmuz 2016'da çok hain bir darbe tehlikesi atlattı. 250'ye yakın şehid verdi. 2500'e yakın vatandaşı yaralandı. Şimdi darbeye kalkışan terör örgütünün bir kısım mensuplarıyla FETÖ/PDY lideri Amerika'da.
Ankara, suçlu ve suçluları istiyor, Washington ayak sürüyor. Bu vaziyet karşısında Türk-Amerikan dostluğu bir kere daha yara alma tehlikesiyle karşı karşıya.
Bu durumda yapılacak olan nedir? Terörist başıyla diğer çete mensupları suç işledikleri yere iade edilmelidir. Bu aynı zamanda hukuktaki "tabiî hakim" ilkesinin de bir gereğidir. Suç nerede işlenmişse sanık orada muhakeme edilir. Suçluların bir kısmının vaktiyle normal yoldan gittiği, bir kısmının da 15 Temmuz'dan itibaren kaçarak saklandıkları ABD, Türkiye ile yakın dosttur. Artık vatandaş için dudak bükme sebebi olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle Amerika Birleşik Devletleri, stratejik ortaktır. Türk-Amerikan dostluğu, tâ II. Dünya Harbi sonrasına dayanmaktadır. Bu yakın duruşun üç çeyrek asırlık bir mazisi var. Devrin Amerikan devlet adamlarının telkinleri üzerine Millî Şef İsmet İnönü, Tek Parti rejimi, 1945'ten itibaren çok partili hayata geçmişti.
Diğer taraftan Türk-Amerikan dostluğu, aynı zamanda Türk-Sovyet soğukluğuna yahut Amerikan-SSCB düşmanlığına paraleldir. Sovyet tehlikesi, Türkiye’yi Washington'a yakınlaştırmış, komünist tehlikenin büyümesi dostluğu pekiştirmiştir. Gerçi şu husus ayrıca tahkike muhtaçtır. 1950-1990 arasında Türkiye için hakikaten çok tehlikeli bir Sovyet; daha sade bir ifadeyle Rusya tehlikesi var mıydı yoksa Amerika, mevcut olan bir gerçeği mübalağayla büyüterek Ankara'nın Türk milletini mi kandırmıştı? Türk vatandaşı, Rusların da insan olduğunu, kafalarında geyik boynuzları taşımadıklarını Turgut Özal sonrası başlayan bavul ticareti üzerine gidip gelmelerle öğrendi.
Tekrar işaret etmek gerekirse; 75 yıllık seyir içinde Amerika'nın Türkiye'ye verdiği en büyük destek, çok partili hayata geçmemize vesile olmasıdır. Stratejik ortağımız daha bu başarıyı aşabilmiş değildir. Aksine tarih laboratuvarına incelenmesi gereken malzemeler bırakılmıştır. Kötü hatıralar ve ciddi şüpheler vardır. 1964'te Kıbrıs'ta Rum katliamı artınca Kıbrıs'a çıkarmaya niyetlendik. Bunun üzerine Amerikan başkanı Lyndon B. Johnson, darbeyle gelmiş Başbakan İsmet İnönü'ye 5 Haziran 1964 tarihli mektupla gözdağı verdi. Çünkü devrin Amerikan yönetimi gemilerde füze başlıklı silah kullanmaya başlamakla Türkiye'nin ehemmiyetinin azaldığı teknolojik saflığına kapılmıştı. Bu saflığı SSCB dağılınca ilerde de yaşayacaktır...
.İSTİŞAREYLE ÇARE ÜRETMEK
2016-08-23 02:00:00
"Akıllı insan, kendi aklını, daha akıllı insansa başkasının da aklını kullanır..." Bu güzel tesbiti şöylece yorumlamak mümkün:
-Akıllı insan, hisleriyle, heyecanıyla, öfkesiyle değil, düşünerek, ölçüp-biçerek hereket eder. Daha akıllı insansa başka insanların fikirlerinden, tecrübelerinden, başarılarından hatta pişmanlıklarından ders çıkarır.
İnsan, sadece değerli olandan değil, değersizden de ibret alır. Zâtın birine "edebi kimden öğrendin?" dediklerinde "edebsizden!" diye çarpıcı bir cevap vermiş. İnsanlar, dağarcıklarını zenginleştirmek, akıllarını beslemek, ufuklarını açmak için kitap okur, sohbetlere, konferanslara gider, film seyreder vs.
"Müşavere", "Vahiy Medeniyeti"mizde çok önemsenmiştir. Burada ortak akıl, paylaşma kültürü derpiş edilmektedir. İnsanı yoktan halk eden Allahü teâlâ, onu elbette ki bizzat kendisinden bile çok daha mükemmel şekilde bilmektedir. Kur'an-ı kerîmde kararlarımızda istişare etmemiz tavsiye edilmekte, "istişare ettiğinizde aldığınız karar yanlış bile olsa onu ben düzeltirim" teminatını vermektedir. Vahiy Medeniyeti, aklı yok saymaz. Tebliğ aklı olanı muhatap almakta. Ancak şahsın kendi mihveri etrafında tecrid olmuş kuru akla da itibar edilmez. Vahiy Medeniyeti'nde yalnızca sosyal hayatta değil, icra edilecek işlerde de istişare ederek paylaşma ve doğruyu bulma yolu esastır.
Bu sebeple, müşavirlikler, meclisler...vardır. Bunun aksi, keyfilik, umursamazlık ve başına buyrukluktur. O ne doğru sözdür: "Danışan dağları aşar, danışmayan düz ovada şaşar!"
2015'te "Muhalefet Günü" diye bir makale kalem almıştık. "Devlet Günü" gibi bir "Muhalefet Günü" ihdas edilerek Başbakanın riyasetinde ayın muayyen zamanlarında muhalefet liderleriyle iktidar bir araya gelerek bilgi paylaşımı yapabilir demiştik. Bu fikrimizi 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra daha bir işledik. Buna göre böyle bir toplantı Cumhurbaşkanı başkanlığında yapıldığında "Liderler Günü" ve Başbakan başkanlığında toplandığında da "Muhalefet Günü" olacaktı. Tabiî ki tek isim de mümkün. Önemli olan parti genel başkanlarının aynı masa etrafında buluşup yüz yüze konuşabilmeleridir. Vasıtalı konuşma, sataşmalar yerine samimi bir ortamda her şeyin dile gelmesi muhakkak ki daha verimli olacaktır.
Hem yukarıda bahsettiğimiz dünya durdukça değişmez altın esaslardan dolayı ve hem de artık "Soğuk Savaş Dönemi" bittiği için böyle bir çalışma zaruretti. Soğuk savaş dönemi, yarım asra yakın peşin hüküm, dikenli dil, aşağılama ve ötekileme üzerine öfke üretti. Orada ak veya kara vardı.
15 Temmuz sonrası kazanılan iyiliklerden biri de bu "Muhalefet Günü" veya "Liderler Toplantısı"nın başlamasıdır. Dün, AK Parti genel başkanı ve Başbakan sn Binali Yıldırım, CHP genel başkanı sn Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP genel başkanı sn Devlet Bahçeli, Çankaya Köşkü'nde bir araya geldiler. Darbe ihaneti, devlete sızmalar, terör saldırıları, çevremizde olup bitenler, dış dünya ile münasebetlerimiz, anayasa değişikliği... gibi mes'elelerin en azından bir kısmı konuşuldu. Hiç bir şey dile gelmeyip çay-kahve içerek hâl-hatır sorup ayrılmaları bile yakalanan iç barışı devam ettirme adına faydalıdır. Unutmamalı ki ABD'de seçimlerden sonra seçimi kazanan lider, icabında muhalefet partisinden hükümetine bakan almaktadır. Bizde neden olmasın? Şu istişarî toplantılar devam ederse şart olmamakla birlikte mümkündür ki bu da olabilir.
HDP'ye gelince...
Soru belli:
-Bu tabloda HDP genel başkanı niye yok?
Onun da olması gerekir. Fakat vaad edilen "Türkiye Partisi" olma sözü tutulmadı. Öyle ki yapılan fütursuzluklardan dolayı bu partili vekillerin çoğunun dokunulmazlıkları kaldırıldı. Vatanın birliğine, vatandaşın canına kasteden teröristlerle hareket etmek yok sayılamazdı. Daha önceki gün Gaziantep'teki cenaze evinde Cumhurbaşkanına "katil" diye sözlü hakaretler yapıldı.
HDP şayet soğuk savaş günlerinin Marksist-Leninist-Stalinist ütopik öğretileriyle ırkçılıktan vazgeçip de şu 15 senede kazanılanları görür, emperyalist kuklacıların şekillendirdiği dağın güdümünden kurtulursa bu barış tablosunda yerini alır?
.ACIMIZ BÜYÜK FAKAT AZMİMİZ DAHA BÜYÜKTÜR!!!...
2016-08-22 02:00:00
Van, Elazığ, Bitlis Gaziantep terör saldırıları, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün devamıdır. Malum darbe teşebbüsü darbe, iç harp ve işgal adımları üzerine kurgulanmıştı...
Sürüp gelen terör eylemleriyle görülmekte ki bu niyetten vazgeçilmemiş. Terörün Türkiye'deki yapısı 15 Temmuz'dan önce ve sonra farklıdır. 15 Temmuz'dan önce FETÖ/PDY ihanetlerine rağmen PKK ve DAEŞ ciddi darbeler yemişti. 15 Temmuz'dan sonraysa yediği darbelerle adı geçen örgütün beli kırıldı. Bunların hepsinin ortak düşmanı aynıdır. Kukla oynatıcıları da aynıdır. Bu yüzden işbirliği içindeler. İktidarı yıkmak, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı devirip yok etmek ve Türkiye'yi teslim almak istiyorlar.
Emperyalist taraf, bölge lideri ve dünya aktörü olan, oyun kurucu bir Büyük Türkiye'yi söz dinlemez bir devlet olarak görüp tehlikeli saydığından yolunu kesmek istemektedir
Bölücü terör örgütü, "Kürt hakları" bahânesiyle bu sebeple 40 yıldır kan dökmektedir. FETÖ/PDY örgütünün inanılmaz bir takıyye/ikiyüzlülükle kendini saklayarak darbeye kalkışacak günlere gelmesi de 40 yılı bulmaktadır. DAEŞ, yahut DAİŞ denilen örgütün dahi köklerinin Afganistan'da ortaya çıkması da PKK ve FETÖ örgütü zehirli tohumlarının Türkiye'de kök salmasıyla aşağı-yukarı eş zamanlıdır.
Bu örgütler yoluyla mağdur Kürt nüfusla dini cemaat ve tarikatlere, saf dindarlar arasına, orduya, mahkemelere, mekteplere, devlet dairelerine, medyaya, iş çevrelerine ve akla gelebilen her etkin yere sızarak sömürge düzeni kurulmak istenmiştir.
Böylece hem doğru amentü, hem milliyet ve aidiyet şuuru ve hem de vatana bağlılık duygusu iptal edilmeye çalışılmış, azımsanmayacak bir kitle üzerinde hedefe varılmış, bu ülkenin evlâtları devşirilerek yabancılara pazarlanmıştır.
Türkiye, şimdi hedefteki devlettir. Darbeyle teslim alınamayınca terörle diz çökertilmek istenmekte. Fakat karamsarlığa düşmemeli.15 Temmuz'da her aidiyetten kardeşimiz, kenetlenerek tank ve jetlere rağmen darbe heveslilerini mağlup etmişti. Bu defa da Emniyet Müdürlüğüne saldırı üzerine bütün Elazığ halkı, Bayrağını alarak meydanlara inip sabaha kadar nöbet tuttu. Seller gibi meydanlarda aktı. Bu örnek millî şahlanış, derhal doğu ve güneydoğunun diğer illerine de birer imân ve vatanperverlik kıvılcımı hâlinde sıçradı. Şüphesiz ki bu meş'ale yanmaya devam edecektir.
Gaziantep'te bir düğüne yapılan vahşi saldırı, o vatan aşkı meş'alesiyle meydanlara çıkıp "kahrolsun PKK!", "kahrolsun FETÖ", "kahrolsun DAEŞ!" diye haykıran aziz vatandaşlarımıza gözdağı hainliğidir. Van'da da düğündekiler ziyan gördü. Ancak orada ve Elazığ'da asıl hedef polisti. Şahin Bey'in şehrindeyse hedef doğrudan doğruya bir düğün oldu. Bir düğüne, bir saadete saldırı, düşmanlıkların en canavarca olanıdır.
Şaşmamalı, gaflete düşmemeli. Hainler, bu ülkeyi birbirine düşürmek için her İblisce tuzağı deneyeceklerdir. Türkiye, onlar için cezalandırılmaya müstahak bir devlettir. PKK ile ırk üzerinden bitiremediler, FETÖ yoluyla "Ortodoks İslâm", "dinlerarası diyalog" diyerek teslim alamadılar, DAEŞ tuzağına düşüremediler. Bundan sonraki adım Alevi olan ve olmayanlarla kargaşa çıkartarak iç harp başlatmaktır. Fakat şunu bilmeliler ki bu deneme yeni değildir. Geçmişte de çok tecrübe edildi. Ama bizim aklıselim vatandaşımız, mensubiyetini kavga değil, uzlaşma, anlaşma, hâlleşme sebebi saydığından sağduyu ile hareket ederek ajan faaliyetlere geçit vermedi. Can kardeşliğimiz, Allah'ın izniyle bundan sonra da sarsılmayacaktır.
Gaziantep'teki şehit ve yaralısı çok olan bu soysuz saldırının zamanlamasındaki diğer unsurlara da dikkat etmeli:
Bu saldırının, 26 Ağustos'ta hizmete girecek Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün açılışı öncesine denk getirilmesi tesadüf değildir. Katliam, Başbakan Binali Yıldırım'ın "önümüzdeki 6 ay içinde Suriye'de oyun kuruculardan biri olacağız" sözü ve Ankara-Moskova yakınlaşmasıyla da çakışmıştır. FETÖ örgütüne karşı verilen amansız mücadeleye karşı intikam hissi olarak da yansımaktadır.
Milletimizin başı sağ olsun. Ölen her insan, evimizin bir ferdidir. Her yaralı bizim yaralımızdır. Acımız çok büyüktür. Ancak; sabrımız, azmimiz, cesaretimiz ve vakarımız daha büyüktür. Katillerin saldırıları bundan böyle de devam edebilir. İktidarı ve Cumhurbaşkanını teslim alarak devleti vesayet, milleti esaret altına almak istemekteler. Bu bir parti ve şahıs mes'elesi değildir. Yenikapı Kardeşlik Ruhu yaşamalı, partiler ve millet, dayanışma içinde olarak bu hainlikleri de püskürtülmelidir.
Bunun için Elazığ'ın açtığı çığır devam etmelidir:
Bu Bayrağın inmemesi, bu Ezanın susmaması, bu kardeşliğin bitmemesi, bu mübarek vatanın bölünmemesi, yükselişteki bu Büyük Devletin boyunduruk altına girmemesi için her vatandaşımız kendi ilinde gerektiği her ân İstiklal Nöbetini tutmalı ve fakat hukuk içinde kalarak hiç bir kışkırtma ve kargaşaya fırsat verilmemelidir.
.KUZGUNLAR VE KAHRAMANLAR!
2016-08-19 02:00:00
Terör örgütleri, önceki akşam Van Emniyet Merkezi yakınında, dün sabah Elazığ Emniyet Müdürlüğü önünde bomba yüklü araçlar patlattılar. Dün öğlende ise Bitlis'te askerî araca saldırı yapıldı. Her üçünde de sivil, asker, polis şehidlerimiz ve ağır yaralı ve yaralılarımız var...
15/16 Temmuz darbe teşebbüsü günlerinde ismi malûm terör örgütleri, herhangi bir eylem yapmadılar. Darbe görevini üstlenmiş asker kılıklı teröristler, meşgul edilmeyerek işleri kolaylaştırılmak istenmişti. Darbe teşebbüsünün hezimetle bittiğinin anlaşılması üzerine bölücü örgüt, karargâh olarak kullandığı dağdan bir açıklama yaptı. Bundan böyle saldırıları, şehirlere taşıyacaklarını ve polis merkezlerine sabotajlar düzenleyeceklerini açıklıyorlardı. Vaki saldırılar, bunun neticesidir. Yazının başındaki ifademiz dikkat çekmiş olmalı. "Terör örgütü" değil, "terör örgütleri" dedik. Türkiye'nin varlığını, birliğini ve dirliğini hedef almış bir çok istihbarat servisi ve bir çok örgüt, birlikte hareket etmekteler. Darbe, muvaffak olsaydı bugün yaşanan ihanetler, o zaman görülmeyecek, çıkmış iç harple, vatan bölünmüş ve emperyalistler tarafından işgal edilmiş olacaktı. Bu yapılamayınca aynı neticeyi elde etmek için daha uzun da olsa şimdiki yola girdiler. Bu bahsettiğimiz, mes'elenin niyet tarafıdır. O niyeti gerçekleştirmek için seçilmiş bir de zaman ve mekân tarafı var:
FETÖ/PDY örgüt mensuplarının temizlenmesinden dolayı aldanan terör örgütleri, "gün, bugündür!" diyerek fırsatı kaçırmama peşindeler. Halbuki hem devlet, bir boşluk doğmasın diye bütün tedbirleri alıyor ve almakta ve hem de bu milletin kendisi 15 Temmuz gecesinde isbat ettiği gibi Ahmetciktir, Mehmetciktir. Bu vasfa haiz milletin, darbe teşebbüsünü çok kısa zamanda tepelediğini görmekten âciz terör örgütleri, var olduğunu sandıkları fırsattan istifadeyle polis ve askerî noktalara sabotajlar, bombalı saldırılar, intihar patlatmaları düzenlemekteler. Kimsenin şüphesi olmasın ki onlar, saldırdıkça, emniyetimiz de ordumuz da daha bir bilenecek, daha bir güçlenecek ve daha bir gürleşecektir.
Bir de mekân unsuru var:
Saldırıları güneydoğu bölgesinden giderek batıya doğru yayma peşindeler. Polisten intikam almak, Türkiye'nin yolunu kesmek, ölmeyip ayakta oldukları mesajını vermek istiyorlar. Terörün bugüne kadar giremediği huzur şehri, koçyiğitler yatağı Elazığ'da kanlı saldırılar yapmalarının anlamı, diledikleri zaman, diledikleri yerde, diledikleri eylemi gerçekleştirebilecekleri algısını uyandırmak içindir.
15 Temmuz hezimeti, şer odaklarını hüsrana uğratmıştır. Yeniden büyümüş, gelişmiş ve dünyada yeniden söz sahibi olmuş bir Türkiye'yi hazmedemiyorlar. Bu yüzden terörün her çeşidini kullanmaktalar. Devlet kurumları temizlendikçe, terör taraftarları tutuklandıkça çılgına dönmekteler. Güç yetirebildikleri her yerde zarar vermeye çalışacaklardır.
Buna mukabil Hükümet, çalışıyor ve devleti çalıştırıyor. Terörün insan, militan, finans ve medya kaynakları üzerine gidilmekte. Daha gidilecektir. Bugün sürpriz şekilde Büyükelçi yazışmaları ortaya çıkmaktadır. Bu herhâlde hesapsız kalmayacaktır. Devlet, şer odaklarıyla dişe-diş mücadele ederken millete düşen "7 Ağustos Yenikapı Ruhu"nu korumaktır. 15/16 Temmuz şahlanışı, 7 Ağustos 2016'da Yenikapı'da Millî Ruh'a dönüştü. Bu ruhun bize kazandırması gereken hakikat şudur:
-Karşı karşıya olduğumuz büyük saldırı, bir parti, iktidar şahıs mes'elesi değildir.
Bu saldırıda Türkiye Cumhuriyeti Devleti hedef alınmıştır. 2023 Büyük Türkiyesinin, 10. Büyük Güç Olmanın, Kanal İstanbul'un, 26 Ağustos 2071'in yolu kesilmek istenmektedir. Bu, ayaktakımının kullanıldığı son Haçlı taarruzudur...
Bilinmeli ki, inanmalı ki:
Düşmanın merhametiyle yaşanmaz!
Bundan dolayı ümitsizlik yok, yılmak yok, yorulmak yok, taviz yok!
Kim ne yaparsa yapsın, birlik bozulmayacak, Ezan susmayacak, Bayrak düşmeyecek, Vatan bölünmeyecek, Devlet-i Ebed Müddet, kıyamete dek yaşayacaktır.
.MİLLİ KAHRAMAN!
2016-08-12 02:00:00
İsmi, Recep Tayyip Erdoğan...
Bu yola Beyoğlu İlçe Başkanı olarak çıkmıştı. Bir süre sonra İstanbul İl Başkanı oldu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu, mahkûm oldu, kurduğu partinin genel başkanı oldu. Yükselişini tehlikeli görenler, yolunu kesmeye çalıştılar. Adlî, fiilî ve manşet suikastlarına uğradı. Yılmadı, tevekkülü sarsılmadı, Hak'tan gelene râzı oldu, kadere teslim oldu. Hapisten çıkınca da milletvekili ve Başbakan oldu... Oysa ülkenin bilmişleri O'nu değil Başbakanlık, muhtarlığa bile lâyık görmemişlerdi. Ne var ki orada da kalmayacaktı. Başbakanlıktan da devletin zirvesine tırmandı. 10 Ağustos 2014'ten 15 Temmuz 2016 akşamına kadar Cumhurbaşkanıydı...
Cuntacı vatansızlar, darbeye kalkıştıklarında, çevresindekilerin samimi telkinlerine uyarak bir başka devlete sığınmadı. Abdülhamid Han gibi az zaman farkıyla suikastı ıskaladıktan sonra Yıldırım Bâyezıd Hân'ın bir başına at sürerek Niğbolu Kal'ası önüne gelip "Bre Doğan yettim, dayan!!! diye gecenin karanlığında kale kumandadına seslenmesine benzer bir halle görüntülü telefonlardan milletine seslenerek "yettim bre milletim dayanın!" dercesine jet tehditleri altında gecenin karanlığını yarıp Yeşilköy'e indi, Başkomutan olarak sevk ve idareyi eline aldı, ülkeyi selamet sahiline çıkarttı. Aksini yapsaydı, İstanbul'a değil de bir başka ülkeye gitseydi. Devlet düşer, bayrak iner, ezan susar, iç harp çıkar ve kargaşaya sürüklenen Türkiye, bu günleri bekleyen sömürgeciler tarafından işgal edilirdi. Hesap ve kitaplar da buna göreydi.
Haine "hain", korkağa "korkak" dendiği gibi kahramana "kahraman" denmelidir. Bu bir vicdan borcudur, ahlâk borcudur. Aksi, nankörlük, inkâr, hak yemektir. İnsanlar hayattayken de lâyık oldukları mânevî pâyelere kavuşmalılar.
Recep Tayyip Erdoğan, 16 Temmuz 2016 Cumartesi sabahından itibaren yalnızca Cumhurbaşkanı değildir. O, artık bir Millî Kahraman'dır. Buraya da hak ede ede geldi. O'nun için yıllar evvelinde ne demiş, ne yazmıştık? Bir kere daha tekrar edeceğiz. Recep Tayyip Erdoğan'ın muvaffakiyetinde 4 sebep vardır:
1-İyi bir aile reisidir.
2-Çok çalışmaktadır.
3-Çok dua etmektedir.
4-Çok dua almaktadır.
Beşinci sebep 15 Temmuz 2016 gecesi ortaya çıktı. Kahramanlar korkusuz olur. Korku ve şecaat cem olamaz. Ölümü bile hesaba katmadan gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen, bir gün elbette kahraman olur. Hem de sahte değil hakîkî kahraman. 15 Temmuz gecesi yeni dönemin hakîkî kahramanlarına kapılar aralanmış, Başkomutan da onlara serdar olmuştur. Ruhları, Erdem Bayazıd'ın şu şiiri gibi berrak pınarlardan beslenenler, vakit erişince hayata bir de kahraman olarak doğarlar:
Ölüm, bize ne uzak, bize ne yakın ölüm/ Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm!
15 TEMMUZ'U FIRSAT BİLMEK!
2016-08-10 02:00:00
FETÖ/PDY örgütü, 15 Temmuz gecesinde bu milleti, bu devleti, bu vatanı şerre gark etmek isterken hesaplar hesabının sahibi Hak, şerleri hayr eyledi...
15 Temmuz 2016 gecesinin zifiri karanlığında muhteşem bir diriliş yaşandı. 7 Ağustos 2016'da ise Yenikapı'daki Demokrasi ve Şehîdler Mitingiyle bir İçtimâî Mukavele akdedildi. İstanbul'un mânevî sâhibi Ebu Eyyûb el Ensâri Hâlid bin Zeyd ve İstanbul'u fethetmiş güzel kumandan Fatih Sultan Mehmed Han huzurunda ve Sultanahmed Camiînin altı minaresinin, gündüz yakıcı güneşin, gece mütebessim hilalin, Marmara'nın munis dalgalarının şahadetiyle ufuklara kardeşlik, birlik, azîm ve istiklâl kemendi atıldı...
15/16 Temmuz Milli Mücahedesi/Millî Cihadı ve 7 Ağustos Misâk-ı Millî Şahlanışı'nın doğru okunması, dürüstlükle yorumlanması şarttır. İnsaf, vicdan ve namus borcudur. Aksini yapmak, zihinleri bulandırmak ve geleceği karartmak olur.
Şerler hayra dönerken, millet ecdadındaki millî şuura ererken bir kısım okur-yazarlar yanıltıcı yönlendirmelere gitmekteler:
Bazılarının vaki cunta ihanetini, mezheb, tasavvuf, dergâh, evliyâlık, tarikat, cemaat düşmanlığı için fırsata dönüştürme gayretkeşlikleri, ilk günden göze çarpmaya başladı. Böyle bir kasıt, dinde reformcu sapmalara yönelme isteği, sureti haktan görünerek vatanın mânevî temellerini tahrip teşebbüsüne tevessül etmektir.
Bir kere bilinmeli ki FETÖ öğretisi, bir tarikat disiplini değildir. İçinden çıktığı Nurculuk dahi bir tarikat değil, kelâm ilmi ağırlıklı fikir cereyanıdır. Zaman zaman kendini "ılımlı İslâm", "dinlerarası diyalog" ve "ortodoks İslâm" vs şeklinde tanıtan hareket, önceleri bir Nurculuk akımı olarak göründü. Bir kademe sonra cemaat maskesi takındı. Şimdi ise emperyalizmin askerleri olduğu âyân-beyan anlaşılmıştır.
FETÖ/PDY yüzünden mezheblere laf edilmesi, FETÖ çete başının melez bir din ihdasının Müslümanlara vereceği zarardan daha az olmaz. Diğer yandan bu sapık itikadî ve amelî cereyanı, tarikat-tasavvuf ve dergâh faaliyeti masumiyetiyle karıştırmak, hainlerin suçunu hafifletme ve güzel ahlaklı diğer vatansever insanları da sorumsuzca kötülemek olur.
Eğer...
Evliyâlık, ermişlik, tasavvuf, dergâh ve tarikatler inkâr edilirse; Şahı Nakşibend Behaeddini Buhari, Hazreti Türkistan Ahmedi Yesevî, bu iklimin ruh mimarı Mevlâna Halid-i Bağdadî, Bayezıd-ı Bistami, Ebül Hasen Harakani, Şeyh Edebalı, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Ahmedi Rıfaî, Cüneydi Bağdadî, İmam-ı Rabbani, Bişr-Hafi, Abdülkadiri Geylani, Muhyiddini Arabi, Akşemseddin, Molla Güranî, Ubeydullahı Ahrar, Mevlâna Celaleddini Rumî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, İsmail Fakirullah, Osman Bedreddin, Ali Septi, Ahi Evran, Yunus Emre, Mehmed Emin Tokadî, Emir Sultan, Üftade Hazretleri, Sadreddini Konevî, Aziz Mahmud Hüdâi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Merkez Efendi, Sümbül Efendi, Yedi Emirler, Hasan Sezâi Hazretleri, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî ve sayılabilecek daha yüzlerce, binlerce, on binlerce, milyonlarca veli zâtın varlığını, eserlerini, irfanlarını, kerametlerini, hizmetlerini, bu iklimi ayakta tutuşlarındaki himmetlerini, bu iklim insanını farklı kılan mayanın yoğurulmasındaki emsalsiz maharetleri, ne ile ve nasıl izah edilir?
İslâm göğünün bu parlak yıldızları, Verâset'ül Enbiyadır /Nebiler mirasçısıdır. Bu mümtaz zâtlar, Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ ederler. Kendilerine değil, ahir zaman Peygamberinin -aleyhisselâm- yoluna çağırırlar.
O seçkin zatların ortak kararları şöyledir ki Allah'ın rızasına kavuşmak, ne tek başına aklın rehberliğiyle olur ve ne de aklı terk ederek olur. Din, akıl sahiplerini mükellef tutar. Şu var ki imânı ve İslâm’ı pozitivist felsefi bir perspektifle ele alıp Kur'an-ı kerîm ve Hadîs-i şerîf külliyatı dışında varlıkları rahmet olan mezheblerle güzel ahlâk yol ve ocaklarını inkâr etmek, bu millete ve bu dine karşı bir başka yıkım cephesi açmak demektir.
*
Yarın:
15 TEMMUZU ÇARPITMAK!
. 15 TEMMUZ'U ÇARPITMAK
2016-08-11 02:00:00
5 bin yıllık tarihimizde 15 Temmuz ihanetinin bir benzeri yoktur. Geçmişte isyanlar, darbeler olmuştur. Fakat böylesi yok. Dış devlet ve istihbaratlarla iş birliği yaparak bu milletin, tankı, topu, jeti ve kurşunu ile bu millete ateş yağdırdılar.
Bunu yapanlar, 40 yıl boyunca kendilerini dindar ve memleket sever olarak tanıttılar. Korkunç bir sinsilikle bütün bir milleti kandırmışlar. Dindarlıkları, kendi dinlerinden ibaret, her haramı hoşgörüyle karşılayan her ihanete cevaz veren bir din. Bir melez amel ve amentü. Biraz Hrıstiyanlık, biraz Musevilik, biraz İslamiyet. Dinlerin telfikı. Mezheblerin bile telfikı yani yekpâreleştirilmesi mümkün olmazken bunlar, Hak ve son din İslamiyetle yürürlükten kaldırılmış ve aslı da kalmamış eski semavi dinleri birleştirme peşindeler.
15 Temmuz işgal ve darbe teşebbüsü, her cephesiyle doğru okunup tahlil edileceğine onu başka taraflara çekip farklı yorumlara sapmak, aziz şehidlerimizin kemiklerini sızlatır.
Bir kısım kimseler, FETÖ/PDY yapılanmasını muteber bir dergâh, tasavvuf ve tarikat gibi görerek buradan yanlış sonuçlar çıkartmaktalar. İstişare sünnet ve geleneği, aklı, başkasının emrine verme tarzında telakki ediliyor. Bu sığ bir değerlendirmedir. Bozuk yollar mevcut olabilir. Şu şaşmaz bir gerçek ki ne FETÖ örgütü, tasavvuf ve dergâh dünyasını temsil edebilir ve ne de bid'at, hurafe ve haramlara saparak İslâmın ana caddesinden uzaklaşmış olanlar...
Bir başka yanlış yorum da Tek Parti Zihniyeti takipçilerinden gelmekte. Bunlara göre her şey Kemalizmden, Atatürkçülükten, laiklikten yüz çevirmekten ileri gelmiştir. Öyle olmasaydı, böyle olmayacaktı. Başa dönmekten başka hiçbir yol ve çâre asla ve asla mevcut değildir. Bunun dışındaki her hayat ve inanç tarzı bâtıldır.
Hâlbuki böyle konuşup zaman kaybetmek yerine geçen bir asır içinde nerede ne gibi hataların yapıldığı samimi bir şekilde araştırılarak devletin kendi kendisiyle hesaplaşması daha doğru olur.
Zaten laiklik, anayasada mevcuttur. Atatürk ilke ve inkılapları, 1961'de Anayasaya madde olarak girmiştir. Atatürk’ü Koruma Kanunu, bugün bile yürürlüktedir. Laikliği dinsizlik şeklinde yorumlayan "inkılap yobazlığı" denen "Laikçilik" zorbalığı bir tarafa, laiklik ilkesiyle kimsenin bir kavgası yoktur. Türk Cumhuriyetleri Sovyet sonrasında yeni alfabe seçimine giderken Latin Alfabesinin kabulünü bizzat tavsiye etmiştik. Diğer yandan batıdan alınan bütün hukuk sistemi aynen tatbik edilmekte. CHP'ye altı ok şeklinde sembol olan ilke ve inkılaplardan bazıları, faraza harf inkılabı gibi olanlar ile ırkçılık anlamında olmayan milliyetçilik gibi maddeler, varlığını devam ettirmektedir. Şapka giyme mecburiyeti, efendi, bey ve paşa denmenin suç olması ise hiçbir zaman hayat bulmamıştır.
Hayli geniş olan bu bahiste ezanın susturulması, Kur'an öğretilmesinin yasaklanması, dinin, dindarın, muhafazakâr vatandaşın tâ 2000 başlarına, hatta biraz ötesine kadar horlanması, aşağılanması, dışlanması, yerli ve millî ne varsa onlardan uzaklaşıp körü körüne Batı’ya meftun olunmuştu. Çeyrek aydın zaten köksüzdü. CHP 1949'da hem iktidarı kaybetmemek ve hem de kendi dünya görüşüne göre insan yetiştirmek için İHL/İmam Hatip Liseleri açtı. Fakat halk "Yeter, söz milletindir!" diyerek onu gönderdi.
DP, AP, ANAP, DYP vs. dönemlerinde fakir ve orta hâlli aileler, dinini- imânını öğrensin diye çocuklarını daha ziyade İHL'lere yolladılar. Ne var ki onlar "ölü yıkayıcısı"ydı. Psikolojik baskı, faşizan ölçülerdeydi.
Boşluğu yakalayan FETÖ örgütü, şehirleşmeye başlayan halka 1970'lerden itibaren "kolej" kelimesinin çekiciliğinden de istifadeyle apayrı bir eğitim imkânı sundu. Bu kolejlerde okuyan gençler, ötelenmeyerek dinini öğrenip yaşayacak, yabancı lisanları olacak ve cemiyette kendilerine bir yer bulacaklardı.
Bu milletin tuzağa düşürülme sürecinin esas hikâyesi budur.
Himmetler, zekâtlar, fıtralar, kurban derileri, ver de nasıl verirsen ver kabilinden bu gençleri yetiştirme bahanesiyle toplandı. Sonra da Anadolu ve dünyaya yayıldılar.
Eğer Tek Parti Zihniyeti'nin TDK eski sözlüklerinde ideolojisini bulan "Kemalizm: Türk’ün dini" dayatması olmasaydı, bugün Türkiye bu büyük facia ile karşı karşıya kalmazdı.
Bu sebeple "Cumhuriyetin kurucu değerlerine dönülmelidir!" sözü gerçeklerden uzak, romantik bir cümledir. Kaldı ki laiklik, 1937'de, demokrasi 1945/46'da gelmiştir. Evrensel anlamdaki laiklikle kimsenin derdi olmadığı gibi, cumhuriyet ve demokrasiyle tek vatandaşın dahi bir sıkıntısı yoktur.
Bu ihanet, hiçbir çevre tarafından yanlış okunmamalı.
Devlet de partiler de kendi kendisiyle hesaplaşmalıdır.
.ASRIN MİTİNGİ
2016-08-09 02:00:00
Batı medyası, hileli bir dille "1 milyondan fazla" diyerek sayıyı küçültmeye çalışsa da Demokrasi ve Şehidler Mitingi, çok yüksek iştirakli bir şahlanıştı. Emniyet, 5 milyondan fazla olduğunu kaydetmekte. Fakat izdihamdan dolayı meydana giremeyen çok insan oldu. Aksaray, Beyazıd, Fındıkzâde, Vatan Caddesi gibi yakın meydan, cadde ve sokaklardan takip eden hınca-hınç kitleler vardı. Tek fark, çitin dışında kalmış olmalarıydı.
Bu sebeple biz, takribi hesap olarak "7 Ağustos 2016'da Yenikapı'da 7 milyon Türkiye Sevdalısı buluştu" diyoruz. Kaldı ki bu kadar değil de bu mevcudun yarısı olsa bile ne değişir? Dünyanın kaç ülkesinde kaç yılda bir kaç milyonla bir toplantı yapılabilmektedir? En ihtiyatlı ihtimal emniyetin verdiği 5 milyondur ki muhteşem bir sayıdır. Üstelik 80 il ve dünyanın belli başlı merkezlerinde kurulu ekranlarla tv ekranları başındakiler dahil edilirse mevzubahis sayı, hesap ötesine ulaşır.
Türkiye Sevdalıları, 6 Ağustos gecesinden itibaren yer tutmak maksadıyla Yenikapı Meydanına aktılar. Akış, 7 Ağustos Pazar sabahından itibaren hızlandı. Öğle saatlerinde meydana girmek âdeta imkânsızlaşmıştı. Üstelik hava müthiş sıcaktı, herkes, terden sırılsıklamdı. Buna rağmen gece 22'ye kadar herkes oradaydı, herkes ayaktaydı. Meydan dipdiriydi, bayraklar havada süzülen kartallar gibiydi, meydan devâsâ bir gelincik tarlasına dönmüştü.
Dünyanın dört bir tarafından kardeş bayraklar yükseliyordu. Türkiye Sevdalıları bunları dalgalandırıyordu. Doğu Türkistan, Afganistan, Suriye Türkmenleri, Filistin, KKTC, Bosna Hersek bayrakları hazırdı, belki bizim fark edemediğimiz daha başkaları da vardı.
Bu buluşma, bir siyâsî miting değildi...Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının himâyesinde yapılan bir İstiklâl ve İstikbâl beyannâmesiydi. Mitinge sözünü ettiğimiz milyonlarca vatandaşla birlikte siyâsî parti liderleri, eski başbakanlar, KKTC Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı katılmıştı.
İstiklâl, istikbâl, vatan, millet, birlik, beraberlik, kardeşlik, ihanet, dış güçler, haçlılar, işgal ve benzeri kelimeler, ortak dildi... Bu kelimeler, bir gün içinde ve Cumhurbaşkanından, Başbakanından, parti genel başkanlarından, genelkurmay başkanına, tv yorumcularına kadar hiç bu kadar telaffuz edilmemişti.
İhanet, iliklerine kadar keşfedilmişti.
FETÖ, PKK, DAİŞ ortaklığı yakalanmıştı.
Bunların arkasındaki istihbarat güçleri, işveren patron devletler müşahede edilmişti. O akşam liderler, genelkurmay başkanı ve Cumhurbaşkanı konuştular.
En dikkat çekici cümle, uzlaşma ve barış kültürünü çoğaltma gereğine vurguydu. Olması gereken budur. 15 Temmuz milad, 7 Ağustos başlangıçtır. Bundan böyle nefret dili değil, kardeşlik esastır. Birbirini tamamlama, yek diğeriyle zenginleşme, muhabbette fena bulma esastır. İslâmiyet müşterek değerse, bayrak müşterek değerse, vatan müşterek değerse, geleceği fethetmek, birinci sınıf devlet ve birinci sınıf millet hayatına ermek vazgeçilmez hedefse her türlü iç ihtilaf, çekişme, kavga, arkada kalmalıdır. Bakınız düşman işgale tevessül ettiğinde, taşeron teröristler kurşun sıktığında, bomba yağdırdığında bu ülke mensuplarını görüş, fikir ve inanç farkı gözetmeden katletmeye kalkışıyorlar.
15/16 Temmuz 2016 gecesi şerler hayra tebdil oldu, 7 Ağustos 2016'da Yeni Türkiye, Yenikapı'da buluşarak, yeni ufuklara kapı araladı.
.HUBB'ÜL VATANİ MİNE'L İMAN
2016-08-08 02:00:00
Mekke'yi terk etmek zorunda kalarak Medine'ye hicret eden Müslümanlar, başta Merhamet Sultanı Peygamber -aleyhisselâm- olmak üzere mahzunlaşmışlardı...
Bazıları, iklim farklılığından dolayı sıtmaya yakalanıp rahatsızlaşınca hüzünleri daha da artmıştı. Onlardan biri de Resulullah'ın Müezzini Bilâl-i Habeşî Hazretleriydi. Ateşler içindeyken bile Arapça'nın lisan zenginliğiyle hasret dolu şiirler mırıldanıyordu. Hâlbuki O, aslen Habeşistanlıydı, çok fakirdi, Mekke'de ne malı vardı, ne mülkü...
Ama; bir toprağın vatan olması için orada doğmak gerekmezdi, o toprak sevgisini kalbe nakşetmek yeterdi. Orada mülk sahibi olmak da şart olamaz. Vatan, arazi veya arsa değildir. Bir toprağa "vatanım" diyen bir kimse, o aziz mülkün her zerresinin sahibidir.
Müezzininin yakıcı mısralarını işiten Sevgili Peygamberimiz, hüzünlerine hüzünler katılırken şöyle buyurmuşlardı:
-El vatan! El vatan! El vatan! Hubbü’l-vatanî mine’l-îmân!..
"Ah vatan, ah vatan ah vatan!.. Vatan sevgisi, imândandır!"
15 Temmuz 2016 gecesi emperyalistlerin taşeronu ajanlar, darbeye tevessül ederken meydanlara akmış millet, söz birliği etmişçesine hep bir ağızdan "vatan!!! diyordu, vatan tehlikede! Vatan olmazsa namus da olmaz!"
15 Temmuz gecesinde yazdığı şanlı destanla ecdadının evlâdı, Şanlı Peygamberinin ümmeti olduğunu ispat eden bu millet, çoluğu çocuğu, gelini, kızı, kısrağı, yaşlısı ve genciyle mübarek vatan toprağı üzerinde dinine, bayrağına, istiklâline ve istikbâline sahip çıkarak hainleri, onların arkasındaki ikiyüzlüleri ve tanklarını, toplarını, jetlerini mağlup etti.
Milletten sorumlu olanlar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı mücadelesinde yalnız bırakmışlardı. Bu büyük milletse Büyük Türkiye yolunda Başkomutanını yalnız bırakmadı. O'nun kısacık bir talimatı, aşk ateşini tutuşturdu "sokaklara çıkın, ben de geliyorum!"
O gece şehîdler verdik, muhteşem şehidler. Cennet makamları onlara mübarek olsun. Gazilerimiz oldu, başı dik, muhteşem gaziler. Gazaları mübarek olsun.
Vatan muhabbeti imânından beslenen milyonlar, 7 Ağustos'ta Yenikapı'da Yeni Türkiye'nin yeni kapısını aralamak için toplandı. Onlar, bu vatanın her yanından ve Osmanlı vatanının her yöresindendi. Yenikapı'da içtima edenler, sadece 7 milyon değildi, 80 milyon vatan evlâdı ve bütün ümmet gönlü, ruhu ve duasıyla oradaydı.
7 Ağustos yeni bir doğum, bir diriliştir. Birliktir, beraberliktir, barıştır, kardeşliktir, istiklâli korumak, istikbâli fetih hareketidir. 7 Ağustos 2016 Yenikapı buluşması, köklü bir milletin küresel bir ihanete karşı kükremesi, hainlere dünyayı dar etmesidir!
.TSK
2016-08-03 02:00:00
TSK/Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının bir burukluk içinde olduklarını müşahede ediyoruz. İlk ânda toplumda küçük ve mevziî de olsa bir öfke sapması oldu. Sanki TSK'nın tamamı darbeye kalkışmış gibi bir zan yaşandı..
Halbuki gerçek böyle değildi. Gerçeğin böyle olmadığı, hem biz ekranlara çıkan sorumlu imzalar ve hem de devleti yönetenler tarafından mükerreren dile getirildi. Nitekim Genelkurmay Başkanımız sn Hulusi Akar, müjde gibi ferahlatan bir haber vererek "Ordu, ezici çoğunlukla cuntanın karşısındadır" demişti.
Bunun isbatı bizzat kendisiydi. Darbeci haydutlar, Hulusi Paşa'nın başına tabanca dayayıp boynuna palaska geçirerek boğmaya hamle etmelerine rağmen dayattıkları bildiri paçavrasını imzalamayarak darbeye geçit vermemişti.
Özel Harekât Kuvvetleri Komutanı Zekâi Aksakallı Paşa, hainlere ilk mağlubiyeti yaşatan komutandı. Yiğit koruması astsubay Ömer Halisdemir FETÖ'cü hain generali alnından vurarak yere indirmiş, fakat kendisi de şahadete uçmuştu.
Birinci Ordu Komutanı Org. Ümit Dündar, ihanet kalkışması başlar başlamaz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı arayarak "Sayın Cumhurbaşkanım, siz meşru Cumhurbaşkanımızsınız. Emrinizdeyiz. Ankara'ya gitmeyip İstanbul'a geliniz, biz seni koruruz!" diyerek tarihî bir hizmet yapmıştı.
O akşam Cumhurbaşkanı, İstanbul'a değil de Ankara'ya inseydi belki şu ân apayrı bir Türkiye'de yaşıyorduk... Bunların misalleri çoktur. Bildiğimiz kadarıyla kalkışmaya hiç karışmamış ordu ve birlikler vardır.
15/16 Temmuz Cunta Kalkışması, TSK'ya, MEB'e, Yargıya, Polise ve hemen her resmî ve sivil kurum, şirket ve cemaate sızmış yabancı maşası bir ihanet şebekesinin terör vahşetidir.
Vaki isyan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım, TSK'nın Peygamber Ocağı Mensubu her rütbeden kahraman asker yani Mehmetcik, kahraman Türk Polisi yani Ahmetcik ile kadını ve erkeğiyle, genci ve yaşlısıyla asîl ve azîz Türk Milletinin şanlı direnişi ve karşı darbesiyle yerin dibine batırılmış, darbeci taşeronlar, mutlak hezimete uğratılmıştır.
Devlet, Millet, Polis ve Asker el ele ve gönül gönüle vermiş olarak günler boyu uyumayarak, Ezanlar va Salalar eşliğinde millî bir şahlanış göstermiş ve öndeki çapulcu örgütle onun arkasındaki korkak ve zalim destekçilerine yani Yedi Düvele karşı savaşarak galip gelmiştir.
Bu sebeple Kahraman Ordumuzun mensupları, asla ye'se ve alınganlığa kapılmasınlar. Bu millet, hainle kahramanı ayırdedecek feraset, basiret ve dürüstlüktedir.
Allah indinde zerrece hayr ve şer zayi olmaz. Bu yolda dökülen tek damla kan da tek damla ter de indi ilâhide mükâfatını görecektir. Biz, bu sütunda en az 5 sene evvel askere "Mehmetcik" dediğimiz gibi Polise de "Ahmetcik" diyelim demiştik. O günlerde adı Ahmet olan bir polisimiz şahadetiyle yüreklerimizi dağlamıştı.
Şâhidiz ki... Mehmetcik ve Ahmetcik, 15/16 Temmuz 2016 gecesi milletinin emrinde olarak bu milletin imânını, bayrağını, şerefini ve izzetini çiğnetmedi, istikbalini ve istiklâlini gasp ettirmedi!!!...
Emeği ve hakkı geçen herkese teşekkür ederiz.
Haklarını helâl etsinler....
Yahya Kemal Beyatlı, "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" adlı âbidevî şiirinde milletimizi "ordu-millet" diye tarif eder. Mısra şöyledir:
"Ordu-milletlerin en çok döğüşen en sarpı."
Ne kadar haklıymış. Buradaki "ordu" halk, asker, polis... ve bütün varlığıyla Türk Milletidir.
Bakınız yine Yahya Kemal merhumun o muhteşem mısralarına kulak kesilince neler duymayız ki...
26 AĞUSTOS 1922
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.
.BAŞKAN OBAMA'YA AÇIK MEKTUP
2016-08-02 02:00:00
Sn. Başkan,
Başkanlık günlerinizdeki son aylara girmiş bulunmaktasınız. 8 yıllık görev sürenizde ne kadar başarılı olup olmadığınızı tarih yazacaktır. Biz, şimdiden şu kadarını kaydedebiliriz. Selefiniz G.W. Bush zamanında Türk-Amerikan dostluğu, yerlerde sürünüyordu. Amerikan muhalefeti, Türkiye'de hiç görülmedik biçimde artmıştı. Bunun sebebi, sn Bush'un yanlış uygulamalarıydı. II. Körfez Harekâtı'nın bizzat G.W. Bush tarafından "Haçlı Seferi" olarak dünyaya ilân edilmesi, bir kaç Türk askerinin başına çuval geçirilmesi, Irak halkına reva görülen muameleler, Ebu Gureyb ve Guantanamo cezaevlerindeki işkenceler misallerden bir kaçıdır.
Bu uygulamalardan dolayı Türk Amerikan dostluğu can çekişiyordu. Tam bu seyirde sizin döneminiz başladı. Türkiye'de de yeni bir iktidar iş başına gelmişti. Karşılıklı müsbet adımlarla münasebetler iyileştirildi. Ancak ikinci Başkanlık döneminizin şu son aylarında bu dostluk tekrar yıkılma sürecine girmiştir:
15/16 Temmuz darbe teşebbüsü, halkın oyu ile seçilmiş bir Cumhurbaşkanına, halkın oyu ile seçilmiş bir Hükûmete ve milletin tamamına karşı yapılmıştır. Hâdise, Ordu içinden çıkan cuntacı terörist bir grubun işlediği kanlı bir isyan ve ihanet hareketidir.
Bu ihanet, Türk halkının her fikirden mensubunun jetlere, helikopterlere, tanklara, kurşun ve bombalara rağmen Cumhurbaşkanının çağrısı üzerine meydanlara inerek ölümü pahasına destanlar yazmasıyla geri püskürtülerek darbeciler, adalete teslim edilmiştir.
Türkiye, bu ihaneti yaşar, evlâtlarını kaybederken Batılı dostlarından, AB'den; AK'den, NATO mensuplarından, hiç bir yardım, destek, teselli ve tâziye mesaj ve ziyareti görmemiştir. Bunlara ABD de dahildir. Hatta o gece 02'ye kadar zât-ı âliniz en fazla "taraflara itidal tavsiye ediyoruz" diyebildiniz.
Sn Başkan, siz Nobel Barış Ödülü almış bir devlet adamısınız. Meşru bir idareye karşı devletin uçak, tank ve silahlarını gasp ederek millete doğrultan câniler, nasıl olur da eşit taraf olur? El Kaide, DAEŞ vs size eşit taraf mıdır?
Şu rakamlara lütfen bir bakınız. Bu gazi ve şehîd tablosu son derecede ibret vericidir:
237 şehîdin 170'i sivil vatandaştır. Ev hanımı, memur, talebe, esnaf, emekli gibi insanlar. 2 bin 191 gazimizin 2 bin 30'u yine silahsız sivil vatandaşlardır. Darbeci terörist katiller, bu vatandaşların başına bomba yağdırmış, üstlerine tankları sürmüştür. Bir şehidin vücudundan 50 mermi çıkması her şeyi anlatmaya yetmez mi?
Hangi taraflar ve hangi itidalden söz edilebilir?
Fakat bu sözden daha vahimi var:
İlk günden beri Türk basın-yayın kuruluşları darbe teşebbüsünün arkasında batılı bazı merkezlerin olduğunu, en başta da Amerika’nın geldiğini haberleştirmekteler. Darbeyi Afganistan'daki Amerikalı ISAF komutanı idare etmiş, İncirlik karargâhlık yapmış, yakıt ikmali için tanker uçaklar bu üsten kalkmış, CIA ajanları Yunan sınırına gelmiş, onlardan biri, darbe günü Büyükada'da İngiliz işgal günlerinin mekânlarından olan bir otelde toplantı yapmış, darbe başarısız olunca da kaçıp gitmiştir. Türk halkı, bunların derin Amerika'nın Neo Con'ların, bir kısım istihbaratçıların darbecilerle işbirliği olduğunu kabul etmek istememektedir.
Bugün ya işbirliğine sahip çıkacak veya onları ikna edici delil ve dille reddedeceksiniz. Milletimiz sizden bunu beklemektedir.
Bir şeyi daha beklemektedir:
Yıllardır himaye ettiğiniz terörist başını iade etmek!
Türk devleti, lâzım gelen her nev'i delili size yolladı. Bu örgütün Türkiye'de darbeye kalkıştığını dünyada artık bilmeyen kalmamıştır. Buna rağmen Amerikan makamları ipe un sermekte, lafı ağızlarında dolaştırmakta, ayaklarını sürümekteler.
Her görüşten, her yaştan Türk halkı, yani 80 milyon ,18 gündür meydanlarda Demokrasi Nöbetindedir. Cumhurbaşkanı, "nöbet bitmiştir!" diyeceği gün ve saate kadar bu meydanlar şenliğe devam edecektir.
Fark edilmeli ki sn Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz akşamına kadar Cumhurbaşkanıydı. 16 Temmuz sabahından bu yana ise Millî Kahraman'dır.
Sn Başkan, lütfen etrafınızı aşarak görünüz:
Vaki darbe teşebbüsüne doğrudan veya dolaylı sahip çıkmak, destek vermek bütün Türk vatandaşlarını üzüp rencide ediyor...
İade şartları fazlasıyla olgunlaşmış olan FETÖ örgütü liderini Türk makamlarına teslim etmeniz iki devletin menfaatlerine hizmet olacaktır. Şayet cuntayla Amerika'nın alâkasının olmadığına Türk milletini inandıramaz, bu mel'un kanlı eyleme katılmış Amerikan vatandaşları hakkında dâvâ açmaz ve bir de üstüne üstlük bu darbe fâilini vermezseniz Türk-Amerikan münasebetleri çok ağır yara alır. Finaliniz bu kötü notla bitmiş olur.
Siz, lobilere, paralı lobiler etkisindeki etrafınıza değil, aklı selime kulak veriniz
.İSLAM'IN BAYRAKTARI O MİLLET, İŞTE BU MİLLETTİ!
2016-08-01 02:00:00
Bin yıl boyunca İslâm'a bayraktarlık yapan millet, işte bu milletti. Doğudan batıya, kuzeyden güneye 15/16 Temmuz gecesinde düşmanın işgal hamlesini püskürttükten sonra şehir şehir, meydanlarda imân nöbeti tutan, istiklâl nöbeti tutan, vatan nöbeti tutan, hürriyet nöbeti tutan, millî irade nöbeti tutan millet...
Hiç bir hamasi hisse kapılmadan bir şerefi, onun sahibine teslim etme namus borcuyla söylüyoruz:
Bu millet, bir soylu millettir. Darbe teşebbüsünün sahnelendiği o gece, söz birliği etmişcesine billur ırmaklar gibi meydanlara aktı. Başkomutanının zor şartlarda verdiği "meydanlara inin, ben de geliyorum!" talimatını emir telakki etti. Her yaştan, her görüşten vatandaş bayrağını kapıp meydanlara indi, kışla önlerine koştu, köprülere gitti, hava meydanlarını doldurdu.
Kadınlar, kızlar, gençler, sakallı dedeler... uçaklardan, tanklardan atılan bombalara, sıkılan kurşunlara aldırmadan ihaneti durdurmaya çalışıyor, paletlerin önüne yatıp tankların üstüne çıkıyor, köylüler, Mürted Üssüne saman balyaları yığıp yakarak ihanet uçaklarının havalanmasını, belediye işçileri, jetleri iş makinalarıyla çevreleyerek uçmasını engelliyor, vekiller bomba altındaki TBMM'de içtima ediyor, haberciler tarihî bir vazifeye cesaretle imza atıyorlardı.
Ölüm, kimsenin aklına gelmiyordu.
15/16 Temmuz 2016 gecesinden bu yana destanlar yazılmakta. İsimleri harflerle ifade edilen devletler, birlikler, milletler, sahte müttefikler, riyakâr ortaklar derin hayal kırıklığı içindeler. "Eyvah Türkler geliyor!" korkusu içindeler.
Bu milletin öldüğü, bittiği, ecdadıyla alâkasının kalmadığını sananlar yanıldılar.
Aydın sapması, aydın kopması, aydın yabancılaşması yaşayanlar boşa düştüler. Onlara yatırım yapan müstemlekeciler, sukut-u hayale kapıldılar.
Bu millete son bir asırda yapılmayan operasyon kalmadı. Diniyle, imânıyla, ezânıyla, diliyle, Türkçesiyle, elifbasıyla, ilmiyle, irfanıyla, tarihiyle, kültürüyle oynadılar... onu mazisine bağlayan, şanlı geçmişiyle irtibat kuran maddî ve mânevî ne kadar köprü varsa berhava ettiler.
Ama her kötülüğe rağmen bu milletin içindeki köz ateş sönmemiş.
Allah aşkı, Peygamber sevdası ölmemiş..
Yeniden büyük millet olma ufku kararmamış.
Ona gösterilen 2023 Büyük Türkiye ve 2023 Cihan Devleti Türkiye hedeflerini tam kavramış, içine sindirmiş varlık sebebi telakki etmiş...
Bu millet, 15/16 Temmuz'da kendisine kurulan tuzağı fark etti. Emperyalist devletlerin emrindeki örgüt, 40 yıl öncesinden başlayarak bu ülke evlâtlarını devşirip yabancılaştırmış, beynini yıkamıştı. Şimdi onlarla bu devletin jetleri, tüfekleri, tankları, mermileri gasp edilerek milletimiz katlediliyordu. Karşımızda bir haçlı saldırısı vardı, bir işgal hareketi yaşanıyordu. Yalnızca topraklarımız değil aziz dinimiz de tehlike altındaydı.
Ortaya bir yalancı Mehdi ve sahte Halife sürülmüştü. Necip milletimiz, her şeyi gönül gözüyle okudu ve hane halkıyla helalleşerek gaz meydanına koştu. Hem ay-yıldızlı Bayrağını sallıyor ve hem de bir ağızdan "yâ Allâh Bismillâh, Allahü ekber!!!" diyerek gecelerin zulmetini aydınlığa çeviriyordu.
Bu bir milletin dirilişiydi. İstiklâl Harbi'nde kaldığı yerden başlamış emperyalist uşağı cuntacıları püskürtmüştü.
İslâm âlimleri, bu milletin dedelerini, ninelerini Eshab-ı Kirâmdan sonra İslâmiyete en çok hizmet eden güzel insanlar diye tarif etmekteler.
Türk milleti, her alt aidiyetten vatandaşla tarif edilen o insanların evlâdı olduğunu 250 civarında şehîdi ve 2500 civarında gazisiyle isbat etti.
Ey bir kere daha destanlar yazan soylu milletin evlâtları!
Şahadetin mübarek olsun!
Gazan kutlu olsun!
Ezanlar susmasın, Bayraklar inmesin diye kanın yere düştü. Fakat mekânın cennet oldu! Şimdi biz dua edeceğiz, sen de o imrendiğimiz makamından "amin" de. Senin hatırın artık kırılmaz.
-Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- hürmetine bu milleti, ebediyyen azîz kılsın, İslâm ümmetinin hizmetinden mahrûm etmesin.
ŞEHİD KAZAN
2023 Büyük Türkiye, 2071 Cihan Devleti Türkiye, OMT, Marka Şehri, Marka Şirket, marka İnsan... gibi tekliflerimizi kabul ederek devlet siyaseti yapan, Çağlayan Adliyesine "Şehid Savcı Mehmet Kâmil Kiraz", Boğaziçi Köprüsüne "Şehidler Köprüsü" isimlerinin verilmesine dair teklifimizi kabul eden devlet adamlarımıza teşekkür ederiz...
Şu teklif ise bizim değil, Ankaralı vatandaşların. Aynen benimseyerek teklif ediyoruz. 15/16 Temmuz gecesinde şehidler veren, darbeyi önlemek için canını ölümden sakınmayan yiğit insanlar ocağı Kazan ilçesinin adı "Şehid Kazan" olarak değişsin. Çok layıktır, çok yakışır.
.TÜRKİYE'Yİ GÜYA GÖZDEN ÇIKARTMIŞLARDI!
2016-07-29 02:00:00
Öylesine kibirlenmişlerdi ki devlet dahil herkese tepeden bakıyor ve lisanla olmasa da edalarıyla "devlet biziz!" demekte bir beis görmüyorlardı. İplerin sert şekilde kopmaya başladığı ilk hamle, dershanelerin kapatılmasının gündeme gelmesiydi. Bu karar, onları çileden çıkarttı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hükûmet kim oluyordu ki böyle bir cür'et gösteriyorlardı?
Adı konmadık savaş, ilk o zaman başladı. O zaman, önde gelen isimlerinden birinin küstahlığı hatırda kalmış olmalı. Ne diyordu? "Türkiye, bizim için 150 devletten biridir; gerekirse gözden çıkarırız!"
Doğru söylemiyor fakat şantaj yapmaya kalkışıyordu. Türkiye, onlar için 150 devletten biri değildi. Gözden çıkartmaları da mümkün değildi. Samimi olsalardı ihtilafın çıktığı günden itibaren kimleri varsa, nelere sahiplerse derlenip-toparlanır ve beğendikleri yerlere giderlerdi. Gitmediler, gidemediler, gidemezlerdi. Türkiye'yi terk etmeleri, tükenmeleri demekti.
İçlerinden bir kısmı kaçtı. Ancak ekseriyeti buradaydı. Kaldılar ve müstemlekeci devletlerle işbirliği yaparak böylesi bir cunta ihanetine kalkıştılar. Sonları malum. İnsan yüzüne bakamaz, cemiyet içine çıkamaz vaziyetteler.
Dershaneleri, eğitim kurumları, okulları üniversiteleri, hastaneleri kapatıldı. Yargıda, orduda, medyada, maarifte, içişlerinde ve bütün devlet kurumlarında bu örgüt mensubu kim varsa temizleniyor. Onlara mali destek sağlayan iş adamları hesaba çekiliyor. Tam bir istiklâl mücadelesi verilmekte.
Fakat bunlar kâfi değil:
1-Mevcut mücadele, hiç taviz vermeden ve derinleştirilerek devam etmelidir.
2-Niyet ve hüviyetini saklamış olanlar, açığa çıkartılarak gereken yapılmalıdır. Deşifre olmamış sinmişler, yedek kuvvetleridir. Onlarla her türlü çılgınlığa kalkışabilirler.
3- Belki daha mühimi sızdıkları memleketlerdir. O devletlere "Türk Okulu" etiketiyle öğretmen ve tüccarlarıyla girerek CIA güdümlü faaliyetler güttüler. Üçüncü ülkelerdeki bu varlıkları, ülkemizin istikbali için tehlike arz etmektedir:
Bu okullarda mankurtlar yetiştirmeye devam edeceklerdir. Bugün bu ülkelerde Türkiye ve Türk devlet adamları aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti içindeler.
Bunlar ve benzer sebeplerden dolayı hücre faaliyet merkezi bu okulların âcilen kapatılması için ilgili devletler nezdinde teşebbüse geçilmelidir.
Sadece okullar değil, şirketler de takibe alınmalıdır.
Bütün enerjiyi örgüt şefinin iadesine harcamamalı. Biz, iadeyi uzak ihtimal görüyoruz. Ya genel valilik devletlerinden birine yollarlar. Veya "müşterek sırları" ifşa etmesin diye bir sabah kalktığımızda kalp krizi geçirmiş olduğunu öğreniriz. Onun kendisinden ziyade verdiği zararlar daha ehemmiyetlidir. 150 veya biraz az veya biraz fazla devlette çalışmaya devam ederlerse bu, o kadar devletle münasebetlerimizi tehlikeye düşürebilir.
Ne askeriye, adliye gibi devlet kurumlarının temizlenmesi yeter, ne de Maşrıkı Azam Üstadı'nın müttefiki Kâinat İmamı'nın iade veya imhası. Fitne, yeryüzüne dal-budak salmış durumda. Hem dalın, hem budağın, hem gövdenin, hem de köklerin ortadan kalkması, millet ve devletin bekası, İslâmiyetin selâmeti Müslümanların huzuru için şarttır. 15 Temmuz gecesi başımızın üstünde uçuşan "kuzgunlar" akıldan çıkmamalı. Aksi hâlde eskiden Kemalist cunta 10 yılda bir darbe yaparken bu defa da FETÖ’cü Cunta, 10 yılda bir darbeye yeltenir.
.İBADET, TİCARET, İHANET TASNİFİ!
2016-07-28 02:00:00
TSK/Türk Silahlı Kuvvetleri, dün hain darbeye dair istatistik açıklamalar yaptı. Darbe teşebbüsüne iştirak eden toplam TSK mensubu 8.651 kişi. Bunun bin 676'sı Erbaş ve er, bin 214'ü askerî tâlebe. Kalan 5761'i muvazzaf asker. Verilen malumata nazaran 8.651 rakamı, Ordu mevcudunun yüzde 1.5'ine tekabül etmekteymiş. Ayrıca
cunta, kalkışmada 35 uçak, 37 helikopter, 74 tank, 3 gemi, 3922 hafif silah kullanmış.
Canavar tıynetli 8651 kişi, gasp ettikleri bu kadar silahla millete, devlete, istikbalimize ve istiklâlimize kıymaya kalkıştılar. Darbe teşebbüsünün geçmiş yıllarda olduğu gibi dış devletler destekli, dış ajanlar beslemeli olduğu artık âyân beyân ortadadır.
8651'in tamamı hain olmayabilir. "Askeri tatbikata gidiyoruz!" veya "DAEŞ saldırısı ihbarı var onun için gidiyoruz!" diye kışladan çıkartılan eratın en azından bir kısmı ve belki askeri talebenin de bir kısmı ihanete âlet edilmiş olabilirler. Bunları mahkemeler ayırt edecektir. Fakat rütbeli 5761 darbecinin masûm olduğunu kabul etmek, cuntanın teşebbüsüne destek vermek olur.
Dâvâların sür'atle görülmesi ve en üst seviyeden cezalandırılması şarttır. Kaç şehit varsa o kadar ağırlaştırılmış müebbed hapis gerekir. Daha yaralılar, kolunu- bacağını-uzvunu kaybetmiş kahraman gaziler var. Cezada ibret unsuru olmazsa olmaz bir kaidedir. Verilecek ceza öyle olmalı ki bir daha kimse aklının köşesinden bile böyle bir cinnet fikrini geçirememeli.
Bu bir "sefer/savaş hali" olduğuna göre ceza hukukunun "hazar/ barış" dönemleri için tanzim ettiği idam cezasına imkân vermeyen maddesi, yaşanan fiili durumda tatbik edilemez. Harpte harp hukuku caridir. AB'nin ne diyeceği ise umurumuzda bile değildir.
Bu muvazzaflar ve bir kısım erat ve talebe, yani yüzde 1.5, ihanetin merkezinde yer almışlardır. Bir de deşifre olmamış, ortaya çıkmamış, tesbit edilememiş örgüt mensupları mevcut. Bunlar da yüzde 1.5 veya belki daha fazla olabilir.
Demek oluyor ki FETÖ /PDY terör örgütü, 40 yıllık sinsi sızmalarla Türk Ordusunun yüzde 3-5 kadarını kendi üzerinden sömürgeci devletlere pazarlamış. Birinci etapta bu 5761 darbeciyle ihanet ettiler. Olur ki muvaffak olamazlar düşüncesiyle kalan çete mensuplarını ikinci, üçüncü kalkışmaya saklıyorlardır. Meydanların nöbette kalmasının sebebi de budur.
Burada bu vahşi ihanet yaşanırken teröristbaşı, New York Times'e yazdırdığı yazıda "ben ve arkadaşlarım, batının hizmetindeyiz, batıya ılımlı İslam lâzım" diye hem İslamiyete ve hem de milletimize karşı işlediği suçu bir kere daha fütursuzca pekiştirmektedir.
Öyle bir yıkıcı örgütle karşı karşıyayız ki mensuplarının beynini yıkamış. Kerime Kumaş adlı kadın pilot, insafsızlıkta Sabiha Gökçen'in pabucunu dama fırlattı. Temenni ederiz ki 10 sene sonra O'nun adı da bir hava meydanına verilmesin! "Merhamet" denen ilâhî nimet, bu terör örgütünün dünyasından kazınmıştır.
Öyle ise...
Evet; öyle ise...
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dünkü zamanlarda bir kısım vatandaşları kazanmak adına yaptığı "bunların tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanettir" tasnifi artık geçmişte kalmıştır..
Milletçe yaşanan bu emsali olmayan gaddarlıktaki darbe teşebbüs ve terör eylemine ve 250 civarında şehit ve 2500 civarındaki yaralıya rağmen hâlâ ibadeti yahut ticaretiyle örgütün yanında olan varsa onlar da tavandakilere dahil olmuşlar demektir. Safların netleşmesi günündeyiz.
Bugün bir kimse ya vatanseverdir veya haindir!!!
TÜRK HALKI, NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ'NÜ HAK ETTİ!
Batının özürlü ahlâkı bir kere daha hak yiyerek Kilis ilimize Nobel Barış ödülü vermedi. Oysa o yiğit il, kendi nüfusundan daha fazla olan 125 Bin kadar garip ve mazlûm mülteci nüfusu misafir etti ve etmekte.
Bu iyilik görülmedi...
Şimdi; bari Türk Milleti'nin destanlar yazması, bir kanlı darbe teşebbüsü önünde tanklara, jetlere karşı silah kullanmadan verdiği korkusuzca ve kahramanca mücadele görülmeli. Bu kahramanlıktan çok destanlar, romanlar, filmler çıkacaktır. Ama bir de ödül çıkmalı. Bir kere de adalet yerini bulmalı. Dünya bir de dürüstlüğe şahit olmalıdır.
Bu sebeple İstanbul Aydın Üniversitesi, Türk Halkı'nı 2017 Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermekte. O ödül, şüphesiz ki asil milletimize bir şey katmaz.
Ödül verenler, âdil sıfatını kazanırlar.
Bize düşen teklif yapmak.
Görmezden gelirlerse o ayıbı kendileri düşünsünler.
.İNCİRLİK ÜSSÜ MİLLÎLEŞTİRİLMELİ
2016-07-27 02:00:00
25 Temmuz 2016 Pazartesi günü Yılmaz Bilgen imzasıyla Yeni Şafak'ta yayınlanan manşet haber, FETÖ darbe teşebbüsünün dış bağlantıları ve dış kaynaklarını gösteriyor. Darbecilere ISAF/İnternational Security Assistance Force adıyla NATO öncülüğünde Afganistan'da kurulmuş emniyet biriminin ABD'li komutanı John F. Campell'ın komuta ettiğini bildiren haberin özeti şöyle:
"Darbe sürecinde rol alan bir askerin verdiği bilgilere göre cunta şu şekilde çalıştı: General John F. Campell, Erzurum ve İncirlik üssünde sır görüşmeler yaptı. 2015 yılının ikinci yarısından itibaren tüm subayların kişilikleri ve eğilimleri mercek altına alındı. 'Destek verir, vermez ve tarafsız' diye üç kategoriye ayrıldı. Nijerya merkezli United Bank of Africa üzerinden 6 ay para trafiği oldu. CIA'nın kurduğu ekip, 80 kuryeye farklı bankalar üzerinden transfer yaptı. 2 milyar dolardan fazla para, cuntadaki bazı askerlere dağıtıldı. Kuryelerin iç Anadolu'da FETÖ'cü, Doğu ve Güneydoğu'da HDP'yle irtibatlı kişiler olduğu belirtiliyor..."
Haber, bu şekilde tafsilatlar vererek uzayıp giderken ertesi gün de devam etmekte. Ertesi günkü haberde cunta, başardığı takdirde PYD'ye sıfır hududumuzda Amerika’ya üs verileceğini, bu görüşmelerin 8.5 ayı bulduğunu ve ayrıca Somali'de de "safari" şifresiyle bir askerî darbe yaptırılacağı malumatı yer almakta.
Somali'de darbe düşünülmesi tabiatiyle Türkiye'yi Afrika'dan budamak içindir. Türkiye'den başka Türkiye dostlarında da darbe tasavvur edildiğine göre Azerbaycan, bazı Balkan merkezleri ve belki Katar da bu cümleden telakki edilebilir.
Yine 25 Temmuz 2016 günkü haberlerde Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, net konuşmasıyla çok dikkat çekiciydi: "ABD bu darbeyi Gülen'in yaptığını biliyordu. Barack Obama, kendi adını nasıl biliyorsa öyle bildiğinden eminim. Amerikan istihbaratının Amerika Dışişleri Bakanı'nın bildiğinden eminim..."
Şu günlerde olayların içinde yaşayarak tarihe şahitlik etmekteyiz. İşte onlardan biri daha. 26 Temmuz 2016 günkü bir haber çok dikkat çekici. CIA'nın Türkiye uzmanı Prof. Henri Barkey, nasıl bir tesadüfse tam da darbe kalkışmasının başlayacağı akşamın sabahında İstanbul'a gelmiş. Ancak şehir merkezinde kalmayarak hiç bir şüphenin duyulmayacağı Büyükada'ya gitmiş. 17 Temmuz tarihine kadar adadaymış. Polis, şimdi O'nun kimlerle temas kurduğunu araştırıyor. Adı geçen CIA mensubu, İstanbul'da doğmuş ve büyümüş. Türkçeyi iyi konuşan biri. Eski CIA Başkanı Graham Fuller ile birlikte Türkiye'nin Kürt mes'elesine dair kitap kaleme almıştır. Gazetelerde yazar, tv'lerde yorum yapar. Ayrıca Fethullah Gülen'in de hâmisidir. "Ilımlı İslâm" projesinin taraftarlarından...
Bu haber, beyanat ve bilgileri darbecilere rütbeye göre seri numarası esasıyla 1 dolarlık banknotlar verilmesi, darbe ihanetinin Türkiye'nin Rusya ile münasebetlerini düzelttiği günlere denk gelmesi ve en son olarak da NYT'nin sütunlarını terörist başına açmasıyla eş zamanlı olması duyulan şüpheleri kuvvetlendirmektedir.
Daha isyanın yaşandığı gecenin sabahında darbe karargâhının İncirlik olduğu yazılmıştı. TBMM ve millete bombalar yağdıran jetlere İncirlik'ten kalkan tanker jetlerin yakıt ikmali yaptığı da tesbit edilmişti.
Bu dosya geniştir ve muhtevası devlet tarafından biliniyordur. Öyle ise İncirlik'te yapılanlara sırt mı dönülecektir? Yarın benzer fesatlıkların tezgâhlanmayacağı söylenebilir mi?
İncirlik Üssü, bu hâliyle devam edemez... Burada Amerikan komutanlığı iptal edilerek tek komutan kalmalı, karar verme yetkisi sadece Türk subayında olmalıdır. Veya büsbütün kapatılmalı. Belki terörist başının iadesinde de burası bir müzakere maddesi olabilir. Her hâlükârda İncirlik, kendi topraklarımızda başka devletlerin çıkarlarına, bizimse yıkımımıza hizmet eden bir yapılanmada kalamaz...
.HAÇLI SALDIRISI!
2016-07-25 02:00:00
Türkiye, bir düşman işgaline maruz kalsaydı 15/16 Temmuz gecesi yaşadıklarını herhâlde yaşamazdı. Darbeye teşebbüs eden hainler, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını rehin aldılar, TBMM'ni, Cumhurbaşkanlığını, MİT'i, emniyet binalarını, Borsa İstanbul'u ve daha nereleri bombaladılar, medya kurumlarını bastılar, TRT'den korsan bildiri okuttular, Cumhurbaşkanının ailesiyle birlikte kalıp da 15 dakika evvel terk ettikleri ikametgâhı delik-deşik ettiler, Başbakanın araç konvoyuna ateş açtılar.
Daha dehşet vereni ise meydanlara çıkıp ihanete mani olan vatandaşları, çocuk-kadın, genç-yaşlı demeden kurşun yağmuruna tutmalarıydı. Bunlarda zerrece merhametin olmadığını görgü şahitleri ve mağdurların anlattıkları göstermekte.
Zaten Boğaziçi Köprüsü'nün direklerine çıkıp oradan halka ateş açan keskin nişancının canavarlığı, FETÖ terör örgütünün nasıl gaddar, nefret ve intikam dolu olduğuna kâfi delildir. Böyle bir gaddarlığı Sırp keskin nişancılar, 25 sene evvel Boşnaklara karşı yapmışlardı. Şimdi de taşeron cunta militanları, halkımıza karşı tekrarladılar.
246 şehit verilmiş, binlerce insan yaralanmışken bile terörist başı yüzü hiç kızarmadan en ufak nedamet hissine kapılmadan meydanlara dökülen gözüpek vatanseverlere "ahmaklar" diye hakaret etmekte. Kıt akıllı diye iftira edilen asil millet, Cumhurbaşkanının "sokaklara inin, ben de geliyorum!" çağrısı üzerine söz birliği etmişcesine bir ânda sel olup akmaya başladılar. Meydanları dolduran, tankların üstüne yürüyen, üstüne çıkan, önüne yatan vatandaşlar, yalnızca iktidar partisi taraftarları değildi...
1. Ordu Komutanı Dündar'ın vefa ve atağı, vatandaşların korkusuzluğu, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım'ın ölümüne mücadele etmeleri, Genelkurmay Başkanı Akar'ın boğazındaki urgan ve kafasına dayanmış silaha rağmen bildiriyi imzalamaması, Polisin destanlar yazması, cunta yanında yer almayan askerlerin bütün kötü şartlara rağmen mücadeleyi elden bırakmamaları medyanın, cuntacılara inat yayınına devam etmesi, mübarek dualar gibi sebeplerle bu hain darbe teşebbüsü püskürtüldü.
Darbeye kalkışan FETÖ örgütü kendinden ibaret değildir. Darbe peşinde olan sinsiler, emperyalist güçlerin taşeronlarıdır. Kredilendirme şirketleri, bir kısım dış medya, bir kısım derin başkentler onlarla.
Bugün böylesine vahşi bir darbeyi başarmak için Neronvari gaddarlıklar yapanlar düne kadar mütevazı, yumuşak, efendi, halis Müslüman olan örnek insanlardı. Bütün toplum böyle inanmıştık. Herkesi aldatmışlar. Takiyye, riyakârlık yapmışlar. İslamiyeti perde yaparak niyetlerini ve iç yüzlerini saklamışlar.
Taşeron cunta, daha darbeye teşebbüs ettiği saatlerde milleti ve millete ait olanları bombaladı. Kimbilir başarılı olsalardı neler yapar, nice bin insanı kurşuna dizerlerdi.
Bunlar, sür'atle yargılanmalı, en ağırından ibretlik cezalar verilmeli, mali kaynakları, insan kaynakları, medya unsurları ve her türlü akar ve destekleri bitirilmelidir.
Bu darbe istiklalimize, istikbalimize ve dinimize yapılmış bir haçlı taarruzudur. Sömürgeci dünya, uşakları eliyle yarınlarımızı boğmaya kalkıştı. Fakat millet, hainlere galip geldi. Millet, 81 vilayette ayağa kalkarak darbeyi mağlup etti, darbeciler rezil-kepaze oldular.
Vatandaş, bir şey daha yaptı, iç barışı da tesis etti. Bir şerden ilk ânda bu barış çıktı. Partiler, darbeye karşı oldular, ortak bildiri yayınladılar, mitinglerde birbirlerine destek oldular. Zor şartlarda yakalanan bu barış devam etmeli. İstihbarat dahil nerede ne hata yapıldığı tesbit edilmeli.
Bundan sonrası için de tedbir almakta hiç taviz vermemeli. Yeni isyan, sabotaj ve suikastlere karşı uyanık olmalıdır. Artık gayet net anlaşılıyor ki bir çok faili meçhulün faili bunlardır.
Gözden kaçmasın ki yuvalandıkları yerler sadece yargı, ordu, emniyet ve eğitim değildir. THY, hariciye, maliye gibi daha bir çok yerde gayet sinsi şekilde örgütlenmişler. Ticaret ve imalat dünyasında kümelenmişler.
.BU TOPRAKLARDA KAHRAMAN BİTMEZ!
2016-07-22 02:00:00
Fatih Camiî vâizi "Sarıklı İhtilalci" Ali Suavi'nin arkasında Büyük Britanya Krallığı vardı. Kemeraltı Camiî vâizi "Takkeli İhtilalci"nin arkasındaysa Üst Akıl var. Habis teşebbüsün arkasında Üst Akl'ın bulunduğu bugün Türkiye'de Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa kadar herkes için ortak görüştür.
15 Temmuz gecesi, olayın bir darbe teşebbüsü olduğunun anlaşıldığı ândan, gece ikiye kadar "müttefik" merkezlerde kullanılan "taraflar" cümlesi tarihin kaydına girmiştir.
Bir darbede taraflar olur mu?
Bu ne menem mahcup edici sözdür!.
Milletin tank, top, jetini gasp etmiş, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını rehin almış, sivillere ateş yağdıran asker kılıklı teröristler, nasıl meşru ve eşit "taraf" kabul edilir?
O akşam, Batılı başkentlerde "taraflara itidal tavsiye ediyoruz!" lakırdısından öte bir söz işitilmedi. Gece 02'den sonra darbeciler aleyhine viraj aldılar. Zoraki U dönüşünün sebebi şudur:
15/16 Temmuz 2016 gecesi, darbelerden çok çekmiş bir halk, ev kadını, kasabı manavı, aşçısı, talebesi, küçük esnafı, emeklisi ile Üstadı Azam emrindeki taşeron örgüt teröristlerini kovalayıp tankların önüne yatarak II. Haçova Meydan Muharebesi'ni kazanıyordu...
Ufukta netice görünmeye başlayınca, tebriğin adresi değişti. Hiç kimse şüphe etmesin ki bugün darbe kalkışmasını kınayanların bir çoğu, Haşhaşî Haydutlar muvaffak olsalardı "bizimkiler yine başardılar!" diye önce hararetle birbirlerine sarılacak, sonra da "İslâmî diktatör" dedikleri Recep Tayyip Erdoğan'ı devirdiler diye onlara tebrik telgrafları çekeceklerdi...
Haçova, Macaristan'dadır. "Haçova Meydan Muharebesi" 24-26 Ekim 1596 tarihinde cereyan etmiştir. Bir tarafta Türkiye İmparatorluk ordusu ve Kırım Hanlığı kuvvetleri, diğer tarafta Avusturya Arşidüklüğü öncülüğünde Papalık dahil 8 müttefik haçlı ordusu bulunmaktaydı.
Bir ara Ordumuzda bozgun başlamıştı. Düşman eline düşme tehlikesi zuhur etse gerek ric'at düşünen Sultan III. Mehmed, atına atladı. Fakat, Tac'ür Tevarih müellifi, cennet mekân Yavuz Sultan Selim Han muhasibi Hasan Can'ın babası Hoca Saadeddin Efendi, Hünkârın atının dizginlerine yapıştı:
"-Padişahım nireye gidersüz?" diye soruyordu.
Bu esnada küffar askeri, yağmaya başlamıştı. Aşçı, çırak, yamak, uşak, oduncu, çadırcı, deveci... gibi hizmetlilerimiz mutbaha koşarak tava, kepçe, merdane, oklava ne bulurlarsa onlarla yağmacılara hücum ettiler. Ateşli silahlara sahip düşman, mutfak aletleriyle mağlup edildi...
Ne kadar şükretsek az, ne kadar hamdetsek azdır. Kâinatın yegâne sahibi Allahü teâlâ, Peygamberler Peygamberi -aleyhi's salatü ves'selam- Efendimize gönderdiği aziz ve temiz İslâmın içini boşaltıp hibrit/melez bir din hâline getirmek isteyen mason kuklası "Kâinat İmamı"yla yolundakilere müsaade etmedi, dinin sahibi, dinini korudu.
15 Temmuz ihanet ve isyânının hezimete uğratılması, elindeki odunla bekleyen bacılar, oklavasıyla hain kovalayan teyzeler, tankı çalışmaz kılan esnaf, helikopteri esir alan kepçe operatörleri, tankın önüne vücutlarıyla set olan fedailer, yiğit gençler ve topyekûn kahraman milletimiz tarafından olmuştur.
Millet-Devlet ahengi bugün yeniden zirvededir.
Yavuzların, Hoca Saadeddin Efendilerin, Nene Hatunların, Sütçü İmamların torunu bu millet 15/16 Temmuz gecesi dinini, hürriyetini, istiklâlini ve istikbalini kurtarmıştır. Bu hamle, aynı zamanda kendine hizmet eden kadrolara teşekkürdür.
Bu topraklarda kahraman bitmez.
Şartlar, kahramanlarını doğurur.
Gazanız mübarek olsun! Şehidlerimize rahmet, yaralı gazilerimize geçmiş olsun!
Şer'den doğan hayr, bereketli olsun!!!
OHAL
OHAL, 90 günlük muvakkat bir tedbirdir. İcab ederse uzatılır. 6 ay ilan edilmesi mümkünken 3 ay ilân edilmiştir. Örfi idare/sıkıyönetim ilân etme hakkı varken daha hafif bir tedbir olan OHAL kararı alınmıştır. Uzatma mecburiyetinin doğmamasını temenni ederiz.
OHAL ilânının sebebi, idareye hızlı hareket imkânı kazandırmak, mevzuatın suistimal edilmesinin önüne geçmektir. Olağanüstü hâlin, olağan hayatlarla buluşması, onların rahatsız olması mevzubahis değildir.
"Uluslararası kredilendirme notu" veren bazı şirketlerin aldığı kararlar, halkın darbecilere darbe yapması üzerine üstümüze gelen Haçlı saldırısıdır.
Herkes, huzur içinde olağan hayatına devam etsin..
Yarınlar Allah'ın izniyle çok daha güzel olacak.
Büyük bir doğumun sancılarını yaşıyoruz.
.PYD'Yİ DEVLETLEŞTİRMEK İÇİN TÜRKİYE, PDY'E TESLİM EDİLMEK İSTENİYOR!
2016-07-21 02:00:00
15 Temmuz darbe teşebbüsünü izah edecek cümle şudur:
PKK'nın diğer yüzü olan PYD'yi Kuzey Suriye-Kuzeybatı Irak ve Güneydoğu Türkiye'de devletleştirmek ve bu kukla devleti İskenderun Körfezi'nden Akdeniz'e kavuşturmak için Türkiye, PDY/Paralel Devlet'e teslim edilmek isteniyor.
Bu yapı, 40 yıldır bu ülke evlâtlarını devşirip bildiği gibi yetiştirerek kendi vatandaşını ve meclisini bile bombalayabilecek mankurtlara dönüştürmüştür.
Bu ülke çocuklarının bu örgütün eline düşmesinde devletin kabahati çok büyüktür. Devlet, yakın tarihlere kadar laikliği dinsizlik gibi uygulayarak her şeyi ötekileştirici bir uygulama yanlışlığının ısrarcı takipçisi oldu.
Böylece "evlâdım iyi yetişsin, aynı zamanda dinini- diyaneti bilsin" kaygısındaki aileler, onları ya imam hatiplere veya bugün paralel dün cemaat denen harekete teslim etme durumundaydılar. İmam hatip liseleri hor görülüyordu. Yükseltilmiyorlardı. Cemaatin okullarıysa kolej adını taşıyordu. "Bizde hem dinlerini, hem de yabancı lisan öğreniyorlar. Bakın bizim çocuklar, bütün birincilikleri kazanmakta" deniyordu. Herkes, niyetlerinin ne olduğu ancak bugün anlaşılabilen bu örgütün, efendi ve fedakâr intibaı veren öğretmenlerine, temsilcilerine kanıyor, "hizmet hareketi" daha da büyüsün diye boğazlarından keserek onlara destek oluyordu. Şimdi anlaşılıyor ki bu bir sömürgeci projeymiş. Yabancı ülkelere okul açmaları, Türkiye sevdası uğruna değil, emir aldıkları merkezler içinmiş. Hücrelerinde beyinler yıkandı. Onlar, hain haline getirildiler. Ne var ki ilk 75 yıl boyunca bu devleti yönetenler de o hainler kadar sorumludur.
Diğer taraftan yaşananlar karşısında iktidar suçlanarak "niye fark etmediniz?" deniyor. Bu soru, şeklen doğru olsa da hakikat başkadır:
Bugün iktidar olan insanlar, işbaşına gelince devlet gemisini güvenecekleri insanlarla yüzdüreceklerdi. Halbuki, hakim zihniyet, onlara hayat hakkı vermiyordu. Defalarca partileri kapatılmıştı. İktidarları ellerinden alınmıştı. 12 Eylül zulmü, 28 Şubat zulmü yanında basit kaldı. Manşetler, köy muhtarlığını bile çok gördü. Başbakanlığın, Cumhurbaşkanlığının yolu kapatıldı. Mahkemeler, medya ve ordu vs eliyle envai çeşit kötülük gördüler. Buna rağmen o yerli insanlar, devlete küsmediler.
AK Parti, iktidar olmuştu, kadrolara ihtiyacı vardı. Alnı secdeye gelen cemaat kadroları da hizmete hazırdı. Zaten diğerleri tezyif ve tahkir ederken başka şansları yok gibiydi. Bundan dolayı, mecburen birçok müesseseyi cemaate emanet ettiler. Ancak doyuramadılar. Gün geldi, AK Parti iktidarına bakışları değişti. Devletin içini boşaltmışlardı. Herkes aldatılmış, en yakınlarına kadar kuşatılmışlardı. İhanet fark edilip de Recep Tayyip Erdoğan mücadeleye başlayınca bu mücadelenin O'nun şahsi hesabı, olduğu zannedildi.
Şimdi görülüyor ki bu bir parti, iktidar ve şahıs meselesi değildir. Emperyalizm güdümündeki silahlı bir terör örgütü, son 4 asırda yaşanmadığı denli devleti ele geçirmiştir. Emperyalistler, bu insaf tanımaz örgüt üzerinden hem devlet ve hem de İslâmi yapımızı değiştirme peşindeler.
Kemalist zihniyet, ne kadar utansa azdır. Kürt mevzuunda da din mevzuunda da yaptığı akıl almaz hatalar, devleti gasp edilme ve bölünme tehlikesiyle yüz yüze getirdi.
ŞEHİDLER KÖPRÜSÜ
Boğaziçi Köprüsü'ne 1976/77'lerde "Fatih Köprüsü" ismi verilmesini teklif etmiştik. Devrin solunun, CHP'sinin, çağdaşlarının olanca muhalefetine rağmen Boğaziçi'ne bir köprü yapılabilmiş ve böylece Asya ile Avrupa kıt'aları tarihte ilk defa kucaklaşmışlardı.
Daha sonra Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde Boğazkesen Hisarı'na yakın bir noktadan Asya ve Avrupa bir kere daha kucaklaştı. Haliyle bu esere "Fatih Sultan Mehmed Köprüsü" dendi.
İlk köprüyse isimsiz kalmaya devam ediyordu. "Boğaziçi Köprüsü " onun has ismi değil, mekân ismidir.
Boğaza inci gerdanlık hayalini ilk kuran, bu topraklarda çok medeniyet eserinin üstündeki tuğra Sultan Abdülhamid Han'dır. Yaptırdığı köprü çizimleri hâlâ mahzendedir. Üstelik şimdiki gibi iki sütun değil, minare şeklinde kuleler yükselmektedir. Bu gerçekten dolayı son 3-5 senede bir kaç kere Boğaziçi Köprüsüne "Sultan Abdülhamid Han Köprüsü" ismi verilmesini teklif ettik.
18 Temmuz 2016 günkü makalemizde şu dediklerimizi kısaca dile getirdikten sonra bir polisimizin 15 Temmuz 2016 ihanet gecesi Boğaziçi Köprüsü üstünde İstanbul Emniyet Müdürünü korumak uğruna can vermesi dolayısıyla şöyle dedik "... eğer Boğaziçi Köprüsü'ne Abdülhamid Han'ın ismi verilmeyecekse ona Şehid Polisler Köprüsü diyelim." Bu yazımızın çıktığı günün akşamı saat 22.00-24.00 arası TRT televizyonu ortak yayınındaydık. Şu söylediklerimizi canlı yayında tekrar ederken bir düzeltme de yaptık.:
-Boğaziçi Köprüsü'ne "Şehidler Köprüsü" adını verelim.
Böylece, bundan öncekileri, şu darbe teşebbüsünde şehid olanları ve bundan sonra vereceğimiz şehidleri sık sık hatırlamaya vesile olma fırsatı kazandıracaktır.
Bu vefayı gecikmeden eda etmeliyiz.
Şehidlerin hakkı ödenmez.
Dereceleri yüksek, mekânları cennet olsun.
Şefaatlerine muhtacız.
.DARBENİN BAŞBAKANI KİM OLACAKTI?
2016-07-20 02:00:00
Darbe, muvaffak olsaydı kimin genelkurmay başkanı, kimlerin kuvvet komutanı, kimlerin sıkıyönetim komutanı, kimin THY genel müdürü olacağı şeklinde listeler uzayıp gitmekte. Bu listeler ilk ânda ele geçirildi, o günden beri konuşulmakta.
Buna karşılık bir husus gözden kaçıyor:
-Darbe kimi Başbakan yapacaktı?
Cumhurbaşkanını öldürdükten sonra sn Binali Yıldırım'a "sen başımızın tacısın, Başbakanlığa devam et!" demiyeceklerdi herhâlde!
Diyaloglarla inanç saptırmalarıyla İslâmiyetin içini boşaltıp şeklen İslâm, esasta ise farklı bir din hâline getirmek, milliyetimizi yozlaştırıp milletimizi Üst Aklın emrine vermek için 40 yıldır bu toprakların evlatlarını küçük yaşta devşirerek onları devletine düşman kılan bu hareket, darbede başarılı olsaydı "Sarıklı İhtilalci Ali Suavi" tarifinden hareketle "Takkeli İhtilalci" denebilecek kişinin sözde Halife olarak buraya getirileceği malûmdur. "Kimi Cumhurbaşkanı yapacaklardı?" sorusunun cevabı ise şimdilik meçhuldür. Ancak belki de darbeden sonra Türkiye, genel valilik yapılacağından Cumhurbaşkanına ihtiyaç kalmayacaktı.
Buna karşılık "darbenin Başbakanı kim olacaktı?" sorusunun cevabı açıktır.
Bugünden geriye doğru bakıldığında Pensilvanya-Washington-İncirlik-İstanbul-Ankara beşgeninde kotarılan bu darbe teşebbüsü, bugüne mahsus değildir. Eğitim, ticaret ve her devlet kurumuna sızma çalışması 40 yıldır devam etmektedir. Ancak dün siyaset sahnesinde yaşananlar bugün daha net şekilde okunmaktadır. AK Parti'yi bütünüyle ele geçiremeyince, Tayyip Erdoğan'ı eğip-bükemeyince muhalefete yönelip orayı şekillendirmek yoluyla alan kazanmak istedikleri anlaşılıyor. Deniz Baykal'la MHP yöneticilerine düzenlenen kaset darbesi budur.
Cumhurbaşkanı sn Erdoğan'ın son iki senedir, paralel terör örgütüyle var gücüyle mücadele etmesi üzerine önce AK Parti'den kopardıkları adamlarıyla partiler kurdular. Onlar kısa sürede sıfırlanıp kayboldu. Bu defa MHP'ye yöneldiler. Bu partiyi ele geçirip bugün bombaladıkları TBMM içinden Cumhurbaşkanı ve iktidarla savaşacaklardı. Şu darbe teşebbüsü ile MHP'nin altı aydır yaşadığı olağanüstü kongre sancısının eş zamanlı olması tesadüf olamaz.
Ancak; MHP'de onların hesabını bozan yerli bir isim vardı:
Devlet Bahçeli!
Devlet Bey'in, ihanetin ayağa kalktığı 15 Temmuz gecesi hemen Başbakan Binali Yıldırım'ı arayıp "Hükümetin ve devletin yanındayız!" demesi ve 19 Temmuz 2016 günkü grup konuşması, O'nun niyet ve milliyet anlayışını göstermeye yeter delildir. Bu Bahçeli'yi yok etmek o mel'un, o Haçlı uşağı darbecilerin projesi olduğu şimdi daha net görülmekte. Şayet saatler 15 Temmuz'dan 16 Temmuz'a doğru ilerler, jetleri gasbetmiş soysuz pilotlar, milletimizi ve milletimizin varlıklarını bombalarken MHP başına oturtulmuş bir kukla, kameralara karşı "darbe geç bile kaldı, bu iktidar, anladığı dille devrilmeyi yüz kere hak etti. Darbeyi gerçekleştiren askerlerimizi tebrik ediyorum!" şeklinde bir konuşma yapsaydı o zaman ya hain cunta, emeline nail olur veya iç harp çıkardı.
Şimdi neden Devlet Bahçeli'nin itibarsızlaştırılmak istendiği, neden MHP'nin delege darbeleriyle, dâvâ tuzaklarıyla genel başkan seçimli bir kurultaya zorlandığı gâyet sarih şekilde okunabilmektedir.
Sorunun cevabı bellidir:
MHP, genel başkan seçimli bir kurultay yapma mecburiyetinde kalsa, Devlet Bahçeli de kaybetse kim genel başkan olacak idiyse darbenin Başbakanı da o olurdu. Geçmiş darbelerde de silahlı darbecilerle sivil darbeciler ortak çalışır ve darbeden sonra kararlaştırılmış isim, Başbakan olurdu. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat'ta hep böyle olmuştu.
"Takkeli İhtilaci"nin takiyye dolu bildirisini TRT ekranından hangi spikerin okuyacağına kadar bütün teferruatı hesap eden emperyalistler güdümlü bir cunta, kimin Başbakan yapılacağını da düşünmüştür
.MİLLETİMİZ, ÜST AKLI MAĞLUP ETTİ!
2016-07-19 02:00:00
"Üst akıl!" son senelerin gündemdeki esrarengiz cümlesi. Üst Akıl, bir şahsı tariften ziyade yönlendirici bir iradenin ifadesi. Üst Akıl, bazen içimize sızmış bir ihanet şebekesi, bazen dünyanın belli merkezlerinde milletimizin varlığını ve geleceğini şekillendirmek isteyen locaların dip faaliyetidir.
Şu iki kavrama dikkat çekmek isteriz. Masonların en büyük üstadlarının unvanı "Maşrık-ı Azam"dır. Beri tarafta ise Paralel Yapının tepe noktasındaki kişinin unvanı "Kâinat İmamı"dır. İki yapı, iç içe hücrelerden oluşması, gizliliği ve ihtirasıyla birbirine çok benzemektedir.
Paralel Darbe teşebbüsü tek başına Paralel Terör örgütünün cinneti değildir. Çok sade bir ifadeyle izah etmek gerekirse ülkemize kasteden bu kanlı kalkışma, Maşrık-ı Azam'la Kâinat İmamı'nın ortak çalışmasıdır.
Bunların derdi, dünyayı kendi isteklerine göre yönetmektir. Masonluk ve bunun taşeron yapıları muhtelif şehirlerde yapılanır, rejimler kurar, liderler çıkartır, liderler devirirler. Derin dünya, bilinen dünyayı avucunun içinde tutmaya çalışır.
Bu derin dünya, Maşrık-ı Azamlık için İslamiyet bir numaralı hasımdır. Ne var ki hasmıyla mertçe dövüşmek yerine içerden devşirdiği isimlerle İslamiyete ve Müslümanlara ziyan verir. Osmanlı'nın son dönemindeki "Sarıklı İhtilalci" Ali Suavi'yle bugünkü Paralel Yapı arasındaki benzerlik, şaşırtıcıdır.
Herkes çok iyi bilmeli ki şu gün yapılmak istenen bu darbe teşebbüsü bir kaç günlük bir çalışmanın projesi değildir. Amerika, 1800'lerin başından itibaren misyoner mektep ve tüccarlarıyla Osmanlı Coğrafyasına girdi. Bunu ilanihaye sürdürmesi mümkün değildir. Türlü arayışlardan sonra Paralel Yapı taşeronluğunda hem Türkiye'ye ve hem de girmek istediği yerlere açıldı.
Bugün polislerimizi, askerlerimizi ve sivilleri katleden, TBMM'ni bombalayanlar, aynı görüntü altında bir araya getirilmiş iki ayrı zihniyetin mensuplarıdır. Ortak düşmanları Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'dır. Türkiye’yi büyüten, İslam âlemine lider konumuna getiren bir lider çıktığında devrine göre Londra, Paris, Berlin, Moskova, Washington merkezli olarak o lider hemen hedefe oturtulur. İftira ve yalan yağmuruna tutulur, itibarsızlaştırılmaya çalışılır. Direnirse içerdeki adamlarıyla canına kastedilir.
30 Mayıs 1876'da Sultan Aziz'e yapılan darbe budur, 31 Mart 1909'da Halife-i Müslimin Abdülhamid Han'a yapılan darbe budur, 27 Mayıs 1960'ta Adnan Menderes'e yapılan darbe budur, 12 Eylül 1980 darbesi budur. 28 Şubat 1997'de Necmettin Erbakan'a yapılan darbe, 27 Nisan 2007'de Tayyip Erdoğan hükümetine verilen E-muhtıra hep aynıdır.
Bunların tamamı, masonik güdümdeki başkentlerin içimizdeki işbirlikçileriyle ittifak hâlinde yaptıkları küçültme operasyonlarıdır. İşbirlikçiler, bazen hoca, bazen paşa, bazen politikacı, bazen de lunapark aynasındaki Kâinat İmamı'dır.
1980'de "bizim gençler, Ankara'da darbe yaptılar" diye kasılanlar, bu defa da "İslami diktatör" diye gördükleri ve bir türlü zaptü rapt altına alamadıkları Recep Tayyip Erdoğan'a ve onun şahsında Türkiye’ye karşı darbe yapıyorlardı. Üst Akıl, bu defa yıllardır yatırım yaptığı Paralel Yapıyla darbe yapmak istedi.
Fakat bu defa derin Amerika, hayal kırıklığına uğradı. Bu defa kasım kasım kasılamadılar. Maşrık-ı Azamlıkla Kâinat İmamlığı tebrikleşemediler.
Çünkü...
Sultan Abdülaziz'e, Sultan Abdülhamid'e, Başvekil Adnan Menderes'e, Başbakan Süleyman Demirel'e, Başbakan Necmettin Erbakan'a sahip çıkamayan millet, bu defa meydanlara sel gibi akarak Üst Aklı mağlup etti.
.DAHA YAPACAK ÇOK İŞ VAR!
2016-07-18 02:00:00
Eğer, özel televizyonlar olmasaydı, görüntülü taşınabilir telefon sistemi olmasaydı bugün bu katil darbe hayata geçmiş olabilirdi.
Özel televizyonlar ve 3 G'ler, 4,5 G'ler olsa, fakat devletin başında askerin güdümünde etliye-sütlüye karışmayan sembolik bir Cumhurbaşkanı bulunsaydı şimdi sevinen taraf, halk değil, darbeciler olmuş olurdu.
Ancak özel tv'ler, sosyal medya, güçlü bir Cumhurbaşkanı olsa buna mukabil Hükümet koalisyon olsaydı veya Cumhurbaşkanıyla tezada düşmüş bir Başbakan işbaşında bulunsaydı bugün yine darbeciler kazanmış olabilirdi.
Bir gerçek daha var. TSK içerden ağır ihanete uğrayıp eli-kolu bağlanmışken böylesine kudretli bir emniyet teşkilatımız bulunmasaydı bugün memleket kara günlerdeydi.
Bu zaferin baş kahramanlarından biri Türk Polisidir. Onlardan bir yiğit evladımız, gasp edilmiş tanklardaki Paralelci Terörist sözde askerlere karşı Boğaziçi Köprüsü'nde İstanbul Emniyet Müdürünü korurken şehit düştü. Biz, daha evvel Boğaziçi Köprüsü'ne "Abdülhamid Han Köprüsü" adı verilmesini teklif etmiştik. Eğer; o isim verilmeyecekse "Şehit Polisler Köprüsü" diyelim.
Dile gelmeyen daha başka hakikatler de var. Bütün bunlar olsa fakat adliye, ihanetin emrinde bulunsaydı Savcı ve Hakimler, dakika sektirmeden tutuklama yapmayacak, bugün Türkiye kan ağlayacak, sizler de herhâlde bu sütunu okuyamayacaktınız.
Demek ki Türkiye'nin teknolojik devrimi, çağdaş iletişim ve ulaşım imkânlarını yakalaması vazgeçilmez bir ihtiyaçmış; güçlü bir reisicumhurun varlığı ihtiyaçmış; Cumhurbaşkanıyla ahenk içinde çalışan cesur bir Başbakan ihtiyaçmış, milletine, değerlerimize devlete bağlı bir büyük ordu ihtiyaçmış, milleti için ölümü göze alan kudretli bir Emniyet Teşkilatı ihtiyaçmış, her ne pahasına olursa olsun adaletin tecelli etmesi için çalışan gözüpek Savcı ve Hakimlerin işbaşında bulunması ihtiyaçmış...
Kalemini-kelamını eğmeyen-bükmeyen, namuslu fikir adamları ihtiyaçmış.
Öyleyse temizliğe devam, çalışmaya devam. Meydanları Türk Bayraklarıyla gelincik bahçesine çeviren bu soylu millet, her şeyin en iyisine layıktır.
"Bir musibet, bin nasihatten evladır."
Bu musibetten alınacak dersler, alınmalıdır.
*
Yarınki yazımız:
MİLLETİMİZ, ÜST AKLI MAĞLUP ETTİ!
.15/16 Temmuz gecesinde ne yaptım?
2016-07-17 02:00:00
Mahalli medya mes'elelerinin konuşulduğu bir toplantı için Orta Anadolu'dayım.
Program, dolu dolu geçiyordu. 16 Temmuz Cuma akşamı Saat 21 gibi otele gelebildim. Bir saat kadar sonra sosyal medyaya baktım. Bu arada bana tweetler de gelmeye başladı. Boğaz Köprülerinde jandarma görüldüğü söyleniyor, darbe iddiaları haber veriliyordu. Biz, önce çok ciddi bir terör ihbarını düşündük. Darbe niçin akşam 23'de olsundu? Boğaz köprüleri hem de niçin tek yönlü kapatılsındı? Kendisi de terör mağduru olan Fransa, bizdeki sefaretini vs de kapattığına göre büyük bir terör saldırısı ihbarı alınmış, jandarma da tankıyla tüfeğiyle yardıma çağrılmıştı. Jandarma neticede İçişleri Bakanlığı'na bağlı askerî polis değil miydi?
22.31-22.53 arası olayı, Ankara ve İstanbul'u da arayarak anlamaya çalıştım. Kimse çok fazla bir şey bilmiyordu.
Bu arada garip bir şekilde tanklar, köprülerle hava meydanlarına giriyordu. Araştırmaya devam ettik. Biraz sonra olayın mahiyeti çözülmüştü. Uçaklar uçuyor, silahlar sıkılıyordu. Hadise netti. Paralel Terör Örgütü, darbeye kalkışmıştı.
Bu arada telefonla arayan dostlarımız, bulunduğumuz oteli terk ederek adres değiştirmemizi ısrarla istediler. Biz ise Gezi Kalkışması'nda yaptığımızı yapmaya karar verdik. Geçtik klavyenin başına ve sosyal medyadan yayına başladık...
Ertesi Cumartesi günü akşama kadar sürekli uyanık kalarak yayın yaptık.
Bu hafta boyunca bu darbe teşebbüsünü işleme niyetindeyiz. Bugünse tarihe mal olan 15/16 Temmuz 2016 gecesi neler yazdığımızı saat saat bazılarını naklederek sizlerle paylaşmak istedik:
...
00.51: Seçimle iş başına gelmiş Cumhurbaşkanının, Seçimle iş başına gelmiş Hükümetin ve demokrasinin yanında, her türlü darbenin karşısındayız.
...
00.54: Bu isyan, inşallah bastırılacak, sonrası da çok güzel olacak. Sonrasında esaslı bir temizlik yapılacak.
...
02.08: II. Talat Aydemir vak'ası bastırılacaktır. Tanklar, havalimanı önünden çekilmeye başladı. Bir kaç saate kadar her yerden çekilmeye mecbur kalacaklar.
Millet, haddini bilmezleri mağlup edecektir.
...
01.16: Vatandaş, Vatan Caddesi'nde tankın üstüne çıkarak darbe müteşebbisinin elinden silahını almıştır. Tanklar, arkalarına bakmadan kaçıyorlar.
...
02.14: Darbe çapulculuğuna karşı cesaretle yayın yapan tv kanallarını tebrik ediyoruz.
...
02.41: Korsan bildiri, paçavraya dönmüştür. Hukuk, yarın cuntacı teröristlere hesap sormaya başlayacaktır.
...
03.05: Aziz milletim, İstiklal Harbi ruhuyla TBMM önünde kenetlen ve TRT'ye sahip çıktığın gibi yüce meclisine de sahip çık!
..,
03.08: Cuntacıların yayın hürriyetini gasbettiği, TRT'ye geçmiş olsun. Gazi TRT yayınlarınla bu hainliğin hesabını sormalısın.
....
03.17: Manşet Şudur: "HALK, CUNTACILARA DARBE YAPTI!"
..
07.17: Aşağılık cuntacılar, dünya önünde rezil ve kepaze oldular. Suçları çok büyüktür; ceza kanunu ağırlaştırılmış müebbet ceza verilmesini emretmektedir.
....
09.24: Millete, devlete, millî iradeye, huzurumuza, kalkınmamıza darbe vurmaya kalkışan cuntacılar, emekli yapılmamalı, sür'atli bir yargılamayla meslekten ihraç edilerek mahkûm edilmelidir.
.....
09.26: Artık Paralel Örgüt'ün inlerine girmek yetmez; bu örgütün kılcal damarlarına kadar nüfuz edip her sahadan kazımalıdır.
...
09.55: Cesaret ve kararlılık çok önemli. CB Tayyip Erdoğan, tv'lerle telefon bağlantıları yapıp halkı sokağa çağırdıktan sonra İstanbul'a gelmese, Başbakan Binali Yıldırım da pasif kalsaydı ya netice alınamaz veya çok kan dökülürdü.
....
19.43: Allah'ın aziz ettiğini kimse zelil edemez. Allah'ın zelil ettiğini de kimse aziz edemez.
....
19.45: Bundan böyle ABD için ‘Sahte Mehdi'nin son kullanma tarihi bitmiştir. İki ihtimal olabilir. Ya dışarıya gönderir, ya iade eder veya iki ay gibi bir zaman içinde kalp krizi"nden gider.
.BİNALİ YILDIRIM'IN İÇ VE DIŞ BARIŞ ATAĞI
2016-07-14 02:00:00
Başbakan Binali Yıldırım'ın seçildiğinde söylediği iki söz, dikkat çekici olmuştu. Bunlardan birini ilk dakikalarda dile getirmişti:
-Terörü, Türkiye gündeminden çıkartacağız!..
Bu iddia, kendini bir hedefe varmaya mecbur etme demekti. O da bunu yapıyordu. Bugün, tavizsiz şekilde terörün her çeşidiyle mücadele devam etmekte. Başarı seyri, bölücü örgütün üç numaralı katilinin ortadan kalkmasına kadar ulaştı.
Başbakan'ın söylediği diğer çok mühim cümle ise şuydu:
-Düşmanlıkları azaltacak, dostlukları çoğaltacağız. Akdeniz'i, Karadeniz -ve herhalde Ege'yi- çevreleyen devletlerle dost olmamız ve dost kalmamız lâzım.
İsrail'le 6, Rusya ile 2 yıldır süren ciddi ihtilafın bitirilip kapıların açılması bu arzu ve tesbitten sonra gerçekleşti. Adı geçen devletlerle dün dünde bırakılarak yeni şartlara göre adım atılması taraflar için kazançlı olmuştur. Rusya ile köprülerin yeniden tesis edilmesi sadece Türkiye'nin değil hem Türkiye ve hem Rusya'nın menfaatinedir. İsrail'le de öyle. Üstelik İsrail'le yapılan barış mutabakatının bir de üçüncü tarafı var. Açıkhava hapishanesine dönmüş Gazze, böylece insani yardımlara fazlasıyla kavuştu ve kavuşmaya devam ediyor.
Binali Yıldırım, bu adımların ardından Mısır ve Suriye ile de ihtilafların bitirilmesi gerektiğini dile getirdi. Türkiye'nin elbette Mısır ve Suriyeli kardeşlerimizle hiçbir problemi yok. Aksine onlardan dolayı başlarına musallat edilmiş diktatörler ve onların rejimleriyle sürtüşmeler çıktı.
Dışarıdaki bu gelişmeler yaşanır ve turizmin canlanmasından, Filistin'e yardıma ve 3 numaralı terör failinin öldürülmesine kadar neticeler elde edilirken Başbakan, iç barışa dönük olarak da hamlelere girişti. Partilere şu meâlde -hatta doğrudan böyle- konuştu:
-Gelin varlık sebebimiz olan hizmette yarışalım. Muhalefet, muhalefetini yapsın ama insafı terk ederek birbirimizi topyekun karalamayalım. Muhalefet partileri, artık Doğu'da ve Güneydoğu'da faaliyete geçmeli. Önlerinde bir mani kalmadı. Cudi'de bayraklarını dalgalandırmalılar. Sadece Ankara'da değil, sahada çalışmalılar.
Bir partinin genel başkanı rakip partileri, ülkenin diğer bazı bölgelerine gitmeye, buralarda faaliyet göstermeye, kendileriyle rekabet yapmaya çağırıyor. Başbakanın hem muhalefet partilerine dostluk eli uzatması ve hem de onlara artık Doğu ve Güneydoğu'da sizi engelleyecek bir sebep kalmamıştır, oralara gitmelisiniz hatırlatması, yerinde ve takdir edilecek sözlerdir.
Nitekim orada da kalmadı. Günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen TBMM İç Tüzüğü'nün değiştirilmesi için de harekete geçti. Bu maksatla dört meclis partisinden üyelerle İç Tüzük Mutabakat Komisyonu kuruluyor.
Acaba? diyoruz. Anayasa değişikliği de sn Yıldırım dönemine kısmet olur mu? Hakkındaki "icraat adamı" hükmümüz herhalde hafızalardadır.
14 Ağustos 2001'de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi, bugün 15. kuruluş yıl dönümünü kutlamakta. Bu parti, kurulmasından kısa süre sonra iktidar oldu. 14 yıllık iktidarı döneminde birçok büyük projenin altındaki imza dünün Ulaştırma Bakanı, bugünün Başbakanı Binali Yıldırım'a aittir.
Binali Yıldırım, tabiî, sade, soğukkanlı, nüktedan, olduğu gibi yaşayan ve konuşan bir akıl ve mantık adamı. Son sözü de yerindeydi. "Laf laf üstüne değil, taş taş üstüne koyma zamanı". İşte o kadar.
Sn Başbakan, akıl ve mantık çerçevesinde gerçekçi davranmakta. Bu vasfının siyasete bir barış iklimi getirmesi çok faydalı olacaktır. Aslına bakarsanız o barışı, direksiyona geçince hiç hissettirmeden kendi partisinde da hayata geçirdi. Külliye ile zerrece ihtilafı olmadığı gibi yüksek bir vefa duygusu var.
O'nun "İsrail'e, Rusya'ya dostluk eli uzatırken neden muhalefet partilerine de dostluk elimizi uzatmayalım?" sorusuna "hayır, sakın ha!" diyecek bir aklı evvel olamaz. Dış politikada, komşuluklarda düşmanlıklar ve düşmanlar azaltılırken iç politikada da kardeşlikler pekiştirilmeli.
Hırçınlıkların, gerilimlerin yerini anlayış ve zarafet almalı.
Kavga, kime ne zaman ne kazandırdı?
Kazanılsaydı yakın geçmişteki politikacılar ve partiler kazanırdı.
Eski liderler, cenaze namazlarında bile birbirlerine sırtlarını döndüler.
Güler yüz, tatlı dil, samimiyet, sabır ve diğerkâmlık hayatın her safhasında herkese lâzımdır.
.YATAĞINI BULAN IRMAK
2016-07-13 02:00:00
İlerde yazılacak tarih, günümüzü değerlendirirken herhâlde şöyle diyecektir:
-Bir yandan savaşırken bir yandan da ülkeyi büyütüyorlardı!
O gün tarihi yapanlar, kalmamış olacaktır. O gün hizmet edenler de köstek olanlar da hayatta olmayacaktır. Bundan dolayı o devrin bu işleri tartan kalem erbabı, nüfuz kudreti ve tahlil çapına göre bugüne dair eksiklikleri görecek, yanlışları yazacak ama aynı şekilde başarıları da sıralayacaktır. Hiç bir iktidar yoktur ki arkada eksiklik bırakmasın, hata işlemesin. Kıymet takdiri toplama göre olur. Umumi yekûn ne veriyor ona itibar edilir. Sadece siyasi değil, sosyolojik bir vakıayla da karşı karşıyayız.
Hâdiseye yalnızca parti açısından bakmamak lâzım.
Bir millet, inanmış bir kadro eliyle dört asırdır hasretinde olduğu rüyasını gerçekleştirme fırsatı bulmuştur. Bir millet, bir kadroya şuuraltından gelen coşkun istekle âdeta iktidar olma emri vermiş, yaptıklarını denetlemiş ve her defasında da itimadını yükseltmiştir.
Bu yaşadıklarımız, toprak unsuru elinden alınmış, insan unsuru 7 Cephede kırılmış ilim-irfan-medeniyet unsuruna kezzap dökülmüş, tarihin büyük devletlerini inşa etmiş bir büyük milletin, bir asır sonra uyanması, doğrulması, silkinmesi ve meydan yerine dikilerek "buralar sahipsiz değil, burada keyfinizce at oynatamazsınız, zamanın ve mekânın sahibi var!" diye haykırmasının hayat bulmasıdır.
Su yatağını unutmaz.
Bu ırmak, asaleti gereği yatağını unutmadı.
Zaman zaman Düveli Muazzama, emperyalist devletler, sömürgeci vahşi batı yalnızca cepheden saldırmadı, içerden de kendine adamlar tedarik ederek hem dışardan, hem içerden vurdu. Birinci Dünya Harbi, olanca nâmertliğine rağmen yine de mert bir savaştı. Son 50 senedeyse nâmertler nâmerdi saldırılara göğüs gerilmekte. Bu çağda cephe vuruşmalarının yerini kültür emperyalizmi, iktisadi tasallut, psikolojik yönlendirme, terör kalleşliği ve vesayet emrinde vekalet savaşları almıştır.
Ama; Allah bizimle olduktan sonra ne gam!
Bizim, şer bildiğimizin hayr olarak tecelli etme zamanlarındayız. Eğer 28 Şubat çilesi yaşanmasaydı, bu devrimler yakalanamazdı. Bugün bu ülkenin topraklarına, bahtına imza atan kadrolar böylece geldi. Çok ihanetler görüldü fakat Anadolu insanı böylece devindi, doğruldu ve dünya ile yarışır oldu.
"Cafer-i Tayyar Havalimanı", Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray, Avrasya Geçidi, Kanal İstanbul... başta olmak üzere yüzleri bulan tünel, onlarca hava meydanı, Hızlı Tren, yenilenmeler böylece yapıldı, yapılmakta ve yapılacak.
İçerde ihanete ve silaha dışarıda riyakârlığa ve sömürgeciliğe karşı vuruşa vuruşa bu zafer elde edilmiştir. Bu, bir parti derdi, parti dâvâsı değildir. Bu bir milletin, bir ırmağın kendini bulması ve haysiyetli mazisiyle köprüler tesis etmesidir.
Ne Kandil haydutluğu ne başkaları, bu ırmağın önünde duramaz.
.RENKLERİN SAVAŞI
2016-07-12 02:00:00
İspanyolların başını çektiği Avrupalı müstemlekeciler, keşfettiklerini zannettikleri yeni kıtaya vardıklarında yerli halk, onları misafir etti. Avrupalılar, yeni dünyada bir yıl boyunca misafir olarak ağırlandılar.
Bu bir yıl içinde geldikleri yerleri tanıyınca kendilerini ağırlayan insanlara "Kızılderili" diyerek onları ötekileştirdiler. Taşralı beyazlar, kendilerine iyilikten başka bir şey yapmamış Kızılderili dedikleri yerli halkı vurup öldürerek yok etmeye başladılar. İmha hareketi zamana yayıldı. Günümüze ancak bir avuç yerli intikal edebilmiştir. Onlar da uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıklara müptela edilmişlerdi.
Önce Hindistan zannedip sonra yeni bir kıt'a olduğunu anladıkları topraklar, dünya yaratıldığından beri vardı. Kuzeyde "Kızılderililer" güneyde "Mayalar" ve belki daha başkaları da yaşıyordu. Sömürgeciler, Amerika’yı keşfetmemişlerdi ama ateşli silahları keşfetmişlerdi. Bu canavarlarla kendilerine kucak açan insanları yok ettiler. Ne var ki yerliler, bu iklimin asıl sahipleriydi. Onları, vatanlarında köleleştiremezlerdi. Böyle bir şey insan fıtratına yabancıydı. Bitirdikleri Kızılderililerin yerine etinden sütünden derisinden olmasa da gücünden, enerjisinden faydalanmak için Afrikalıları getirdiler. Yeni kıtanın yerli halkını renklerinden dolayı ötekileştirmişlerdi. Köle olarak getirip dillerinden, dinlerinden hürriyetlerinden ettikleri Afrikalılar ise zenciydi. Zenciler, ötekiden de ötekiydi. Kendilerine eşit olamazlardı. Onlar insan sayılamazdı
Asırlar, bu uygulamayla geçti. Afrika’nın yeraltı ve yerüstü sömürüldü, insanları zorla pazarlarda satıldı. O günlerin mirası olarak bugün Washington DC'nin yüzde 65'i zencidir. 320 milyon civarındaki ABD'nin ise yüzde 13'e yakını zencidir.
Modern zamanlar dünyasında kölelik sözümona kaldırıldı. Ancak Amerika'da zenciler hep ötekiydi. Kızılderili bakıyeleri uyuşturucuya alıştırıldıkları gibi başa dert olmasınlar diye bunlar da uyuşturucuya ve ilaveten müzik ve spora alıştırıldılar. Amerikalılaşmış beyaz Avrupalılar onları aşağılık sınıf olarak görüyorlardı. Mahalleleri, mektepleri, yiyip-içtikleri yerler ayrıydı. Aynı umumi nakil vasıtasına binemezlerdi. Bir zenci okuyup belediye başkanı, vali olamazdı. Bu manzara 1970'lere kadar böylece sürdü. Sonra birtakım iyileştirmeler yapıldı. Belediye başkanı, vali senatör, doktor, avukat vs olmaya başladılar. Ama geniş kitle hâlâ aşağılardaydı. Diğer taraftan Amerika'da Ku Klux Klan diye ırkçı bir örgüt ortaya çıkmıştı. Bu örgüt, şu günlerde yeniden sahnede.
Amerika, zamanla bir Afro Amerikalıyı başkan bile yaptı. Ama, acaba İslamdan dönmüş biri olmasaydı başkan yaparlar mıydı? Öyle ki onu başkan yaptıkları Amerika’da o tarihlerde "Müslüman eşittir terörist" diye bir nefret rüzgârı esiyordu. Bir eski Müslümanla Müslümanlar cezalandırılmak istenmiş olabilir. Şimdi bu Amerika, başkan seçildiğinde Müslümanları Amerika'dan göndermeyi vaad eden bir başkan adayı tehlikesini yaşadığı gibi Amerikalı Naziler ve Ku Klux Klanlarla yeniden zenci-beyaz çatışmalarına sürüklenmiştir. Polis, zenci öldürüyor, zenciler de dönüp polis öldürmekte. Her yıl polisin öldürdüğü zenci sayısı ciddi miktarlara ulaşmış bulunuyor. Bu kıtadaki köle torunları, dedelerine-ninelerine yapılanları unutmuş olamazlar. Uyuşturan alışkanlıklardan kurtulan Afro Amerikalılar, bir şeylerin hesabını yapacak ve elbette kâğıt üzerinde değil hakiki mânâda eşitlik isteyeceklerdi. Almanya'da naziliği yasaklatan Amerika, kendi evinde aynı isimdeki ırkçılığın varlığını engelleyemiyor.
ABD'de Zenci-Beyaz ihtilafı tırmanıştı.
Siyah öfke yitik gücünü arıyor.
Beyaz Avrupalıların keşfettik diye dünyayı kandırdıkları kıt'adaki bu renk çatışmasına ne isim vermeli acaba?
Zenci Baharı mı?
Amerikan Baharı mı?
"Men dakka dukka!" Kapı çalarsan kapını çalarlar. Veya ne ekersen onu biçersin.
.TİTREK KANDİL!
2016-07-11 02:00:00
Cumartesi akşam saatlerinde ekranlara bir "son dakika" haberi düştü. AA'ya göre PKK'nın üç numaralı ismi Fehman Hüseyin, bir suikast sonucu Suriye'de öldürülmüştü. Adı geçen, cuma günü 20.30 sıralarında bir kısım militanıyla birlikte Türkiye hududunun hemen altındaki Himo'dan Kamışlı'ya geçerken Tel Hamis Tugayları tarafından bindikleri araç infilak ettirilerek ortadan kaldırılmışlardı. Suikastte terör örgütü elebaşından başka 8 militan daha can vermişti.
Anadolu Ajansı, haberi Tel Hamis Tugayları sözcüsü Halid el Hasekavî'ye dayandırıyordu. Sözcü, haberi Türkiye ve Suriye halkına müjde olarak veriyor ve bu muvaffakiyeti, Suriye şehidlerine, gazilere ve Suriye zındanlarında işkence gören şerefli Suriye halkına hediye ediyordu. Açıklamada "Beşar Esad rejiminin en büyük destekçilerinden biri ve işgalci ve bölücü PKK" cümlesi bilhassa dikkat çekiciydi.
"Bahoz Erdal" takma adını kullanan Fehman Hüseyin'in öldürüldüğüne dair haber, Cumartesi akşamı bir taraftan tartışılırken bir taraftan resmî açıklama bekleniyordu.
Bu beklenti karşılığını bulmadı. Ortada mânâlı bir suskunluk vardı. Hani, deyim meşhurdur "sükût, ikrardan gelir" der. Bu sükût ile aslında cevap verilmekteydi:
Türkiye, 2014'te MİT'e sınırötesi operasyon yapma yetkisi tanımıştı. Eli kanlı katil örgüt elebaşlarının ortadan kaldırılmaları için güvenlik güçlerimize yazılı talimat verilmiş, başları için ödül de konmuştu. "Dr. Bahoz" da denen terörist, diğerleri gibi kırmızı bültenle aranıyordu, hakkında 4 milyon lira da ödül konmuştu.
Olayları okuyanlar için bu seyirden daha net açıklama olamazdı. MİT, Türkiye dostu Tel Hamis Tugayları ile çalışarak bir başarıya birlikte imza atılmıştı.
Bahoz, 1990 başlarında örgüte dahil olmuş. 2004-2009 arasında sözümona "HPG-Halk Savunma Güçleri"nin başına getirilmiş. Bir Suriye Kürdü olan militan, bu zaman zarfında maruz kaldığımız bir çok kanlı eylemin karar sahibidir. O eylemlerde 50'nin üzerinde Mehmetcik ve bir çok sivil şehit olmuştu.
Suriye iç harbi üzerine doğan idari boşluktan yararlanmak maksadıyla Murat Karayılan tarafından Kuzey Suriye'ye gönderildi. Suriye Kürtlerini PKK'nın yanına çekmeye çalıştı. PKK'yı burada devletleştirmeye koyuldu. Ayrıca son zamanlarda büyük şehirlerimizde sivillere karşı yapılan terör hadiselerini üstlenen PKK altyapısı TAK'ı kurdu. Hem PKK ve hem de Batının müttefiki PYD/YPG mensubudur.
Hekimlik şefkatinden zerrece nasibi olmayan kindar, gaddar ve merhametsiz bir katmerli katilin bertaraf edilmesinde devletin topyekûn asker, emniyet ve istihbarat unsurlarıyla terör örgütlerinin üzerine bir millî mücadele azmiyle gitmesi esas sebeptir. Zamanlama da dikkat çekicidir. Suikast, İsrail ve Rusya ile ihtilafların bitirilmesi günlerine denk gelmiştir.
Bunlar tesadüf değildir.
Bölücü örgüt, şehirlere inmek istedi fakat şehirlerden kazındı. Dağlardan da temizleniyor. Her defasında kitleler hâlinde kayıplar vermekte. Uyuşturucu kaynakları da imha ediliyor. Sıra Kandil'e kümelenmiş malum elebaşlarına gelmişti.
İlki temizlendi. Sıra, diğerlerinde. Onlar, Kandil'den firar etseler de MİT ya bulundukları yerlerde temizleyecek ya alıp getirecek veya onları bugüne kadar tepe tepe kullanan müvekkilleri, İmralı’daki gibi onları teslim edeceklerdir.
Zalim bir katilin cezalandırılması, Türk emniyet güçleriyle Suriye vatansever kuvvetlerinde sevince, bölücü örgütte moral çöküntüye yol açmıştır. Şimdi Kandil'de haddini bilmez şımarıklığın yerini korku almıştır.
Yalnızca Kandil'de mi?
Beşar Esad da korkmuyor mu?
Atalar, ne doğru demiş:
-Korkunun ecele faydası yoktur.
.BAYRAM DÜŞÜNCELERİ
2016-07-05 02:00:00
Dua umarak Fıtır Bayramınızı yahut yaygın adıyla Ramazan-ı Şerif Bayramınızı cân-u gönülden tebrik ediyoruz. Aynı zamanda dedelerimizin, ninelerimizin o narin tebrikleşmelerini de hatırlayarak "ıyd'ınız said olsun efendim" diyoruz. Tuttuğunuz oruçların sevabına kavuşmuş olarak sevdiklerinizle birlikte ağız tadı ve gönül huzuruyla bir Bayram geçirmenizi ve daha nice Bayramlara kavuşmanızı dileriz...
Bayram, milletimiz için, ümmetimiz için çok daha güzel günlere açılan bir büyük kapı; Bâb-ı âli, mağdurlara, mazlumlara, gariplere, kimsesizlere kurtuluş ve insanlığa da hidayet sebebi olsun inşallah...
Dua, tutunacak dalımızdır, Allah'a sığınmaktan, Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- koşmaktan başka çâremiz yoktur. Mü'min, havf ve reca; korku ve ümit arasında dengeli bir hayat üzredir. Onda ömür ne kapkaradır, ne de umursamaz toz pembeliktedir.
Ümidlerin ümidi, Müslümanca bir ömrün vesile olacağı geçmeyen bayramlardır; şerefli bir hayatın ardından imânla ölmek, kabir rahatlığı, Mahşer'in dehşet verici manzarasında Merhamet Sultanı Peygamberler Peygamberi tarafından kabul edilmek, Sırat Köprüsünü geçmek, Cennet nimetine ulaşmak ve Rü'yet devletine; Allahü teâlâyı görme saadetine ermek. İbâdetlerin, iyiliklerin sebebi de esasında bunlardır, mü'minin gâyesi budur. Gâyelerin gâyesi, rızayı ilâhidir. Allah, memnun olmadıktan, râzı kalmadıktan sonra istisnasız herkes, baş tâcı yapsa ne kıymeti var?
Bir kere daha o kutlu ayla, onbir ayın sultanının huzuruyla şereflendik, onunla İslâmlığımızı ve insanlığımızı daha bir idrak ederek, daha bir şuurla ve daha hassas kalblerle yaşadık, şimdi de Bayram ediyoruz. Yeryüzünün her köşesinde her renk, her toprak ve her kavimden Müslümanlar Bayram etmekteler. Hatta okumalarımız, hediyelerimiz ve ziyaretlerimizle ölülerimiz bile Bayram etmekte.
"Bayram" yani sevinç ve neş'e diyoruz ama yüreğimizin bir yanında da acılar var. Bir kere itikatta, amelde, ibadette, hayata, insanlığa ve dünyaya, hatta ahirete bakışta sadece çatlaklar yok, yer yer ciddi bölünmeler var. Müslümanlar parça parça edildi. Önce inançta başlayan bölünmeler, İslâm coğrafyasına silahlı terör örgütlerinin musallat edilmesine kadar vardı. Sahnedeki "Kara Bayraklı" örgütle İslâmiyeti ilişkilendirmek, onların vahşetleriyle İslamiyete değer biçmek bu dine de bu ümmete de yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu bakış, zihinlere yerleşsin diye tarihî algı operasyonu gerçekleştirildi.
Şu çizdiğimiz çerçevede ümmetin mes'elesi büyüktür ve dâvâsı sahipsizdir. Müslümanlar arasında söz birliği ve hedef birliği yoktur. Dış düşman Düvel-i Muazzama/Büyük Devletler, olur ki Türkiye yeniden toparlanır Ehli Sünnet itikadı esasında tekrar şaha kalkar ve Osmanlının bıraktığı noktadan yeryüzü Müslümanlarına sahip çıkar diye bize hem içimizden, hem dışımızdan terör örgütleri musallat ettiler. Bu örgütler, devri cahiliyenin taş yürekli müşriklerinin bile yapmadıklarını yaparak üç aylarda hatta Ramazanda, hatta hatta hemen Bayram öncesinde İstanbul'da, Bağdat'ta ve diğer İslam şehirlerinde kan döküyor, batıdaki merkezlere saldırıp işinde gücünde olan sivilleri katlederek dinimize ve Müslümanlara söz getiriyorlar.
Bu gidişattan kurtulmanın, tâ Asr-ı Saadetten beri gelen billur sular misali temiz Ehli Sünnet ana caddesinde ilerlemektir. İlimden sanayiye kadar her sahada çalışıp dünya ile yarışmaktır. Marka insanlar yetiştirmektir, marka şirketler büyütmektir, marka şehirler yükseltmektir ve yeniden Müslümanlara kol kanat geren Büyük Türkiye'yi, Cihan Devleti Türkiye'yi inşa etmektir. Dünya, İslâm huzurunu, kaybettiği Osmanlı Türk barışını arıyor.
Bayramlar, aynı zamanda muhasebe vakitleridir. Her birimiz hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeliyiz. Her birimiz, her Müslümanın aslî vazifesi, fitne çıkartmadan, kalp kırmadan, kul hakkına girmeden, şeri'atin kılı kırk yaran ölçülerine riayet ederek î'lâyı kelimetullahı olması gereken şanlı yükseklikte tutmaktır. Bayram, bu şuurla, bu neş'eyle, bu buruklukla donanmaktır; yoksa Bayram, heyhat ki bazılarının zannettiği gibi tatil değildir.
.HOŞ GELDİNİZ!
2016-07-04 02:00:00
Suriye, malum hâdisleri yaşayıp da yüzbinler, Türkiye'ye sığınınca bu toprakların mazisinden, renginden ve tarih şuurundan mahrûm içimizdeki bazı ecnebiler, o mağdurlara şefkat kollarımızı açıp kamplarda ağırlamaya başlayınca "kendi işsizimiz varken elin Suriyeli mültecisinden bize ne?!" gibi ifadelerle vicdan yapıları ve fikir zavallılıklarını ortaya koyunca devamlı takipçimiz aziz dostların hatırlayacakları gibi biz, bu sütunda ve çıktığımız ekranlarda aynen şu gerçekleri dile getirdik:
-Burası "mülteci" denen Suriyelilerin de vatanı. Onların dedeleri de Çanakkale'de, Galiçya'da, Kut'ül Amare'de ve diğer cephelerde yatıyor... 1920'ye kadar aynı haritanın içindeydik. Üstlerine bombalar yağarken bu insanlar, başka nereye gideceklerdi? Onlar, anavatanlarına sığındılar!
Evet; Türkiye, her Osmanlının olduğu gibi Suriyelilerin de anavatanıdır. Biraz daha zaman geçince sayılar artmaya başlayıp Arap Baharı yalanıyla tezgâhlanmış Suriye iç savaşının akıbeti meçhule döndüğünde bu defa o sözlerimizi daha bir pekiştirerek hem yazılarımızda ve hem de tv konuşmalarımızda mültecilerin vatandaşlığa alınmasını teklif ettik.
Onların varlığına karşı çıkanların bazıları, gelenlerin neredeyse eşit sayıda olarak bir kısmının Arap, bir kısmının Kürt, bir kısmının Türkmen olduğunu bilmeden şartlanmış bir Arap muhalifliğiyle konuşuyorlardı. Suriye'de Kürt, hele Türkmen olduğu bilinmiyordu. Kendi coğrafyamız, kendi nesillerimizden kaçırılmıştı. Hâlbuki Türk'ün bir başka söyleniş şekli olan Türkmenler, bugün Suriye denen Şam bölgesinde, bizlerin Anadolu kapılarından girmemizden daha evvel Selçuklular asrından beri mevcutlar.
Şimdi Arap, Kürt, Türkmeniyle Suriyeli mültecilerin vatandaşlığa alınması masada. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Ramazan Bayramı öncesi vefakâr şehrimiz Kilis'te Suriye asıllı kardeşlerimize müjdeyi verdi. İsteyenler T.C. vatandaşlığına kabul edilecekler. İstemeyen herhâlde olmaz. Şimdi; o mazlum, mağdur ve gariplerin yaptığı duaları tahmin etmeli. O duaların, bereket sebebi olacağından kimsenin şüphesi olmasın...
Mes'elenin bir başka cephesi daha var:
Amerika'nın Yeşil Kart uygulaması, Avrupa'nın işçi ve göçmen siyasetinin temelinde iki sebep yatar. Nüfus gerilmesine karşı tedbir almak ve kalifiye insanlarla önemli beyinleri çekmek...
Suriye’den gelenlerin arasına karışmış önemli bir kısmı da vatandaşımız ve bir çoğu da suistimalci bazı kimselerin şehirlerimizde avuç açmaları, mültecileri "dilenci" algısı gibi bir başka haksızlığa daha marûz bıraktı. Halbuki bu mültecilerin içinde hâli-vakti yerinde olan zenginler vardı. Onlarla Türkiye’ye önemli bir para girişi de oldu. Kıymetli meslek sahibi çok kimseler mevcut. Herkes, doktor, muallim veya zenaatkâr gibi bir meslek mensubu. Ayrıca talihsiz bir şekilde gelen bu kitle, bizim asgari 3 çocukla çâre aranan nüfus eksilmemize kendiliğinden çözüm olmuştu. Bundan böyle 80 milyondan fazlayız.
Yeni vatandaşlarımızla nüfusumuz çoğalacağı gibi onlar ticari, mesleki ve sosyal hayata da katkılar sağlayacaklardır. Bunun bir örneğini Jivkov faşizminde Bulgaristan'dan kaçıp gelen 300 bin Türk’le yaşamıştık. Daha evvel 93 Harbi'nden dolayı Balkanlardan hicret eden Arnavut, Boşnak, Tatar, Pomak gibi milyonlarla da yaşamıştık. O kardeşlerimiz, gözyaşlarını silince bu topraklara çok şeyler kattılar. Suriye’den gelen kardeşlerimizin yapacağı da budur.
Mültecileri vatandaşlığa alan Türkiye, nüfus zenginliği, yaş gençleşmesi ve iktisadi hareketlilik kazanmakla pişman olmayacaktır. Bu işin her cephesiyle kaybedeni Baas rejimidir. Bu zalim rejim, insan unsurunu kaçırtarak Suriye’yi Nusayri Araplarla tek tipleştirip kabile hayatına doğru sürüklemektedir.
Anavatanınıza hoş geldiniz kardeşlerimiz!
Allah, kimseyi vatansız bırakmasın!
İyi ki Türkiye var!
.VAKİT, BİRLİK VAKTİ
2016-06-30 02:00:00
Osman Gazi Köprüsü'nün açılışına hazırlanıyorduk. Bu tarihî hamleyi Yavuz Sultan Selim Köprüsü’yle, Avrasya Tüneli'nin açılışları takip edecekti. Bu çalışmalar, sona yaklaşmışken güvenlik güçlerimiz de tam bir ahenk içinde terörün her çeşidine karşı tavizsiz bir mücadele veriyordu. Bölücü örgütün esir aldığı halk, ellerinden kurtarılmış, şimdi de uyuşturucu kaynakları kurutulmaktaydı.
Diğer taraftan enflasyon geriliyor, kalkınma hızı yükseliyordu. Fakat Rusya ile aramızın bozuk olması ticaret ve turizmimize olumsuz yansımaktaydı. Öyle ise İsrail’le cereyan eden müzakerelerde sona gelinirken Rusya ile de yeniden dostluk köprüleri kurulmalıydı. İsrail, ilk defa bir devletten özür diledi, şehit yakınlarına tazminatı kabul etti, Gazze için de abluka büsbütün kalkmış olmasa bile Türkiye'den gidecek yardımlara kapı açtı.
Bunlar yaşanırken Kremlin sözcüsünden beklenmedik bir açıklama geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin'e bir mektup yazarak düşen uçaktan dolayı üzüntülerini bildirmiş, ölen pilot için de taziyesini dile getirmişti. Mektup, Ankara tarafından doğrulandı. Dahası beyanata pilotun ailesine acılarını paylaşmak için insani yardım yapmaya hazır olduğumuz taahhütleri de ilave ediliyordu. Bununla da kalınmadı Başbakan Binali Yıldırım, Mısır'la da münasebetlerin normalleştirileceğini açıkladı. Kahire'den ânında memnuniyet haberi geldi.
Zamanlama dikkat çekiciydi. Hadisenin ticaret ve turizm tarafı malum. Ancak bir de dış boyutu bulunmakta. ABD'de sonbaharda seçim vardı. Bu seçimin nasıl bir seyir göstereceği çok net şekilde ortada değil. AB'de ise İngiltere, birlikten ayrılma kararı vermişti. Karar, yalnızca İngiliz hükümetini değil, Büyük Britanya’yı, Londra’yı, İskoçya’yı, Kuzey İrlanda’yı da silkelemişti. Etkinin, şok dalgalarla üye daha başka devletleri de gemiden atlamaya sevk etmesi mümkün görünüyordu.
AB'nin zor-güç de olsa yoluna devam edebilmesi veya yeni bir yapılanmaya gitmesi gibi her ihtimale karşı Ankara, hazırlıklı olmalıydı.
Öyle ise gerek iç ve gerekse dış sebeplerden dolayı komşularla politikalarımızı gözden geçirip bir barış taarruzuna gitmemiz mutlak gerekliydi. İş hayatındaki durgunluğun, turizmdeki kayıpların ortadan kalkması gerekirdi. Bugün eğer çok güçlü biçimde terörle mücadele edebiliyorsak bunu sevk ve idare eden siyasi iradenin elinin altında güçlü bir hazinenin olması bu imkânı sağlıyordu.
Bütün bunlardan dolayı barış atağına geçildi. Biz, İsrail, Rusya ve Mısır'dan sonra Azerbaycan’la birlikte Ermenistan'a da bir barış atağı yapılmasını bekliyoruz. Yüzyıllık ihtilaf, yüzyıl daha devam edemez. Rusya ile barış, Suriye ve PYD problemlerinin çözümünde yardımcı olacaktır. İsrail’le yapılan anlaşma zaten Batı Şeria ve Gazze ile istişare edilerek yürütüldü.
Bayındırlık hamlelerimizin yol sürecinde, İsrail’le andlaşmaya dair imzalar atılırken, Putin Erdoğan telefon görüşmesinden bir akşam önce İstanbul’daki bu kanlı terör saldırısı meydana geldi.
Üç canlı bomba, bu defa makineli silah da kullanarak katliam yaptı.
İslamiyet adına savaştığını iddia eden bir terör örgütü, bir ramazan günü iftar saatlerinde bu vahşeti işledi, canlara kıydı, evlere, yüreklere ateş düşürdü. Türkiye büyüyor, kalkınıyor, gelişiyor. Fakat taşeron savaşları da durmuyor.
Hedef, iktidar değildir.
Hedef, Büyük Türkiye’dir. Hedef, dünya mazlumlarıyla ilgilenen, onların sömürülmesini engelleyen; hedef, Dünya 5'ten büyüktür diye bir haksızlığı haykıran Türkiye'dir. Birliğimiz, dirliğimiz, huzur, istikrar ve kalkınmamız kundaklanıyor. Kucaklayıcı olmak bir mecburiyettir. Sığ politik polemiklerle kendi kendimizi yıpratmamalıyız. Öfke, nefret ve ötekileştirici dili terk ederek ülkemize kasdedenlere karşı omuz omuza vermeliyiz.
Gün, birlik olma günüdür.
Vakit, kardeşlik vaktidir.
.BATI'DA HARİTALAR YENİDEN ÇİZİLECEK!
2016-06-27 02:00:00
İngiltere Başbakanı David Cameron, Avrupa Birliği'ne alınmayışımızın gerçek sebebini dürüstçe dile getirmek yerine "Türkiye 3 Bin yılında bile AB'ye giremez" dedikten bir hafta sonra bu defa "30 Yılda giremez" lafını etti.
Aklı sıra bizimle eğleniyordu.
İngiliz kibriyle nefsinden o kadar emindi ki halkı, AB için referanduma davet ederek sanki AB'ye de meydan okuyordu. Halbuki bugün aynı şahıs, vatandaşlarının yüzüne bakamaz hâlde. Kendi eliyle kendi siyasi hayatını noktalıyor. Son bir asırda az devlet adamı David Cameron gibi dünya önünde bu denli perişan vaziyete düşmüştür.
Referandumun ardından tahminler ötesi gelişmeler de yaşanıyor. İki yıl evvel bağımsızlık için halk oylaması yapan İskoçya, oylamada "evet" dediği için bağımsız devlet olma isteğini yeniden dile getirmeye başladı. Aynı şekilde Kuzey İrlanda da oylamada AB'de kalmayı tercih etti. İleriki tarihlerde Kuzey İrlanda'nın İskoçya'yı takip etmesi sürpriz olmayacaktır. Asıl şaşırtıcı olansa Londralıların ayrı devlet olup AB'yle yola devam etmeye dair çıkışlarıdır. Bütün bunlar mağrure Kraliçeyi derin sukut-u hayallere uğratmış olsa gerek.
Birleşik Krallık yahut galat-ı meşhur adıyla İngiltere, AB'nin kurucu üyesi değildir. AB'ye kabul tarihi 1973'tür. O dönemlerde şiddetle muhalefet yaşanıyordu. General de Gaulle'ün "cesedimi çiğnemeden İngiltere AB'ye giremez!" demesi çok manidardır. O gün Kıta ile Ada arasındaki fiili çekişme, bugün psikolojik vuruşmaya dönüşmüştür.
Nitekim İngiltere'nin AB'ye dahil oluşu ihtiyatlıdır. Millî parasını Euro ile değiştirmediği gibi Scehengen vizesi uygulamasına da katılmamıştır. Tuhaf olan şu ki İngiltere, referandum sonrası iki sene içinde kademeli olarak ayrılmak gibi bir süreci takip etmek isterken aldatılmışlık hissindeki AB'nin "hemen ayrıl git!" vari tavrıdır.
BK/Birleşik Krallığın AB vedası için hiç bir haklı gerekçesi yoktur. Mültecileri ve göçmenleri bahane etmesi ciddiye alınamaz. İslâm korkusunu kullanmaya kalkışması ise gülünç olur. AB'ye yaptığı mali desteği ileri sürmesi de makul değildir. Bir yardım yapıyorsa çok daha fazlasını kazanıyor.
Ayrılma kararının asıl sebepleri farklıdır.
Eski Sovyet peyki devletlerin uluorta alınmasıyla birlik şişmiştir. Bu hesapsız şekillenmeyle birliğin devamı mümkün değildi. Bundan dolayı İngiltere, bahaneler üreterek gemiyi ilk terk eden devlet olmuştur. İkinci sebep yeni yapılanmada pazarlık yapma imkânı kazanmak istemiş olabilir. Üçüncüsü Almanya'nın önünü keserek Avrupa'nın patronu olmasını engellemeyi düşünmüş olma ihtimalidir.
BK masa başında açık veya gizli ne düşünmüş olursa olsun. Netice olarak sahada mağlubiyete uğramıştır. Bundan sonraki ihtimaller şunlardır:
AB ya topyekûn dağılıp ortadan kalkar veya kurucu devletlerle birlikte bir kaç devletle yeniden yapılanır. Bu takdirde iki ihtimal daha doğabilir. Yeni inşada Türkiye de kurucu devlet olarak kabul edilir. Yollarımız kesinkes ayrılır.
Eğer; BK, halk oylamasını yenileyerek birlikte kalmaya karar vermezse her hâl-ü kârda zararda olacaktır. İskoçya ve Kuzey İrlanda'nın BK'nın başını ağrıtması beklenmelidir. Her ikisinin veya İskoçya’nın kopması, İngiliz Milletler Topluluğunu da sarsabilir. Oralarda da milliyetçi duygular uyanabilir.
Derin dünya'nın esrarengiz ismi Kraliçe'nin krallığı, Mr Cameron eliyle hayatının kumarını oynamış ve kaybetmiştir. Ortaya çıkan sonuç, AB üyesi diğer bazı devletleri, oralardaki aşırı sağ partileri tahrik edeceği gibi hatta belki ABD'de bazı eyaletleri de etkileyebilir, onlara yüreklerinde var olanı seslendirme cesareti verebilir.
Birleşik Krallık, fena sallanmıştır, şimdi ardçı sarsıntılar zamanı.
Kaderin hükmüne bakmalı ki Orta Doğu'da yeni haritalar çizilmesinden söz edilirken belki bundan sonra BK'dan başlayarak Avrupa'da ve belki dünyada yeni haritalar çizilmiş olacaktır.
Batı, kıştan evvel Avrupa Baharı'na girebilir.
Türkiye'ye gelince; sağlam durmaya devam ederse dün kibir içinde olanlar yarın Ankara'ya gelerek "siz de bize katılın" ricasında bulunabilirler.
Birleşik Krallık iç politikasındaysa David Cameron hezimeti, Boris Johnson'a yaradı. Bu isme bizdeki bazıları "Osmanlı torunu" demekteler.
O, evet Ali Kemal'in torunu...ama asla Osmanlı değil.
Fakat şu bir gerçek:
Bugün Sadıq Khan adında, 1970 doğumlu olan Pakistanlı Müslüman bir genç, Londra Belediye başkanıdır. Ali Kemal'in torunu ise yarın Birleşik Krallığa Başbakan olma yolunda. Batı'da epeyce bir süredir var olan zahmetsiz devşirmecilik bundan böyle hız kazanacaktır
.LİSELERİ TERÖRE BULAŞTIRMAK
2016-06-21 02:00:00
Bu defa da liseli hatta ortaokullu gençleri teröre bulaştırma projesiyle karşı karşıyayız. Proje sahipleri, AK Parti iktidarı öncelikli olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan, gitsin diye her yolu meşru saymaktalar...
Halbuki gençliğinin baharındaki bu öğrencilerimizin kargaşaya, anarşiye, teröre silaha, bulaşması belki istikbâllerini hatta belki hayatlarını tehlikeye atacaktır. Eylemlerin bu tarafı, şer odaklarının umurunda değil. Onlara göre devrim kansız olmayacağına göre varsın bir kaç genç ölsün. Bu netice, yollarını açma fırsatı kazandıracağından kendileri için makbuldür.
Gözlerini Tayyip Erdoğan düşmanlığı bürümüş olanlar, ülkemiz evlâtları üzerinden kanlı oyunlar peşindeler.
Oyun, İstanbul Erkek Lisesi'nde başladı.
Bu bir tesadüf müdür?
Tesadüf olmasa gerek; adını koymak gerekirse isyanın Almancası. Gündemi sıkı sıkıya takip edenlerin gözünden kaçmamıştır. Nitekim ekranda da tartıştık. Alman meclisi, Ermeni soykırım iddiası yüzüncü yılının üzerinden bir sene geçtikten sonra birdenbire Türkiye aleyhine soykırım kararı aldı. Kararın zamanlaması önemliydi. Bölücü örgüt güneydoğuda çökertilmiş, köşeye sıkışmıştı. Batıdan siyasi yolla indirilecek bir darbeyle Türkiye sarsılıp örgüte nefes alma payı kazandırılıyordu. Bu sinsi kurnazlığa çok sert cevap vermemizle plan Almanya için hüsranla bitti. Bugün güvenlik güçlerimiz, zerrece taviz vermeden örgütle aslanlar gibi mücadeleye devam etmekteler.
Bunun üzerine içerden yangın çıkartılmak, gençlik sokağa çekilmek, isyanın Almancası başlatılmak istendi.
İsyan sözleri, bahaneler bellidir.
Köhne, küflü ve bayat laflar.
40 yıl önceki kırık-dökük sözler, mahzenden çıkartılıp ergenlik yaşında, kendini isbat ihtiyacında olan zihinleri bulandırılmış heyecanlı gençlerin ellerine tutuşturuldu. Tarihi, yakın tarihi dünü, yokluğu, yoksulluğu layıkıyla bilmeyen sırtı sıvazlanmış bu gençler, insafsızca kullanılıyor. Gerçeği anladıklarında iş işten geçmiş, yaşları da geçmiş olur.
Düyunı Umumiye Binası/İstanbul Erkek Lisesi 1970'lerde bile anarşi ve teröre bulaştırılmamıştı. Ancak o gün AK Parti ve Tayyip Erdoğan iktidarda değildi.
Alman Vakıflarının Gezi Olaylarındaki rolleri o zamanlar yazılıp konuşulmuştu. İstanbul Erkek Lisesi'ni tenzih ederiz. Güzide bir eğitim kurumumuzdur. Fakat yönetim olarak orada birtakım gariplikler yaşandığından haberdardık. Epeydir şikâyetler alıyorduk. Proje, Düyunı Umumiye Binası'nda bugünkü ifadeyle IMF binasında kotarıldıktan sonra fitne kıvılcımının diğer güzide eğitim kurumlarımız Galatasaray Lisesi ve Robert Koleje sıçratılmak istenmesi sıradan gelişmeler değildir. İsyan Alman, İngiliz ve Fransız dilleriyle yükseltilmek isteniyor. Batı lisanlarında eğitim verilen en eski kurumlarla Cumhurbaşkanına karşı bu ülkenin çocukları rehin alınırcasına blok oluşturulup, çıkartılacak kargaşada bir kısım medyanın da desteği sağlanarak darbe yapılması arzulanmakta.
Okullar tatile girmiş olsa da fitne muhtemelen durmayacak, ham hayallerle beslenen hazırlıklar devam edecektir. Okulların açılma tarihinde uyanık olmalı. Teröre bulaştırmak istenen liselere de dikkat etmeli.
.MURAT ÜLKER'İN MUVAFFAKİYETİNDEKİ SEBEPLER
2016-06-20 02:00:00
Sn Murat Ülker'i evvelden tanırız. Hatta babaları merhum Sabri Ülker Bey'i de tanırdık. Ama; Hadisi şerifte ifade buyurulduğu gibi bir insan, en iyi akçeli işlerle seyahatte tanınır:
Geçen Perşembe günü Murat Ülker, Yıldız Holding ve Pladis şirketinin en üst seviyedeki idarecileriyle beraber Karaman'a Pladis'le Hak İş'e bağlı Özgıda İş Sendikası'nın müştereken verdikleri iftara gidip burada alınteri mensuplarıyla birlikte fabrika bahçesinde aynı sofrayı paylaştık. Güzel ve kucaklayıcı konuşmalar oldu. Hak İş Sendikası başkanı Mahmut Aslan'ın konuşmasını ise iş barışı adına duvara asılacak cinsten bulduk...
Bir ailenin soy isminden Ülker, ondan Yıldız ve Yıldız'dan da Pladis markasının doğduğunu; Yıldız Holding'in sahibi olduğu yerli ve yabancı bazı isimleri Latince "Yıldız" kelimesinden türetilmiş Pladis çatısı altında birleştirerek Londra'da dünya ligine çıktığını her yerde okumak mümkündür.
Biz, bu ticari, sınai ve endüstriyel gelişmeyi daha farklı bir cepheden ele alacağız. Eğer; Sabri Bey merhumun 3 kişiyle başladığı işi Ülker'leştirerek on binlerin çalıştığı bir işletme çapına kavuşturup bayrağı Murat Ülker'e devretmesi bir başarıysa, Murat Ülker de kardeşi Ali Ülker, aile mensupları mesai arkadaşlarıyla el ele vererek çalışan sayısını 50 bine yükseltip şirketi daha bir Yıldızlaştırması da bir başarıysa ve gıda, çikolata ve bisküvi iş kolunda dünyanın bir numaralı markalarını satın alıp bunları yerli markalarla Pladis'e tırmanıp Londra'da iş tutmak da keza başarıysa bu başarıların insan özelinde sebep ve sırlarını tahkik, tetkik, tahlil ve teslim etmek gerekir...
Karaman'a gidip gelirken Murat Ülker'le yan yanaydık. Her şeyi konuştuk, iş hayatını, gündelik hayatını, aile hayatını, babasını, aile mazisini ve daha bir çok şeyi. Bu konuşmalar, dinlemelerimiz ve gözlemlerimizle O'nun muvaffakiyetindeki sebepleri tesbit etmiş olduk. Bunları, hakkı teslim ve mevzua çalışma niyetinde olanlara yardımcı olmak adına şöylece sıralayabiliriz:
1-Murat Ülker'in bizzat ifade ettiği gibi "işini kendisinden daha iyi bilenlerle çalışması". Kendisinden daha kabiliyetli insanlarla çalışacak kadar zeki ve medeni cesaret sahibi. Nitekim ekibini yetkin, görgülü ve saygılı bulduk.
2-Kul hakkına titizlik göstermesi. "İş yerinde sendikalaşmayı ben teşvik ettim" dedikten sonra işçilerin her zaman haklarını ferden arayamayacakları keyfiyetinden hareketle bir temel ve iki dünyayı alakadar eden mes'eleye "yoksa kul hakkı geçer" diyerek bilhassa özen göstermesi.
3-Tevazuu. İşçilerle konuşurken samimi bir alçak gönüllük ve arkadaş havasındaydı. Bu sırada rol yapmıyordu. Sadeydi ve bunun üslubu olduğu belliydi.
4-Çok çalışması. Dünyanın hemen her memleketine ayak basmış. Böylece bir çok ülkede üretim yapıp 74 ülkeye ihracat gerçekleştirmekte. "Bu uçak bana senede iki aylık iş günü kazandırmakta. Gündüz pilotlar, gece biz uyuyoruz" diyor.
Ayrıca tabiat düşkünü ve 20 metreye kadar dalabilen gözü pek bir yüzücü.
5-Aslına, inancına, ameline sadakat ve vefa sahibi olması. "Burası benim vatanım; vatanımı bırakıp bir yere gitmeyi düşünemem" demekte.
6-Aidiyetiyle barışıklığı, "Ben Müslümanım!" Cümlesi, bazı söylediklerinde gerekçe hükmünde. Ezeli ve ebedi olan mutlak Melik'ül Mülk'ün verdiği emaneti yerli yerince kullanma şuurundaki uyanıklık, başarı zincirindeki son halkadır.
Sayılarının çoğalması, ülkemizin zenginleşmesi olacaktır.
.DEĞERLERİN KURT YENİĞİ
2016-06-17 02:00:00
Kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum ama küçücüktüm. Babam yürürken yeninden tutarak kendisine yetişmeye çalışıyordum. Bu sırada babamın "Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu/Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyu!" diye mırıldandığını bugün gibi hatırlıyorum.
Bu sesler, asırlar ve asırlar süresince nesillerin mürebbiyesi, dadısı oldu. Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumi, Hacı Bayramı Veli, Aziz Mahmud Hudâî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi onlarca Allah sevdalısı hazret, yalnızca hayatlarıyla, nasihatleriyle cemiyete ışık tutmakla kalmamış, dupduru Türkçeleriyle kaleme aldıkları mısralarıyla da gönüllerde Allah aşkını, Peygamber muhabbetini tutuşturmuşlardı. Bu altın mısralar, daha sonra sesin ahengiyle buluşarak ilahileşip kalbleri nurlandırmaya koyulmuştu.
"Şol cennetin ırmakları" tanıştığım ilk ilahiydi. Bunu daha sonra "Sordum sarı çiçeğe annen-baban var mıdır/Çiçek eydür derviş baba annem-babam topraktır?" takip edecekti. Gelecek vakitlerde de diğerleri.
O müberek velilerin, o mübarek sözleri şimdilerde pop müziği denli sahne gösterisine dönüştü...
Eskiden ramazan ayı gelmeden günler öncesinde evler hazırlanırdı. Erzak tedarik edilir, her yer yunar-yıkanırdı. Hatırı yüksek bir misafir karşılanırcasına olağanüstü bir iklime girilmiş olurdu. Bayram öncelerinde de öyle. Sadece ev halkı değil, çevredeki muhtaçlar da düşünülürdü. Dulu, yetimi, öksüzü, fakiri sevindirmek ayrı bir lezzet, ayrıca bir ibadetti. Şimdilerde en yakınlarla bile mesafeler öylesine açıldı ki kimsenin kimseyi gördüğü yok.
Bizim hayatımızda misafirin yeri apayrı değerliydi. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- misafire hizmet ve hürmet etmeyi övmüşlerdi. "Misafir on rızkıyla gelir, birini yer, onunu bırakır" demişlerdi. Misafir, bereket demekti. Misafir, en layık şekilde ağırlanır, evi bir neş'e ve huzur kaplar, artan yemekler çöpe dökülmez, "mü'minin artığı şifadır" Peygamber haberi gereği saklanır ve sonra tüketilirdi.
Şimdilerde evler büyüdü, gönüller küçüldü. Yetişen çocuk ve gençler misafir karşılama ağırlama-uğurlama güzelliklerinden mahrum kalır oldular. Halbuki ne lüks bir otel yuvadır, ne en pahalı lokanta "Allah, ne verdiyse" yenilen mütevazı fakat bereketli sofra.
Eskiden Cuma günlerine erken hazırlanma vardı. Boy abdesti alınır. Kıyafetler değiştirilir. Dudaklarda salevatlarla, güzel kokularla ulu mâbedlerin yolu tutulurdu. Şimdilerde camie gitmek vergi dairesine gidip borç ödemeye benzer bir şeklî hâl aldı. Vaiz efendi kürsüde gırtlak paralarken huşudan uzak şekilde oturmuş bir kısım mü'minler, cep telefonlarıyla meşgul olmaktalar.
Bir zamanlar bu topraklarda ezanlar vardı. İnsan sesinin olanca rengiyle, olanca tesiriyle müezzin efendiler tarafından şerefelerde okunur, müminler hafif seslerle onlara eşlik ederler, ezan bitiminde de "şefaat ya Resulallah" diyerek Sevgiliye iltica ederlerdi. Şimdilerde şerefelerde ezan değil, hoparlörler var. Onların sert sesleri var. Minareler gerçek ezandan mahrum.
Eskiden tesettür vardı. Hanımlar devrine, âdetine, çevreye göre hanım gibi örtünürlerdi. İslâmın hayâ timsali bu hanımefendilere saygılı olmamak kabil değildi. Ülkemizde bir dönem açılma ve örtülme süreçleri yaşandı. Tesettür bir mücadele mevzuu oldu. Başörtüsü için, tesettür için nefes ve mürekkep tüketen çok kimse, şimdilerde hayal kırıklıkları içinde. Bir kısım tesettürlü gençler, tesettürün hiç bir edeb tarafına aldırmadan alabildiğine serbest ve ölçüsüz tavırlarla kendilerini gösterme, varlıklarını isbat duyguları içindeler.
İlahiler müziğe, iftarlar israfa, tesettür defileye, bayramlar tatile döndü.
Şerefeler müezzinsiz, namazlar özensiz, zekâtlar dikkatsiz kaldı.
Komşuluklar can çekişmekte.
Akrabalıklar yara alıyor.
Değişim, dönüşüm, şehirleşme, zenginleşme tamam. Olsun, olmalı. Ve fakat kendimiz olarak, kendimiz kalarak, vakarımızdan, biz olmaktan, mazimizden, hâlimizden, örfümüzken kopmadan, savrulmadan. Değişim, tekâmül başkadır, başkalaşmak başka. Çağdaşlaşmayla melezleşme karıştırılmamalı.
Şimdilerde sonradan görmüşlük, görgüsüzlük, kabalık, her yanı sardı. Şehir hayatımızda sıcak mahallelerin yerini göğe çekilmiş oklar aldı. Bugün belki herkesin her şeyi var ama bize kendimizi gösteren aynalarımız yok.
Şu dediklerimizin adı "nefs muhasebesi"dir.
"Öz eleştiri" de denir.
Ramazan, namaz, cuma, bayram, zekat... bunun içindir. Hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeye kapı aralamak için.
.ÖMÜRSÜZ AB
2016-06-16 02:00:00
İngiltere Başbakanı, durduk yere Türkiye’yi hafife alan bir tavırla 3 bin yılında bile AB'ye giremeyeceğimizi iddia etti. O'ndan cesaret alan bazı bakanları başbakanın gözüne girme adına olsa gerek kendileri iş başında olduğu sürece Avrupa Birliğine kabul edilmeyeceğimizle ilgili iddialı laflar ettiler.
Bu konuşmalar üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da "şerefli duruşumuzu ve milli menfaatlerimizi koruyarak gittiği yere kadar gideriz" diye İngiltere cenahına rest mahiyetinde bir cevap verdi.
İngiltere diğer AB üyeleriyle kıyas edildiğinde esasında tam üye değildir. İlk günden kendi parasını koruyarak Avroya geçmedi. Nitekim AB'den sorumlu bakanları, "Türkiye-AB vizesiz serbest seyahat andlaşması, İngiltere’yi ilzam etmez, İngiltere schengen vizesini tanımıyor" dedi.
Mevzubahis başbakanla, bazı bakanların Türkiye’yi istihza etmeleri veya dostça olmadığı her kelimesinden belli sözlerle ülkemiz hakkında konuşmalarının arkasında saklı hesapları olsa gerek.
Yaşlı fakat mağrur ada devletinin AB'den ayrılma isteği, kısa aralıklarla gündeme gelmektedir. Türkçe'de bir söz vardır. "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" der. İngiltere’den zaman zaman duman yükseliyor. Demek ki bir AB yangını yaşıyorlar.
Bir devlet kendi serbest iradesiyle Avrupa Birliğine girdiği gibi yine serbest iradesiyle ayrılabilir de. Ancak bütün bunların dürüstçe olması gerekir. Bize sataşanların seyrine bakınca bu dürüstlüğü kabulde zorlanıyoruz. Kafasının arkasında ne olur ne olmaz hesabı daha birliğe girerken parasını ayrı tutmasından anlaşılmakta. Şimdilerdeyse Türkiye üzerinden ihtilaf çıkartıp masayı devirmek istediği seziliyor.
Yoksa aynı Cameron daha evvel AB üyeliğimizi desteklerken şimdi seçmenine göz kırpma adına da olsa neden bu kabulü mümkün olmayan müstehzi lakırdıları etmekte?
Bu durumda hakikaten gittiği yere kadar gitsin.
İrfan dağarcığımızda bir söz daha vardır. Derki:
-Geçme nâmert köprüsünden ko aparsın su seni!
Kimseye nâmert demiyoruz. Lakin 60 yıldır yaşadıklarımızın da mertlikle izah edilir yanı yok. Türkiye, medeniyet ve insanlığın ortak değerleri adına AB'nin hayata kazandırdığı bazı ilkeleri iktibas etmeye devam edebilir. Ama bunları yaparken kendi özeline de dikkat etmesi şarttır Misal vermek gerekirse; İdam ABD'de var. AB'de yok. Türkiye sırf AB'ye girebilme adına idamı ceza kanunundan çıkarttı. Onunla da kalmadı. Zina da suç sayılmaz oldu. Bu yanlışlıklardan rücu edilmesi gerekir. Eğer bunlar ve benzeri sebeplerden dolayı bizi almayacaklarsa varsın almasınlar.
Zaten Türkiye'nin mevcut AB'ye girmesi zor görünüyor. Netice itibarıyla AB bir Hırıstiyan kulüptür. Hep böyledir ve hep de böyle devam edecektir. 80 milyonluk Müslüman bir ülkeyi kabul etmeleri imkansıza yakın bir ihtimaldir.
Bu fiili gerçekten başka bir de muhtemel gelişmeler söz konusu.
İngiltere ayrılırsa AB önce zora girer, sonra dağılır. Almanya'nın ayrılması halindeyse hemen çöker. Neticede AB de soğuk savaş döneminin bir kurumudur. Sovyetlerin yıkılması üzerine aldığı yeni yeni üyelerle şişmiş ve hantallaşmıştır. Bu AB'nin yoluna devam etmesini çetinleştirdi. Ortaya besleyen ve beslenen ülkeler tablosu çıktı. İngiliz’in buna razı olması mümkün mü?
İki ihtimal var.
AB ya tamamen dağılıp yok olur. Veya yeniden yapılanır ve önemli 5-6 devletle yoluna devam eder. Bu takdirde Türkiye için de iki şık ortaya çıkmakta. Ya yeni yapılanmaya kurucu devlet olarak girer veya Avrupa’nın ipe un serme politikası devam ettiği için canına tak eder ve bu defteri kapatır. Bize kalırsa AB; Ankara için ümitsiz vak'adır. Bunu biliyor fakat sırf karşı tarafı dediklerine mahkûm etmek için sabrından vazgeçmiyor.
.ALİ
2016-06-10 02:00:00
17 Ocak 1942'de Amerika'da Kentucky eyaletinin Louisville şehrinde dünyaya geldi. Nüfus kâğıdında "Cassius Marcellus Clay Jr" diye gösterişli bir ismi vardır. Amerika'da Afrika asıllılara "Afro-American" derler. Renginden de belli olduğu gibi O da bir Afro-Amerikan. Aile geçmişi, İrlanda üzerinden Yeni Dünya'ya intikal etmiş. Belki de dedeleri, köle tüccarları tarafından Kara Kıta'dan kaçırılarak veya satın alınarak, bir şekilde ve fakat her halükârda rızaları hiçe sayılarak İrlanda’ya getirilmiş...
Boksa merak saldığında 12 yaşındadır. Kısa sürede amatör boksörler arasına girer. 1960'da 18 yaşındayken profesyonel olur. Dünya, bu yıl katıldığı Roma Olimpiyatlarında altın madalya kazandığına şahit oldu. Artık yıldızı parlamaya başlamıştı. 1964'te karşısında rakip tanımayan "ayı" lakaplı meşhur ağır sıklet boksörü Sonny Liston'u mağlup etti. Bu galibiyeti büyük yankılar yaptı. Asıl yankı yapacak olansa gelecek kararıydı. O güne dek kısaca "Clay" diye konuşulan sporcu, bu zaferinden sonra kameralar önüne geçerek İslâm dînini seçtiğini ve isminin bundan böyle "Muhammed Ali" olduğunu dünyaya ilân etti.
Şunu tahmin etmek zor değil:
O'nun evinde dedelerinin hikâyeleri anlatılagelmiştir. Belki boksa merak salmasının psikolojik derinliğinde de dedelerine yapılan insanlık dışı muamelelerin öfkesi vardır. O, antrenmanda kum torbasına veya maçta rakibine vururken aslında insana hayvan muamelesi yapan Vahşi Batı'ya vurmakta, hırsını böylece dindirmekteydi. Rakibinin şahsında zulmü mağlup ettikten sonra Müslüman olarak büyük babalarının asliyetine rücu ediyordu. Ataları, dedeleri tabiî aynı zamanda Müslüman adı taşıyorlardı.
Şimdi O da Müslüman olmuş, kalb huzuruyla işine devam ediyordu. Takvimler, 1967'ye geldiğinde 25 yaşındaki bu genci askerlik şubesine çağırdılar. Tebligat yapıldı. Vietnam’a savaşa gidecekti. Yumruğu gibi zekâsı da parlak bu genç adam, başına gelecekleri sezmekten mahrum biri değildi. Vietnam'da kör bir kurşunla hayatının son bulması pekâlâ mümkündü. Bunu görmüş olmalı ki o tarihî cevabı verdi: "Vietnamlılar, bana kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım!"
Red cevabının karşılığı çok ağır oldu. 5 yıl hapis, 10 bin dolar ağır para cezası verdiler. Boks lisansı iptal edildi, pasaportuna el kondu. Hükmü temyiz etti. Fakat lisansı kalmadığı için işini yapamıyor, pasaportu olmadığı için yurtdışına çıkamıyordu. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde verdiği konferanslardan kazandıklarıyla geçinmeye çalışıyordu.
Temyiz Mahkemesi, kararını 3 yılda verebildi. Dâvâyı kazanmıştı. Yeniden ringlere döndü. Ne var ki akraba çevresi dışındakiler artık bittiği görüşündeydiler. 3 yıl ayrı kaldığı maçlardan 3 yılda toparlansa da yılmadı. Yeniden "kelebek gibi uçup arı gibi sokarak" dünya şampiyonu oldu. Bu defa mağlupları arasında O'na "artık bitti, ringlerde varlık gösteremez!" diyenler de vardı. Halbuki O, toplamda 3 kere arka arkaya dünya şampiyonluğu unvanına kavuşan sporcu olacaktır. 61 maçının 56'sını nakavtla kazanmıştır. 1978'de yerinde bir kararla "Şampiyon" sıfatını taşırken boksörlüğü bıraktı. "Bütün zamanların en iyi boksörü olma" iddiasını ringlere veda ederken gerçek yapmıştı.
Bu ak kalbli, kara renkli adam, ringlerdeyken Türkiye, televizyonla yeni tanışıyordu. Siyah-beyaz televizyonlar devriydi. O'nun maçları Türkiye saatiyle gece 3'lere denk geliyordu. Bu yüzden maçları kahvelerde, komşularda takip edilirdi. Vurduğu her yumruk, bizler için imparatorluğu elinden alınmış bir milletin çocuklarının sorduğu hesaptı.
1974'te Sultanahmet avlusunda ve 1993'te TGRT'de kendisini gördük. Son görüşümüzde içimiz burkuldu. 1984'te parkinson hastalığına yakalanmıştı. Buna rağmen o şartlarda bile oturmadı. Ronald Reagen'ın tekrar başkan olmasına destek verdi. BM Barış Elçisi olarak Afganistan'a gitti. İlk Körfez Harekâtı'nda Bağdat'ta arabulucu olarak Saddam Hüseyin'le görüştü.
2001'deki 9/11 Eylül olaylarında Müslümanlara karşı nefret uyandırılmak için çıkartılan fitneyi vak'a mahalline girerek açıkladı. "İslâm, katiller dini değil, barış dînidir. Bunun aksinin gösterilmesi beni incitmektedir" dedi. Amerikalı bir başka efsane Müslüman, şüpheli bir ölümle şehid olan Malcolm X'le arkadaştı.
Adı, Hollywood'daki diğer şöhretlerinki gibi Şöhretler Yolu'na bir yıldız hâlinde yere nakşedilmek istenince "ben, bir Peygamberin ismini taşıyorum; onu yere yazdırmam!" diyerek bunu kabul etmedi. Bugün orada diğer meşhurların isimleri yerdeyken duvarda "Muhammed Ali" yazar. Bunu okuyup da kendisini sarhoşluktan evliyalığa yükselten Bişr-i Hafi'nin edebini hatırlamamak mümkün mü?
Allah, rahmet eylesin.
.STRATEJİK ORTAKLIK MASALI!
2016-06-09 02:00:00
I. Dünya Harbi, petrol yüzünden çıktı. Osmanlı Devleti, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Balkanlara sahipti. O devirde Orta Doğuda yerleri keşfedilmiş fakat henüz işlenmemiş neft/petrol kuyuları vardı. O kuyular gürül gürül devam etmekte. Acı gerçekse şudur. Orta Doğu ve Kuzey Afrikadaki devletler "vekil devletler"dir. Çoğu idare, halkının değil batının adamıdır. Bir keyfiyet budur. Diğer keyfiyet ise "vekalet savaşları"dır.
Emperyalist devletler, terör örgütleri eliyle vekâlet savaşları yapmaktalar. Maşa varken ateşi elle tutmuyorlar. Aradan bir asır da geçse petrol savaşı devam etmektedir. Bugün Türkiye'ye yapılan saldırılar, yalnızca bugünkü Türkiye'ye değil, yarınki Büyük Türkiye'ye ve ufuktaki Cihan Devleti Türkiye'yedir. Türkiye çınarının yeniden büyüyüp serpilerek dallarının Kafkaslara, Balkanlara, Afrikaya, Orta Doğuya ve nüfuzunun Orta ve Uzak Asyaya uzamasıyla petrol kuyularının, petrol hakimiyetinin bize geçmesinden korkmaktalar.
Batı ne DAEŞ'in sarığına, ne de Kürdün serpuşuna hayran. Türkiye geriletilmek, korkutulmak istenmekte. Türkiye yöneticileri, bayramlık nutuklarda "yurtta sulh, cihanda sulh" dedikleri devirlerde bu tip saldırılar yoktu.
Şu eş zamanlı olaylar, hakikaten tesadüf müdür? Washington'un askerleri, PYD kıyafetine bürünerek silahlı çatışma yapmakta. Alman parlamentosu, 1 yıl artı bir asır sonra birden uykudan uyanırcasına Türkiye'yi Ermenilere soykırım yapmakla itham etmektedir. Üstelik bunu sözde Türk bazı vekiller eliyle tezgâhlamakta. Halbuki aynı Almanya'nın sabıkaları var. 1904-1907 arası Güneybatı Afrika'da, bugünkü Namibya'da yerli halkı başta Hererolar ve Namikalar olmak üzere çöllere sürüp aç bırakarak, sularını zehirleyerek soykırıma tabi tuttu. 65 bin zavallı insan, zulmün en aşağılık yollarıyla kendi vatanlarında yok edildiler. Holokost katliamındaysa milyonlarca Yahudi, Nazi gaddarlığıyla katledildi.
Soykırım sabıkalı bu Almanya'nın bize hesap soracak yüzü yoktur. Kaldı ki bizim veremeyeceğimiz bir hesabımız da yok:
1905'te Brüksel merkezli Ermeni militanlar vasıtasıyla Sultan Abdülhamid Han'ı öldürme sabotajı orada kalmadı. Ruslar ve Avrupa, Ermenileri kışkırtarak Taşnak, Hınçak diye çeteler kurdurdular. Bu çeteler, başta Kürtler olmak üzere Müslüman ahaliyi köylerinde kasabalarında, cuma, bayram, çocuk, yaşlı kadın demeden katlettiler. Ahaliyi samanlıklara doldurarak veya camide namazdayken ateşe verdiler. Hamile kadınların karınlarındaki ceninleri süngüyle havaya savurdular. Halk kendini müdafaa etme mecburiyetinde kalınca çatışmalar çıktı. Hükümet bu çatışmaları durdurmak için bazı bölgelerdeki Ermeni teb'ayı devletin diğer yerlerine nakletti. Üstelik bu karada Almanya'nın dahli hayli yüksektir. Netice itibariyle yapılanın adı, soykırım değil, tehcirdir, göçe tâbi tutmadır.
Bugünkü Almanya veya diğerleri, bu tarihi hakikati bilmediklerinden değil, maksatlı olarak aleyhimize kararlar almaktalar. Dün Taşnak ve Hınçak çetelerini besleyip vatanımıza salıyorlardı, şimdi de PKK, PYD, DAEŞ'i besleyip vatanımıza salmaktalar. Türk milletinin Müslüman olması Haçlı zihniyetindeki batıyı hep rahatsız etti, hep de rahatsız edecek. 1915'i hatırlayanlar, 1992’deki Hocalı katliamını, Ermenilerin Azerilere yaptıklarını neden hatırlamazlar?
Alman meclisinin aldığı kararla Vezneciler ihanetinin çakışması tesadüf müdür? O karardan sonra çökmüş, köşeye sıkışmış PKK saldırılarını arttırdı. Nitekim iki şehid polisimizin aziz naaşları Fatih Camiînden kaldırıldığı saatlerde Midyat'ta benzer bir saldırı oluyor ve yine şehid veriyorduk. Alman meclisi, soykırım iftirasıyla PKK'ya dolaylı destek sağlamıştır.
Uzun yıllardır örgüte gizlice silah tedarik edenler, bugün siyasi yoldan da omuz verme yolundalar. Adını koymak lazım:
"Stratejik ortaklık" bir göz boyamadan başka bir şey değil.
Bu mes'eleler iktidar mes'elesi değil, devlet mes'elesidir. Dört koldan ve her yolla saldırı altındayız. Bu nâmert saldırılar bir iktidarla onun seçmenlerine değil, Türk milletine ve Türkiye'yedir. Bugünümüze ve yarınlarımızadır.
Gün birlik olma günüdür.
Her partili..
Her konuşan.
Her yazan.
Ne dediğinin, ne yazdığının farkında olmalıdır!
Böylece saflar belli olacaktır!...
.PASAPORT
2016-06-07 02:00:00
Sevgili Peygamberimizin -aleyhissalatü vesselam- "komşusu aç iken tok yatan bizden değildir" mübarek sözlerinin her zaman hatırlanması gerekir. Ramazan aylarında ise daha çok hatırlamakla mükellefiz. Buyurulan Hadisteki "komşu" kelimesine dikkat edilmesi gerekir. "Müslüman komşu" denmiyor; dara düşmüş, aç kalmış "komşu"ya işaret edilmekte. Müslüman zaten "mü'min mü'minin kardeşidir" bir başka Hadisi şerifi gereği kardeştir. Bu anlamda burada komşuluk kavramı daha geniş bir sahayı içine almaktadır. Komşu yalnızca bina yakınlığı değildir.
On bir ayın yüzük taşı ramazanın mü'minlere kazandırması gereken en kıymetli değerlerden biri diğerkâmlıktır; bir başkasının şartlarını düşünüp onun yerine kendini koyma, onun dertleriyle dertlenme.
Komşu, kardeş, hısım akraba, mazlum, mağdur... düşünülmeden bir ramazan ayı geçirmek eksikliktir. Aç kal-tıka basa ye mekânikliğine dönüşmedir. Bu, Sevgili Peygamberimizin ümmetine yakışmayan acınası bir hâldir.
Hısım-akraba, mahalle komşuluklarını terk edip iftarı pahalı otellerin şaşaalı salonlarında israf seline dönüştürmek ise haramla burun buruna gelmedir. Böylesi geçen ramazanın devamında da ziyaret edilmesi, eli öpülmesi gerekenleri bir tarafa bırakıp bayramı sahil otelleri veya yurt dışı turlarla geçirmek var.
Şehirleşmenin, siteleşmenin, plazalaşmanın getirdiği yalnızlık ve yabancılaşma, beklenmedik bir zamanda beklenmedik çapta zenginleşme, daha dün mütevazı sofralarda samimiyetin ıtır kokulu ikliminde yapılan ve samimiyetle paylaşılan sohbet dolu iftarların yerini şimdilerde masalardan dolup-taşan, bize mahsus olmayan, bizden olmayan yiyip içmeler aldı. Bazılarında ibadetler, iftarlar şekle dönüştü, gösteriş oldu, pazarlama sebebi, iş kapma vasıtası yapıldı.
Ramazan ayındayız. Elbette imkânı olan Umreye gidecektir. Ama hangisi daha faziletlidir? Dokuz kere umreye gitmiş birinin veya bir ailenin onuncu kere gitmesi mi, yoksa kendileri gitmeyip gidemeyen birini veya bir aileyi göndermeleri yahut borçlu birinin borcunu ödemeleri o da olmazsa evlenemeyen bir genci evlendirmeleri, ev alamayan bir aileye destek olmaları mı?
İbadetlerin huşu, şuur ve samimiyeti kaybolup şekle, alışkanlığa hele hele desinlere dönüşmesi hiç makbul değildir. Haclar, Umreler turistik gezi mahiyeti alınca orada mâneviyat adına, sevap nâmına ne kalır?
Kürsülerde, mikrofonlarda, ekranlarda, sütunlarda ramazan, oruç ve İslamiyeti anlatan Hocalarımızın sırt sıvazlayan, hoşa giden kelamlardan ziyade tabiri caizse biraz can acıtmaları, kalb titretmeleri devrindeyiz. İbadetle bencillik, laubalilik ve israf yan yana olamaz.
İnsan, kelimelerle düşünür, konuşur ve anlaşır. Şuurunda olmak, künhüne vâkıf olmak, idrakinde...olmak gibi derin mânâlı kelimeler lügatlerden ihraç edilince geriye vergi memuruna vergi ödercesine ibadet yapma davranışı kalmakta.
Oysaki şuur işte şudur:
Diyanet İşleri Başkanımız sn Mehmet Görmez'in Diyanet'in Sapanca'da yaptığı toplantıda aynı masayı paylaşırken anlattığı çarpıcı bir hatırayı aynen naklediyorum:
-Geçen sene Sezai Karakoç'a giderek "üstadım, sizi Hacca götürelim" dedim. Hiç beklemeden şu cevabı verdi: "Hac bana farz değil". "Nafile olsun" dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: "Ben, kendi topraklarımıza pasaportla gitmem!!!"
Yani; "Suriyeli mülteci" değil kardeş.
Zaten Görmez Hoca, sohbet esnasında "1920'ye kadar Şam, Halep, Bağdat bizimdi, onların da dedeleri Kût'ül Amare'de, Çanakkale'de. Onlar, anavatanlarına geldiler" demem üzerine hatıra dağarcığını açmıştı.
Kalbi sızılı Müslümanın gönül toprakları öylesine geniş ki. Onun için Şarki Türkistanlı, Arakanlı, Açeli, Kırımlı, Suriyeli, Filistinli, Somalili...mesafelere aldırmadan komşudur.
Vahiy medeniyetinde komşu sanki kardeştir.
İsrafsa suçtur.
.TAKSİM CAMİİ, AYASOFYA CAMİİ, KANAL İSTANBUL
2016-06-06 02:00:00
1293/1876 Türk-Rus Harbi nihayetlenirken Rusların sulh şartlarından biri de Taksim'e bir kilise yapılmasıdır. İdare, bir de cami yapılmasına karar verir. Kilise inşa olur fakat cami kalır. Topçu Kışlasında cami vardır. Ancak Osmanlı iradesinin maksadı, İslâm’ın milletimize yüklediği büyük izzet ve şeref icabı meydan yerinde bir de muhteşem bir cami yükselmesidir.
Süleyman Demirel'in Başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe Hükümeti Kültür Bakanlığı, 13 Mayıs 1977'de Maksemin arkasında Taksim Camiîni yapmak için Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan muvafakat ister. İstek incelemedeyken Hükümet değişir, CHP iktidar, Bülent Ecevit, Başbakan olur. Anıtlar Yüksek Kurulu, 09.07.1977'de Kültür Bakanlığı'nın talebini tasdîk eder. Ardından yine Hükümet değişir. Süleyman Demirel tekrar Başbakan olur. 5 Mayıs 1980'de ruhsat hazırlıkları yapılır. Taksim Camiî Şerifi Külliyesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği idarecileri, 11 Eylül günü Başbakan Demirel'le temel atma vs işlerini görüşürler. Ancak bir gün sonra 12 Eylül darbesi olur. Her tasarruf geriye doğru sarılarak hiç yapılmamışa döndürülür.
Buna rağmen Taksim sevdalıları boş durmazlar. 16.7.1992'de Taksim Camiî Kültür ve Sanat vakfı kurulur. Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun makseme zarar vermemek şartıyla zikredilen sahaya cami inşa edilmesinde mahzur olmadığı kararının verilmesinde SHP'li Belediye Başkanı Nurettin Sözen'in de desteği olmuştur.
Aradan zamanlar geçer ve 1994'te Refah Partisi iktidara gelir. Necmettin Erbakan Başbakan, İsmail Kahraman Kültür Bakanı, Recep Tayyip Erdoğan da İBB Başkanıdır. Öndeki engeller yeniden aşılır. 29.7.1996 tarihli basında Beyoğlu Belediye Başkanı Nusret Bayraktar'ın Taksim Camii Yaptırma Vakfı'nın projelendirmeyi hazırlattığını, bu yıl içinde bittiği takdirde temeli Başbakan Erbakan'ın atacağını haber verir. Düşünülen yer, aynı yerdir. Fikir de aşağı yukarı aynıdır. Altta otopark, kültür alanı ve üstte cami. Bir kısım gazeteler, bunu haber yaparken sırada Ayasofya’nın ibadete açılması olduğunu da dil altından ihbar ederler.
Diğer yandan Ziraat Bankası, 1980 yılında 406 parsel sayılı arsayı Vakıflar İdaresine satarken tapuya 10 yıl içinde inşaat yapılması aksi halde satanın geri alma hakkı doğacağı şartını yazdırmıştır. Dolambaçlı engeller yüzünden bu şart, geçen senelere rağmen yerine gelmemiştir. Şimdi dönem de 28 Şubat dönemidir. Ziraat Bankası dâvâ açar, Yargıtay emlâkı iade eder.
Beri tarafta Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıdır. Taksim'e cami yapılmasını istemekte fakat düşünülen yeri küçük görmektedir. Belki saha genişletilebilir. Halbuki Topçu Kışlasının olduğu saha, bugünün Taksim Gezi Parkı, ihtişamla yükselecek dört minareli bir cami için en münasip yerdir. Reis, hazırlattığı "Taksim Kentsel Tasarım Projesi"ni Alman Infra Gesellchaft Für Umveltplanung MBP şirketiyle Türk Yapı Sağlığı Merkezi şirketine ihale eder. Buna göre trafik yer altına alınacak, meydan yayalaştırılacak, yer altına büyük bir otopark yapılacaktır. Söz konusu proje Taksim Camiî için 3 şık sunmaktadır. Cumhuriyet Caddesi çıkışı, Gezi Parkı arkası ve parkın içi. Başkan Erdoğan'ın tercihi sonuncusudur. Ancak o dönemde Topçu Kışlasının yeniden doğuşu gündemde yoktur. Başbakan olunca bu defa cami ihtiyacı Topçu Kışlasıyla birleştirilir ve teşebbüse geçilir. Yoldaki hukuki maniler kalkar. 28 Mayıs 2013'te dozerler çalışmaya başlayınca bugün meclislerinde aleyhimize Ermeni soykırım kararı alan devletlerin STK manzaralı vakıfları, ajanları ve medya unsurları Paralel Yapı ile iş birliği yaparak devreye girerler. 31 Mart 1909'da Sultan Abdülhamid'e karşı isyan tertiplenen yerde bir isyan daha yaşanır. Gençler kullanılır. Buradan alınan hızla 17-25 Aralık’ta Hükümet yıkılarak Başbakan Erdoğan devrilmek istenir. Bundan dolayı Demirel ve Erbakan'dan sonra Erdoğan'da çok yaklaştığı halde Taksim Camiî’nin temelini atamaz..
Ne var ki Recep Tayyip Erdoğan, tam bir tevekkülle yoluna devam etti. Dış düşmana ve onların içerdeki iş birlikçilerine taviz vermedi ve Cumhurbaşkanlığı için halka gitti. Halk yüzde 52 oyla O'nu Cumhurbaşkanı yaptı.
Şimdi Erdoğan'a düşen İstanbul'un bahtını 3 altın anahtarla açmaktır.
Başkanlıktan önce veya Başkanlıktan sonra.
Bu, zamana karşı mükellefiyetidir.
Ancak Taksim'e bir değil iki cami şarttır. Hem Maksem'in arkasındaki yere ve hem de Gezi Parkı'na cami inşası halkın ihtiyacının gereğidir. Taksim'de camilere şiddetle ihtiyaç vardır. "Bölgede 14 Kilise ve 9 Havra var, cami niye yok?" diye sormak mümkündür. Ancak bu şekilde bakmamak gerekir. O kilise ve havralar da bu ülkenin vatandaşlarının ihtiyaçlarına cevap vermektedir. O halde Müslim vatandaşlar da haklarından mahrum edilmemelidir.
Günlerdir kaleme aldığımız şu makalelerimiz incelendiğinde görülecektir ki Ayasofya’yı kiliseye çeviremeyince müze olmaya mahkûm eden zihniyet, Taksim'e cami yapılmasını da engellemektedir.
Taksim Camiî'nin yapılması, Ayasofya Camiî'nin açılması ve Kanal İstanbul'un hizmete girmesi, 2023 Büyük Türkiye'sinin kutlu şafağı ve şanlı istiklâlimizin ilânı olacaktır.
.TAKSİM HÜZNÜ
2016-06-03 02:00:00
Taksim Camiî'nin 1940'a kadarki dönem, 1965'te başlayan Adalet Partisi dönemi, 12 Eylül dönemi, REFAHYOL dönemi, 28 Şubat dönemi ve AK Parti dönemi şeklinde günümüze kadar 6 dönemlik bir hikâyesi vardır.
Bugün "Taksim Gezi Parkı" denen 28 Mayıs 2013 kalkışmasının yaşandığı yerde 1780'de inşa edilen Halil Paşa Topçu Kışlasıyla Cami de vardı. Buraya "Taksim Kışlası" da deniyordu. 1940'da Tek Parti zihniyeti, çevre düzenlemesi bahanesiyle bu dünya kültür mirası eserleri yer ile yeksân etti. Aslında şunu da bilhassa hatırlamak lâzım. Kışlada câmi olması sivil alanda cami ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Her tarihî kışlada câmi vardır.
1976 başında "Taksim Câmiî Şerîfi ve Külliyesini Yaptırma ve Yaşatma Derneği" kurulmuştur. Ne var ki Hükûmetin 10 yıl içinde yapılması kaydıyla 1965'te cami yeri olarak tahsis ettiği arsaya dair karar, süre aşımına uğramıştır. Buna rağmen dernek, uzun mücadelelerden sonra Su Makseminin arkasında bulunan ve farklı kamu yerlerine ait olan toplam 1.624 m2lik arsanın Vakıflar tarafından 4.228.389.33 liraya alınarak cami inşası için hizmete tahsisini yaptırabilmiştir. Bunun ne demek olduğunu izah edebilmek adına şu kaydı vermeliyiz. Camilerimizin mülkiyeti Vakıflar İdaresine, ibâdet icrası ise Diyanet İşleri Başkanlığına aittir.
Demirel Hükûmeti, vaki müracaat üzerine 1979 yılında 1965 kararını aynı mahiyette yenilemiştir. Artık son safhaya gelinmiştir. 11 Eylül 1979 günü Dernek idare hey'eti, Başbakan Süleyman Demirel'i ziyaret ederek derneğin Vakfa dönüşme süreci ve temel atma hazırlıkları için kendisine malûmat arz edilir. Külliye, en sonunda şu şekli alacaktır: Cami+gasilhane+kütüphane+sergi salonu+hat kursu+otopark.
Ne var ki bu ziyaretten bir gün sonra 12 Eylül darbesi yapılır...
"Taksim Câmiî Şerîfi Yaptırma ve Yaşatma Derneği"nin başkanı İshakoğlu Boyaları'nın sahibi Süleyman Sabit İshakoğlu, yardımcıları ÇBS boyalarının sahibi Abdülkadir Çavuşoğlu ile avukat Mehmet Yağcı’dır. Derneğin birçok meşhur iş adamıyla birlikte toplamda 56 âzâsı vardır. Bunlardan bir kısmı, ilk teşebbüse geçtikleri 1976'larda devrin İstanbul belediye başkanı Ahmet İsvan'a gittiklerinde Taksim'e cami yapma isteğine şiddetle karşı çıkar. CHP'li İsvan'ın öfke dolu sözleri şöyledir: "Hayret! İçinizde Halk Partililer de var!".
Halbuki bu bir parti ve politik teşebbüs değil, insan hakkıdır. Nitekim aynı partiden belediye başkanı Aytekin Kotil zamanındaysa mevzubahis arsa, imâr plânında cami yeri olarak gösterilir.
Dernek yönetimi, 12 Eylülden sonra ne darbe lideri Ahmet Kenan Evren ve ne de Belediye Başkanı tümgeneral İsmail Hakkı Akansel ile görüşebilirler. Bir Ahmet İsvan gitmiş, aynı düşüncede daha çoğu gelmiştir. Kenan Evren, 1991'de Milliyet'te çıkan hatıratında dolaylı yoldan kendisine getirilen talebi "İstanbul'da cami sıkıntısı yok!" diyerek reddettiğini iftiharla açıklamaktadır. Beyinler nasıl yıkanmıştır ki bebekliğinde sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunmuş Ahmet'ler, Kenan'lar, Hakkı'lar, İsmail'ler...vatandaşların câmi, namaz ve ezân hakkına engel olmaktaydılar!!! Çağdaşlık, uygarlık, ilericilik, çevrecilik.... nâmına hâlâ engel olmaya devam etmekteler.
"Taksim Câmiî Şerîf Külliyesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği", 12 Eylül karabasanıyla gayrı faal duruma düşer ve nihaâyetinde mecburen fesholur.
1980'lerin ortalarında Taksim'de câmi olmadığını bizim bir gün bizzat yaşayarak öğrenmemiz üzerine Türkiye gazetesinin bunu senelerce haber yapması, bir arzuya bayrak, bir dâvâya ses olması dernek feshinden sonra tabiî olarak gelişen bir hâdisedir. Böylece halk daha bir şuurlanmış. O apartman mescidin sokağı cuma günleri dolup taşmıştır.
Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm- "hayrlı işlerin mânisi çok olur" buyurmaktalar. Taksim'e cami yapmış olan Sultanlarla Halil Paşalar ve daha sonra bu yolda ter dökmüş, nefes tüketmiş olanlar muhakkak ki sevap kazandılar. Fakat bu yürüyüş bitmedi. Sevaplarsa hiç bitmez.
Halil Paşa Topçu Kışlasıyla Camiî, er veya geç Hind, Rus, Osmanlı mimari tarzıyla kendi külleri içinden kendi yerinde yeniden yükselecektir...
.TAKSİM'İ GÜZELLEŞTİRMEK
2016-06-02 02:00:00
Tepebaşı-Mecidiyeköy güzergâhında sadece iki cami vardır. Bu sayı, İstiklâl Caddesi'ndeki Hüseyin Ağa Camî ile 3 yapar. Tepebaşı Camiî ve Ağa Camiî esasında birer mescittir. Şişli Camiî de orta büyüklükte bir mâbeddir. Taksim çevresinde olanların bu camilere gitmeleri hayli zaman alıcıdır.
İhtiyacı gözönüne alan İstanbul İl Genel Meclisi, 1976 başında, Taksim'de bir cami yapılması için Valiliğe müracaat eder. Valilik, talebin zaruri oluğuna işaretle yazıyı İstanbul Müftülüğü'ne havale der. Müftülük, yer temini hususunda yardımcı olunması için İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü'ne yazar.
1976 sonuna gelindiğinde 70 kişilik bir kurucular hey'etiyle "Taksim Câmiî Şerîfi ve Küllîyesini Yaptırma ve Yaşatma Derneği" ismiyle bir de dernek kurulur. Dernek nizâmnâmesinde bu derneğin varlık gâyesi şöylece ifade edilmektedir:
-Taksim'de bir câmi ve külliyesiyle müştemilatı, kütübhanesi, konferans salonu, dispanseri ve geliri Câmiî şerîfin inşâ, bakım ve yaşamasına sarf olunmak üzere çarşı ve dükkânları bulunan Camiî şerîfi yaptırmak, bakımını temin ettirmek ve yaşatmak.
Teşekkül eden geçici yönetim kurulu, ilk toplantısını 15.12.1976 tarihinde gerçekleştirir. Câmi için yer araştırması yapılır. Neticede 406 sayılı ada uygun bulunur. Burası, Taksim sular idaresinin arkası, Fransız Konsolosluğu'nun karşısıdır. Mülkiyetin, Sular İdaresi, Vakıflar, Ziraat Bankası, Maliye ve İstanbul Belediyesi'ne ait olduğu anlaşılır.
Ayrıca bu yerin belediyece kat oto parkı yapılması için projelendirilip İmar Bakanlığına sunulduğu, fakat Bakanlığın henüz bir karar vermediği tesbit edilir. Bu arada İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü mimarları, şematik kütleli bir avan proje hazırlarlar. Proje, Kültür Bakanlığı'na gönderilir. Bakanlık, avan projeyi Anıtlar Yüksek Kurulu'na sevk eder. Kurul'dan 9.7.1977 tarih ve 9924 sayı ile tasdik kararı çıkar. Kararda şöyle demektedir:
-Beyoğlu 11 Pafta, 406 Ada, 1 parselde bulunan korunması gerekli eski eser Su Maksemi'ne zarar vermemek, eski eserin görünümüne olumsuz yönde etki eden civardaki mezbeleliği kaldırmak şartı ile Makseme mesafe şartı aranmaksızın yeni bir cami yapılmasında eski eser açısından sakınca bulunmadığına karar verildi.
Kararı alan Kültür Bakanlığı, onu İmâr ve İskân Bakanlığı'na intikal ettirir. Bu Bakanlık Cami+Çarşı+Otopark alanı şeklinde bir değişiklik yaparak 28.12.1977 tarihinde tasdik eder. Karar, İstanbul Belediyesi tarafından askıya çıkartılıp ilân edilir. Bir itiraz çıkmaz. Belli sürenin geçmesiyle de yürürlüğe girer.
Bütün bu muamelelerin ikmâl edilmesiyle Sular idaresinin arkasında bir cami yapılması önünde mâni kalmadığından bu yerlerin ilgili maliklerden idare kararıyla derneğe devri veya satın alınmasına kadar ibadet ihtiyacını karşılamak için 406 sayılı parselde bulunan bir binanın dernek yönetimi tarafından vakıflardan kiraya tutulmasına karar verilerek 1978 başında kiralanır. Küçük bir binadır. Orta kat mescid, son kat idare ve imam odası yapılır. Topçu Kışlası ve Topçu Kışlası Camîinin 1940'ta yıkılmasından bu yana Taksim’de mütevazı bir minareden de olsa yeniden Ezan sesi yükselmeye başlamıştır.
Bu işler olup-biterken mes'ele, politikadan uzaktır. Rahmi Koç, Sakıp Sabancı, Aydın Bolak, İbrahim Bodur, Turgut Özal, İslam Enstitüsü, Valilik ve Belediye ile birlikte İstanbulun çok önemli simaları bu teşebbüsün içindedir.
Buna rağmen yapılamaz çünkü bürokrasi kaplumbağa hızıyla ilerlerken 12 Eylül darbesi bir gece yarısı çıka gelir.
Fakat bu aşk ve bu gönül sızısı bitmez.
Şüphesiz ki camisiz bir Taksim'in güzelliği de bir yanı da eksiktir. Bugün hâlâ o eski ve küçük binanın bir katında ibadet yapılmaktadır. Taksim Topçu Kışlası Camiî, ideolojik bir kasıtla yıkılmış, fakat söz konusu bu teşebbüs, gâyet hâlis niyetlerle başlatılmıştır. O derneğin faaliyete geçtiği yılda İstanbul, iki milyondu. Bu sebeple Sular idaresi yanı münasip görülmüştü. Bugünse 20 milyonluk bir İstanbul var. Taksim ve çevresinin insan yoğunluğu da buna göre.
Hiçbir ideolojik tavra kapılmadan bir sevgi kucaklamasıyla Taksim Topçu Kışlası ve Camiînin yeniden tarih sahnesine çıkması, hepimizin samimî arzusu olmalıdır.
İstanbul'a kayıplarını ve noksanlarını kazandırmak hepimizin işi.
.TAKSİM'İN FETHİ
2016-06-01 02:00:00
29 Mayıs günü "Feth'in 563. Yılı Kutlama Şöleni"nde bir taraftan da 25-30 yıl öncesini düşünüyordum. O zamanlarda "Fetih merasimi" Silivrikapı'da yapılırdı. Fetih ikliminden haberdar olsun diye çocuklarımızı alır, oraya giderdik. Yüz kişi kadar vatandaşla küçük bir mehter takımı, bir vefa borcunu ödemeye çalışırdı. Mehter birkaç marş çalar, yeniçeriler surlara tırmanır, tören böylece biterdi. 29 Mayıs 2016'da ise Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar ve bir milyon vatandaş Yenikapı miting alanındaydı. Tv'ler naklen yayın yapıyor, birkaç taburluk mehter birlikleri yeri-göğü inletiyor, jetlerimiz inanılmaz gösterilerle yürekleri ağza getiriyordu.
Her şey harika ve her şey göğüs kabartıcıydı. İstanbul'un güzel bir emirle O'nun güzel askerleri tarafından ebedî vatan kılınmasına şükrediyor, hamdediyor ve seviniyorduk.
Ama...
Törenden sonra içimizi bir burukluk kapladı:
İstanbul 1453'te fethedilmişti. Bu belde fethedilirken şehrin her semti, her bölgesi, her taşı ve her karış toprağı birden fethedilmişti. Ne var ki ve ne hazin ki Fetihten uzun asırlar sonrasında bazı varlıklar, elden çıkmıştı. Hayır sadece Ayasofyayı kastetmiyoruz. "Zulüm 1453'te başladı!" diyen, "1071 İşgaldir!" diyen zihniyet, Taksim'i bir hançer darbesiyle Müslüman Türk'ten koparmış, burayı ezansız ve hüviyetsiz bırakmıştı...
1985-86'lardı. Cumhurbaşkanı Evren, AKM'de bir konuşma yapacaktı. Mevsim kış, vakitler dardı. Önce ikindi eda edilmezse namaz kazaya kalabilirdi. Bu sebeple Taksim'de cami aradım. Etrafta birçok kilise kubbesi, çan kulesi görüldüğü halde hiçbir minare yoktu Bir-iki kişi, Fransız Konsolosluğu arkasındaki bir apartmanı tarif ettiler. Denilen yere geldim. Evet bir apartman. İçi birazcık düzenlenmiş, üstüne de iki metre kadar tenekeden bir minare konmuştu. Hepsi buydu. Hâlen de böyledir.
Ertesi günü Enver Ören Bey’e, Kenan Evren'in konuşmasından daha önemli haberin Taksim'de cami yokluğu olduğunu bahsederek bunu haber yapmak gerektiğini arz ettim. Enver Bey, yazı işlerine talimat verdi. Türkiye gazetesi, bu işi sıkı şekilde takip ederek peşini birkaç sene boyunca bırakmadı. Vatandaşlar da çok güçlü şekilde destek oldular. O çevrede 10 kadar kilise birkaç havra olduğu halde yalnızca İstiklal Caddesinde Hüseyin Ağa Camiî vardı.
Biz bu mes'eleyi gündeme getirirken hâdisenin mâzisinden haberdâr değildik:
1925'te İstanbul meb'usu Hakkı Şinasi Paşa, riyasetinde bir encümen kurulur. Taksime bir âbide dikilecektir. İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica ile anlaşılarak bugünkü Taksim anıtı inşa edilir. Çalışma, 1928'te bitirilir. Geçen zaman içinde anıt için bir çevre düzenlemesi de arzulanır. 1940'ta "Millî Şef" İnönü'nün talimatı ve İstanbul vali ve belediye reisi Lütfi Kırdar'ın takibiyle Fransız şehircilik mimarı Henri Prost'un rehberliğinde Taksim, Müslüman Türk hüviyetinden çıkartılmak için harekete geçilir. Osmanlı eseri kalmaması için kazma kürekler inmeye başlar. Birçok eser ve bina gibi Topçu Kışlasıyla Topçu Camiî de yerle bir edilir. Bu seçkin yapılar, III. Selim ve Abdülmecid eserleridir. Su maksemiyle köşesindeki kümbet ise II. Mahmud eseridir. Topçu Kışlasına o tarihlerde "Taksim Kışlası" da denmektedir. İçi futbol sahası haline gelmiştir. "Taksim Stadyumu" denmektedir. Kışla ve Cami yıkılıp yerlerine "Millet Bahçesi" yapılır. Ona daha sonra "Gezi Parkı" denecektir. Taksim böylece camiden öksüz kalır.
Halbuki yüz binlerin yaşadığı ve milyonların uğradığı bu yere cami yapılması bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçtan dolayı "Taksim Camiî Şerifi Külliyesini Yaşatma Deneği" kurulur. Hatta elimizde "Taksim Camî Şerifi Kültür Vakfı Senedi" diye 5 sayfalık bir zabıt da olduğuna göre bu maksatla vakıf da hayata geçmiş olmalı. Öyle ki bu dernekte kurucu olarak sadece Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Valiliği, Belediye Başkanlığı değil, Sabri Ülker, Abdülkadir Çavuşoğlu, Rahmi Koç, Sakıp Sabancı ve bir çok şahıs ve kamu kuruluşu vardır.
Biz, '80'lerin ortasında bilmeden küllenmiş bir ateşi alevlendirmişiz. Bu alev, uzun seneler devam etti.1994'te İBB Başkanı R.T. Erdoğan, basına "bu bir siyâsî teşebbüs değildir. Taksim Camiî projesi, 47 yıl öncesine kadar gider" dediğine göre fikrin başlangıcı 1947 senesidir.
Evet, Feth-i Mübîni muhteşem bir şölenle kutladık. Ancak; taksim hâlâ öksüz, merhum Osman Yüksel Serdengeçti'nin devrin Ankara’sı için yaptığı tarifle hâlâ "Mâbedsiz şehir".
Boğazkesen/Rumeli Hisarı içindeki yok olmuş ve sadece yıkık minaresi ayakta kalmış ve fetih askerlerinin hatta belki Fatih'in pak alnının secdeye kapandığı cemaat mahalli, dans ve müzik pistine çevrilmiş Cuma Mescidi'ni yaza yaza buranın yeniden camie tebdil edilmesine vesile olduk.
Ecdat ağzıyla söyleyelim:
"Gayret bizden tevfik Allah'tan."
.BATI'YA DAİR
2016-05-31 02:00:00
Batı, öylesine bir ne yaptığını bilmezlik içinde ki; her hareketi sürpriz sayılabilir. Bunda şüphesiz en büyük pay, zirveye ulaşmış olmanın, rahat ve sıkıntısız bir hayat sürmenin.. Derdsiz, çok problemini yenmiş bir topluma birçok hakikatı anlatamazsınız... Geçen gün makbul bir eserde okumuştum. Orada diyor ki fazla yemek kalbi körleştirir.. Bunun gibi Amerika ve Avrupası ile topyekûn Batı'da maddi refahla mide fesadına uğramış ve son haliyle kör bir insana dönmüştür. Dikkat edersek Batı, 2. Cihan Harbinden sonra sürekli olarak pasifleşmektedir. Hatta pasifleşmek ne kelime gerçeğin münkiridir, çok yerde.
Batı, 1956 Macar, 1968 Çekoslovak ayaklanışında ne yapmış; Vietnam'ı kime bırakmıştır. İşte Afrika.. Bütün âlemin gözü önünde komünistleştiriliyor. Nerede anti-komünist Batı? Türkiye'deki oyunun gayesi neydi? Ne yazık ki komünist dünyadaki canlılık ve davasına sahiplilik Batı'da tükeniyor...
Soljenitsyine de bunu söylüyor... "Gulag Takımadaları'' ile uyuyan Batı'nın göz kapaklarını birazcık aralayan şöhretli edip, bu çalışması ile desbot Rus zulmünü sarsmış ve Rusya başını yiyemeyince Soljenitsyine'i Batı'ya kovmuştur. Rus topraklarının yetiştirdiği son büyük romancı olan muharririn Batı'da gördükleri onu hayal kırıklığına uğratmıştır... Batı, komünizm tehlikesini anlıyamamaktadır.
Bu, muhacir yazarı endişelendirmektedir. Bunun için vatanından uzakta da olsa insanlığa hizmet gayesiyle elinden gelen çalışmayı yapmaktadır. Daha evvel BBC'de yaptığı konuşma ile Batı'yı ikâza çalışmıştı. Son konuşması ise daha geniş çerçevelidir. Nihayet kendisi de Batılı olan muharrir Batılı insanın birçok hastalığına parmak basıyor.
Soljenitsyine mühim konuşmasını Harvard Üniversitesinde yaptı. Yağmur altında da olsa 18 bin genç hatibi dinlediler.
"Batı'nın çöküşü, cesaretin çöküşüyle atbaşı gitmektedir. Maddeye ve konfora tapınma, Batı’yı ruh açısından çöle çevirmiştir. Ahlâk ve maneviyat çökmüş, bunun yerini basın ve neşriyat organlarının uyutucu baskısı almıştır."
Ve soruyor, Soljenitsyine: "Gazetelerde ve televizyonda kadehler kaldırıyorlar, niçin? Batı'nın sefaleti için mi?"
Bu bir şiddetli tokattır. Baskının en görülmemişinden gelen bir insan Batı'yı acıyla tokatlıyor...
Ve Batı’lının yüzüne haykırıyor "Sovyetler Birliği'ndeki katı din düşmanlığına rağmen, Rusya’daki iman ve inanç alevleri sizinkinden daha hızla yükselmektedir. Ezilen Rus halkı ruhunu çelikleştirmekte, manen yükselmekte Allah’a inancını artık haykırmaya başlamaktadır. Fakat siz tam bir manevi boşluk ve ruhi kıtlık içindesiniz."
Meselenin en hayati noktasını da şöyle haykırıyor: “Batı, artık dünya insanlığının kurtuluşu için hiçbir model sunamaz. Batı’ya geldiğimde ümitvar idim; şimdi hiçbir ümidim kalmadı.”
***
“16 Aralık 1981 tarihli Türkiye gazetesi “TAHLİL” başlıklı sütunumuzda Batı’ya dair kaleme aldığımız yazı…”
.MEHMED BİN MURAD'I "FATİH" YAPAN SEBEP!
2016-05-30 02:00:00
İstanbul, oldum olası dünyanın yüzük taşıdır. Bu yüzden değişik milletler, O'na sahip olmak istemişlerdir. İlk kuşatma MÖ 340'da Makedonya Kralı Philippe tarafından olmuşsa da MÖ 194'te imparator Septim Severus eliyle Roma imparatorluğuna dahil edildi. Buna rağmen Konstantiniyye üzerine seferler durmamıştır. İranlılar, İran-Avar Türkleri ortak seferi, Emeviler, Abbasiler, Ruslar, Macarlar, Venedikliler, Cenovalılar, Latinler ve Türkler tarafından alınmak istenmiştir. Emeviler 5 kuşatma yapmıştır. 5'in üçü Halife Muaviye zamanındadır. İlk fetih seferi, 665'te olmuştur. Son Emevi kuşatması miladi 722'dedir. Bu seferde Galata alınmış ve Arap Camiî inşa edilmiştir. Abbasiler 3 kuşatma yapmışlardır.
Şarkî Roma/Bizans-Konstantiniyye, 1391'den itibaren Türk Devletinin mücavir sahasındadır. 1071'den beri görülen rüya, 1391'de Yıldırım Bâyezıd Hân'la muhasaraya dönüşmüş, Boğazın Anadolu yakasında Güzelce Hisar yapılmıştır. Muhasara 1396'ya kadar sürmüş 4 defa hamle edilmişse de Bizans düşmemiş fakat şehirde bir Türk mahallesi kurulmasında mutabık kalınmıştır. Sonrasında Osmanlının fethedip Konstantiniyye'den "İstanbul rütbesi"ne yükselteceği belde, "Kızılelma" olmaya devam eder. 1412'de Şehzâde Musa Çelebi, 1422'de II. Murad Hân, şartları zorlamışlarsa da Şarkî Roma İmparatorluğunu fethedip ebediyyen İslâm mülkü kılarak Şanlı Peygamberin büyük muştusuna nail olma şerefi, Murad bin Muhammed'e nasip olacaktır.
Bizans 29 kere kuşatılmış, 29. kuşatma, 6 Nisan 1453'ten 29 Mayıs 1453'e dek 53 gün sürmüş, 29 Mayıs 1453 Salı sabahında fetih müyesser olmuş, 1 Haziran Cuma günü Ayasofya, camie tebdil edilerek şehirdeki ilk cuma namazı eda edilmiş, bilâhare Fatih bu Camiî şerifi vakıf hâline getirmiştir. Bugün de camiin ibadete açık kısmının bir duvarındaki tapuda "Ayasofya Camiî Kebiri. Sahibi: Fatih Sultan Mehmed Han Vakfı" yazar.
Diğer milletler için İstanbul'u alma niyetinin sebebi, büyük bir şehre sahip olmaktır. Müslümanlar içinse Peygamberler Peygamberinin -aleyhisselam- kutlu müjdesine kavuşmak ve O'nu memnun etmektir. Kahraman Peygamber, Hicret vaki olduktan hemen sonra devrin büyük devletleriyle stratejik konumdaki devletlerin başındaki liderlere gönderdiği mektuplarda onları İslâma davet etmiştir. İki süper güçten biri İran, diğeri Bizans’tır. Bizans imparatoru Heraklius, Dıhyet'ül Kelbi'nin getirdiği mektubu almış, imân etmiş, fakat halktan çekindiği için daha sonra dönmüştür. İslâmiyetin inkişaf etme sür'atine bakmalı ki Peygamberimiz'den 33 sene sonra 665'de Müslüman orduları Konstantiniyye önlerinde zuhur etmiştir. Bunun sebebi Peygamber aşkıdır. Sevgili Peygamberimiz, Hendek Harbi'nde Kızılelmayı işaret buyurdukları ândan itibaren her İslam Hükümdarının kara sevdası bu fetih olmuş ve fakat o güzel şeref, Murad oğlu Muhammed ve O'nun ordusuna nail olmuştur.
İmâm Ahmed bin Hanbel, altı Hadis külliyatına kaynaklık yapan "El Müsned" adlı eserinde o meşhur Hadisi şerifi nakleder:
-Le tuftehanne'l-kustantîniyyetu.!...Fe le niğme'l-emîru emîruhâ, vele niğme'l-ceyşu zalike'l-ceyş! "Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir!... O'nu fetheden emir, ne güzel emirdir, onu fetheden asker ne güzel askerdir!"
Şarkî Roma’yı İslâm mülkü yapma şerefi acaba neden Murad bin Muhammed'e müyesser olmuştur. Bir çok sebebi olabilir. Bize göre temel sebep şudur: Sultan kuşatmanın 52. gününde paşalarını toplayarak her yolu denedikleri hâlde şehrin düşmediğini söyleyerek "toplanın gidiyoruz!" deseydi bir şey lâzım gelmezdi. Fakat o zaman "II. Mehmed" diye bir Padişah Osmanlı tarihinde gelmiş geçmiş olurdu. Muhtemelen Konstantiniyye de bir daha alınamaz, Osmanlı devleti, Cihan Devleti olamaz ve belki bir zaman sonra tarih sahnesinden çekilirdi. Halbuki 21 yaşındaki Emir, öyle yapmamıştır. Farklı görüşlere rağmen kararlıdır. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, muhasara uzadığı için geri dönülmesi taraftarıdır, kuşatmanın devamına muhaliftir. Akşemseddin ise mânevi destektir. Mehmed bin Murad'ı, "Fatih" yapan sır, bu noktada başlar. Kuşatmayı kaldırma teklifini reddederek der ki: "Ya Konstantiniyye beni alacak veya ben Konstantiniyyeyi alacağım!!!" Değil mi ki O, o müjdeyi vermiştir! İşte bu azimle peşinde olunan şeref gelir. Böyle bir azmi, iradeyi besleyen kahramanlık iklimi neredendir?
Müşrikler, Peygamberimizle bir avuç arkadaşını yok etmeye muktedir olamayınca bu defa türlü dünyalıklar vaad ederler. Kahraman Peygamber der ki: "Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, yolumdan ve dâvâmdan vaz geçmem!!!" Mehmed'i, Fatih, Osmanlıyı Cihan Devleti, bu kavmi, aziz millet yapan bu azim ve iradedir. Yoluna baş konulmayan fikir, dâvâ olamaz.
Arif Nihat Asya da Fetih Marşı'nda onu demiyor mu?
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek
Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!
Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden
Senin de destanını okuyalım ezberden
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini
Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!
Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan.
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...
Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
DİYANET
2016-05-26 02:00:00
Bizzat Diyanet İşleri Başkanımız muhterem Mehmet Görmez Hoca'dan Sapanca'daki etkinlikte dinlediğimiz bir vakâyı meâlen dile getiriyoruz:
Almanya'da Almanların bir numaralı din adamı, önündeki kitleye sitem etmektedir:
-Bizim atalarımız, ellerinde bir İncille o günün çetin şartlarında şark memleketlerinin daha da çetin şartlarına giderek misyonerlik faaliyetinde bulunuyor, insanları Hıristiyan yapmaya çalışıyorlardı. Biz ise hazır imkânlara kavuştuk. Şarkın evlâtları kendi ayaklarıyla başta Almanya olmak üzere Avrupa'ya geldiler ama onları, Hıristiyan yapamadık....
Demek ki yıllar içinde yalnızca Almanya'da ve yalnızca Türk vatandaşlarından 50 Bin kişinin Hıristiyan olması bu kimseyi doyurmamış. Herhalde bir bu kadar da diğer Müslüman kavimlerden Hıristiyan olan olmuştur.
Bu çarpıcı malumat bile Türkiye Diyanet Teşkilatı'nın ehemmiyet ve mes'uliyetini gözler önüne sermektedir. Ne var ki mes'uliyet, salahiyetle mütenasiptir. Diyanet, Devlet-i âliyyedeki Meşihat Makamının devamıdır.
Diyanetin teşkili, resmi laiklik telakkisiyle çelişmesine rağmen Anayasa bünyesine alınmıştır. Maksat ilginçtir. Dinî faaliyetlerle dindarlar ve Müslümanlar kontrol altında tutulmak istenmiştir. Bu hazin keyfiyet, hem 1920'ler kuruluş ve hem de 1960'lar yeniden tanzim döneminde aynen vardır.
Böyle bir Diyanetin İslamiyete, Müslümanlara hizmet için faaliyette bulunması ne kadar mümkün olabilirdi? 1960'ın ortalarında yaşanan bir olay, soruyu cevaplandırmaya yeter:
Devrin Diyanet İşleri Reisi, Bedrettin İbrahim Elmalı, Tunus'tan bir dâvet alır. Haber, ortalığı karıştırır. Diyanet reisi, nasıl olur da yurt dışına çıkıp ziyaretler yapabilir? Öyle ya Türkiye laik devlettir. Kabine, tek gündem maddesiyle bu mes'ele üzere toplanır. İbrahim Elmalı Hoca, şöyle bir çıkış yolu bulur. "Senelik iznimi kullanıyorum. Tatilimi Tunus'ta geçireceğim". Denecek bir şey kalmaz. O senelerde THY uçuşları, Avrupa kentleri aktarmalıdır. Tunus'a gidecek uçak, evvela Roma'ya uğrar. Reis, izne çıkmıştır fakat bir kısım matbuat, arkasından veryansın etmektedir. Manşet ve sütunlar alev alevdir. Hükümet, Diyanet Reisini Roma'dan geri çağırır. Reis, gelmez. Tunus'tan sonra Libya'ya da geçer.
AP/Adalet Partisi'nin diyanetten sorumlu devlet bakanı Refet Sezgin, "Diyanet Reisi de kimmiş, kulağından tuttuğum gibi atarım?!" der. Reis, baskılar üzerine 1966'da emekli olur.
Böyle bir niyetle kurulmuş ve böylesi aşağılayıcı muameleler yaşayan bir Diyanetin, yurt dışındaki milyonlarca vatandaşımızı mânen donatması mümkün olabilir miydi? Kaldı ki sorumluluk, yalnızca vatandaşlarımıza karşı da değil.
Yakın tarih, niyet çarpıklıklarıyla dolu.
Ama bir de Allah'ın takdiri var.
Diyanet İşleri Başkanlığımız, bugün Küresel güç olmuştur. 80 devlette, 120 Noktada hizmet vermektedir
. DİYANET'İN KÜRESEL HİZMETLERİ
2016-05-27 02:00:00
"Diyanet İşleri Riyaseti" ilk kurulduğunda kurum, doğrudan Reis-i Cumhurluğa bağlıdır. Daha sonra gelen iktidarlarda Başbakanlığa ve bilâhare de Başbakan yardımcılığına bağlanmış, zaman zaman Başbakanlıkla Başbakan yardımcılığı arasında yer değiştirmiştir...
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı, yurt içi geniş hizmet ağından başka, artık yurt dışında da 7 kıtada 80 ülke ve 120 hizmet noktasında yüzümüzü ak eden temel müesseselerimizden biridir. Bu cümleden olarak şu düzenlemenin yapılması hakkı teslim adına fevkâlade isabetli olacaktır:
Hazırlanmakta olan yeni sivil Anayasada Genelkurmay Başkanlığı ve MİT doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı'na/Başkan'a bağlanacaktır. Bu meyanda gerek artan hizmetleri, gerek dünya önünde kavuşması gereken itibar ve mânevi varlığı itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da Cumhurbaşkanı'na/Başkan'a bağlanması, malumat, talep ve tekliflerin doğrudan Başkan'a arzı gayet isabetli olacaktır.
İktisattaki "kötü para iyi parayı kovar" kaidesinde olduğu gibi gündemin bazen hiç de hakkı olmadığı hâlde yol kapatması sebebiyle asıl görülmesi ve hizmetlerinin tanıtımıyla faaliyetlerinin kamuoyuyla paylaşılması gereken kurumlar, çok yakında oldukları hâlde çok uzakta kalabilmekteler. AFAD öyledir, Kızılay öyledir, Yeşilay öyledir, Göç İdaresi öyledir. Belki TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü bile öyledir. Bir çok STK da öyledir. Bu bigâneliğe maruz güzide müesseselerimizden biri de "Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı"dır.
Diyanet İşleri Başkanlığımız, Sapanca'da "Kitlesel Göç Hareketleri ve Küresel Din Hizmetleri" başlığı altında 5. Yurtdışı Din Hizmetleri Konferansı tertipledi. Bu konferansta hem Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez'i ve hem de ülke ülke 7 kıtaya yayılmış din müşavir ve ataşelerimizi dinledik. Bu konuşmalar, ortaya koydu ki mülteci mes'elesinin tarafları, Afganistan, Suriye ve Iraklılardan ibaret değil. Diyanet konuya dair geniş fikri hazırlıklar yapmış. Üzerinde kafa yorulan metinler ortaya çıkmış. Bugünkü Diyanet'in ağırlığı dünle kıyas kabul etmez seviyededir. TDV/Türkiye Diyanet Vakfı'nın İİT/İslam İşbirliği Teşkilatı'nda "Gözlemci" sıfatını kazanmış olması keyfiyeti, dediğimizi tek başına isbata yeter.
Bu toplantı vesilesiyle Mehmet Görmez Hocayı da daha yakından tanıma fırsatımız oldu. Memnuniyetle gördük ki bir İmamı Azam Ebu Hanife Hazretleri sevdalısı. Mezheplerimizden taviz vermeyen bir yapıda. Son zamanlarda mezheplere dair yanlış anlaşılmaya açık sözler edilmesi üzerine boş durmayarak ilgili makamlarla olması gereken netice alıcı konuşmalar yapmış.
"İmamı Azam ve diğer 3 mezheb imâmımızı anma toplantıları yapılması ne iyi olur" dememiz üzerine "Kafkaslarda 3 tane İmamı Azam Ebu Hanife Enstitüsü açtık" haberini bize verdi...
Bir yıl içinde 14 İslâm ülkesinin yurdumuza gelip teşkilat yapısını incelediği ve çoğalan faaliyetleriyle dünya Müslümanlarını yekdiğerine tanıtma vazifesini sürdüren Diyanet'in Sapanca toplantısında öne çıkan fikirlerden bazılarının satır başlarını şöylece nakletmek mümkün:
-Peygamberler sünneti olarak ifade edilen Hicret ile bugünün modern dünyasındaki kitlesel göçler arasındaki mukayese zor bir mukayesedir. Bugün biz, kendi diyarımızda emânı kaybettik. İslâm diyarından başka diyarlara göçler başladı. O göçlerde nice çocuklarımızı yolda kaybediyoruz.
-İltica ve göç hareketlerinde en önemli husus, kimlik ve aidiyet mes'elesidir. Bugünkü göçlerin doğurduğu problemleri ortadan kaldırmak için yeni uluslararası kuruluşlarla cihanşümul mukavelelere ihtiyaç vardır.
-Batı, göçmen mes'elesini halletmekten ziyade kendi memleketlerini göçmen dalgalarından korumamak için çaba sarf etmektedir.
-Üzerine en fazla yoğunlaşacağımız hakikatlerden biri, mülteci çocuklarının eğitimi olmalıdır. Hizmet tarifimiz, yeryüzündeki bütün beşeriyete hitap etmelidir....
Büyük sosyolog Muhammed ibni Haldun, "göçler, medeniyetleri ayakta tutar" der. Bir bu zenginleştirici gerçek var. Bir de günümüzdeki utandıran göçler dramı. Diyanet Başkanının "denizlerden topladığımız ölülerin kabir taşlarına yazacak isim bulamadık" sözü herkesi dilhûn etse gerek. Her şeye rağmen hadiseyi o cümle kucaklamaktadır. Bu ifade ve bu ahlâktan vaz geçemeyiz. Vaz geçersek kendimiz olmaktan çıkarız:
Biz, medeniyetimizin bize öğrettiği terbiye gereği Muhacire Ensar olmak borcundayız. Bundan dolayıdır ki 3 milyon kardeşimiz ana vatanlarında huzur içinde yaşamaktalar. Burada iki yıl kadar önce yazdığımız bir teklifi bugün bir kere daha tekrarlamak isteriz:
-Türkiye, mültecileri vatandaşlığa almalıdır!
Zaten 96 sene önce hepimiz, aynı imparatorluğun teb'asıydık, aynı bayrağı yükselten eldik.
.İNSANA İNSANLIĞINI HATIRLATMAK
2016-05-24 02:00:00
"İnsaniyet Zirvesi" İstanbul'da toplandı.
BM'nin tertiplediği bu toplantıya Türkiye, ev sahipliği yapmakta. Öyle ki zirveden dolayı yeni hükümetin kurulmasını bile tecil etmiş vaziyetteyiz.
Birleşmiş Milletler, tarihinde ilk defa böyle bir toplantı düzenledi. Eğer garip karşılamamak gerekirse Genel Sekreter Ban Ki Moon'un verdiği bilgiye göre 150 ülkeden 23 milyon insanla istişare edilerek bu toplantıya karar verilmiş.
60 devlet doğrudan iştirakçi. 120 devlet temsilci bulundurmakta. 193 üyeli BM'nin 180 üyesi devlet veya hükümet başkanı, yahut bakan seviyesinde, değilse temsilci göndererek toplantıda yerini aldı.
Bir vakitler "Sütlüce Mezbahası" olan Haliç Kongre Merkezi'nde insanı maddeten veya mânen boğazlayanlar kınanmakta. BM genel kurulu, böylece iki günlüğüne İstanbul'da toplanmış oldu.
Bunun sebebi Türkiye'nin merhametidir. Gerek BM genel sekreteri ve gerekse Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın verdiği resmî malumata göre yeryüzünde 130 milyon insan, insanî yardım beklemektedir. Bunlar yoksulluktan zelzeleye kadar türlü âfetlerin mağdurlarıdır. 60 milyon insan da evini terk etmiş vaziyettedir. Suriyeli, Afgan ve Iraklı mülteciler bu sayıya dahildir.
Türkiye AFAD, TİKA, TDV ve Kızılay gibi kuruluşlarıyla 140'tan fazla memlekette mağdura, düşküne, öksüze, yetime, aça, kimsesize..... yardım etmektedir. Her sene bu uğurda yaptığımız harcama 6.4 milyar dolardır. Bu meblağ, millî gelirimize bölündüğünde Türkiye, "en cömert ülke" şerefine nail olmaktadır.
Diğer taraftan ülkemiz, Türkiye'ye kabul ettiği Suriyeliler başta olmak üzere, Irak ve Afgan mültecilere bugüne kadar 10 milyar dolar harcamıştır. Malûm zengin devletlerin verebildiği para ise sadece 455 milyon dolardır.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dünya yönetim sorumluları önünde etliye-sütlüye dokunmayan bir konuşma yapmadı. Aksine, onların vicdanlarını harekete geçirmeye dönük sarsıcı bir konuşma yaptı.... Fakat... nâfile. İyilikten nasibi olmayan için ne yapılsa nâfile! Burada mesele medeniyetler farkından doğmakta. Batılı ülkelerin her birinin geçmişinde sömürgecilik vardır. Hâlen de devam etmekteler. Avrupa'dan çıkarak Avrupa dışındaki bütün toprakları asırlarca sömürdüler, yer altı ve yer üstü kaynaklarını alıp götürdüler. Bu sömürü çarkını devam ettirmek için bura halklarını köleleştirdiler, mankurtlaştırdılar, fakirleştirdiler, birbirine düşürerek silah sattılar, darbeler yaparak vesayetle yönettiler.
Ortada bir insanlık suçu varsa -ki mutlak mânâda var- bu suçun failleriyle oturmuş, mağdur ve mazlumları konuşmaktayız. Doğru; ancak, ne yaparsınız ki şartlar buna mecbur kılmakta.
Bu BM yapısı, bu bencil zihniyet ve doymaz iştaha devam ettikçe niyet ne kadar hâlis olursa olsun böylesi bir araya gelmelerden bir şey çıkmaz. Amerika'da başkanlığa oynayan Donald Trump ne diyor? "Başkan seçilirsem, Esad'ın Müslüman öldürmesine engel olmayacağım!" Bu söz çok şey söylüyor olsa gerek.
Sömürgecilerin torunları, parlak laflar edip gidecek ve sömürmeye devam edecekler.
Evvela kilit konumdaki BMGK'nın insanîleşmesi lâzım. Ama râzı olmazlar..
Sömürgecilerin rejimleri bâzen kapitalizm, bâzen liberalizm, bâzen nazizm, bâzen faşizm, bâzen komünizm adını alır fakat esas karakterini hiç kaybetmez:
Beyaz Adamların Vahşi Batısı, her zaman ve daima sömürür.
İslâm dünyasının silkinip kendine gelmesinden başka çâre yoktur.
Böyle bir dünya varsa sarsıp uyandırmalı!
Yoksa inşâ etmeli!
.İCRAAT ADAMI
2016-05-23 02:00:00
23 Mayıs 2016 itibariyle iktidar da Türkiye de yeni bir döneme girmiş bulunuyor. 15 gün evvel Ahmet Davutoğlu'nu değiştirme kararı alan AK Parti, dün ikinci olağanüstü kongresini yaptı. Kısa bir süre içinde olağanüstü kongre yapmak başlı başına muvaffakiyettir. Olağanüstü kongre bir şenliğe dönüştü. Coşkun bir hava içinde genel başkan değişikliği yapıldı. Ahmet Davutoğlu, son derecede saygılı ve kibar bir şekilde karşılandı. Sn Davutoğlu da gür sesle vefa temalı, medeniyet örgülü bir veda konuşması yaptı. Konuşmadan çıkan anlam bir bölen olmayacağı, fakat bitmediğidir. "Bu sonuç benim arzum değildi" dedi. "Hiç birimiz vaz geçilmez değiliz" diye ilave etti. Tavrında "Çekildik ikbâl-ü izzet ile bâb-ı Hükûmetten" havası vardı. Hoca, arzu etmediği bu neticeyi bugüne dek olgunlukla yönetti. Bundan sonra da kendisinden beklenen aynı seyrin devamıdır...
Kongreden çıkan sonuçlar şöyle sıralanabilir.
Sn Recep Tayyip Erdoğan, "AK Parti'nin tartışmasız tek reisidir". Sn Binali Yıldırım'ın işbaşı yapmasıyla Reisin güçlü olan eli daha da güçlenmiştir. Bu güçlenmeyle birlikte Başkanlık sisteminin hayata geçme süresi çabuklaşma emaresi göstermektedir. Bunun için de önce Partili Cumhurbaşkanı formülü hayata geçecek, bu ara dönemden sonra esas anayasa değişikliğiyle Başkanlığa gidilecektir.
Bugün başlayan yeni dönemle birlikte Parlamenter sistem ve Başbakanlığın sonunun başlangıcına girildiği düşünülebilir. Halkın Recep Tayyip Erdoğan'ı yüzde 52 oyla Cumhurbaşkanı seçtiği 10 Ağustos 2014 akşamında yaptığımız tv yorumunda "Türkiye bugünden itibaren yarı başkanlık rejimine geçmiştir" demiştik. Olanlar bizi doğruladı. Şimdi de "23 Mayıs 2016 itibariyle Türkiye, Partili Cumhurbaşkanı dönemine girmiştir" diyoruz. Hükümette şu veya bu sayıda bakan değişikliği olacaktır. Nitekim merkez kararın yarısı değişti. Bu kararlarda esas ağırlık Cumhurbaşkanının tercihidir. Bundan böyle Külliye, Bakanlar Kurulunun asıl toplanma mekânı olabilir. Külliye, beyin görevi yapacak, fikirler imâl edilecek. Binali Yıldırım Başbakanlığındaki kabine de bu kararları sür'atle uygulayacaktır. Buna bir "Teknokratlar Hükûmeti" denebilir mi? Unvan mühim değil. Netice itibariyle bir icraat Hükûmeti olacaktır. AK Parti'nin, hava yolu, hava meydanı, demiryolu, kara yolu, tünel, köprü, 4.5 G olarak iftihar ettiği ne kadar ulaşım ve haberleşme ağı varsa onların hemen tamamının altında "Binali Yıldırım" imzası bulunmaktadır. Sn Yıldırım, Başbakan olduktan sonra eserler ortaya koyan isim değildir. Bir bürokrat olarak İBB'de iş başına gelmesinden AK Parti iktidarında 12 yıllık Bakanlık dönemine kadar hep çok büyük eserlere imza atagelmiştir. Şüphesiz ki fikirler ne denli kıymetli olursa olsun, onları hayata geçirecek bir ele ihtiyaç vardır. Bu anlamda Binali Yıldırım, Recep Tayyip Erdoğan'ın 22 yıldan beri icraat elidir. Bir insan bir yere bir şekilde gelebilir. Orada kalmak, oraya gelmekten daha zordur. Refahiye'nin bir köyünden çıkıp gelen Binali Bey, bu zoru başararak hayatını, ailesini ve muhitini genel başkanlık ve Başbakanlıkla mükâfatlandırmıştır. Mizaç itibariyle az konuşup çok iş yapan bir insandır. Kendisinin de temas ettiği gibi "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde". "Laf üstüne laf değil, taş üstüne taş koyma zamanıdır", "yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır" diyerek de ne demek istediğini izah etmiş oldu.
Yıldırım Hükumetinin önceliklerinin başında hiç hız kesmeden terörle mücadele geliyor. "Terör belâsını, gündemden çıkartacağız" sözünü kongrede bir kere daha tekrarladı. Diğer vaadleriyse sivil anayasa yaparak Başkanlığı getirmek ve "ekmeği büyütmek".
Binali Yıldırım, icraat adamıdır.
Belediye, çıraklık dönemiydi.
Bakanlık, kalfalık dönemi.
Başbakanlık ustalık dönemidir.
Şimdi ustalık dönemi eserlerini bekliyoruz.
.UZAKTA KALMIŞ ASYA
2016-05-20 02:00:00
Kurulacak yeni Hükûmet'in Asya, Orta Asya ve Güneydoğu Asya'yla münasebetleri sıklaştırması çok yerinde olacaktır...
Tahsil yıllarımızdaki ders kitaplarında Afrika, Akdeniz'de kıyısı olan Kuzey Afrika'dan ibaretti. Orta ve Güney Afrika öğretilmediği için yetişen nesiller Afrika'dan habersiz kaldılar. Bu, sömürgeci zihniyetin bizi, tarih ve coğrafyamızdan habersiz bırakma adına maarifimizi yönlendirmelerinin hazin bir neticesiydi. Halbuki Osmanlı izleri, Orta Afrika'da zengin şekilde vardır. Afrika gerçeğini 21. asrın başında ve fakat maalesef Çinlilerden sonra keşfedebildik.
Doğu iklimlerine dair tesbitimiz de çok farklı değil. Bugün dahi İran'dan ötesi sanki Kafdağı'nın ardıdır. Yakın zamanlara kadar İran bile meçhul ülke gibiydi. Öyle ki bir zamanların iktidarları, tabii gazı Rusya'dan pahalı fiata alır, ancak "şeriat devleti" zannettikleri İran'dan daha ucuza almazlardı.
Orta Asya'ya ilk açılmamız, Atayurdla kucaklaşmamız Turgut Özal zamanında oldu. Merhum Özal, Orta Asya Türklüğüne büyük değer verdi ve kuşatıcı bir siyaseti oradaki liderleri de incitmeden çok güzel yönetti. Sonraki koalisyon dönemlerinde buralar nisyana terk edildi. AK Parti iktidarında yeni hamleler yapıldıysa da süreklilik kazanamadı. Bunun gibi mevzubahis iktidar zamanında değişik hükümetlerde Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, Güney Asya'ya ziyaretler yaptılar. Bu ziyaretler hayli de ses getirdi. Ancak büyük saat farkı, çok uzak mesafeler ve iç gailelerin rahat vermemesi gibi sebeplerle ziyaretler devamı gelecek şekilde tekrarlanamadı.
Bundan dolayı sn İsmail Kahraman başkanlığındaki Türk Parlamento hey'etinin Endonezya, Yeni Zelanda ve Singapur seyahati çok kıymetli oldu. Buralarda Cumhurbaşkanları, Meclis Başkanları, Başbakanlar ve Genel Vali seviyesinde yapılan ziyaretlerle dostluklar tazelendi.
TBMM Başkanı, bu ziyareti çok iyi yönetti. Hiç bir dakika boşa harcanmadı. Yolculuğun bütün meşakkatine rağmen yüzünden gülümseme eksik olmadı. Hudutlarımız haricine çıkınca hey'ete şunu dedi: "Arkadaşlar, şimdi hepimiz Türkiyeyiz. Hepimiz Türkiye'yi temsil edeceğiz. Burada artık partili olmak yok..." Gerçekten de öyle oldu. Vekiller AK Partili, CHP'li, MHP'liydi ama herkes gönül birliği içinde hareket etti. İstenmedik hiç bir durum yaşanmadı. Sefaretlerde vatandaşlarımızla kucaklaşmak, onlara büyük mânevi destek oldu. Biz oralarda yerine göre hiç uyumadan koştururken Türkiye'de bir gazetenin sn Kahraman için arkadan tamamen asılsız bir haber yapması, hey'etteki herkesi yaraladı.
Ruslar ve Çinliler Orta Asya'yı, Türk illerini, İngilizler, Hollandalılar, Portekizler vs de Güney Asya ve Güneydoğu Asya ile Okyanus adalarını uzun asırlar boyunca iliklerine kadar sömürdüler. Sömürge denince bizim aklımıza hep Afrika gelir. Halbuki vahşi batının girdiği her yer, çekirge geçmiş gibi olur. Kâbe’yi yıkmaya gelen Portekizliler Osmanlı kuvvetleri tarafından Kızıldeniz'den püskürtülünce uzak Asya'ya kaçıp oralara musallat oldular. Endonezya'nın bir bölgesi olan Açe Darüsselam Sultanlığı, Avrupalı istilacı düşmana karşı yardım talep edince Muhteşem Süleyman'ın, Kurdoğlu Muslihiddin Reisle yardım göndermesi de o günlerdedir. Singapur'la münasebetlerimiz de iki asır öncesine kadar gider. Bu mekân uzaklığındaki ülkeler, Merhamet Medeniyeti'nden, paylaşma kültüründen mahrum kalmışlar. Öyle ki Avustralya yerlisi Aborcinlerde olduğu gibi Yeni Zelanda yerlileri Maorilerde de ne irade, ne dil, ne bayrak bırakılmış. Onlar, bugün, efendisinin büyük babalarını alıp getirerek Gelibolu’ya gömmüş olmasının acısını yaşamaktalar. Eski düşmanımızı teselli etmek de bizim dostluğumuza düşmekte.
.SİNGAPUR
2016-05-19 02:00:00
Singapur, İngilizlerin, 1867'de Malezya'dan kopardıkları, Malay Yarımadası'nın güneyinde yer alan 716 km2 yüzölçümünde bir ada. Nüfusu 5.5 milyona yakın. Yüzde 15'i Müslüman.
Stratejik bir noktada. İngilizler, burayı asırlarca koloni olarak kullanmışlar. İngiliz parlamentosu, 1965'te aldığı bir kararla Singapur'un müstakil bir devlet olmasına karar vermiş. İngiltere Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya gibi memleketleri Genel valilik olarak elinde tutar, Güney Afrika’yı ancak kanla teslim ederken Singapur için re'sen karar alıp bağımsız devlet yapması mânidardır. Tepeden inme bu şeklî bağımsızlıktan sonra Singapur, yeniden tanzim edilmiş, İsviçre'nin Avrupa finans merkezi yapılması gibi güneydoğu Asya'nın mali işler, ticaret ve liman merkezi yapılmış.
Bu şehir devletini şöyle tarif etmek mümkün:
Emirgân Parkı, -faraza- 10 bin kere büyütülmüş ve yollarla yüksek binalarla donatılmış olarak tahayyül edilirse Singapur anlaşılır. Devâsâ gökdelenler ve devâsâ AVM'ler mevcut. Bir AVM, İstanbul'daki bir kaç AVM'yi içine alabilir. Bütün dünya markaları buraya yerleşmiş vaziyette. Endonezya, Yeni Zelanda, Kıbrıs ve öteki eski İngiliz sömürgesi veya mevcut valiliklerde olduğu gibi trafik soldan işlemekte.
Singapur'da yaşayan vatandaş sayımız 700, şirket sayımız ise 62'dir. THY her gün sefer yapmaktadır.
Başkanlık rejimi caridir. Tek meclislidir. Meclisin vekil sayısı 89'dur. PAP/Halk Hareket Partisi, 1965'ten beri iktidardadır. Meclis başkanı 2013'ten bu yana Halime Yakub'dur. Mesture bir hanımdır.
Singapur'da sanayi olmasa da ciddi bir trafik mevcut. Her taraf envâî çeşit çiçeklerle dolu. Botanik Bahçesiyle, Gardens by the Bay, bu anlamda görülmeğe değer yerlerdir. Bu ikinci bahçede 250 Bin çeşit nadir ağaç ve bitki nev'î mevcut. Marina Bay Sands külliyesi üzerindeki Sky Park seyir terası, üç bina üzerinde yer alan gemi şeklinde bir yapıdır. Pahalı bir ülkedir.
Kişi başına millî gelir 53 Bin Amerikan dolarıdır. Gayet güzel Türk lokantaları mevcuttur.
Meclis başkanımız İsmail Kahraman, Singapur'da da iki ülke arası münasebetleri pekiştirmek adına temaslarda bulundu. Bu cümleden olarak devlet başkanı, meclis başkanı ve başbakanla görüştü. Diğer devletlerde olduğu gibi sefaret binamızda vatandaşlarımızla buluştuk. Singapur'a ilk şehbender/konsolos tayin etmemiz 1865'lerde başlamıştır. Bâbıâli'nin 25 Mart 1901 tarihli arzı ve Padişahın tasdikiyle Singapur'daki fâhrî şehbenderlik, Başşehbenderliğe tebdil edilerek buraya Ümid Burnu'nda Mekteb-i Osmanî müdürlüğü yapmış olan Hacı Ataullah Efendi tayin edilmiştir.
Adı geçen memlekette birkaç cami mevcut. Bizim hey'et, Cuma namazını Ba'alwie Camiînde edâ ettik. Hatip efendi, İngilizce verdiği hutbede İslâm'ın terör dînî olmadığına bilhassa dikkat çekti. Aynı ana fikri Endonezya eski devlet başkanı da Cakarta'da dile getirmişti. Bunun bizde de tekrarlandığı düşünülürse Müslümanların bir müdafaa duygusu içinde oldukları hemen fark edilir. DAEŞ diye bir musibeti İslâm coğrafyasına salan Haçlı zihniyeti, Müslümanları müdafaa mecburiyetine sevk etmiş vaziyetteler.
Cemaat, cumanın 2 rek'at farzını kıldıktan sonra -maalesef- hemen dağıldılar. Ba'alwie Camiî idaresi, hey'etimize yönetim kısmında bir öğle yemeği verdi. Meclis Başkanımız da Diyanet Başkanlığımızın güzel bir baskı ile hazırladığı bir mushafı şerifi camiye hediye etti. Singapur Müslümanları dînî temsilcisi Syed Hassan Alattas/Seyyîd Hasan el Attas, Sultan Hamid portresi karşısındaki duvarda asılı olan ay yıldızlı tabloyu göstererek "Türkiye, Müslümanları bu Hilalle birleştirdi" dedi.
Dünya Müslümanların nazarında “Türkiye, öncesi ve sonrasıyla Türkiye'dir.”
.YENİ ZELANDA
2016-05-18 02:00:00
İngiltere’yi ayakta kollarını açmış birine benzetirsek, bu İngiltere'nin sağ kolu Yeni Zelanda’yı, sol kolu Kanada’yı kavramaktadır.
Kanada gibi, Avustralya gibi Yeni Zelanda da bir "Genel Valilik"tir. Buralarda reisi cumhur gibi bir adla devlet başkanı yok. İngiliz hükümranlığını temsil eden kraliçe nâmına bir umumi vali var. Şu hâlde bu sayılan ülkeler birer umumi vilayet yahut eyalet veya imparatorluk lisanıyla memaliki şâhanenin birer parçasıdır. Batılı sömürgeciler, Güneydoğu Asya ülke ve adalarını "biz olmasak Çinliler, Japonlar sizi yerler!" korkusuyla uysallaştırıp talan etmişler.
Yeni Zelanda, iki adadan mürekkep. Nüfus 4 milyondan az fazla. Başşehir Wellington, kuzeydeki adanın güneyindeki körfezde yer alır. 348 küsur bin nüfusludur. Evler yamaçlarda ağaçlar içinde ve tek veya iki katlı. Şehir merkezindeki yüksek binalarsa işyerleridir. Ortalama ömür, erkeklerde 80, kadınlarda 83. Bu demektir ki bizden 10 yıl fazla yaşıyorlar. Mevzubahis yer, bir ziraat ve hayvancılık memleketi. Enflasyon yüzde 0.1, nüfus artış hızı ise yüzde 0.9'dur. Kişi başına millî gelir 36.964 Amerikan doları. Dış borcu olan bir ülkedir.
Yeni Zelanda'ya İstanbul, Ankara, Karaçi, Cakarta, Melbourne, Welligton güzergâhıyla net uçuş olarak 23.5 saatte ulaşılabilmekte. Süre, molalar eklendiğinde 30 saate yakın tutmaktadır.
İngiltere, I. Dünya Harbi'nde Avustralya ve Yeni Zelanda'dan asker devşirerek Çanakkale’ye sevk etmişti. Bu iki devlet, askerinin müşterek adı "Anzak"tır. Diğer taraftan aynı İngiltere, Hindistan'dan da asker sevk etmişti. Mehmet Akif'in "Çanakkale Destanı"nda "Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ!" dedikleri bunlardır.
Bir düşünmeli ki ileri teknoloji devrinde uçakla 30 saatte varılabilen bir mesafeye İngilizler, hükmettikleri ve söz ve tercih hakkı bırakmadıkları bu insanları gemilere doldurarak ayları bulan deniz yolculuğuyla Çanakkale’ye vatanımızı işgale getirdiler. Ölecekse soylu İngiliz değil, bu emirkulları ölsündü. Sorgulama yapan Yeni Zelandalılar "İngilizler bizi neden oralara götürdüler?" demekten kendilerini alamıyorlar. Anlaşılan o ki İngiltere, toprağın ayakları altından kaydığını farketmiştir. Cihan Devleti olma imtiyazı, elinden kaçmaktadır. Bu sebeple her yolu denemeyi meşru addetmişti. Nitekim II. Dünya Harbi'nden sonra korktuğu başına gelmiş, kendisi süper güçlükten düşerken eski sömürgesi Amerika, onun yerine geçmiştir.
Sebep ne olursa olsun, Yeni Zelandalılar, Maoriler, Gelibolu'da ciddi kayıplar vermişlerdir. Bu savaş, onların mazisinde fevkalâde bir tarihtir. Hafıza, hâtıra ve şuurlarını Wellington'da yer alan iki mekânla beslemekteler. Bunlardan biri PUKEAHU, değeri de TE PAPA müzeleri. Hükümet, daha 1932 senesinde Millî Harp Abidesi, Çan Kulesi ve Meçhul Asker Anıtıyla bir millî park düzenlemiştir. Çanakkale Harbi'nin 100. yıldönümünde ise burası genişletilmiş ve açılış da Anzakların Arıburnu’na saldırdıkları 25 Nisan tarihinde yapılmıştır. Bu müzede Mehmedciğin cepheden görüntüleri de bulunmakta ve fakat asıl Anzakların balmumundan yapılmış heykellerle Gelibolu’ya taarruzları gözler önüne serilmektedir. Çeşitlilik ihtiva eden diğer müze Te Papa şehrin merkezindedir.
Bir acıyı en iyi o acıyı yaşamış olanlar anlar.
Maoriler veya kendilerine verdikleri adla Kiviler, acılarımızı, 253 bin Mehmedciğin bizim için ne demek olduğunu verdikleri birkaç bin kayıpla anlama durumundalar. Bu benzerlik buruk da olsa bir dostluğu hazırlamış olmakta. Bundan dolayı Yeni Zelanda ile köprüler kurmak gerekmekte. "Gelibolu" ortak isimdir. Bu cümleden olarak TBMM Başkanı Sn İsmail Kahraman, aylar öncesinde kararlaştırılmış bir program gereği Atatürk anıtına çelenk koyup İstiklal Marşımız okuduktan sonra genel vali, meclis başkanı ve başbakanla görüşmeler yaptı. Bizler, mecliste bir oturumu takip ettik.
Yeni Zelanda'nın yüzde 45 küsuru Hıristiyan, 40 küsuru dinsiz, yüzde 1.13'ü Müslüman. "Wellington Camiî" diye güzel bir mâbed mevcut. Bu camie sığınmış tertemiz giyimli, ağzı Kur'anlı, hâli şükürlü Suriyeli kardeşlerimizin çaresizliği ise yüreğimizi parçaladı. Bir kere daha anladık ki yiğit düştüğü yerden kalkar.
.ENDONEZYA
2016-05-17 02:00:00
4 Mayıs Çarşamba günü 20'de Ankara'dan 4.40 saatlik bir uçuşla Karaçi'ye vardık. Burada 1 saatlik bir yakıt molasından sonra 7.25 saatlik bir uçuşla Perşembe gecesi 04.40'ta Cakarta'daydık.
Cakarta, Endonezya'nın başşehri. Endonezya, esas itibariyle bu seyahatin uğrak yeriydi. Buna rağmen Meclis Başkanımız Sn İsmail Kahraman, birtakım temaslar gerçekleştirdi. Daha fazlası mümkün değildi. Zira ziyaretimiz iki ayrı tatille çakışmaktaydı. Biri Miraç Kandili tatiliydi, diğeri de İsa aleyhisselamın göğe çekilme tatili. Bunları takvime bağlayarak arka arkaya getirmişler. Biz oraya gitmeden çok evvel Miraç Kandilini idrak etmiştik.
Meclis Başkanımızın Endonezya'daki en mühim görüşmesi, bir önceki Cumhurbaşkanı Bahaeddin Yusuf Habibî ile oldu. "Baharudın Jusuf Habıbıe" rahmetli Necmettin Erbakan'ın kurulmasına öncülük ettiği D 8'ler Birliği'ne imza koyan devlet reislerinden biri. Sn Kahraman'ın da ifade ettiği gibi Batı için cürüm demek olan bu icraatlarından dolayı o 8 devlet adamının her biri bir şekilde kendi ülkesinin 28 Şubat hışmına uğrayarak yerlerini kaybettiler.
Sn Habibi, "Merkez-i Habibî" isminde bir STK kurarak hizmetlerine buradan devam etmekte. Hey'etlerin buluşma gecesindeki yemekte güzel bir konuşma yaparak İslâmiyetin terörle asla bir alâkası olmadığına bilhassa dikkat çekti. Ardından meclis başkanımız, iki ülkenin kardeşlik ve iş birliği zaruretine temas etti. Her şey gayet güzel şekilde seyrederken birden hepimizin yüreğini ağzımıza getiren bir vak'a yaşandı. Resmî zevat konuşmalar yaparken bir haberci de masada çekimdeydi. Bu haberci birden çırpınarak sırt üstü yere düştü. Bizim kafilede hem doktor ve hem de hemşire vardı. Meclis Başkanı gezisine ilk defa sağlık ekibi almış bulunuyordu. Doktorumuzla ve hemşiremiz ânında müdahale ettiler. Hasta yarım saat sonra ayağa kaldırılmış, istirahate gönderiliyordu. O, istirahate giderken yerli sağlık görevlileri içeri henüz giriyorlardı.
Endonezya, güneydoğu Asya'nın Büyük Okyanus bölgesinde 17.508 adadan meydana gelen, 255 milyon nüfuslu, nüfusunun yüzde 80'i Sünni Müslüman olan bir devlet. Endonezya Cumhuriyeti, Başkanlıkla idare edilmekte. Kişi başına millî gelir 3.350 dolar. Halbuki aynı gösterge Yeni Zelanda'da 36.964, Singapur'da 53 bin ABD doları. Sömürgeciler 1511'den itibaren Güney Asya ile Endonezya ve çevresindeki okyanus adalarını keşfettiler. Endonezya'nın Hollanda sömürgesinde kalma süresi 4 asra yakındır. İstanbul'u fethetmiş fakat hemen ardından Endülüs ve Endonezya’yı vs kaybetmişiz. Buralarda yer altı ve yer üstü nimetlerinin her çeşidi vardı. Portekiz'in kapı aralamasıyla İspanya, Hollanda ve İngiltere bölgeye musallat oldular. Endonezya Hollandalılara kaldı. Kısa süreli Japon işgali 1945'te bitti. 1949'da anlaşarak Hollanda'ya karşı istiklal kazanıldı. 4 asır sömürülen bir millet, birden kendini nasıl toparlar acaba?
Cakarta'daki İstiklâl Camiî aynı zamanda bir "İstiklâl Abidesi"dir. Hey'etimizin 6 Mayıs günü Cuma namazını eda ettiği bu mâbed, dünyanın 4. büyük camiîdir. Aynı ânda 120 bin kişi ibadet edebilmekte. Minaresi, Kur'an-ı kerimin 6.666 ayetini hatırlatmak maksadıyla 66.66 metredir. Şerefeden sonrası 30 metredir. Bu da cüz sayısına alamettir.
THY Cakarta'ya doğrudan uçuş tertiplemiş bulunuyor. 13.20 saatte ulaşmak mümkün. Dünya küçüldü dendiğine göre karşılıklı istifade için ve kardeşlik bağlarını geliştirme adına Endonezya'ya gitmek ve görmek lâzım. Hem devlet adamlarımız hem müteşebbislerimiz sıkça gitmeli. O iklimlere satacağımız ve oralardan alacağımız çok şey var.
Endonezya ve Türkiye Asya’nın iki ucunda. Biri 255 milyonluk nüfusuyla diğeri dünyadaki itibariyle iki önemli devlet. Mü'minler kardeş olduğuna göre bu kalbler buluşmalı, bu eller tutuşmalı.
.UZAKLARI YAKIN ETMEK
2016-05-16 02:00:00
TBMM Başkanı sn İsmail Kahraman'ın dâvetiyle bir kısım iktidar ve muhalefet parti milletvekilleri, yazarlar ve bürokratlarla birlikte 4 Mayıs 2016 Çarşamba günü 20'de Ankara'da başlayan ve 14 Mayıs 2016 Cumartesi 06'da yine Ankara'da biten çok aktarmalı, çok koşturmalı, çok temaslı ve çok verimli resmî seyahatlerimiz oldu...
Bu seyahatler esnasında 3 devlete ziyaret yapıldı. Endonezya, Yeni Zelanda ve Singapur. 10 günün 3 güne yakın kısmı havada geçti. En kısa mesafeli uçuş 4 saat sürüyordu. 3 devlete gidildi, fakat 5 devlete inildi. Karaçi'de yakıt ikmali esnasında en azından salonda bir çay içme imkânımız olduğu hâlde Avustralya'da uçakta bekledik. Hatta Cakarta'ya Sidney üzerinden gidecekken Sidney, gece 11 ile gündüz 6 arası semalarında uçak sesine tahammül etmediği için Melbourne molasıyla yolumuza devem ettik. Gidilen mesafelerin ne kadar uzak olduğunu ifade için şu tarifi yapabiliriz: "Yeni Zelanda'nın biraz aşağısı Güney Kutbu'dur."
Bu seyahat, bize şunu gösterdi ki Doğu, Orta Asya ve Uzak Asya ile biraz değil, bir hayli çok alâkâdar olmamız lâzım. Dünya, Batı'dan ibaret değil. Eskiden Amerika'ya gidip "Türkiye" dediğimizde Türkiye'nin neresi olduğunu bilmezlerdi. İstanbul üzerinden tanıtırdık. Buralarda da öyle oldu. İşin garibi bu saydığımız devletlerden en yakını olan Singapur'da ve aynı dini paylaştığımız Endonezya'da bile vaziyet dünkü Amerika’daki gibiyken 33 saat ötede ve 17 bin km mesafedeki Yeni Zelanda, bizi daha fazla tanıyor. Bunun sebebi Çanakkale Savaşı. Gelibolu, Kivilerin hayatında derin izler bırakmış. Yeni Zelandalılar kendilerine "Kivi" demekteler. Kiviler, en az bizim Çanakkale şehidlerimize verdiğimiz kıymet kadar İngilizlerin Gelibolu’ya taşıyıp ölmelerine sebep olduğu askerlerine kıymet vermekteler. Onları, harbin seyrettiği ay itibariyle Nisan'da çıkan gelinciklerden dolayı kan renkli bu çiçekle sembolize etmekteler. Şüphesiz ki Cakarta'da halk arasında pek bilinmesek bile Sumatra adasının "Açe Darüsselâm Sultanlığı" bizim bir parçamız gibi olması hasebiyle ziyaretimiz hâlinde kardeş kucaklaşması yaşayacaktık. Ne var ki İsmail Kahraman Beyin gayretine rağmen aylar evvelinden dakika dakika tesbit edilmiş ve muhatap devlet makamlarına da bağlı programda değişiklik yaparak Açe'ye gidemedik.
Endonezya'nın başşehri Cakarta, Yeni Zelanda'nın başşehri Wellington ve Singapur şehir devletinde gördüklerimizi yaşadıklarımızı, intibalarımızı anlatmak için ne de çok zamana, kâğıda ve mürekkebe ihtiyaç var.
Şu kadarını şimdiden dile getirmeden edemeyeceğiz. Sultan Abdülhamid Han için yakın geçmişe dek Türkiye mektepleri ders kitaplarında Frenk ağzıyla "Kızıl Sultan" denirken Singapur'da seçkin bir mekânda hazırlanmış bir Türkiye köşesindeki portresinin altında "Abdülhamid-Turkey" yazdığını utanarak ve fakat iftihar ederek gördük.
Bu memleketlerin her biriyle farklı bir bağımız var. Ama o bağlar, "yüzümüzü batıya döndürmek" adına sömürge zihniyetiyle unutulmuş. Unutulan gerçekleri kazanmak için uzakları yakın etmek zorundayız. Nitekim bazı cesur vatandaşlarımız bunu başarmışlar.
255 milyonluk bir Endonezya dünyası, bir Yeni Zelanda buruk dostluğu ve kişi başına 52 bin doların düştüğü ticaret, ağaç, çiçek ve yüksek binalar merkezi bir Singapur ve toplamda "Uzak Asya pazarı". Saydığımız ülkelerin hiç birinde neredeyse hiç bir markamız yok. Bu ziyaretlerin, sıklaşması ve zenginleşmesi lâzım.
Oralar bize uzak da batılı tüccarlara yakın mı?
Halbuki asırlar evvelinde buralara Müslüman tüccarlar, âlimler ve Kanuni zamanında da bahriyeli askerlerimiz gelmişlerdi. İslamiyet, bu adalara, bu kıtalara örnek insanların güzel ahlaklarıyla girmişti.
.TÜRKİYE'NİN CEMİYETİ
2016-05-02 02:00:00
Türkiye'nin bugünkü kadrolarında emek ve hizmetleri olan İlim Yayma Cemiyeti, 65 yaşında. Cemiyet, "hamdolsun" duasıyla Haliç Kongre Merkezi'nde yıldönümünü kutlamaya başladı...
Bu vesileyle kim olduğunu, kimlerle var olduğunu, niye yola çıkıldığını, neler yaşandığını, neler yapıldığını ve daha neler yapılacağını toplumla paylaşıyor.
İYC genel başkanı sn Yusuf Tülün, cumartesi günü cumhurbaşkanı, meclis başkanı, devlet erkânı ve millet huzurunda inceden inceye anlattı ve her bahsin sonunu "hamdolsun" diyerek noktaladı...
14 Mayıs 1950, tarihimizin dönüm noktalarındandır.
O gün, Tek Parti yabancılaşmasına karşı yükselen "yeter söz milletindir!" haykırışının hayat bulduğu gündür. Bu tarihle birlikte elbette ki her şey, bir çırpıda düzelmemiş, iyileşmemiş ama başvekil Adnan Menderes, maarif vekili Tevfik İleri gibi isimlerle Türkiye, yeni bir dönemece girmiştir. Ancak; yol uzun, menzil ırak, yük ağırdır. Çok mankurt yetişmiştir. Kalkınma, büyüme, yeniden yerlileşme darbeler, adam asmalar, tezgâhlanmış anarşi, sun'i ekonomik kriz ve baskılarla kesilecektir. Fakat her ne yapılırsa yapılsın "Allah!" diyenler galip gelecektir.
14 Mayıs 1950'den sonra Türkiye sadece yollarla tanışmaya başlamamış, sadece Ezan-ı Muhammedi hürriyetine kavuşmamış, sadece Osmanlı Hanedanı kadın üyelerinin vatana dönmelerine imkân verilmekle kalınmamış, STK faaliyetleri de başlamıştır. 11 Ekim 1950'de Sultanahmet, Mercan, Yeşildirek esnafından 68 hayırsever esnaf, Sabahattin Zaim, Yusuf Türel, Numan Kurtulmuş gibi az sayıdaki dâvâ adamının da desteğiyle İlim Yayma Cemiyetini kurarlar. İlk olan bu teşebbüs, Lonca teşkilatlarında vücut bulmuş Ahi/kardeşlik irfanının gençliğin şahsında vatanın geleceğini yeniden inşa etme niyetinin temel harcıdır.
İlim Yayma Cemiyeti, kuruluşunun haftasında 17 Ekim 1951'de ilk olarak İstanbul İHL'yi açtı. Bugün o ilk sayı, yüze katlanmış vaziyette. Sonra vakıf da kurdu, yurt açtı. İlk zamanlarda 19 talebeyi barındırabilir ve yurt idarecileri-öğretmenler bizzat yerleri temizlerken bugün memleket sathına yayılmış 148 yurtta 25 bine yakın talebe yarınlara hazırlanmaktadır. İstanbul'un bir semtinde başlayan mütevazı bir hizmet bugün beynelmilel çapa ermiş ve eğitimin her kademesi ve her hizmetiyle donanmış vaziyettedir.
Artık o 68 muhterem insandan hiçbiri hayatta değil. Eserleri ise gelişerek devam etmekte. Şu var ki tarihî seyri tek eksik okumamalı. Onlar, bu kutlu yürüyüşü başlatınca şer odakları da boş durmamışlardı. İslamiyet adına birdenbire ortaya çıkan "Ticaniler" heykellere saldırmış ve Koruma Kanunu çıkmasına zemin hazırlamışlardı. Tıpkı 1996/97'lere gelip de Necmettin Erbakan, başbakan olduğunda yine birdenbire ve yine İslamiyet adına ortaya çıkan "Aczmendiler" üzerinden 28 Şubat Darbesinin yapılması gibi. Tıpkı Tayyip Erdoğan liderliğindeki iktidarın 10 yıl içinde Türkiye'yi dünyayla yarışır hâle getirmesi üzerine hemen güneyimizde, dünkü vilayetlerimizde, Irak'ta Suriye'de DAEŞ'in ortaya çıkması gibi...
Hizmet varsa zorluklar da vardır.
Bir tarafta Allah yolunda, kalbi Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- aşkıyla dolu altın nesiller yetiştirmek için gecesini gündüzüne katan fedakâr insanlar oldu, bir tarafta da yol kesen eşkıya.
Önden gidenlere, minnet olsun, rahmet olsun!
"Yola devam edenlere selâm olsun!"
Bu hizmetlerde büyük emeği olanlardan Yusuf Türel Beyin isminin bir üniversiteye, Niyazi Kurtulmuş Beyin isminin de diğer bir üniversiteye verilmesi vefâ gösterme adına isabetli olacaktır.
.KUT BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!..
2016-04-29 02:00:00
26 Nisan 1916 Saat 13 tarihimiz için muhteşem bir ândır. Bu ân, muhasara altındaki işgalci İngiliz tümeni, ordumuz karşısında son 300 yıldaki en büyük mağlubiyete uğramıştır. Hayır! Yaşanan bir mağlubiyet değil, hezimettir. Tarihçilerin kesin hükmü budur. Kuşatma kaldırılsın diye düşman ordu komutanı, 1 Milyon Pound altın lira bile teklif etmesine rağmen paşalarımız teklifi ellerinin tersiyle itmişlerdir. İstilacı İngilizler, emirlerine aldıkları birtakım Sih gibi Hindlilerle beraber ne kuşatmayı yarabilmekte ve ne de Osmanlı kumandanlarını ikna edebilmektedir. 7 Aralık 1915'te başlayan harp, bambaşka bir seyir kazanmıştır. Etrafları çevrili sömürgecilerde açlık, hastalık, mâneviyat çöküntüsü son haddindedir.
Kibir, asalete mağlup olacaktır.
En nihayet, İngiliz komutan V. F. Townshend, eli mahkûm olarak yapılması gerekeni yapmış ve o gün Türk Ordusu, önünde zelil bir hâlde baş eğmek zorunda kalmıştır. Bu, İngilizlerin yahut Büyük Britanya'nın aynı bölgedeki Selman-ı Pak mağlubiyetinden sonra ikinci kayıplarıdır. Selman-ı Pak'ın muzaffer komutanları Halil ve Nureddin Beylerdir....
İngilizlerin, Kut'da 40 binden ziyade ölü verdiğini bizzat İngiliz kaynakları yazmaktadır. Birliğimiz, düşmanın 13 general, 481 zabit ve 13.300 neferini esir almıştır. Teslim üzerine general Townshend'in tabancası alınmaz. Kendisi önce Heybeli Ada'ya sonra Büyükada’ya gönderilir. Burada uzun yıllar yaşamıştır. Rüya misali "Prens Adaları" hezimete uğramış kumandanın aklını başından almış olmalı ki bir süre sonra bir küçük ricada bulunmuştur. Esir general, Kut'daki köpeğini istemektedir. Hayvan, bir mahfazayla sahibine ulaştırılır... Bir zaman geçince İngiliz hükümeti de bir küçük ricada bulunacaktır.
Kut'ül Amare, yahut kısaca Kut, Bağdat'ın güneyinde, Basra Körfezi'nin kuzeyinde üç tarafı Dicle Nehri ile çevrili 7 bine yakın nüfuslu bir şehrimizdi.
1914'te başlayan Cihan Harbi, 1916'ya gelindiği hâlde devam etmektedir. Harbin cereyan ettiği yerlerden biri Irak'tır. Kut da bunun sahnelerinden biridir. 16 Ekim 1914'te Mezopotamya seferini başlatan İngilizler, Kut'a saldırdıklarında mağrur bir şekilde neticeden çok emindirler. Nitekim ilk ânlarda talih, onlardan yana güler gibi olur. Üstelik komutanımız Yarbay Süleyman Askerî Bey yaralanmıştır. Bu netice üzerine vatan toprağı elden gitmektense canım gitsin dercesine kendi eliyle ömrüne nokta koymayı tercih eder. Sonra geçici olarak komutayı Fazıl Paşa almıştır. Fazıl Paşa'dan sonraysa Sakallı Nureddin Paşa, komutayı deruhte etmiş ve harbin yönü tamamen lehimize dönmeye başlamıştır. Düşman şaşkındır, her saldırıları püskürtülmekte, tahminlerinin ötesinde ölü vermektedirler. Nureddin Paşa, fevkalade bir savaş taktiği geliştirmiştir. İngilizler, acze düşmüştür. İçinde içkiye varıncaya dek her şey olan bir İngiliz yardım gemisi Julnar, gece Dicle Nehrinde gusl abdesti almak için suya inen bir iki genç askerin şüphesi üzerine yakalanıp, erzak askerimize taksim edilir. Artık zafer çok yakındır. Bunun üzerine Başkumandan Vekili Enver Paşa, Nureddin Paşa'nın yerine kendinden bir yaş küçük olan amcası Albay Halil Bey'i kumandanlığa tayin eder. Ancak Halil Bey, bir akıllılık yaparak Nureddin Paşa'nın planlarının zerresine dokunmaz. Bu vazife değişikliğinde Türk ordusu zafere yakınken bölgeye Alman General Goltz Paşa'nın 6. Ordu Kumandanı olarak gönderilmesine, Nureddin Paşa'nın soğuk bakması da tesir etmiştir. Zafer üzerine Halil Bey, paşalığa terfi ettirilmiş ve Paşa daha sonra "Kut" soy ismini almıştır. Bugün Türkiye ve Irak'ta Kut soyadlı olan hemen herkes, bu harbin kahramanlarının torunlarıdır.
Osmanlı orduları, 1897 Teselya Zaferi'nden bu yana zafere hasrettir. Onun için bir müdafaa harbi de olsa Çanakkale Zaferi, ilaç gibi gelmiştir. Bir sene sonra İngilizlerin önümüzde müthiş bir hezimete uğrayarak diz çökmeleri ise diriliştir.
Utandırıcı hezimet, İngiltere’yi karıştırmıştır. Sebepleri uzun uzadıya incelenmiştir. Esir general ise Büyükada'da pencereden denizi seyrederek hatıratını yazmıştır.
Kut Zaferi'nin 100. Yılındayız...
Bu münasebetle tarih dergileri, mevzua geniş yer ayırmakta ecnebi yazarların kaleme aldığı kitaplar çıkmaktadır. Böylesine bir parlak zafer, sırf İngilizler hezimet yaşadılar diye 70 seneden bu yana nesillere unutturulmuştur. Kut'ül Amare Zaferi 1946 senesine kadar millî bayram olarak kutlanıyordu. 1946'da İngiliz Hükümeti, Türkiye'de iş başında olan Tek Parti Hükümeti'nden bunun icraattan kaldırılmasını rica edince hey'eti vekile, ricayı emir telakki edercesine muhteşem zaferi gündemden çıkartmıştır. Reisi Cumhur İnönü, Başvekil Saraçoğlu'dur.
Kut'da bir şehidliğimiz mevcuttur.
Bu büyük zaferin kahraman komutan, zabit ve eratına gani gani rahmetler diliyoruz. Mekânları cennet olsun.
Merak ediyor olmalısınız?
İngilizleri kim teslim aldı?
Sadece bir piyade alayımız.
TBMM, acilen 29 Nisan'ı yeniden "Kut'ül Amare Bayramı" olarak kabul ederek istiklâlimizin üstündeki bu lekeye son vermeli ve şehîd ve gâzilerimizin ruhlarını şâd ve milletimize de özür borcu eda edilmelidir.
.KİLİS'İ OKUMAK
2016-04-27 02:00:00
Suriye'de kalıcı barışın temin edilmesi için müzakereler, Cenevre'de devam etmekte. Bu müzakerelere DAEŞ ve El Nusra dahil edilmemişti. YPG ise Türkiye'nin "PYD, PKK'nın Suriye'deki devamıdır. YPG de PYD'nin silahlı unsurudur" diyerek tavır koyması ile dışarda kalmıştı...
Şimdi sızan haberlere göre BM Suriye temsilcisi Staffan de Mistura PYD ile görüşme hazırlığındaymış. Bu görevdeki birinin kendi başına hareket etmesi düşünülemez. Temsilci Mistura, muhakkak bağlı olduğu makamın iznini almıştır. Veya genel sekreterlik görüşme talimatını kendisi vermiştir. Ankara, Cenevre'yi delmeye yönelik bu münasebetsiz teşebbüs üzerine biraz da diplomasi dışına çıkarak "görüşecekseniz, YPG ile değil Kandil'e giderek onların ağa-babaları PKK ile görüşün!" diye sert bir tepki gösterdi.
Batının Türkiye aleyhine taktikleri bundan ibaret değil. Amerikan ve İngiliz askerlerinin DAEŞ'e karşı YPG ile omuz omuza mücadele ettikleri artık ekranlara düşmeye başladı. Bakalım, bu Batı, bu mızrağı bu çuvala nasıl sığdıracak? Bize müttefik ve dost olduğunu söyleyen devletlerden bazıları hazan yaprağı gibi havada savrulup durmaktalar. Şimdi belki neden adını vermeyip de "Batı" diyorsunuz diyebilirsiniz. "Batı"nın kim olduğunu PKK elebaşlarından Cemil Bayık, BBC'ye verdiği beyanatta açıklamakta:
İsmi geçen terörist, muhabirin sorusunu düzelterek dolaylı değil doğrudan ve yalnızca Amerika’yla değil, İngiltere’yle de temas hâlinde olduklarını söylemiştir. Cemil Bayık'la röportaj yapan, bir Türk kanalı değildir. BBC'ye bunları söylemektedir. BBC yoluyla hem yıkılmadık havası vermek istemekteler. Ve hem de "biz, barış isterken Ankara, savaşa devam ediyor!" propagandası peşindeler. Dağ kadrosu, Suriye kanadı bu çalışmalar içindeyken örgütün Türkiye'deki siyasi teşekkülü de boş durmamakta. HDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş da Washington'a gidip görüşmelerle Ankara'ya baskı yaptırma peşinde.
Şu manzarada çok örgütlü, çok devletli, silahlı, siyasi ve psikolojik bir mücadele vardır. Amerika dün kendisine "go home!" diye hakaret edenleri bugün gizli-saklı şekilde himaye etmektedir. Örgütte silahları, İHA'ları çıkmakta, askerleri omuz omuza yakalanmakta. İngiltere zaten bölgede 200 yıldır yaşanan her musibetin asli failidir.
Türkiye'ye karşı bütün bu silahlı, siyasi, psikolojik ve çok örgütlü ve çok devletli tacizler olurken bir de Kilis gerçeği yaşanmakta. Kilis, bunlardan hiç ayrı değil. DAEŞ Kilis ilimizi fütursuzca ve ısrarla vurarak vatandaşlarımızı tedirgin etmekte, ölenler olmakta, psikolojik yoğun baskı altında kalmış bir kısım insanlar, göçüp gitmekteler.
İddiamızı tekrar ediyoruz. Arap Baharı, Suriye'ye Türkiye'yi sıcak savaşa çekmek için geldi ancak başaramadılar. Bu defa DAEŞ adlı taşeron örgüt devreye sokuldu. DAEŞ, güya bitirilememekte. Bu nasıl bir süper güç ki süper güçler üstü süper güçtür? İslama iftira, Kilis'e füze atan bu vahşi örgütün Kilis saplantısı tesadüf değildir. Türkiye'yi hâlâ İttihad-ü Terakki masonları elindeki Hasta Adam zanneden garp, Ankara'nın sinirlerini bozup Suriye'ye girmesi için O'nu tahrik etmektedir. IMF'yi göndermenin dersini vermek istemektedir. Türkiye, sıcak harbe girerse 200 yıldan bu yana ilk defa yakaladığı yüksek kalkınma ve büyüme rüzgârının duracağı ümidindeler.
Batı, dostsa dost gibi davranmalıdır. Batı'nın PKK ve uzantılarını sol kolu, DAEŞ'i de sağ kolu olarak kullandığını Türkiye'de artık sokaktaki insan bile görmektedir.
.TARİHİN YÜZ KARALARI
2016-04-26 02:00:00
Bugün ele aldığımız mevzuun birinci bölümünü dün "Tarihin Suçluları" başlığı altında yazmıştık. Dünkü ve bugünkü bahsin nirengi noktası şudur:
Merhum arkadaşım Yalçın Özer, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991'de Moskova ziyareti yaparken kendisini takip etmektedir. Cumhurbaşkanı bu yolculukta Yalçın Özer'le bir arkadaşına çok kıymetli bir mülakat verir. Fakat dediklerinin bir kısmının yayınlanmamasını ister. 25 yıl sonra Star gazetesinde neşri ile hadiseden haberdar olduk. Dünkü bölümde Turgut Özal'ın Cemal Paşa'nın yaptığı korkunç icraatlar yüzünden Araplarla köprülerin çökmesine dair düşüncelerini nakletmiştik...
Bugünse anlattığı daha etraflı mes'eleleri okuma fırsatı doğmaktadır. Görüldüğü gibi Turgut Özal, sadece "dindar, demokrat ve sivil Cumhurbaşkanı" değildir. O aynı zamanda derin tarih şuuruna da maliktir:
Osmanlı Devleti'nin içten yıkıldığına, Hilafetin İngilizlere verilen söz üzerine kaldırıldığına, petrol ve Hind Müslümanları gerçeğiyle yapılan yardımın CHP'ye aktarılmasına ve Millî Mücâhade'yi Vahidettin Hân'ın başlattığına dikkat çekmektedir.
Star'da çıkan konuşmayı yer yer imla düzeltmeleriyle paylaşıyoruz:
Turgut Özal, Avrupalıların satın aldıkları adamlarla Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman âleminden koparıldığını anlatmakta.
-İngilizler, bu yolla iki şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar ve İslâm Halifesi’nin etki alanında bulunan ve bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a Hilafeti kaldırarak hakim oldular. Merhum Özal, Türk gazetelerindeki "şeriatçı devletler" tartışması konusunda ise şunları söylüyor:
-İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devletle savaştığı görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmıştır. Vehhabilik ise İngilizlerin kurduğu bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır. Şeriat, İslâm’ı yaşamaktır. Bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara "şeriat devleti" diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara "şehit" diye haber yaptıkları gibi.
CHP’yi biraz sıkıştırırsan Avrupalı dostlarına Türk Devletini şikâyet ederler. Nasıl ederler? Ya el altından ya da CHP beslemesi ulusalcı gazetecilerle kamuoyu oluşturarak.
Cumhurbaşkanı, Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesine sebep olan İttihad-ü Terakki fırkasıyla CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekmekte:
-CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar.
Halifeye saygıyı dinî bir vecibe sayan Hind Müslümanları'nı bir türlü kontrol edemeyen İngilizler, Osmanlı'dan sonra kurulacak yeni devlete bir şartla izin verdiler: 5 yıl içinde Hilafet'i kaldırmak! 1924 yılında Hilafet kalktı, Müslümanlar başsız kaldı. Şimdi Hıristiyanların Papa’sı var, Müslümanlar ise darmadağın. Bunun sonucu, İngilizler, Hindistan ve petrol havzalarını rahatlıkla kontrol etmeye başladılar.
Halife Vahdettin Han’ın dünya Müslümanlarından son isteği Anadolu’da başlattığı direniş için dua istemek oldu. Dua dışında bir şey istenmediği hâlde Hind Müslümanlarından bu direnişe destek için tonlarca altın gönderildi. Ancak bu altınlara CHP’liler el koydu ve bir kısmıyla da malum İş Bankası’nı kurdu.
...
Geçenlerde bir yazımızda yaptığımız teklifi tekrarlamak isteriz:
Haksız yere CHP'ye aktarılan bu para, Vakıf Yatırım Bankası'na devredilmelidir. Hazine, dâvâ açabilir.
.ANKARA'NIN ERBİL SİYASETİ
2016-04-21 02:00:00
Nihâyet Kürtçü terörün beli kırıldı. Vatandaş, sanki bir rüyada. Cumhurbaşkanı, Başbakan, sevindirici muvaffakiyeti haber vermekte, gazeteler "PKK'yı mağlup ettik" diye başlıklar atmaktalar. Elbette ki dikkat edilmesi gereken erken zafer havasıdır. Böylesi havalar, Asr-ı Saadet'teki Hendek Harbi'nden bu yana hep kaybettirmiştir. Bu sebeple temizleme en tavizsiz şekliyle devam etmelidir...
Kürtçü terör örgütünü hüsrana uğratan birinci âmil, siyâsî iradenin kararlılığıdır. İkinci âmil, asker, polis ve diğer emniyet unsurlarımızın gözlerini kırpmadan hainlerin üstüne gitmeleridir.
Bu saydıklarımız, devlet, hükûmet ve onun emrindeki unsurlardır.
Ama bu iftihar vesilesi neticede başka âmiller de var:
Onlardan birincisi Kürtçü olmayan Kürt vatandaşlarımızdır. Nasıl ki bu dehşetli mücadelede asker, polis, korucu, jandarma, özel güvenlik, istihbarat ve şehit ailelerinin hakkı ödenemezse Doğu ve Güneydoğulu vatansever Müslüman Kürtlerin de hakkı ödenemez. Onlar, devletin varlığı, ülkenin birliği, ezan sesinin susmaması ve bu toprakların kardeşliğinin yanında yer aldılar. Bu kolay değildir. Hem orada haydutların tehdidi altında yaşayacak ve hem de bu cesaret gösterilecek.
Kürtçü terör örgütün belinin kırılmasında payı olan bir diğer unsur da Barzani siyasetidir. Mesut Barzani, bırakınız Türkiye'nin işini zorlaştırmayı, aksine Türkiye'nin yanında yer aldı. Batıyı, PYD'ye yakınlaştıran, DAEŞ diye bir tezgâhı ortaya çıkartan esas saik, Kürdistan'ın Türkiye ile yaptığı petrol andlaşmasıdır. Bu andlaşma üzerine Kürt petrolü borularla Ceyhan'a taşındı. Fakat Batı çıldırdı. Güneyimizde sözde bir Kürt devleti kurup petrolü Erbil'den kopararak Akdeniz’e akıtmak için çok uğraştılar ama Ankara'ya geri adım attıramadılar.
Sosyalist Kürtçülerin "seni başkan yaptırmayacağız!" dediği iki kişi oldu. Biri Tayyip Erdoğan, diğeri Mesut Barzani. Yaşananların seyri baştan beri sıralanırsa görülecektir ki bugün mağlup olan yalnızca PKK ve HDP değildir. HDP, PYD ve onların arkasında yer alan sömürgeci devletlerin Orta Doğu politikaları da mağluptur.
Sn Barzani, hiçbir gün ırkçı anlayışla hareket etmemiştir. Sn Erdoğan'ın ırkçı anlayışla hareket etmemesi gibi. Türkçülük, Kürtçülük, Baasçılık garbın bölünmeye matuf olarak bu iklime zerk ettiği ithal ideolojilerdir.
Eğer Mesut Barzani, samimi davranmasa ve sağlam durmasaydı Ankara, bugün bu müjdeleri veremeyebilir, manşetler farklı olabilirdi. AK Parti, iktidar olduktan sonra Erbil'le kardeşâne siyaset güttü. Irak Kürdistanı, bugün Türkiye ile birleşmiş gibi. Müteahhitlerimiz oraları imar etmekte. Çarşılar Türk mallarıyla dolu.
Şimdi bu Erbil'e, bu Mesut Barzani’ye, Ankara'nın bir vefa borcu doğdu. Petrol fiyatları düştüğü için Erbil, ekonomik zorluğa dûçar olmuş vaziyette. Maaşların ödenemediği, Peşmerge kumanyalarının bile karşılanamadığı gelen haberler arasındadır. Manzara, müstemlekeci iştahın arayıp bulamadığı fırsattır. Batı, hemen kolları sıvayarak maddî yardım yapmaya soyunmuştur.
İşte bu noktada Ankara'ya çok iş düşmekte.
Son derecede uyanık olunmalı.
PYD'nin elinde kimin silahları çıkıyor?
Silahla yapamadıklarını parayla yapabilirler. Bir tarihte Kerkük gündemde iken "Ankara'nın güvenliği Kerkük’ten geçer!" diye bir yazı yazmıştık. Ankara'nın güvenliği bugün de Erbil'den, Kuzey Irak'tan geçmektedir.
Ankara, dara düşen kardeşlerimizin de yanına koşmalıdır. Sadece Erbil'in de değil. Bağdat da desteğe muhtaç. Bağdat'a da yardım etmeli. Bu, hem kardeşlik, hem komşuluk ve hem de jeopolitiğin emridir.
.TÜRKİYE BAŞBAKANI, ARSLANLAR GİBİ KÜKREDİ!
2016-04-20 02:00:00
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1959'da başlattığı AB/Avrupa Birliği'ne adaylık müracaatını sabırla devam ettirmektedir. Aynı devlet AK/Avrupa Konseyi'nin ise 1949'da kurucu âzâsıdır.
AP/Avrupa Parlamentosu, AB'nin değil, AK'nin parlamentosudur.
AP, geçen hafta Türkiye aleyhine bir rapor hazırlayarak Ankara'ya yolladı. Türkiye, mülteciler mevzuunda başta Avrupa olmak üzere bütün dünyanın sorumluluğunu tek başına yüklendiği hâlde yazılan rapor, Suriyeliler dahil sözde Ermeni mes'elesine kadar neredeyse her satırıyla bizi rahatsız edecek mahiyette. O kadar ileri gidilmekte ki Ankara'nın "Ermeni soykırımı"nı tanımasını bile istemekte. Haddini aşan bu rapora Devletimiz lâzım gelen aksülameli gösterdi. Öyle ki bu reaksiyon, raporun iadesini icap ettirdi. "İade" diplomatik nezaket dilidir. Esasında, anlayanlar için geçmişimize katliam iftirası atanların suratına fırlatmadır.
Tam bu süreçte AKPM/Avrupa Konseyi Parlamentosu başkanı sn Pedro Agramunt, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu AP'de bir konuşma yapmak üzere Strasbourg'a dâvet etti. Sn Başbakan, dün mezkûr mecliste bir konuşma yaptı ve soruları cevaplandırdı. Konuşma muhtevalı, cevaplar tatmin ediciydi. Bir mülteci ailenin, doğum sebebiyle bir hastanemizde gördüğü üstün insani muameleye dair verdiği malumat, taş bile olsa vicdanları eritecek kalitedeydi.
Başbakan Davutoğlu, Avrupa'nın içinde Avrupa'ya da en anlaşılır dille sesleniyordu. "Avrupa, kalbindeki problemleri aşamıyor!" derken aslında "niyetinizi sorgulayın!" demekteydi. "Küreselleşmenin hayatın her alanını etkilediği böyle bir ortamda adalet ve merhameti de küreselleştirelim" derken de Batı'nın çifte standard, ötekileştirme ve bencilliğine gönderme yapıyordu.
O arada HDP'li Ertuğrul Kürkçü de bir soru sordu. Fakat soru İngilizceydi. Eski militan, teröristleri "gerilla" diye anıyor ve "gerillayla savaşı ne zaman bırakacaksınız, şu kadar ölü var!" diyordu.
Dün, Avrupa Konseyi'nde bir ilk yaşanmaktaydı. 01.01. 2016 Günü alınan kararla Türkçe, AK'nin çalışma dili olmaktaydı. Diğer taraftan Türkçemiz, AB'de de resmî dil olma yolunda. Bu imkânla Başbakanımız, tarihte ilk defa olarak Avrupa Parlamentosu'nda Avrupalı vekillere Türkçe hitap ediyordu. Tabiatiyle Ertuğrul Kürkçü'nün sualini Türkçe sorması gerekirdi. Halbuki O, inadına İngilizce sordu. Demek ki İngilizler, kendisine daha yakın...
Kürsüde soruları cevaplandıran Başbakan Davutoğlu, sorunun İngilizce sorulması ve teröristlere gerilla denmesi üzerine öfkelenerek şu karşılığı verdi: "Türk vatandaşlarından oy almış bir milletvekili olarak böyle bir günde sorunu Türkçe sormanı isterdim. İnsanlar için emniyet ve hürriyet olmazsa olmaz iki ihtiyaçtır! vatanımda bunları temin edene kadar bu mücadele tavizsiz şekilde devam edecektir. Eğer Türkçe düşünseydin, konuşmalarımızı anlar, satır aralarını okurdun!"
Başbakanın sözleri, kırbaç gibi şaklarken Ertuğrul Kürkçü'nün omuzları çöktü, yüzü küle döndü. O ân, "keşke 1972'de 10 arkadaşımla beraber ben de ölseydim!" diye hayıflanıp hayıflanmadığını merak etmemek mümkün değil. Arkadaşlarının idamını önlemek için bir kaç NATO askerini kaçırmış bir kısım militan teröristler, askerlerimiz tarafından Kızıldere'de kuşatıldı. 30 Mart 1972 günü çıkan çatışmalarda 11 teröristin tamamı öldürüldü. Fakat bilâhâre Ertuğrul Kürkçü'nün samanlıkta bulunmasıyla ölenlerin 11 değil 10 kişi olduğu anlaşıldı. Herkes ölürken adı geçenin kurtulması o günlerde çok tartışılmış, şüpheler ve bazı yakıştırmalar olmuştu.
İşte bu sosyalist ve herhâlde aynı zamanda Kürtçü vekil, Türkiye Başbakanını güya el-âlemin içinde ağır bir soruyla zora sokmak istemiş, fakat paramparça edilmişti.
Milletimizi, AP'de ses bayrağımız Türkçe ve millî his ve vazgeçilmez değerlerimizle birlikte şerefle ve dirayetle temsil eden başbakan Ahmet Davutoğlu'nu can-u gönülden tebrik ediyoruz...
Bir dünü düşününüz ve bir de "bu hanıma haddini bildiriniz!" diye kendi meclisimizde nevri dönen Başbakan Bülent Ecevit'in "aile fotoğrafı çektirmek için gittiği Brüksel’de ise fotoğrafta yok olmasını hatırlayınız.
Ağzınıza sağlık sn Başbakan!
AP'de arslanlar gibi kükrerken milletin hislerine tercüman oldunuz.
Bu takdir hakkınızdı!..
Biz de milletimizin hislerine tercüman olmaktayız...
.EYVAH TÜRKÇE GELİYOR!!!
2016-04-19 02:00:00
Kıbrıs, 1571'de II. Selim zamanında Lala Mustafa Paşa komutasındaki 60 bin askerimizle fethedildi. 1878'te Ruslara karşı bize destek olması şartıyla yıllık 92 bin altın lira karşılığı İngiltere'ye kiralandı. Kiracı devlet, İttihatçıların Osmanlı Devletini Almanya yanında dünya harbine sokması üzerine 1914'te adayı ilhak etti. Ankara, Lozan akdi ile 1923'te bu ilhakı tanıdı.
Kilise 1950'de adayı Yunanistan'a bağlamak için referanduma gitti. Yüzde 90 Evet çıktı. Rumlar, 1955'te EOKA'yı, Türkler de aynı yıl TMT/Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdular. Silahlı çatışmalar başladı. Londra ve Zürih andlaşmalarıyla sulh temin edilerek 1960'ta iki cemaatli Kıbrıs Cumhuriyeti devleti kuruldu. Cumhurbaşkanı Rumlardan, Cumhurbaşkanı yardımcısı Türklerdendi. Ancak Rum çeteler rahat durmadılar. 1963'ten itibaren siviller evlerinde bile katlediyorlardı. Kan dökülmesinin artması ve Yunanistan'a bağlanma maksadıyla darbe yapılması üzerine Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak 20 Temmuz 1974'te adaya askerî müdahalede bulundu.
KKTC böylece doğdu. O günden bu yana adadaki iki millet, ayrı devletler hâlinde yaşamaktalar. BM genel sekreteri Kofi Annan'ın 24 Nisan 2004 tarihli birleşme teklifini Türk tarafı kabul ettiği hâlde Rumlar reddettiler. AB ise Rum kesimini mükâfatlandırır gibi 1 Mayıs 2004'te "Kıbrıs Cumhuriyeti" ismiyle bütün adayı mevcut ihtilaflar ve fiili gerçeğe rağmen birliğe almakta mahzur görmedi.
Türkiye'nin kalkınıp gelişmesi, hâliyle Kıbrıs'a da tesir etti. Borularla KKTC'ye su nakletme gibi büyük bir hamlenin bütün Kıbrıs'a katacağı artılar bellidir.
Gelişmeler, yönetimde değişimler vs Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum liderlerini, daha itidalli düşünüp yeniden yapılanmaya dair adımlar atmaya sevk etti. Anadolu suyundan tabiî ki Rumlar da faydalanacaklar. Bunun gibi Rum tarafının da iyi niyetler taşıdığını isbata çalıştığı anlaşılıyor.
İngiliz Daily Express gazetesinin haberine göre Rumlar, geçtiğimiz günlerde meclislerinde bir çalışma yaparak Rumca gibi Türkçe'nin de AB'nin resmî dili olması için Avrupa Birliği Dönem Başkanı Hollanda'ya bir teklif götürmek için oylama yapmışlar. 375 milletvekili "evet" derken, "133" vekil hayır demiş. Rum teklifi AB'de kabul edilirse Türkçe AB'nin 24. resmî dili olacak.
Buraya kadar bir anormallik yok. Anormallik, haberi veren gazetesinin mantığında: -28 AB üyesi devletten hiç biri Türkiye'nin AB'ye kabulünü desteklememişken Türkçe'nin AB'nin resmî dili yapılma teşebbüsü korku uyandırdı! diyor.
Fakat orada durmuyor. Peşin hüküm ötekileştirme devam etmekte. Türkiye nüfusu, 2018'de Almanya'yı geçecekmiş. Üstüne üstlük bu yıl Türk vatandaşları Avrupa'da vizesiz olarak seyahat de edebileceklermiş. Halbuki Türkiye'nin GMH'nın İngiltere'nin çeyreği bile yapmıyormuş. Diğer taraftan Türkiye mülteciler için 5 milyar sterlin para alacakmış. Bu İslâm milleti, mülteci göçü için yeni tehditler oluşturmaktaymış.
İngiltere, girdiği her yerde arkasında ihtilaflar bırakarak çıkmıştır. Kaldı ki Kıbrıs'ı tamamen tahliye etmedi. Toprağı saydığı Agratür ismindeki bir üssü kullanmaya devam etmektedir.
Kimse Londra'ya bu nasıl AB üyeliği? Sen neden kendi millî paranı kullanıyorsun? demiyor. Buna rağmen bir gazeteleri, Türkçe'den dolayı şiddetle rahatsız oluyor. AB Türkçe'yi resmî dil olarak kabul ederse memnun oluruz. Aksi olunca da umursamayız. Bir kısmı İngiltere'de yaşayan 5 milyon Batı Türkü, Türkçeyi zaten AB'ye taşıdılar. Avrupa'da resmileşmesi ise kaderin bir cilvesi olarak Rumlar eliyle olacağa benziyor. Bu yüzden Nicos Anastasiades'in başına bir hâl gelirse kimse şaşırmasın.
İngilizce bir asırdır bazı memleketlerde zorla resmî dil yapılmış, Türkiye gibi bazılarında da imtiyazlı dil olmuşken Türkçe'ye karşı duyulan bu husumet nedir?
Avrupalılar eskiden "anne Türkler geliyor!" derlerdi.
İngilizler ise dilimizden bile korkarak:
-Eyvah Türkçe geliyor! demekteler.
Ne çâre ki korkunun ecele faydası yoktur.
Doğrudur; Türkiye nüfusu, Almanya’yı geçecek. Ancak orada durulmayacak. İngiltere ekonomisi de aşılacak! Korkmayıp da ne yapsınlar? Alkış tutacak hâlleri yok!
.HÂNEDAN'A ÖZÜR BORCU
2016-04-18 02:00:00
Hânedan, yani Kayı boyundan inen Osmanlı Sülalesi'nin bir çoğu dâhi, haylisi üstün devlet adamı ve kumandanlık melekesine sahip ve en isimsizi bile mümtaz vasıflarda olan Padişahlarla bu millete, bu ümmete muazzam bir vatan, muhteşem asırlar ve emsalsiz bir şeref ve dünyaya da bir medeniyet bıraktılar.
Onlardan kalan itibar ve şânı bugün dahi kullanmaktayız. Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte aynı zamanda Halife-i Müslîmin olan Padişahların bu emsalsiz yüksek muvaffakiyetlerinin arkasında din-ü devlet, mülk-ü millet ve bekamız uğruna göze evlatlarının hayatını almaya varıncaya kadar müthiş fedakârlıklar vardır.
Osmanlıda zaman, büyük bir azimle başladı, cihad ruhu yani î'lâyı kelimetullah aşkıyla muhteşem bir zirveyi buldu, fakat hüsranla bitti. Haçlılar, İstanbul'u geri alamadılarsa da O'nu işgal ederek intikamlarını hayata geçiren pazarlıkların galip tarafı oldular. Türk tarihinin de dünya tarihinin de en büyük facia ve kasıtlı sui muamelelerinden biri Osmanlı Hânedan'ını 3 gün içinde memleketten apar topar sürgün etmektir. Adalet, amme hukuku, hususi hukuk, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, kul hakkı, vefa hissi, vicdan... gibi üst değerlerin hepsi hiçe sayılarak keyfî ve zorba kararlarla Osmanlı Hânedanı bir eşyanın kapı önüne konması gibi hudut haricine yollandı. Kimsenin yaşlı olmasına, bebek olmasına, hasta olmasına, parasız olmasına bakılmadı. Ellerinde dönüş imkânı vermeyen birer pasaport, küçük birer cep harçlığı vardı hepsi o kadar. Artık Türk kara suları ve hava sahasından bile geçemiyeceklerdi. Tarih derslerinde okutulan "vatanı kurtardı" klişe ibaresi zannedilmesin ki tek başına düşmandan kurtarmayı kasdetmektedir. Sinsi ibarenin asıl maksadı Osmanlıdır.
Bize bir imparatorluk, yüksek bir şeref bahşeden, en nihayetinde yine de büyük bir vatan bırakan bir Hânedanın evlâtlarına fenalıkların en dehşetlisi yapılmıştı. Buna rağmen Hânedan mensupları, sürgün yaşadıkları 3 Mart 1924'ten 15.05.1974'e kadar yarım asırlık zaman zarfında sığındıkları diyarlarda açlıktan ölmeyi göze aldılar fakat ne Türkiye aleyhine bir faaliyette bulundular ve ne de Türkiye aleyhine konuştular. Bu, öldüğünde alacaklı bakkalın tabutuna haciz koydurduğu Sultan Mehmed Vahideddin'den sürgüne kundakta iken giden Hânedan mensubuna kadar böyledir. Zira onlar asalet sahipleriydi. Vatanlarına pasaport ve nüfus kağıdı evrakı ve mide ve menfaatleriyle değil kanları, canları, cedleri ve dâvâlarıyla bağlıydılar.
Fazla uzak olmayan bir zaman öncesine kadarsa Devlet-i âli Osman'ın hakkını teslim etmek şöyle dursun tarihi, takvim sırasına göre nakletmek dahi yeni rejim kurucusuna hakaret sayılabilmişti. Üstelik de Türkçü olan ve
Türkçülüğü ölçü sayan İsmail Hami Danişmend'in "Osmanlı Tarihi Kronolojisi" ilk çıktığında birtakım profesörler tarafından İstanbul Üniversitesi önünde ateşe verilmiştir.
Bugün aklı selim hakim olmuştur. Hata ve sevabıyla her şey yerli yerine oturmakta. Daha da oturacak. Ancak her şeyin yerli yerine oturması ilmi müktesebatla mümkün olabilir. Bu da haysiyet sahibi kalemlerin ortaya koyduğu eserlerin ışığında mümkündür.
Hânedan ve Sultanlar hakkında resmî tarih kitaplarında cellatlığın yapıldığı devirlerde Kadir Mısıroğlu, "Osmanoğulları'nın Dramı" ismiyle bir eser kaleme almıştı. Diğer kitapları gibi bu fevkalâde bir çalışmaydı. Okunup miras bırakılmaya lâyıktır. Şimdi kalıcı bir eser daha neşroldu. "Sürgündeki Hânedan" ismindeki bu hacimli çalışma, çok büyük bir emeğin mahsulü. Tâ Oğuzhan'dan bu yana Osmanlı Hânedan'ını tedkik eden mufassal bir kitap.
Kendisini lise yıllarından beri tanıdığımız ilmî gayret sahibi Ekrem Buğra Ekinci'nin yazdıkları okunduğunda ortada alelâde bir sürgünden ziyâde nasıl bir politik hırs olduğu görülecektir. Açlıktan parkta ölenler, intihar edenler ve neler ve neler. Hepsi müsebbipleri için yüz karası. Ekrem Buğra Ekinci'nin bu son eseri de bir değerli hizmet. Ancak müellifin görünmeyen bir hizmeti daha var. O da eserlerdeki Türkçe. Arkadan gelen nesillerde nadiren şahit olduğumuz bu seviyeli Türkçe, bir başka mağdur Türkçe'nin istikbaline dair bizde ümitlerin devamını temin etmektedir.
Bugün artık şunu söylemenin vakti gelmiştir:
Devlet'in Hânedan'a gecikmiş bir özür borcu vardır.
Bu özrün yapılması ve maddî destek ve mânevi itibarın noksansız ifa ve edâ edilmesi lâzımdır. "Devlet", derken devlet hükmi şahsiyeti, bir bütün olduğu için sadece T.C. Devletini kasdetmiyoruz. Hânedan mensuplarının şahsî mallarını Hazine-i Hassaya devreden mason hakimiyetindeki İttihat Terakki devri II. Meşrutiyet idaresini de buna dahil ediyoruz.
Devlet özür dilemeli, gereğini yapmalı ve fakat bir şey daha yapmalı. Her önüne gelen "Osmanlı", "Osmanoğlu" isim ve unvanını kullanamasın diye tedbir de almalıdır.
Eğer; genç nesiller, yeni beyaz zehir sosyal medyadan ve aileler de çağdaş büyücü dizilerden yakalarını kurtarıp kitaba yönelme bahtiyarlığına ererlerse kazanacakları bilgi birikimiyle hakîkatlerle tanışırlar.
....
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, "Sürgündeki Hânedan" 640 sh, 2015, Timaş
.İİT'NİN İSMİ, DİLİ, MERKEZİ, BANKASI VE GAYESİ
2016-04-15 02:00:00
İİT/İslâm İşbirliği Teşkilatı, 56 üye devletin iştirakiyle İstanbul'da toplandı. Son senelerde İslâm âlemi için yapılmış en geniş toplantıdır.
Konuşmalarda da dile getirildiği gibi Müslüman memleketlerin yığınla mes'elesi vardır. Bazı milletler esaret altındadır, bazı ülkeler işgal edilmiştir, haçlı zihniyeti, sinsi bir şekilde bu coğrafyaya sızmış insafsızca sömürmekte ve İslâm ülkelerini kabile üzerinden veya itikatlarını bozarak birbirine düşürmektedir. Batılı devletler, bir kaç asır öncesinden başladıkları yer altı, yer üstü madenleriyle petrolleri alıp götürme faaliyetlerine bugün de devam etmekteler. Son senelerdeyse İslâm ve Müslüman imajıyla oynamaktalar. "İslam eşittir terör!" iftirasını kısmen bile olsa yerleştirdiler. Batıdaki bir çok insanda -maalesef- İslâm korkusu ve Müslüman nefreti uyanmıştır.
Diğer taraftan ağa devletler emrindeki BM/Birleşmiş milletler, soğuk savaş döneminin yanlış yapısını devam ettirmektedir. Karargâh merkezi olan BMGK'da hiç bir İslâm devleti yoktur.
Şu hakikat unutulmamalı:
İslam ülkeleri, I. Dünya Harbi'ne dek ya doğrudan doğruya veya Hilafet bağlılığıyla bir bütündü. O zamanlar, şimdi ileri sürüldüğü gibi bir mezhep sıkıntısı yoktu. Bizde tarihin hiç bir döneminde Mezhep savaşları yaşanmamıştır. Şimdilerde mezhep zannedilen cereyanların önce terör örgütü olarak sonra da devletleşmeleriyle yaptıklarının ve/veya inançlarının 4 hak mezheple uzaktan yakından alâkası yoktur. Bunlar, İslamofobi için kurgulanmış, ısmarlama fikir ve taşeron taşkınlıklardır.
İslâm dünyasında her memleketin kendi içinde, İslâm coğrafyası olarak, bulunduğu kıta olarak ve diğer dinlerin inanç aidiyetini oluşturduğu devletlerle.... şeklinde devam eden haylice zorluklar vardır. Bunlardan bazıları asırlıktır. Bu sıkıntılar dayanışmayla aşılabilir . İİT'nin ortaya çıkması, bu ihtiyaçtan doğmuştur
İİT, ilk olarak 1969 Senesinde "İslam Konferansı Teşkilatı" adıyla ve Filistin derdine derman olmak için Tunus’ta kuruldu. BM'den neredeyse çeyrek asır sonra doğuyordu. Ne var ki bugün gündemde olan teşkilat, kurulduğundan bu yana gözle görülür bir icraata imza atamadı.
Bu coğrafyada halk, temizdir. Onların başındakilerse ya batının güdümündedir vaziyeti idare eder veya o ülke çok fakirdir hiç bir tesiri olmaz.
"İslâm İşbirliği Teşkilatı 13. İslâm Zirve Toplantısı" bu gerçekler altında İstanbul’da yapıldı. Türkiye, devlet olarak toplantıya çok kıymet verdi. Zaten dönem başkanlığı da şimdi Türkiye'de.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Filistin'den Kırım'a, terörden mültecilere ve BM'nin sakat yapısına dek bir çok mes'eleyi, çok net ve çok cesur bir dille, Başbakan Ahmet Davutoğlu da tam bir vukufiyetle bir bir sıraladılar. Çıkan sonuç şudur; İslam Dünyası, ya haysiyetine sahip çıkıp birinci sınıf dünyalı olarak başı dik yaşayacak veya esaret ve vesayet altında sömürülmeye devam edecek.
Bakalım, konuşmalar, beklenen faydayı temin ederek İslam Ordusu, İslam Polis Teşkilatı, İslam Adalet Divanı, KB/Kızılaylar Birliği... gibi yeni kuruluşlar ihdas olacak ve İslâm Kalkınma Bankası gibi var olanlar da maksada matuf olarak çalışacak mı?
Ömrü yarım asra dayanan teşkilatın, bugün Suriye mes'elesinde de Hilafet meselesinde de teklif ve fikirleri olmalıydı.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, yeni dönemde bu teşkilata başkanlık yapacaktır. Eğer 57 üye, samimi davranır ve bizi yarı yolda bırakmazlarsa Ankara, BMGK'nin yapısını kanırta kanırta değiştirir.
Her şeye yeniden başlamak lazım:
Hale bakınız ki İİT'nin resmî dili Arapça'nın yanısıra Fransızca ve İngilizcedir. Türkçe yok. Toplantı İstanbul'da yapıldı, iştirakçilerin önündeki levhalar İngilizceydi, bazı konuşmalar diğer iki dille yapılmaktaydı.
1976'dan başlayarak "İslam BM Teşkilatı" gibi adlarla gerek ihtiyaca dair ve gerekse çarpık yapılı BM'yi irdeleyen onlarca makale kaleme almış, bu işlere kafa yormuş bir insan olarak teklifimiz şudur:
İİT'nin ismi "İslam Devletleri Teşkilatı" ve merkezi İstanbul olmalı, Türkçe resmî diller arasına girmeli, İslâm Kalkınma Bankası da İstanbul'a taşınmalıdır.
İstanbul keyfiyeti, tarihin ve şartların emridir.
Bu şehir, 5 asrı aşkın bir zaman Dar'ül Hilafe olmuştur.
Bu millet, bugün de fiilen bu mes'uliyet ve bu şerefi yüklenmiştir
.TEKNOLOJİ CASUSLUĞU
2016-04-14 02:00:00
MKE/Makina ve Kimya Enstitüsü Kırıkkale Silah Fabrikası müdürü MT, 22 Milyon dolara mal olan piyade tüfeği MPT 76'nın bütün çizim ve üretim bilgilerini, bir Amerikan silah fabrikasına 1 Milyon 200 Bin dolara satarken suçüstü yakalandı. Vaki ihanet, sadece bu günlerin değil asrın gündem maddesidir...
Haber, önce farklı sızmıştı. Amerika'da silah fabrikası olan bir Türk'e bu teklif yapılmış, o da bunu içine sindiremediği için olayı ihbar etmişti. Şimdi vaziyet biraz farklılaşmış durumda. MİT malum müdürü uzunca bir zamandır takibe almış. Alıcı olarak da Amerika'da silah fabrikası olan Türk’ü bulmuş ve bu role ikna etmiş...
Her ne ise. Netice itibariyle MPT 76 piyade silahımıza ait bilgilerin elden çıkmamış olması sevindiricidir. O fabrika ve o bilgiler namusuna emanet edilen müdürün bunu yapmış olması ise felaket bir ahlaki çöküştür.
Devlet, kurdun boynuna ciğer asmış, bu bir gerçek. Yaşı ilerlemiş bir adamın hayatını berbat etmesi ise hazin bir gerçek. Gerçeklerin gerçeği ise daha farklı:
Biz, tâ Duraklama Devri'nden itibaren hiçbir sanayi ve teknoloji keşfinde yokuz. Bir Cihan Devleti'ni kaybedip dünya liginden düşmemizin temelinde Sanayi İnkılabı yahut Sanayi Devrimi denilen büyük dönüşümün hiçbir yerinde olmamamızın birinci derecede etkisi vardır.
Bu yüzdendir ki sonraki harp hemen kaybedildi. Hemen her sosyal vakıa ve kültürel varoluşta geri kalındı. İmparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesinde, şapka inkılabı, harf inkılabı gibi tuhaflıkların yapılmasında, bütün onmaz yabancı hayranlığında, bugün bile hemen bütün inşaat şirketlerinin, kasabalara varıncaya dek mağaza isimlerinin İngilizce olmasının arkasında bu derin yaranın büyük etkileri vardır.
Avrupa’nın sanayi devrimini yapıp bizden açık ara öne geçmesini keşfeden ve geç kalınmış olsa da bunu telafi etmek isteyen devlet adamlarımız, bazı teşebbüslere girişince bunu ya canlarıyla ödediler, ya darbeye maruz kaldılar ya itibarsızlaştırıldılar veya dört duvarla çevrildiler. Sultan Aziz, Sultan Hamid, Başvekil Menderes, Başbakan Erbakan ve Cumhurbaşkanı Özal.
Halbuki batı, daha sonra sanayide, ağır sanayide kalmadı, sanayi ötesine ve yüksek teknolojiye, bilişime, bilgi çağına, uzay çağına tırmandı.
Hatırlanacağı gibi 10 yıl kadar önce Aselsan ve MKE mensubu bazı mühendislerimiz arka arkaya ya uçak kazasında öldüler, ya faili meçhullere kurban gittiler. Bu yolla bir düzine kadar pırıl pırıl genç beyni kaybettik. Deniz kuvvetlerindeki "subay intiharları"nda da mühendis şehadetlerinin arkasında da en ziyade şüphe edilecek olan FETÖ örgütüdür. Millî Piyade tüfeğimize dair bilgilerin satılmaya kalkışılması, bu cephesiyle de elbette sorgulanacaktır.
Yaşanan problem, sıradan bir bilgi yahut teknoloji casusluğu olarak görülemez. Yumağın çözülmesi şart. Devrim otomobilinin bir ihanet felcine uğratılması bize otomotivde 50 yıl kaybettirdi. Daha yeni yerli araba arayışındayız. Sultan Aziz, Sultan Hamid, Başvekil Menderes, Cumhurbaşkanı Özal ve Başbakan Erbakan'ın sanayi hamleleri, bilişim teşebbüsleri, sanayi atılımları ise şurada 10 yıldır sessiz sedasız hayata geçmekte. Bu devlet, 21. asra sadece yol, hastane, köprü yaparak başlamadı. Tarihî seyrin şuurundaki Tayyip Erdoğan'ın iradesiyle Millî tank, top, tüfek gibi üretimler de oldu ve olmakta. Tüfeğimiz, İHA'mız, tankımız yerli olduğu, hazinemiz dolu olduğu, ekonomimiz güçlü olduğu için bugün asker, polis ve muharip kuvvetlerimiz teröristlere karşı destanlar yazmaktalar.
Bu casuslukla planlar, projeler, yazılım bilgileri ele geçirilip bir 150 yıl ve 50 yıl daha kaybetmemiz istenmekte. Veyl o kimseye ki bir ayağı çukurda olduğu hâlde memleketinin istikbaline kıysın! Yazıklar o kimseye ki vatanını satacak kadar alçalsın!
.İSTANBUL'UN KALBİNE SAPLANMIŞ HANÇERLER!
2016-04-12 02:00:00
20. Asrın sonlarına gelindiğinde İstanbul Türkçesi, İstanbul Hanımefendisi, İstanbul Beyefendisi gibi mor salkımlı konaklar, mahalle hayatı ve cânım semtler de masal olmuştu. Neredeyse İstanbullu da İstanbul mimarisi de kalmamıştı. İstanbul, artık şiirlerde, gravürlerde, kitaplarda ve müzelerdeydi. Osmanlı düşmanlığı kitabelere dek, tuğralara dek, çeşmelere dek şehri yiyip bitirmişti. Hanedan sürgün edildiği gibi "İstanbul" da "İstanbul"dan sürgün edilmişti. Çağların mirası Suriçi, olduğu gibi muhafaza edilecekken bir rakip telakki edilerek tamirhanelerle ve daha nelerle hoyrat bir talana uğradı.
İstanbul ihmalinin ondan da öte ihanetinin üzerinden yarım asırdan ziyade bir zaman geçtikten ve herhalde artık ondan bir zarar gelmeyeceğine kani olununca yeniden şehircilik güzelleşmesi başladı.
Bu güzelleşme 21. Asrın başından itibaren hız kazandı. Bugün İstanbul, inanılmaz nefasette bir renk çağlayanı içinde. Her taraf tertemiz. Biz eskiden çocuklarımıza laleyi göstermek için mevsimini bekleyerek Emirgân'a götürürdük. Şimdi her yan ve her yön Emirgân. Yol güzergâhları, duvarlara varıncaya kadar süslü, çiçekli. İBB dünyada emsali çok az bir şehircilik örneği sergilemekte.
Ama bu İstanbul'da Eyüb Sultan'ın Fatih'in, Nedim'in, Yahya Kemal'in, Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un ve hepimizin İstanbul'unda İBB armasını, Kadir Topbaş imzasını taşıyan o narin güzelliklerle yarışan bir de kâbus sebebi çirkinlikler yükselmekte. Vahşi kapitalizm mayalı o çirkinlikler, bir karabasan gibi şehrin üstüne çökmekte ve sanki o güzellikleri yok etmeye, İstanbulluya hafakanlar yaşatmaya uğraşmakta.
İstanbul, tâ Şarki Roma'dan bu yana Cihanın Merkezi olmanın verdiği derin irfan sebebiyle mimariden dile, gündelik hayata kadar bir üslup şehriydi.
Bu süzülmüş, imbiklerden geçmiş üslûba kıyıldı.
Şimdi ise gökdelenlerle İstanbul hançerlenmekte.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Necip Fazıl'ın Hitabe'sindeki "zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" sözünü müdrik şuur sahibi bir münevverdir. İstanbul'un mimari katliamına daha fazla dayanamazdı, dayanmamalıydı. Bir İstanbul sevdalısı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, daha evvel bu Sultanahmet gölgecilerini hınçla, öfkeyle dile getirmişti. Ne var ki icraatta hiç bir değişiklik görülmedi. Başbakan, nihayet bu mimari cinayeti milletle paylaşma zarureti hissetti. Geçen hafta İstanbul'daki bir açılışta Gökkafes ve Zeytinburnu'ndaki gökdelenleri misal göstererek İstanbul ufuklarını Mehmet Akif 'in söyleyişiyle çelik zırhlı duvarlar gibi sarmış "kelp dişi gibi" gök ve yer düşmanlarını İstanbul'un kalbine saplanmış hançerler olarak tasvir etti.
Bir çok yazı ve konuşmamızda dile getirdik:
Yalnızca Kadıköy, Üsküdar sahillerinden değil, Sarayburnu'ndan bakıldığında da insafsız bir mimari berbatlığın İstanbul'un boğazına yapışmış olduğu görülmekte. İstanbul manzarası; hem Avrupa yakası ve hem de Anadolu yakasıyla mimari aktif, para aktif, belediye aktif serpintilerle kirletilmiştir. Halbuki dünyanın her yerinde tarihî şehirler üzerlerine titreyerek mimarisi, kültürü, hayatı ve her şeyiyle muhafaza edilir. Gökdelenler, uzaklara inşa edilir. Washington DC'de hiç bir bina Kongre Merkezi'nin kubbesinden daha yüksek olamaz. Bugün İstanbul'da bırakınız cami kubbelerini, minareler bile kaybolmuş vaziyette.
Şuna bir anlam vermek zor!
Bu gidişata Cumhurbaşkanı nefretle bakmakta, Başbakan'ın canı yanmakta ve fakat vaziyet değişmediği gibi aynen devam etmekte. Başbakan Davutoğlu, rahatsızlığını dile getirirken "işte belediye başkanları burada, çevre bakanımız burada" dedi. Herhalde "gereğini yapın!" demek istedi. Talimat alınmış veya daha sonra kesin bir dille tekrarlanmıştır diye düşünmek isteriz.
İstanbul'un kalbine hançer saplamak suçsa bu suçluların müteşebbis, mimar, mühendis, imza sahibi belediyeci, müfettiş her kim varsa hepsi mahkemede hesap vermeli ve ruhsatsız olanlar yıkılmalı, ruhsatı aşmış olanlar çizgilerine çekilmelidir.
Dahası Suriçi'nde yani Fatih'te de böylesi binaların yükseleceği haberleri kulağımıza gelmekte. Bunun asılsız olmasını isteriz. Zira "İstanbul", "Fatih" demektir. "Fatih'te büyüdüm, Fatih'in sokakları beni terbiye etti" diyen Başbakan Davutoğlu'nun tarifiyle "Fatih, İstanbul'un kalbidir". Bu ilçe, şimdilerde yolu, sokağı, trafiği, binası, otopark ihtiyacı ve insan manzaralarıyla topyekûn ele alınmak ve âdeta yeniden keşfedilmek ve yeniden fethedilmek ihtiyacında. Bu yapılırsa zamanla şehircilik güzelliğinin yanına insan güzelliği, gönül güzelliği yani İstanbul Beyefendileri, Hanımefendileri ve İstanbul Türkçesi de gelir. Hani ne denmiş? Yiğit düştüğü yerden kalkar. Akıldan çıkmamalı! Fatih de tükenirse geriye İstanbul diye birşey kalmaz. Adı "İstanbul" olan ruhsuz bir "Hong Kong" bu toprakları işgal etmiş olur.
Çağın büyük mütefekkir ve büyük şairi Sezai Karakoç, "Uzatma Dünya Sürgünümü Benim!" derken İstanbul'a seslenmektedir:
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
.MHP
2016-04-11 02:00:00
MHP/Milliyetçi Hareket Partisi, sancılı günler içinde. Devlet Bahçeli, sanki bir başka "17-25 Aralık" darbesiyle karşı karşıya...
Sn Devlet Bahçeli, 1997'den beri MHP genel başkanıdır. Hakkında farklı şeyler söylenebilir. Şu iki gerçeğiyse hemen herkes teslim eder kanaatindeyiz:
Devlet Bahçeli, çok zor günlerde bile sokağa iltifat etmedi. MHP gençliğini sokağa dökmedi. Aksi de olabilirdi. MHP'nin başında heyecanlarına mağlup olabilen bir genel başkan da bulunabilirdi. Eğer Türkiye'de Allah'a nihâyetsiz şükürler olsun ki hiç bir gün bir Türk-Kürt kavgası olmadıysa bunda aklı selimle hareket eden Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP'nin büyük payı vardır.
İkinci teslim edilecek hak ise şudur:
Devlet Bahçeli, partisinin ana umdesi itibariyle siyasi iktidarla "devlet iktidarı"nı her zaman ayırdı ve devleti ucuz hesaplara alet etmedi. AK Parti iktidarında öyle dönemler oldu ki iktidardaki partiyle siyasi polemiğin en dehşetlisi yaşandı. Ancak meclise girip kâfi sayıyı bulma zaruretinde olduğu gibi devletin tıkanmaması adına iktidara destek olundu... Şu günlerde bunun son örneklerini yaşamaktayız. Bugün terörle mücadelede MHP sanki bizzat kendisi iktidardaymış gibi hareket etmekte, askerimize, polisimize kol kanat germekte ve icra gücüne "gözünü kırpmadan yürü, arkandayız!" demektedir. Bu destek, silahlı terör örgütleri için verildiği gibi Paralel Örgütle mücadelede için de verilmektedir. Sn Bahçeli'nin daha geçen hafta Cumhurbaşkanı sn Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyaretiyle alâkalı olarak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına hiç bir Amerikalı idarecinin saygısızlık yapma cür'etinde olamayacağına dair sözleri, herhâlde dikkatlerden kaçmamıştır.
Bu üsluptaki bir Türk siyaset adamı, herkesten önce Paralel Yapı ile Türkiye üzerine manda, sömürge ve talan hesapları olan merkezleri rahatsız eder.
Bilindiği veçhile; 17-25 Aralık 2013 darbe teşebbüsünden sonra Pensilvanya kumandalı bazı milletvekillerine partiler kurduruldu. Marifeti kendinden menkul bu isimlerin partileri, tabela çalışması olmaktan öteye geçemedi. Seçimlerde seçmenden bir toz zerresi kadar olsun rağbet görmediler.
Dinleme ve kaset oyunları daha evvel bazı MHP'li vekiller için tezgâhlanmıştı. İktidar üzerinden Türkiye'nin başına çorap örmeye dönük gelişmeler üzerine TBMM içinde tutunacak dal bulmak için anahtar teslimi olarak MHP'nin içten ele geçirilip Paralelin emrine verilmesi oyunun devamıdır. Tabiî ki "her Devlet Bahçeli muhalifi, Pensilvanya’nın emir eridir" demiyoruz. MHP bir partidir. Meşru şekilde yeni genel başkan adayları ortaya çıkıp yarışabilirler. Ne var ki bu olağanlığın içinde sinsi oyunlar olduğu konuşulmakta.
Mahkeme, muhalif başkan adaylarının müracaatı üzerine fevkalade kongreye gidilmesine karar verdi. Mevcut yönetim ise bu kararı Yargıtay nezdinde temyiz edecek. Kararın ne olacağını bugünden kestirmek gayrı kabil. Ancak temyiz icrayı durdurmadığı için dâvâcılar, yola devam edeceklerini açıkladılar.
Devlet Bahçeli'nin "MHP'yi kolay kolay teslim etmeyeceğiz!" sözü mânidardır. Genel başkanın elinde infilak çapı yüksek kozlar olduğunu düşünüyoruz.
Mes'ele, bir genel başkan değişmesi olayı değildir.
MHP, emperyal bir tezgâha alet edilmemeli.
.AHMETCİK!
2016-04-08 02:00:00
Polis teşkilatımız, kuruluşunun 171. yılını idrak etmekte. Aslında tabiî ki mâzisi çok daha eski. 171 yıl emniyetin modern yapılanma geçmişi. Yoksa milletimizin devleti kurduğundan beri ordu ve polis mevcut. Bugün "subay", "polis" diyoruz. Dün "zabit", "zabtiye" deniyordu. Daha öncesinde de başka adları vardı.
Bu 171 yıl gerçeğinin bizlere bir şeyler demesi lâzım.
Kara kuvvetlerinin, deniz kuvvetlerinin vs kuruluşu asırlara dayanmakta. PTT, İtfaiye, Darphane, Tapu, Kızılay, Yargıtay, Sayıştay vs yine asrı aşan ömürlere sahip.
Bu tarihler, devletteki devamlılığın isbatıdır. Yazılarımızda sırası geldikçe "Devlet-i Ebed Müddet" deriz. Bu, rejimle devleti yerli yerine oturtan bir görüştür. Zamanın şartlarına göre devlet, farklı yönetim tarzları seçmiştir. Rejim değişir ama "devlet" dediğimiz gücü teşkil eden müesseseler aynen yaşar. Hatta şahsiyetler ve eserler de yaşar. Mimar Sinan gibi, Fuzuli gibi, Ahmet Cevdet Paşa gibi isimler ve mimari eserler, köprüler ders kitaplarında öğretilmeye devam eder.
Polis teşkilatımızın kuruluşuyla bu dediklerimizin ne alâkası var? Çok ciddi anlamda alakası var. Tek Parti zihniyeti, hayli uzun zaman "ülkeyi hain padişahlar"dan kurtardığını, Türkiye Cumhuriyetini yoktan kendisinin kurduğunu, "10 yılda her yaştan 15 milyon genç yarattığını" beyinleri yıkayarak iddia etti.
Saydığımız ve saymadığımız müessese, şahsiyet ve eser, bu iddianın ne kadar asılsız olduğunu göstermektedir. Polis teşkilatımız dahi tek başına o iddiayı çürütmeye yeter. Sanılmasın ki bunu söyleyenler dünde kalmıştır.
Halbuki dünya ülkelerinde yalnızca devlet kurumları değil, şirketlerin hatta, sokak ve binaların bile eskiliği bir iftihar vesilesidir. Oğuz Han'dan 1923'e kadar devam eden uzun bir tarihi yok sayıp her şeyin yeni başladığını söylemek tarihe de sosyolojiye de ahlâka da sığmaz.
Ordumuz, dış düşmana karşıdır.
Polis de iç asayişsizliğe karşı.
Ne yazık ki Tek Parti rejimi, bu her iki unsuru da uzun yıllar boyu millete, millî ve yerli değerlere karşı kullandı. Jandarmayla, polisle vatandaşlar zulüm gördü, darbelerle de hükümetler devrilip seneler kaybettirildi. Sadece bu yapılmadı. Ordu ve polis birbirine rakip gösterilip hasım yapılmak için çok uğraşıldı. Tek Parti zihniyetinden sonra bu defa da Paralel Yapı, maarif, adliye, ordu ve emniyetimize musallat oldu.
Bugün memnuniyet verici bir noktadayız. Diğerleri gibi ordu ve polis de politika ve ideolojiden ayıklanmaktadır. Her ikisi terörün her çeşidiyle dayanışma içinde mücadele vermekteler.
Bizim milletimiz edeblidir. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- isimlerini doğrudan zikredememiştir. Bu sebeple önce "Mehemmed" sonra "Mehmet" demiştir. "Peygamber Ocağı" saydığı ordu, Mehmetler yurdudur. Onlara da "yiğit Mehmetler" mânâsı "Mehmetcik" demiştir. O Mehmetcik, tarihler boyu destanlar yaza gelmiştir. Mehmetcik, bugün de destanlar yazmakta, bugün şehit olmaktadır. Fakat polis de destanlar yazmakta, polis de şehit olmaktadır. Bu sebeple biz bir zamandır polise "Ahmetcik" diyelim teklifini yapmaktayız. "Ahmet" de bir Peygamber ismidir. Bundan böyle devleti idare edenlerin "Mehmetciğimiz ve polisimiz" demek yerine "Mehmetciğimiz ve Ahmetciğimiz" demeleri çok yerinde olu
.SÖZ
2016-04-07 02:00:00
Yüksek ahlâkıyla bir zamanlar dünyaya örnek olan bu topraklarda bugün ne yazık ki çocuk istismarı gibi tiksinti verici bir ahlâksızlık yaşanabilmekte. Bu anlamıyla cemiyette zirveden dibe düşüş görülüyor. Bu korkunç bir felâkettir. Terörden de beterdir. İnsan ve ahlâk tahribatıdır. Sebebleri de aile, eğitim, medya, internet, İslamiyet’ten, millî kültürden kopukluk, tarihî yanlış uygulamalar gibi onlarcadır.
Üstelik de öğretmen olan bir sadistin öğrencilerinin ırzına geçmesi gibi ağır bir suçun üstünün örtülmesi, yok sayılması, görmezden gelinmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.
İdari, inzibati kusur ve suçlarla eğitim boşluğu tarzında ne gibi hata ve yanlışlar varsa bunların takip ve ortaya çıkartılması hem mağdurların hakları ve hem de benzer felaketlerin önlenmesi adına bir zaruret ve mecburiyettir. Bu zaruret ve mecburiyet, sadece iktidarın değil muhalefetin de vazifesidir. Yıldırım hızıyla yargılama yapılması ve en şiddetli cezanın verilmesi adaletin namusu gereğidir.
Bu vahim ve çirkin fiilin bütün taraf ve sebepleriyle çok iyi şekilde tahkik edilerek bir dosya halinde kamuoyu ile paylaşılması gerekirdi. Bakanlık veya bakanlıklar mesele üzerine giderken muhalefet de hadiseyi mercek altına alıp hiçbir boşluk ve eksiklik kalmaması maksadıyla tavizsiz bir çalışma içinde olmalıydı.
Ne yazık ki böyle olmadı. Ana muhalefet, böylesi bir olayı ağzına yüzüne bulaştırdı.
Hem de genel başkanı eliyle. Bu iğrençlik, bir iktidar yıkma veya kapma fırsatı olarak ele alınamaz. Tuz kokmuş bunun görülmesi gerekir.
CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, çirkinliği TBMM kürsüsüne taşıdı ama bir zinayı bir başka zina ile kınamaya kalkıştı. Bilen bilir ki o talihsiz konuşmanın ismine din kitaplarında "dil zinası" denmektedir. Milyonlarca vatandaşın temsil vekâleti verdiği bir genel başkan sözüne, kelimelerine nasıl özen göstermez? Genel başkan böyle konuşursa diğer partililer ne yapar?
Hiç yakışmadı ve çok ama çok ayıp oldu. Kınama kelimesi bile yetmez. Küfürbazlıkla genel başkanlık nasıl bağdaşır? Bunun izahı var mı?
Kemal Kılıçdaroğlu, kaş yaparken göz çıkarttı. Bulaşık suyu ile masa temizlemeye kalkıştı. Ağzından bu pis söz dökülen kişi, acilen mağdure hanımdan özür dilemelidir. Sözlü tâcize uğrayan sn Sema Ramazanoğlu'nun Aile Bakanı olması bir tarafa. Sıfatı belki çok da mühim olmayabilir. Daha önemlisi bir anne, bir eş ve bir insan olmasıdır. Hatta o kem sözün sahibi sadece mağdureden değil, başta kendi hanımı ve kızı olmak üzere bütün hanımlardan ve halktan af ve özür dilemelidir.
CHP genel başkanı, parti grubunda bu yüz kızartıcı konuşmayı yapınca işitenler kulaklarına inanamadılar. Bu nasıl bir meyhane ağzıydı böyle? Konuşmaya başta AK Partililer olmak üzere çok sayıda tepki geldi. Ancak o tepkilerden bazılarında da kantarın topuzu kaçtı. Kılıçdaroğlu, livatayı "dil zinası"yla sorgulamaya kalkışmıştı. Bunlar da Kılıçdaroğlu'na daha başka türlü sövüp saymaktaydılar. Halbuki siyasetçinin aynı zamanda söz ustası olması gerekir. Birine haşin kelimelerle yüklenmek de mümkün, taş gibi okkalı kelimelerle onu insan içine çıkamaz hale düşürmek de mümkün. Bu tarafıyla bakınca cemiyette dehşet verici bir ahlaki zaafın yaşandığı görülebildiği gibi siyasette de konuşma özrünün kaygı verici hallere geldiği görülecektir.
CHP genel başkanı, şayet aynaya bakıp kendini terbiye etme faziletini seçerse o sırada şu deyimi söyleyebilir:
-Dilim dilim etti beni, dilim dilim!
"Söz" dendiğinde Yunus Emre hatırlanmazsa olmaz:
Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz
.EZİK ÇEYREK AYDIN
2016-04-06 02:00:00
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Washington'da Amerikan başkanı Barack Obama ile görüşmemiş olsaydı şimdi Türkiye'de bir kısım medya ve aydınlar bayram yaşıyor olacaklardı.
Halbuki cumhurbaşkanı, ABD'ye Güvenlik Zirvesi için gidiyordu. Bu bir resmî ziyaret değildi. Zirve ve Washington Türk Camiînin merkezlik ettiği İslâm Kültür Merkezini açmak için gitmişti. Zirveye bir çok lider katılmaktaydı. Bu sebeple Barack Obama'nın vakti olmayabilirdi. Veya görüşme ihtiyacı hissetmeyebilirdi. Bu takdirde görüşme yapılmazdı. Sn Erdoğan'ın Sn Obama ile görüşmemiş olması ise dünyanın sonu olmayacaktı. Hâl bu iken daha Amerika’ya seyahat haberi çıkar çıkmaz Barack Obama'nın randevu vermeyeceği gibi temenniye dayalı haberler üretilmeye başlandı. Bu çeyrek aydınlar, iki neticeden biri için iç geçiriyorlardı: Obama, ya Tayyip Erdoğan'ın görüşme isteğini şiddetle reddetmeli, yahut görüşse bile bir okul müdürünün ortaokul çocuğunu karşısına alıp paylaması gibi azarlamalıydı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sorgulanıp hesap sorularak aşağılanmış olacaktı. Bu beklenti, günlerce onların ümidi ve hayali oldu. Yolun başında söylediklerine alt uçta kendileri de inanıyorlardı. İddialarına göre günlerdir beklendiği hâlde randevu alınamıyordu.
Ama tersi yaşandı. Başkan Barack Obama, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı Beyazsaray'da kabul etti. Başkan yardımcısı Joe Biden, protokolü de bir kenara bırakarak kendisine muhabbetle sarıldı. Görüşme 50 dakika gibi az olmayan bir zaman sürdü. Bu görüşmede elbette ki her iki devletin kesişen meseleleri konuşuldu. Suriye, Irak, mülteciler, terör örgütleri, Türkiye'nin rahatsız olduğu konu ve tutumlar, Amerika’nın öncelikleri dile geldi. Bunların her biri ayrı dosyalardır.
Başkanlar, sadece dosya isimleriyle özetine temas eder, ötesi ilgililere havale edilir.
Sn Erdoğan'ın Sn Obama ve ekibi tarafından son derecede sıcak bir şekilde karşılanması Tayyip Erdoğan muhalifinden de öte düşmanı çevrelerde büyük bir ruh çöküntüsüne yol açmış olmalı.
Bu ruh yapısında hep eziklik vardır. Başkasını üstün görme hastalığı bir kanser gibi kendilerini sarmıştır. İki asırdır Avrupalı, batılı, onlar için efendidir. Efendi ne derse, sahip ne söylerse doğru güzel ve kıymetlidir. Bunların içinde "biz de batı gibi Hıristiyan olmazsak geri kalmışlıktan kurtulamayız!" diyecek kadar zavallılar bile çıkmıştır. Öyle bir şaşkınlardır ki Türkiye bir işgale uğrasa düşmanı çiçeklerle karşılarlar. Nitekim I. Dünya Harbi'nde Amerikan mandası isteyenler de bunların geçmişi değil midir?
Mümkün olsa da bu hastalıklı ruha sahip ezik çeyrek aydınlara şahsiyet aşısı yapılabilse.
.BAHAR, KAFKASLARA TAŞINIYOR OLMASIN!
2016-04-05 02:00:00
Suriye'de derme çatma da olsa bir ateşkes başladı. Gerçi rejim ordusu, muhalifleri vurmaya devam ediyor ama en azından Rusya'nın çekilmiş olması, ateşkes kabul edilmekte. Halbuki Rusya'nın yapacağı daha fazla bir şey kalmamıştı. Buna rağmen yani rejim kuvvetleri silah bırakmadığı, Rusya da bütün hedeflerine nail olsa da mütareke yapılmış olduğu için genel kabul, bir çatışmasızlık döneminin yaşandığıdır.
Bu tuhaf ateşkes bile dünya silah baronlarını rahatsız etmiş olabilir. Silah sanayiinin ağa-babaları, bir yerlerde savaşların, çatışmaların devam etmesini isterler. Bütün dünya harplerin-darplerin bitmesini arzulasa da arka planda görünmeyen ve hükümetlere tesir eden para muhteris güçler, ne yapıp-edip bir çatışma çıkartırlar.
Arap Baharı, tâ Kuzey Afrika'dan Suriye'ye kadar ne kadar parlak vaadlerle gelmişti. Halbuki mevzubahis baharın nasıl da yalancı bir bahar olduğu arkasında ne türlü pazarlıkların yaşandığı çok pahalı şekilde öğrenildi. Suriyeli mülteciler dramı, o baharın ne feci bir kış olduğunu tek başına isbata yeter. Vahşi kapitalizm silah fabrikalarını bunun için çalıştırmakta. Bir avuç dünyalı azınlık, bütün dünyaya hükmetmekte.
Eğer Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında ilk silah sıkan Azeri askeri olsaydı, yorumumuz farklı olurdu. Ancak, Ermeniler, hem suçlu-hem güçlü tavrındalar. Azerbaycan'ın yüzde 20 toprağını işgal etmişken hâlâ rahat durmayarak Dağlık Karabağ'ın hudut bölgesinden Azerbaycan'a üstelik de sivil-asker farkına dikkat etmeden ateş ettiler. Hatırlanacağı gibi SSCB son işgalini Azerbaycan'a yapmış, zulümler işlemiş ancak artık orada duracak hâli kalmadığından çekilmişti. Ruslar, çekildikten sonra fırsatını bulunca Ermenileri kullandı. Ermenistan, Rusya'nın Kafkaslar karakolu gibi. Ermenistan, bir taraftan Avrupa ve Amerika için önemli, diğer taraftan da Rusya için. Halbuki o, Türkiye ile hemhudut. 100 bine yakın işsiz Ermeni, Türkiye'de ekmek parası kazanmakta. Bu bakımdan ve tarihî gerçekler ışığında Ermenilerin çok dikkatli olmaları şart. Halim-selim bir teb'a iken Rusya ve Avrupa’nın kışkırtmalarıyla devlete silah çekince bilinen hadiseler yaşandı. Bu hatayı tekrar etmemeleri lâzım. Bu anlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine Washington'da gösteri yapan şer güçler içinde ASALA'nın da olması zamanlama olarak tesadüf olmasa gerek. Bu örgüt, 40 yıl aradan sonra ilk defa kendini göstermektedir.
Ermenistan, Azerbaycan'ın topraklarını boşaltıp işgale son vereceğine yine şunun-bunun kışkırtmasına kapılarak silah sıkmışa benzemekte. Ancak bu defa gözden kaçırdığı bir gerçek var. Bugün Azerbaycan, artık dünkü gibi 70 yıl Rus sömürüsüne maruz kalmış zayıf Azerbaycan değil. Türkiye, her imkânıyla kardeşlerinin yanında. Dün-bugün farkından dolaydır ki saldırgan Ermeniler, hiç beklemedikleri bir karşılık gördüler. Azeri kuvvetleri, 15 kişi kadar şehit vermesine mukabil içlerinde albay ve generallerin de olduğu 100'ün üzerinde Ermeni askeri öldürdüler. Çok daha önemlisi ise Dağlık Karabağ'ın kilit noktaları istirdat edildi, çok uzun bir zaman sonra geri alındı.
Her şeye rağmen Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan'ın bir oyuna dikkat etmesi gerekir. Kanlı oyun, Suriye'de biterken Kafkaslarda başlatılmak isteniyor olabilir. Türkiye, Suriye'de sıcak harbe sürüklenmedi. Kafkaslarda bir daha denenebilir. Kafkasların Sarıkamış'tan dolayı acı ve ağır hatırası bugün de gündemde.
Ermenistan kendi hâline bırakılsa, işgale son verebilir.
Ancak kendi hâline bırakılmıyor.
.Washington Türk Camiî
2016-04-04 02:00:00
Albenili bir Osmanlı konağı manzarasındaki Türk Büyükelçiliği, Washington DC'nin en iyi caddelerinden birinde. İslam Kültür Merkezi ise onun çok yakınında. İsmi böyle olsa da esas itibariyle çok hoş, klasik Arap mimarisinde minareli bir cami. Bu camiin yapılmasında vaktiyle Ahmet Ertegün önayak olmuş. Şimdi Suudi himayesinde. Bizimkiler sahip mi çıkamadılar bilemiyoruz. Denildiğine göre ABD'deki hemen bütün camiler Suudi tesirindeymiş. Bu tesir, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'da da giderek artmakta.
Buradan Türkiye Cumhuriyeti için çıkacak S.O.S sonucu vardır. Mevzi kaybediliyor. Halbuki dinimiz, asırlarca bir yere girmekte öncülük etmiştir, tutunmakta harç olmuştur, toplayıcılığıyla vatandaşların yabancı toplum içinde eriyip gitmesine izin vermemiştir... Öyleyse Washington Türk Camii nerede? Nerede ve nasıl? Yer ilk anda uzak sayılabilir. Biz de öyle zannettik. Fakat yeni yapılanmada herhâlde yakın olur. Nasıl olduğuna gelince, Türk Camii şu an bir baraka... Burayı ilk din müşavirimiz Abdülbaki Keskin, '93'te Türkiye Diyanet Vakfı adına satın almış. 60 dönüm çok kıymetli bir arsa. Bu arsaya bir külliye yaptırtmak Keskin Hoca'nın rüyasıymış. Ne var ki insanlar fani. 2001'de rahmete kavuşmuş. Sonrasındaysa uzun bir zaman müşavir gönderilmemiş. İş başa düşmüş. Buradaki vatandaşlar 2005'te faaliyete geçmişler.
Derme-çatma barakada ibadet yapılırken 2007'de Başbakan Erdoğan, buraya gelmiş. Masaya planlar, tasdik edilmiş projeler açılmış. Başbakan, önceki projeyi bir kenara bırakarak klasik Osmanlı tarzında bir eser yapılması talimatını vermiş. Daha evvel Tokyo Camiini de inşa etmiş olan Yüksek Mimar Hilmi Şenalp'i vazifelendirmiş. Buna göre 60 dönüm üzerine cami, ana okulu, sergi salonu, Türkiye'den gelen talebeler için barınma ve çalışma odaları, lokanta, yüzme havuzu, Türk mahallesi ile devâsâ bir Türk Kültür Merkezi kurulacak. Proje bitme noktasındaymış. Merkez, DC ile Maryland ve Virginia eyaletlerinin ortak noktasında. Şu var ki haydi dense ruhsat ve tasdik gibi sebeplerle hayata geçmesi birkaç yıl sürer.
Bir başka din, kültür ve halk içinde kimliğini korumak için böylesi merkezler hayati değer taşımakta. Şu baraka bile hizmet ediyor. Eskilerden Ahmet Akbayrak'ın anlattıkları unutulur gibi değil. Bayramlarda işten zor-güç izin alarak camiye gidiyorlarmış. Fakat manzara hüsran verici. "Bayram dündü, kılındı", veya "bayram yarın kılınacak" sözleriyle yıkılıyorlarmış. Tekrar izin almak mümkün değil. Buradaki resmi Türk zevatını da aralarında görme hasretindeki bu insanların dedikleri bir şükür cümlesi.
-Allah devletimizden razı olsun! Şurayı yaptırdı da inancımıza uygun namaz kılıyoruz.
Anadolu insanının mayası AB'de de ABD'de aynı. Bir baraka için bile Allah, devletimizden razı olsun diyor. Ya rüya hakikat olursa neler demezler? Onun için eller çabuk tutulmalı. Bu bir kimlik koruma azmidir.
...
Washington DC'de kaleme aldığımız bu yazı, 18.09.2009 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmıştır. Rabbimize hamdolsun ki 2 Nisan 2016 günü Cumhurbaşkanımızın hizmete açmasıyla bir rüyamız daha hakikat oldu. Bu muhteşem İslam medeniyet merkezine kısaca "Washington Türk Camii" demek isabetli olacaktır.
.BAŞKAN
2016-04-01 02:00:00
Bazıları zannediyor ki Başkanlık, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsi kaprisidir...
| | |