|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.Nefsin Mâhiyeti
· Nefsin Tezkiyesi
· Allâh Teâlânın Tezkiye Etmesi
· Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi
· Resûlullah (s.a.v.)'in Tezkiye Etmesi
· Nefs-i Emmâre
· Nefs-i Levvâme
· Nefs-i Mülheme
· Nefs-i Mutmainne
· Nefs-i Râdıye
· Nefs-i Merdıyye
· Nefs-i Kâmile/Sâfiye
.Nefsin Mâhiyeti
Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm- mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş ve bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında, hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkat olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, "bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile "melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil, bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir.
Rûh-i hayvânî, insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "can" veya "nefs" de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki, biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder. Sultanî ruh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden (Halk âlemi: Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden âlemdir. Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir. Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.) olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultanî ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur. Emir âleminden (Emir âlemi: Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir. Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.) olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir. Sultanî ruh galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirenime istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan "nefs", umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için öylece sa'y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir. Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki veçheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan, adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde:
"(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. " (Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvariye benzeterek şöyle der:
"Nefs, ruhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şayet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!"
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş; İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnasında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler) ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukabele edip onu itaat altına almalıdır.
İnsanın bineği mevkiinde olan, lâkin fıtratında azgınlık temayülü bulunan nefsin tezkiyesi nasıl olmalıdır? Ayrıca, nefsin bu terbiye ve tezkiyesinde hangi merhalelere ulaşılabilir? İşte burada bu iki ehemmiyetli mesele üzerinde duracağız.
.Nefsin Tezkiyesi
Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtiva eder. Bu mânâ çerçevesinde tezkiye, esasen manevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder.
Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış îtikadlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer'-i şerife aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takva hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)'dır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbîkte de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allah'ın insanlara bir emânetidir.
Yâni kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyâzât ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak surette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlûb da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî temayüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî akıbetin felâket veya saadet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî irâdeye ram olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hîçlik ve cahilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur'ânî tâbirle- "kötülüğü şiddetle emreden" (Bkz. Yûsuf Sûresi, 53. âyet-i kerîme.) nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbul bir hâle gelir. Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashabına: "- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır. Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsâid değildi. Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de gelip çatmıştı.
Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne'ye yaklaşırken adetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bâzı sahâbiler, hayretler içinde: "- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mü-câhedeye dönüyoruz!" (Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.) buyurdular. Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sâdece Tebük Gazvesi'nden -mazeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâftan men (yalnızlığa terkedilmek) ile cezalandırılan ve bu sebeple ashâb ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukabele etmediği üç sahâbînin tasvîre sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur. (Bu üç sahabi, Mürâre bin Rabîi'l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti'l-Vâkıfî ve şâir Ka'b bin Mâlik'tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirak etmişlerdi. İçlerinden Ka'b hâriç, diğer ikisi Bedr'e de katılmıştı.
Ne var ki Tebük'e iştirak etmemekle içine düştükleri hatâ yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünyâ gönüllerine dar gelmişti. Hele Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashabın, selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü adetâ kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zîrâ haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrîd edileceklerdi. Çaresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedamet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hatâ yapmışlardı ama, ihlâs, doğruluk, teslîmiyet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihayet gerçeği olduğu gibi îtirâf etmeleri ve samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfatı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular: "Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey îmân edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe, 118-119). (Tafsilatlı malumat için bkz. Osman Nuri TOPBAS, Nebiler Silsilesi, IV, 289-294).) Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak,
insanı daha dünyâ hayâtında bu kadar hakîr ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalelerin tasfiyesi hususundaki gaflet ve ihmâl, yarın huzûr-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkil bir vaziyete duçar eyler!.. Bu ürpertici hakîkat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir muhasebeye tabî tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irâdemizle hesaba çekmek mecburiyetindeyiz. Zîrâ yüce Mevlâmızın âyet-i kerîmedeki şu îkâzı gayet şiddetlidir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak: "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?!." (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tabî kıldığı hâlde Allah'tan (hayır) umandır." (Tîrmizî, Kıyamet, 25; ibn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.
Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mes'ûliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde «kaş yapayım derken göz çıkarma» meselinde olduğu gibi bir hatâya düşülebilir. Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır: "(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekîl olacaksın?" (el-Furkan, 43) Bir hadîs-i şeriflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "- Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır. " (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) buyurmuştur. Bu sebepledir ki nefs tezkiyesi, her mümin için son derece hayatî ehemmiyeti hâiz ve büyük mes'ûliyeti mûcib bir keyfiyettir.
Bu mes'ûliyeti Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de: "Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir." (eş-şems, 9-10) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Yâni nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle başbaşa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana duçar olmuştur. Görüldüğü üzere nefs, kendisine ölçüsüzce tabî olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesilesidir. Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zahiren başkalarına faydalı olmak suretinde görünse de, hakikatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkindir. Çünkü iyilikler bu suretle benlikte yer eder ve ruh, bunlarla ünsiyet peyda eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur'ân-ı Kerîm'i okumak, nasihatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla âmil olmak da, nefsin ıslâhına en büyük vesilelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur'ân istikâmetinde tanzîm eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk'ın rızâsını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lütuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zahirî iklîmin ötesine manevî bir pancur açılmış ve kâinat, hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelmiştir. O hâlde hiçbir mümin, Kur'ân-ı Kerîm'deki ilâhî emir ve nehiylerden gafil olmamalı, ebedî saadet ve selâmetini tehlikeye almamalıdır. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de nefs tezkiyesiyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bu âyetlerde "tezkiye": -Allah Teâlâ'nın tezkiye etmesi, - Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye etmesi, - Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umumiyetle üç kısımda mütâlâa edilmiştir.
.
.Allâh Teâlânın Tezkiye Etmesi
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
"Kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O, fenalıktan sakınanın kim olduğunu çok iyi bilir." (en-Necm, 32)
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsir eder:
"Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz addederek övmeyin. Zîrâ farkında olmadığınız birçok kusurlarınız bulunabilir."
Bu mevzuda müfessir Âlûsî de şöyle der:
"Bu âyetin, «- Bizim namazımız, orucumuz, haccımız var!» diyen bir topluluk hakkında indiği rivayet edilir. Ucub ve riya karışması endişesiyle kulun işlediği ibâdet ve hayırları gizli tutması daha makbuldür. Fakat böyle menfî bir niyet olmaksızın, teşvîk maksadıyla söylenmesinde bir beis yoktur."
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Kendilerini temize çıkaranlara bakmadın mı? Bilakis, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır." (en Nisa, 49)
Bu âyetteki tezkiye, kişinin kendini överek temize çıkarma çabasından ibarettir. Hâlbuki tezkiye takvaya bağlıdır. Takva ise bâtında bir sıfattır ve onun hakîkatini ancak Allah bilir. O bakımdan ancak Allah'ın tezkiyesi makbul olur, kendi kendimizi tezkiye etmemiz değil.
Nitekim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'ım! Nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve Mevlâ'sısın." (Müslim, Zikir, 73) diye dua ederlerdi.
Âyet-i kerîmede:
"Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebediyyen temize çıkamazdı. Ancak Allah, kimi dilerse onu temize çıkarır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir." (en-Nur, 21) buyurulur.
Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede tezkiyenin Allah'a ait olduğu ifâde ediliyor. Zîrâ Allah Teâlâ, fazlı ve rahmetiyle kulu taatlere ve diğer tezkiye vâsıtalarını kullanmaya muvaffak kılar. Bu itibarla kul, benlik iddiasından sakınarak, ilâhî tezkiye sayesinde ulaştığı kemâli, kendi dirayet, liyâkat ve gayretine hamletmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın tezkiye etmesi dışında kulun, âhirette kendini temize çıkaramayacağının idrâki içinde bulunması gerekir. Bu anlayış, ebedî kurtuluşa kavuşmanın en mühim vesîlelerinden biridir. Zîrâ tezkiye, her ne kadar azim ve gayret bakımından insana; irşâd ve tâlim yönüyle peygamberlere ve onun vârisi durumundaki mürşidlere nisbet edilirse de, ilâhî merhametiyle kullarını tezkiyeye muvaffak kılması ve bunu yaratması açısından Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmelidir.
.Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi
Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
"Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehalet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 7-10)
Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allah'ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takva ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ'nın:21
"(Salih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir." (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşareti de yine bu mes'ûd kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
"Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O'na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'lâ, 14-15) buyurur.
Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:
-Önce kalb, beden ve malı menfiliklerden güzelce temizlemek,
- Bu sayede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
- Sonra da helâl gıdalarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşu içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü ruhanî lezzetlerle tezyîn etmektir.
Müfessir Bursevî'nin beyânı veçhile:
"Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allah'a yönelmeye, hattâ Allah'tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır."
Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-'a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin adetâ fiilî bir numunesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukabele etmiştir:
"Ölümüm yakın olmasa, riya olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ'dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah'tan başkasını tanımaz oldum."
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen "tezekkâ" kelimesini, "Kişinin Lâ ilâhe illallah! demesidir." şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, xx, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.
Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni "Lâ ilâhe" diyerek kalbden adetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni "İllâllâh" demek suretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allah Teâlâ'nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.
Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
"Gönül sarayından Allah'tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zirâ hâne mâmur olmadan pâdişâh, sarayı teşrif etmez."
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
"- Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muameleye de sahip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurura mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helak oldu."
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
"Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem'in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet ve kerametinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca keramete rağmen, Allah -celle celâlühû-'nun kendisine ism-i âzami öğrettiği Bel'am bin Baura'nın (Bkz. A'raf Sûresi, 175-176. âyet-i kerîmeler.) başına gelen hazîn akıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
"İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (el-A'raf, 16)
"(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!" (el-Hicr, 39)
Âbidlerin, zahirilerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe (Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sahibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terketmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtina ederek hazîn bir akıbete duçar olmuştur. (Taberî, Tefsir, XIV, 370-372; İbn-i Kesir, Tefsir, II, 388)., Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir akıbete uğradı.
Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nuh'un oğlu, babasının davetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa duçar oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helak edilenlerden oldu.
Hazret-i Lût'un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nurundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma."
Âyet-i kerîmede, "nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği" ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda "tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri" mânâsı ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
"Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet varış Allah'adır." (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî akıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allah'ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zahirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.
Günahkâr kişi, günâhının vebalini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sahibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.
Âyetteki "tezekkâ", haşyetullâh ve namazı huşu ile kılmaya da şâmildir.
"Allah'tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar." (Fatır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allah'a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi'nin yetmişinci âyetinde buyurulan "(Peygamber, Kur'ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye..." beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zahirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.
Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur." (Tâhâ, 75-76)
Allah'tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allah Teâlâ'nın tariflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temaşa edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyarı ile ve hakkıyla Allah'a yönelirse, O'nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allah'ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. "Nefsini bilen, Rabbini de bilir." hakîkati, bu mânâya tekabül etmektedir.
İşte insanlığın ekseriyetle maddeye ram olup nefsâniyet sultasında ruhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevatın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu maneviyât sultanlarının, kalbleri ihya eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisal olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.
Millî târihimizin zahir planında olduğu kadar maneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han'ın, yolumuzu aydınlatmaya medar olabilecek şu davranışı ne kadar manidardır:
O, zaferlerden zaferlere nail olduğu Mısır Seferi'nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca'nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul'a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla bin-bir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can'a:
"- Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul'a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!.." dedi.
Nihayet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; manevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişatını kontrol altına almalıdır. Buna ruhiyat ilminde "bâtınî tefahhus" (nefs muhasebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhasebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri'nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
"Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muahedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muahedeler yapar. Bu arada ona bâzı ikâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkinlerde bulunmalıdır:
«- Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyamet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tane kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfatı olarak, içinin nur ile dolu olduğunu görünce, Allah'ın lütfedeceği mükâfatı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyan ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamamen boştur. Bu da uyku veya mubah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.
O hâlde;
Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»"
Bedenin azaları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.
Gözü; haramlara ve kalbi meşgul edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,
Dili; "âfât-ı lisân" tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftira, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâima zikir ve hayır sözlerle meşgul etmeli,
Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdalardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mubah şeylerle karşı karşıyadır. Gayesiz meşguliyetleri terk etmesi ise, en muvafık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır." (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.
Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.
İşte nefs, bu gibi telkinlerle dâima gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesaba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allah için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allah için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
Nefs tezkiyesi neticesinde kalb, "selîm" hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşahede edilir:
1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.
2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânilerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin
3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.
Bütün bu söylediklerimizin hülâsası şudur:
Allah Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tabî olunduğu takdîrde bir gayya kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede muazzamdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine galip gelenlerden eylesin! Âmin!
.Resûlullah (s.a.v.)'in Tezkiye Etmesi
Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in vazifeleri hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye edip kötülüklerden arındırıyor, Kitâb'ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor." (el-Bakara, 151)
"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (ÂI-i İmrân, 164)
Bu âyetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üç aslî vazîfesi vardır:
a. Allah'ın âyetlerini insanlara okumak:
Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe, insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn teşkîl eder.
b. Tezkiye etmek:
Tevhîd davetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi manevî kirlerden temizleyip huşu ve huzura erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kiram, hidâyet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in feyizli sohbeti ve manevî terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazîlet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı.
c. Kitap ve hikmeti öğretmek:
Bu merhalede ise uyulması gereken kânunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur'ân-ı Kerîm'in tâlimi gelir. Kur'ân-ı Kerîm'in ruhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye bağlıdır. Kur'ân-ı Kerîm, asıl kalb ile okunup anlaşılır. Gözler ise kalbe ancak basit bir vasıta hükmündedir.
Kur'ân, kâinat ve insan, esmâ-yı ilâhiyye tecellileriyle meydana geldiğinden sonsuz bir sırlar hazinesidir. Bu sır ve hikmetler de kalbî arınma ve olgunlaşmaya göre idrâkte tecellî eder.
Hikmetin tâlimi, bütün bu merhalelerden sonra gelir. Çünkü Allah Teâlâ, esmâ-yı ilâhiyyesinin beşer idrâkine kelâm suretinde tecellîsi demek olan Kur'ân-ı Kerîm'in hikmet ve sırlarına, ancak arınmış bir kalbe sahip kimseleri vâkıf eyler.
Âyet-i kerîmelerde tezkiye ile kitâb ve hikmetin tâliminin bir arada zikredilmesi, tezkiye olunmamış kimselerin ilim elde edemeyeceklerini, etseler de bu ilmin kendilerine bir fayda sağlamayacağını ifâde etmektedir. Zira ilim ve hikmet öyle bir nur ve zînettir ki bunu elde etmek için, onun mekân tutacağı yerlerin, yâni kalbin, evvelâ lüzumsuz ve zararlı şeylerden tahliye edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Peygamberler önce âyetleri okurlar, sonra bu âyetlere inanan ve gönül veren kimselerin, nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırarak kalblerini manevî kirlerden tasfiye ederler. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye olunmuş kimselere kitâb ve hikmeti tâlim ederler. Kâinattaki sır ve kudret akışlarına da ancak böyle bir kalbin sahipleri âşinâ olur ve bir hikmet menbaı hâline gelebilir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu vazifelerinden âyetleri okuyup haram ve helâli öğretmek âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalbleri tasfiye etme vazîfesi ise mürşid-i kâmiller vasıtasıyla kıyamete kadar devam edecektir.
.Nefs-i Emmâre
Manevî terbiye ve tekâmül esnasında müşahede edilen nefsin hâl ve mertebeleri, meşhur tasnîfe göre yedi kısımda mütâlâa olunur:
a. Nefs-i Emmâre
Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. "Emmâre" çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.
Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tabî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu hususu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder:
"... Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan'da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devam eden cinayet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak'aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir."
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.
Diğer taraftan insanın manevî âlemdeki mevkii itibariyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Nitekim şâir Nev'îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:
Döndü ahlâk-ı zemîme mâre
Şâh-ı mârânı anın emmâre
«Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şahı da, nefs-i emmâre oldu.»
Bu yüzden akl-ı selîm sahibi her mümin, nefs-i emmâre ile daimî bir cihâd halindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyan düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsran ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allah'ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnadır.
Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir:
Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ'yı değişik düşüncelere sevk etmişti.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir:
"... Kadın, O'nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «- Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler asla felah bulmaz!» dedi."
"Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işaret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhanımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı." (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ'nın lutf u keremiyle manevî yardımlara nail olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ'ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk'a takva ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecburiyetindeyiz.
Yüce Rabbimizin, akıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyatına ait safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinaya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak'a, büyük ibretlerle doludur. Zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada adetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:
Yûsuf -aleyhisselâın-, güzelliği dillere destan olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şayet Yusuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.
Buna mukabil Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şahikasında bulunuyordu. Şayet Züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf'un imtihanı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sahibiydi ve pek çok kimseyi kendisine ram edebilecek bir cazibeler meşheri halindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhalığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf'a şiddetli bir arzuyla:
"- Heyte lek! yâni «- Gelsene bana!»" diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukavemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz:
"Şayet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu." beyanıyla ifâde buyurmaktadır.
İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli cazibelerin aldatmalarına kanmamak için
"maazallah" diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takva ile "Allah'a sığınmak" olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvanın bir zaruret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takva duygularının kuvvetlenmesi sayesinde mümkün olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü cazibe unsuruna sahip bir kadından, üstelik tenhalıkta gelen davet ve iltifata "hayır" diyebilmektir.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin o çetin gününde, Allah Teâlâ'nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:
"Güzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «- Ben Allah'tan korkarım.» diyerek reddeden genç..."(Buhârî, Ezan, 36) olduğunu ifâde buyurmuşlardır.
Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhafaza etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yusuf'ta bu olmadı. Zîrâ, takvası ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makamında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.
İbrete şayan diğer bir husus da şudur:
Züleyha, arzusuna tabî olmadığı takdirde Hazret-i Yusuf'u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-'ın arınmış nefsi ona takvayı ilham etmekte olduğu için o:
"Ey Rabbim! Zindan, onların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir." demişti.
Ayrıca O'nun Cenâb-ı Hakk'a ilticasında:
"Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum." diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takva nişânesiydi.
Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî cazibelerin "heyte lek" (gelsene bana) davetlerine mukavemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin "maazallah" diyerek sonsuz kudret sahibi olan
"Allah'a sığınabilmesi"dir.
Kur'ân-ı Kerîm'de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takva olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de nefsin hakîkatini gösteren bir vakıa da şöyledir:
Musa -aleyhisselâm-'a Tûr-i Sînâ'da peygamberliği tebliğ edildi ve müteakiben:
"«-Asanı at!..» (denildi). Musa (attığı) asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «- Ey Musa! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nida olundu." (el-Kasas, 31)
Azîz ve Celîl olan Allah, Musa -aleyhisselâm-'a, kudretini o asada göstermişti. Musa -aleyhisselâm- da, asa vasıtasıyla Allah'ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O'nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O'na hitaben şöyle buyurdu:
"- Şu sağ elindeki nedir, ey Musa?" (Tâhâ, 17) Musa -aleyhisselâm- da:
"- O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır." (Tâhâ, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:
"- Yere at onu, ey Musa!" (Tâhâ, 19) buyurdu.
Hazret-i Musa, derhal emri yerine getirdi:
"Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?" (Tâhâ, 20)
Bunu gören Musa -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Ancak:
"Allah buyurdu: «- Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»" (Tâhâ, 21)
Bazı müfessirler, Musa -aleyhisselâm-'ın asasını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Musa'nın iç dünyâsına ait bir irşad sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.
Musa -aleyhisselâm-, izafetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Musa -aleyhisselâm-'a nefsin hakikati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O'na işârî olarak adetâ şöyle denilmiş oluyordu:
"- Ey Musa, işte bu yılan, Allah'tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir surette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar."
"Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asaya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asa ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!"
Buyurulur ki:
"Hakk'ın nidasını işiten ve O'nun cemâlinin nurunu gören kişi, Allah'tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah'ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desiselerinden sıyrılır."
Şu fânî rüya âleminin beş dakikalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saadeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâyı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.
Nefs-i emmâreyle malul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrafındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşguliyetten adetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh'ı, ebedî saadet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz'ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gafil insanlardır.
Nefs-i emmârede rûh-i sultanî, tamamen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.
Bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gafiller onlardır." (el-A'râf, 179)
Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyanı içinde hâlâ Allah'ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devam ederler. Cenâb-ı Hakk'ın azabından emîn olmuş gibi:
"- Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!" düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.
Hâlbuki Cenâb-ı Hakk'ın îkâzı ne büyüktür:
"Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 33)
İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenat işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme hususunda ise kayıtsızdırlar. Şayet hasbe'l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâima bununla övünürler. Kendilerinden zuhur eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedamet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.
Bu mertebedeki bir mümin, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, manevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir surette hesaba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sahibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesabı, Cehennem'deki şiddetli azabı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnasında kul, Cenâb-ı Hakk'a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samimiyetle îfâ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbul olmaz. Bilakis bu, münafık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devam etmek, tevbe ile iltica edilen makamı hafîfe almak ve onunla istihza etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak'tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarurî olan şer'î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhidin ruh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde adetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gafil bırakan bütün neva ve hevesler, daha "Lâ ilâhe" derken nefyedilip, Allah'tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde "İllâllâh" hakikatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allah'a mahsûs kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. İmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
.Nefs-i Levvâme
Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesaba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesafe alırlar.
Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki gibi "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.
Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i sultanî, hayvânî ruhun esaretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhur eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdanen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirayet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi...
Böyleleri, ekseriya yaptığı hasenat ile mesrur, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temayülleri kuvvetlenmiştir. Kalbin nuruyla bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.
Bu kimselerin, Allah Teâlâ'nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allah içindir. Ancak ilâhî ilhamların bahşettiği huzur ve sükûna tam manâsıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır.
Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur'ân-ı Kerîm'deki:
"Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim..." (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.
İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vuku buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği aşikârdır. Zîrâ "levvâme" ve "emmâre" mertebeleri arasında gayet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devam ediyor demektir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
"Andolsun ki insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.
Çünkü bâzı insanlar tevazuu, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında "mütevâzî" dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyakâr hâl, aslında "tevâzuun fahrı" ndan (Tevâzuun fahri: Tevazu vasıtasıyla övünme. Meselâ, kendini gösterme meyli içinde: "- Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum." gibi ifâdeler bu kabildendir.) ibarettir.
Tevbede sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak manevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şayet manevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.
Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yine manevî terbiyenin mühim bir usûlü olan "râbıta"ya devamla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve manevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, manen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül beraberliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini dâima hesaba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir surette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukabili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevazu ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle malul biriyse, mümin kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgul olmalıdır. Müminin mümin için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini müminlerin güzel yönleriyle meşgul etmelidir.
Yine bu mertebede zikrullâha devam edip mâsiyete karşı agâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.
.Nefs-i Mülheme
Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye yükselen mümin, bu merhalede de tevbe, istiğfar, günahlardan sakınmak, manevî irşada gönül vermek ve bâzı nefs mücâhedeleriyle mülheme mertebesine vâsıl olur.
Bu mertebede kul, Allah'ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir surette ayırd edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirayetine kavuşur. Kalbi Allah'tan gafil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar, îmânın hakîkatleri kalbde inkişâf halindedir.
Nefsin bu mertebesinin "mülheme" tabiriyle ifâde olunması da Kur'ân-ı Kerîm'deki:
"Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücur ve takvasını ilham edene andolsun!" (eş-Şems, 7-8) âyetlerinden gelmektedir.
Nefs-i mülheme, ilhama mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilâhî emir ve yasaklara güzelce riâyet bereketiyle, ledünnî hakîkatlerden, marifet ve keşiften de bir nebze nasîbdâr olmaya başlarlar. Kul, aşk ile ruhlar âlemine müteveccih bir hâle gelir, taraf-ı ilâhîden bâzı ilhamlara ve kısmen Rabbânî esintilere mazhar olacak bir kıvama ulaşır. Lâkin bu ilham esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir manevî rehberin kontrolüne mutlak surette ihtiyaç vardır.
Zîrâ girilen mücâhedede nefs mağlûb durumda ise de, yine boş durmayıp rûh-i sultanîyi galip mevkiinden düşürmek için gizli hîle ve vesveselerle kalbi meşgul etmeye devam eder. Bu sebeple mülheme mertebesindekilerin Cenâb-ı Hakk'a tevekkül ve teslîmiyetleri, kâmil mânâda değildir. Yâni zahirî ve fiilî kemâlât, henüz bâtında gerçekleşmemiştir.
Kötü ve çirkin huylar, çoğu kez fiiliyata geçmese de hâlâ mevcûddur. Zahirî sebep ve illetler âleminden hakikat iklîmine henüz geçilememiş ve bu sebeple de tereddüd, kuruntu, gönül darlıkları, vehim ve ihtiraslar tamamen atılıp, teslîmiyetin huzur ve saadetine kavuşulamamıştır. Gönüller, geçim ve ikbâl kaygıları gibi çeşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugünün rızkına nail oldukları hâlde yarınki rızıkları için endişe duyarlar. Zahiren Cenâb-ı Hakk'ın "Rezzâk" sıfatını kabul ederlerse de belki farkında olmaksızın, kalben duydukları endişeyle bu sıfat-ı ilâhiyyeye îtimadsızlık mevkiinde kalabilirler. Bu ve benzeri diğer hâllerde de; Allah'ın takdîrine rızâ, O'na teslîmiyet ve tevekkül, -henüz kalben ve tahkîkî olarak gerçekleşmediğinden-, sureta ve taklîdî bir şekilde îfâ edilmektedir.
Yine bu merhalede, nefsin arzu ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak suretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Ancak rûh-i hayvânî mağlûb olmuşsa da rûh-i sultanîden kaynaklanan temiz huylar ve güzel ahlâk henüz tam olarak yerleşmemiştir.
Bunun yerleşmesi, sâdece nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla, yâni sırf riyazet ve mücâhede ile mümkün olmaz. Bunlarla birlikte "zikrullâh'a da ihtiyaç vardır. Fakat kalb, dünyevî endişe ve ihtiraslarla meşgul bulundukça, zikrin safâsına ve netîcede itmi'nâna eremez. Zikrullâhın âdabına riâyetle îfâ edilebilmesi için de ehlullâhın manevî irşâd ve rehberliğine ihtiyaç vardır.
Ne zaman ki kul, bir tedâvî ve telâfî maksadıyla değil de, derin bir zevk ve lezzet hâlinde, aşk ve vecd içinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gerçek safâsına nail olur. O zaman Rabbânî ilhamlarla kâinatın sırlarına vâkıf olur, orada sergilenen ilâhî kudret akışlarına hayran kalır ve gönlü mutmain olur.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"(Rasûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (en-Nahl, 125) buyruğundan hisse almaya başlar, sözleri güzel ve hikmetli olur. Çünkü o, artık ilhama mazhar olmuş bir kuldur.
Bu minvalde mesafe alındıkça da hayvânî ruh, yâni nefs, sultanî rûhun emrine ram olmaya ve bu sayede de süflî temayüllerin iğvâsından kurtulmaya başlar. Müsamaha, sabır ve tahammül gücü artar; tevazu, kanaat ve cömertlikte yüksek bir seviye kazanır.
Ancak bu mertebenin âfeti de, "bir şey oldum" zannına kapılarak gaflet ile kibir ve ucuba sürüklenivermektir. Bu sebeple mülhemedeki bir mümin, dâima ilâhî müşahede altında bulunduğunu bilip, hâl ve tavırlarını tevazu ve fânîlik duygularıyla tâyin etmelidir. Öte yandan dünyâ hayâtını âhiret düşüncesinden gafil olmaksızın mütâlâa edebilecek bir görüş ufkuna ulaşarak, tefekkür-i mevt olgunluğuna bürünmelidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyâya karşı zâhid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliğin âfetlerini) giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 47) buyurmuştur.
Nefsi bu mertebeye erişmiş olan bir sâlik, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın buyurduğu:
"Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Henüz ilâhî terazide tartılmadan önce amellerinizi bir tartın. Hiçbir amelinizin kendisine gizli kalmayacağı Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkmadan evvel, o büyük mahkemeye hazırlanın." (İbn-i Kesîr, Tefsir, I, 27) nasihatlerinin muktezâsını yaşama azmi içinde bulunmalıdır.
.Nefs-i Mutmainne
Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine lâyıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak suretiyle manevî hastalıklardan kurtulmuş, hakîkî ve kuvvetli bir îmân ile de huzur, sükûn ve itmi'nâna kavuşmuş nefstir. Kalb, zikrullâh bereketiyle şüphe ve tereddüdlerden arınmış, her an şükür ve sena halindedir.
Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün beşeriyyete numune olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüksek ahlâkı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, ârif-i billâh olan, takva ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri dâima Hakk'ın zikriyle meşguldür. Ahkâm-ı şer'iyyenin bâtınına da vâkıf olmuşlardır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:
"Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk taklididir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür." buyurmuştur.
Kullukta tahkîke yükselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve marifet sıralamasındaki "hakîkat mertebesine" vâsıl olmak demektir. Erişilen bu kemâlât, mes'ûliyet anlayışında da yüksek bir hassasiyeti beraberinde getirir. Şöyle ki, şer'an âkıl-bâliğ olmayanlar, dînin hükümlerinden mes'ûl sayılmazlar. Mes'ûliyet ancak âkıl-bâliğ olanlara aittir.
Bunun gibi, tasavvufî yollardan birine intisâb eden bir sâlik de, seyr ü sülûkünü tamamlayıncaya kadar, masum bir çocuk gibi kabul edilerek tarîkat âdabına dâir kusurları cihetiyle hoşgörülür. Zîrâ tarîkatte sâlik, ancak seyr u sülûkünü tamamladığı anda "rüşd"e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarîkat âdabına dâir işlediği kusurlardan da mes'ûl olur. Ancak "hakîkat" cihetine dâir kusurlarından henüz mes'ûl sayılmaz. Bu mes'ûl olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mes'ûliyete dönüşür. Zîrâ mutmainnede "hakîkat" cihetiyle de rüşde ermiş olur.
Bu sebepledir ki şeriatte mubah olan bâzı şeyler, tarîkatte küçük günah gibi telakkî edilir. Tarîkatte küçük günah olan şeyler ise, hakîkat ve marifette büyük günah gibi ciddî ve mühim addedilir.
Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifayet miktarını Allah'ın huzurundan gafil olarak yemek israftır. Marifette de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri görmeden yemek israftır. Zîrâ Cenâb-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işaret sunmaktadır. Diğer bütün hususlarda da durum bunun gibidir.
İşte nefs-i mutmainne, Cenâb-ı Hakk'ın tevfîk ve inâyetiyle hakîkat, sekînet ve yakîne (Yakîn: Kesin ve apaçık bilgiyi ifâde eden Arapça bir kelimedir. Yakînde şüpheye yer yoktur. Kalb, bir şeyin hakikati konusunda tatmin olmuş durumdadır. Yine yakîn, delillerin ötesine geçip inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifâde eder. Kuşeyrî, yakînin üç türlü olduğunu söyler: İlme'l-yakîn: Bir şey hakkında habere dayanan bilgidir. Ayne'l-yakîn: Bir şey hakkında görmek suretiyle elde edilen bilgidir. Hakka'l-yakîn: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgidir.) kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhamlara da nail olmuştur.
Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne'l-yakîn mertebesinde müşahede halindedir. Yâni kalb, tereddüd ve şüphelerden arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi'nân ve huzura ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zahiren ve hem de bâtınen tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler. Çünkü o, maddî ve manevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Artık böyleleri, îmânları uğruna hiçbir çile ve mücâdeleden korkmazlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de kıssası anlatılan Firavun'un sihirbazları da, Hazret-i Musa -aleyhisselâm-'dan gördükleri apaçık mucize karşısında mutmain bir gönülle Allah'a îmân etmiş ve îmândaki kararlılıklarını canları pahasına muhafaza etmişlerdir. Zâlim Firavun'un, îmânlarından dönmedikleri takdîrde el ve ayaklarını çaprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaçlarına astıracağı tehditlerine bile asla aldırış etmemiş:
"Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!" (el-A'râf, 125-126) diyerek büyük bir îmân heyecanı içinde canlarını seve seve feda etmişlerdir.
Zîrâ bu makamda gözleri perdeleyen beşerî kesâfet fena bulup, latîf duygularla hakîkat nuru zuhur etmiş olduğundan:
"Ey itmi'nâna ermiş (itaatkâr) nefs!" (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkâr hitâb-ı ilâhîye mazhariyet nasîb olmuştur.
Görüldüğü üzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilâhî iltifata lâyık olamamışlardır. Ancak itmi'nâna ermiş olan nefs-i mutmainne ve daha üst mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifata lâyık olabilmek ise ciddî bir cehd ve gayret sarfedip, nefsi itaat altına almakla mümkündür.
Mutmainneye nail olan bahtiyar kullar, sırasıyla râdıye, merdıyye ve kâmile denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, muvaffakiyetleri nispetinde bunlarla Hakk'a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.
.Nefs-i Râdıye
Dâima Hakk'a yönelmek suretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne ram olarak Rabbinden razı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk'ın irâdesinde fânî olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'deki:
"Sen O'ndan, O da senden razı olarak Rabbine dön!" (el-Fecr, 28) âyetindeki "Sen O'ndan razı olarak" hükmünün bu makama işaret ettiği beyân olunmaktadır.
Bu rızâ hâli, Hak'tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O'nun irâdesini can u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden noksanlaştırmakla imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (el-Bakara, 155)
Bu âyet-i kerîmede ifâde buyurulan "sabredenler" zümresinden olabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk'ın takdîrine -velev ki o takdîr, umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- razı olmak ve asla isyana düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî irâdenin hayır veya şer olarak tecellî eden bütün kaza hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterenlerin, asla şikâyet etmeyenlerin makamıdır.
Bu makamın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zîrâ insan manen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır." (Tirmizî, Zühd, 57)
İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, iptilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları verene karşı razı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, maneviyat yolunun cilveleridir. Onun için büyük mükâfatlar, dâima büyük mukavemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir.
Bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve sürürü birdir. Zîrâ dünyâya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak'tan bilip razı olurlar.
Aşağıdaki şu mısralar, bu hâli ne güzel ifâde eder:
Hoştur bana Sen'den gelen,
Ya gonca gül, yâhud diken!
Ya hil'at ü yâhud kefen
Kahrın da hoş, lütfun da hoş!
Gayet kolaylıkla söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki azîm güçlük, iyi kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Ancak râdıye makamında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklîd hevesiyle, vaktinden önce ve fütursuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdîrde onlar birer iddia mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu sözde samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!
Râdıye makamındaki bir kul, esrâr-ı ilâhîye muttalî olmaya başlar. Vahdet-i ilâhîyi kâmil mânâda idrâk ederek, mânâ alemindeki kemâlâtı müşahedeye nail olur. Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının husûsî tecellîlerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, güzelin ve doğrunun feyyaz bir menbaı hâline gelir. İlâhî emir ve yasaklara huzur ile ittibâ eder. İbâdetler halisane ve Allah için îfâ edildiğinden, asla yorgunluk vermez. Zîrâ yorgunluk veren ibâdetlerin içyüzünde, ya mertebeler aşmak ya da keramet ve keşfe nail olmak veyahut buna benzer maksadlar vardır. Bir kimse böyle emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve bütün emeklerini boşa harcamış olur. Böyle olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun için, seyr ü sülûkün başından sonuna kadar Allah rızâsından başka hiçbir emel beslenmemelidir.
Hak Teâlâ, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Mühim olan bizim de bu yakınlığı idrâk ederek Rabbimizin yakınlığına nail olabilmemizdir. Cenâb-ı Hak kullarından razı olur. Yeter ki, kulları da O'nun yolunda gayret etsin, O'nun takdîr ve kazasına rızâ göstersin, muhâtab olduğu ilâhî tecellîleri olgunlukla karşılayabilsin ve O'ndan razı olsun.
Nefs-i Merdıyye
Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün füyûzâtından istifâde edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk'ın da onlardan razı olması îcâb eder. Yâni kulun Allah'tan razı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allah'ın da kulundan razı olması gerekir. Diğer bir ifâdeyle Hak'tan rızâmız, O'nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdîrde "merdıyye" sıfatı Allah'a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medar olan amelleri bereketiyle bu makam kula da izafe edilmiştir. Buna göre râdıye, Allah'tan razı olanların; merdıyye ise Allah'ın da kendisinden razı olduğu kimselerin makamıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın bizzat razı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan'dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassasiyet onda bir lezzet halindedir. Bu mertebedeki bir mümin, nefsini en güzel bir şekilde muhasebe ve murakabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytanî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır.
Yine bu mertebede kul, her halükârda ve bütün mevcudiyetiyle Hakk'a teslîm olmuştur. Allah'tan gelen kahır veya lütuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine cennet hil'ati giydirilmiştir.
Yukarıda da zikredilen:
"Sen O'ndan, O da senden razı olarak dön Rabbine!" (el-Fecr, 28) âyetindeki "Rabbin de senden razı olarak" hükmü, bu hâli ifâde etmektedir.
Ayrıca Beyyine Sûresi'nin 8. âyetindeki:
"Allah onlardan hoşnûd olmuş, onlar da Allah'tan hoşnûd olmuşlardır..." beyânı da bu hakikatin diğer bir ifadesidir.
Bu hâl ve hakikatlere nail olan bir kul, artık hâdisâtı "hakka'l-yakîn" mertebesinden seyretmektedir. Allah'ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslimiyetleri sebebiyle böyle kullarının -adetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli... olur. Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsan eder.
Yâni nefs-i râdıye makamında müşahede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hallenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.
Peygamberlerin yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:
Hazret-i Yâkûb -aleyhisselâm- üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, "Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir." diyerek beyân eder.
Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının: "Rabbine dua et de bu muzdarip hâlin son bulsun." şeklindeki talebine:
"Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten haya ederim." mukabelesinde bulunmuştur.
İbrahim -aleyhisselâm- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
"Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!" buyurmuştur.
Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibaret olmakla beraber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i safiye denir.
Nefs-i Kâmile/Sâfiye
Nefs-i kâmile, tezkiye neticesinde arınmış, saf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün marifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lütfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.
Nefs-i kâmileye erişenlere umumiyetle irşad hizmeti tevdî edildiğinden bu makama aynı zamanda "irşad makamı" da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makâmdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten îkâz edici bir tesir halkeder. Böyle zâtlar, bir fâsık ile görüşseler, o fâsığın hâlini anlar, kalbî hastalıklarının ilâcını, hâl lisanıyla kendilerine bildirirler. Fâsık, eğer kalbi mühürlenmemişse insafa gelir ve pişmanlıkla gafletten uyanır.
.
|
Bugün 259 ziyaretçi (320 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|