Rahmetli Cemil Meriç taşı gediğine koyma ustasıydı. “Öldürülmesi gereken ölüler var” sözü, yalın gibi bir hakikati yalanın camekânına atan beş yıldızlı cümlelerindendir. Öldürülmesi gereken ölüler olduğu gibi hayata döndürülmesi gereken ölüler de olduğunu unutmadan okumak gerekir bu som cümleyi.
Lakin şu var: Uzama yeni bir şahsiyet ekleyebilmek için eskiden yerlerini işgal etmiş sahte kahramanların cirminin küçültülmesi de gerekir. Prokrustes’in meşhur yatağı gibi tıpkı. Boyu uzun gelenlerin bacakları kırılmalı, kısa gelenlerin de çekilerek uzatılmalıdır. Hakikat ancak bu suretle tecelli edecektir.
Bunun için bir miktar şiddet gerekecek elbette. Şiddetle oluşturulan resmi tarih yine şiddetle hakikatin yatağına dönmeye icbar edilecektir. Yalanlarla bezeli yakın tarihin dengesi ancak böyle sağlanacaktır. Öldürülmesi gereken ölüler öldürülecek, diriltilmesi gereken ölüler onlardan boşalan yerlere oturtulacaktır.
Devamı Derin Tarih’in Şubat sayısında
.
Meğer Lozan’daki şartlarımız 1919’da İngilizlerce belirlenmiş
Son dakika haberi olarak geçen “Rusya ve ABD anlaştı. Suriye’de ateşkes sağlandı” tvitine boş nazarlarla bakarken yine de içimden inşaallah çekiyorum. Olmaz a, olur da başarırlarsa Suriyeli kardeş ailemizin minik oğlu Muhammed’in eskisi gibi Şam-ı Şerif parklarında koşup oynayacağı günler geçti gözümün önünden.
Bir gün olur da dönerlerse evlerinin yerindeki enkaz arasında çıkacak patlamamış bombaların bir süre daha ateşkesi bozmadan patlamaya devam edeceği kesin. Yine de ateşkes bir umuttur ve onun soluk ışığına hepimizin çok ihtiyacı var.
Şam’da ateş kesilecek de İsrail Filistinli gençleri kırmaktan vaz mı geçecek? Yemen’de sular durulacak mı? Libya’nın iç savaşı ne olacak? DAİŞ katliamı bitecek mi? Mısır’da normale dönülebilecek mi?
İyi de bir zamanlar adları medeniyet merkezleri olarak gökkubbeye altın harflerle yazılan bu İslam topraklarında yaşayanlar son 100 yıl içerisinde nasıl oldu da kendi dertlerine düşebildiler ve şehirlerin sokakları terör, barbarlık ve zulüm sahneleriyle dolup taşabildi? Bunu nasıl başarabildiler?
Kûtu’l-Amâre zaferi neden unutturuldu?
2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiliz-Amerikan yörüngesine girdiğimiz 1945-46’lar Türkiye açısından keskin bir kırılma noktasıdır.
Elimde İngiltere’nin propaganda amacıyla bastırıp dağıttığı Cephe dergisinin Nisan 1946 tarihli kapağı… Manşet: “Muavenet muhribi donanmaya katıldı.” İngiltere, 2. Dünya Savaşı’ndan önce sipariş ettiğimiz ve muhtemelen parasını da ödediğimiz muhriplerimizden birini kullanıp eskittikten sonra törenle teslim ediyordu! Tıpkı ilk Dünya Savaşı’ndan önce sipariş verdiğimiz 2 zırhlımıza el koyduğu gibi, gasp alışkanlığını devam ettirmiş ve yapımı bittiği halde muhriplerimizi teslim etmemiş, şimdi savaşı kazandıktan sonra teslim ediyordu.
Bu, Türkiye’nin İngiliz hakimiyetine geçişinin töreni de sayılabilir. Nitekim ardından İngilizcenin yaygınlaştırılmasının yanı sıra silahlı kuvvetlerimizde ABD ile ortak restorasyonu İngiltere tarafından gerçekleşecekti. İşte tam bu sıralarda ordumuzda 1916 yılından beri devam edegelen bir tören de sessiz sedasız kaldırılıyordu.
29 Nisan 1916 günü Kûtu’l-Amâre’ye sıkışmış bulunan General Townshend komutasındaki 13 bin kişilik İngiliz tümeni 143 günlük bir kuşatmadan sonra Osmanlı kuvvetlerine kayıtsız ve şartsız teslim oluyordu. Bu, Majestelerinin ordusunun o zamana kadar uğramış olduğu en büyük “yüz karası”ydı.
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
Veda
2012 Nisan’ında yola çıkarken bu sayfada okuduğunuz yazı “Bir mendil niye kanar?” sorusunu başının üstünde kırılmasından korktuğu bir emanet gibi taşıyordu. Bu ülkenin gövdesinde içten içe kanayan bir tarih yarası olduğunu bilmeyen yoktu ama çoğunluk böyle bir derdi yokmuş gibi yapıyor, hatta yokluğun amigoluğuna soyunan dahi çıkıyordu.
Lakin biz onlar gibi olmamalıydık.
Müslümanca bir ferasetle delerek bakmalıydık tarihe.
İslam’a ve Osmanlı’ya oynanan “büyük oyuna” karşı ikaz etmeliydik okuru.
Sahte kahramanları deşifre etmeli, meydanı hakiki yiğitlere açmalıydık.
Bize rehber olarak sunulan Batı’nın maskesini indirmeli, altındaki çirkin yüzü gösterebilmeliydik.
Ve tarihin kanlı mendilini mazlumların gözyaşlarıyla yıkamalıydık.
Karabekir Paşa’nın “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” iddiasıyla yelken açtık karanlıklara.
“Ayasofya’yı rehinden kim kurtaracak?” sorusunu yönelttiğimizde kimin kurtaracağını biliyorduk aslında.
Hepimizi ülkesinde “turist” haline getiren Harf İnkılabını da sorguladık, Türkçenin barbarlıkla imtihanını da.
Hilafetin İngilizlere verilen bir hediye olduğunu yazdığımızda ilk yılımız tamamlanmıştı.
Şeyh Said çarpıtmasından Çerkes Ethem’e atılan “ihanet” iftirasına, Kutü’l-Amâre zaferinin 100. yılında ortak hafızaya tekrar taşınmasından yamyamlığın Avrupa’da hem de saraylarda yaşadığına kadar sıkmadığımız çıban kalmadı gibi. Latife Hanım’ın mektubunu yayınladığımız sayı toplatıldı. Sultan Abdülhamid’i bütün yönleriyle işlediğimiz özel sayı yok sattı. Endülüs’ten 2. Dünya Savaşı’na kadar nice ışıltılı dosyaya imza attık.
108 ay boyunca Okçular Tepesini boş bırakmadık hâsılı.
17 özel sayı, 80’e yakın ek kitapçık, duvarlarınızı süsleyen posterler, faydalı broşürler ve henüz basılmamış İngilizce dergi… Kısacası, beheri 500’er sayfadan 20 cilt tutacak bir ansiklopediyi emanet ettik elinize.
Ve şimdi veda zamanı.
Derin Tarih artık bensiz devam edecek yoluna.
2011 Mart’ında bir fikir olarak doğmuştu, bugün o bir marka… Ve markanın en kıdemli satırında ona ilk sayıdan itibaren sahip çıkan değerli okurlarımızın ismi yazılı. Size ve bu güzel esere emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum.
Rüzgârlarıyla yine perdeleri aralayacak sayfalarda buluşmak ümidiyle hayırla kalınız efendim
.
Mezarlığın Üzerine Nikâh Dairesi Yaptılar
İstanbul’da tarihî eser faciası o kadar mebzul miktardadır ki, müstakil bir “kayıp eserler ansiklopedisi” yazılsa madde sayısının ayakta olan eserlerle boy ölçüşeceği rahatlıkla ileri sürülebilir.
İşte Tek Partili CHP iktidarı devrinde Galata Mevlevihanesi’nin bir kısmı üzerine yaptırılmak istenilen Beyoğlu Evlendirme Dairesi hakkında devrin aydınlarından Reşit Saffet Atabinen tarafından yazılan bilirkişi raporu binanın yapılmasına şiddetli karşı çıkıyor.
Bugün Kültür Bakanlığı’na bağlı Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın hemen yanı başında bulunan Osmanlı mezar taşları süs olarak orada duruyor değildir. Orası tekkeler kapatıldıktan sonra Divan Edebiyatı Müzesi yapılan Galata Mevlevihanesi’nin haziresi, yani tekke mezarlığıdır (Mevleviliğe has lisanla söylersek “hâmuşân”).
Raporda belirtildiği gibi vaktiyle tekkenin arsası çok daha geniş iken zamanla daralmış, bir kısmı 1899’da Alman Lisesi’ne tahsis edilmiştir. Vaktiyle mezar taşlarının bulunduğu bu alana nikâh dairesi de yapılırsa büsbütün elden çıkacaktır.
Ne var ki Reşit Saffet Bey gibi tarihseverlerin ikazları fayda etmeyecek ve 1945-47 yıllarında inşa edilen nikâh dairesiyle mezarlığın üzerinde nikâh kıyan ilk millet olduğumuzu cümle âleme ilan edecektik.
Sahaf dostum Ahmet Yanpınar’ın koleksiyonunda bulunan bu tek sayfalık raporu devrin imlasını da muhafaza etmek suretiyle aynen neşrederken İstanbul’un kaybolan tarihî eserleri koleksiyonuna bir sayfa daha ekliyoruz. Hüzünlü ve iç yakan bir sayfa ama gerçek. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Acı şeyler, Haluk, fakat gerçek!”
*
Fatih zamanında İskender Paşa tarafından tesis edilmiş olup, Beyoğlu-Galata cihetinde birçok Türk-İslam medeniyeti merkezlerinden yegâne kalan Galata Mevlevihanesi haziresinin yan kısmına belediyece yaptırılmak istenilen evlenme dairesi hakkında Reşit Saffet Atabinen’in mütalaası:
1) Türk medeniyeti namına muhafazası ve restore edilmesi lazım görülen bu tarihî külliyeden bir kısmının arsa halinde olduğunu Belediye iddia ediyor. Halbuki burası evvelce arsa değildi. Yakın zamanda yirmiyi mütecaviz sağlam mezar taşı çıkarılıp atılarak bu hale getirildi.
2) Belediyenin teşebbüsü, prensip itibariyle sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlığı zamanında bu gibi tarihî mezarlıkların muhafazasına dair olan genelgelerine aykırıdır.
3) Vaktile bir taraftan sefaret dıvarına, diğer cihetten Lüleci Hendek’e kadar uzanmakta iken tecavüz edile edile şimdiki hudutlarına sıkıştırılan ve Şârih-i Mesnevi, Galib Dede, Fasih Dede, Ahmed Bonneval, İbrahim Müteferrika, Abdullah Kırımî ve Leyla Hanım gibi bir çok mütefekkir, şair, musıkîşinas ve ricalin yattığı bu tarihî sahada yapılması mutasavver binaya mümânaat olunması hakkında Eğitim Bakanlığı’nın 6/7/946 tarih ve 4034/1261 sayılı sarih emirlerine aykırıdır.
.
Geçmiş Geçmemiştir
Osmanlı, İnsanlığın Son Adası adlı kitabımda şöyle yazmıştım:
“Geçmiş, iki açıdan geçmemiştir. Bir: Sürekli olarak yeniden keşfedilmektedir. Bu yüzden tarih bilgisinde ‘son’ (the end) yoktur. İki: Geçmiş, yakın geçmişte kurulu olarak bize intikal ettiği için, yani Avrupa merkezli olarak ve ilerlemeci ideoloji canibinden yazıldığı için, bu ideolojinin tarihin yüzüne geçirdiği maskeleri indirme mücadelesi devam edeceğinden geçmemiştir. Tarihin bir kere yazılmış ve artık ‘geçmiş’ olduğu yolundaki önyargının kendisi de Avrupa merkezli tarihin ve ilerlemeci tarih terakkisinin eseri değil midir?”
Birkaç yıl sonra çıkan Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler adlı kitabımda ise şu satırlara rastlayacaksınızdır:
“Osmanlı tarihi, derin ve sessiz bir suskunluk içerisine gömülü uzun bir süredir. Kar, görünen her yeri kaplamış, toprağın sıcaklığını, ağaçların derinlere kaçmış öz sularını, derelerin coşkun göğsünü buzdan bir duvar kesmiştir…”
Bu muazzam tarihi hem yeniden keşfetmek hem de keşfettiğimiz adayı besleyecek kanalları açmamız gerekir.
Çağ tasnifleri her zaman problemlidir. Çünkü bir çağın ne zaman bittiği, ne zaman başladığı ya da ne zaman biteceği, bir sonrakinin de hangi noktada başlayacağı önceden kestirilemez, hatta sonradan da kestirilemez. Yani bugün Rönesans diye bir çağ var mı yok mu?, tartışılıyor. Rönesans ne zaman başladı? Başlangıcı 12. yüzyıla kadar geri götürenler var, Karolenj Rönesansına. Öte yandan 17. yüzyıla kadar uzatanlar var. Kimisi daha tarafsız: 15. ve 16. yüzyılla sınırlandırıyor. Kimisi biraz daha sanat alanına odaklıyor onu, kimi mimarlık, mühendislik alanına.
Dolayısıyla Rönesans diye bir çağı, müstakil bir dönemi, diğerlerinden belirgin bir hatla ayırt edebilir miyiz? Bu bile tam olarak belli değil. Ve birçok başka konu için geçerli bu. Yani ‘sanayi çağı’, ‘sanayi devrimi’ ya da ‘bilimsel devrim’ diye müstakil dönemler veya devrimlerden söz edebilir miyiz? Edeceksek onları zamanın hangi nıktasında başlatacağız? Ve bu dönemi ve devrimleri hangi coğrafya parçası için söz konusu etmemiz gerekiyor?
Mesela İslamiyet için ‘bilimsel devrim’in 9-12. yüzyıllarda yaşandığını söyleyebiliriz. Bunu yaşamayan Avrupa’ydı. Avrupa’nın geç kalışının bir ifadesidir bilimsel devrim, varsa eğer… Dolayısıyla ‘bilimsel devrim’in Avrupa’yla ilgili ve bu kıtaya mahsus bir mesele olduğunu öncelikle belirlemek lazım. Dünyanın bütün coğrafyalarında böyle bir dönemin yaşandığını düşünmek elbette yanıltıcı olur.
Aynı şekilde, çağ tasnifleri her zaman problemlidir demiştik. Ve her çağ, içinde yaşayanlar açısından erken biter, dışında yaşayanlar açısından da sönerek biter. Mesela biz, 11 Eylül 2001 saldırısında bir çağın bittiğini sık sık işittik ve herkes de bu tezi yazıp çizdi, ‘20. yüzyıl asıl şimdi bitti’ denildi. Halbuki Eric Hobsbawm Aşırılıklar Çağı adlı kitabında 20. yüzyılı 1989’da bitirir. 1991’de bitirenler de oldu. Sovyetler’in dağılmasıyla, 1989 Doğu Almanya’nın, yani utanç duvarının kaldırılmasıyla 20. yüzyılı bitirenler oldu. Şimdi daha çok 11 Eylül’le bitirmeyi düşünüyorlar. Ama önümüzdeki 5–10 yıl içerisinde daha büyük bir olay vuku bulup da asıl 20. yüzyıl şu tarihte bitti diyecek bir tarihçiye de rastlayabiliriz pekala.
Böylelikle dönemlendirmeler zamanın sonsuz ve firesiz akışı içerisinde bizim kurmaya çalıştığımız anlam adaları olarak karşımıza çıkar. Zamanın rengi, kokusu yoktur. O homojen bir şekilde akıp gider ama biz ona bir renk, bir koku vermeye, anlam atfetmeye çalışırız. Temel mesele budur, yani zamanı anlamlandırma çabamız. Zamana, daha kolay anlamak ve anlatabilmek için belli sınırlar çizmeye çalışıyoruz.
Osmanlı tarihinin tasnif şeması da aynı şekilde; bu tarihi de anlamlandırmak için belli dönemlere ayırarak inceliyoruz kaçınılmaz olarak. Burada ‘kaçınılmaz’ dediğim şey, tasnif, yani dönemlendirme. Yoksa öteden beri bizim yapageldiğimiz sakat dönemlendirme değil. İkisini ayırt etmekte fayda var. Bunun için de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş çağları diye beşli bir tasnif yapılmış durumda. Bu tasnifte kuruluş çağının ne zaman başladığı ayrı bir problem. 1299’da deniliyor ama Halil İnalcık bunu 1305’e, Bafa Savaşı’na kadar çekti. Daha geriye götürenler de oldu, Ertuğrul Gazi dönemine kadar… Yani başlangıç kısmı en azından muğlak sınırlara sahiptir.
.
Kardeş
Antep sokaklarında oynarken sık sık düşer, dizlerini kanatırdı. Ağlardı, teselli ederdim. Göz yaşları içime akardı.
Sonra trenle Eskişehir’e varış. Tünellere girdiğinde kompartımanın perdelerini koparırcasına indirişimiz (sonunda kopmuştu), bir çuval hıttı yiyişimiz, yüzlerimiz kararmış vaziyette Bursa garajına inişimiz, sırtımızda çantalarla karşıdan karşıya geçerken yere kapaklanışım, bu defa onun beni kaldırmaya çalıştığı Ağustos ânı…
Sonra Bursa… Ve ahşap evlerin ekşi kokulu merdivenleri. Taş sokaklarında koşmaz, uçardık. Evlerin bahçesinden ayva kopartır, dut silkelerdik. Döngel ve incirle sonbahara dönerdi mevsim, erikle bahara.
Mektep yıllarımız, yaz tatillerimiz, askerliklerimiz, evlenmelerimiz, çoluk çocuğu karışmalarımız, onun Urfa’ya dönmesi, benim İstanbul’a gitmem, Bursa büyüsünün çözülmesi… Derken baba ve annelerimizi sıranın bize geleceğini bilmeden ahiretin kapısına uğurlayışımız; ahiretin kapısına yani Emirsultan Mezarlığına…
Son yıllarda hastaydı… Tedavi oluyordu… Hastane, doktor, kemoterapi… Derken 25 Ocak sabahı saat 11 civarında hatıralarımızın kristal dükkanına bir fil gibi dalan o çıngıraklı haber: Mehmet Emin Armağan öldü…
Ne? Nasıl? Neden? Kırılanlar neydi içimde? Dökülenler ne? Ayağıma batanlar, ellerime saplanan kasılmalar, en kötüsü de boğazımdan hafızamın köprülerini ele geçirmeye savlet eden cam kırıkları… Cam çiğnenir mi hiç diyeceksiniz? Kardeş kaybedince çiğneniyormuş… Çiğneniyor, hem de dışarıya kızılcık şerbeti içtim bile deniliyormuş. Yaşadım…
Ben bir kardeş yitirmedim sadece, dünyamın tam yarısını yitirdim. Haberi sıcakken, Urfa’dan uçakla getirdiğimiz cenazesini mezarına itinayla yerleştirirken dahi hissetmedim gerçeğin acımasız soğukluğunu. Bunlar da bizim tozlu Antep sokaklarında düşüp dizlerini kanattığı zamanlardakine benzer bir oyun gibi geldi bana. Kanıyor, abi diyemedi, acıyor abi de diyemedi.
Yalnız itiraf edeyim ki, mezardayken bahaneyle elledim kefenin içindeki ayaklarını, üşümüştü. Sarılıp ısıtmak istedim. Çekti, evet çekti ayağını, toparladı kendisini, hissettim bunu. İspatlamak zorunda değilim kimseye. Öyleydi çünkü. Bu deni dünyada daha fazla kalmak istemedi muhtemelen. Veya Rabbim onu bizden daha fazla sevdiği için erkenden berzah alemine çekti aldı…
Hastanede kablolara bağlı yatarken yanına gidenler anlattı: Kendine geldiği vakitlerde tuğla istermiş arkadaşlarından, teyemmüm edip namaz kılmak için.
Elhasıl bu satırların yazarı bir kardeş değil, bir garip yitirdi. Garip geldi Mehmet Emin, dünyanın örtüsünü açmadan garip gitti vesselam…
Ne mutlu o gariplere…
.
Yavuz Bahadıroğlu’na Veda
Cesaret bir tarihçide aranacak vasıflardan sayılmaz ama bu ülkede tarihçi cesur olmazsa söyleyecekleri boğazında düğümlenip kalır. Aynı şekilde güzel yazmak da tarihçiliğin olmazsa olmazlarından değildir ama müzmin okuma tembelliğimiz göz önünde bulundurulduğunda kalemin pırıltısı cezbeder okuru. Keza tarihi tatlı bir üslupla anlatmak da bir yazarın niteliklerinden değildir ama okumaktan çok dinlemeye meyyal bir toplumda güzel konuşmanın kalp ve zihinleri hakikate açtığına şahit oluruz.
İşte merhum Yavuz ağabey bu üç vasfı kendisinde birleştirebildiği, bir de bunlara yüreğini, samimiyetini, tarihin içinden geliyormuşçasına kükreyen sesini katmayı bildiği için cesaretiyle, kalemiyle, kelamıyla, en önemlisi kurucu başkanlığına aday olduğu “Yürek Devleti”yle yüzbinlerin, hatta milyonların kalbinde taht kurmayı başarmıştı.
Gerçi bunu başarmak hiç kolay olmadı. Toprak çoraktı, besleyecek gübre lazımdı, bulup üzerine yaydı. Çapalanması gerekiyordu, elleriyle çapaladı. Fidanlar lazımdı; buldu, dikti, yüreğinden estirdiği güzellik rüzgarıyla ve o rüzgarın getirdiği gümrah bulutlardan akan bereketli yağmurlarla suladı. Adım adım dolaştı Anadolu’yu; yetmedi Avrupa’daki vatandaşlarımıza uzattı elini, dilini, kalbini. Böylece neredeyse bir ömür boyu bu topraklarda kimliği ve şahsiyeti olan bir orman yetişmesi için emek verdi.
Topraklarımıza içinden yağmur sağdığı bulutlar tarih diyarından sökün ediyordu. Yaşanmış tarih yaşanması gerekenleri öğretiyordu gençliğe. Buhara Yanıyor’da içimize çöreklenen sancı Sunguroğlu’nun bükülmez şecaatiyle dengeleniyor, Osman Gazi’nin alplerinden Yavuz Sultan Selim’in Hilafet sancağına, Sultan IV. Murad’dan son kitabı Şeyh Şamil’e uzanan baş döndürücü bir tarih galerisi uzanıyordu önümüzde.
Altı ayrı mahlasla yazdığını söyleyip kendisini küçümsemeye kalkanlara “Ortada yazar mı vardı ki! Eli kalem tutan birini buldu mu millet her şeyi yazmamızı istiyordu. Ben de beşe, altıya bölünerek bu eksiği kapamaya adadım kendimi” demişti.
Yavuz Bahadıroğlu bu milleti çarpıtılan tarihiyle değil, hakiki tarihiyle yüz yüze getirmenin formülünü bulmuştu. Diriltici formülü “tarihin yüreğine dokunmak”tı. Bunu hikâye ve romanlarıyla, köşe yazılarıyla, diyar diyar dolaşıp verdiği konferanslarla, beraber sunduğumuz TVNet’teki “Tarih Atlası” ve “Derin Tarih” ile Akit tv’deki “Kayıtdışı Tarih” gibi televizyon ve radyo programlarıyla, velhasıl hemen her yolu deneyerek yaptı. İnsana, yüreğe dokundu ve şahsiyetli olmanın ne kadar önemli olduğunu propagandacı tarihin altında ezilmiş bir kitleye büyük tarihini hatırlatarak ve yaşatarak anlattı. Sadece akla değil, kalbe dokunan tarihi dile getirebildiği için de yüzbinler, hatta milyonlarca okura ulaşmayı başardı.
Velhasıl yazı dünyamız hâlâ Ahmed Midhat Efendi’lere muhtaç. Yavuz Bahadıroğlu’nun tarih üzerinden bir milleti diriltme gayreti milyonların yüreğine dokunabildiği için hepimize örnek olmalı. Unutmayalım ki kalp sarayı dünyadaki saraylardan daha uzun ömürlü. O güzel yüreğin atışlarının içimizde, hafızamızda, konuşmalarımızda devam edeceği muhakkak.
Yunus Emre öyle dememiş miydi:
Ölür ise ten ölür,
Canlar ölesi değil.
Bize daima ölmeyenlerin hikâyelerini anlatan Yavuz ağabeyin ölmesi mümkün mü?
Ne demişti Mevlana:
“Gül bahçesine giren gül olur, gül olamazsa da gül kokar.”
Rabbim cümlemize onunki gibi gül kokan ölümler nasip etsin. Mekânı cennet olsun.
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…
.
Bir Sayfada Tam 25 Hata
Bu ülkenin aydını bir metni iktibas etmeyi beceremiyor vesselam. Ve bu maraz neredeyse bir bulaşıcı hastalık halinde gazetelerden akademik tezlere kadar dalga dalga yayılıyor. Bilmiyor muyuz beceremiyor muyuz, orası biraz karışık. Lakin bildiğimiz, bu bir disiplin meselesi. Bir metni önüne alıp başka bir sayfaya nakledeceksin! O kadar. Bu okul ödevi kadar basit ameliyenin altından kalkamayanlara mükâfat olarak “büyük gazeteci”, “titiz araştırmacı” veya “allame tarihçi” gibi hak etmedikleri sıfatlar adım başı yakıştırılmakta bu topraklarda. Maalesef bu eski hastalığın izleri -ileride umumi arzu tecelli ederse onu da yazarım- Halil İnalcık’ın Tanzimat ve Bulgar Meselesi adlı doktora tezinde dahi var. Daha ne diyeyim bilmiyorum…
İşte önümüzde muharriresinin bizi iyi bir çalışma yaptığına ikna maksadıyla tam iki yıl üzerinde çalıştığını beyan ettiği Latife Hanım adlı kitabın içerisinde karşımıza çıkan bir gazete makalesinden nakledilenler ile gerçekte yazılı olanlar arasındaki onlarca fark…
Gerçi İpek Çalışlar yazının 10 Kasım 1963 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde neşredilen orijinalini nasılsa göremediği(!) için gitmiş, 2005 yılında çıkan bir derleme kitaptan aktarmış ama aktaranın ne kadar doğru aktardığını sorgulamadığı için de bunca hata ile kaplanmış kitabın sayfası.
Önce tenkit edeceğimiz metnin künyesi:
İpek Çalışlar, Latife Hanım, 6. baskı, İstanbul, 2006, Doğan Kitap, s. 408.
Naklettiği esas yazının künyesi:
Adile Ayda, “Atatürk ve kayınbiraderi”, Cumhuriyet, 10 Kasım 1963.
Nihayet Ayda’nın yazısını aktaran ve Çalışlar’ın kullandığı ikinci el yayın:
Oğuz Akay (Derleyen), Gazi, İstanbul, 2005, Truva Yayınları, s. 185-186.
Metnin tamamını verip sabrınızı sınamayacağım, onun için sadece hatalı nakillerin olduğu yerleri işaretle iktifa edeceğim. (Not: İlk zikredeceğim nakiller Çalışlar’ın kitabından, ikinciler ise Cumhuriyet’teki aslından olacak.)
Bakalım bu sadece bir (1) sayfalık nakilde hangi hatalar yapılmış (karışıklık olmasın diye Çalışlar’ın kitabının 308. sayfasındaki iktibas edilen satırları 1’den 35’e kadar numaralandırdım)
İnsan ister istemez düşünüyor: Latin harfleriyle, üstelik gayet sade bir dille yazılmış 1 (bir) sayfalık yazıdan aktarma yaparken gazetenin arşivine girmeyip de bu kadar hataya yol veren biri 500 sayfalık kitabında başka ne çamlar devirmiştir acaba?
Meraklısı araştırsın. Benden onlara bir demet ipucu…
.
Kâzım Karabekir Paşa Hakkında Bazı Belgeler
Dergimizin ilk sayısı Nisan 2012 tarihinde yelkenlerini açarken kapağımızda Kâzım Karabekir Paşa boy gösteriyordu. Manşette şu iddiasına yer verilmişti:
Kâzım Karabekir açıklıyor! “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım”.
Dile kolay 9 yıl geçti beraberce. Bu arada 2019 yılından itibaren Karabekir Paşa’nın kitapları, üzerindeki telif hakkı kalktığı için farklı yayınevlerinden neşrediliyor. Bu gelişme de vaktiyle ağzına susturucu takılmış olan Paşa’nın fikir ve hatıralarının yaygınlaşmasına, yeni bir okur kitlesine ulaşmasına zemin hazırlıyor. Tabiatıyla fikirlerinin yayılması resmî tarihi ve ideolojiyi sarsıyor, titretiyor, inletiyor hatta… Ardından resmî tarih sıvacıları çıkıp üzerini sıvamaya girişiyor canla başla.
Boşuna zahmet efendim, boşuna zahmet. “Karabekir depremi”nin resmî tarih duvarında açtığı çatlakları sıvayarak, hatta binayı mantolayarak hiçbir neticeye varmanız mümkün değil. Resmî tarih yıkılmaktadır ve enkazı arasında koşuşturanları seyretmek bu derginin okurları için vak’a-i adiyedendir. Geçmişler olsun.
Şimdi gazete ve arşivlerden derlediğim Karabekir belgelerini okumaya başlıyoruz. Paşa konuşuyor, biz dinliyoruz…
Kâzım Karabekir Paşa aşağıdaki görüşlerini 2 Mart 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada belirtmiştir. Daha sonra hayli tartışmalara konu olan Paşa’nın bu görüşlerini 3 Mart 1923 tarihli Vakit, Tanin ve Akşam gazetelerinden derledim.
Bu mesele maarife taalluk ettiği için bizim kongremiz iştigal edeceği mesailin (meselelerin) haricindedir. Fakat çok zamandan beri bu mesele zaman zaman ortaya atılmaktadır. Bendeniz de bu işle sonuna kadar uğraştığım için müsaadenizle birkaç söz söyleyeyim. Bu fikir bir zamanlar Avrupa’da hercümerci (karışıklığı) mucib oldu. Bu cereyan evvela orda başladı. “Bizim İslâm hurûfatımız asla kâfi değilmiş, binaenaleyh Lâtin hurûfatı isti’mal edilmeli (kullanılmalı) imiş.” Orada bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici (taraftarı) oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. Maatteessüf arzederim ki Azerbaycanlı arkadaşlarımız da bu felakete bugün düştü. Bu hususta hususi olarak bizden de fikir soranlar oluyordu. (…)
Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki o kuvvet bütün cihana karşı şu propagandayı yapıyor: “Türk yazısı güçtür, okunmaz!” Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Lâtince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket hercümerce girer. Her şeyden sarfı nazar (herşeyi bir kenara bıraksak) bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hurûfu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız. Ve böylece derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız. Bunlar âlem-i İslâm’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.
Arkadaşlar, kucaktaki çocuklardan başlayan birçok, yüzlerce yetim bugün şark cephesinde asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri ve aileleri tarafından okutuluyor. En gabi (anlayışı kıt) bir köylü çocuğuna bile biz bir ilâ üç ay arasında kendi hurûfatımızı ve gazetelerimizi okutabiliyoruz. (Alkışlar)
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…
.
Köy Enstitüleri Ve 1945 Krizi
Türkiye’nin derinden yaşadığı “1945 krizi” üzerinde yeterince durulmamıştır. Gerçekte bu kriz sona erdiğinde Türkiye Cumhuriyeti ikinci kez kurulmuş olacak ve demokrasiye giden beş yıllık “kısa yol” rejimin karakterini baştan sona değiştirecektir. Nitekim 14 Mayıs 1950 seçimlerinde 27 yıldır ülkenin kaderine tahakküm eden CHP, halkın iradesiyle iktidardan uzaklaştırıldığında Halide Edip bu günün “Demokrasi Bayramı” ilan edilmesini isterken, Atsız gibi “Türkiye Cumhuriyeti 1950 yılında kurulmuştur” diyenler de az çıkmamıştır.
İşte devrin Cumhurbaşkanı İnönü’nün damadı Metin Toker’in “1945 kâbusu” demeyi tercih ettiği bu keskin dönüş sürecinde Altı Ok’un anayasadan çıkarılmasından tutun da Köy Enstitüleri gibi tersine dönmeye çalışan çarkın dişlileri arasında un ufak olacak rejimin beslemesi mevkiindeki kurumlar da bulunuyordu.
Köy Enstitüleri büyük ölçüde komünist Sovyetler Birliği rejiminden aparılmıştı ve rejime sadık kullar yetiştirme yanında Kemalist ideolojinin köylere indirilmesi projesinden başka bir şey değildi. Lakin Sovyetler Birliği 1938’de dostumuz iken 1945 sonrasında Stalin’in Kars ve Ardahan’ı istemesinin ardından en dehşetli hasmımız haline gelmiş, yönetimi iliklerine kadar titretmiş, onlar da San Fransisco Konferansı ile ABD şemsiyesi altına sığınmışlardı. Kapılarımızı resmen ABD emperyalizmine açmış, Marshall yardımı ile de hurda silahlardan süt tozuna kadar her gönderdiklerine avuç açmıştık.
Böyle köklü bir eksen değişikliğinin ardından tabiatıyla yeni düşmanımız Sovyetler’in gölgesinde kurulmuş Köy Enstitülerinin yaşama şansı kalmamıştı. Nitekim kısa bir süre önce faziletlerinden bahseden CHP’liler bu defa -sanki yeni fark etmişler gibi- reziletlerini ortaya dökmeye başlamış, nihayet yine CHPli Maarif Vekili eliyle projeye hatime çekilmişti. DP’nin kapattığı söylenen Köy Enstitüleri bizzat onu kuran CHP eliyle fosil haline getirilmişti.
2021 yılının ilk sayısıyla geçmişle muhasebemiz canlanıyor. Bundan sonra iddialı dosyalarla yalan tarihi ifşa etmeye devam edeceğiz. Rabbimizden nice yıllar aynı azimle yola devam etmeyi bizlere nasib ü müyesser eylemesini dileriz.
Hayırla kalınız efendim.
.
Her Yönü Ayrı Bir Destandır Sultanımızın
Bir din için kutsal kitabı ve kurucu peygamberinden daha mühim ne olabilir? Buda, Hz. Musa, Hz. İsa… Bunları devreden çıkardığınızda Budizm de, Musevilik de, İsevilik, yani Hıristiyanlık da tamamen çöker. Bu, İslamiyet için haydi haydi böyledir. Efendimiz (sas) insanlar arasından seçilmiştir, Allah Teâlâ’ya elçi tayin edilmiş ve peygamberliği mühürlemiştir. Ona yapılan her hücum bir Müslüman için dinine, hatta varlığına yönelmiş demektir.
İsmini hatırlayamadığım yabancı bir gözlemci, Sultan II. Abdülhamid’in dinine ve peygamberine Avrupa’da yapılan bir karalama veya hücumu haber aldığında sanki Rus Çarlığının gemileri Karadeniz’den İstanbul’a hücuma geçmişler gibi ciddiye aldığını ve bu bakışla harekete ve müdafaaya geçtiğini yazmıştı.
Yakınlarda Macron Fransa’sının aldığı İslamofobik karar ve bazı Avrupa, hatta Yeni Zelanda gibi uzak ülkelerde hortlatılan İslam düşmanlığı sırasında sık sık camilerimize saldırıldığını, imamlara tehdit mektupları bırakıldığını, dahası basında İslamiyet ve İslam Peygamberi aleyhine karikatürler çizildiğini görüyor ve keşke bu aşağılık tehditlerin karşısında İslamın şerefi müdafaa edilebilse diyoruz.
Böyle dönemlerde bilinçaltımızdan bu tehditlere haddini bildirecek güçlü bir halife özlemi fışkırıyor ve bu halife de hiçde garip olmayan bir şekilde Sultan II. Abdülhamid’in şahsında tecessüm ediyor. İçimizden ‘o olsaydı şöyle engeller, yapanlara hadlerini layıkı veçhile bildirirdi’ tarzında bir duygu sağanağı geçmediğini kimse söyleyemez. 2020 yılının son sayısında Sultan II. Abdülhamid’in bundan 130-140 sene evvel benzer hücumlar karşısında neler yaptığını bugünün sancısını dindirmek maksadıyla hatırlamaya karar verdik. Sultanımızın de Bornier adlı tiyatrocunun sahnelemek istediği Mahomet adlı piyesini Fransa’da olduğu kadar İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de nasıl engellediğini okuyunca sizin de bizim gibi ‘bu millet bir insanı kolay kolay bu kadar sevmez’ diyeceğinizden eminiz.
Milletimizin feraseti tartışılmaz ama aydınlarımız da keşke ona ayak uydurabilselerdi…
2021 yılında buluşmak ümidiyle…
Hayırla kalınız efendim.
.
Din ve Maneviyatımızın Koruyucusu Sultan Abdülhamid’den İslamofobiye Karşı Beyaz Diplomasi
Son olarak, 2015 yılında yayımlanan karikatürlerin önceki ay sonunda Fransa devlet binalarına yansıtılması örneğinde olduğu gibi, Garp canibinden esen üzücü haberleri işitip de Sultan Abdülhamid’i anmamak mümkün mü? Devletin en müşkül anlarında bile Düvel-i Muazzama’nın idarecilerine sözünü geçirebilen ve İslamiyet hakkında kalem oynatırken veya tiyatroda bir eser sahneye koyarken dinî değerlerimize karşı daha saygılı ve özenli olmalarını sağlayan bir derin hassasiyetin değişmez adresiydi Halife hazretleri.
Sultan II. Abdülhamid denilince Fransa, İngiltere, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Peygamber Efendimiz (sas) aleyhinde bir piyes oynanacağını haber alınca engellenmesi için çok etkin diplomatik girişimlerde bulunan ve meseleyi ortada bırakmayıp sonuç almasını da bilen bir padişahın, bir devlet adamının uyanık bilinci yanında, bir büyük Müslümanın hassas ruhuyla da karşı karşıya olduğumuzu asla unutmamamız gerekiyor. Özellikle Paris Büyükelçisi Esad Paşa ile Salih Münir Paşa’yı nasıl yönlendirdiğini hatırlamakta yarar var.
Dosyamızda Ahmet Uçar tarafından kaleme alınan yazıda Fransa’da sahnelenmesi planlanın piyesi yasaklatmak suretiyle, Abdülhamid Han’ın Peygamber Efendimiz’in ve ecdadının, din ve devletinin haklarını, hem de Yıldız Sarayı’ndan dışarıya adımını atmadan nasıl savunduğunu görmek mümkün. Ancak bu tek örnek değil.
Piyesin yazarı Vicomte Henri de Bornier işin peşini bırakmaya hiç mi hiç niyetli değildir. Bu defa eserini Abdülhamid Han’ın diş geçiremeyeceğini tahmin ettiği, devrin süpergücü olan İngiltere’de oynatmak için girişimde bulunur. Ne var ki, Irving adlı bir aktörle anlaşmış olmasına, bir nevi devlet tiyatrosu olan Lyceum Kraliyet Tiyatrosu’nda oynanması kararlaştırılmasına rağmen, Sultanın inatçı müdahalesinden yakasını kurtaramaz.
Bu defa diplomatik kanallardan bizzat İngiltere’nin ılımlı Dışişleri Bakanı Lord Salisbury devreye sokularak piyesin Fransa’da olduğu gibi yalnız o tiyatroda değil, bütün İngiltere’de oynanması yasaklanacaktır. Ne var ki Sultan Abdülhamid-Henri de Bornier kovalamacasının böylece noktalanmış olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü bu işin bir de üçüncü raundu var. Bu defa üç yıl sonrasındayız. Devir değişmiş, Lord Salisbury gitmiş, yerine bir başka Lord, İslamiyete karşı daha mesafeli duran Lord Roserbery Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturmuştur. Bu değişiklikten cesaret bulan Henri de Bornier yeniden atağa kalkar ve bir başka Londra tiyatrosuyla anlaşır. Ancak bu defa da eserini sahneye koydurmayı başaramayacak, ne yaptıysa Sultan Abdülhamid’in mahir diplomasisi, bu mel’aneti sahneye koymasına müsaade etmeyecektir.
Nitekim 1900 yılında Paris’te oynatılmak istenen Muhammed’in Cenneti adlı bir başka piyesin ancak ismi ve muhtevası değiştirilmesi şartıyla sahneye konulur hale getirilmesi de sultanın ince diplomatik girişimlerinin eseridir. Keza bir başka belgeden 1894 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasının sahnelenmesine engel olduğunu da öğreniyoruz.
.
İlk Hava Şehitlerimiz Şam-ı Şerif’in Evliya Kokulu Toprağına Emanet
Fatih’te bir parkın içinde bulunan sessiz anıt, bize bir şeyler söylemek ister gibi huzursuzdur. Öğrencilik yıllarımdan beri önünden geçip gittiğim, ağaçlarının hışırtısını içtiğim bu parkın, bizi geçmişimize bağlayan en hüzünlü ama aynı zamanda en meraklı köprülerden biri olmak için yanıp tutuştuğunu sonraları öğrenecektim.
Dünyada ilk uçağın 1903’ün Aralık ayında yerden yükselmeyi başardığını biliyoruz. Amerikalı Wright kardeşlerin açtığı bu çığır kısa zamanda Avrupalıların ilgi odağı haline gelmiş ve ilk uçuş denemeleri 1906’da gerçekleştirilmiştir. Osmanlı da ilgisiz kalmayacaktır buna.
Tam üç yıl sonra, 1909’da yine bir Aralık günü Baron de Catters adlı Belçikalı bir asilzadenin İstanbul semalarındaki uçuş tecrübesini başarıyla tamamladığını öğreniriz. Ancak pilotların henüz acemilik yıllarıdır; kazalarla karşılaşılması normaldir. Baron’umuz tam üç defa ertelediği uçuşta Taksim Meydanı’ndan havalanmışsa da, uçağı Pangaltı’da bir evin damına çakılmıştır.
Sınırlarımız içindeki ilk uçak kazasıdır bu. Ancak ilk adım atılmıştır bir kere. Arkasının gelmesi kaçınılmazdır. Özellikle de devrin Genelkurmay Başkanı (Erkân-ı Harbiye Reisi) Mahmud Şevket Paşa işin peşinde olursa…
Havacı subaylar Almanya, İngiltere ve Fransa’da tahsil görürken, halktan İâne-i Milliye adı altında para toplanır ve Avrupa’dan iki adet uçak satın alınır. Birisi, doğrudan yardım kampanyasının adını almıştır (Muavenet-i Milliye), öbürüne ise Prens Celaleddin adı konulmuştur.
Derken yakınlarda boşaltılan Yeşilköy’deki Atatürk Hava Limanı’nın bulunduğu mahalde ilk uçak tesislerimiz yükselmeye başlar. Eylül 1913’e geldiğimizde Fransız Hava Kulübü’nden üç uçağın Osmanlı semalarında giriştikleri kıran kırana bir yarışa sahne oluruz. Çeşitli şehirleri gezerek Kahire’ye kadar ulaşan (yine bir Aralık ayında ama bu defa 1913’teyizdir) ve İslam âlemine moral pompalayan bu uçaklar, hiç işe yaramasa bile, Osmanlı ordusunun Balkan Harbi’nde yaralanmış gururunu tamir eder.
Devamı Derin Tarih Aralık Sayısında…
.
Ahmet Kekeç de Hakka Yürüdü
Ahmet Kekeç’le 1980’lerin ortalarında tanışmış olmalıyız. Yayın yönetmeni olduğum Risale Yayınları’na ara sıra gelip gittiğini ve bazı kapaklarımızın pikaj ve montajını onun yaptığını hatırlıyorum (o sırada geçimini sağlamak için yazarlık haricinde bu tür zenaatlarla da meşguldü). İyi hatırlıyorum, İsmet Özel’in bir kitabının kapağı baskıya gidecekti, pikaj ve montaj işini yapan arkadaşı o sırada bulamamıştık, Ahmet bana montajın nasıl yapılacağını göstermiş ve başımda durup yaptırmıştı. Lakin beceriksiz olmalıyım ki bu ilk ve son kapak montajım oldu.
Daha doğrusu şöyle diyeyim: Risale Yayınları’na 1986 sonlarında geçtiğime göre ya ondan önce çalıştığım İlim Yayınları’nda Edip Günenç Bey’in odasında veya Risale’de -ama ikisi de Cağaloğlu’nda Üretmen Han’da- tanışmış olmalıyız.
Aytekin Yılmaz’ın başbakanlık uzmanı olarak Ankara’ya gitmesi üzerine boşalttığı Cankurtaran’daki bekâr evine yerleştiğimde Ahmet Kekeç’in evimize gelip gittiğini hatırlıyorum. Sevgili Ömer Serdar (Elazığ milletvekili) ile beraber kaldığımız bu eve zaman zaman şair Necat Çavuş, Ahmet, Vahdettin Yiğitcan, eski Malatya milletvekili Nurettin Yaşar gelir, İstanbul’a geldiğinde Aytekin de katılınca halkaya, sohbet denizleri demlerdik.
Hakkında vaktiyle bir yazı kaleme aldığım ev sahibimiz âmâ Hafız Amca da sesimizi duyunca merdivenlerden aşağıya iner, sohbete bazen dinleyici, bazen sorgucu sıfatıyla iştirak ederdi.
Ben Risale’den İnsan Yayınları’na geçince oraya da gelip gittiğini hatırlıyorum Ahmet’in ama artık o sıralarda İmza adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştı (1989-94 yıllarında çıktı).
Ahmet zaman zaman dergide tarihî mevzulara sertçe giriyor, 90’lı yılların başında İslamcı kesimde yaygınlaşan yakın tarih hesaplaşmasına kalemiyle katılıyordu. Bu yıllarda Ali Şükrü Bey’in katliyle ilgili yazısında hızını alamayıp Topal Osman’a bindirince Giresunluları kızdırmış, hatta bazılarından ölüm tehdidi bile almıştı. Yargılanıp yargılanmadığını hatırlamıyorum ama Ali Şükrü Bey Cinayeti ve İzmir Suikasti adlı kitapları (ikincisi Sümer Kılıç adıyla) o dönemdeki tarihe yönelişinin tezahürleri oldu.
Bu süreçte edebî ürünler de vermeye devam etti. Yağmurdan Sonra adlı romanı 1999 yılında Tuzla Belediyesi’nin Roman Armağanı Birincilik Ödülünü almıştı (“Ahmet Kekeç’ten sevgili Mustafa Armağan’a dostluk ve muhabbetle” ithafıyla 29 Aralık 1999’da imzaladığı kitabın ilk baskısı Şehir Yayınları tarafından yapılmıştı).
Bu yıllara ait bir hatıram da canımın sıkkın, bezgin, fena halde morale ihtiyacım olduğu zamanlar kimi arasam diye düşündüğümde aklıma gelen ilk ismin Ahmet olduğudur. Aradığınızda derdinizi unutturan dostlar vardır ya, onlardan biriydi. Sizi alır, uzaklaştırırdı takıldığınız ağdan.
O sıralarda Fatih’te bir ofiste çalışıyordu, geçmiş gün, neresi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.
1990’ların ortalarında ben uzun zaman direndiğim felsefe ve kültür alanından uzaklaşıp şehir ve tarih eksenli yazılar yazmaya başladığımda Ahmet buna pek bir sevinmişti. Hatta Akit’teki bir yazısında “Ne okuyalım?” diye soruyordu okurlarına ve “Mesela Mustafa Armağan’ın Şehir Asla Unutmaz adlı kitabını okuyalım” diyerek ilk baskısı 1996 yılında çıkan kitabımı tavsiye ediyordu.
Devamı Derin Tarih Aralık Sayısında…
.
Coğrafya Savaşmak İçindir”
“Coğrafya savaşmak içindir” diye ufak bir kitap duruyor nice zamandır kütüphanemde. Öyledir muhakkak ama bizim coğrafyamız ve bize dayatılan coğrafya algısı daha bir öyledir.
Yanlış bir Misak-ı Millî Türklüğü algısı zihinlerimizi içeriye doğru büktü ve Cumhuriyet döneminde iddiaların aksine ziyadesiyle yerelleştik. Yalnız İslam dünyasından uzaklaşmakla kalmadık, Türk dünyasıyla da aramıza mesafe koyduk.
Harita yapıcıların -yapanlar biz değildik- çizdiği sınırların adeta bir tabiat kanunu gibi belletilmesi içimize kapanmamıza yol açtı. Halbuki coğrafya vizyon demektir ve tarihle birlikte okutulması gereken bir derstir. Ancak bu ikisi ferdin zihninde visale erdiğinde birikimli ve şuurlu bir neslin müsaid bir toprağa tohum bıraktığından söz edilebilir. Türkiye başka birçok şey gibi coğrafya algısını ve şuurunu da hızla yeniliyor son yıllarda. İstanbul’un, Ankara’nın, Diyarbakır’ın bu şehirlerde kalarak değil, Saraybosna’da, Moskova’da, Musul’da, Paris’te savunulmasının önemini fark ediyor. Türkiye’nin 777 bin kilometrekare bir toprak parçasından ibaret olmadığının şuuruna varıyor. Libya, Suriye, Musul, Somali ve Karabağ görüş ufkumuzun içerisine giriyor birbiri ardınca.
Nihayet sevindirici haber ay içinde geldi: Karabağ 27 yıllık Ermenistan işgalinden adım adım kurtuluyor. Dergi baskıya giderken Gubadlı/Kubadlı geri alınmıştı. Hedefte Azerbaycan Türklüğünün kalelerinden Şuşa var, o alındıktan sonra da Kelbecer…
Türkiye ile Azerbaycan her zaman yakındı ama dost elbette zor zamanda belli olurdu. Türkiye devleti kardeş devlet Azerbaycan’ın daima yanında olduğunu bu çetin zamanda gösterirken biz de tarih penceresinden bakmayı denedik Azerbaycan ile ilişkilerimize. Mehmet Poyraz Bey’in hem yazı yazarak, hem de dosyamızla ilgili görüş ve yazı toplayarak yaptığı katkılara minnettarız. Dosyamızı beğeneceğinizi ümit ediyoruz.
Ayrıca seyirciden büyük ilgi gören Uyanış: Büyük Selçuklu dizisi üzerine tali bir dosyamızı okuyacaksınız sayfalarımızda. Yapımcı ve yönetmen Emre Konuk, sinemacı Mesut Uçakan ve Selçuklu tarihçilerinin görüşlerini okuduktan sonra diziyi daha bilinçli bir şekilde izleyeceğinize inanıyoruz.
Yeni sayılarda buluşmak ümidiyle, hayırla kalınız.
.
Kur’an’ı Ayak Altında Çiğneten Ressamı Tanıyor muyuz?
Matbaanın din adamlarının muhalefeti yüzünden Osmanlı ülkesine geç geldiği, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin halka tepeden baktığı için zembilini evinin penceresinden sarkıtmak suretiyle fetva dilekçelerini topladığı ve cevaplarını yine zembille aşağıya yolladığı, Osmanlı ilim adamlarının bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu bilmedikleri gibi yığınla akla zarar efsane elini kolunu sallayarak geziyor aramızda. İşin garibi, çürütmekle de dağılıp gitmiyorlar, çünkü ideolojikler ve biliyoruz ki ideolojilerin onları suiistimal edenlerin ilimle bir alakaları yok. Ve ilimle alakası ancak ideoloji seviyesinde seyreden bir millete “ne versen gidiyor”.
Bir yandan uyanış başladı çok şükür, sorgulayan yeni bir nesil geliyor ama henüz yeterli değiller. Onlara öncülük edecek beyinlerin enerjisini dağıtmaması gerek. Zira sorgulamamız gereken yüzlerce belalı efsane, tabu ve ezber var; dahası, nice ‘münevver’in nesiller boyu uğraşsa battal boy poşetlere doldurmaya kadir olamayacağı miktarda ‘çöp’ ortalığa saçılmış durumda.
İşte ‘Osman Hamdi efsanesi’ de aramızda dolaşan belalılardan. Öyle ki, dini bütün bazı kişiler ve kurumlar bile onu neredeyse evliya katına çıkaracak komikliklere tevessül ediyor, Batılılardan bir aferin almak için yaptığı özenti mahsulü tablolarına parıltılı kılıflar bulmak için seferber oluyorlar. Hem de dinle, diyanetle en ufak bir alakası olmadığı, hatta ateist olduğu halde İslam Ansiklopedisi’nde kendisine iltifatlar yağdırılan bir maddede yer bulabiliyor! Ne âlâ memleket!
Bana inanmayan, Edhem Eldem’in Osman Hamdi Bey Sözlüğü’ndeki “Din” maddesinde yazdıklarına baksın ve utansın.
Hem de iki karısını da Fransızlardan seçtiği ve evinde Fransızca konuşmayı tercih ettiği halde!
Hem de kendisini Müze Müdürü yapan velinimeti Sultan 2. Abdülhamid’e –hâşâ huzurdan- ‘havyan’ dediği bilindiği halde!
Hem de alafranga giyinip alenen içki içmek, dindarlarla ‘yobaz’ diye alay etmek gibi gayet İslamcı(!) meziyetleri bulunduğu halde!
Ve hem de resimlerinin hiç birinde İslam’a bir din olarak saygı göstermediği, aksine bir resminde ‘emir’ dediği bir genci yüzükoyun sedire uzatarak Kur’an okuttuğu, bir başkasında ise Bursa’daki Yeşil Camii’nde iki açık kadına tambur ve def çaldırdığı halde! Ve dahi hem de asıl isminin Yaratılış (Genesis) olduğunu öğrendiğimiz yaygın olarak Mihrab diye bilinen tablosunda mihraba arkası dönük bir şekilde Kur’an rahlesine oturttuğu Ermeni kızın ayakları altına Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i attığı halde!
Devamı Derin Tarih Kasim Sayısında…
.
Düşünen Tarih
Bizde umumi bir hastalık gibidir: Tarihçiler malzemeleri üzerinde düşünmeyi, felsefeciler de tarih okumayı pek sevmez. Bu yüzden tarihçilerimiz muazzam bir felsefe laboratuvarı olan tarih platformu üzerine balyaları yığmaya çabalarken, aynı malzeme yığını, onları ayıklayıp değerlendirecek felsefe adamlarının lakaydisine toslar. Kaybeden biz oluruz.
Felsefe tarihi derslerinde Leibniz monadolojisiyle, sonsuz ufaklar (infinitesimal) buluşu ile, mümkün dünyaların en iyisi teorisiyle vs. okutulurken, Fransa kralına yazdığı risalesinde Osmanlı topraklarının işgalinin Mısır’dan başlatılmasını tavsiye ettiği es geçilir. Halbuki filozof Leibniz ile kraldan para koparmaya kalkan çıkarcı Leibniz aynı elmanın iki yarısıdır.
Bizde klasik felsefe tarihi kitaplarında ayakları yerden kesilmiş filozofların “arka bahçesi” anlatılmaz. Tarihçiler ise felsefeyi maddî temelden mahrum bir tür eğlence olarak görüp istihfaf eder.
Özetle: Felsefeci tarihe kör, tarihçi felsefeye kapı ve pencerelerini kapamış vaziyettedir.
Bilelim ki bu kısır döngüyü kıranlar hasretle gelmesini beklediğimiz hakiki filozoflarımız olacaktır.
2018 Ocak’ında kapağa taşıdığımız Prof. Dr. İbrahim Kalın’ın tarihten gelip felsefede konaklayan ve Cevdet Paşa’dan sonra baltayla kesilmiş tefekkür ile tarih kablolarını lehimlemeye teksif ettiği değerli fikirlerini sizlere ulaştırmış, düşünen tarihin ve ayakları yere basan bir felsefenin önümüze ne amansız ufuklar açacağını göstermiştik.
Elinizdeki sayıda ise Prof. Dr. Teoman Duralı’nın bu defa felsefeden gelip tarihte konaklayan ve oradan tefekkür sayhaları halinde demlediği fikirlerini takdim etmenin heyecanı içindeyiz. Okuduğunuzda pergelinin sabit ayağını İstanbul’a saplayan bir tefekkür erinin hangi evrenselmiş gibi görünen hakikatlerin kabuğunu ustaca soyduğuna, kendimizde hor gördüğümüz nice güzelliği keşfedip nasıl üzerindeki tozları temizleyerek zihin raflarımıza yeniden dizdiğine şahit olacaksınız.
Duralı hocamıza bereketli bir ömür dilerken, kendisini çeşitli yönleriyle tanıtan yazılarıyla sayımıza katkıda bulunan talebe ve dostlarına teşekkür ediyoruz.
Derin Tarih elbette bir tarih dergisi ama yalnız tarihî olayları değil, onların felsefî temellerini ve tarihe hangi bakış açısından bakılması gerektiğini göstermeyi de gaye edinen bir dergi. İddiamızı bundan sonra da benzer açılımlarla ortaya koyacağımızdan emin olabilirsiniz.
Yeni sayılarda buluşmak ümidiyle
hayırla kalınız.
.
TEOMAN DURALI: OSMANLI’NIN YIKILMASININ SEBEBİ KAVMİYETÇİLİK MİKROBUNUN BULAŞ-TIRILMASIDIR
KONUŞAN: MUSTAFA ARMAĞAN, MEHMET ÖNDER
Mehmet Önder: Kavmiyetçiliği bir zehir olarak tanımlıyorsunuz. Türkçülük davası güdenlerin pek çoğu Türk değildi notunu da düşüyorsunuz. Eğer böyle bir tespitte bulunursak bu işin altında çok daha farklı meseleler var demektir, değil mi?
Teoman Duralı: Ya siyasî bir hinlik vardır. Burada ben kötü bir niyet ararım. Başka olaylarda da bir kompleks, bir hastalık vardır. O millete yaranmak için ben 10 bin yıllık Türküm derler.
Mehmet Önder: Bu Nazizmin ari ırk teorisinin bir yansıması değil mi?
Teoman Duralı: Evet. Tabii bizde bu sadece 1920-30’ların olayı değil. Daha da geriye giden bir olay. Biliyorsunuz ki 1880’lerden itibaren, yani Abdülhamid döneminde Almanya’dan hocalar getiriliyor. Başta Harbiye’ye. Almanya’nın hastalığı Napolyon Fransası’nın işgalinden sonradır. 1815’den itibaren Almanya’da aşırı bir milliyetçilik furyası baş gösterir ve önce felsefî çerçeveleri çizilir. En başta büyük Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte yer alır. Nihayet 1800’lerin sonlarında had safhaya ulaşır. Bireyler gibi milletlerin de kendilerine mahsus birtakım özellikleri vardır. Bazı milletler aynı kişiler gibi kurnazdır, zekidir, akıllıdır, saftır. Almanlarda ise saflık vardır. Çok kolay bir şekilde aşırılığa kaçarlar. İngilizler ise tam tersidir, hin oğlu hindir. Yahudilere çok benzerler. Aralarında kavmî bir bağlantı olmamakla birlikte benzerler. İngiliz-Yahudi medeniyeti burada birleşir.
Bu adamlar buraya geldiklerinde Harp Okulundan başlamak üzere Tıbbiye, Mülkiye gezmişlerdir. Fakat ilk girişler harbiyedir. Çünkü bizim en önemli tutamağımız harbdir, ordudur. Buraya gelip kendi kafa yapılarını aşılarlar. Buraya ayak uydururlar. Yani burayı Almanlaştırmak için girmezler ama zihniyetlerini Türkleştirmeye gayret ederler ve Türk milliyetçiliğinin ateşini yakarlar. Öbür tarafta da bunu kullanmaya yatkın başka bir unsur vardır, onlar da Yahudilerdir. Bize bu kavmiyetçilik mikrobu nereden bulaştı? Dedim ki, 1880’lerden itibaren Almanya’dan Harp Okuluna gelen Alman subaylar, ülkelerinde yükselişte olan kavmiyetçiliği bize aşılamaya başladılar. Bunu bir çeşit içgüdü ile yaptılar. Yani bilintizam böyle bir şey düşünmediler. O kendi kafalarındaki ruhlarında taşıdıkları anlayışı Harp Okulu talebelerine zerk etmeye başladılar. Nitekim bunlar arasında Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa da var.
Kavmiyetçilik fikrini farklı bir yönden bize aşılayan diğer bir unsur Yahudiler olmuştur. Fakat onların maksatları değişiktir. Bizde bırakın kavmiyetçiliği, milliyetçiliğin gölgesi bile yoktur. Böyle bir anlayışın zerresi yoktur. Bizdeki hâkim görüş ümmetçiliktir. Bu birliği, imparatorluğu yıkmanın yolu, içerisine kavmiyetçiliğin sokulmasıydı. Öncelikle Hıristiyan unsurlar üzerinde çalışıldı, başta Yunanlar olmak üzere.
Yunanlarda Yunan kavramı yoktur. Onlar kendilerini Rum kabul ederler. Ben Kapalı Çarşı’da çalışırken, çalıştığım yerin sahibi Rum idi. Ben de o vakit fakültede Yunanca derslerine devam ediyordum. Bir gün gittim, “usta bak, ben sana Yunanca bir metin okuyacağım” dedim. “Nedir?” dedi. Platon’dan bir parça okudum. Anlamadığını söyledi. “Nasıl yani, sen Yunan değil misin?” dedim. “Hâşâ, hayır biz Rumuz” dedi. “Bu metnin yazarı kimdir?” diye sordu. “Eflatun” dedim. “Efendimizden önce mi yaşamış, sonra mı yaşamış?” diye sordu. Efendimiz dediği de Hazreti İsa. Önce yaşamış, dedim. Al bunu, götür dükkândan, dükkânın uğurunu kaçırır, dedi. Daha sonra bunu Yunanistan’dan gelenlerle de konuştum. Kendilerinde böyle bir Helen anlayışının olmadığını söylediler. Bu fikri 19. yüzyılın başlarında Fransa’dan, İngiltere’den gelen misyonerler sokmuş. Siz Helen’siniz, büyük bir medeniyetin evlatlarısınız, bu barbarların boyunduruğuna nasıl girersiniz, şeklinde fikirler söylemişler.
Mehmet Önder: Benim küçüklüğümde Tarsus Amerikan Koleji vardı. Tarsus tarihî olarak çok mühim bir yerdir ama çok küçüktür. Oraya Amerika neden gelir de bir kolej açar diye düşünürdüm. Sonra fark ettim ki Balkanlarda, Arap coğrafyasında ve daha pek çok muhtelif yerde bunun örnekleri var. Nihayetinde bu faaliyet nelere sebep verdi hocam?
Teoman Duralı: Ayrılmalara ve parçalanmalara sebep oldu. Araplara, sizi Türklerden kurtaracağız, büyük bir devlet olacaksınız vaadini verdiler ve bin parçaya ayırdılar. Bugün Araplar kadar parçalanmış kim var ki? Bir de Balkanlar var. Bir yemeği bir bütün olarak yemek var, parçalara bölüp kolayca yutmak var.
Mustafa Armağan: Osmanlı’nın diğer milletlere de bakışı hep din merkezli olmuştur. Cığalazâde Sinan Paşa mesela. Cağaloğlu semtine ismini veren bu zat İtalyan bir denizcidir. Daha sonra kendisi Osmanlı’ya gelmiş ve Kaptan-ı Deryalığa kadar yükselmiştir. Osmanlı için bu ırkçılık meselesi hiçbir zaman önemli olmamıştır. Her milletin kendi millî, dinî hususiyetlerini koruması için devlet bir hakem rolü görür. Mesela İzmir’de bir zengin Yahudi ile fakir Yahudi arasında alacak verecek meselesi olduğunda oradaki hahambaşına gitmeleri gerekir normalde. Fakat hahambaşı zengin Yahudi’yi kollayacağı için fakir Yahudi hahamhane yerine Osmanlı kadısına gitmeyi tercih ederdi. Kadının önüne çıktıkları zaman da kadı onlara soruyordu: İslam hukukuna göre mi, Yahudi hukukuna göre mi yargılanmak istersiniz? Ne kadar muhteşem bir tablo…
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…
.
Cemil Meriç Hata Yapar Mı?
Geçenlerde Yücel dergisinin eski sayılarını karıştırırken Cemil Meriç’in bir yazısı dikkatimi çekti. Derginin Eylül 1946 tarihli 119. sayısında basılan “1944’te öldürülen Voltaire” adlı kitap eleştirisini okuduktan sonra, içimde bu metni yeniden yayınlama arzusu uyandı. Ne var ki, Cemil Meriç’in eleştirdiği Mukadderat çevirisine yakından bakınca gördüm ki, üstad alıntı yaptığı metni ya eksik ya hatalı ya da dikkatsizce aktarıyor, bilimsel aktarma kurallarına büyük ölçüde riayet etmiyordu. Üstüne üstlük kendi sahası kabul edilen Fransızca orijinalden alıntı yaptığı yerlerde dahi, bir kısım atlama ve yanlış aktarmalar göze çarpıyordu ki, bunlar, Meriç metinleri adına üzerinde yeniden düşünülmesi gereken istifham bulutları taşıyordu.
Titizliğiyle maruf Cemil Meriç’in sonraki metinlerinde görülen hatalar belki kâtiplerinin dikkatsizliğine yorulabilirdi; ama henüz gözlerinin kapanmasına 10 yıl varken bizzat kaleme aldığı bir yazıda karşımıza çıkan hatalar nasıl yorumlanmalıydı?
Muhtemelen 1940’lı yılların bilimsel aktarım tekniğinin bugünkünden farklı olduğunu ve bu yazının, metinlerin biraz daha “mirî malı” kabul edildiği bir dönemde kaleme alındığını söyleyerek teselli bulabiliriz. Lâkin yine de işi metin eleştirisi olan ve çevirmeni titiz olmadığı için kıyasıya eleştiren bir münekkidin, eleştirdiği metni daha dikkatli aktarmasını bekliyor insan. Çünkü sonuçta aktardığımız kalıyor okurun aklında. Herkesin ilk metinlerle karşılaşma imkânı sınırlı. Kaldı ki, karşılaşanların da metni ne kadar dikkatle okuyup aktardıkları ayrı bir mesele.
O zaman ne yapmak gerekiyor?
Benim kanaatim, ilk yazılarından itibaren yeniden yayınlanacak olan Cemil Meriç külliyatının kesinlikle tek kişi tarafından değil, bir uzmanlar grubu tarafından incelenmesi ve gerektiğinde metne yapılan müdâhale ve düzeltmelerin dipnotlarla açıklanmasıdır. Tabii birazdan göreceğimiz gibi bizzat Cemil Meriç’ten kaynaklanan hataların da belirtilmesi şarttır. Yani artık Cemil Meriç araştırmalarında orijinal metin anlayışında bir değişikliğe gitmek gerekiyor.
Henüz kitaplaşmamış yazıları üzerinde çalışanlara teklifim şu: Gelin, bu yazıların dergilerdeki orijinal hâllerini tıpkıbasım olarak yayınlayalım. Böylece hem gelecekteki araştırmacılara sağlam bir referans bırakmış oluruz, hem de ondan aktarma yapacakların düşebilecekleri hataların denetlenmesini mümkün hâle getiririz.
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…
.
Tek Partinin Kuran ve Ezan Avı
1341 Malazgirt doğumlu (Nüfus İdaresinden sorgulattığımda karşıma 1 Temmuz 1925 tarihi çıktı, 18 Ocak 2020 tarihinde vefat etmiş), Erzurum’un Karayazı ilçesine bağlı Yiğityolu köyünden. YO7 seri no 740615 nolu nüfus cüzdanı 39973238486 TC kimlik no sahibi, Sabri ve Zarife’den doğma.
Haber dinleyecek herhangi bir araç veya cihazımız yoktu. Dergi, gazete gibi şeyleri bilmiyorduk. Babalarımız Erzurum’a gidip geliyorlardı. Hem erzak ve yiyecek getiriyorlar, hem de ülke ile ilgili olup bitenleri haber alıyorlardı. Haber alma imkânlarımız o kadar güç ve zordu ki yan köyde biri ölse ancak bir haftada öğreniyorduk.
Ülke ile ilgili olup bitenleri, çıkan kanunları, inkılapları ya büyüklerimizden bu şekilde öğreniyorduk ya da köye gelen askerlerden…
Doğuda devlet diye bir şey yoktu. Görevli askerler istediklerini yapıyor; yakıyor, yıkıyor ve devlet adına hareket ediyorlardı. Kimse karşı gelemiyor, dur diyemiyordu. Kendilerini devlet yerine koyuyor, öyle hareket ediyorlardı. Çoğunlukla şahsi davranıyor, haksız muameleler yapıyorlardı.
Yoksulluğun ve fakirliğin en kötüsünü yaşıyorduk. Bulduğumuz iki şey vardı; biri ekmek, diğeri bulgur. Üstüne üstlük devlet tarafından baş vergisi alınıyordu. Hatta malın (hayvanların-MA) kendisi vergisini karşılayamıyordu. Ekip biçtiklerimiz kendimize yetmezken bir de devlet bizi zor durumda bırakıyordu. Hal böyleyken köye gelen asker ve komutanlar da olanca yiyeceğimizi alıyordu.
Asker ve komutanlar genelde muhtarın evine gelirlerdi. Köy ağasını çağırır, ona türlü türlü hakaretler yaparlardı. Onu devlete karşı gelmekle, isyan etmekle suçlarlardı. O gece sabaha kadar herkes el pençe divan durur, hizmet ederdik. İstenilen bir şey evimizde bulunmasa da yok diyemezdik. Yediğimiz dayak ve falakaların hiçbirinin sebebini bilemez ve soramazdık.
Şöyle bir olay yaşanmıştı: Yan köyden iki kardeşi bizim köye getirdiler ve “bunlar eşkıyalara yardım ediyor, yiyecek veriyor” diye suçladılar. Onlar suçsuz olduklarını, eşkıyaların silah zoruyla yiyeceklerini ellerinden aldıklarını söyleseler de ölmekten kurtulamadılar. Öldürüldüklerini görmesem de cenazelerine şahit oldum.
Askerler gidişlerinde köyde işlerine yarar ne var, ne yok toplayıp götürüyorlardı. Binek hayvanlarımıza biner, sorgusuz sualsiz alıp giderlerdi. Hakkımızı hiçbir şekilde arayamıyorduk. Özellikle ana dilimizin Kürtçe olması işimizi iyice zorlaştırıyordu. Halimizi, derdimizi anlatamıyorduk. Köyde okul, öğretmen yani eğitim adına hiçbir şey yoktu.
Köyler harabe şeklindeydi. Asker çık derse köyden çıkıyorduk, dön derse tekrar köye dönüyorduk. Köyde bir aile ile diğer aile arasında bir sürtüşme, bir kavga olsa tüm aileler toplanıyor, karakola götürülüyordu. Orada herkes dövülüyor, suçlu da suçsuz da ayakta duramayacak kadar dayak yiyordu.
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…
.
Yavuz Kürtlere Beddua Etti Mi?
Güya Yavuz Sultan Selim Çaldıran seferine giderken Muş’ta yaptırdığı çeşmeyi dönüşte harap vaziyette bulmuş; bunun üzerine de aşağıdaki mısraları kendisi kaleme aldırarak çeşmenin üzerine yazdırmış. Şiirin anlamı 1999’da Hasan Pulur’un bir yazısında (hangi yazı?) dile getirilince çeşmenin üstündeki kitabe işgüzar yetkililer tarafından silinmiş! Çeşmenin kitabesinde güya şunlar yazılıymış:
Kürde fırsat verme ya Rab dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın
Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın
Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.
Bu müthiş(!) şiiri okuyup sersemlemiş olan okurlarım heyecanla soruyor:
Acaba bu bilgi doğru mu? Yavuz Kürtlere böyle beddua etmiş olabilir mi?
Benzer konular için atalarımız ‘Tut kelin perçeminden’ diye şık bir kelam etmişler. Biz de neresinden tutalım bunun diyoruz. Aksi halde uzayabilecek cevaplarımızı maddeler halinde sıralamak en iyisi…
Bu çeşme Muş’un neresindeymiş? Bir resmi, kazınmış da olsa kitabesini çekin, gösterin. Rivayetle, -mış, -miş ile tarih olmaz. Yerini söylesinler, gidip kendim göreyim.
En basit vezin ve kafiye bilgisinden ve şiir zevkinden yoksun bir heveskârın söylediği açık olan manzume, şiirimizin hamle üstüne hamle yaptığı Yavuz Sultan Selim Han devrine ait olamaz. Kelimeleri, bozuk vezni, külhanbeylerine yakışır üslubu ile bir sultana hiç ait olamaz. Üstelik Yavuz’un Osmanlı padişahlarının en âlimi, hatta Kürtlere en yakın davrananı, tarihimizdeki ilk ‘Kürt açılımını’ gerçekleştiren padişah olduğunu biliyoruz.
Yavuz Sultan Selim hiç Türkçe şiir yazmamıştır, divanı Farsçadır. Ona atfedilen “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diye başlayan ünlü kıtası dâhil olmak üzere bazı Türkçe parçalar başka şairlere aittir ve Yavuz’a yakıştırılmıştır.
Sevgili okurlarım! Sanırım soruyu bana değil de, bu soruyu ortaya atanlara sormalısınız. Önce böyle bir çeşmenin varlığını ispat etsinler, görelim, ondan sonra konuşalım. Daha sağlıklı olmaz mı?
Üstelik ben Milliyet’in internet arşivinde aradım, taradım, Hasan Pulur’un 1999’da bu mahiyette bir yazısına rastlayamadım. Yine bu internet dedikodusuna “kaynak” olarak gösterilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Zuhuri Danışman neşrinde (C. 3, s. 80) de böyle bir bahis geçmediği gibi başka yerlerinde de geçmiyor.
Çeşme yok, kazınmış da olsa kitabe yok, tek kare dahi fotoğrafı yok, kaynak diye verdikleri Evliya Çelebi Seyahatname’sinde yok, Yavuz’un Türkçe şiiri yok. O yok, bu yok ama ortada koskocaman bir yalan fırıl fırıl dolanıyor. Nasıl bu kadar çocuklaştırıldık?
Hayret!
.
Portekizliler Peygamber Efendimiz’in Mezarını Avrupa’ ya Kaçıracaklardı!
“Osmanlı Endonezya’ya en zor döneminde yardım etmiş” başlıklı bir gazete haberi; 1916 yılında Cava Adası’nda vuku bulan bir sel felaketi (tsunami?) üzerine Lahey’de oluşturulan uluslararası yardım komisyonuna Osmanlı Devleti’nin 25 bin kuruş hibe ettiğini bildiriyordu.
Aslında şaşırtıcı olmaması gereken bu habere hayretle yaklaşanlar olduğunu hatırlıyorum. Osmanlı Devleti’ni çok az tanıdığımızı bilmediğimiz gibi, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Tıpkı Hind Okyanusu’ndaki varlığını faaliyet ve icraatını bilmediğimiz gibi…
Amerika’yı keşfettiği söylenen Kristof Kolomb’un batıya giderek doğuya ulaşmak amacıyla yola çıktığı ve Hindistan’ı bulmayı beklerken tesadüfen Küba civarında bir sahile çıktığı sık sık tekrarlanır da, seyahatinin asıl gerekçesi, nedense zinhar telaffuz edilmez. Oysa Alman iktisat tarihçisi ve mütefekkiri Werner Sombart’ın da katıldığı iddialara bakılırsa Yahudi finansmanıyla yola çıkan Kolomb’un seferlerinin asıl amacı, bizzat kendisinin de seyir defterine kaydettiği gibi, başta Kudüs olmak üzere Kutsal Topraklar’ın Müslümanların elinden kurtarılması yönündeki kadim bir Yahudi-Haçlı tutkusunun devamıydı. Amacına ulaşırsa Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’ya, yani Hıristiyan dünyasına nehirler halinde akacak ve keşfedilen topraklardan elde edilecek gemiler dolusu altınla yeni Haçlı kuvvetleri tertip olunarak Müslüman diyarlarına doğru iş bitirici bir sefere çıkılacaktı.
Yeri gelmişken, burada tarihin ufak bir sırrını daha çıtlatayım size de, içimde kalmasın. Osmanlı Devleti kendi kıtalarına hapsedip topraklarının her geçen gün yeni bir parçasını daha bünyesine dahil ettikçe Avrupa halklarının içine düştükleri panik duygusuyla akıl almaz efsaneler imal ettiklerine şahit oluyoruz. Güya Müslümanların bulunduğu bölgelerin de ötesinde, Habeşistan’da büyük bir Hıristiyan Kral yaşarmış ve adı da “Doğu’nun Kralı” (King of the East) Rahip John (bir başka rivayete nazaran da James) imiş.
İşte bilim tarihini yazanlara göre, coğrafî keşiflerin arkasında yatan temel güdülerden biri, Doğu’da yaşadığı bilinen ama ismi olup da cismi bir türlü bulunamayan(!) bu güçlü Hıristiyan Kralı bulmak, kendisiyle temasa geçtikten sonra ondan gücünü Batı’daki Hıristiyanlarla birleştirmesini istemekmiş. Böylece Müslümanlara asırlardan beri bir türlü verilemeyen ağızlarının payını vereceklerini boşu boşuna ummuş durmuş Avrupalılar. Bu ilginç değil mi? Bir ara da Müslümanlara ‘cihad’ açan Şah İsmail’in bekledikleri ‘Hıristiyan Kral’ olup olmadığından şüphelenmişler ve kendisine büyük ümitler bağlamışlar.
Böyle bir hurafeyi bizim tarihimiz için anlatsak, memleketimizin güzide akl-ı evvelleri anında lafın üzerine çullanır ve ‘Zaten bu örümcekli kafa yüzünden geri kalmadık mı?’ teranesine yeni bir nota daha eklemenin zevkiyle sarhoş olurlardı. Ama aynı hurafelerin Avrupa’da ortaya çıkmış olduğunu bizzat kendileri bas bas bağırsa, gördüğünüz gibi, ya görmezden gelinir ya da ört bas edilir, ilerlemenin kıblesi olarak kabul ettikleri hayallerinde ürettikleri Avrupalılığa kat’iyen leke sürülmez.
Devamı Derin Tarih Eylül Sayısında…
.
Hatıratlara Nasıl Güveneceğiz?
Başbakanlık ve Serbest Cumhuriyet Fırkası Genel Başkanlığı gibi iki son derece mühim mevkii işgal ederek yakın tarihimize mührünü vurmuş olan Ali Fethi Okyar hakkındaki araştırmalar son derece yetersiz. Buna mutlaka hataları da ilave etmek gerekir. Nitekim 9 Ağustos 1930 tarihinde kader arkadaşı olan Gazi Mustafa Kemal’e yazdığı mektubunun Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın Atatürk’ten Hatıralar’ındaki şekli maalesef pek çok hata ile malûl.
1930’lu yıllarda Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış birinin hatıratı tarihçi açısından her bakımdan mühimdir. Lakin ya yayıncının dikkatsizliği veya hatırat sahibinin vurdumduymazlığı sebep olmuş olmalı bu mühim mektuptaki faciaya.
Okyar ailesi tarafından neşredilen Serbest Fırka Hatıraları adlı eserdeki aslıyla karşılaştırdığımda Soyak’ın kitabındaki vaziyet iç açıcı değildi. Bu nasıl yayına hazırlamaktı böyle? Her satırında hatalar ben buradayım diye adeta bağırıyordu. Kimse görmemiş mi bunları? Okumamış mı?
Altı üstü iki sayfalık bir mektupta mebzul miktarda hata acaba eserin diğer kısımlarında ne potlar kırılmış? Sorusunu akla düşürüyor ister istemez. Ben aşağıdaki hata hasılatını rafa dizene kadar yoruldum. Diğerine de erbabı baksın bir zahmet. Bakarsa tabii…
Mektuptaki yanlışları, hatıratın müteakip baskısında düzeltilmesi umuduyla aşağıya sıralıyorum. Ancak iki notum var:
Not 1) Hatalar o kadar fazla ki karışıklık olmasın diye mektubun satırlarına kendim numara verdim.
Not 2) Soyak’ın metninde mektubun sadeleştirildiğine dair bir uyarı yapılmadan sadeleştirmeye gidilmiş olması tuhaftır. Bu sebeple yüksek müsaadelerini/müsaade-i celilelerini; iptidai maddeler/mevadd-ı iptidaiye; münakaşa hürriyetini/hürriyet-i münakaşayı gibi “habersiz” sadeleştirme örneklerini listeye almadım. Keza izafet kesresi yerine kullanılan tire (-) işaretinin konulmadığı zatı/zat-ı gibi örnekleri de dahil etmedim. Böylece listemiz sadece okuma hatalarına inhisar etmiş oldu.
Devamı Derin Tarih Eylül Sayısında…
.
Artık Müsterihiz; Fatih ve Akşemseddin Huzurlu
İstanbul’un fethi Osmanlıların Kızıl Elma’sı idi, Ayasofya’nın açılması da Cumhuriyet döneminde milliyetçi-muhafazakar camianın Kızıl Elma’sıydı.
1970’li yılların ortalarında fikri intibahım ilk başladığında kulağıma çalınan ilk sloganlardan biri “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” oldu. Üstad Necip Fazıl’ın “Ayasofya Hitabesi” ile derinden sarsıldık. Rahmetli babamın mütevazı kütüphanesinde bulunan kapağı kopuk bir kitabın üzerinde “Ayasofya Davası” yazıyordu ve bu, 60’ına merdiven dayamış elime değen ilk kitaplardan biriydi.
Velhasıl Ayasofya aşkı, sevdası, tutkusu, ne derseniz deyin, tıpkı Fatih Sultan Mehmed gibi ona görmeden ve tek taraflı âşık olmak gibi bir “hüzn-i umumi” manzarası arz ediyordu.
Ayasofya’nın cami olarak açılmasına vesile olanlardan İsmail Kandemir’i artık tanıyorsunuz. Benim de hiç unutmadığım bir sima gözümün önünde. Bursa’da Risale-i Nur talebesi rahmetli takkeci Kazım amca üç beş kuruş para biriktirip kitapçıklar bastırıp bunları yüksek makamlara taahhütlü olarak gönderirdi. Bu kitapçıklarda sözü mutlaka Ayasofya Camii’nin açılmasına getirir, mutlaka açılması gerektiğini devlet ricaline bıkmadan usanmadan hatırlatırdı. O kadar ki 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’e de bir mektupla başvurmuş, bunun üzerine içeri alınıp başı ağrıtılmıştı.
İnsanımızın bu kadirşinas ve hamiyetperver mayası Elhamdülillah ki en büyük hayat kudretlerimizden biridir. Bunu Ayasofya Camii’nin açılması için sarf edilen onca emeğin aynasında bütün berraklığıyla gördük.
İrlandalı romancı James Joyce’un bir sözünü daima zikrederim: “Zannettiğimiz gibi biz tarihe geri gitmeyiz. Aksine, bizim üzerimize doğru gelen ve bizi geleceğe doğru iter tarih.” Tarih bu topraklarda yaşayanlara daima müteyakkız ve faal olmayı mecburi kılıyor. Coğrafya savaşmak içindir. Düşünmek savaşmaktır.
Ayasofya’nın kapıları yalnız harimine açılmaz bu yüzden. Ruh ufuklarına açılan menfezlerdir. Başarabileceğimize inanıyoruz, çünkü Kitabımız ve Peygamberimiz bunu emrediyor. Başarabileceğimize inanıyoruz, çünkü ecdadımız başarmış. Hem bir kere başarılan bir kere daha niye başarılamasın ki.
Elinizdeki sayı bu huzur ve mutluluğun hissedilmesinde bizi yalnız bırakmayarak destekçisi olan sevgili okurlarımıza ithaf edilmiştir. Bir davanın arkasında durmanın ne kadar mühim olduğunu aynelyakin müşahede ettik. O zaman yeni mücadele cephelerine yollanma vaktidir: Cumhurbaşkanı Erdoğan 27 Temmuz konuşmasında bunu ifade ediyordu: Rabbimiz İnşirah suresinde “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse ilk işi bitirince diğerine koşulun” buyurur. Rabbimizin müjdesine uyarak Ayasofya’yı yeniden namazla, Kur’an’la, cemaatiyle buluşturmaya çalıştık. Şimdi yeni işler yapacağız.
Evet, yeni davalar bizi bekliyor.
Yine dopdolu sayılarda buluşmak ümidiyle hayırla kalınız.
.
Meğer Yunan Ordusu İstanbul’a Girdiği Zaman Ayasofya Camii’nin Kubbesine Asacağı Devasa Bayrağı Bile Yanında Getirmiş!
Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey’in sahibi bulunduğu Tanin gazetesi 24 Şubat 1924 tarihli nüshasının ikinci sayfasında şoke edici bir habere yer vermişti. Habere göre Fener (Rum) Patrikhanesi’ne baskın düzenleyen emniyet görevlileri ambarlarda çeşitli belge ve kitaplara rastlamış ve incelemek üzere bunlara el koymuştur. İncelemeler sırasında devasa boyutlarda bir bayrak da bulunmuş ve bunun 4 metre boyunda, 2,5 metre eninde, Yunan bayrağı renginde mavi ve beyaz atlastan özel olarak imal edilen bir “Ayasofya Bayrağı” olduğu anlaşılmıştı. Bayrağın ortasında ise çift başlı Bizans kartalı ile onun üzerinde bir Bizans tacı bulunuyormuş.
Cümlenin malumu: Yeni sahibinin kim olacağına karar veremedikleri için Ayasofya’yı tekrar kilise yapma hedeflerine Mütareke döneminde nail olamayan İtilaf devletlerinin Türkiye’ye 1930’ların başında “Kilise olmayacaksa cami de olmasın” diye diretmeleri gayet manidar. Kaldı ki Ayasofya Camii’nin müze yapılması fikri de bizden değil, bizzat İngilizlerden gelmiş (İngiliz tarihçi Arnold Toynbee fikir babalarından biridir), bu görev Lozan’dan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne havale edilmiş ve 1930 yılında sırf Ayasofya’yı müze yapmak maksadıyla kurulmuş olan Amerikan Bizans Enstitüsü ertesi yıl resmî kanallardan devreye sokulmak suretiyle mozaiklerin restorasyonu perdesi arkasında cami olmaktan çıkarılarak müze yapılmıştır.
Tanin’deki haberin sonunda bu sözde “Ayasofya bayrağı”nın Cumhurbaşkanı Gazi M. Kemal Paşa’ya takdim edileceği belirtiliyorsa da bir daha akıbetinden haber alınamamıştır. Eğer Cumhurbaşkanına takdim edildiyse mutlaka Çankaya Köşkü’nde bir yerlerde bulunması gerekir bayrağın. Bundan sonrası ise kesif bir karanlık…
Lakin biz burada bir işaret fişeği atıyoruz. Bakarsınız birileri izlerini görür de ardını kovalar ve karanlık bir mahzende ortaya çıkarır. Kim bilir! Zavallı Ayasofya! Ne karanlık ve hazin bir mâzin var. Temizle, temizle bitmiyor…
Tanin gazetesindeki bu kısa haberi sadece bugün anlaşılmayan bazı kelimelerin açıklamalarını parantez içinde vermekle yetinerek noktasına ve virgülüne dokunmadan aynen aktarıyoruz. Unutmayın, tarih düşünmek için vardır.
Devamı Derin Tarih Ağustos Sayısında…
.
Kır Zincirlerini Ayasofya
3 Zilhicce 1441 veya 24 Temmuz 2010…
Fatih Sultan Mehmed’in emaneti ve İstanbul’un Fethi’nin sembolü Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi açılıyor. Ayaklarım yollarda, aklım kalabalıkları yarıp da camiye nasıl vasıl olacağının planlarını iplere tespih gibi düzmekte, kalbim derseniz “Bütün bu sefil bahanelerden bana ne?” diyecek kadar Kızıl Elma’sına teksif olunmuş.
Kumkapı’dan Kadırga, Küçük Ayasofya mahallesi yoluyla Sultanahmet meydanına vasıl olduğumda benzeri nadir görülecek derecede bir kalabalık göğüslüyor fakiri. Sultanahmet Meydanı önünde polis tarafından barikatlar kurulmuş; bağırış çağırış derken atlıyorum, sonra bir barikat daha; kontrol noktalarında güçlük çıkaranlar da oluyor, fotoğraf çektirmek için izin isteyen sevgili okurlarım da…
Nihayet Cuma namazı için açık havada seccadelerini serenlerin arasından bir sis gibi süzülüp protokol kapısına varıyorum. O da ne? Önümde tekerlekli sandalye ile camiye götürülen bir Ayasofya sevdalısı namazı bekleyenler tarafından şiddetle alkışlanıyor. Bu halde bile tarihe tanıklık etmeyi arzu etmiş belli ki.
Nihayet içeriye girebildiğimde saat 12’ye yaklaşmıştı. Devasa giriş kapısından geçtiğimde Kur’an-ı Kerim sesleri kubbelere ve duvarlara çarparak kulaklarıma düşüyordu.
İnanamıyordum Ulu Mabed’in eşiğine vardığıma, daha düne kadar inanılmaz görünen bir hadiseydi çünkü.
Gözlerimi yumdum, açtığımda ayakkabılarım ayağımdan çıkmış, turkuaz renkli halıların üzerine basmaya kıyamazken buldum kendimi; ama ‘buldum kendimi’ hakikaten. Ve insan kendini kaybetmeden bulamıyormuş, bunu bir kere daha bittecrübe öğrendim.
Islak kirpiklerimi açtığımda secdeden yeni kalkan başımın Şeyh Galib’in Mevlevi semahanesini tavsif ettiği beyitleriyle çalkalanmakta olduğunu gark ettim:
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler,
Aceb heybet, aceb şevket, aceb tarz-ı ilahiler.
Kimler vardı içeride?
Protokoldekileri kast etmiyorum tabii ki, ama kimler vardı hakikaten?
Tabii ki Ufukların Sultanı… Fatih Sultan Mehmed’in alnının secde izleri yerleri damgalamıştı.
Ya Akşemseddin hazretleri… Her köşede buhurdan gibi tütüyordu onun ruhu.
Molla Gürani’den Zağanos Paşa’ya uzanıyordu bu insan zinciri, Hızır Beğ’den Mimar Sinan’a ilmekleniyor, sonra Eşref Edip’ten Necip Fazıl’a bağlanıyor ve Ulu Mabed’in dış kapısında bana Afyon’dan, Karlsruhe’den, Malatya’dan kalkıp bu bitimsiz anı yaşamak için koşup geldiklerini yüzlerindeki sürur ve huzur ile haykıranların içten Anadolu seslerine karışıyordu.
Aralarından geçiyorum ve ıssız, sessiz bir köşe buluyorum kendime. Çocukluğumdan beri köşeler daima ilgimi çekmiştir, Ayasofya’da da bir ilki yaşayacağım ve ikinci defa secdeye varacağım yer kimsenin iltifat etmediği bir kuytu olmalıydı.
Girdim kuytuya. Kur’an tilaveti devam ederken arada kalkıp ettiğim secdeler şükür namazından hacet namazlarına el veriyor, her secdeden kirpiklerim biraz daha ıslanmış kalkıyordum.
Devamı Derin Tarih Ağustos Sayısında…
.
Gerçek Tarih Peşinde 100 Aylık “Gaza”
Sabah ezanları okunuyor bu satırları yazarken… Bundan 100 ay önce ilk sayının editör yazısını da bir sabah ezanı vakti yazdığımı hatırlıyorum.
O ne telaştı Yarabbi! O ne endişe dolu sabahlamalardı!
2012 Nisan’ında Kâzım Karabekir Paşalı kapağımızla “Vira Bismillah” deyip yelken açtık tarihin bilinmeyenlerle dolu ummanına; bugüne kadar 20 bin sayfalık bir Derin Tarih külliyatı vücuda geldi.
İçinden nice iddialar boy verdi ki birine çok yakınız: 86 yıldır ruhu cisminden soyulmuş olan Ayasofya bu sayıyı elinize aldığınızda kapılarını açmış olacak inşallah.
İlk sunuş yazıma Edip Cansever’in bir mısraıyla başlamıştım. “Bir mendil niye kanar?” diye soruyordu. “Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?” Ve ekliyordu: “Mendilimde kan sesleri.”
Tarihimiz kanıyor ama kanamayı durdurmaya çare bulunamıyordu, zira bir iç kanamaydı.
Sahte bir tarih konulmuştu çalınan tarihimizin yerine. Jack Goody’nin ifadesiyle bu hırsızlık Avrupa’nın dünyanın geri kalanının hafızasını kendi menfaati doğrultusunda formatlamasıyla vücut bulmuştu. Dünya kendini Avrupalı olarak düşünmeli, görmeli ve hissetmeliydi. ABD’de heykelleri yıkılmakta olan Kolomb’un ders kitaplarımızda bir “kahraman” gibi dayatılmasındaki tuhaflığı düşünün.
Yalnız bizde farklı bir şey olmuştu. İçeride bir hırsızlık daha yaşanmıştı. Yakın tarihimiz büyük ölçüde karanlıkta bırakılmış ve bu belirsizlikten istifade edenler menfaatlerine uygun bir tarih yazmışlardı.
Bu sahte tarihin kendini efendi ilân etmesine ve devleti arkasına alarak potansiyel tarihleri yutmasına itiraz ediyorduk. Mendilimizden gelen “sesleri” yakalayıp bugüne ve istikbale kayıt düşmekti derdimiz.
Zaman oldu, hakikaten kanadığı da oldu mendilimizin. Olsun. Bunlar da takdir-i Hüda’dır. “Mevlâm neylerse güzel eyler.” Ayasofya’da Fatih ve Akşemseddin hazretlerinin secde ettiği yerlere alnımızı değdirmeye yaklaştığımız demlerde 100. sayıyı çıkarıyor olmak apayrı bir tevafuk güzelliği değil midir?
Bizlere yıllardır bıkmadan, usanmadan verdiğiniz destek için, dualarınız için, takdir ve eleştirileriniz için şükranlarımızı sunuyor, dergiye yazıları ve fikirleriyle destek veren değerli yazarlarımıza ve hocalarımıza sa’yiniz meşkûr olsun diyoruz.
Her daim destekçimiz olan Mehmet Genç hoca “Gazanız mübarek olsun çocuklar!” derdi.
Çıkan 100 sayı tarih gazalarına açılan birer kapı, açılacakların da birer müjdesi olsun.
Nice yeni sayılarda buluşmak üzere hayırla kalınız efendim.
.
Derin Tarih’in Yazılmamış Tarihi
2011 yılının başları olmalı. Bir telefonun ucunda uzun bir macera bacasının tüteceğini nereden bilebilirdim! Albayrak Medya’dan bir yönetici arıyordu. Görüşmek istedi. Buluştuk. Bir dergi çıkarmak istemişler. Haftalık, güncel. Ancak bu hız çağında günlük gazeteler bile gündeme yetişemezken haftalık bir haber dergisi ne işe yarayacak? Diye itiraz etmiş yönetici. O zaman ne çıkaralım? demişler. Mesela tarih dergisi demiş. Kim yapabilir bu işi? Fakirin adı geçmiş. Öyle başlamış, benim dışımda gelişti işler.
Tamamen de dışımda sayılmaz. Zira 2005 yılında Sultan Abdülhamid Han ile alakalı üç aylık bir dergi çıkarmaya teşebbüs etmiş, hatta ön toplantıyı dahi akdetmiştik Çamlıca tepesindeki bir restoranda. Sonra biraz da fakirden kaynaklanan sebeplerle o proje akim kaldı.
Lakin o proje bakın neye kapı açtı? İlk baskısı 2006 Nisan’ında çıkan Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı adlı kitabıma. Kitap bugüne kadar diğer ciltleriyle beraber yarım milyona yakın bir tiraj yakaladı. Temelinde bir dergi projesi yattığını önsözünde yazmış olmama rağmen çoğu kimse fark etmedi.
Bazı kitapların sayfalarını rüzgar çevirir, bazıları ise keskiyle zor çevirirsiniz. Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı hem yazımı hem de okunması rüzgarlı kitaplarımdan biri oldu. Derken Mayıs 2011…
Mesut Albayrak Bey’le Bayrampaşa’daki binada buluşuyoruz. El sıkışıyoruz ama önceden yazmaya başladığım kitap projeleri bir türlü fırsat vermiyordu dergiye girmeme. Ramazan, bayram derken Eylül 2011’de tekrar görüşme ve artık kaçış yolu kalmadığı anlaşıldı.
1 Ekim itibariyle dergi çalışmalarına başladım. Ama nasıl?
Boş bir masa.
Birkaç kalem ve kağıt bana bakıyor.
Ve bir telefon.
Çay istiyorum sürekli.
Nereden başlamalı?
Nasıl bir dergi olmalı?
Ve kimlerle?
Hedef ne? İyi bir tarih dergisi. Tabulara dokunacak, bilinenleri sarsacak, yeni bilgi ve belgeler bulup çıkaracak.
Derken 100 aydır dergimizin logosunun altında size seslenen o manidar söz zuhur ediyor ajanstan:
“Tüm bildikleriniz tarih olacak!”
Güzel.
Başlıyoruz o zaman. Ama nereden?
Editör ilanları, görüşmeler, insan kaynakları biriminin başındaki Ali Bey’in müthiş sükuneti ve bilgeliği işimizi bir hayli kolaylaştırıyor.
Nihayet 1 Kasım günü 4-5 kişilik (bir kısmı part-time olmak üzere) bir grup arkadaş çalışmaya başlıyor (ekip olmanın zaman aldığını sonradan öğrenecektim). İki ön toplantı düzenliyoruz Otağtepe’deki restoranda. Dergimizin temelleri Boğaziçi’nin en nadide manzaralarından birinin kıyısında atılıyordu velhasıl.
Devamı Derin Tarih Temmuz Sayısında…
.
HALUK DURSUN: “AYASOFYA’NIN MÜZE YAPILMASI, BİR CİNNET, BOŞLUK VE KIRILMA DÖNE-MİNİN ESERİDİR”
KONUŞAN: MUSTAFA ARMAĞAN
Ayasofya’nın İslam tarih ve kültüründeki yerini anlatır mısınız? Müslümanlar için Ayasofya ne ifade ediyordu? Osmanlı için Fetih öncesi ve sonrasında neyi ifade etti?
Ortak düşüncelerden yola çıkarak ve kendi görüşümü de katarak söylüyorum: Bir kesim onu bir büyük kilise olarak görürken, diğer bir kesim de cami-i kebir olarak görüyor. Osmanlılar hep cami-i kebir olarak gördüler, çünkü Ayasofya, Osmanlı’daki cami ve cami imamlarının hiyerarşisinde tartışmasız bir numaraydı.
Kendi görüşüme gelince, benim tarihçi, Ayasofya yöneticisi ve Müslüman olmak üzere üç ayrı kimliğim var. Bunları bir araya getirerek konuşmak istiyorum: Osmanlılar Ayasofya’nın cami-i kebire dönüştürülmesi işinde bir zarureti görmüşler. Ana bina her ne kadar cami-i kebire dönüştürülse de, daima kilise halini hatırlatacağı için etrafına ilaveler yaparak onu bir ‘kül’ haline getirip o külün içinde bir ‘cüz’ halinde tutmak lüzumunu fark etmişler ve Ayasofya’yı bir külliye haline getirmiş, ilavelerden başlamak üzere dış çehresini değiştirmeyi çok önemsemişler. İç ve dış şadırvanlar, sebil, imaret, medreseler, muvakkithane ve en son olarak da türbelerin eklenmesiyle bu değişimi tamamlamaya çalışmışlar.
Haseki Hamamı dahil edilebilir mi buna?
Tam değil, Ayasofya Hamamı’dır adı, doğrudur ancak o, bu zihniyetin dışında yapılmıştır. Ayasofya’nın dönüşümündeki önemli faktör, Fatih’in medrese ve minareyle başlattığı değişimin I. Mahmud döneminde sürdürülmesi ve Abdülmecid’in bunun üzerine gitmesidir.
Ayasofya’nın dönüşümü için sadece bu üç padişah mı öne çıkmakta?
Aslında dördüncü olarak araya II. Selim’i koyuyorum; çünkü minarelerle devreye giriyor, daha da önemlisi, oraya gömülerek türbeler geleneğini başlatıyor. Sonra özellikle kütüphanesiyle çok çok ayrı bir yere sahip olan I. Mahmud’u koyuyorum. Beşinci bir aday koymak gerekirse II. Abdülhamid’i sayıyorum. Çünkü 1894 depreminin hasarını çok dikkatli bir şekilde düzeltmek ve Ayasofya’yı kurtarmak için teşebbüse geçmiş. Bu beşliyi dönemlerine referans vererek kurguluyorum.
Devamı Derin Tarih Temmuz Sayısında…
.
İBRAHİM KALIN: “BATININ DİPNOTU OLMAYI REDDEDİYORUZ”
KONUŞAN: MUSTAFA ARMAĞAN
Gerek Türkiye’de, gerekse yurt dışında yaptığım çalışmalarda İslam-Batı ilişkilerinin hemen her alanda karşıma çıktığını erken bir dönemde fark ettim. Tarih yazıcılığından uluslararası sistem tartışmalarına, felsefeden edebiyata, dinler tarihinden modern İslam dünyasının sorunlarına kadar çok geniş bir alanda meseleler bir şekilde İslam ve Batı toplumları arasındaki ilişkilerin mahiyetiyle ve tarihî serüveniyle irtibatlı. Avrupa-merkezci tarih ve kültür anlayışının sorgulanması gerektiğini üniversite yıllarında hissetmeye başlamıştım. Zira bu tarih tasavvurunda biz yokuz; Batılı olmayan hiçbir toplum ve medeniyet yok. Bizler Batı tarihine eklenmiş birer küçük dipnot yahut detay olarak muamele görüyoruz. Bu haksızlığı neden kabul edelim?
Ama bu adaletsizliğe karşı çıkmak için bizim ortaya ciddi bir çaba koymamız gerekiyor. Biz kendi hakkımızı arama gayreti içinde olmazsak başkalarından nasıl adalet talep edebiliriz? Dahası Batı’da yapılan Avrupa-merkezcilik eleştirileri bir noktadan sonra yine Batı düşünce sistematiği içinde üretiliyor ve Batılı paradigmanın dışına çıkamıyor. Heidegger’in modern hümanizm ve teknolojik medeniyet eleştirisi elbette önemlidir ve dikkatle incelenmelidir. Ama o eleştiriden hareketle ben kendi varlık tasavvurumu ve dünya görüşümü inşa edemem. Daha farklı temellere, mefhumlara ve araçlara ihtiyacım var. Bunu da ancak biz kendi çabamızla -tabii ki dünyaya kendimizi kapatmadan- yapabiliriz.
Böyle bir çaba inter-disipliner ve çok-boyutlu çalışmalar yapılmasını zorunlu kılar. Tarih, felsefe, edebiyat, siyaset, bilim tarihi ve felsefesi, vd. alanlarda derinlikli çalışmalar yapmadan ne kendi tarihimizin engin birikimini, ne de Batı toplumlarının zihinsel ve tarihî serüvenini bi-hakkın anlayabiliriz. Bu olmadan da İslam-Batı ilişkilerinin uzun, karmaşık ama bir o kadar da renkli tarihini anlama ve anlamlandırma imkânına sahip olamayız. Kitap, bu kaygı ve düşüncelerden hareketle kaleme alındı. Tarih ile düşünce, ilke ile tezahür, norm ile tecrübe arasındaki ilişkiyi bu konu bağlamında ne kadar başarıyla ortaya koyabildiğim, okuyucuların takdiridir. Bu alanda daha çok çalışma yapılması gerektiği aşikar olsa gerektir.
Devamı Derin Tarih Temmuz Sayısında…
.
Tarihimizin İki Halil’ini Buluşturan Yazı
YAZAN: MUSTAFA ARMAĞAN
Rahmetli Halil Sahillioğlu yakın dostumdu. Kendisi Ömer Lütfi Barkan’ın en güvendiği ve takdir ettiği bir ilim adamıydı. Menşei dolayısıyla Arapçaya tam anlamıyla hâkim bulunan Sahillioğlu’nun Osmanlı para tarihinin en büyük araştırıcısı olduğuna şüphe yoktur.
Fransız tarihçisi Fernand Braudel İstanbul’da Ömer Lütfi Barkan’ı ziyaret ettiği zaman ona, kendisiyle çalışmak üzere bir asistanın Paris’e gönderilmesini teklif eder. Bunun üzerine Barkan asistanı Sahillioğlu’nu Braudel’in yanına gönderir. Paris’te araştırmalarını “Osmanlı Para Tarihi” üzerinde yapan Sahillioğlu’nun doktora tezi, hâlâ aşılamayan temel bir çalışmadır. Daha sonra birçok yazar bu tezi kaynak olarak kullanmıştır.
Sahillioğlu, Osmanlı maliyesinin en çetin sorunları üzerinde çalışarak bu konuları aydınlığa kavuşturmuştur. Biz tarihçiler, Osmanlı para ve maliye tarihinde daima onun eserlerine başvurmaktayız.
Kendisi adeta Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne seccadesini sermiş, gece-gündüz çalışan bir araştırıcıydı. Bana arşivde tetkik edeceği belge ve defterlerin uzun bir listesini gösterdiğini hatırlıyorum. Bu araştırmalar bütün çalışma hayatını doldurmuştur. Fakat araştırmalarına kıyasla yayınladığı makale ve eserler çok az sayıdadır.
Osmanlı Arşivi’nin müdavimlerinden olan Sahillioğlu’nun ilginç yanlarından biri de, arşive ve arşiv belgelerine bağımlılığı sebebiyle ikinci el literatüre değer vermemesi ve bunları okumamasıydı. Rahmetli Halil Sahillioğlu’nun başka bir önemli eseri de Koca Sinan Paşa’nın Telhisleri’dir. Bu döneme ait Osmanlı tarihinin ana kaynaklarından biri olan Telhisler’i tam bir vukufla yayımlamıştır. Dr. Sahillioğlu (Arapça makalelerinde tercihan kullandığı adıyla “Sâhilî”), “Osmanlı Para Tarihinde Dünya Para ve Maden Hareketlerinin Yeri (1300-1750)” başlıklı makalesinde önceki araştırmalarını özetledi. Kamerî ve Şemsî tarihler arasındaki zaman farkı ve bunun Kapıkulu’na yapılan ödemelerde yarattığı sorunlar hakkındaki araştırmayı kendisine borçluyuz.
Devamı Derin Tarih Temmuz Sayısında…
.
Andımız’ın Mucidi Reşit Galip Kimdir?
Türkiye 2013 yılının Ekim ayında kurtulduğu ‘Andımız’ ile bir kere daha yüz yüze gelmiş durumda. Ancak bu defa Andımız’ı gündeme taşıyan siyasiler değil, Andımız’ın kaldırılmasını iptal eden Danıştay oldu. (Şuna Şura-yı Devlet veya Devlet Şurası demek varken bu -taylı ucubeyi dilimize musallat edenler utansın. Yüksek Askerî Şura oluyor da Devlet Şurası neden olmuyor sahi?)
O tarihte yaptığı konuşmada Başbakan Erdoğan şunları söylemişti:
“Andımız olarak bilinen metnin yazarı son derece tartışmalı isim olan Reşit Galip’ti. Reşit Galip, Türkçe ezan zulmünün mimarlarındandır. Aynı Reşit Galip insanları kafataslarına göre sınıflandıran sözüm ona bir bilim insanıydı. Ant uygulamasının cumhuriyetimizle uzaktan yakından ilgisi yoktur. (…) 30’larda Hitler ve Stalin gibi toplumu formatlamak için bu tür uygulamalar yapılıyordu. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde çocuklar içtimaa dizildiği, ırkçı sloganlar okunan metinler göremezsiniz.”
Aradan beş yıl geçti, yine bir Ekim günü Danıştay’ın iptal kararı geldi. Buna pek sevinenler, el çırpanlar oldu. İktidara ve Erdoğan’a geri adım attıracaklarını zannettiler fakat yanıldılar. Biz bu kararı tanımayacağından adımız gibi emindik ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından beş gün önce bu inancımızı Twitter’da ifade ettik. Geri adım attıramayacaklarını söyledik.
Burada birçok çünkü sayabilirdik. Çünkü Danıştay hukukîlik yerine yerindelik denetimine girerek yetkisini aşmış ve iktidarın iradesini yok saymıştı. Çünkü andımız gibi totaliter bir yemin metni ancak Komünist veya Faşist ideolojilerde mümkündü. Çünkü yeni Türkiye meşum bir Tek Parti dönemi uygulamasına dönmemeli, bu karanlık devrin defterini tamamen kapamalıydı.
Çünkü bu bir CHP andıydı ve bu zihniyet ideolojik olarak bu anddan nemalanıyordu.
Çünkü andı yazan Doktor Reşit Galip, Tek Parti devrinin sabıkalı bir şahsiyetiydi.
Ve çünkü orada and içip de devletin polisine küfreden köşe yazarları olduğu kadar, askerine silah sıkanlar da çıkıyordu, bu yüzden anlamsızdı. ‘Sanki andımız olmadan önce Türk değil miydik?’ itirazına verilecek makul bir cevap yoktu. Velhasıl ‘Andımız’ bir daha geri gelmemek üzere tarihin unutulmuşlar mezarlığına terk edilmeliydi.
Nitekim dergimiz baskıya girmek üzere iken 23 Ekim günü Cumhurbaşkanı Erdoğan Grup toplantısında söylenmesi gerekenleri şöyle söyledi:
“Bize göre milletimizin en büyük ve en etkili andı İstiklal Marşımızdır. İstiklal Marşımız dışında bir and tanımıyoruz, tanımayacağız.”
Mesele böylece devletin en üst makamı tarafından noktalanırken Andımız’ın yazarı hakkında biraz malumat vermek fena olmayacaktır. Savunuyorsunuz ama kimi savunuyorsunuz, bir bakın demek için bütün kesimlere şu mesajları vermek istedim.
Devamı Derin Tarih Temmuz Sayısında…
.
Sinan da Var, Süleyman da… Öyleyse?
Neresinden tutsanız elinizde kalan bir tarih bizimkisi. Hangi meseleyi ciddi olarak araştırsanız cilaları elinizde kalıyor.
İşte meydan: Gidin bir üniversiteye (liseye demiyorum) ve sorun “ilk kadın pilotumuz kimdir?” diye. Cevap alamadıklarınız da olacaktır elbette ama aldıklarınızın neredeyse tamamı “Sabiha Gökçen” diyecektir.
Oysa biraz gayrete gelip araştırdığınız zaman aşağıdaki cümleyi idealinin kuşağı gibi kuşanmış bir kadının, Bedriye Gökmen adlı ilk Türk kadın pilotunun söylediğini göreceksiniz:
“Tayyarecilikteki ülküm iyi bir tayyareci olmak, Türk kadınlığının bu sahada da diğer milletlerden geri kalmayacağını göstermek ve memleketimde tayyareciliğin ihyası için çalışmaktır.”
Ve tarih kendi imkânlarıyla, kendi gayreti ve azmiyle çalışan, bu sayımızda hakkında iki makale okuyacağınız Vecihi Hürkuş’un talebesi Bedriye Gökmen Bacı’ın unutulup devlet imkânlarıyla okutulan ve Gazi tarafından desteklenen (bu o zamanlar devlet demekti) Sabiha Gökçen’in ilk Türk kadın pilotu olarak hatırlanmasına şahit oldu. Halbuki Sabiha Gökçen sonradan kervana katılacak ve “ilk Türk kadın muharip pilotu” olarak kayıtlara girecekti (“dünyada ilk kadın savaş pilotu” olduğu ise bir başka Cumhuriyet efsanesidir).
Velhasıl Bedriye bilinmiş, Sabiha oturtulmuştur ortak hafızaya.
Halbuki Cumhuriyet dönemi yazar ve romancılarından Aka Gündüz 1933 yılında (Sabiha Gökçen pilotluk çalışmaya iki yıl sonra başlayacaktır) bu ilk kadın pilotumuzu şöyle övmüştü:
“Türk Hava Şehitlerini, yaşıyan Türk Hava Kahramanlarını, ilk Türk Kadın Tayyareci Bedriye Gökmen Bacı’nın göklerden derin bakışlı gözlerinde bir defa daha selamlıyorum.”
Derginiz 99. sayısını son aylarda gündeme sık sık gelen uçak ve silah sanayimizin engellenen öncülerine ayırdı. Nuri Killigil, Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ’ın çevresinde Türkiye’nin yerli silah, araç ve uçak vs. sanayiinde son 5-10 yıla kadar bir türlü önünün açılmayışının sebeplerine eğildik.
Dergimizde yazısını bulacağınız Turhan Utku Bey’in zarif tespitiyle söylersek Sinan olur da Süleyman olmazsa veya Süleyman olur da Sinan olmazsa bir şeyler eksik kalır. Eskiden Sinanlar belki vardı ama Süleymanları yoktu. Şimdi Süleyman da var arkalarında, Sinanlar da yetişiyor elhamdülillah…
Öyleyse istikbalimizden emin olabiliriz.
- sayımızda sürprizlerle buluşmak ümidiyle hayırla kalınız efendim.
Nuri Killigil Neden Şehit Edildi?
24 Mart 1949 tarihinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü başkanlığındaki Bakanlar Kurulu Ankara’da alelacele toplanıp İSRAİL DEVLETİNİN ‘DERHAL’ TANINMASINI KARARLAŞTIRIYORDU. Kararda neden ‘derhal’ kelimesinin kullanıldığını bilenler biliyordu elbette. Ya bilmeyenler? Anlatalım…
Belgesi Devlet Arşivleri’nde bulunan karar metni aynen şöyleydi: “İsrail devletinin derhal tanınması; Dışişleri Bakanlığının 24/3/1949 tarihli ve 35970/115 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunun 24/3/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” Altında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzaları bulunan karar metni ertesi gün gazetelerde de neşredilmiş, böylece Türkiye’nin bir süredir tereddütler yaşadığı İsrail politikası da netleşmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nın istek yazısı ile kararın Bakanlar Kurulu’ndan çıkması aynı gün, şimşek hızıyla gerçekleşmişti.
Ne kadar gariptir ki, tam da Bakanlar Kurulu karanının imzalandığı gün İsrail’e karşı mücadele etmekte olan Araplara, bu arada Filistinlilere silah sattığı için Haliç’teki silah ve cephane fabrikasıyla beraber kendisi de havaya uçurulan iş adamı Nuri Killigil’in, nam-ı diğer Kafkasya İslam Ordusu kumandanı, Bakü Fatihi, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın (Azerbaycan’da ‘Nuru Paşa’ dediniz mi akan sular durur, bilesiniz) ve 27 işçisinin parçalanmış ve kömürleşmiş cesetlerinden ibaret nakıs cenazeleri Edirnekapı Şehitliği’nin bir köşesine sessiz sedasız defnedilmekteydi.
Ne var ki Nuri Killigil’in cenaze namazı Diyanet İşleri Başkanlığı’na yukarıdan yapılan siyasî baskılar yüzünden kılınamadı. Başında ünlü alim Ömer Nasuhi Bilmen’in bulunduğu İstanbul Müftülüğü vücudun büyük bir kısmı parçalanmış olduğu için cenaze namazının kılınmasının caiz olmadığına karar vermişti:
“İstanbul Müftülüğü, ceset parçası üzerine cenaze namazı kılınamayacağını bildirdi. Nuri Paşa ailesi, Sütlüce sahilinde bulunan ve Nuri Paşaya ait olduğu iddia edilen ceset parçası için cenaze merasimi yapamayacak” (Yeni Sabah, 23 Mart 1949).
Devamı Derin Tarih Haziran Sayısında…
.
ARALIK 2015ARALIK 2015