|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Atatürk’ü istismar ederek ülkeyi germek isteyen İstanbul dükalığına fırsat verilmemeli!
Yusuf Kaplan
1/01/2024 Pazartesi
Sürrealist ressamlar çok erken yaşamış göçmüşler bu dünyadan! Türkiye’ye, özellikle de son yarım asırda yaşadıklarımıza bakarak konu bulmakta da, “konu mankeni” bulmakta da zorlanmazlardı sürrealist ressamlar oysa!
SÜRREEL BOYUTLAR KAZANAN ATATÜRK İSTİSMARI
Türkiye, sürrealizm cenneti’ymiş, sürrealist ressamların arayıp da bulamadıkları absürdlüklerin yaşandığı tuhaflıklar ülkesiymiş, diyerek bayram yaparlardı!
Evet, Türkiye, sürrealist ressamlara taş çıkartacak ölçüde ürpertici sürreel / gerçeküstü / absürd hâdiselere sahne oluyor. Suudi Arabistan’da yaşanan -neredeyse iki ülke arasında büyük ölçekli bir diplomatik krizin eşiğinden dönülen- futbol hâdisesi, ne kadar absürd, ne kadar gülünç bir hâdise öyle!
Yönetmeliklerde ve anlaşmalarda olmadığı açıkça ortaya çıkan ama Ali Koç’un beklenmedik bir manevrasıyla programa sokulmaya çalışıldığı söylenen Atatürk tişörtü çıkışıyla hâdise bir anda futbolu aşarak siyasî bir krize dönüşüverdi.
İkinci bir Gezi provokasyonu mu tezgâhlanıyordu acaba?
Ortalık bir anda karıştı çünkü: Atatürk inanılmaz bir şekilde istismar edildi: Hatta bazı sosyal medya hesapları kelimenin tam anlamıyor sapıttılar: Mustafa Kemal’i Kabe’nin üzerine oturtma alçaklığını, haysiyetsizliğini gösterme cüretinde bile bulunmaktan çekinmediler!
Yaşanan şeyin Kabe ile ne alakası vardı, değil mi?
Ama gizli bir el, düğmeye basmışçasına iş zıvanadan çıktı ve bir anda İslâm’ın kutsallarına inanılmaz saldırılar aldı başını gitti sosyal medyada ve sahte hesaplar üzerinden!
Fetöcü hesaplar okyanus ötesinden hadiseyi kızıştıracak yayınlar yapmaya başladılar!
Ülkenin ana muhalefet partisinin genel başkanı Özgür Özel çok acemice, kışkırtıcı ve ağzı “köpük dolu” açıklamalar yaptı.
Ekrem İmamoğlu, bu şovu kaçırır mıydı hiç? Kitleleri hemen Beşiktaş’a topladı ama İmamoğlu’nun çağrısına uyarak Beşiktaş’ta toplanan yalnızca bir avuç insandı!
Atatürk istismarının bu seçimlere damga vuracağı anlaşılıyor! Halkı kin ve nefret tohumları ekerek provoke edenlere karşı emniyet güçlerimiz gereken güvenlik tedbirlerini almakta tereddüt etmemelidir!
İSTANBUL SERMAYESİ BEYAZ TÜRKLERİN OPERASYON DENEMESİ
Küresel Yahudi sermayesinin uzantısı devşirmeler çetesi İstanbul sermayesi Beyaz Türkler, Riyad’da bir futbol hadisesi üzerinden Türkiye’ye operasyon çekiyor. Celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştürülen zavallı “zenci” Türk “seyrici”si de bu zokayı yutuyor kolayca!
Bir taşla bir kaç kuş birden vurmak diye buna denir işte: Hem halkın Gazze’ye desteğini yok etmek hem Türk-Arap düşmanlığını körüklemek hem de ülkeyi seçim öncesi kaosa sürüklemek istiyorlar.
Ali Koç’un bu hadisede bir rolü var mıdır, yok mudur, araştırılmalıdır.
Maçın Riyad’da oynanmasını onun istediği ortaya çıktı.
Neden Riyad?
Türkiye’de stad mı bulamadınız?!
Ayrıca Ali Koç’un, Fenerbahçe’nin bir Yunan takımıyla oynadığı maçta Yunan seyircinin veya yetkililerin statta Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh sözünü stada yazarak, bu sözle dalga geçildiğini gördüğü halde neden cıngar çıkarmadığı, Riyad’da olduğundan daha ağır şartlar ileri süren Yunan takımının bütün şartlarına harfiyen uymayı taahhüt edip neden kuzu kuzu uyduğunu merak ediyorum doğrusu.
Ali Koç üzerinden Türkiye çok netameli hadiseler yaşayacak!
Suudi Arabistan’da Riyad’da yaşanan hâdise bir futbol hadisesi değildir. Seçimler öncesinde ülkeyi kaosa sürüklemeye ve kamplaştırmaya dönük bir operasyondur.
Yeni, Gezi benzeri bir operasyon tezgâhlanıyor.
İğrenç bir İslâm düşmanlığı pompalanıyor!
Bütün sorumlular gecikmeden hesap vermelidir!
Vesselâm.
.Karadağ’dan Kotar’a Balkanlar’ı yaşatan ruhun izini sürmek…
Yusuf Kaplan
7/01/2024 Pazar
Dünle ve başka yerlerle, yer yer silkleyici karşılaştırmalar yapmamıza imkân tanıyan Büyük Balkan Seyahatimizi Seyfullah Yiğit kardeşimizin kaleminden sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz…
***
İşkodra’dan Karadağ ülkesine doğru yine yollardayız. İşkodra’da Hasan Rıza Paşa’yla derin nefes aldığımı ifade edeyim. Ruhum doydu ve hatta taştı. Dün İskodra’da, Balkanlar’da, Afrika’da mazlumları yalnız bırakmadık, canımız pahasına direndik ve onları koruduk, destan yazdık. Bugün de Gazze’de bütün insanlığın haysiyetini koruyan destansı bir direniş ortaya koyuyoruz. Dün olduğu gibi yarın da insanlığın haysiyetini yalnızca biz, yalnızca inanmış ve adanmış Müslümanlar koruyabilir hakikatini ispat ediyoruz bütün dünyanın gözü önünde. İşkodra’da yazdığımız destanı Gazze’de yeniden yazıyoruz hamdolsun.
Karadağ, Avrupa’nın çamaşır makinesidir, diyor mihmandarımız. Avrupa’nın bütün kirli parası Karadağ’da aklanır. Bu sebeple çok zengindirler. Elinde mikrofon yine anlatıyor akıcı bir üslupla Mihmandar Süleyman, doğuştan rehber doğmuş sanki. Kabiliyetli ve işinde mahir biri.
KARADAĞ’IN ZENGİNLİKLERİ VE YOKSULLUKLARI
Karadağ, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuşunca Sırbistan’ın denize çıkışı kalmamış. Bu aslında Karadağ’ın aleyhine bir durum. Yarın bir gün bir kargaşa çıksa Balkanlar’da Sırbistan yeniden denize çıkmak isteyecektir. Yani Balkanlar kaynayan bir kazandır demek istiyoruz.
Mihmandarımız konuşurken Karadağ’daki ilk durağımız “zenginler adasına” tepeden bakacak bir konumda durduk. İşte burası zenginler adası dedi, mihmandarımız.
Bilinçli olarak fotoğraf çekmedim zenginler adasında. Sizi merak etmiyorum demek istedim. Zenginler adasını meşhur eden Tito. Nasıl bir komünistse artık! Burası küçük bir yer. 100 yıl önce fakirlerin balık tutarak yaşadıkları bir yerken şimdi sadece zenginlerin kaldığı bir yere dönüştürülmüş. Bence güzel bir yer değil. Hiçbir esprisi yok. Hatta şöyle bir yorum yaptım. Burası 100 yıl önce yoksul ama gönlü zenginlerin yaşadıkları bir yerken şimdi zengin ama gönlü yoksulların, bencillerin yaşadığı bir yer haline dönüşmüş. Kendilerinden başka kimseyi almıyorlar. Büyük büyük paralarla zenginlerin birbirine hava atıp caka sattıkları bir yer. Üstelik dünya nüfusunun yarısından fazlası açlık sınırındayken bu yerlerde ultra lüks sefih, ruhsuz hayatlar yaşanıyor.
BUDVA’NIN DAR SOKAKLARI, TARİHÎ “KONAKLARI”…
Tatil şehri olan Budva’da durduk. Budva ilginç bir şehir. Bulunduğumuz yerin karşısı Venedik. Arada deniz var. Venedik döneminden kalma surlar var Budva’da. Surların dışında çirkin çirkin iri yapılar var. İnsanın üzerine üzerine gelecek şekilde hoteller yapmışlar. Doğayla kavgalı bir mimari. Sadece bizim memleketimizde yok, burada da var doğayla kavgalı yapılar. Budva’da tarihî surların içinde soylular, dışında da halk yaşıyormuş. Ohri şehrini hatırlayın şimdi. Safranbolu evlerine benzeyen tarihî Ohri şehrinin sokaklarını zihninizde canlandırın. Bey’in evi de halkın evlerinin yanında bir ev. Ve bir odasının altından yol geçiyor. Üstü kapalı, altı açık bir köprü vazifesi gören bir bey konağı. Budva’da ise soylular surların içinde halk surların dışında yaşıyor. İslâm medeniyeti ile Batı uygarlığı arasındaki fark çok net değil mi?
Batı uygarlığı, bütün insanlığı kuşatacak bir nizam kurmaya müsait değil. Bunu, sadece iki medeniyetin tarihi şehirleri üzerinden bile görmek mümkün. Budva’nın sokakları çok dar. Meydanları küçük. Eskiden meydanlarında şairler şiir okurmuş. Gördüğümüz bir meydanda ilginç bir adam yerde oturmuş müzik icra ediyordu. İşini sevdiği belli. Kendisini tamamıyla müziğine vermiş. Etrafında insanlar hem dinliyorlar hem de video kaydı yapıyorlar. Budva’nın tarihî şehrinde açık müzede yaşıyor insanlar. Bizim tarih olarak gördüğümüz evler kullanılıyor yani. Tarihi bir şekilde korumayı başarmışlar ama ruhsuz bir tarih olduğunu belirtmeliyim. Gönle dokunmayan, insanları soylu-halk diye ayıran bir tarihte ruh nasıl olsun ki!
Seküler bir dünya görüşüne sahip insanlarla Balkanları yeniden Balkanlar yapamayız! İslâmî ilkelere özen gösteren ve ciddi bir tarih bilinciyle ancak Balkanlardaki Müslümanlar yeniden ayağa kaldırılabilir.
Bizim derviş Mustafa abi şöyle güzel bir cümle kuruyor otobüsümüze geçerken: “An’ın içinde anılar biriktiriyoruz.”
Budva’daki surlarla yapılan ayrımlara benzer bir ayrım modern dünyanın şehirlerinde de var. Bunu biz de kullanıyoruz. Site kültürüyle fakir-zengin ayrımı ortaya çıktı. Mahallemizde artık evinin altını yol olarak kullanabileceğimiz bir şehir yöneticimiz yok. Müslüman şehirleri yeniden ve daha güçlü bir şekilde kurmamız gerekiyor. Site kültürü de zihin-zemin-zaman üçlüsüne Müslüman mührü vurularak yeniden inşa edilebilir. Bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Ancak bunun için de ideal İslâm toplumunun inşası gerekiyor. Bu seyahatlerin bir amacı da aslında bu. İdeal İslâm toplumunu oluşturmanın izini sürüyoruz…
Karadağ’ın diğer tarihi bir şehri olan Kotar’a doğru yeniden yola revan olduk. Budva’da hava açık ve güneşliydi. Güneşten güzel bir şekilde istifade etmiştik. Enerjimizi alarak Kotar’a gidiyorduk. Bütün bu bölgeler Barbaros Hayrettin Paşa döneminde Devlet-i Âliyye’nin egemenliğine girmiş. Yaklaşık iki asır bizde kalmış. Bizden sonra İtalyanlar gelmiş. Kotar daha büyük bir şehir Budva’ya göre. Epey bir kalabalık. Şehir, bir dağ kenarının yamaçlarına kurulmuş. Etrafı yine surlarla çevrili. Burada da tarihi korumuşlar. Olası bir saldırı için de arkadaki dağın zirvesine çıkan yüzlerce basamak yapmışlar. Basamaklardan sonra da sur yapmışlar. Düşman, birinci kaleye girerse dağdaki kaleye kaçılacak. Burada güvenliğe epey önem verilmiş.
KEDİLERİN KURTARDIĞI ŞEHİR: KOTAR
Kotar’da kedi çok fazla. Çünkü güçlü bir hikâyesi var kedilerin.
Avrupa’da kadınları öldürmüşler orta çağda. Büyücü diyerek katletmişler. Uğursuz olarak görmüşler. Daha sonra kedileri öldürmüşler. Doğanın dengesini bozmuşlar. Böylece fareler çoğalmış. Ve salgın ortaya çıkmış. Avrupa’da temizlik anlayışı olmadığı için, cehalet kol gezdiği için salgın var. Aynı tarihlerde de İslâm medeniyeti en parlak dönemini yaşıyor. Temizlik olduğundan salgın da yok. Kotar’da da kedilere karışılmadığı için salgın olmamış. Bu sebeple Kotarlılar kedileri kutsal kabul etmişler. Kedilerin çokluğu bundan. Kedileri rahatsız edemezsiniz Kotar’da.
Kotar’da Avrupa’da açılmış en eski ikinci eczane var. Ve hâlâ açık! 1166’da inşa edilen bir kilise var. Aziz Tifon Kilisesi. Onun manevî ruhunun şehri koruduğuna inanılıyor. Bu kilisenin önünde Ustam Yusuf Kaplan çok önemli bir cümle kurdu. Sohbet ederken hoca bir yandan da kiliseye bakıyor. Adamlar tarihi korumuşlar. Ama inanç yok, çok zayıf. Tarihin kendisi bir inanç olmuş. Adamlar tarihe tapıyorlar, dedi. Evet işte buydu. Şu ana kadar yazdıklarımızın en önemli kısmı burasıydı.
Şehrin daracık sokaklarında dolaşırken bir su tulumbası gördük. Kadınlar buradan su çekermiş ve bir yandan da dedikodu yaparlarmış. Daha sonra Ortodoks Katedralini ziyarete gittik. Karşısında daha küçük bir Katolik kilisesi yapılmış. Aziz Luka Kilisesi. Çekişme bitsin diye böyle bir yola başvurulmuş. Burada, Yusuf Hocam yukarıda yaptığı önemli açıklama burada tam yerine oturdu. “Adamların dini tarih, din kalmadığı için tarihe din diye tutunuyorlar,” diyerek yorumuna olan inancından emin oldu. Kesinlikle öyle. Adamlar dine inanmıyor, tarihe inanıyorlar. İnandıkları tarihi ve tabiî ki eserlerini koruyarak korumaya çalışıyorlar.
Kotar’daki en güzel şey, neredeyse birçok sokağında namaz kılmamız oldu. Grup arkadaşlarımızın her biri kuytu bir sokakta namazını eda etmiş. Muharrem abiyle bizde kuytu bir köşede öğlen namazımızı eda edip yemek yerine geçtik. Yemekten sonra vakit girince ikindi namazımızı da küçük küçük teraslı balkonların birinde eda ettik. Kotarı yeniden fethettiğimizi hissettim namazlarımızla…
Kotar’dan ayrılıp son durağımız Bosna-Hersek’e doğru yola koyuluyoruz
.Mostar’a diriliş ruhuyla yapılan çok leziz bir yolculuk…
Yusuf Kaplan
8/01/2024 Pazartesi
Bosna yolunda, derin sohbete dalıyoruz.. Balkanları bekleyen tehlikeleri konuşuyoruz derinlemesine… Seyfullah Yiğit kardeşim aktarıyor gözlemlerini bir kez daha…
***
Bosna-Hersek yolundayız… İyi de, Bosna nasıl yazılacak? Bosna’yı yazmak o kadar kolay değil. Bosna, Balkanların hem ruhu hem de şuuru çünkü. Bosna’da çok derin bir nefes aldık. Bosna’nın ruhu ruhuma girdi adeta.
Kaç ay geçti Saray Bosna’dan ayrılmamız üzerinden ama ben hâlâ oradayım. Bilge Adam Aliya’nın mütevazı kabrindeyim. Ama kabirde değilim! O mütevazı kabirle verilen mesajın neşvesindeyim. İnsan mezar başında neşve haline bürünür mü? Yazacağız dostlar yazacağız. Hem de ne neşve… şimdilik sadece bir giriş olsun istedik.
Her biri birbirinden güzel insanlar olan seyahat arkadaşlarımızla Bosna-Hersek yolundayız… Baş mihmandarımız tabiî ki çok kıymetli ve çok müşfik ustam Yusuf Kaplan… ustamla seyahat etmek gerçekten çok güzel bir nimet. Çok cömert bir mütefekkir. Kendisini kapatmıyor. Elinde ne varsa bütün cömertliğiyle sunuyor. Kıymetli fikirlerini paylaşmaktan bir an olsun geri durmuyor. Bu yönüne gıpta ediyorum Ustamın.
Balkanlar… iskân politikalarıyla ve dervişlerin güzel ve örnek yaşantısıyla İslâm oluyor. Ancak Sırplar ve Hırvatlardan çok az Müslüman olan var. Problem de buradan kaynaklanıyor. Bu iki halkın Müslüman olmayışı özellikle Sırpların İslâm’dan uzak durması, Balkanların kaynayan bir kazan olması durumunu netice veriyor. Yusuf Kaplan yine bütün cömertliğiyle ikram ediyor değerli fikirlerini… Hristiyanların kilisesi var ama Hristiyanlık yok. Hristiyanlıkta birey kavramı sekülerizmi geçmiş durumda. Hocamız devam ediyor. Avrupa şehirlerinin hepsinde kitapevleri vardır. Lokal tarihi vitrine veren kitapevleridir bunlar. Ancak burada da şöyle bir sıkıntı var. Bu vitrinler tarihi korur, tamam. Ancak aşırıya gidildiğinde de sizi sığlaştırır. Dengeyi tutturmak çok önemlidir.
İlk durağımız Mostar olacak. Mostar derken herkesin aklına şehrin adını aldığı Mostar Köprüsü geliyor. Yusuf Kaplan’ı bordo otobüsümüzün en arkasında yer alan masamızda yeniden misafir ediyoruz. Okuma üzerine sohbet ederken Mustafa abi, Yusuf Hoca’dan ilhamla şu üç kavramı paylaştı. Tefrika, Taassup ve Tarafgirlik. Bunlardan da uzak durmalıyız diyerek güzel bir katkı yaptı Mustafa abi.
Yusuf Hoca’nın ifade ettiği 3 T’nin açılımı ise şöyle: İslâm medeniyeti ilk asırda, ilk ortaya çıktığı dönemlerde bütün medeniyetlerle temasa geçip, onlardan alabileceği ne varsa alıyor yani TEVARÜS (öğrenme) ediyor. İslâm medeniyeti, ikinci asırda beslendiği birikimi kendine mal ediyor yani TEMELLÜK (özümseme) gerçekleşiyor. Bu aşamalardan sonra üçüncü aşamada ise, İslâm medeniyeti beslendiklerini bir sistem haline getiriyor, yani TEMESSÜL ediyor (örnekliyor).
İslâm dünyası üçüncü asırda bütün dünyaya meydan okuyor.
Bu, tarihte oldu. Hem de iki defa! Tekrardan niye olmasın ki? Ustamın burada anlattıklarının detaylı açıklamaları son çıkan ve benimde NEFİS olarak değerlendirdiğim “Okuma Nedir?” kitabında var. Şiddetle tavsiye edilir. Burada bunu yazmamın sebebi de insanlarımıza faydalı olmak. Bilenler bilir. Yusuf Kaplan’ın şan, şöhret, para ve pul gibi şeylerle işi olmaz. Kravatlı bir derviştir Ustam Yusuf Kaplan…
Masamıza misafir olan Ustamdan devam ediyoruz. Çünkü anlattıkları çok kıymetli şeyler… Türkiye’nin en temiz çocuklarındandır MTO talebeleri… Aksaray Akademik Yaz Kampımıza katılan misafirler şunu söylediler: Bu gençler çok temiz gençler. Mesire yerinde ben dâhil herkes çöp topladık. İnsanlar bize “Bunlar, Japonlara filan da benzemiyor ama…” dediler, merak ettiler. BİZ MÜSLÜMANIZ!
Şöyle sorulu cevaplı bir bölümümüz oldu hocamızla Mostar’a giderken. Tarih din haline getirildi dediniz Kotar’da. Peki, bu tarih nasıl oldu da din haline geldi. Bu süreç nasıl gelişti? Hocamız cevaplıyor. Mezhepler çok önemli. Sabiteler olmazsa değişkenler sabitelerin yerine geçer. Sabite, ruhtur. Değişken ise, bedendir. Sabite, dindir. Beden, dünyadır. Batı’da bir sabite yok! Nietzsche, eli kanlı tanrı katilleriyiz diyor. Burada değişkenler kutsandı ve tanrı katına yükseltildi. Mezhepler, sabitelerin değişkenler tarafından yutulmasını engeller. Mezhepler, sabitelerin değişkenler katına yükseltilmesinin önüne set çeker. Mezhepler, sabiteler ışığında değişkenleri ihtiyaca binaen yeniden yorumlama imkânı sunar. Çok açık bir şey söylüyorum. Bizde mezhepler savaşı yok! Uyanık olmalıyız. Herkese cevap vermek durumunda değiliz. Bununla ilgili güzel bir şey var. Yani; tanınmayacak adamlar için cümle kurmak, onları meşrulaştırır. İmam Azam (r. aleyh.) gibi büyüklerimizde bununla ilgili güzel örnekler var.
Kotor, küçük bir İtalya.
Dar sokaklardan meydanlara çıkıyorsunuz. Bu mimari, Endülüs’ten yani bizden alınma bir mimari. Müslümanlardan alınma labirentvari bir dünya. Dünya içre dünya. Dante bizden öğrendikten sonra ‘İlahi Komedyayı’ yazdı. Yani esin kaynağı bizim medeniyetimiz. Bizim tasmalı çekirgelerimiz bundan haberdar mı? Zannetmiyorum. Celladına âşık olmak böyle bir şey işte! Bu otobüste ne işimiz var? “Bu kadar zahmet ne diye?” insan ister istemez soruyor bazen kendi kendine. Her seferinde bu sorularımızın cevabını Yusuf Hocamızdan alıyoruz dolaylı olarak. Yine güzel cevaplar almıştık. Evet, Ustamdan devam ediyoruz. Kotor’da bu şuurla dolaşan çok az insan var, eğlenmeye geliyor insanlar. Kendisine gelmeye gelmiyorlar. Medeniyetlerin sentezini görerek yeni bir sentez yapabilecek insanlar var mı? Çok az. Bizler bunun için buradayız! Her mümin kendisinde cennetten bir iz taşır.
Şöyle bir soru daha soruldu hocamıza. Balkanlar, Avrupa’da İslâm’ın yayılmasına aracı olabilirler mi? Bunu nasıl yapabilirler? Yusuf Hocaya kulak kesiliyoruz… Bundan 10 yıl öncesine kadar ümitliydim. Ancak şu an Balkanlar İslâmî kimlik krizi içinde. Tarihî şehirler bir şekilde ruhun korumasında işlevsel. Ancak Balkanlar kaynayan bir kazan. İnşâallah Halep’in başına gelen buradaki şehirlerin başına gelmez. Olası bir savaş durumunda Balkanlardan Türkiye’ye Müslümanların gelmesi, ezan seslerinin balkanlardan kesilmesi demek, ancak bu insanların gelmemesi durumunda ise, katliamlar olacak, maazallah. Çözüm; Türkiye’nin Balkanlar’da çok yönlü ve kalıcı işler yapmasından geçiyor. Askerî, siyasî ve kültürel büyük işler yapılacak. Ancak derinlik olması gerekiyor bütün bu çalışmalar için. Yani şu an Avrupa, Almanya sınırlarını açsa Balkanlar’dan kaçacak insanlar.
Bir sonraki yazıda Ustamdan devam edeceğiz inşâallah. Burada birkaç şey söyleyeceğim. Şehirde dolaşırken şehrin gençleri şehri ölümüne savunan Hasan Rıza Paşa’yı lanetledi, kınadı, aşağıladı. Şok olduk hepimiz.
Bu çok kötü bir şey. “İşkodralı” Hasan Rıza Paşa’nın mücadele ruhunun yok olduğunu göstermiyor mu bu hazin durum? İşte bu AŞKIN RUH yeniden tesis edilmelidir. Tıpkı Gazzeli müminlerdeki gibi… bütün zulümlere rağmen yedisinden yetmişine herkes hemfikir şu konuda: Bizler… topraklarımızı terk etmeyeceğiz. Ezanlarımız susmayacak. Bayrağımız inmeyecek. İslâm’ın izzetini koruyarak kendi izzetimizi de korumuş olacağız şuurunun aynısı Balkanlar’da ve hatta tüm İslâm coğrafyasında diriltmemiz gerekiyor. Rahatımızı, konforumuzu, malımızı, mülkümüzü, çoluk çocuğumuzu ve tabiî ki canlarımızı İslâm için, ümmet için, vatan için, minarelerimiz için feda edebilmeliyiz. Avrupa bütün imkânlarını sadece Balkanlardaki Müslümanların değil, hepimizin ayaklarının altına serse de memleketimizi kalıcı olarak terk etmemeliyiz. Almamız gereken her şeyi tabiî ki tevarüs edeceğiz. Ancak kendimizden, aslî değerlerimizden koparak yaşadığımız diyarları terk etmeyeceğiz. Gazze’li mümin kardeşlerimizin ruhuyla yeniden dirileceğiz. Ve sadece İslâm Ümmeti için değil, bütün insanlığın felaha ermesi için Hilafet / Tevhid Sancağı altında bir olacağız evelallah…
.Üç Ayların ruh dolu iklimi: Direniş, diriliş ve “varoluş” mevsimi
Yusuf Kaplan
12/01/2024 Cuma
Gazze, kan ağlıyor: Gazze’de ürpertici bir soykırım yaşanıyor… Soykırımın sürdürülmesi için inanılmaz korkunç şeytanî yollara başvuruyor katil İsrail devleti ve Netanyahu ifriti.
Bütün kirli, iğrenç çamaşırları ortaya döküldü Batılı liderlerin Epstein belgeleriyle: Biden başta olmak üzere bütün belli başlı Batılı liderlerin nasıl iğrenç bir ağın içinde oldukları anlaşılıyor!
Bunlar insan değil gerçekten. Korkunç şeytanî varlıklar bunlar! Katliama neden sessiz kaldıkları şimdi anlaşılıyor: Kirli çamaşırlarının ortaya çıkması korkusu!
İnsana insanlığını sadece İslâm’ın armağan ettiğini Gazze ispat etti bir kez daha.
İnsana kemal merdivenlerini tırmandıran, insanı arındırıp kendine getiren bir mevsimin eşiğindeyiz. Kutlu bir iklimin.
Rahmet, mağfiret ve bereket mevsimi üç aylara girdik Allah’a (cc) hamd olsun.
Hüzün ve öfke ile dolarak…
Bahar mevsimine denk gelmese de, üç aylar, aslında manevî bir bahar mevsimidir her zaman: Bizi dünyanın kirlerinden arındıran, adım adım Rahmet-i Rahmân’a yaklaştıran, mâsivâ’yı aşarak mâverâ’nın diriltici, saflaştırıcı, safları sıkı tutmamızı sağlayıcı, kalbimizi yumuşatıcı, yüreğimizi bütün varlıklara açıcı ulvî iklimine ulaştıran bir biliş, buluş ve oluş, bir direniş, diriliş ve varoluş mevsimi...
O yüzden kadrini, kıymetini iyi bilmeli, bize bu tür vesileleri hediye eden Rabbimize hakkıyla şükretmeli. Bu yazıda üç ayların anlam ve önemini hissettirmeye çalışacağım…
DİRİLTİCİ, LEZÎZ BİR BAHAR MEVSİMİ
Üç aylar: Çok katmanlı, nefis bir mânâ iklimi; diriltici, leziz bir “bahar” mevsimi...
Kendince Hakk’ı tesbih eden, kozmik teslimiyetin zirvesi dağın-taşın...
tohuma kucak açan toprağın...
ruh aşılayıcı bir nefesle dur durak demeden ince ince, sessizce esen rüzgârın...
gürül gürül akan, geçtiği her yeri sulayan, yıkayan, arındıran ve toprağı tohuma gebe bırakan ırmağın...
taptaze meyveler veren, yemişler armağan eden ağaçların...
hep birlikte, kendi dillerince, kendilerince eşlik ettikleri yeniden-doğuş, yeniden-doğruluş merasimi...
Muazzam bir toparlanış, arınış ve direniş, muazzez bir silkiniş ve diriliş bestesi.
Ve herkese ruh üfleyici, herkesi kendine getirici, yol gösterici derin bir mânâ atmosferi...
SONSUZLUK DERYASI...
“Mânâ” kelimesi ile “manevî” kelimesi, aynı köktendir.
Ruh ikizidir.
İkisi de aynı kökten gelir, aynı kök’e yönelir, bizi de aynı köke yöneltir: Göğe yani.
Müslümanın fikrinde de, zikrinde de, şükründe de aynı Gök-ekini, aynı Ulvî Kaynak, meyve verir: Hayatın mânâ’sı, hem zâhir’e bakar, hem bâtın’a akar; böylelikle çok katmanlı bir dünya sunar...
Sadelik’le derûnîlik medcezirinde, bu dünya’yı, dünya’nın ayartıcı, geçici sınırlarını, sınırlamalarını aşar, insanı sonsuzluk deryasına taşır...
Müslüman’ın zihin, kalp ve ruh hayatında herhangi bir şeyin anlamı, hem fizik hem de fizikötesi anlamları ihata eder; varedici, hayat bahşedici, ruh’la beden’i bütünleştiren tevhîdî bir muhite işaret eder.
İşte hayatı, seküler / parçalı değil bütüncül kavrayan ve kucaklayan bu tevhîdî dünya idraki, üç aylarda adım adım, hazmedile hazmedile hayata geçirilir...
Mânâ ile madde, öte’yle bura, enfüs’le âfâk, bâtın’la zâhir, iç’le dış, dikey eksen’le yatay eksen, görünmeyen’le görünen, bütün’le parça birleştirilir.
HİCRET RUHU VE “BAHAR” ŞARKILARI
Üç aylar, “hicret” aylarıdır.
Hicret, “göç” demek: Çürütücü eski hâli terketmek; yeni, yenileyici, ümmîleştirici, kirlerden arındırıcı kemâl derecelerine erişmek; ruh ışıması yaşamak, kanatlandırıcı bir ruh kıvılcımı çaktırmak demek: Hâlden hâle hicret, kemâl merdivenlerini tırmanma yolculukları...
Hicret, bir “bahar” mevsimi şarkısıdır: Bütün hicretler, bir bahar mevsimi gibi, direniş ve boyveriş, silkiniş ve diriliş şarkıları besteler.
Her dem yeniden-doğuş, her ân yenilenerek doğruluş şarkıları.
Tarihi yapan, insana tarihte kanatlandırıcı bir yolculuk yaptıran yegâne itici güç, melekût âleminden süt emerek, meleksi melekelerle donanıp dimdik doğrularak mülk âleminden yeniden asıl yurda, insanı insanın kurdu değil, insanı insanın yurdu, umudu ve ufku yapan melekût âlemine doğru yolculuğa çıkılmasını sağlayan hicret ruhudur.
İşte üç aylar, melekût âleminden devşirilen leziz, gök-ekini meyvelerin tadıldığı, mülk âleminde herkese tattırıldığı, hicret ruhuyla yaşanan kutlu bir yolculuktur.
YÜREK-ÜLKESİ’NE ÇIKAN YOLLAR...
Recep ayı, rahmet ayıdır: Tohum düşer toprağa Recep ayında...
İnsan, Hakka rağbet eder, yalnızca O’na yönelir, kendine gelir: Ve Direniş başlar böylelikle: Kişi, dünyanın ayartılarına, nefsinin iğvalarına direnir. Hakikat tohumu ekilir...
Şaban ayında başka bir mertebeye geçilir: Rahmet yağar, gökten melekler ağar yeryüzüne saf saf...
Silkiniş gerçekleşir: Ağaç, meyveye durur...
Ramazan’da da müminlerin kalbini yıkar melekler; kirlerini temizler.
Diriliş, gerçeğe dönüşür: Ağaç, leziz meyveler verir...
Sonuçta, yürek-ülkesi’ne varılır: Hakikatin leziz meyvelerinden tadılır ve herkese tattırılır.
Üç aylar mevsimi, tastamam bir Bahar iklimi, yeniden-doğuş, kök’ten doğruluş iklimi olur.
Sözün özü: Üç aylarda bütün yollar, yürek-ülkesi’ne çıkar...
Üç ayların yeniden toparlanışımıza, yenilenerek doğruluşumuza, kardeşliğimizin, birliğimizin, dirliğimizin pekişmesine, sarsılmaz bir şekilde derinlerde köksalmasına vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eder, üç aylar mevsiminin bizi ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiğimiz huzur ve sükûn, sürûr ve kurtuluş iklimine nihâî olarak eriştirmesini, Gazze’deki kardeşlerimizin katil İsrail devletini dize getirerek kurtuluşa ermelerine vesile olmasını dilerim. Vesselâm.
.Türk Endülüsleşmesi: Türkiye fiilen işgal edilmedi ama zihnî işgal altında!
Yusuf Kaplan
14/01/2024 Pazar
Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde teröristlerin alçakça sızma girişimi oldu. 9 Mehmetçiğimiz şehit oldu maalesef. Şehitlerimize Allah’tan rahmet ve kederli ailelerine başsağlığı diliyoruz. Milletçe başımız sağ olsun.
Türkiye, mahallî seçimlere girerken, karıştırılacağa benziyor.
Bendeniz bu yazıda yaşadıklarımızı bir tarih felsefesi yaparak, uzun soluklu ve kalıcı bir dille anlamlandırmak ve geleceğe ilişkin bir yol haritası çıkarılmasını sağlayacak bir yakın tarih okuması yapmak istiyorum.
TÜRKİYE, TANZİMAT’LA RAYDAN ÇIKTI…
Türkiye, Tanzimat’la yönünü, Meşrûtiyetlerle yörüngesini yitirdi; Cumhuriyet Batılılaşmasıyla ruhunu yitirme tehlikesinin eşiğine sürüklendi. Modernitenin Tanzimat’la topluma seküler bir kimlik, yön ve yörünge dayatmasıyla oluşan tazyik ve meydan okuma, toplumun kimliğinin tam ortadan ikiye bölünmesine, çatallanmasına yol açtı. Şerif Mardin’in deyişiyle “iki Türkiye” zuhûr etmiş oldu bu sürecin sonunda.
Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk laikleşmesi projesi, tepeden jakoben yöntemlerle, monteleme yoluyla dayatılan bir mühendislik projesi olarak uygulandı bugüne kadar. Topluma balans ayarı veren, laik / Batıcı çizgiden sapmaması için askerî darbelerle hayata geçirilmeye -daha doğrusu zoraki olarak, zecrî / dayatmacı / montelemeci yöntemlerle yerleştirilmeye- çalışılan laikleşme projesi toplumda tam olarak tutmadı.
Laikleşme projesi, Türkiye’de devletle toplum ilişkilerini düzenleyen bir ilke olarak işlemedi, işletilmedi; yeni rejimin İslâm’la ilişkilerini koparması olarak işletildi. Bu da toplumun Alevî kesimlerinin kısmen de olsa laikçilik projesine tutunmasına yol açtı. Laikçilik projesini dayatmacı bir projeye dönüştürenler, Cumhuriyet kurulurken gerçek kimliklerini (Sünnîliğin dışındaki çeşitli heterodoks mezheplerle) gizleyen gayr-ı İslâmî unsurlar oldu. Ermeni, Rum, Yahudi kökenli kimseler, böylelikle hem gerçek kimliklerini gizlediler hem de devletin üst kurumlarını (aslında bizzat devleti) ve hatta zamanla devletin kendisini ele geçirdiler.
İKİ ASIRDIR TÜRKİYE’YE HÜKMEDEN “GİZLİ EL”
Bir Müslüman olarak ötekileştirici dil kullanacak, farklı ideolojik veya etnik ya da dinsel kesimleri ötekileştirecek biri değilim. Bu yazdıklarımdan böyle bir sonuca varılamaz.
Ama esrarengiz bir noktaya, gizli kalan bir hakikate dikkat çekmeye çalışıyorum burada.
“Gizli bir el”, ülkenin kaderine hükmediyor iki asırdır…
Hiçbir şekilde komplo teorilerine filan itibar ediyor değilim. Osmanlı’nın çökertilmesinden sonra bu ülke içeriden teslim alındı. Ne kadar Osmanlı ve İslâm dışı veya İslâm düşmanı güç varsa, hepsi Osmanlı çökertilince bu toprakları ele geçirdiler. Bu toprakların ülkenin içindeki İslâm dışı / İslâm düşmanı güçler veya aktörler tarafından ele geçirilmesi, Tanzimat’la başlamıştı zaten. İngilizler, Tanzimat’ı ilan ettirerek paşalarla devlete derinlemesine sızdılar ve İslâm düşmanı güçlerden oluşan bürokratik bir oligarşi inşa ettiler.
Padişahlar, aynı anda iki cephede birden savaştılar: Dışarıdan emperyalistlerin kendileriyle, içeriden de emperyalistlerin kuklaları bu bürokratik oligarşik aparatlarla kıyasıya bir ölüm kalım savaşı verdiler.
Padişahların mücadelesi, Osmanlı’nın varlığını sürdürmesini sağladı ama Osmanlı’nın bünyesi çok büyük yara almıştı: Tanzimat ve Islahat Fermanları ile siyasî olarak, kapitülasyonlarla da iktisadî olarak Devlet-i Âliye çepeçevre kuşatıldı ve içeriden ele geçirildi.
Devletin içeriden ele geçirilmesi sadece Osmanlı’ya ve ardından kurutuluş savaşı verilerek kurulan Türkiye’ye özgü özel bir projeydi. 19. yüzyılda bütün kıtalardaki aktörler, dinler ve medeniyetler emperyalistlerin dışarıdan bilfiil gerçekleştirdikleri saldırılarla teslim alınmışlardı. Sadece İslâm coğrafyası, münhasıran da Osmanlı coğrafyası, emperyalist saldırıya karşı dört bir cephede direniyordu.
Osmanlı’nın emperyalistlere direnen yegâne güç olması, emperyalistleri özelikle de İngilizleri çılgına çevirmeye yetiyordu: Dünyanın % 60’ını kontrol eden İngilizler, Osmanlı’ya / Türkiye’ye özgü özel bir proje geliştirdiler: Türkiye, dışarıdan fiilen değil, içeriden zihnen ele geçirilecekti.
Böylelikle bir taşla bir kaç kuş birden vurulmuş olacaktı: Türklerin düşmanı Türkler olacaktı. Dolaylıyla Müslümanların düşmanı Müslümanlar! Türkler celladına / düşmanlarına âşık edilecek, Türkiye içeriden ele geçirilecekti: Önce devlet, İslâm’dan arındırılacaktı; Tanzimat modernleşmesi bunun başlangıcıydı; sonra da toplum sekülerleştirilerek İslâm’dan uzaklaştırılacaktı. Böylelikle Batılıların Türkiye’yi işgal etmek gibi bir külfete girişmelerine gerek kalmayacaktı.
İlk vekâlet savaşını İngilizler Yunanları üzerimize salarak vermişlerdi: Böylelikle bizim ezelî düşmanımız İngilizlere kalıcı bir husûmet beslememiz önlenecek, İngilizlerin içerideki devşirme laikçilerle devleti İslâm’dan arındırarak dizayn etme girişimleri dikkat çekmeyecekti.
Devleti, Selanik kökenli devşirmelerle birlikte İngilizler inşa ettiler. Lozan, bizim yurtta sulh cihanda sulh diyerek medeniyet kurucu iddialarımızdan vazgeçtiğimiz, Anadolu yarımadasına hapsedildiğimiz bedenimizi kurtardığımız ama ruhumuzu kaybettiğimiz her bakımdan Batı’ya bağlanan devletin kurucu antlaşmasıydı.
Devlet, has Anadolu çocuklarının eline geçemedi, devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri İslâm dışı aktörlerin eline geçti. Altını çizerek tekrar ediyorum: Türkiye dışarıdan fiilen ele geçirilmedi, içeriden zihnen ele geçirildi.
Eğitim sistemi, kültür rejimi ve medya rejimi, hem yoz ve yozlaştırıcı hem de mankurtlaştırıcı, köklerimizi kurutucu, varoluşsal temellerimizi yıkıcı bir işlev üstleniyor. Türkiye kendi ayağına sıkıyor ve kendi ayağına sıkan tek toplum olarak tarihe geçiyor!
ZİHNÎ İŞGAL
O yüzden her seçim sancılı geçiyor. İki Türkiye mücadele ediyor. Dün, merkez ve çevre olarak adlandırılan “laikçi devlet” ve “Müslüman halk” olarak tezahür bu mücadele, yerini iki topluma, iki Türkiye’ye terk etme tehlikesinin eşiğine gelip dayandı: Sekülerleşen toplum ve İslâmî köklerine bağlılığını koruma mücadelesi veren İslâmî toplum.
Sürekli uyarıyorum: Türkiye’nin sosyolojisi radikal bir değişim geçiriyor diye. Böyle giderse, önce İslâmî kesimler azınlık haline gelecek. Sonra da ateizm ve deizm dalgası, nihilizm ve hedonizm biçimlerine bürünerek hızla yayılacak ve İslâm azınlıkların dini hâline gelecek…
Ürpertici ama gerçek gidişat bu yönde. Bunları yaklaşık 30 yıldır yazıyorum sürekli olarak. Geldiğimiz nokta, yazdıklarımı doğruluyor, ne yazık ki.
Türkiye fiilen işgal edilmedi ama zihnî işgal altında: Türkiye, zihnî bir Endülüsleşme / yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Acı gerçekler bunlar. Toplumun sosyolojisinin değiştiği ve iki toplum oluştuğu, orta ve uzun vadede bunun ülkenin parçalanmanın eşiğine sürüklenmesi anlamına geleceğini unutmayalım.
Türkiye’de seküler ikinci bir toplumun inşası Türkiye’nin parçalanmasının ve Müslüman Türkiye’nin tarihten çekilmesinin tohumlarının ekilmesine yol açacaktır -Allah muhafaza!
Benden uyarması.
Vesselâm.
.Mostar Köprüsü’nde taş üstüne yazılan ibretlik söz: “Don’t forget 1993”
.Yusuf Kaplan
15/01/2024 Pazartesi
Balkan seyahatimizin Mostar ayağının izlenimlerini Seyfullah Yiğit kardeşimizin sürgit işlek hâle gelen, nehir gibi akmaya başlayan kalemiyle aktarıyorum. Gazze-Poçitel hattı nasıl da benziyor birbirine…
***
Mostar’a gece vardık. Taksiyle şehir merkezine 10 dk mesafelik bir otelde konakladık. Yatay mimariyle yapılmış güzel bir hotel. Çok beğendim hotelin mimarisini. Kâinatla ve dolayısıyla insanla barışık bir mimariyle inşa edilirse yapılar, insanlar nefes alırlar. Diğer türlü olunca, dikey mimaride insan kendisini psikolojik olarak kötü hissediyor. Çok katlı yapılar, rüzgârı, güneşi, doğa manzarasını kesiyor. Kendinizi açık alanda hapsedilmiş gibi hissediyorsunuz. Daha da önemlisi inanç sembolümüz olan minarelerimizin, çok katlı yapılar arasında kaybolması, insanın en güçlü aidiyet duygusunun da zayıflamasına neden oluyor.
Burası çok önemli bence. İmanın bununla ne alakası var diyebilirsiniz, ama öyle eğil. Zayıf damarlı insanlarda bilhassa bu durum daha çok olumsuz bir etki oluşturabiliyor. Minareler… şehirlerimizin sembolü olmalı ve minarelerden daha yüksek yapılara müsaade edilmemeli. Şehirlerimizi, çok katlı yapılarla kimliksizleştirmeyelim diyorum. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerimizin çoğunda minarelerimiz, çok katlı yapılar arasında yetim gibi duruyorlar! Bu nedir? Tam bir çöküş! Buna dur demeliyiz. Gerekirse bütün bu çirkin yapıları yıkıp yeniden düzgün bir şekilde inşa etmeliyiz. Bunu ustam Yusuf Kaplan söylemişti. Ve bence çok haklıydı. Neyse uzatmadan seyahatimize geri dönelim.
17 Kasım Cuma sabahına Mostar’dan merhaba dedik. Kendimi çok iyi hissediyordum. Mostar’a daha önce hiç gelmememe rağmen sanki uzun yıllar önce burada yaşamış ve sonradan kendi memleketime gelmişim gibi hissediyordum. İşte tarihî doku’nun önemi! Tarihsel süreci bilmenin ve etraftaki tarihî yapılarla bu şuur üzerinden kurulan bağın getirdiği tanışıklık… Bu çok güzel bir şey. Mostar’a gelin ey Müslümanlar… Mostar, İslâm medeniyetinin Balkanlar’a nasıl harika bir damga vurulduğunun emsal şehirlerinden…
Mostar’ın Poçitel köyüne doğru yol alıyoruz. Poçitel, sınırda yer alıyor, ismin anlamı da başlangıç demek. Bosna Hersek, Balkanlar’da en fazla Müslüman nüfusun yaşadığı ülkedir. Bu sınır köyünden sonra Hırvatların sınırı yani Avrupa’nın sınırları başlar. İnsanlar burada yaşamak için zar zor direniyorlar. Nüfusun çoğunluğu yaşlı Müslüman kadınlardan oluşuyor. Sevgili okuyucu, burada çok acı şeylere de yer vereceğim. Sansür yapmadan olduğu gibi anlatacağım. Niye mi? Unutmamak için. Bizler… Müslüman insanlarız. Kinle, nefretle hareket etmeyiz. Ancak tarihte yaşananları unutursak aynı katliamların bir benzerini bir daha yaşarız maazallah. Onlar bizim öğretmenimiz değil, olamazlar da.
Bilge Aliya haklıydı. Ancak Aliya, bizden yaşananları unutmamamızı da istiyordu. Unutmazsak önlem ve tedbirler alabiliriz ancak. Bu topraklarda çok ama çok acı şeyler yaşanmış. Anlatacağım ama sizden ricam tek bir damla gözyaşı dahi dökmemenizdir. Bunları, dirilelim ve diriltelim diye yazıyorum. Ağlamak yok, tamam mı?
Sırplar, geri çekilirken kadınlara tecavüz ederek, katliamlar yaparak ve her şeyi yakıp yıkarak geri çekilmişler. Âdem abi, Poçitel köyünden. Sırp askerlere taş atmışlar çocukken arkadaşlarıyla birlikte. Askerler kovalamış Âdem abileri. Ve yakalamışlar Âdem abiyi evlerinin önünde. Büyüyünce ne olacaksın diye sormuşlar. Âdem abi, şair olacağım, sizin yaptığınız zulümleri şiir olarak yazıp bütün dünyaya anlatacağım. Hangi elle yazdığını sormuşlar ve o elini kesmişler Âdem abinin. Âdem abinin çayhanesi var Poçitel’de, kendisi orada olamadığı için göremedik. Bir önceki gelişinde Beytullah abi kendisiyle tanışıp uzun uzun sohbet etmiş. Bize de belki başka bir sefere nasip olur Âdem abiyle tanışıp sohbet etmek. Şunu da ekleyelim. Âdem abiye Türkiye’den yapay bir kol takılmış, şu an onunla idare ediyor.
Poçitel’de sokakları gezerken kurşun izlerini görebilirsiniz. Unutmamak için kurşun izlerinin üzeri kapatılmıyor. İbretlik olsun diye öylece orada duruyorlar. Bu kurşunlar sadece duvarlarda delik açmadı. 1993-95 yıllarındaki savaşı göz önünde bulundurduğumuzda şu ortaya çıkıyor. Sırplar ve Hırvatlar, bu kurşun izlerinin olduğu her sokakta mazlum Müslümanları katlederek şehit ettiler. Bu duvarlar… şehitlerimizin son bir kere kelime-i tevhit getirdiklerine şahittirler. Bu kurşun izleri, şahit olduklarını haykırıyorlar onları gören her göze…
Âdem abinin çayhanesinde küçük bir balkon var. Orada oturduk Yusuf Hocamızla, kahvelerimizi içiyoruz. Beytullah abi geldi heyecanlı bir şekilde. Türkiye’den bir grup gelmiş. Başlarında da Abuzittin bir Profesör! Beytullah abinin kollarında ay yıldızlı bayrağımız var. Bu Abuzittin Profesör şunu söylemiş yanındakilere sesli bir şekilde. Bunlar Tayyib’in adamlarıdır. İşte güzelim memleketimin zihnen işgal edilmiş sözde profesörü! Balkanlarda insanlar bize dua ediyor, bizden bir şey bekliyor. Ülkemden gelen bu Abuzittin ise, ay yıldızlı bayrak taşıyan kendi hemşerisine laf atıyor! Allah (cc) yardımcımız olsun. İşimiz gerçekten çok zor. Dışarıdakilerden dolayı demiyorum bunu, içimizdeki devşirmeler ve devşirmelerin devşirmelerinden dolayı işimiz çok zor diyorum. Düşmanın dışarıda olması kolay, zor olanı içimizde olmasıdır. Ya Rabbi! Memleketimizi ve cümle İslâm beldelerini her türlü şerlerden muhafaza eyle.
Kahve sohbetinde Yusuf Hocam şunları söyledi. Bosna’daki üçlü yönetim çok sıkıntılı. Bir şeyler olacak, büyük sıkıntılar olacak. Bu yönetimi zaten bunun için kurdular. Bu üçlü yönetim çok tehlikeli. Boşnaklar, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra üçüncü bir yol ortaya atmışlar. Hırvatlar ve Sırplar Hristiyan genel olarak. Ancak Boşnaklar Müslüman. Bu yolu mecburen bulmuşlar. Ancak Sırplar müsaade etmediği için savaş patlak vermiş. Savaşı Boşnaklar kendi lehlerine çevirmelerine rağmen büyük güçler araya girmiş ve bu üçlü yönetime Boşnaklar da mecburen evet demişler. Sorunun çözüldüğünü söyleyemeyiz. Sadece hasır altı edilmiş. Türkiye’nin güçlü olması çok önemli. Yarın bir gün Türkiye’de İslâmî hassasiyetleri olmayan bir iktidar başa gelse başta Bosna olmak üzere bütün Balkanlar ciddi bir tehlikeye girerler. Yani Boşnaklar diken üstünde.
Hoca Ahmed Yesevi, çok büyük bir adam. Ben kendisini çok seviyorum. Pirlerin piridir Hoca Ahmed Yesevi. Sarı Saltuk öncülüğünde dervişler göndermiş. Önce gönüller fethedilmeli. Rıza-i İlahi için yollara düşen dervişler gönülleri fethetmişler. Yüzyıllar geçmesine rağmen İslâm haâlâ diri bu topraklarda, elhamdülillah…
Eski erenler hem ermiş hem de savaşçıydılar. Bu sebeple Alperen denirdi onlara. Dünya ve ahiret dengesini hayatlarında çok güzel yaşadıkları için gönüllerde kalıcı izler bırakabilmişler. Alperenlerin Mostar’da gelip ilk yerleştikleri yer dağın sırtı. Arkasından nehir geçiyor. Neretva nehrinin çıktığı dağın sırtlarına yapmışlar ilk dergâhlarını. Neretva, yemyeşil bir nehir. O kadar su, dağın altından çıkıp akıyor… Mostar’ın altından geçen nehir de bu. Çok güzel yaratmış Yaradan her ne yaratmışsa! Mostar’ın kendisi hem bir şuur hem de bir şiir. Sadece temâşâ etmeyi bilmek gerek.
Evet, Neretva nehrinin kaynağının çıktığı dağın eteklerinde, Balaga tekkesindeyiz. Ya Hû diye çıkmak usuldenmiş dergâha. Basamakların sağında Ya Hû diye levhalar yerleştirilmiş. Ya Hû… Ya Hû.. Ya Hû.
Balaga tekkesinden devam edeceğiz nasip olursa inşâallah.
.İran’ın saldırıları çok tehlikeli: Küresel sistem, Türkiye’yi vurmayı hedefliyor, İran’ın önünü açıyor!
.Yusuf Kaplan
19/01/2024 Cuma
İran serseri mayın gibi!
Bir taraftan Irak’a ve Suriye’ye vuruyor.
Öte taraftan Pakistan’a!
İran’ın hangi gerekçeyle olursa olsun Pakistan’ı bombalaması çok tehlikelidir.
İran’ın Pakistan’ın Belucistan bölgesini bombalaması Hindistan’ı sevindirdi. Hindistan, Pakistan’ın ezelî düşmanı çünkü.
Pakistan, ertesi gün İran’a cevap verdi.
Gazze’de başlayan çatışmanın Lübnan’a, Suriye’ye, Irak’a, oradan Yemen’e, Kızıldeniz’e, şimdi de Pakistan’a ve İran’a kadar sıçraması, Gazze’deki savaşın çok tehlikeli yerlere gidebileceğinin habercisidir. İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşının sadece Filistin’i ve Filistin’deki Müslümanları değil, en azından bütün Ortadoğu’yu hedef aldığını gösterir.
UZUN VADEDE HEDEF TÜRKİYE
Gazze’deki İsrail terör devletinin saldırılarının ve soykırım çalışmasının başladığı ilk günlerden itibaren dünyanın bütün güçlerinin Doğu Akdeniz’de konuşlanmaları meselenin Filistin olmadığı ve Filistin’le sınırlı olmadığı fikrinin pekişmesine yol açmış ve konu, bu şekilde tartışılmıştı bütün dünya ölçeğinde.
ABD’nin altı denizaltı ile Gazze kıyılarına askerî yığınak yapması, ardından İngiltere’nin askerî gücünü seferber edeceğini göstermesi, bütün Avrupa ülkelerinin askerî olarak İsrail’in arkasında olduklarını gösterme yarışına girmeleri, bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Çin’in ve Hindistan’ın da bölgeye damlaması, Çin’in de tıpkı Amerika gibi altı denizaltı ile Doğu Akdeniz’de konuşlanması, zihinlerde, “acaba üçüncü bir dünya savaşının ilk adımları mı bunlar?” sorularının şekillenmesine yol açtı.
Gazze meselesinde Yahudilerin görünüşte ön aldığı görülüyor ama bence gerçekte ön alan İngilizler. Yahudileri ve İranlıları Gazze meselesinde kışkırtanların İngilizler olduğunu düşünüyorum.
İngilizlerin hedefi, Yahudileri küresel ölçekte zayıflatmak ve bölgede İran’ın önünü alabildiğine açmak. İran’ın önünü niçin alabildiğine açmak istiyor İngilizler? Türkiye’nin önünü kesmek için. Türkiye’nin gelişini, Batı ekseninden de, Doğu ekseninden de kopuşunu ve Türkiye Ekseni oluşturma girişimini engellemek için.
İRAN’I TÜRKİYE’YE MUSALLAT EDECEKLER!
Türkiye’nin sürgit büyümesi ve her geçen gün bölgesel hatta küresel ölçekte varlığını hissettirmesi, küresel sistemin bölgedeki gücünü yitirmesi ve zamanla bölgeden çekilmesi, defolup gitmesi sonucunu doğuracaktır.
Küresel sistem, küresel sistemin beyni İngilizlerle sopası Yahudiler Türkiye’yi İran maşası ile durdurmayı planladıklarını Irak’ı işgal ederek ve parçalayarak, Suriye’yi paramparça ederek ve cehenneme çevirerek ve iki ülkeye de İran’ı yerleştirerek ispatladılar.
İran’ın Türkiye’yi güneyden kuşatması, ardından Yemen’e kadar bütün Arabistan Yarımadası’na yerleştirilmesi, İran’ın Türkiye’ye musallat edilmesinin ön hazırlıklarıdır.
İran, Ortadoğu’yu ve İslâm dünyasını istikrarsızlaştırmak, Türkiye’nin bölgeye çekidüzen verecek şekilde büyümesinin önüne set çekmek için bulunmaz bir “asset” / “araç” Batılı ve Yahudi haydutlar için.
İSRAİL İLE İRAN’IN DANIŞIKLI DÜELLOLARI
O yüzden sadece İran ile İsrail’in danışıklı düellolarına tanık oluyoruz üç aydır. Bu danışıklı düellolar, önümüzdeki süreçte hızlanacak gibi görünüyor. Hem İsrail hem de İran ön almış olacak ve bölgeye derinlemesine yayılacak ikisi de.
Fazla şımardı bu İran münafığı!
Tarih boyunca hep böyleydi. Biz bir taraftan Moğol sürüleriyle, diğer yandan Haçlı sürüleriyle ölüm kalım savaşı verirken bu İran münafığı bizimle savaşmıştı. Salahaddin Eyyûbî bu İran münafığına gerekli cevabı veren sultandı: Fitne-fesat yuvası olarak kurulan Şiî El-Ezher’i silbaştan Sünnîleştirmiş, ardından o zamanın haşdişabileri Şiî haşhaşîleri Cezayir’e kadar kovalamıştı!
Bizim İran’ı düşman bellememize gerek yok. Her türlü münafıklık biçimi, her renge giren pespaye takiye anlayışı İran’ın en şeytansı silahıdır: Size vahdet diyerek, vahşete başvurmaktan çekinmeyecektir. Vahdet diyerek vahşet işlenen en ürpertici örnekler Suriye’de yaşandı.
Sözün özü: İran derhal durdurulmalıdır!
İran, Müslümanların lideri olamaz: Bu, eşyanın tabiatına terstir.
İslâm dünyasının omurgası, %85’i Sünnî’dir. İslâm dünyasının lideri Müslüman Türkiye’dir, Türkiye’nin yanı sıra da Mısır ve Pakistan olabilir ancak.
Küresel sistem İran’la danışıklı düello oynuyor: İran’ı Türkiye’ye karşı kışkırtıyor, İran’ın önünü açıyor ve İran’ın Türkiye’yi kuşatmasını ve önünü kesmesini sonuna kadar destekliyor. Türkiye bu oyuna gelmeyecek ve en az İran kadar zeki olduğunu gösterecektir.
Şunu asla unutmayacaksınız:
İran varlığını İsrail’e borçludur.
İsrail de varlığını İran’a!
Vesselâm.
.Balaga Tekkesi: Tarihin ‘ya Hû’ çekilerek yapıldığı mekân…
Yusuf Kaplan
21/01/2024 Pazar
Balkan seyahatimizin en ruhânî mekânlarından birindeyiz. Arındık. Dirildik. Kendimize geldik. Seyfullah Yiğit kardeşimin yazdıkça güzelleşen kalemiyle sunuyorum…
***
Sarı Saltuklularla birlikte Müslüman olan bir grup Boşnak, Fatih Sultan Mehmed’in ordusuyla birlikte Bosna’nın fethine katılırlar. Fatih, Boşnakça konuşur. Boşnakça tarihî ve kültürel değeri çok yüksek önemli bir ferman da yazar. Bu ferman el’an bir kilisede korunmaktadır. Fetihten sonra Boşnaklar peyderpey Müslüman olup İslâm’a hizmet ederler. O günden bugüne de Müslümandırlar elhamdülillah... Çok zor zamanlarda bile
İslâm’a hizmet etmekten geri durmamışlar. Bilge adam Aliya’nın önderliğinde 1993-95 yıllarında verdikleri mücadele, bunun örneklerinden sadece biridir.
Balaga tekkesindeyiz. Alperenlerin Balkanlarda gelip yerleştiği ilk yerde... Sırtlarını Neretva Nehri’nin içinden çıktığı kayalıklı bir dağa vermişler. Dağ aslında bir sembol. Dağdan ziyade dağın sahibine güvenirler erenler... Sebepler dünyasında yaşadığımız için ve de savaşçı olmanın getirdiği sorumluluklardan dolayı burayı tercih etmişler. Alperen aslında şöyle bir anlama da gelmektedir. Dünya-ahiret dengesini kuran mutedil insanlar... Evet, Balaga tekkesinin konumundan dolayı bu tanımı çıkartabiliriz.
Bu tekkenin kendisi bir çağrıdır. Bu çağrının sesi, Neretva Nehri’nden akan yeşil suyun sesidir... Mazlumlara, ab-ı hayat, zalimler için ise, kâbus olacak bir çağrıdır bu çağrı! Alperenler... çift kanatlıdır. Öncelikleri gönül tellerini titretmektir. Kılıçları zalimler içindir alperenlerin. Meseleleri İslâm’dır. Bütün insanlığın ebedî kurtuluşları tek gayeleridir. Alperenleri Kaşgar’dan buralara kadar getiren şey, İslâm coşkusudur. Bu ne güzel bir coşkudur...
Balaga tekkesinde, Yusuf Hoca ve seyahat arkadaşlarımız bir odada hasbihal ederken, ben, yan odada, açık pencereden dağın altından çıkan Neretva’nın su sesini dinliyordum. Suyu dinleyerek tefekkür halindeydim... asırlar boyunca akan nehir ne söyledi şimdiye kadar ve ne söylüyordu şimdilerde, bunu tefekkür ediyordum... burayı çok sevmiştim. İçimde acayip bir his... kıpır kıpır bir hal üzere temaşa ediyordum asırlardan bu yana çağrısına çağıran Neretva’yı...
Balaga Tekkesi, dağın oval yapısından dolayı büyükçe bir kayanın altında inşa edilmişti. Kaya üzerinize düştü düşecekti, öyle hissediyordunuz. Bu bile erenlerin dağdan ziyade dağın sahibine teslim olduklarının bir deliliydi. Bu durumu, Muharrem abi fark etmeme vesile oldu. Tam dergâha girerken kayayı gösterdi. Bu adamlar/erenler, hakikaten tam teslim olmuşlar. Bakar mısın bu yukarıda duran büyükçe kayaya. Başımı kaldırıp baktığımda, evet, erenler gerçekten ERMİŞLER diyebildim!
Sayıların dünyasında yaşıyoruz. Öyle tefekkür ediyordum Balaga Tekkesi’nden Neretva Nehri’ni tefekkür ederken... Mânâyı ötelere atalı epey olmuştu. İstatikî verilerin ölçü olarak kabul gördüğü bir dünyanın azınlıklarıydık, Balaga Tekkesi’nin misafirleri olarak... Niçin buradaydık? Modern insanın yaşadığı çıkmazlarda olduğumuz için mi yoksa kendimizi fıtrat üzere yeniden inşa etmenin derdinde olduğumuz için mi buradaydık? Sahi biz Balaga Tekkesi’nde ne arıyorduk? Turist değildik, burası kesinlikle doğruydu. Peki, sadece bir seyyah mıydık yoksa seyyahlığın da ötesinde; modern zamanlar fatihi olarak bizler de Sarı Saltuklar gibi İslâm coşkusuyla buralara o aşkın fetih coşkusunu yeniden diriltmek için mi gelmiştik? Bütün bunları ve daha fazlasını o pencerede tefekkür ediyordum. Biz ve onlar arasında o kadar çok fark vardı ki. Onların, alperenlerin dünyasında TEVHİD-NÜBÜVVET esastı. Dava buydu. Gerisi sadece teferruattı. Mesele hâkim olup hükmetmek değildi. Hakiki ve adil bir nizam olan İslâm Medeniyetini Rıza-i İlahi doğrultusunda yeryüzünde hâkim kılabilmekti ve böylece bütün insanlığı hem felaha hem de salaha çıkarabilmekti. Eskiler bunun için gaza ederdi. İslâm medeniyetinin yerini alan batı uygarlığı ise sadece hükmetmek için savaşıyor. Hatta savaşmıyor artık, SOYKIRIMLAR yapıyor. Gazze bunun en vahşî bir şekilde uygulandığı yerlerden biridir şimdilerde...
Balaga Tekkesi, İslâm medeniyetinin tıpkı Neretva Nehri gibi tertemiz ve geçtiği her yere hayat vererek akan bir nehir misalidir. Batı uygarlığı ise Gazze’deki soykırımdır, vahşettir, yıkımdır, zalimliktir, bebeklere bile bir damla suyu engelleyen barbarlıktır batı uygarlığı. Gazze, katil İsrail ve destekçisi batı uygarlığı savunucularının mezarı olacaktır. Yeni sistem Balaga tekkesidir! İnsanlığın aradığı NEFES, İslâm medeniyetindedir. İşte Balaga tekkesi burada ve şunu haykırmaktadır: İslâm, her fıtrata uygundur. Her fıtrat kendisi kalarak Ya Hû’ya gidecek bir yol bulabilir İslâm’da. Bu tekke, o yollardan sadece biridir! Ona (cc) gidecek nefesler sayısınca yollar var... İslâm ne güzel bir dindir... güzel olmasaydı Balaga tekkesindeki tecrübe gibi güzellikler ortaya çıkar mıydı? İslâm’ın güzelliğinin temsil edildiğinde nelerin ortaya çıktığını Sarı Saltuklar gösterdi, dün bu tekkeler vesilesiyle. Bugünlerde ise bu güzelliği her şeyiyle hakkını da vererek temsil eden Gazze’li kardeşlerimiz var. Bütün bir insanlık Gazze’deki İMAN karşısında hayretteler. Bu hayret onları Kur’an’a ve dolayısıyla İslâm’a götürüyor. Ey Neretva! Üzülme! Tekkeler boş kaldı. İnsanlar manadan uzaklaşıp turist oldular. Sayılar fıtratın önüne geçildi diye üzülme! Gazze diye bir yer var. Orada sadece İMAN var. Sayılar yok. Maddiyat yok. Bütün araçların, bütün maddi güçlerin önünde diz çöktüğü güçlü bir İMANLI DİRENİŞ VAR! Sevin ey Neretva sevin... Sarı Saltukları karşıladığın günkü heyecan ve coşkuyla sevin ve bu sevinçle ak yeniden... zira istikbal, İslâm’ındır. Sana nakşedilen çağrının karşılık bulduğu en güçlü yerlerden biridir Gazze! Ah Neretva! Gazze’de de akabilseydin. Bu bereketli suyunu, bir damla suya muhtaç Gazze’lilere de ulaştırabilseydin, ne güzel olurdu...
Biliyorum. Uzattığımın farkındayım. Ama çıkamıyorum, terk edemiyorum Balaga tekkesini ve Neretva nehrinin membaını. Pencere kenarından tekkenin ana koridoruna geçtim. Çaprazımda oturan bir derviş gördüm. Simasından, oturuşundan, daldığı dünyanın dışa yansıdığı kadarından bir derviş olduğuna kanaat getirdiğim bu abinin. Onu seyre daldım. Gözleri kapalı. Ara ara gözlerini açıyor. Elinde tesbih zikrini çekiyor. Eşi de ara ara geliyor, eşinin zikrinin bitmediğini görünce tekrar dergâh içinde dolaşmaya çıkıyor. Bu karşımda gördüğüm abinin şu anki sekin ruh halini kim istemez ki? İnanın öyle bir sekin hali vardı ki, rüzgâr misali her tarafa uçup yayılan bir ruh sakinliğiydi... o sakin ruh hali rüzgarının tam karşısındaydım. Rüzgârın uğradığı ilk duraktım yani. O abinin zikrinden istifade ediyordum dolaylı olarak... böyle bir ortamı kim terk etmek ister, siz de bana hak vermediniz mi ey sevgili okuyucu! Oysa bugün Mostar köprüsünü de yazacaktık. Ama neye niyet neye kısmet oldu. Hayat, tıpkı Neretva nehri gibi fıtri bir akış şekline akmalı... nasılsa öyle olmalı yani... sağ tarafımda Yusuf Hocamlar sohbet ediyorlar hala. Ben odanın kapısında, ana koridordayım. Çaprazımda oturmuş sekin ruh halli derviş... bir mekânda insanlar sayısınca farklı alem... âlem içre âlem...
.Devlet-i Aliyye bakiyesi bir toplum olduğumuzu unuttuk mu?
Yusuf Kaplan
22/01/2024 Pazartesi
Mostar Köprüsü’nde karşılaştığımız bir kardeşimiz Balkanlar’ın geleceği konusunda bizi korkuttu. Onunla yaptığımız muhabbeti akıcı bir dille aktardı Seyfullah Yiğit kardeşimiz.
***
Başlıktaki sorunun cevabı yazının içinde. Yazımızı yazalım. Siz cevabı yazının içinden çıkartın. Yazıya geçmeden önce Ustam Yusuf Hoca’mın şu güzel tespitini bir kez daha paylaşalım. Dünyada başına ne geldiğini bilmeyen tek toplum biziz. Başına ne geldiğini bilmeyen ve hatta bilmediğini de bilmeyen bir toplum haline geldik, maalesef durumumuz bu. Peki, bu durum Boşnak Müslümanlar için de geçerli mi? Hayır. Bizim başımıza gelen şey hiçbir toplumun başına gelmedi. Ve Boşnaklar bizim kim olduğumuzu bizden daha iyi biliyorlar. Onlar hâlâ bize Devlet-i Aliyye’nin bakiyesi olarak bakıyorlar. Bizleri ağabey olarak görüyorlar. Evet, bizler ister bunun farkında olalım ister olmayalım, Balkanlardaki Müslümanların ekserisi Türkiye’yi kendilerinin ağabeyi olarak görüyorlar.
Balaga tekkesinde Cuma namazımızı Mustafa Hoca’nın imamlığında eda ettik. Çok sevdiğim Balaga tekkesi ve Neretva nehrinin kaynağından ayrılma vakti gelmişti. Hayat neydi? Zeval ve firakların toplamı… Peki, hayata anlam katan şey ne? Hayatı, hayatı verene musahhar kılarak yaşamak… Yani rıza-i ilahiyi esas maksat yaparak yaşamak… İşte asıl mesele bu. Marifetullah hayatın merkezine yerleştirildiğinde her şey anlam bulur. Neretva’yı anlamlı yapan şey neydi? Dervişte izini sürdüğümüz şey neydi? Ya Hû çekmekten maksat ne ola ki? Hepsini anlamlı kılan şey, Allah’ı (cc) isim ve sıfatlarıyla bize bildirmeleri… Yüce Yaratıcının sikkelerinin farklı farklı oluşlarını keşfetmenin ve böylece Allah’a (cc) daha fazla yaklaşmanın verdiği lezzet-i ruhaniydi zeval ve firakları anlamlı yapan şey… Yani İMAN olmadan olmaz! Bütün karanlıkları nurlandıran, anlamlandıran şey imandır. Bütün bu ayrılıklara takat getirebilmemizin arkasındaki sır, İMANDIR. Ehli iman için bütün bu geçici ayrılıkların son bulup ebedi kavuşmalara dönüştüğü asıl vatan, cennet… orada buluşacağız ey Neretva, Balaga tekkesi, hiç tanımadığım halde zikrinden istifade ettiğim sekin ruh halli derviş… Şimdilik sizlere elveda ama sadece şimdilik…
Mostar Köprüsü’ne gidiyoruz. Mostar köprüsü, adını Mostar şehrinden almış. Ancak Mostar ismi köprüyle mücessem haline gelmiş. Mostar deyince ilk akla gelen şehir değil, köprü olmuş. Mihmandarımız Süleyman’ın daha şık bir ifadesiyle; Mostar köprüsü, şehirden daha popüler olmuş. Mostar köprüsünün üstünde 99 adet küçük engel merdiven yapılmış. Allah’ın (cc) isimleri adedince merdiven yapılmış. Yağış olduğunda köprü kaygan olduğu için böyle bir çözüm üretmişler. Bunu da 99 merdivenle yapmışlar. İslâm medeniyetinin zarafeti…
Mostar köprüsünün tam ortasında köprüyü dengede tutan büyük bir taş varmış. Oval şeklinde ayakta durmasını sağlayan ağırlık merkezi bu taşmış. Bosna savaşında Sırplar bombalamışlar ama köprü yıkılmamış. Bu taşın sırrını bilmedikleri için köprüyü yıkamamışlar. Ancak Boşnaklara komşu olan Hırvatlar bu sırrı biliyormuş. Daha sonra savaşa Sırpların yanında katılan Hırvatlar bu sırrı söylemişler Sırplara. Köprünün ağırlık merkez olan taş bombalanmış ve köprü yıkılmış. İşin ilginç olan tarafı ise şu: Savaş sonrasında köprü yapılıyor ve köprünün açılışına köprüyü yıkanlar da katılıyor! Eskiden köprünün altında tabakhane varmış. Temizlik için su gerekli olduğu için tabakhane buraya kurulmuş. Tabakhanede çalışanlar da doğal olarak koku geliyormuş. Onlar camiye geldiklerinde diğer cemaat rahatsız oluyormuş. İnceliğe bakın şimdi. Hem cemaati rahatsız etmemek hem de tabakhanedekileri kırmamak için yeni bir cami yapılmış. Bu cami, içeride kötü koku oluşmamasına dikkat edilerek inşa edilmiş. Su, bir şekilde caminin içinde yukarıya taşınmış. Sürekli hareket edilecek şekilde yapılmış ve gül şerbeti dökülmüş. Böylece Tabakhane Camii inşası tamamlanmış. Caminin içi tabakhanede çalışanların gelip ibadet etmesine rağmen o kadar güzel gül kokusu kokuyormuş ki, diğer camilerden insanlarda burayı tercih etmeye başlamışlar. İşte İslâm medeniyetinin incelikleri…
Burada da Poçitel’de olduğu gibi kurşun izleri var. Savaşın izleri ısrarla unutturulmamaya çalışılıyor. Köprünün başında taş üstüne “don’t forget 1993” yazılması da bunun için. Köprünün üstünden geçip diğer küçük Mostar Köprüsü’ne geldik. Oradan tekrar dolanıp büyük Mostar’ın başına geldik. Seyahat arkadaşlarımız dağılmıştı. Onlarla otobüsün olduğu yerde buluşacaktık. Mihmandarımız Süleyman, Yusuf Hoca’yla bizi küçük bir merdivenden çıkardı. Çok küçük tarihi bir oda. Köprünün başında yer alıyor. Gizli bir yermiş gibi. Aslında tarihî küçük bir işletme. Harika kahve ve Boşnak tatlısı satılıyor. Mekân küçük ama ruh dolu… Mustafa Demiroviç burada çalışıyor. Haline bakılınca tam bir virane ama sohbet edince defineye malik bir virane olduğu hemen anlaşılıyor.
Sevgili okuyucu, burası çok önemli. Sıkı tutunun, eğer burayı, o küçücük mekânda hissettiğim şekliyle yazabilirsem sizler de o mekânda bizimle geçmişe gidip NEFES alacaksınız!
Mustafa abinin saçları uzun, ayağında kot pantolon. Boğazlı bir kazak giymiş. Giyim kuşamından, üst başı önemsediği çok belli. Küçücük bir mekânda. Tarih olarak 2023’te ama bütün bunlar zahir gözüyle bakanlar için… Mustafa abi, sürekli aynı tarihte aynı mekânda! O ne bugünde ne de bu mekânda. Bu mekânı ve bu tarihi esir almış Mustafa abi. O hâlâ savaş yıllarında yaşıyor. Her an savaş bölgesinde hazır komuttaymış gibi. Elinde cezve bize kahve pişirdiğinde de el yapımı Boşnak tatlısını servis ederken de kâh bize bakıp kâh ufka bakıp adeta sema ederek bir şeyler anlattığında da o hep aynı yerde aslında. Bosna savaşı yıllarında…
Biz de artık bu küçük mekân gibi Mustafa abinin esiriyiz! Zamanın dışındayız. Mekânın dışındayız. İlk önce neyle karşılaştığımızı fark edemedik. Daha sonra fark ettik. Yusuf Hocamın da tavsiyesiyle hemen notlar almaya başladım. Tercüme eden tabii ki mihmandarımız Süleyman. Mustafa abi anlatıyor. Mostar’a saldıranlar Hırvatlar. Saray Bosna göz önünde olduğu için Mostar’daki yıkım ikinci planda kaldı. Büyük yıkımlar yaşadık. Mostar cehennemdi sanki. Her şey yıkıldı. Yeniden yaptık. Savaş bize her şeyin bir nesne olduğunu öğretti. Tam 25 gün botlarımı çıkartamadım! Tek bir gayemiz var, yaşananları unutturmamak! Düşünün. Şu elimdeki telefon kadar ekmek parçasını 15 kişi paylaşıyorduk ve doyuyorduk. Biz şimdi Allah’a (cc) nasıl inanmayalım!
Gazze’yi düşündüm hemen. Ne ekmek ne su… Savaş her şeyiyle tam bir yıkım... Devam ediyor Mustafa abi. “Bizim derdimiz düşmanlar değil, dostlarımızın bizim yanımızda olmaması.”
O esnada bir arkadaşımız, biz sizinle dostuz dedi. “Hayır! Biz dost değiliz. Biz, Türklerle, Türkiye’yle bir aileyiz! Onlar bizim ailemiz. Savaştım. Pişman değilim. Yine olsa yine savaşırım. Aliya’ya Allah (cc) rahmet etsin. Aliya’nın oğlu şehitlere, gazilere ziyaretler yapıyor. Çiçekler koyuyor kabirleri başlarına. Şehidin çiçeğe ihtiyacı yok. Ailesinin, ilgiye ve yardıma ihtiyacı var.
Derviş Mustafa Demiroviç abiden devam edeceğiz inşâallah.
.Türkiye’nin Birikimi Yeni Şafak 30 yaşında!
Yusuf Kaplan
26/01/2024 Cuma
“Türkiye’nin önü aydınlık” manşetiyle tam 30 yıl önce yayın hayatına başladı Yeni Şafak. Yeni Şafak’ın kurulmasında Ahmet Şişman ile Persanlardan Mahmut Kış ve Ahmet Kış kardeşlerin doğrudan katkıları oldu. Onlar öncülük ettiler Yeni Şafak’ın kurulmasına. Ben o zaman Londra’daydım, doktora yapıyordum. Gazetenin kuruluşuna Londra’dan katıldım, hem köşe yazarı hem de Londra temsilcisi olarak.
Londra’dan sadece Yeni Şafak’a katkı vermedim, aynı zamanda eski Kanal 7’nin de hem temsilciliğini yaptım hem de kanala dünya sineması programları hazırladık Ayşe Şasa ve İhsan Kabil’le birlikte. Kanal 7, Nabi Avcı’nın öncülüğüyle öncü bir televizyon kanalı olarak kurulmuştu ve biz de sıkı, düzeyli, nitelikli ve ses getirecek uzun soluklu programlar yapabilme imkânına kavuşmuş olduk. Bu misyonu daha sonra benim kurulmasına doğrudan katkıda bulunduğum TV5 ile TVnet devam ettirdi.
TÜRKİYE’NİN BİRİKİMİ VE BULUŞMA NOKTASI
Yeni Şafak gazetesi, Yeni Devir’in devamı olarak kurulmuştu. Yeni Devir, Cumhuriyet dönemindeki ilk günlük İslâmcı fikir gazetesiydi.
Türkiye’nin Le Monde’ü idi Yeni Şafak: Tirajı düşüktü ama etkisi çok fazlaydı. Hem bürokrasi tarafından ciddiye alınması hem de daha çok da Türkiye’deki entelektüel çevrelerde ses getirmesi anlamında. Fikir gazetesi olması gazetenin itibarını ve saygınlığını artırıyordu.
Yeni Şafak kurulduğunda Yeni Devir’in bütün yazar kadrosu Yeni Şafak’a taşındı adeta. İsmet Özel, Rasim Özdenören bu yazarların başında geliyordu. Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu yaşıyor olsalardı onlar da Yeni Şafak’ta yazacaktı hiç kuşkusuz.
Albayraklar’ın Yeni Şafak’ı devralmasıyla, yapılan güçlü yatırım sayesinde bir yandan basın dünyamıza güçlü bir ses kazandırılmış oldu, öte yandan da Türkiye’nin buluşma noktası oldu: Hem üç kuşak yazarı buluşturdu hem yazı yazacak yer bulamayan farklı kesimlere mensup nitelikli yazarları aynı çatı altında topladı hem de daha önemlisi de Türkiye’de çağdaş bir İslâmî fikir, sanat ve hayat dünyasının inşasında rol oynayacak bütün isimleri bir araya getirdi, İslâmî söylemlerle çağı buluşturacak ve yorumlayacak bir entelektüel oluşumun enlemesine ve boylamasına kök salmasını, yaygınlaşmasını sağladı.
Biz de yeni, genç İslamcı yazarlar kuşağı olarak Yeni Şafak’ın kurulduğu ilk günden itibaren yazmaya başladık gazetede.
Bendeniz Yeni Şafak kurulduğunda Londra’da doktora öğrenimi görüyordum. Hem köşe yazmaya hem de Yeni Şafak’ın Londra temsilciliğini yapmaya ilk günden itibaren başladım.
Ve ilginç bir bilgi daha vereyim: Yeni Şafak’a Londra’dan kendi ismim dışında beş farklı isimle yazılar yazdım. Müstear olarak kullandığım Suat Filmer ismi, Yusuf Kaplan’dan daha çok biliniyordu o vakitler.
MEDENİYET MEFKÛRESİNİN BAYRAKTARI
Yeni Şafak, Türkiye’nin bin yıllık dünya tarihini yapan İslâmî birikimini benimseyerek ve özümseyerek ülkemizde bu bin yıllık birikimin sunduğu köklü bir medeniyet mefkûresinin ve tasavvurunun bayraktarlığını yaptı. Yeni Şafak bizim medeniyet birikimimizin genç nesillere aktarılmasında ve öncü bir kuşağın yetiştirilmesinde tarihî bir rol oynadı.
Yeni Şafak’ta kurulduğu günden bu yana medeniyet fikrini ve mefkûresini genç kuşaklara ve entelektüel kesimlere ulaştıran yazılar yazdım, yazıyorum. Bütün hâdiselere medeniyet perspektifiyle yani bütüncül bakışla bakışı uygulayan ön açıcı, zihin açıcı yazılar oldu bu yazılar. Medeniyet tasavvuru kitlelere ulaşmış oldu böylelikle.
Bendeniz bir taraftan medeniyet perspektifiyle yazılar yazdım, diğer taraftan da ülkemizde çağdaş İslâmî düşünme biçimleri konusunda da kalem oynattım hasbelkader. İki kuşağın yetişmesinde, İslâmî duyarlıkları güçlü genç fikir, sanat ve kültür insanlarının ortaya çıkmasında bu yazıların katkısı olduğunu söylememi saygısızlık olarak düşünmezsiniz umarım. Ayrıca ülkeyi yöneten siyasî aktörlerin medeniyet perspektifi ile kuşanmalarında da bizim yazılarımızın katkıları olduğu söyleniyor çeşitli çevrelerde, mahfillerde.
ÇAĞDAŞ BİR İSLÂMÎ DİL, DURUŞ VE DUYARLIK
Yeni Şafak çağdaş bir İslâmî dil ve duyarlık kurdu basınımızda. Bu da muhkem bir duruşu, sarsılmaz bir istikameti ve önümüzü açacak kanatlandırıcı bir ufku ve umudu benimsemesine imkân tanıdı.
Vesayetçi bürokratik oligarşinin Türkiye’yi iki asırdır esir alan yapılarını birer birer deşifre ederek etkisiz hâle getirecek adımların atılmasında kilit rol oynadı: Bu toplumun İslâmî kimliğini ve duyarlığını yok etmeyen çalışanlara karşı dimdik durdu. Darbelere karşı dimdik durdu. Üç kilit kavramla Yeni Şafak’ın ne olduğunu, nasıl bir misyon üstlendiğini özetleyebiliriz: Akıl, kalp ve ruh.
Gazete başta olmak üzere Ketebe Yayınevi, TvNet ve çok sayıda nitelikli dergileri Türkiye’nin entelektüel hayatına kazandıran, İslâmî entelektüel birikimin ve duyarlıkların hayatımızın merkezine yerleşmesini sağlayan bütün bu çalışmalara en güzel şekilde destek veren başta Albayraklar Grubu adına Ahmet Albayrak ağabey olmak üzere, Nuri Albayrak, Mustafa Albayrak ve Mesut Albayrak’ın samimiyetleri, vizyoner ve zor zamanlardaki yılmaz kişilikleri mutlaka şükranla anılmalıdır.
Yazının sonunda anlamlı bir anekdot paylaşayım: Gazetenin başındayken, Dışişleri Bakanlarından İsmail Cem, bir gün şöyle demişti bana: “Hocam, ben Yeni Şafak’ı aksatmadan takip ediyorum. Daha doğrusu o beni talip ediyor, peşimi bırakmıyor: Gittiğim her yere birikmiş Yeni Şafak gazetelerimi de götürüyorum. Yurt dışında yaptığım en keyifli işlerden biri Yeni Şafakları okumak.”
Yazımı, genel yayın yönetmenimiz Hüseyin Likoğlu kardeşime gazetenin fikir gazetesi kimliğini güçlendirecek hamleler yapmasını önererek sonlandırayım. Bizim bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz var ve bu sözü en etkili ve kalıcı şekilde güçlü bir fikir gazetesi ile söyleyebiliriz ancak. Gazze’deki ürpertici soykırım, bu soykırıma bütün dünyanın sessiz kalması ve Batılı emperyalistlerin açıkça destek vermesi, Batı uygarlığının ahlâkî olarak da felsefî olarak bittiğini bütün dünyaya ispat etti. O yüzden dünya bize gebe, biz hakikate.
Nice 30 yıllara, diyorum. Vesselâm.
.Balkanlar’ın garip minarelerinden özgür Ayasofya’ya hüzün ve anlamlı bir mesaj
Yusuf Kaplan
28/01/2024 Pazar
Balkanların Gazze’yi aratmayan cinayet ve tecavüzlerinin hikâyesini Seyfullah Yiğit kardeşim nefis bir dille anlatıyor…
***
Mustafa Demiroviç abiden devam diyoruz ‘Büyük Balkan Seyahati’ yazı dizimize. Yusuf Kaplan Hocamız soruyor. Yine bir savaş olsa Balkanlar direnir mi? Mustafa abi kendine has bir şekilde cevaplıyor. Kendimce nasıl not aldıysam öyle paylaşıyorum. Biz böyle yaşıyoruz. Alıştık. Savaşırız. Avrupa bize ambargo uyguladı. Batı dünyası bizden daha iyi biliyor; Müslümanları kimin ayağa kaldıracağını. Sadece onlar biliyor Erdoğan’ın bizi koruduğunu. Türkiye’deki ekonomik krizler, yönetimi düşürmek içindir. Mustafa abi dağınık gibi konuşuyor gözükse de aslında bütüncül bir konuşma yapıyor. Mesele hep aynı. Teyakkuz halinde olmak. Birlik olmak. Müslümanların birbirine destek olması. Batı dünyasının üzerimizde uyguladığı projelere karşı dikkatli olmak. Mesele bu.
Mustafa abideyiz hâlâ. Millet, milletten istiyor, Allah’tan (cc) istemiyor. Mustafa abi tam bir derviş… savaşçı bir derviş… yani Alperen… kot pantolonlu bir Alperen… Sarı Saltukların mirasını devam ettiren kahraman bir Alperen… Mostar köprüsünün üstünde, elinde kahve cezvesiyle Mostar’ın ruhunu derviş duruşuyla; yaşayarak koruyup aktarmaya çalışıyor yeni nesillere… Mustafa abiden çok etkilendiğimi belirtmek isterim. Hep birlikte fotoğraf çektik. Ayrılmadan önce hasbî bir şekilde musafaha ettik. Ve ilk defa tebessüm edişini gördüm Mustafa abinin. Samimi muhabbetin açamayacağı kapı yok… Samimi muhabbetin saramayacağı yara yok… Birbirimizi Allah (cc) için sevip birbirimize şifa olmalıyız her dem…
DİNO MERLİN: BALKANLARIN NEFES BORUSU
Bosna savaşından sonra Dino Merlin, Hırvatlara konser vermiş. İslâm böyle bir şey. Kinle, nefretle işi olmaz Müslümanın! Bu dünyada Müslümandan daha hikmetli hiç kimse yoktur, olamaz da! Çünkü Müslümanın elindeki Kur’an ve Sünnet kimsede yok. Bu dini hakkıyla temsil edebilirsek, inanın insanlar toplu olarak İslâm’a girecekler. İşte Gazze bunun en güzel örneğidir şimdilerde… Evet, Dino Merlin bu bölgenin nefes borusudur diye ekledi Yusuf Kaplan Hocamız, mihmandarımız Süleyman’ın Merlin ile ilgili konser bilgisini verdikten sonra. Yusuf Hoca, Balkanlarla ilgili konuşurken, Dino Merlinden sonra Makedonya’da siyaset yapan Adnan İsmaili’ye de değindi. “Yaşayan Aliya” dedi İsmaili için. İlk defa Ustamdan duymuştum. Balkanlar için, Müslümanlar için önemli bir siyasetçi Adnan İsmaili.
Saraybosna’ya gideceğiz ama bir türlü yola çıkamıyoruz. Acele de etsek sürekli geç kalıyoruz. Niye? Çünkü fıtrî akışa önem veren bir seyahat grubuyuz. Saat gibi işleyen mekanik bir tur değiliz! Ustam Yusuf Kaplan ısrarla ezanı video kaydına almamı söyledi. Tabi ki Ustamı dikkate alıp ezanın tamamını etrafı da çekerek kayda aldım Mostar Köprüsünün üstünde. Ta Kosova Priştine’den bu yana balkanlardaki garipçe okunan ezanlara yer yer dikkat çekiyoruz. Yusuf Hoca hakikaten güzel ifade etmişti. Balkanlarda ezanlar garip okunur. Hakikaten çok garip bir şekilde ezanlar okunuyor… küçük bir çocuğun utana sıkıla kısık bir sesle bir şeyler istemesi gibi okunuyor ezanlar Balkanlarda. Aman ezanlarımız okunsun da varsın böyle olsun havası var. Hasıraltı edilmiş sorunlar kaşınmasın. Düşmanlarımız rahatsız olmasın. Camilerimiz ezansız kalmasın. Garipçe okunan ezanların içinden bu mesajları alabiliyorsunuz! Ey Müslümanlar! Kusurumuza bakmayın. Ezanı sizin gibi gür okuyamıyoruz. Ey Sultan Ahmet Camii! Ezanı senin gibi yeri göğü inletecek şekilde okuyamayışımızı anlayışla karşılamanı bekliyoruz. Çünkü bizler… bir avuç Boşnak Müslümanı buralarda zar zor direniyoruz. Tam özgür olmadığımız için sesimiz kısık çıkıyor. Ey zincirlerini kırmış Ayasofya! Bizler… seninle gurur duyuyor ve sana gıpta ediyoruz. Senin gibi zincirlerimizi kırdığımız gün, minarelerimizden yüksek seslerle ve de özgürce ezanlar okunacak. Garipçe ezanlar tarih olacak inşâallah. Bunun için de senin her daim ÖZGÜR KALMAN lazım AYASOFYA…
Nihayet ikindi namazımızı eda ettikten sonra otobüsümüzle Saraybosna’ya doğru harekete geçtik. Mihmandarımız anlatıyor: Bir gezideyim. Türkiye’den gelen bir grubu gezdiriyorum. Suriye’den gelen mültecileri konuşup sitem ettiler. Sonra Boşnak bir abi Türkçe konuşmaya başladı gençlerle. Kosova’da savaş oldu, Türkiye’ye geldiler. Makedonya’da çatışmalar oldu, Türkiye’ye geldiler. Suriye’de savaş oldu, Türkiye’ye geldiler. Dolayısıyla Türkiye, ağabeydir. Peki, Türkiye’de savaş olsa nereye gideceksiniz? Gidecek yerimiz yok. Ümmetin buraya teveccühü haksız değil ki, çünkü bizler… Devlet-i Âliyye bakiyesi bir devletiz, bu bizim en güzel gerçeklerimizden…
“BİZİM SİZE BORCUMUZ VAR”
Yolculuk sohbetleri güzel oluyor. Elinde mikrofon anlatmaya devam ediyor mihmandarımız Süleyman. Türkiye’den rütbeli bir komutan Bosna Hersek’e gidiyor. Ona da Süleyman mihmandarlık ediyor. Gece hastalanıyor. Süleyman’la komutan hastaneye gidiyorlar. Tedavi sabaha doğru bitiyor. Hastaneden çıkmadan önce komutan muayene ücretini soruyor. Doktor soruyor. 1993-95 savaş yıllarında neredeydiniz komutan? Komutan şöyle cevaplıyor. Buradaydım. Savaş bölgelerindeydim. Doktor şöyle ibretlik bir cevap veriyor. Sizin bize borcunuz yok. Bizim size borcumuz var, deyip ücret almıyor!
.Srebrenitsa Katliamını unutma!
Yusuf Kaplan
29/01/2024 Pazartesi
Gazze’de ürpertici bir katliam ve soykırım yaşanıyor. Büyük Balkan Seyahati’mizin en manidar ayaklarından biri Srebrenitsa bölümü oldu. Srebrenitsa katliamını birinci elden tanıklıklarla tarihe kayıt düşecek şekilde kaleme alıyor Seyfullah Yiğit kardeşim bu yazıda.
***
BOSNA DİRENİŞİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Saraybosna yolundayız. Mihmandarımız Süleyman, Bosna’yla ilgili çok kıymetli bilgiler vermeye devam ediyor. Yine savaş yıllarında bir gemi silah merhum Erbakan Hoca vesilesiyle Hırvatlar üzerinden Boşnaklara gönderiliyor. Hırvatlar henüz Sırplarla birlik olmamışlar. Gelen silahlara Hırvatlar el koyuyor. Bunlar bizim olsun, bir gemi daha gönderin onları Boşnaklara veririz diyorlar. Bir gemi silah daha yollanıyor ve bu silahlar Boşnaklara ulaşınca güçlü bir direniş başlıyor. Boşnakların safında savaşmak için Türkiye’den bir grup bordo bereli geliyor. Aliya bunlara şunu söylüyor: “Bir mezarınız bile olmayacak.” Bordo bereliler, “umurumuzda değil” diye cevaplıyorlar. Aliya, bordo bereliler için, bunlar ölmeye gelmiş diyor.
İşgalci Sırp çetnik gruplarla Türkiye’den gelen askerler öncülüğünde direniş başlıyor. Çetnikler geri çekiliyor. Ama nasıl geri çekilme? Çok büyük vahşetler yaparak geri çekiliyorlar. Geçen yazımızda ağlamayacaksınız diye uyarmıştık. Tekrarlıyoruz: AĞ-LA-MA-YIN! Diri kalmak ve diriltmek için anlatıyoruz bunları. Her tarafı yakıp yıkarak geri çekilen çetnik gruplara BM’nin sözde barış güçleri bir şey yapmıyorlar, bilindiği gibi. Bu sebeple BM için şunu söylerler Boşnaklar. Biçare Milletler!
SRERENITSA SOYKIRIMI, İNSANLIĞIN İNTİHARI
Srebrenitsa Katliamı hepimize malumdur. BM’nin 300 askerini geri çekmesiyle elinde silah olmayan masum Boşnaklar katlediliyor. Yaklaşık 8 bin kardeşimiz hunharca katlediliyor… Srebrenitsa’da ölmek yaşamaktan çok daha evladır. Ölenler kurtuldu, kalanlar ise çok büyük acılar çekiyor. Katliamdan sonra kalan bütün kadınlara tecavüz ediliyor. Ve hemen gitmiyorlar çetnik zalimleri. 3-4 ay bekleyip öyle gidiyorlar. Srebrenitsa’daki zalimliğin şiddetini tahayyül edin edebiliyorsanız tabii… Karnı çıkan bazı kadınlar intihar etmişler. Yüzlerce böyle intihar olayları olmuş. Bazıları da intihar edememiş. Doğumunu yapmış. Özellikle eşi olanlardan bazıları eşlerini beklemiş. Eşleri askerden dönünce, kadınlar eşlerini boşamış öyle intihar etmişler. Eşlerinin kendilerine umut bağlamaması için bu yola başvurmuşlar. İffet abidesi büyük kadınlar… bu zulme rağmen hâlâ eşlerini düşünüyorlar.
Leyla şiiri var, meşhur bir şiir. Srebrenitsa’ya dönen bir asker eşi için yazmış. Kadın eşine sarılmıyor. Çünkü tecavüze uğramış. Masum ve suçsuz olduğu halde psikolojik olarak kendini kötü hissediyor ve eşine sarılmıyor. Eşi çok üzülüyor ve bu kadın da sonra eşinden ayrılıp intihar ediyor. Kadınların intiharıyla iş bitmiyor. Bu mazlum bîçarelerden doğan çocuklar büyüyorlar ve meseleyi öğrenince bu çocuklar da intihar ediyor. Acı üstüne acı… Bu çocuklardan intihar etmeyenler ise, birbirlerine sarılarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bir dernek kurmuşlar. Bu dernek vesilesiyle bir araya gelip, birbirlerine nefes oluyorlar.
Yanımda Muharrem abi ağlıyor. Gözyaşlarını göstermemek için camdan dışarıya baksa da gözyaşlarını saklayamıyor. Otobüste derin bir sessizlik… Tam ağlayacak gibi oldum ama sonra kendi kendime şunu dedim: Hayır! Vallahi ağlamayacağım. Bütün bu acı gerçeklerle yüzleşeceğim. Bunları zihnime kazıyacağım. Böylece her dem DİRİ kalıp DİRİLTME mücadelemi sürdüreceğim. Zalimlerin yaptıkları zulümler karşısında gözyaşı dökmeyeceğim. Bütün bu zalimlerden hesap soracağız hem de İslâmî ilkelerimizden asla ama asla taviz vermeden. Muhammedî (asm) usule göre ve böylece bütün insanlığa, sadece İslâm’ın nefes olabileceğini göstereceğiz biiznillah. Bu düşünceler beni çok rahatlattı.
Kendini küçük görme Müslüman! Sen, dağların sahiplenemediği emaneti sahiplenmişsin. Bütün dünya sana düşman olsa ne yazar! Sen şuna dikkat et hele önce. Kur’an ve sünnete uyuyor mu yaşadığın hayat? Evet uyuyor, uydurmaya gayret ediyorum diyebiliyorsan hiç tasalanma. Yolun açıktır senin. Sen, dünyanın beklediği ÇERAĞSIN. Tek başıma nasıl bir çerağ olurum endişesi de seni sarmasın. Tek başına değilsin. Her bir mümin, MÜMİN olduğu ölçüsünde tek başına bir ÜMMETTİR aynı zamanda da…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim. Vallahi İslâm’ın sabahı yakındır. Şafak söktü sökecek. Gazze’yi ateşe veren zalimlerin hepsi bu ateşle yanıp kül olacak inşâallah. Dünyanın hali hazırdaki gidişatı uzun vadede İslâm dünyasının önünü açacak. Yeter ki bizler uyanıp hakiki kardeşler olarak birlik olalım. Ümmet şuuru dirilecek ve bütün müminler Kur’an’ın istediği şekilde kardeş olacak. Umutluyuz ve nasip olursa inşâallah bizler bu DİRİLİŞİ göreceğiz…
“SIRPLAR BİZİM ÖĞRETMENİMİZ OLAMAZ”
Srebrenitsa’dan devam edelim. 11 Temmuz’da Srebrenitsa’da anneler tekrardan ağlarlar. Tam bir cenaze törenidir 11 Temmuz Srebrenitsa’da. Mihmandar Süleyman kardeş devam ediyor konuşmaya. Boşnak askeri bu acılı olaylardan sonrada olsa güçlenir ve Belgrad’a kadar gider. Bilge Aliya’ya, şimdi sıra bizde, biz de onlara bize yaptıklarını yapalım derler. Aliya o tarihe geçmiş meşhur sözüyle cevap verir. “Sırplar bizim öğretmenimiz değildir. Ne yapmamız gerektiğini biz Sırplardan öğrenemeyiz. Bizim öğretmenimiz Hz. Peygamber’dir. O bize savaşta nasıl davranılması gerektiğini en iyi şekilde öğretmiş, savaşta çocuklara, kadınlara ve yaşlılara aslâ dokunulmamasını emretmiştir. Biz de aynen öyle yapacağız. Biz onlara, onların bize yaptığı aşağılık muameleyi yapmayacağız. Ancak bu zulmü de aslâ unutmayacağız!”
Şurası da bana çok ilginç gelmişti anlatılanlar arasında. Aliya’nın silah arkadaşının kızının çantasında bir silah ve bir mermi var. Bu arkadaşı hayatta şu an. Mihmandarımız direk bu komutandan aktarıyor bize bu bilgiyi. Tekrardan Srebrenitsa yaşanmasın diye tek mermiyle dolaşıyor kızım demiş Aliya’nın silah arkadaşı. Bu kadar derin bir iz bırakmış Srebrenitsa! Oysa bizler… unuttuk! Sütçü İmam’ın ilk kurşunu niçin attığını… Anadolu’da yaşanan zulümleri unuttuk! UNUTMAMALIYIZ! Unutmazsak gevşemeyiz ve tedbir alıp hazırlıklı oluruz. Unutmamak çok önemli.
.xxxxxxxxxxxxxxx
Srebrenitsa Katliamını unutma!
Yusuf Kaplan
29/01/2024 Pazartesi
Gazze’de ürpertici bir katliam ve soykırım yaşanıyor. Büyük Balkan Seyahati’mizin en manidar ayaklarından biri Srebrenitsa bölümü oldu. Srebrenitsa katliamını birinci elden tanıklıklarla tarihe kayıt düşecek şekilde kaleme alıyor Seyfullah Yiğit kardeşim bu yazıda.
***
BOSNA DİRENİŞİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Saraybosna yolundayız. Mihmandarımız Süleyman, Bosna’yla ilgili çok kıymetli bilgiler vermeye devam ediyor. Yine savaş yıllarında bir gemi silah merhum Erbakan Hoca vesilesiyle Hırvatlar üzerinden Boşnaklara gönderiliyor. Hırvatlar henüz Sırplarla birlik olmamışlar. Gelen silahlara Hırvatlar el koyuyor. Bunlar bizim olsun, bir gemi daha gönderin onları Boşnaklara veririz diyorlar. Bir gemi silah daha yollanıyor ve bu silahlar Boşnaklara ulaşınca güçlü bir direniş başlıyor. Boşnakların safında savaşmak için Türkiye’den bir grup bordo bereli geliyor. Aliya bunlara şunu söylüyor: “Bir mezarınız bile olmayacak.” Bordo bereliler, “umurumuzda değil” diye cevaplıyorlar. Aliya, bordo bereliler için, bunlar ölmeye gelmiş diyor.
İşgalci Sırp çetnik gruplarla Türkiye’den gelen askerler öncülüğünde direniş başlıyor. Çetnikler geri çekiliyor. Ama nasıl geri çekilme? Çok büyük vahşetler yaparak geri çekiliyorlar. Geçen yazımızda ağlamayacaksınız diye uyarmıştık. Tekrarlıyoruz: AĞ-LA-MA-YIN! Diri kalmak ve diriltmek için anlatıyoruz bunları. Her tarafı yakıp yıkarak geri çekilen çetnik gruplara BM’nin sözde barış güçleri bir şey yapmıyorlar, bilindiği gibi. Bu sebeple BM için şunu söylerler Boşnaklar. Biçare Milletler!
SRERENITSA SOYKIRIMI, İNSANLIĞIN İNTİHARI
Srebrenitsa Katliamı hepimize malumdur. BM’nin 300 askerini geri çekmesiyle elinde silah olmayan masum Boşnaklar katlediliyor. Yaklaşık 8 bin kardeşimiz hunharca katlediliyor… Srebrenitsa’da ölmek yaşamaktan çok daha evladır. Ölenler kurtuldu, kalanlar ise çok büyük acılar çekiyor. Katliamdan sonra kalan bütün kadınlara tecavüz ediliyor. Ve hemen gitmiyorlar çetnik zalimleri. 3-4 ay bekleyip öyle gidiyorlar. Srebrenitsa’daki zalimliğin şiddetini tahayyül edin edebiliyorsanız tabii… Karnı çıkan bazı kadınlar intihar etmişler. Yüzlerce böyle intihar olayları olmuş. Bazıları da intihar edememiş. Doğumunu yapmış. Özellikle eşi olanlardan bazıları eşlerini beklemiş. Eşleri askerden dönünce, kadınlar eşlerini boşamış öyle intihar etmişler. Eşlerinin kendilerine umut bağlamaması için bu yola başvurmuşlar. İffet abidesi büyük kadınlar… bu zulme rağmen hâlâ eşlerini düşünüyorlar.
Leyla şiiri var, meşhur bir şiir. Srebrenitsa’ya dönen bir asker eşi için yazmış. Kadın eşine sarılmıyor. Çünkü tecavüze uğramış. Masum ve suçsuz olduğu halde psikolojik olarak kendini kötü hissediyor ve eşine sarılmıyor. Eşi çok üzülüyor ve bu kadın da sonra eşinden ayrılıp intihar ediyor. Kadınların intiharıyla iş bitmiyor. Bu mazlum bîçarelerden doğan çocuklar büyüyorlar ve meseleyi öğrenince bu çocuklar da intihar ediyor. Acı üstüne acı… Bu çocuklardan intihar etmeyenler ise, birbirlerine sarılarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bir dernek kurmuşlar. Bu dernek vesilesiyle bir araya gelip, birbirlerine nefes oluyorlar.
Yanımda Muharrem abi ağlıyor. Gözyaşlarını göstermemek için camdan dışarıya baksa da gözyaşlarını saklayamıyor. Otobüste derin bir sessizlik… Tam ağlayacak gibi oldum ama sonra kendi kendime şunu dedim: Hayır! Vallahi ağlamayacağım. Bütün bu acı gerçeklerle yüzleşeceğim. Bunları zihnime kazıyacağım. Böylece her dem DİRİ kalıp DİRİLTME mücadelemi sürdüreceğim. Zalimlerin yaptıkları zulümler karşısında gözyaşı dökmeyeceğim. Bütün bu zalimlerden hesap soracağız hem de İslâmî ilkelerimizden asla ama asla taviz vermeden. Muhammedî (asm) usule göre ve böylece bütün insanlığa, sadece İslâm’ın nefes olabileceğini göstereceğiz biiznillah. Bu düşünceler beni çok rahatlattı.
Kendini küçük görme Müslüman! Sen, dağların sahiplenemediği emaneti sahiplenmişsin. Bütün dünya sana düşman olsa ne yazar! Sen şuna dikkat et hele önce. Kur’an ve sünnete uyuyor mu yaşadığın hayat? Evet uyuyor, uydurmaya gayret ediyorum diyebiliyorsan hiç tasalanma. Yolun açıktır senin. Sen, dünyanın beklediği ÇERAĞSIN. Tek başıma nasıl bir çerağ olurum endişesi de seni sarmasın. Tek başına değilsin. Her bir mümin, MÜMİN olduğu ölçüsünde tek başına bir ÜMMETTİR aynı zamanda da…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim. Vallahi İslâm’ın sabahı yakındır. Şafak söktü sökecek. Gazze’yi ateşe veren zalimlerin hepsi bu ateşle yanıp kül olacak inşâallah. Dünyanın hali hazırdaki gidişatı uzun vadede İslâm dünyasının önünü açacak. Yeter ki bizler uyanıp hakiki kardeşler olarak birlik olalım. Ümmet şuuru dirilecek ve bütün müminler Kur’an’ın istediği şekilde kardeş olacak. Umutluyuz ve nasip olursa inşâallah bizler bu DİRİLİŞİ göreceğiz…
“SIRPLAR BİZİM ÖĞRETMENİMİZ OLAMAZ”
Srebrenitsa’dan devam edelim. 11 Temmuz’da Srebrenitsa’da anneler tekrardan ağlarlar. Tam bir cenaze törenidir 11 Temmuz Srebrenitsa’da. Mihmandar Süleyman kardeş devam ediyor konuşmaya. Boşnak askeri bu acılı olaylardan sonrada olsa güçlenir ve Belgrad’a kadar gider. Bilge Aliya’ya, şimdi sıra bizde, biz de onlara bize yaptıklarını yapalım derler. Aliya o tarihe geçmiş meşhur sözüyle cevap verir. “Sırplar bizim öğretmenimiz değildir. Ne yapmamız gerektiğini biz Sırplardan öğrenemeyiz. Bizim öğretmenimiz Hz. Peygamber’dir. O bize savaşta nasıl davranılması gerektiğini en iyi şekilde öğretmiş, savaşta çocuklara, kadınlara ve yaşlılara aslâ dokunulmamasını emretmiştir. Biz de aynen öyle yapacağız. Biz onlara, onların bize yaptığı aşağılık muameleyi yapmayacağız. Ancak bu zulmü de aslâ unutmayacağız!”
Şurası da bana çok ilginç gelmişti anlatılanlar arasında. Aliya’nın silah arkadaşının kızının çantasında bir silah ve bir mermi var. Bu arkadaşı hayatta şu an. Mihmandarımız direk bu komutandan aktarıyor bize bu bilgiyi. Tekrardan Srebrenitsa yaşanmasın diye tek mermiyle dolaşıyor kızım demiş Aliya’nın silah arkadaşı. Bu kadar derin bir iz bırakmış Srebrenitsa! Oysa bizler… unuttuk! Sütçü İmam’ın ilk kurşunu niçin attığını… Anadolu’da yaşanan zulümleri unuttuk! UNUTMAMALIYIZ! Unutmazsak gevşemeyiz ve tedbir alıp hazırlıklı oluruz. Unutmamak çok önemli.
.Dünya, Yahudilerin kölesi, bu anlaşıldı artık!
Yusuf Kaplan
2/02/2024 Cuma
Gazze’de İsrail terör devletinin bütün dünyayı hiçe sayarak ve fütursuzca işlediği soykırım ve katliamlar, küresel Yahudi gücünün özellikleri ve nasıl tehlikeli boyutlar kazanabileceği meselesi üzerinde düşünmeye icbar ediyor ama dünyanın düşünürlerinin ve önde gelen entelektüellerinin bu konuda çok duyarsız ve hatta ürkütücü tavırlar almaları insanlığın geleceği adına tedirgin ediyor insanı.
DÜNYANIN DÜŞÜNÜRLERİNİN AHLAKEN ÇÖKÜŞÜ!
Harari isimli Yahudi olduğu için -ve Yahudiler entelektüel dünyaya da hâkim oldukları için- gereğinden fazla parlatılan tipin Müslüman çocuklarının katledilmelerini teşvik eden iğrenç açıklamalarını gözlerimiz faltaşı gibi açılarak okuduk.
Bu şaşırtıcı olmadı benim için. Benim için asıl şaşırtıcı olan dünyanın yaşayan en büyük düşünürü asırlık Habermas’ın İsrail’in soykırımlarını “kendini savunma hakkı” olarak görmesi ve onaylaması oldu. Habermas, Yahudi hocası Adorno’nun doktora tezini reddettiği Protestan biri.
Dünyanın vicdanı olması gereken insanlar bunlar ama Batı’da, dünyanın vicdanı olması gereken insanların bile ne kadar ruhsuz oldukları artık çok iyi anlaşılıyor.
YAHUDİLERİ ELEŞTİREN YAHUDİLER
Dünyanın bir Yahudi sorunu var, diye yazmıştım Marx’a gönderme yaparak… Marx, Yahudi Sorunu, başlıklı önemli bir metin yazdığı için.
Marx, Yahudi kökenliydi. “Kapitalist’in, açgözlü Yahudi” olduğunu söylüyordu.
En güçlü kapitalizm eleştirilerinden biri sayılabilir Marx’ın Yahudi Sorunu metni.
Ama aynı zamanda Marx, Yahudileri, alttan alta diz çöktürülemez bir güç olarak mı tarif ve tasvir ediyordu diye de düşünmeden edemem.
Edemem; çünkü Yahudiliğe en iyi hizmet edenler, Yahudi eleştirmenleridir, yani Yahudilerin insanlık ölçeğinde işledikleri cinayetleri eleştiren Yahudi figürler.
Noam Chomsky tam da bu tür Yahudi entelektüellerinden biridir. Chomsky, çok güçlü bir dilbilimcidir, dilbilimde devrim yapacak kadar donanımlıdır; o yüzden eleştiri yetenekleri ve yöntemleri çarpıcı ve etkilidir. Chomsky, kıyasıya ve enfes bir dille eleştirir Yahudi mezalimini ve alçaklığını her yerde. Ama sonuçta, Yahudileri en iyi eleştirenler de Yahudilerdir, cümlesini zihninize nakşederler.
Marx’ın Yahudi eleştirisinin de alttan alta Yahudileri kutsayan bir örtük yanı olduğu izlenimi edinmişimdir hep.
Yahudi kökenli Yahudi eleştirilerine bu açıdan bakmakta yarar var: Aslında bu eleştiriler Yahudilerin “başa çıkılamaz, dize getirilemez bir güç” imajı üretip üretmediğini düşünmekten kendimi alamam hiçbir zaman.
DÜNYA, YAHUDİLERİN KÖLESİ!
ABD derin devletinin beyin gücü, Yahudi entelijansiyadan oluşur; Yahudi entelijansiya, hem akademiye hem kültür hayatına hem de entelektüel hayata hâkimdir. Amerikan entelijansiyası
hem Yahudilerden oluşur
hem de Yahudi/Siyonist egemenliği altındadır.
ABD, Yahudilerin küresel kolonisidir. Tarihte kurulmuş en büyük, en güçlü Yahudi devleti ABD’dir. Gazze savaşı ve soykırımı, Yahudilerin sadece ABD’yi değil, bütün Avrupa ülkelerini, Hindistan ve Çin’i de esir aldığını ispatladı.
Düşünebiliyor musunuz: Dünyanın en güçlü ülkeleri Yahudilerin kölesi! İnanılır gibi değil ama gerçek: Dünya, Yahudilerin kölesidir, bu anlaşılmış olmalıdır.
Dünyadaki en güçlü ve kalabalık Yahudi nüfusu ABD’de yaşar.
ABD’de yaşayan Yahudi nüfus, ABD’nin en zeki çocuklarını, kremasını oluşturur: Amerikan derin devletine, müesses nizamın bütün kilit kurumlarına bu Yahudi krema hâkimdir ve yön verir: ABD, Yahudiler tarafından işgal edilmiştir İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren.
Kapitalizmin kurucu babaları Yahudiler ve İngilizlerdir. Kapitalizm, para üzerinden para kazanma işlemidir. Dolayısıyla beyni faizdir, bankacılık sistemidir kapitalizmin.
Bankacılık sisteminin ve faizin bu sistemin merkezini teşkil etmesinin bir numaralı sorumluları Yahudi bankerlerdir. İtalyan şehir devletlerinin bankerleri. Kapitalizm İtalyan şehir devletlerinde neşvünema bulmuştur.
İtalyan şehir devletlerinden sonra Hollandalılar ve İngilizler, kapitalizmi bir sistem ve felsefe hâline getiren temelleri atarlar: İnsanı nesneye, ekonomiye indirgeyen “homo economicus / ekonomik insan” kavramı İngilizlerin icadıdır.
Kapitalizmin sistemleşmesinde ve küreselleşmesinde İngilizlerin küçümsenemeyecek bir rolleri olsa da, kapitalizm paraya, dünyaya, maddî güce tapan Yahudilerin eseridir.
Küresel sistem kapitalist bir sistem olduğu için aynı ruha sahip olsalar da, sisteme hâkim olan İngilizler ile Yahudiler sistemde birbirlerine rakiptir ve mücadele içindedir.
Küresel sistemi çökertmenin ilk yolu, İngilizler ile Yahudileri mutlaka birbirine düşürmekten geçer. Bu mesele üzerinde ayrıca kafa yorulması gerekir.
Vesselâm.
.Saraybosna’da Batılıların desteğiyle yapılan ürpertici kültür katliamı!
Yusuf Kaplan
4/02/2024 Pazar
Büyük Balkan Seyahati’mizin son durağındayız. Seyfullah Yiğit kardeşimiz nehir gibi akan kalemiyle etkileyici tadımlık bir Saraybosna portresi sunuyor. Güzel bir pazar yazısı. İyi okumalar…
***
Saraybosna yolundayız hâlâ… ve yazıya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yemek için yol üstünde güzel bir yerde durduk. Nehir kenarında güzel bir mekân. Yemekten sonra yolumuza devam ettik. Yolda bir cami gördük. Akşam namazı vakti de girmişti. Kılalım mı devam mı edelim derken durduk namaz için. İyi ki de durmuşuz. Çok güzel bir akşam namazı eda ettik o şirin ve küçük camide. Cemaati üç beş kişiydi caminin. Bizimle şenlendi camii. Cami cemaatinin de çok hoşuna gitti. Tesbihattan sonra sohbet ettik ayaküstü. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince gözlerinin içi güldü cemaatin. Çok memnun oldular. Sanki bir Bayram Namazı buluşmasıydı. Herkes heyecanlı ve neşeliydi. Caminin duvarları da iyi ki geldiniz der gibiydi. Bu garipliğimizi bir an olsun bile giderdiğiniz için teşekkür ederiz der gibiydi camii duvarları… işlemeleri… avlusu ve minaresi… uzun bir süredir içimiz bu kadar huzurla dolmuş muydu bilmiyorum ama bu şirin camide kıldığımız namazın verdiği huzurun tarifi yok, bunu biliyorum…
Gece Saraybosna’ya vardık. Hotelimiz şehir merkezine yakın bir yerde. Eşyalarımızı odalarımıza bırakıp aşağıya indik. Yemekten sonra çay sohbetinde çok güzel bir kardeşlik tesis etti aramızda baş mihmandarımız Yusuf Hoca. Daha önce tanışmayıp bu seyahat vesilesiyle tanışanlar kardeş oldu. Birbirlerinin numaralarını aldılar. Yeri geldiği zaman birbirlerinin sıkıntısıyla ilgilenecektiler. Yusuf Hocamız bu güzel uygulamayı uygun zamanlarda yapar ve çok da güzel olur. Bu kardeşlik muhabbetiyle aramızda ekilen kardeşlik tohumu bir anda büyüyüp yeşerdi, elhamdülillah…
18 Kasım Cumartesi’ye Saraybosna’dan merhaba dedik. Şehrin tarihi çarşısına otobüsümüzle giderken Mihmandarımız Süleyman’dan öğrendik. Osmanlı döneminde sarayın mutfak ihtiyaçları, Sarajevo/Saraybosna’dan karşılanıyormuş. Çok bereketli ovaları olduğu için sarayın ihtiyaçları buradan karşılanırmış. Buradaki meyve ve sebzelerin tadı da çok güzel olduğu için özellikle tercih edilirmiş saray eşrafı tarafından. Bereketli bir şehir olduğu her halinden belli. Şehrin ortasından akan nehir, bu bereketin sembolü adeta. Saraybosna’yı çok sevdim. Biranda aramızda bir muhabbet oluştu. Balkan seyahatimizde en çok sevdiğim şehir Saraybosna oldu diyebilirim. Süleyman kardeş anlatıyor. Şehrin bizden olduğunu ve nasıl bizden koptuğunu göreceksiniz. Tarihi çarşıya varmadan bizi önbilgilerle hazırlıyor mihmandarımız her zamanki gibi. Şehirde hem Osmanlı tarafı hem de Avusturya tarafı var. Her iki imparatorluğun izlerini şehirdeki eserlerden görmek mümkün. Şehri ortadan bölen nehir, Milaçka nehri, bu da Neretva Nehri gibi zümrüt yeşili renginde akıyor…
Birinci Cihan harbinden önce şehir Avusturya İmparatorluğu’nun eline geçer. Prens Ferdinand şehre ziyaret için gelir. Bombalı suikast düzenlenir prense. Prens, kurtulur ancak ölüm vakti yaklaşmıştır. Adeta ölümüne kendisi gider. Yapılan uyarılara rağmen ziyareti yarıda bırakmaz. Yola devam eder. Suikast ekibinden ayrılanlar prensi biranda önlerinde görürler ve öldürürler. Son Veliaht Prens Ferdinand’la birlikte Avusturya’nın geleceği de öldürülmüştür. Avusturya, Sırplara savaş açar ve ateş büyüyüp cihan harbine dönüşür. İşte birinci cihan harbinin görünürdeki sebebi bu olaydır.
Her tarafta heykeller var. Ruhsuzluğun sembolleri… Batı uygarlığı zahire önem verir. Aslında zahirede önem veremez çünkü batından uzaklaşan zahirden de uzaklaşır. İç ve dış birdir. İkisini birbirinden ayıran, insandaki, yaratılıştaki o muazzam uyumu da bozmuş olur. Batı uygarlığının barbarlığının altında bu uyumun bozulması gelmektedir. Heykelcilik mesela. Zahirperestliğin dışa vurumudur. Batı uygarlığı için görünen vardır. Görünen de nefsin gördüğüdür! Kalbin gördüğü değildir. Kalple gören, surete takılı kalmaz. Batı uygarlığı, sureti aşamamıştır diyeceğiz ama aslında sureti dahi yakalayamamıştır. Heykelle yaptıkları şey, kötülükleri dile getiren nefsin cisimleşmesinden başka bir şey değildir. Hakikatten kopukturlar yani. Fıtrata aykırı yollarla hakikat bulunamaz. Hakikat, cisimlere hapsedilemez. Saraybosna’da bunu görmek mümkün. İslâm medeniyetinin üstünlüğü, Tevhid-Nübüvvet esaslarına dikkat etmesinden geliyor. Yeri geldiğinde değineceğiz. Osmanlı çarşısıyla Avusturya çarşısı, ak ve kara gibi… birinde nur diğerinde kir… inanın bunu yerinde müşahede ettik. Ruh ve ruhsuzluk… bu her yerde böyle. Bu sebeple sürekli şunu haykırıyoruz: İslâm medeniyeti, hakikat medeniyetidir. Buna bütün insanlığın ihtiyacı var hem de hava, ekmek ve su gibi… Gazze’deki müminlerin ekmeğe nasıl ihtiyacı varsa ondan daha şedit bir şekilde bütün insanlığın, hakikat medeniyeti olan İslâm medeniyetine ihtiyacı var.
Yine uzattık. Ne yapalım. Saraybosna gibi insanı hakikat medeniyetine kamçılayan bir şuur şehrinde tefekkür etmeden yapamıyor insan. Doğal olarak uzatılıyor meseleler… neyse devam ediyoruz. Hac Camii varmış Osmanlı döneminde. Hacı adayları bu camide toplanır ve helalleşirmiş insanlarla. Borçlar ödenir, küslükler giderilir tam bir helalleşme yapılır yani. Bugün hacca hâlâ buradan gidilir. Ne kadar güzel bir uygulama. Bakar mısınız bu güzelliklere… insanın yazarken bile içi ısınıyor…
Büyük kütüphanenin önündeyiz. Osmanlı döneminde şimdiki adıyla belediye binasıymış. İdari işlere buradan bakılıyormuş. Daha sonra kütüphane oluyor. Buranın hazin hikayesini Yusuf Hoca’da Süleyman kardeşe dahil olarak anlattı. İçinin yandığı çok belliydi Yusuf Hoca’nın. İnsan kafayı yiyor, bu kadar zulüm karşısında çıldırmamak elde değil. Üç milyona yakın eser varmış burada. Bunlardan 25 bin eserin hiç kopyası yok. Nadide eserler yani! Bosna savaşında burası da bombalanıyor. Tam bir kültür katliamı gerçekleştiriliyor. Yüzyıllarca yıl geçse de bu barbar Moğol zihniyeti devam ediyor maalesef zalimlerce. Gazze’de camii, okul, kilise, üniversite bombalayan zalim İsrail, barbar Moğol zihniyetini, Moğolları aratacak şekilde devam ettiriyor on yıllardır… ancak tarih yıkanları değil, gönüllere dokunarak inşa edenleri yazıyor…
Baş çarşıdayız. İsa Bey döneminde inşa edilen ruh dolu bir çarşı, baş çarşı… devam edeceğiz inşâallah.
.Hakiki bir Abdullah: Bilge lider Aliya İzzetbegoviç
Yusuf Kaplan
5/02/2024 Pazartesi
Balkanlar, dünyanın en kritik ve stratejik tampon bölgelerinden biri. Her zaman patlamaya hazır bombayı andırıyor. Büyük Balkan Seyahati yazılarımız, Balkanların geçmişten geleceğe uzanan karmaşık hikâyesinin görünür görünmez boyutlarını her yazıda kalemi olgunlaşan MTO’muzun demirbaş talebelerinden Seyfullah Yiğit kardeşimin dinamik kalemi ve gözlem gücüyle ruh dolu bir dille okuyucuyla paylaştı. Bugün bu yazıların sonuna gelmiş durumdayız. Seyahatimizi an be an, gün be gün kaleme alan, kayda geçiren, Balkanlar’a seyahat yapacak kardeşlerimize rehberlik edecek güzel bir kaynak oldu. Bu yazıları ilk fırsatta benim yazılarla birlikte kitaplaştıracağız. Seyahatimizi en güzel şekilde organize eden Aşk-ı Turkuaz sahibi Beytullah Yıldız kardeşime bir kez daha teşekkür ediyoruz. Bu arada Mayıs ayında Özbekistan Kazakistan seyahatimiz olacak kardeşlerimizle. O seyahatimizle ilgili izlenimlerimizi de paylaşacağız inşallah.
***
Saraybosna’da Tarihi İsa Bey çarşısındayız. Bugün, buradan, son durağımız olan Saraybosna’dan ayrılacağız. Son ziyaretlerimizi yapıyoruz. İsa Bey çarşısında çok güzel bir atmosfer var. Akideyle inşa edilen yapılar… aynı zamanda bir tebliğ vazifesi de görüyor. Şehirlerin Müslümanca inşa edilmesi bu açıdan çok önemli.
İsa Bey, Üsküp beyidir. Oradan buraya getirtilir şehri ihya etmesi için. Çok başarılı bir idarecidir. Çarşının her sokağının ayrı bir işlevi vardır. Bakırcılar çarşısı, kilimciler çarşısı gibi her bir sokakta ayrı bir meslek icra edilir. İsa Bey’e başta merkezden para gönderilmez. O, kendi imkanlarıyla şehri imar etmeye başlar. Daha sonra merkezin bundan haberi olur. 25 yıl yetecek kadar para gönderilir. Bu çarşı ve daha fazlası bu parayla inşa edilir. İsa Bey, Saraybosna’yı Saraybosna yapan adamdır yani. Bundan dolayı Boşnaklar kendisine ‘dedo’ derler. Bizde babacan, yardımsever, fedakâr insanlara ‘baba’ demeleri gibi.
İsa Bey, ilk olarak sebil yapar. Daha sonra İsa Bey Camii yapılır ve diğer eserler sırasıyla inşa edilir. Çarşı meydanından Gazi Osman Bey Külliyesine geçtik. Saraybosna’nın en önemli merkezlerindendir bu külliye. Ara ara Yusuf Kaplan Hocamız da katkı yapıyor Mihmandar Süleyman’a. Külliyeler bir üniversitedir aynı zamanda. Buralarda hâlâ Kur’an okunur. Beş yüzyıllık gelenek devam ettirilir. Matbaa var, el yazması Kur’anlar çoğaltılıyor. Cami, ters ‘T’ şeklinde Bektaşî geleneğine göre inşa edilmiş. Sultan Süleyman döneminde bu gelenek terk edilir. Sultan Süleyman, caminin bu şekilde inşa edildiğini öğrenince itiraz eder. Hüsrev Paşa, Sultan’a, camiyi yıkalım mı diye sorar. Sultan, hayır, karışmayın der. Bu camii, Balkanlar’da Bektaşi geleneğine göre yapılan son camidir. Cami inşası için Dubrovnik’ten sağlam taşlar ve işten anlayan Hırvat ustalar getirilir. Hırvatlardan necaset kokusu gelir. Bu kokunun giderilmesi için Hırvat çalışanlar için umumi bir tuvalet inşa edilir. Avrupa’da ilk umumi tuvaletin yapıldığı yerdir Saraybosna. İslâm Medeniyeti, insanın hem iç hem de dış temizliğine önem verir. İslâm Medeniyeti, hayata anlam katan, değer katan bir medeniyettir, bunu her şeyde görmek mümkündür.
Saraybosna’da baş çarşının bittiği yerin hemen yanında Avusturya dikey mimarisi başlar. Ruhun çekildiği sınırdır burası! Geçen yazımızda da değinmiştik. Bu sınırda durup tefekkür etmeli insan… İslâm Medeniyeti ile Batı Uygarlığı arasındaki uçurumu düşünmeli… İslâm Medeniyetinin ne kadar kuşatıcı olduğunu bu sınır bize söylemiyor, adeta haykırıyor. İnanın insanın nefesi kesiliyor Avusturya sınırına yaklaşmaya başladığında. Güzellik medeniyetinden çirkinlik medeniyetine düştüğünüzü hemen hissediyorsunuz. Muğlak bir durum yok. Gri alanlar hiç yok. Siyah ve beyaz, bu kadar açık yani. Burada kibirle falan hareket etmiyoruz. Kur’an’ın ifadesinin taşlara işlendiğinde ortaya çıkan üstünlükten bahsediyoruz. Tabiî ki inanlar üstündür ve inandıkları gibi yaşadıklarında, inandıkları gibi eserler inşa ettiklerinde, bu üstünlük şehirlerde de kendini açık bir şekilde gösterecektir, İsa Bey çarşısında gösterdiği gibi. Bu sınır çok net bir şekilde bunu söylüyoruz bize: İnsanlığı bu sınırın sağındaki İslâm Medeniyeti ancak kurtarabilir. Sol tarafın, batı uygarlığının insanı getirdiği durum, kaos hali ortada. Bütün insanlık büyük bir buhran içinde. İnsanlığı içine düştüğü bu buhrandan, Gazze’deki İMANLI DURUŞ kurtaracak inşâallah.
Aliya’nın derneğini kurduğu Moriçe Hanına gitmeden önce Aliya’nın kabrini ziyaret ettik. İsa Bey Camii’nin hemen önünden yukarıya doğru biraz yürüdükten sonra sağda kalıyor Bosna şehitlik mezarlığı. Aliya İzzetbegoviç, ayrı bir kabir yeri istemez. Beni evlatlarımın yanına gömün der. Bosna Savaşı’nda şehit olan askerlerin gömüldüğü yere gömülür Bilge lider Aliya. Aliya, Balkanların ruhudur! Aliya çok önemli bir şahsiyettir. Müslümanca duruşun en güzel temsilcilerindendir modern dünyanın. Bir tepe üzerinde şehitlik mezarlığı, yukarıdan aşağıya doğru biraz eğimli bir tepe. Bir mezarlıktan ziyade bir şenlik yeri gibi… ama bu şenlikte sessizlik hâkim ve sadece ruh şöleni var. Maddî lezzetler yok burada. Ruhun sessizce doyduğu bir şenlik sofrası bu şehitlik…
Aliya’nın mezarı çok sade. Kabrin üstü açık. Demirden yıldızlı sade bir şey yapılmış ama kapalı değil, türbe yok yani. Mezar taşları da sade. Hemen altında da hilal şeklinde bir havuz yapılmış. Hilalin içindeki yıldızdır Aliya… Aliya henüz yeryüzündeyken göğe yükselebilmiştir İslâmî yaşantısıyla… Aliya’nın mezarı tek başına büyük bir cevaptır Batı uygarlığına… sadece bu mezardaki mesaj bile yetiyor şunu demek için: İslâm Medeniyeti tartışmasız bir şekilde Batı Uygarlığından üstündür. Aliya’nın mezarı başındayken bu yazının başlığı da belli olmuştu. Aliya nedir? O hakiki bir Abdullah’tır. Hayatı da mezarı da bunu ispatlıyor. Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç’e rahmet olsun…
Aliya’nın derneğini kurduğu Moriçe Hanı’ndayız. Hanın içinde, arka tarafta küçük bir oda var. Orada oturduk. Meşhur Boşnak böreklerimizi yedik. Çay, kahve ve muhabbet… derken namaz vakti geldi. Öğlen namazımızı Moriçe Hanı’nın karşısında yer alan Gazi Osman Camisi’nde kıldık. Namazdan sonra çarşıda biraz daha turladıktan sonra yavaş yavaş havalimanına doğru geçmek için meydana toplandık. Yine ayrılık vakti…
Elveda Saraybosna… Elveda Neretva Nehri… Elveda Blaga Tekkesi…
Elveda Balkanlar… Elveda GARİP EZANLAR…
‘Büyük Balkan Seyahati’ yazı dizimizin böylece sonuna geldik. Ustam Yusuf Kaplan’a ilgilerinden ötürü ve beni köşesinde uzunca bir süre büyük bir anlayışla misafir edişinden dolayı teşekkür ediyor ve kemal-i hürmetle Ustamın ellerinden öpüyorum.
Selam ve dua ile… Allah’a (cc) emanet olun.
.Gazze kıvılcımı, medeniyet atılımına dönüştürülebilir mi? (I)
.
9/02/2024 Cuma
Tarih, büyük krizlerin çocuğudur: Büyük krizler, büyük doğumlara gebedir. Büyük kırılma anları, aynı zamanda büyük kurulma zamanlarıdır.
Gazze’de yaşanan soykırım, insanlık tarihinde nadir rastlanan ürpertici cinayetlerden biridir.
Gazze’de tarihin şahit olduğu en büyük cinayetlerden biri işleniyor: Özellikle çocuklar ve kadınlar katlediliyor. Katledilen insanların sayısı 27 bine ulaştı dört ayda. Bunların üçte birinden fazlası çocuklar! İnanılır gibi değil ama acı ve acıtıcı gerçek böyle!
GAZZE’YE İKİ TÜRLÜ BAKIŞ: BASAR VE BASÎRET
Gazze’ye nasıl bakmalı?
İki türlü bakılabilir Gazze’de yaşananlara: Birincisi, sıradan bakışla. İkincisi, sıradışı bakışla.
Sıradan bakış, sadece basar’la (çıplak göz’le) görünen’e bakan bakıştır. Akışı kaçırır; son duruma odaklanır; arkaplanı, akışı ve bütün art arda yaşanan hâdiseler arasındaki ilişkiyi, irtibatı göremez.
Çağımızın en büyük sanat tarihçilerinden ve estetlerinden Ernst Gombrich “çıplak göz, kördür” demişti. Çıplak göz, göremez; göremediğini de göremez. Kendinin farkında değildir. Bir kitabı ya da bir hâdiseyi okumanın üç olmazsa olmaz durağını oluşturan fark erme, tefrik etme ve fark olma melekelerinden yoksundur.
Sıradışı bakış, mü’min bakışı basiret, iç göz’dür, görünenin ötesindeki görünmeyeni görür, bir hâdisenin derin anlamlarını idrak eder, fark etme, tefrik etme ve fark olma melekelerini aynı anda harekete geçirdiği için furkan’dır; sadece okuma biçimlerini değil, okumayı okuma biçimlerini de inşa eder.
Basar / çıplak göz, hasarları görür sadece.
Basiret / iç göz veya derûnî göz ise, hisarlar örer; derinlikli, kapsamlı ve kuşatıcı bir kavram haritası, anlam haritası ve yol haritası inşa eder ve bu üç haritayı da yeri ve zamanı geldiğinde sunar insanın önüne…
İSLÂM MEDENİYETİNİN SINIRLARI YOKTUR UFUKLARI VARDIR
Gazze’ye bakış biçimindeki bu iki farklı okuma biçimi, mü’minlerin diğer insanlardan farkını, direnç noktalarının sağlamlığını ve ufuklarının sınırsızlığını gözler önüne serer.
İslâm medeniyetinin sınırları yoktur, ufukları vardır. O yüzden Kurtuba’dan Kaşgar’a kadar sorgusuz sualsiz yolculuk yapar’dı Müslümanlar. Delhi’den Kahire’ye, Afrika’nın içlerine kadar hem kendini hem de yolculuk yaptığı tabiî, kültürel ve entelektüel coğrafyaları keşfederek yolculuk yapardı.
İbn Battuta, sadece bir seyyah değildi; keşfedilmeyen kıtaları (terra incognitaları) keşfe çıkan bir keşşaftı. Delhi’den Kahire’ye kalkıp gelir, üç ay yaşar Kahire’de ve kadılık yapardı.
Biz bir millettik. İslâm milleti. İslâm milletinin çocukları. Yeryüzü mescid kılınmıştı mü’minlere… Mü’minler yeryüzünde emaneti üstlendiklerinin bilinciyle hareket ederek, güveni ve emniyeti, adaleti ve merhameti temin edecek, teminat altına alacak, hakikatle donanarak yeryüzünde hakkaniyetin, sulhün, selametin ve barışın hâkim olduğu muazzez bir medeniyet yeşerterek, yeryüzünü ubûdiyetin en güzel gerçekleştirildiği bir kutsal mekâna (“sadece Allah’a boyun eğilen bir “mescid”e) dönüştürmüşlerdi.
DOGMA VE AKÎDE FARKI
Mü’min sıradan bir insan değildir. Mü’min, sadece kör kütük inanan bir kişi değildir. İnandığını iliklerine kadar idrak eden, yaşayan, yaşatan, diri bir varlıktır. Sıradan insan beşerdir sadece.
Mü’min, beşeri aşmış, insan olma şerefine ulaşmış, kâmil insan olma gayreti içinde olan, kendini her daim yeniden ve yenileyerek inşa eden, nefsini sürgit terbiye ve tezkiye ederek bakışını derinleştiren, ufkunu zenginleştiren, umudunu yeşerten, dipdiri tutan, dirilen ve başkasının dirilişine de vesile olan kişidir.
Mü’min dünyaya teslim olan kişi değildir, dünyayı avucunun içine alarak teslim alan kişidir.
Mü’min, bütün dogma’ları yıkan kişidir. Dogma, donmuş zihnin eseridir. Mü’min’in akidesi, dogma değil, hakikat’tir.
Dogma anlamı dondurur, kalbi katılaştırır, ruhu öldürür. Akîde, hakikatin anlamını billurlaştırır, derinleştirir, zaman-mekân boyutlarını kaldırır, insanın başka dünyalara açılmasının kapılarını açar sonuna kadar...
Dogma, insanı bu dünyada kapana kıstırır.
Akide, insanı kıstırıldığı bütün dünyevî kapanlardan kurtarır ve özgürlüğüne kavuşturur.
Gazze’de yaşanan, insanın haysiyetini ve hürriyetini koruma mücadelesidir. Bu mücadeleyi sadece Müslümanların verebileceklerini bütün dünyaya ispat etmiş, insanlık adına haysiyetli yalanacak bir dünyanın kıvılcımlarını çakmıştır.
Burada izi sürülmesi gerek soru şudur: Gazze kıvılcımını uzun soluklu medeniyet atılımına nasıl dönüştürebiliriz? Bu sorunun cevabını Pazar günkü yazıda tartışmak niyetindeyim…
.Gazze soykırımı ve üç çıbanbaşı: Büyük İsrail, İran yayılmacılığı, Kürt devleti
Yusuf Kaplan
12/02/2024 Pazartesi
Bizim toplumumuzda Şiî düşmanlığı yoktur. Aliosman gibi isimler yaygındır. Ehl-i Beyt sevgisi’nin Şiilerden geri kalan yanı yoktur bizde. Ama İran’da ve Şia’nın hâkim olduğu yerlerde Ehl-i Sünnet düşmanlığı diz boyudur. İran’da dolaşırken, üzerinde “Lanet olsun Ömer’e!” yazan çoraplar giyen insanları gördüm.
İranlılar, her yerde “Vahdet, vahdet” diye laflar ederler ama hiçbir yerde bunu gerçekleştirmezler! Vahdet, vahdet diye diye büyük Sünnî vahşetleri işlerler! Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da, Yemen’de İran devriminden sonraki Sünnî düşmanlığı ve vahşeti zıvanadan çıkacak kadar kontrolden çıkmış durumdadır.
ÜÇ ÇIBANBAŞI: BÜYÜK İSRAİL, ŞİA YAYILMACILIĞI VE KÜRT DEVLETİ AYARTISI
Küresel sistemin iki kurucu aktörü, İngilizler ile Yahudiler (özellikle Yahudilerin kontrolündeki hatta esaretindeki ABD yönetimi), önümüzdeki yüzyılları şekillendirecek, Batılıların (aslında Yahudilerin) dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştirecek üç stratejik hamleyi hayata geçirme mücadelesi veriyorlar.
Birincisi, Büyük İsrail projesinin adım adım ete kemiğe büründürülmesi.
İkincisi, İran’ın İslâm dünyasında İsrail’den sonra ikinci çıbanbaşı aktör olarak önünün açılması, İslâm dünyasına şekil ve yön verecek en güçlü aktör konumuna getirilmesi. Böylelikle İslâm dünyasının ana omurgasını oluşturan Ehli Sünnet Omurga’nın büyük darbe yemesi, parçalanması, birleşmesinin önünün sona kadar kesilmesi, İslâm dünyasının Fars emperyalizminin esiri yapılması.
Batılıların Müslümanlarla savaşmadan nükleer güce de kavuşturulan İran’ın İslâm dünyası üzerindeki hegemonyasının garanti altına alınması.
Böylelikle geçmiş bin sene olduğu gibi, gelecek bin sene de Türkiye’nin başını çektiği İslâm dünyasının toparlanıp ayağa kalkmasının önlenmesi. İslâm dünyasını toparlayacak bir Müslüman Türkiye’nin içerdeki laikler, dışarıdaki İran›lı Ehli Sünnet düşmanları ve Batılı emperyalistlerle Yahudi şer güçler tarafından önünün kesilmesi.
Üçüncüsü de, Kürtlerin küresel sistemin lordları Yahudiler ile İngilizlerin desteğiyle terör örgütleri üzerinden bağımsız devlet kurma iddiasıyla ayartılarak İslâm dünyasının üçüncü çıbanbaşı olarak zuhur ettirilmesi.
İslâm dünyasının kaderini bu üç çıbanbaşı stratejisi ile şekillendirmek istiyor emperyalistler.
Öncelikle şunu bilelim: İslâm dünyasının kaderini son iki asırdır, Müslümanlar değil, İngilizler ve Yahudiler (özellikle ABD’ye hâkim olan Yahudi gücü) şekillendiriyor. İslâm dünyasının kaderinin şekillendirilmesinde İslâm dünyasının kendisinin hiçbir rolü yok. İslâm dünyası iki asırdır köle! Batılıların kölesi. İngilizlerin ve Yahudilerin.
YAHUDİLERİ MÜSLÜMANLAR DEĞİL BATILILAR AŞAĞILADI!
Tarih boyunca İslâm dünyasının Batı›da olduğu gibi bir “Yahudi sorunu” olmadı hiçbir zaman. Yahudiler, Batı toplumlarında ekonomik atraksiyonlarla etkili olmaya çalıştılar. Kapitalizmin tarihinin bütün aşamalarında Yahudiler belirleyici rol oynadılar.
İtalyan şehir devletlerinde faiz sisteminin, bankacılık sisteminin kurucusu Yahudilerin hem Avrupa çapındaki hem de uluslararası ölçekteki ticareti canlandırmakta kilit rol oynayan aktörlerden biri odluğunu görüyoruz: Kapitalizmin tohumlarını Yahudilerin ektiğini söylemek bile gereksiz. Avrupa’nın ekonomik işlerine ve ilişkilerine Yahudiler dengeleri alt üst edecek şekilde müdahale edince Avrupa’da Yahudi düşmanlığı büyük boyutlar kazandı. İnanılmaz aşağılanmalara maruz kaldılar. Martin Luther gibi Hıristiyanlığı, Yahudi zihniyetine yaklaştıran Protestanlığı kuran bir adam bile “Yahudileri İmha Planı” başlıklı kitaplar yazdılar.
Endülüs’ten Yahudiler de sürüldü Müslümanlarla birlikte. Bütün Avrupa ölçeğinde kovuşturuldu, büyük işkencelere maruz bırakıldı Yahudiler.
Yahudilere zulmedenler asla Müslümanlar olmadı tarih boyunca. Aksine Yahudileri koruyup kollayanlar oldu Müslümanlar.
Yakıcı gerçek bu ama Yahudiler, Batılılarla değil, Müslümanlarla savaşıyorlar. Üstelik de Batılılarla ittifak yaparak İslâm dünyasını kan gölüne çevirecek en iğrenç küresel ve yerel projelere imza atmaktan, Filistin’de 75 yıldır olduğu gibi Müslümanlara katliam, soykırım uygulamaktan çekinmiyorlar!
İSLÂM DÜNYASINI KANA BULAYACAK PROJELER…
Büyük İsrail projesi Arz-ı Mev’ud ideali, eğer gerçeğe dönüşürse, İslâm dünyasının beline saplanan büyük bir hançer olur, İslâm dünyası bir daha belini doğrultamaz.
O yüzden böyle bir şeye aslâ izin verilemez ve göz yumulamaz.
Fakat İsrail şu an Gazze’deki soykırımla birlikte hem Arz-ı Mev’ud idealini hem İran’ın İslâm dünyasına hâkim olma stratejisini hem de terör örgütlerine kurdurulacak küresel sistemin güdümündeki Kürt devleti idealini (İngilizlerle birlikte) adım adım hayata geçirme savaşı veriyor.
Medyada, televizyonlarda sarsak bir şekilde iddia edildiği gibi İsrail ile İran, ABD ile İran asla karşı karşıya gelmeyecek. Gelirse, İran’ın aşırı büyümesini durdurmak için gelecek, İran’ı yok etmek için değil.
Gazze soykırımı, Büyük İsrail projesinin de, İran’ın Arabistan yarımadasını şimdiye kadar fiilen işgal etme, şimdi de mezhebî / kültürel olarak kontrol ve kolonize etme stratejisinin de, terör örgütlerine kurdurulacak aslâ bağımsız olamayacak, emperyalistlerin kukla olarak bölge ülkelerini karıştırmakta kullanacakları Kürt devleti girişimlerinin de önünü açan bambaşka bir küresel hegemonya mücadelesinin kolaylaştıran bir savaşa dönüştü.
Bağımsız Kürt devleti, Kürtlerin de hakkı diye düşünenler, bölgede kurdurulacak Kürt devletinin asla bağımsız olamayacağını bilmiyor olamazlar. Türkiye’nin bile tam olarak bağımsızlığına kavuşamadığı bir zaman diliminde emperyalistlerin güdümünde kurulacak bir Kürt devletinin bağımsız olabileceğini düşünmek ve bunun bölge ülkeleri ve halkları bir yana Kürtler için hayırhah bir girişim olacağını zannetmek bölgede yaşanan sömürgecilik tarihini hiç bilememek demektir!
Vesselâm.
.Mısır’la bahar, bütün kapıları açar...
Yusuf Kaplan
16/02/2024 Cuma
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 yıl aradan sonra Mısır’a yaptığı ziyaret, bölgedeki dengelerin dengesini bozacak, yeniden kurulmasını sağlayacak.
Mısır, bağımsız bir ülke değil. Türkiye de henüz tam anlamıyla bağımsız bir ülke değil. Türkiye bağımsızlığını elde etmek için çok mesafe kat etti son 70 yıldan bu yana. Son 20 yılda her şeye rağmen Türkiye ekseni’ni üretti. Şu ya da bu şekilde de olsa Batı ekseninden de, komünist Doğu ekseninden de bağımsızlığını ilan etti. Rusya’ya kurduğumuz ilişkilerin başka güçlerle kurulacak ilişkilerle dengelemesi gerektiğini her zaman altını çizerek hatırlattım bu sütunda. Sisi darbecidir ve kukladır. Mısır’ı kuklacılara bırakmamak için Mısır devletiyle ilişkilerin kurulması ve koparılmaması zaruridir.
Bu sütunda üç sene önce yazdığım bir yazımı sizlerle paylaşıyorum yeniden.
HAYSİYET CELLATLARINA İNAT!
Mısır’la ilişkilerimizin kopması, olacak iş değildi. Mısır’la ilişkilerin kopmasına başından bu yana karşı çıktım, bunun faturasının hem bize hem Mısır’a hem de bölgemize ağır olacağını yazdım sürgit. Başından bu yana Türkiye’nin Mısır’da darbeye karşı takındığı tavrın doğru ama buna rağmen Mısır’la ilişkilerimizi askıya almamızın yanlış olduğunu söyledim. Bunu bilenler bilir, bilmeyenler de bilsin artık.
Hükümet politika değiştirdiği için ben de fikrimi değiştirmiş filan değilim. Hükümete göre değil hakikate göre hareket ettim hep. O yüzden Mısır’la ilişkilerimizin askıya alınmasının yanlış olduğunu açık açık yazdım ve dillendirdim televizyonlarda başından bu yana.
Ne oldu peki? İnanılmaz hakaretlere, linçlere maruz kaldım!
Bana onca hakareti yapan, linç emrini veren tipler, köşe sahibi, köşe olmuş tipler! Nasıl “dansedecekler” acaba şimdi?
Benden özür dileyecekler mi?
Haysiyet cellatlarından özür dilemelerini beklemek olacak iş değil elbette.
Bu satırları tarihe not düşmek için yazmak zorundaydım. En zor zamanlarda bile hakikatin izini sürme mücadelemizin aslâ bitmeyeceğini söylemem bile gereksiz.
Her hâl ve şartta hakikatin izini sürdürdüğümüz sürece, düşe kalka da olsa, yaşadığımız iki asırlık yok oluş felâketini, çileyle, fikir ve oluş çilesiyle varoluş imkânına dönüştürebileceğimizden hiç şüphe etmedim.
SİYASÎ HADİSELER, KALICI İLİŞKİLERİ BOZMAMALI!
Gelelim Türkiye-Mısır ilişkilerinin rayına oturmaya başlamasının ne anlam ifade edeceği meselesine...
Her şeyden önce, Türkiye ile Mısır, bölgenin iki önemli tarihî aktörü. Mısır tarihinde, İslâm’ın tarih sahnesine çıkışından itibaren bizim oynadığımız belirleyici rolden sözetmeyeceğim. Mesele bu kadar basit değil.
Mısır, Arap dünyasının tarihî, siyasî, kültürel ve entelektüel lideri. Arap dünyasının kaderi biraz da Mısır’da yaşanan gelişmelere bağlı olarak şekil alır. Geçici siyasî hâdiselerden ziyade kalıcı, köksalıcı kültürel, entelektüel gelişmelerin kesintiye uğramadan ve sürgit güçlenerek sürmesi gerektiğinden sözediyorum burada.
Siyasî gelişmeler, elbette, ilişkileri zedeleyebilir zaman zaman ama aslâ engellememeli, buna izin verilmemeli, bunun için de güçlü kültürel ve entelektüel kanallar, yollar, imkânlar inşa edilmeli.
Siyasî hâdiseler gelip geçicidir ama kültürel ilişkiler, adımlar, atılımlar, alış-verişler kalıcı, köksalıcı, önaçıcı. Kültürel ilişkiler güçlü olursa, siyasî değişikliklerden ya da depremlerden yıkıcı şekillerde etkilenmez ülkeler arasındaki ilişkiler.
Önümüzdeki süreçte, bütün Arap dünyası ile, Afrika ile ve tabiî Türk dünyası ile kalıcı kültürel, entelektüel ilişkilerin temellerini atmaya yoğunlaşmalıyız. Müşterek bir medeniyet tasavvurunu, mefkûresini her alana adım adım nakşetme mücadelesi ve gayreti içinde olmalıyız.
Şam’ın, Kahire’nin, Buhara’nın, Taşkent’in, Semerkand’ın, Kaşgar’ın, Delhi’nin, Cakarta’nın, Saraybosna’nın, Üsküp’ün, medeniyetimizin kurucu şehirlerinin İstanbul’un Konya’nın, Erzurum’un, Bursa’nın, Edirne’nin kardeş şehirleri olduğunu unutmamalıyız.
Şehirler, medeniyetlerin damarları gibidir. Kan dolaşımı sürüyorsa, hayat da sürüyor ve umut var demektir.
BİZ GELİNCE, EMPERYALİSTLER GİDECEK...
Mısır’la ilişkiler aslâ kopmaz, koparılamaz! Çünkü Türkiye ile Mısır birbirlerine omuz verdikleri zaman bölgeden emperyalistlerin kovulması kolaylaşır. Bölge, hem Batılı emperyalistlerin hem de emperyalistlerin kuklası Fars emperyalizminin işgali altındadır!
Şunu bileceksiniz: Emperyalistler, İslâm dünyasını parçalamak için her yolu deneyeceklerdir. Bu süreçte İslâm dünyasını tam ortadan ikiye yarmak için her zaman Farsların önünü açacaklardır! Batılılarla İran arasında yaşanan “hır gür” danışıklı dövüştür, birbirlerinin önünü açmayı hedefleyen bir maskeleme operasyonudur.
O yüzden bu oyuna gelmemek için sadece Mısır’la değil İran’la da ilişkilerimizi güçlü tutmamız, İran’ın Batılılar tarafından kullanılma girişimlerinin önüne şu ya da bu şekilde de olsa set çekecektir.
Mısır’la ilişkilerimizin bahar havasına girmesi, orta ve uzun vadede kapalı kapıların açılmasına ve bölgenin kaderinin emperyalistler tarafından değil bölgenin kurucu aktörleri tarafından şekillendirilmesine imkân tanıyacaktır...
Mısır’ın ve diğer Arap ülkelerinin, emperyalistlerin güdümünden adım adım kurtulma süreci başlamıştır artık...İnşallah İslâm dünyasının gerçek bağımsızlığına kavuşmasının başlangıç noktası olur Türkiye-Mısır ilişkilerinin rayına oturmaya başlaması...
Biz, biz olarak gelebilirsek, emperyalistler kendiliğinden gitmek zorunda kalırlar...
.Bir MTO Manifestosu: Umut ışığı; direniş, diriliş ve varoluş kıvılcımı; uzun soluklu medeniyet tasavvuru yolculuğu…
Yusuf Kaplan
18/02/2024 Pazar
Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO), 4 yaşında... Sonbaharda 5 yaşında olacak inşallah.
16-22 Şubat tarihleri arası Bahar Dönemi başvuru haftası. Şu an Türkiye’de ve dünya genelinde 49 bin talebemiz var. Türkiye’nin geleceğini inşa edecek vefakâr, cefakâr ve fedakâr öncü kuşakların tohumlarını ekiyoruz. O yüzden bu yeni başvuru haftası münasebetiyle bir MTO Manifestosu yayınlamak istedim.
Uzunca bir süredir eğitim felsefesi dersleri veren biri olarak MTO’yu rahmet elçisi Peygamber Efendimiz’in (sav) geliştirdiği, üç kuşağın aynı anda yer aldığı, Hakikat talebesi olduğu, “yaş değil baş” ilkesini harekete geçiren Dârü’l-Erkâm ve Ashab-ı Suffa modellerinden yola çıkarak ilim / bilme, irfan / bulma ve hikmet / olma sütunları üzerine kurdum.
Aldığımız sonuç, tek kelimeyle, muhteşem oldu: MTO’nun gelişiyle, ülke gençliğinde gözlenen savrulma durduruldu. İstikamet üzere uzun
soluklu bir medeniyet tasavvuru yolculuğuna çıkıldı. Hakikat medeniyetini inşa edecek öncü kuşakların tohumları ekildi...
Çok dua alıyoruz bu yüzden. Bu ülkede çok az gayret, bu kadar dua aldı. Rabbim lûtfetti, uykuları bize haram etti, bu yolculuğun hâdimi olarak kollarımızı sıvadık, ülkemizin ve mazlum medeniyet coğrafyamızın makûs talihini yenmemizi sağlayacak önümüzü açacak öncü kuşakların tohumlarını ekmek için gece gündüz demeden koşturup duruyoruz.
Biz vazifemizi yapıyoruz. Ülkenin ve coğrafyamızın önünü açacak tohumları ekmeyi Rabbim bize nasip ederse, binlerce kez hamdederiz, bize nasip etmezse, vazifemizi yapmanın gönül rahatlığıyla şükrederiz...
TÜRKİYE, ZİHNÎ İŞGAL ALTINDA…
Anaokulundan lisesine ve üniversitesine kadar okullarımız, eğitim sistemimiz, benzeri görülmemiş bir banalliğin, sığlaşmanın, ezberciliğin, pozitivist ruhsuzluğun, ürpertici bir paganizmin ve putçuluğun pençeleri altında can çekişiyor...
Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan bu toprakların çocukları, canlı canlı toprağa gömülüyor kökü dışarıda laikçilik, idolperestlik gibi çağdışı pagan ideolojilerle, kariyerizm, hedonizm ve nihilizm gibi çocuklarımızın özgürlüklerini ellerinden alan, beyinlerini felçleştiren çağdaş putlar tarafından.
Bu ülke iki asırdır fiilen işgal edilmedi ama zihnen işgal edildi, içeriden ele geçirildi küçük bir devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri baronik-masonik şebekeler tarafından.
Bu ülke, Tanpınar’ın yerinde tanımlamasıyla “kültürel inkâr” aymazlığına soyundu, kültürel intiharın eşiğine sürükleniyor şimdi hızla... Güle oynaya hem de! Gel de isyan etme bu toprakların çocuklarının ve ruhlarının gözümüzün içine baka baka yok edilmesine...
Üniversiteler işgal altında: Tam da dünyaya sadece bizim sunacağımız bir medeniyet mefkûresine dünyanın ekmek kadar su kadar ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde mankurtlaşmış, metamorfoz yemiş, celladına âşık tasmalı çekirgeler yetiştirmekle meşgul bütün okullarımız!
Emperyalistler, dünyanın ruhu’nu temsil eden bu ülkeyi tek kurşun atmadan içeriden ele geçirdikleri için ne kadar sevinseler azdır: Düşünsenize, ülkenin 18-25 yaş kuşağının % 71’i, bunlar içinde en zeki olanlarının ise % 95’i ülkeyi terk etmek istiyor!
İki asırlık modernleşme, laikleşme, Batılılaşma projesiyle ülkenin tek kurşun atmadan içeriden teslim alınması değilse, nedir bu? Bu, bu ülkenin bağımsızlığının tehlikeye düşmesi demek değil midir?
ADAM YETİŞTİRECEK ADAMLARI YETİŞTİREMEZSEK…
İşte biz, MTO olarak bu baş aşağı gidişi, bu yok oluş sürecini durdurmak, geleceğimizi inşa edecek yeni Gazâlîleri, Râzîleri, İbn Arabîleri, İmam Rabbânîleri, İbn Haldunları, Yunusları, Mevlânâları, Itrîleri, Sinanları, Dede Efendileri yetiştirecek tohumları ekmek üzere çıktık yola…
Hedefimiz, bir yerlere adam yerleştirmek değil, adam yetiştirecek
adamları yetiştirmek...
Günü kurtarmak değil, geleceği kuracak öncü kuşakların tohumlarını ekmek...
Günübirlik düşünecek bodur, sığ kişiler değil, bize asırlık düşünecek çaplı, güçlü şahsiyetler armağan edecek köklü bir medeniyet atılımına öncülük etmek...
MTO, küresel ölçekte bir savrulmanın yaşandığı bir süreçte, kuşatıcı yaklaşımıyla Müslümanca bakış’ın, akış’ın ve varış’ın sütunlarını dikti, güzergâhlarını belirledi.
Samimiyet, İstikamet ve Ehliyet ilkeleriyle eğitimde hem kalitenin zirvesini hem ruhun nasıl inşa edilebileceğini hem de bütün talebeleri arasında kardeşlik ruhunun nasıl yeşertilebileceğini gösterdi bütün Türkiye ve yerküre üzerinde...
Gazze direnişi İslâmsız bir dünyanın insafsız bir dünya olduğunu ispatladı!
Yusuf Kaplan
19/02/2024 Pazartesi
Gazze’de insanlık katliamı işleniyor!
Çocukları öldürüyorlar bayım!
Çocukları yani geleceğimizi!
Bebekleri öldürüyorlar bayım, bebekleri!
Bebekleri yani masumiyetimizi!
Geleceği yok edilen, masumiyeti yok edilen insanlık, insanlığını yitirir, dünyayı cehenneme çevirir demektir.
Dört buçuk ay oldu Gazze’deki İsrail soykırımı başlayalı. İsrail terör örgütünün katlettiği masum insan sayısı 30 bini geçti.
Bunların 14 bini çocuk!
Ey aşağılık İsrail, çocuklardan ne istersin sen?
Çocuklardan neden bu kadar korkarsın?
ÇOCUKLARI, İNSANLIĞIN MASUMİYETİNİ KATLEDİYORLAR!
Çocukları öldürüyorlar!
Henüz annelerinin karnındaki, doğmamış bebekleri öldürüyorlar!
İblisin çocukları bu aşağılık katiller!
Çocuklar dünyanın ışığı demek oysa.
Dünyanın ışığını söndürmek, dünyayı karanlık bir cehenneme çevirmek istiyorlar Firavun’un adamları çağdaş Firavunlar!
Çocuklar, bebekler insanın masumiyet hâli, insanlığın masumiyeti demek.
Masumiyeti öldürerek insanın insanlığını yok etmek istiyorlar, insanı ruhsuz, efendilerine köpek gibi boyun eğen kölelere dönüştürmek istiyorlar!
Direniş ruhunu, haksızlığa, zorbalığa ve zulme başkaldırma ruhunu ve bütün başkaldıran insanları yok etmek istiyorlar!
Dünyayı ve insanlığı köleleştirmek, önlerinde diz çöktürmek istiyorlar!
Kudurmuş bunlar!
Kudurmuş kuduz köpek gibi vahşice parçalıyorlar çocukları, bebekleri, kadınları gözlerini kırpmadan!
Siz insan değilsiniz!
Siz insanlık katillerisiniz!
Siz hakikat düşmanlarısınız!
Siz vicdansız aşağılık mahlûklarsınız!
Siz paraya tapan ruhsuz, kalpsiz, vicdansız aşağılık adamlarsınız!
Siz savunmasız çocukları, bebekleri hunharca, vahşice, zevkle katledecek güce tapan zavallı, aşağılık, âciz yaratıklarsınız!
TABİATI DA KATLEDİYORLAR!
Tabiatı katlediyorlar, bayım!
Tabiatı ateşe veriyorlar, tabiattaki bütün masum varlıkları, hayvanları, bitkileri katlediyorlar!
Cayır cayır yakıyorlar, canlı canlı öldürüyorlar insanları, hayvanları, bitkileri!
Ruhsuzca…
İnsafsızca…
Vicdansızca…
llah belanızı versin sizin ey katiller!
Allah belanı versin senin ey aşağılık, katil İsrail!
Allah belanı versin senin ey aşağılık, katil, emperyalist ABD!
Allah belanı versin senin ey aşağılık, katil, emperyalist Avrupa!
Allah belanı versin senin ey aşağılık, katil, emperyalist Çin!
Allah belanı versin senin ey aşağılık, katil, emperyalist Hindistan!
Allah belanızı versin sizin ey katiller sürüsü!
Gazze soykırımı, Gazze’de naklen, canlı yayında katledilen çocukların, bebeklerin, masum insanların yaşadıkları ürpertici trajedi, bize Batılıların ahlâken çöktüklerini, tefessüh ettiklerini, dünyaya söyleyecekleri bir şeylerinin olmadığını, kütüphanelerinin anlamını yitirdiğini, insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi kavramların retorikten ibaret olduğunu, hiçbir anlamının olmadığını ispatladı, böylelikle Gazze’nin Batı uygarlığının mezarına dönüştüğünü gözler önüne serdi.
Gazze’deki ürpertici insanlık katliamı, hakikat katliamı, masumiyet katliamı Batı uygarlığının insanlık diye, hakikat diye, masumiyet, adalet ve hakkaniyet diye bir kavramlarının, dertlerinin olmadığını gösterdi.
DÜNYAYI MÜSLÜMANLARA EMANET EDEBİLİRİSNİZ SADECE!
Gazze, dünyanın Yahudilere emanet edilemeyeceğini ispatladı!
Gazze, dünyanın Amerikalılara da, Avrupalılara da, Çinlilere de, Hintlilere de emanet edilemeyeceğini ispatladı!
Gazze, dünyanın sadece Müslümanlara emanet edilebileceğini gözler önüne serdi bütün çıplaklığıyla: Tam 75 yıldır, zulme, katliama ve haydutluğa gözlerini kırpmadan destansı bir direniş mücadelesi veren Filistinliler, Gazzeliler insanlığın haysiyetini kurtarıyorlar!
Dünyanın Gazzelilere, Filistinlilere değeri hiçbir şeyle kıyaslanamayacak, ölçülemeyecek bir haysiyet borcu var!
İSLÂM’SIZ DÜNYA, İNSAFSIZ BİR DÜNYADIR!
Gazze direnişi, insanlığın haysiyetini koruyan bir direniştir.
Gazze direnişi, en zor şartlarda bile insanlığın haysiyetini sadece ve sadece Müslümanların koruyabileceğini gösteren destansı, insanlığın yüzakı bir direniştir.
Gazze direnişi, insanlığın direnişidir, hakikatin dirilişi, ruhun insanlığı diriltişi…
Gazze direnişi, İslâmsız bir dünyanın nasıl cehenneme çevrildiğinin ispatıdır.
Gazze direnişi, insanlığın haysiyetini, şahsiyetini, asaletini, hürriyetini ancak İslâm’ın teminat alabildiğinin ispatıdır.
Gazze, küfrün tek millet olduğunun en açık, apaçık ispatıdır!
Gazze, İslâm’ın hem direnişin hem dirilişin hem de varoluşun yegâne kaynağı olduğunun en somut, en sarsıcı ve en büyük ispatıdır.
Ey insan! İslâmsız dünyanın insansız bir dünya, insafsız bir dünya, merhametsiz ve ruhsuz bir dünya olduğunu açık ve seçik olarak anladın, değil mi, anladın!
Vesselâm.
.Gazze, küfrün tek millet olduğunu ispatladı!
Yusuf Kaplan
23/02/2024 Cuma
Gazze katliamının üzerinden dört ay geçti. Katliam sürüyor hâlâ! Çok ürpertici katliam görüntüleri geliyor. İsrail Eşitlik ve Kadın Bakanı May Golan, aşağılık bir kadın ve iğrenç bir bakan. Aşağılık ve iğrenç; çünkü “Gazze’nin yerle bir olmasından gurur duyuyorum.” diyor gözünün kırpmadan. Bunlar insan filan olamaz!
Öte yandan Birleşmiş Milletler’de (BM) İsrail’in Ateşkes yapması teklifi, 5 haydut’tan (=dâimî üyeden) biri olan ABD tarafından reddedildi! İnanılır gibi değil gerçekten! İnsan çıldırmamak için zor tutuyor kendini!
Dünya sadece Müslümanlara zulüm konusunda birleşti. Küfrün tek millet olduğu Gazze’de kesinleşti bir kez daha! Doğu da, Batı da İslâm düşmanlığı konusunda birleşti bir kez daha: ABD’nin başını çektiği Batı bloku ile Çin ve Hindistan’ın başını çektiği Doğu bloku, İslâm düşmanlığı konusunda birlikte hareket etmekten çekinmeyeceklerini ispat ettiler.
ÇİN, KÜRESEL SİSTEMİN RAKİBİ DEĞİL KÖLESİ OLDU!
Samuel Huntington, 1992’de Foreign Affairs dergisinde yayımlanan (ve anında İzlenim dergisinde yayınladığımız), daha sonra kendisinin kitaba dönüştürdüğü “Medeniyetler Çatışması” metninde, Çin ile İslâm’ın Batı’ya karşı ortak bir blok oluşturarak birlikte hareket edecekleri ihtimaline dikkat çekerek, buna izin verilmemesi gerektiği fikrini ortaya atmıştı.
Gelinen noktada Çin, neo-liberal kapitalist sisteme eklemlendi ve köle yapıldı; böylelikle beş bin yıllık Çin Ruhunu inşa eden medeniyet tecrübesini inkâr ermeye zorlandı. Çin, sonunda, kapitalist dayatmaya direnemedi, kapitalizmin önünde diz çöktü.
Şimdi, -çok özür dilerim ama- bizim “geri zekalı” ve “besleme” uluslararası ilişkiler profesörleri, Çin ile ABD ticarî savaşından ve hatta üçüncü dünya savaşının Çin ile ABD arasında çıkacağından dem vurup duruyorlar!
Oysa Çin ile ABD’nin ticarî savaşa girmeleri, kapitalizmin varlığını bir süre daha sürdürmesi için elzemdir, hatta bulunmaz bir fırsattır: Kapitalizm kendisini işte bu sistem-içi çatışmalarla ayakta tutuyor ve yeniden üretiyor.
Çin’in ABD’nin rakibi olacağını söylemek, ya olup bitenleri hakikaten kavrayamamak ya da birilerinin sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapmaya kalkışmaktır.
Çin-ABD ilişkileri ve Çin’in küresel sistemdeki yeri ve konumu meselesi ayrı bir makalenin konusu.
Burada benim dikkat çekmek istediğim nokta şu: Çin küresel sistem (küresel sistemin başaktörü Yahudiler) tarafından teslim alındı, o yüzden İsrail terör örgütünün Gazze’de işlediği soykırıma destek vermesi, 6 denizaltı ile Doğu Karadeniz’e damlaması boşuna değil.
Daha da ilginci, Çin’in İslâm dünyasını ortadan ikiye yaracak Şiî İran ile derin ilişkiler kurması. Bu açıdan da İslâm’la katmerli bir şekilde savaştığını söyleyeceğim Çin’in küresel sistemin kölesi olarak!
ÇİN İLE HİNDİSTAN İSLÂM DÜŞMANLIĞI KONUSUNDA BATI İLE YARIŞIYOR!
Çin’in İslâm düşmanlığı konusunda İsrail’den geri kalır yanı yok. On yıllardır inanılmaz bir Müslüman katliamı ve soykırımı yapıyor Çin Doğu Türkistan’da! Kimsenin gıkı çıkmıyor!
Ürpertici gerçekten!
Hindistan da aynı şekildeki anında damladı İsrail’e ve Hindu askerler Müslümanları katletmek için gönüllü olarak İsrail ordusuna katılmaktan ve Müslümanları katletmekten zevk duyacaklarını söylemekle kalmadılar, İsrail ordusunda bizzat savaşmak için sıraya girdiler!
Hindistan kim, peki?
İslâm nefreti ve düşmanlığı, Müslümanları kitleler hâlinde katledecek ve ülkeden sürecek kadar zıvanadan çıkmış durumda Hindistan’da.
Hindistan’la İsrail arasındaki askerî ve teknolojik askerî ilişkiler de derinleşmemiş durumda. Hindistan’da aylardır çok büyük bir Müslüman katliamı ve İslâmî tarihî eser kıyımı yaşanıyor! Yedi asırlık Babür Camii’ni yerle bir etti Hindistan resmen! Hem Müslümanları katlediyor kitleler hâlinde hem Hindistan’dan sürmek için savaşıyor!
Neresi burası, peki?
Müslümanların en yoğun olarak yaşadıkları ülke!
Şimdi anladınız mı, Müslüman Hindistan’ın parçalanarak sözümona bağımsız Müslüman devletlerin kurulması fikrinin nasıl sinsi bir İngiliz planı olduğunu!
Bu arada Sir Muhammed İkbal’in de İngiliz muhibbi olarak bu parçalanma fikrinin kökleştirilmesinde kilit rol oynamasının çok tedirgin edici benim açımdan.
İslâm düşmanlığı Hindistan’da da tavan yaptığı için Hindistan, İsrail’in Gazze katliamını desteklemekte tereddüt bile etmedi; hatta Müslümanlarla savaşacak gönüllü asker bile gönderdi İsrail’e! Bu kadar gözü dönmüş durumda Hintliler İslâm düşmanlığı konusunda Çin’i aratmıyorlar!
KÜFÜR TEK MİLLET
Gazze katliamı başlar başlamaz, ABD Başkanı Biden İsrail’e damladı!
İngiltere başbakanı Hindu Sunak İsrail’e damladı!
Almanya Şansölyesi Scholz İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu ilan etti ve İsrail’in yanında yer aldıklarını, ülke genelinde Filistinliler lehine gösteri yapılmasını yasakladıklarını ilan etti!
İtalya Başbakanı Meloni, hemen İsrail’de aldı soluğu!
Bütün Avrupa ülkeleri, Amerika, Çin, Hindistan, Gazze’de işlenen çocuk katliamlarına sadece sessiz kalmadılar, aksine İsrail’in yanında olduklarını deklare ettiler!
Böylelikle büyük bir insanlık suçu ve savaş suçu işlediklerini ispat etmiş oldular.
Sonuç, Gazze katliamı ve soykırımı, küfrün tek millet olduğunu bütün ürperticiliği ispat etti.
Bu yakıcı, ürpertici gerçek, Müslümanları silkeleyip kendilerine getirecek bir ders olur inşallah.
Biz Gazze’yi kurtaramadık diye dövünüp dururken, Gazze bizi kurtaracak galiba.
.Küresel Yahudi “beyin” network’ü
Yusuf Kaplan
25/02/2024 Pazar
i,
Gazze soykırımı başlatıldığında ilk yazdığım yazımda “İsrail, Filistin’i haritadan, Filistinlileri de tarihten, bu dünyadan silmek istiyor” diye yazmıştım. Ürkütücü bir gelecek okumasaydı bu ama gerçek olma ihtimali oldukça yüksekti
Gazze soykırımının üzerinden dört ay geçti, benim bu korkumun gerçekleşme ihtimali gittikçe artıyor. Ve beni her geçen gün daha fazla korkutuyor!
Filistin’i haritadan silme, Filistinlileri topyekûn yok etme fikrinin gerisinde devletler değil sözümona Yahudi network’ü ve güdümündeki akademisyen kılıklı “operasyon adamları” var!
Bunların en başta geleni, Harari denen “Homo Deus / Tanrı İnsan” başlıklı kitabın yazarı. Bu adam Tel Aviv Üniversitesi’nde ama dünyanın düşünce gündemini yönlendiriyor Yahudilerin dünya ölçeğinde en güçlü medya ve propaganda araçlarına sahip olmalarından ötürü.
Filistinli çocukların katledilmelerine methiyeler dizmişti bu aşağılık mahlûkât.
Ben bu yazımda akademiyi değil kendi network’lerini, insanlığı değil Yahudilerin dünya üzerindeki hegemonyalarının teorik temellerini atmak için nefes alıp veren ve dünyada da çok etkili olan Yahudi gücünün entelektüel network’ünü ve bu network’ün dünyayı nasıl cehenneme sürükleyen projeleri hazırladığını, münhasıran da İslâm dünyasının nasıl Yahudi gücünün kölesi hâline getirilebileceğinin teorik yol haritalarını çıkardıklarını kısaca göstermek istiyorum bu yazıda
.Yusuf Kaplan
OPEC KRİZİ VE ÖTESİ
Gazze’deki katliamı durdurmak için neler yapılabilir?
Şunlar meselâ: Dünyanın belli başlı ülkelerinin, sözümona belli başlı Müslüman ülkelerinin İsrail›e ekonomik ambargo kararı almaları. Batılı veya Doğulu büyük güçleri geçtim, sadece Arap ülkelerinin petrolün vanalarını kısmaları, hem İsrail›e hem de İsrail›in dünyanın gözü önünde televizyonlarda naklen yayınlanan katliamlarına göz yuman emperyalist ülkelere ekonomik açıdan çok büyük bir darbe vurmaya yeter.
Bu imkânsız bir hâdise değil, yakın tarihte çok çarpıcı örnekleri var. En başta geleni 1970’lerdeki -adına OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler) denen- “OPEC Krizi”. Dönemin Suud Kralı Faysal, küresel Yahudi-kapitalist sistemin beyni, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı›nı da yapan Henry Kissenger’ı alıyor, petrol kuyularına götürüyor ve aynen şunu söylüyor: “Filistin’de işlediğiniz cinayetleri, işgali durdurmazsanız bu petrol kuyularını havaya uçururum. Ne size yâr olur, ne de bize!”
Ve dediğini yapıyor rahmetli Kral Faysal. Rahmetli sıfatını hak eden belki de tek kralıydı Suudların Kral Faysal.
Vanalar kapatılıyor ve dünyada büyük bir ekonomik kriz patlak veriyor. Bir süreliğine de olsa, Filistinliler görece rahat nefes alıyor ama küresel kapitalist-Yahudi sistemi, İslâm’la Savaş stratejisini küresel strateji olarak gündemine alıyor ve Amerika’daki, Avrupa’daki Yahudi entelijansiya, İslâm’ın küresel Yahudi-kapitalist sistemine başkaldırmasının önüne nasıl geçilebileceği meselesi üzerinde kafa patlatıyor.
YAHUDİLERİN GÜDÜMÜNDEKİ AKADEMİSYEN KILIKLI OPERASYON ADAMLARI!
İlk tepki, aşağılık Yahudi tarihçi (aynen, aşağılık, sinsi, iğrenç sadece Yahudilerin küresel hegemonyaları için kalem oynatan İngiliz kökenli Yahudi tarihçi) Bernard Lewis’ten geliyor. Bunlar tarihçi akademisyen filan değil. Henry Kissenger, Bernard Lewis gibi adamlar kelimenin tam anlamıyla “operasyon adamları”: Amerikan, İngiliz, İsrail istihbaratına çalışan ama Yahudilerin çıkarlarını korumak ve kollamak, daha doğru bir ifadeyle, Yahudilerin dünya hegemonyası projesini hayata geçirmek için üzerlerine düşen “görev”leri yerine getiren Yahudi gücünün sözcüleri ve gözcüleri pespaye adamlar!
Dünyada türleri de türedi hızla yer yerde: Bunların sahip oldukları güç ve servetle gözleri kamaşan dünyanın en parlak akademisyenlerini köleleri yapıyor ve Yahudi gücünü çıkarları için kullanmakta tereddüt emiyorlar!
Yerküre üzerindeki toplam nüfusları 30 milyonu bulmayan Yahudi nüfusunun nüfûzu nüfuslarıyla ters orantılı: Dünyanın en küçük azınlığı her alanda dünyanın çoğunluğuna hükmediyor! Hükmediyor ne kelime, “köpek gibi” kullanıyor!
OPERASYON DERGİLERİ VE MECRALARI
Dünyanın New York Times, Washington Post, Financial Times, Wall Street Journal, Die Zeit gibi en çok okunan ve en etkili gazeteleri, bu Yahudi entelijansiyasının oluşturduğu bir avuç network’ün elinde ve kontrolünde. İki ayda bir yayımlanan Foreign Affairs, ayda bir yayımlanan The Atlantic Monthly, The National Interest gibi Yahudi network’ün güdümündeki CFR (Center for Foreign Relations / Dış İlişkiler Komitesi), Türkiye’deki 28 Şubat darbesinin gerisindeki örgütlerden RAND Corporation gibi Amerika’nın ve dolayısıyla dünyanın ekonomi-politiğine ve teo-politiğine yön veren think tank’lerin yayın organları.
Türkiye’de think tank’lere düşünce kuruluşu deniyor. Çok yanlış. Cinayet hatta! Düşüncenin ve beynin katledilmesi bu. Bu şebekeler, düşünce üretmiyor, siyasete malzeme üretiyor, akademiyi küresel hegemonyasını tesis etmekte köle gibi kullanmaktan çekinmeyen güç odaklarının çıkarlarını pekiştiren “gönüllü entelektüel köleler” yetiştiriyor!
“MÜSLÜMAN ÖFKE”
Sözgelişi, büyük tarihçi diye anılan operasyon adamı Bernard Lewis’in 1980’lerde The Atlantic Monthly dergisinde yukarıda zikrettiğim OPEC Krizi sonrasında yayımlanan “The Muslim Rage” / “Müslüman Öfke” başlıklı yazısı, küresel sistemin Soğuk Savaş’ı bitirmesinin ve “terörle savaş” denilerek hedef saptırtılan İslâm’la Savaş stratejisinin fitilini ateşlemiş ve teorik temellerini atmıştır!.
Bir taraftan “Ermeni soykırımı olmamıştır” diyerek laik Türk elitlerini ayartarak kontrolüne aldıktan sonra “Türkleri AB’ye alamayız. Türkleri AB’ye alırsak AB yüzyıl içinde Müslümanlaşır” diyen de işte bu Bernard Lewis’tir.
Bunlar entelektüel, akademisyen filan değil, küresel Yahudi network’ünün eli kanlı akademisyen kılıklı operasyon adamlarıdır! Tarihte de bu adamların örnekleri çok ama bu konu başka bir yazının konusu.
Akademisyen kılıklı köle ruhlu aşağılık operasyon adamlarına ve küre ölçeğindeki network’lerine dikkat, diyorum.
Vesselâm.
..XXX
28 Şubat darbesi ve üç büyük ihaneti!
Yusuf Kaplan
26/02/2024 Pazartesi
Elif Subaşı ve 42 kişi beğendi2 yorum yazıldı
28 Şubat fiilen bitti ama bizi de zihnen bitirdi. Sözgelişi, başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik. 28 Şubat’ın yol açtığı, yaşattığı travmanın kaçınılmaz sonucuydu bu.
Türkiye, iki asırdır çok büyük travmalar yaşıyor...
İki asırdır, bu ülkede “ipler”, bu ülkenin has çocuklarının elinde değil –hâlâ!
Türkiye, Fırat Kalkanı’yla birlikte bağımsızlığına kavuşma yolunda ilk tarihî adımı attı. Ama yolun başındayız henüz...
Tanzimat’tan 28 Şubat’a kadar bu toplum, dışardan dayatılan, içerde celladına âşık elitler tarafından uygulanan travmatik ameliyatlarla hizaya getirilmeye, “adam edilmeye”, ehlileştirilmeye, mankurtlaştırılmaya çalışılıyor...
200 yıllık modernleşme (münhasıran laikleşme) tarihimiz, esas itibariyle Türkiye’nin içerden teslim alınması tarihidir; dışardan fiilen sömürgeleştirilmeyen bu toplumun içerden zihnen sömürgeleştirilmesi, epistemik / zihnî köle yapılması serencamı.
ÜÇ BÜYÜK İHANET!
28 Şubat, yeniden mazlumlara, İslâm dünyasına öncülük edecek müslüman Türkiye’nin gelişinin durdurulması girişiminin son ürpertici perdelerinden biridir.
28 Şubat, üç büyük ihanetin adıdır:
Birincisi, “irtica tehdidi” palavrasıyla, toplumun İslâmî kimliğinin yok edilmesi ihanetidir.
İkincisi, 28 Şubat, Türkiye’nin parçalanmasının zihnî, sosyo-kültürel temellerinin atıldığı bir ihanetin adıdır.
Üçüncüsü, İslâm’ın protestanlaştırılması ihanetinin dönüm noktasıdır.
İhanet kelimesini, öyle ulu orta kullananlardan hazzetmem. Ama yaşananları, ihanet’ten başka bir şeyle izah etmek zorlaşıyor, maalesef.
TÜRKİYE’NİN İSLÂMÎ KİMLİĞİNİN YOK EDİLMESİ İHANETİ
İki asırdır gökkubbemiz çöktü; bütün dünyayı kan gölüne çeviren emperyalist Batılılar, İslâm dünyasını da işgal ettiler, talan ettiler, paramparça ettiler ve fiilen / siyaseten köleleştirdiler!
Batılıların sömürgecilik ve emperyalizm tarihi sürecinde, İslâm dünyası üzerinde uygulamaya koydukları –Şark Meselesi çerçevesinde hayata geçirilen– iki büyük strateji vardı: Birincisi, tarih yapan bir aktör olarak İslâm’ı (yani İslâm medeniyetini) tarihten uzaklaştırmak. Bunu, Osmanlı’yı, Türk dünyasını, Hindistan’ı, Arap dünyasını paramparça ederek başardılar.
İkincisi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak... Kabaca yüzyıldır bu stratejiyi uyguluyorlar değişik şekillerde....
28 Şubat postmodern darbesi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesinin son perdesidir.
Düşünün...
1990’da Soğuk Savaş bitirilmiş. Hem de alelacele!
Niçin?
Osmanlı’nın durdurulması, Hindistan’ın parçalanmasıyla tarihten uzaklaştırıldığı düşünülen İslâm Fas’tan Malezya’ya kadar, Müslümanların hem emperyalistlere karşı direniş mücadelelerinde hem de yeniden diriliş mücahedelerinde belirleyici yegâne güç, yegâne sarsılmaz kaynak konumuna yükselmiş...
Batılıları çıldırtan bir gelişme bu!
İslâm dünyasında uygulanan, nasyonalist ve sosyalist projelerin çökmesi, (Nasır’ın, 6 günde İsrail ordularının Mısır ordusunu yerle bir etmesiyle bitmesi), İslâmî söylemlerin çığ gibi büyümesiyle sonuçlanınca emperyalistler paniğe kapıldılar ve Soğuk Savaş’ı resmen bitirerek, “terörle savaş” maskesiyle –kendi icat ettikleri örgütleri– kullanarak “İslâm’la postmodern savaş” sürecini başlattılar.
Küresel sistem İslâm’la savaşırken, Türkiye’deki sivil ve askerî oligarşi, irtica dediği İslâm’ı Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak konumlandırmaktan çekinmedi.
Böylelikle küresel sistemin kölesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Oysa benimsenen proje, bu topraklara, bu toprakların çocuklarına ihanetti: Bu toplumun tarih yapmasını mümkün kılan ruhköklerini kurutmak amacıyla imam-hatipler kapatıldı, Kur’ân Kursları 15 yaş öncesi çocuklar için yasaklandı, başörtülü kızlara üniversitenin kapıları kapatıldı!
Bunu, sömürgeciler bile yapamazdı!
Oysa imparatorluk bakiyesi ve nüfusun % 98’inin resmen Müslüman olduğu bir ülkede, toplumun ortak kimliği, Müslüman kimliği pekiştirilmeliydi; fakat tam tersi yapılarak İslâmî kimlik aşağılandı, toplumu mankurtlaştıracak adımlar atıldı her alanda.
Toplumun İslâmî köklerini kurutmak, bu topluma yapılabilecek en büyük ihanetti.
Bunun faturasını bu toplum daha sonra çok ağır ödeyecekti...
TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASI İHANETİ!
İşte ikinci büyük ihanet tam bu noktada devreye girdi: Toplumun İslâmî kimliğini aşağılayarak, laik kimliği her alanda dayatmaya kalkışmak, etnik kimliklerin kaşınmasıyla ve etnik kimliklerin İslâmî kimliğin önüne geçmesiyle sonuçlandı.
Bu, Türkiye’nin parçalanmasının tohumlarını eken büyük bir ihanetin başlangıç noktasıydı.
Oysa yapılması gereken şey, tam tersine, İslâmî duyarlıkları, kimliği, söylemleri pekiştirmekti: Bunun için de gerekli tarihî malzemeyi seferber etmek gerekiyordu. Meselâ, Türklerle Kürtler ne zaman ki, omuz omuza vermişler, işte o zaman hem emperyalistlerin oyunlarını püskürtmüşler hem de müşterek bir medeniyet dünyasını birlikte inşa etmişler. Kardeşliklerini tarihe nakşetmişler.
İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, laik kimliğin ve duyarlıkların dayatılması, kaçınılmaz olarak etnik kimliklerin, İslâmî kimliğin önüne geçmesine, bu da, Türkiye’nin parçalanma sürecinin tohumlarının ekilmesine yol açtı.
Özetle: Bu ülke, böyle bir ihanet görmedi!
Hem irtica diyerek İslâmî kimlik, duyarlıklar bastırıldı; hem etnik kimlikler kaşınarak ülke bölünmenin eşiğine fırlatıldı; hem de toplumun İslâmî ruhkökleri bastırılarak İslâm’ı protestanlaştıracak tehlikeli bir proje icat edildi.
İSLÂM’IN PROTESTAN-LAŞTIRILMASI
Kemalizm’in projesi, İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve yeniden hayata yön verecek bir güce ulaşmasının önünü tıkamaktı. Bunun yolu İslâm’ı sekülerleştirmekten yani protestanlaştırmaktan geçiyordu.
FETÖ marifetiyle İslâm siyasetten ve hayatın her alanından uzaklaştırıldı; önce Erbakan’a darbe yapıldı ve FETÖ’nün önü 28 Şubatçı generaller tarafından açıldı; ardından İslâmî duyarlıkların aşındırılması süreci hızlandırıldı. FETÖ marifetiyle Erbakan Hoca’nın inşa ettiği Müslüman siyasî bilinci linç edildi!
İşte size 28 Şubat’ın üç büyük ihaneti!
Eğer bu üç büyük ihanet derinlemesine sorgulanmazsa, bu ülke, bu tür ihanetlerden hiç bir zaman kurtulamaz ve belini aslâ doğrultamaz!
Vesselâm.
.İçimizdeki İranlılar ya da Türkiye’de Türkiye’yi savunamamak!
Yusuf Kaplan
1/03/2024 Cuma
musa kazim suslu ve 64 kişi beğendi11 yorum yazıldı
Gazze’de bebekler, çocuklar katlediliyor!
Yüreğimiz yangın yeri!
Boykotsa boykot, ambargo çağrısıysa ambargo çağrısı.
Hepsini yaptım, yapıyoruz da en yoğun şekilde.
Gazze konusunda, Kudüs davası, Filistin davamız konusunda benim hassasiyetimi tartışanların alınlarını karışlarım! 4,5 aydır neredeyse sadece Gazze’yi yazıyorum, Gazze’yi konuşuyorum, Gazze’deki soykırımın bir an önce durdurulması için çırpınıp duruyorum.
İÇİMİZDEKİ İRANLILAR VE İRANCILAR NEDEN BANA SALDIRIYORLAR?
.Bütün konuşmalarını “Gazze’deki soykırımdan sonra Gazze’den başka neyi konuşabiliriz ki? Sözün bittiği yerdeyiz. Gazze’den başka konuşacak bir şey olamaz!” diyen ve derslerini, seminerlerini, konferanslarını Gazze üzerine kuran birine, bir fikir adamına Türkiye’nin Gazze’de olduğunu söyledim, diye saldırılması düşündürücüdür. Türkiye’de Türkiye’yi savunmak bile zorlaştı! Böyle bir şey kabul edilemez!
Benim Gazze konusunda nasıl üzüldüğümü, neler yapabiliriz diye gece gündüz nasıl çırpınıp durduğumu bilen bilir. Gazze, Filistin ve Kudüs davamızı en etkili şekilde kitlelere ulaştıracak bir tiyatro eserini MTO ekiplerimizle birlikte adım adım Anadolu’da, Trakya’da dolaştıran, her şehirde, her ilçede oyunun sahnelenmesi, kitlede Gazze şuuru ve duyarlığı oluşturulması için çırpınıp duran bir adamı “Türkiye Gazze’dedir,” dedim diye topa tutmak hiç de normal bir davranış değildir.
Ben yalan söyleyecek adam değilim. Hele de Gazze gibi hayatî bir meselede Türkiye olarak nasıl daha fazla ve daha etkili adımlar atabiliriz diye kafa yoran bir adamın bu konuyu başka şeylere, siyasete meze yapması kadar iğrenç bir şey olamaz. Böyle bir şeyi bu ülkede en son yapacak kişinin hedefe konulması ise boşuna değil, bunun bilincindeyim.
Son derece emin bir şekilde söylüyorum: Türkiye maddî, nakdî ve ötesi araçlarla Gazze’dedir, Gazzeli kardeşlerimize el uzatıyor. Filistinli Müslüman yöneticilere, çeşitli gruplara “yardımları” elden ve bizzat iletiyoruz STK’larımız üzerinden çeşitli yollarla. Sadece bu kadarını söylüyorum şimdilik. Anlayın artık.
Benim yalan söylediğimi söyleyenler de, ima edenler de karaktersizdir. Ben yalan söyleyecek, particilik pırtıcılık yapacak kadar düşük bir adam olmadım hiçbir zaman.
Külliye’ye bile gitmemiş bir adama yapılan saldırılar, ruhsuz tiplerin saldırıları olabilir yalnızca.
İrancı ve bu arada Fetöcü şebekeler fırsat bu fırsat diye saldırıyorlar.
TÜRKİYE, İRAN’IN SÖZÜMONA “MAZLUMLARIN KORUYUCUSU” ROLÜNÜ TEPETAKLAK ETTİ
Türkiye, Erdoğan’ın “One Minute” meydan okumasından sonra “İran’ın, emperyalistlerle sadece biz mücadele ediyoruz”, yalanını deşifre etti ve mazlumların yanında olduğunu dünyanın dört bir tarafında ispat etti: İran varlığını İsrail’e borçlu, İsrail de varlığını İran’a borçlu.
İran, küresel sistemin taşeronudur: İran’ın zaman zaman ABD ve İsrail tarafından hedef tahtasına yatırılması İran’ın önünü açmaya dönük bir operasyondur. Küresel sistemin lordları İran’ı hedef tahtasına koymakla, hem mağdur konuma düşürmüş hem de emperyalistlerle savaştığı izlenimi vererek İran’ı İslâm dünyasının koruyucu ve kollayıcısı, mağdurların sesi soluğu konumuna yükseltmek istiyorlar. Oysa İran, emperyalistlerin taşeronudur, yanlışlıkla Nil’e olsa bir defa bile Telaviv’i bombalamayı akıl edememiştir!
İran, emperyalizmin gizli uşağı ve hizmetkârıdır. İslâm dünyasının istikrarsız-laştırılmasında kilit rol oynamaktadır. Küresel sistem, İran’ın Arabistan Yarımadası’na çökmesine, Irak’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı, Körfez ülkelerini, Yemen’i işgal ve kontrol etmesine uygun bütün şartları hazırlamış ve İran’ın hem Arabistan’a, hem de özellikle Türkiye’nin güneyine yerleşmesini, dolayısıyla Türkiye’yi güneyden kuşatmasını sağlamıştır.
İran’ın Türkiye’yi güneyden kuşatması, sadece Türkiye’nin kuşatılması değil, Sünnî dünyanın kuşatılması ve İslâm dünyasının toparlanmasının önünün kesilmesidir.
Böylelikle sadece Şiî yayılmacılığı Fars emperyalizmi değil, İsrail ve İngiliz emperyalizmi de genelde İslâm dünyasını istikrarsızlaştırmak ve Sünnî dünyanın tabiî, akîdevî ve tarihî lideri Müslüman Türkiye’nin İslâm dünyasına bin yıldır yaptığı gibi yine liderlik yapmasının önünü sonuna kadar tıkamak istiyorlar.
İRAN, EMPERYALİZMİN DÜŞMANI DEĞİL SÜNNÎ DÜNYANIN DÜŞMANIDIR!
İran’ın emperyalizmin düşmanı olduğu fikri, sadece illüzyondan ve propagandadan ibarettir. Bunu görmek için Türkiye’nin güneyine ve bütün Arabistan Yarımadası’na emperyalistlerin de, İran’ın da eşzamanlı olarak yerleşmelerine bakmak kâfidir.
Türkiye, Batı ittifakının bir üyesi ama dostu değil, düşmanıdır. İran, görünüşte Batı’nın düşmanı ama gerçekte Batılıların önünü açan bölgenin üçüncü çıbanbaşıdır İsrail ve emperyalistlerinde güdümünde kurulması planlanan kanton terör devleti projesiyle birlikte.
Türkiye, Erdoğan’ın kararlı ve dirayetli liderliğiyle, İran’ın neredeyse yarım asırdır oynadığı mazlumların hamisi rolünün nasıl sahte ve Fars emperyalizmi yayılmacılığı taşıyan emperyalistlere hizmet eden, İslâm’ın önü tıkayan iğrenç bir oyun olduğunu deşifre etmiş ve yeniden İslâm dünyasının umudu olduğunu göstermiştir.
Türkiye’nin Gazze’de olduğunu söylediğimde bana saldırılmasının nedeni budur. Türkiye’nin açıktan savaşa sokulması için çalışan İngiliz-Yahudi kuklaları var bu ülkede. İçimizdeki İranlılar diyebiliriz buna. Hem Türkiye bir şey yapmıyor imajı oluşturmak hem de Türkiye’nin tuzağa düşürülerek savaşa girdirilmesini sağlamak istiyor bu pespaye adamlar!
Şunu bilsin herkes: Türkiye hem savaşa girme tuzağına düşmeyecek hem de Gazze’ye en fazla desteği vermeyi sürdürecek. Şu an en fazla maddî ve nakdî yardımını yapan ve bunu yerine ulaştıran ülke Türkiye’dir. Ama durumun nezaketinden ötürü bu konu elbette ki özene bezene ve zekice görülmektedir. Türkiye’nin Gazze’de olduğunu iyi bilen içimizdeki İranlılar ve İranlılar bana saldırılarını artırdılar. Bilerek saldıranlar iğrenç adamlardır. Bilmeden saldıranlar ne yazık ki hassas, yerleri suistimal edilen duyarlı kardeşlerimdir.
Dün Bosna’da, Kosova’da nasıl derinden varolduğumuz daha sonra anlaşıldıysa, yarın Filistin’de, Gazze’de olduğumuz da anlaşılacak, resmen ve alenen açıklanacak…
Ozaman bana saldıranlar ne diyecek, özür dileyecek mi?
Açıkça söylüyorum: Türkiye Gazze’ye en çok maddi, nakdî ve gıda yardımı yapan ülkedir. Burada güzel ve zekice bir organizasyon var. Alçaklık yapmanın âlemi yok.
Türkiye beklenendir. Bu gerçek, yarın daha iyi anlaşılacak ve geleceği inşa edecek inşallah.
Vesselâm.
.Üç mankurtlaşma tecrübesi: 28 Şubat ve Müslüman Türkiye’nin durdurulması
Yusuf Kaplan
3/03/2024 Pazar
Elif Subaşı ve 32 kişi beğendi3 yorum yazıldı
Başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. Bilmiyoruz; çünkü başımıza ne geldiğini bilme konumunda olan entelijansiyası yok bu ülkenin. Entelijansiyası yani âlimi, ârifi ve hakîm’i. Başka bir deyişle, Grmasci’den ödünç alarak söylemem gerekirse, duyarlıkları ve kaderi milletin duyarlıkları, tarihi, kültürü ve kaderi ile bütünleşen “organik aydınları” yok bu ülkenin.
İki asırlık bir mazisi bulunan modern / seküler’leşen Türkiye için kurulabilecek en açıklayıcı ama aynı ölçüde de en sarsıcı üç cümle şu: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir. Daha kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü, celladına âşık edilmesi ve tasmalı çekirgelere dönüştürülmesidir.
TÜRKİYE’YE YAŞATILAN ÖRTÜK / SİNSİ SÖMÜRGECİLİK TECRÜBESİ
Türkiye, doğrudan sömürgeleştirilmedi, dolaylı, örtük ve sinsi bir sömürgeleştirme ameliyesine tabi tutuldu, tutulmaya da devam ediliyor hâlâ!
Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi darbelerle gerçekleştiriliyor. Türkiye bu darbelerle terbiye ediliyor, kökleri koparılmaya, ruh kökleri kurutulmaya ve hizaya getirilerek küresel sistemin önünde diz çöktürülmeye çalışılıyor iki asırdır.
Darbelerin her türü denendi bu iki asırlık süreçte. Bürokratik darbe, askerî darbe, siyasi darbe, ekonomik darbe, hukuk darbesi vesaire.
Türkiye’nin yaşadığı sömürgecilik tecrübesi, gizli, örtük, sinsi bir sömürgecilik tecrübesi: Açık sömürgecilikten daha tehlikeli. Daha tehlikeli; çünkü açık sömürgecilikle emperyalistler açıktan saldırıyorlar ve fizîkî ölümünüzü; örtük sömürgecilikle ise, zihninizi ele geçiriyorlar ve beyin ölümünüzü gerçekleştiriyorlar: Bir toplumun beyin ölümü, mankurtlaştırılması ve ruhsuzlaştırılması, dolayısıyla özünü de, özgürlüğünü de yitirmesi demek.
Özetle… Şunu zihnimize kazıyacağız: Türkiye, dışarıdan ele geçirilemedi, içeriden ele geçirildi.
Başka bir ifadeyle, her zaman söylediğim gibi, Türkiye fiilen işgal edilemedi ama zihnen işgal altında.
BİRİNCİ MARKURTLAŞMA TECRÜBESİ: TANZİMAT
Türkiye üç mankurtlaşma tecrübesi yaşadı. Üç mankurtlaşma tecrübesi de emperyalistler tarafından planlandı, içerideki uyduları tarafından uygulandı.
İki asırlık karmaşık, sinsi bir süreç bu: Birinci mankurtlaşma tecrübesi, Tanzimat’la başladı. Dışarıdan yapılan müdahale içerideki işbirlikçi uydular tarafından gerçeğe dönüştürüldü.
Tanzimat, devletin İngilizlerin müdahalesiyle Osmanlı’daki devşirmeler (omurgasını Sabetaycıların oluşturduğu baronik-masonik şebeke) tarafından ele geçirilmesidir.
Yılmaz Öztuna’nın bile, Gülhane Hattı Hümayunu Tanzimat ile bürokratik darbe yaparak devleti İngilizlere teslim eden Mustafa Reşit Paşa’ya, aptal ve oportünist resmî tarihçiler gibi “Büyük Reşit Paşa” demesi, bu ülkenin entelijansiyasının nasıl ürpertici mankurtlaşma tecrübesi yaşadığımı gözler önüne serer.
Özetle… Tanzimat, Şerif Mardin’in nefis tanımlamasıyla, “Osmanlı’nın kendinden şüphe etmesi ve kendine olan güvenini yitirmeye” başlamasıdır.
LAİKÇİ SOSYAL MÜHENDİSLİK PROJESİYLE GELEN SEKÜLER MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ
Mankurtlaşma süreci Meşruiyetle ve ardından gelen laikçilik projesiyle birlikte ivme kazandı ve zıvanadan çıktı: Türkiye’nin İslâmî kimliği, birikimi ve ruhu yok olma tehlikesiyle karşı kaşıya kaldı.
Bizim modernleşme / laikleşme / Batılılaşma tecrübemiz Tanzimat’la başlayan mankurtlaşma tecrübesini en uç noktasına taşıdı: Kendini inkâra ve ruh köklerini yok etmeye kadar taşındı!
Kendini inkârın nasıl intihara dönüştüğünün en sarsıcı örneği olarak tarihe geçti.
ÜÇÜNCÜ MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ: 28 ŞUBAT İHANETİ
Daha önce de yazmıştım: 28 Şubat postmodern darbesi, dış mihraklar ve iç uşakları ile gerçekleştirildi. Bir ihanet darbesidir 28 Şubat: Bu toplumun ruhuna, mayasına ve ruh köklerine ihanettir.
Küresel sistemin iki dünya savaşından sonra kriz üstüne kriz yaşadığı kaotik bir zaman diliminde küresel sistemin lordlarının düşman arayışlarının neticesi olarak Soğuk Savaş derhal bitirildi ve yeni bir düşman icat edildi: İslâm. İslâm terörle, şiddetle, fanatizmle özdeşleştirildi ve şeytanlaştırıldı. Batı, bir kez daha öteki üzerinden, düşman üzerinden kendini tarif etti.
Düşman İslâm’dı. İslâm’n yeniden tarih sahnesine çıkışı önlenmeliydi.
Küresel sistem, İslâm’ı, önündeki en büyük engel gördüğü için hedef tahtasına yerleştirildi.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir zaman diliminde 28 Şubat’ın generalleri de, “irtica” diyerek İslâm’ı hedef tahtasına oturtma yarışına girdiler!
Dün İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir ülkenin metamorfoz yemiş, mankurtlaşmış çocukları son yüzyılda İslâm’ı bu ülkenin hayatından silecek ürpertici işlere imza attılar. Bu ülkedeki -laikliği koruma adına yapılan, aslında Türkiye’nin Batı’nın yörüngesinden çıkmaması ve yeniden İslâmî küresel bir yörünge oluşturmaya kalkışmaması için gerçekleştirilen- bütün darbeler, ülkenin İslâmî bir geleceğe sahip olmasını önlemeye dönük darbelerdir.
Oysa İslâm bu ülkenin birliğinin, dirliğinin ve kardeşliğinin, istiklalinin ve istikbalinin yegâne temeli ve sigortasıdır. Eğer bu ülke İslâm’ı kaybederse, imparatorluk bakiyesi 30’u aşkın etnik kimliğin varolduğu bir ülkede, temelsiz, İslâmsız bir Türk kimliği üzerinden zoraki olarak bir sosyal mühendislik projesi şeklinde icat edilen laik ulusal kimlik, bu toplumdaki etnik kimlikleri kaşımaktan, İslâmî duyarlıkları aşındırmaktan ve Türkiye’yi her bakımdan parçalanmanın eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir sırada Türkiye’nin bağımsızlığının sembolü ve sigortası İslâm’ı hedef tahtasına yatıran laik vesayetçi aparatlarının ülkede İslâm’a, İslâmî sembollere ve değerlere vandalca saldırmaları, bu toplumun tanık olduğu en büyük ihanettir.
Toplumumuz, sözkonusu üç mankurtlaştırma projesinin yol açtığı travmalarla boğuşuyor ama bu iç-dış çetelerce geliştirilen “endülüsleşme” (=Türkiye’nin İslâmî kimliğini içeriden yok etme) projelerine karşı da yılmadan, yıkılmadan direniyor iki asırdır…
Bu direniş, dirilişe ve varoluşa dönüşünceye kadar sürecek biiznillah.
Vesselâm.
.Bin yıllık büyük oyun: Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı (I)
Yusuf Kaplan
4/03/2024 Pazartesi
esubai131377762 ve 57 kişi beğendi6 yorum yazıldı
Gazze’de masumları ve mazlumları katletmeye devam ediyor aşağılık İsrail terör devleti! Dünya da, olmayan İslâm dünyası da seyretmeye devam ediyor -hâlâ!
Gazze direnişi, İsrail’in, Yahudilerin, emperyalist Batılıların yenilmezliği efsanesinin ayartıcı bir masal olduğunu enfes bir şekilde ispat etti.
Müslü-manların yaşadığı ülkelerin Batılıların ve Yahudilerin güdümündeki uzaktan / dışarıdan ve bazen de yakından / içeriden kumanda edilen uydu devletleri, İslâm dünyası denen bir yer olmadığını ispat edercesine Gazze’deki katliamı, soykırımı seyrediyorlar yalnızca.
.İĞRENÇ BİR LİNÇ KAMPANYASI!
Türkiye’nin Gazze’de olduğunu söyledim diye inanılmaz ve iğrenç bir linç kampanyasına maruz kaldım. Ne kadar aşağılık insanlar var öyle: Hakaretler, ağza alınmayacak küfürler diz boyu!
Pespayeliğin böylesini görmedim ben. Çok üzücü bu.
Oysa gece gündüz Gazze ile yatıp kalkıyorum ben. Gazze direnişi ve Filistin davamız konusunda bir şuur ve farkındalık oluşturmak için gece gündüz demeden, kar kış demeden koşturup duruyorum. Bir kuruş para almıyorum bu koşuşturmacalardan!
Hâl böyleyken benim İsrail’e çalıştığımı söyleyecek kadar “sıyırmış” ruhsuz ve karaktersiz tipler cirit atıyor ortalıkta!
Saldırılar o kadar iğrenç ve mide bulandırıcı boyutlar kazandı ki, benim “saray soytarısı” olduğumu söyleyecek kadar aşağılık mahlûkatlara rastladım. “Saray soytarısı” dedikleri adam Külliye’ye bir kez bile gitmemiş, hiç kimsenin uçağına bir kere olsun binmemiş bir adam!
BENİM DERDİM HAKİKAT, GERİSİ TEFERRUAT
Bana “yalaka” diyen adamları muhatap almam bile züldür benim için. Çukur onlar! Paralı, sahibinin sesi aşağılık adamlar!
Bu ülkede güç odaklarına yalakalık yapacak en son adam benim. Hiç kimseye eyvallahı olmayan, sadece ülkenin çocuklarını, mazlum coğrafyamızın ve insanlığın geleceğini dert edinen, kendisini Allah yolunun divanesi bilen çilekeş Anadolu çocuğu, hakikat medeniyetinin inşası için gecesini gündüz yapan bir diriliş neferi, Allah’ın, yüreği yangın yerine dönen, hakikate teslim olmuş âciz bir kulu.
Benim derdim hakikat, gerisi teferruat.
Bendeniz her zaman hakikatin izini sürdüm, siyasetin değil. Siyaset veya hükümet yanlış yapmışsa, kırıp dökmeden uyardım. Yaklaşık 10 sene önce Türkiye terör belasının eşiğine sürüklenirken “düşmanlarınızı azaltın, müttefiklerinizi çoğaltın” diye bas bas bağırdım televizyonlardan.
Yaptığım uyarı hükümetin bazı yetkilileri tarafından dikkate alındı, bazı yetkilileri tarafından dikkate alınmadı. O zaman “Mısır’la ilişki kopmaz. İngilizlerin Türkiye-Mısır ilişkilerine dair iki asırlık stratejilerinin Türkiye ile Mısır’ın aslâ yan yana gelmemesi” olduğunu söyledim hem bu sütundan hem televizyonlardan hem de bizzat ülkeyi yöneten yöneticilerimizin kendilerine.
Türkiye, Mısır’da bütün aktörlerle -tıpkı Abdülhamid Han gibi- “denge stratejisi” izleyerek ilişki kurmuş olsaydı, İngilizler Suudları kullanarak Selefîlerin desteğiyle Mısır’da darbe yapamazdı.
Türkiye, darbeden sonra darbeyi kınadığını söyleyebilirdi ama Mısır’la ilişkiyi koparmayı aslâ düşünemezdi. Türkiye, büyük bir hata yaptı ve Mısır’la ilişkilerini kopardı.
Bu fikrilerimi, eleştirilerimi şimdi yazmıyorum, başından beri en sert dille yazıyorum. Bilen bilir, bilmeyen de bilmiş olsun böylelikle. Hükümetin Mısır’la ilişkileri düzeltme sürecinde burada yazdıklarımın katkısı oldu, bunu biliyorum.
FARS EMPERYALİZMİ VE ŞİÎ YAYILMACILIĞI
Türkiye, Gazze’de olmak zorundaydı. Gazze de, Ortadoğu da Fars emperyalizmine ve Şîî Haşdi Şabi vandalizmine terk edilemeyecek kadar güvenlik meselesidir hem ülkemizin hem de coğrafyamızın.
İran’da Şiî devlet kuruldu ve İran adım adım Türkiye’nin güneyine, Körfez bölgesine, Lübnan’a, Filistin’e, Yemen’e kadar bütün Arabistan Yarımadası’na yerleştirildi!
Batı emperyalizminden sonra, şimdi de gelecek yüzyılları ve İslâm’ın otantik yapısını, akîdesini ve tarihini tepetaklak ederek yeniden şekillendirecek ürpertici bir Şiî yayılmacılığı ve Fars emperyalizmi hâkim kılınmaya çalışılıyor!
Böyle bir şeye aslâ göz yumulamaz! İran’ın Mekke, Medine, Kudüs, Kahire, Şam ve Bağdat gibi medeniyetimizin kurucu Sünnî merkezlerini kontrol edecek bir konuma getirilmesi aslâ sessizlikle geçiştirilecek sıradan bir hâdise değildir.
Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı, Sünnî dünyanın kalbine Batı emperyalizminden daha tahripkâr bir hançer saplayacaktır: Daha tehlikeli, dedim; çünkü bu hem Sünnî İslâm’ın kuşatılması, köleleştirilmesi hem de bitmeyecek, bizi perperişan edecek çok tehlikeli bir Şiî-Sünnî çatışmasının tohumlarının ekilmesi anlamına gelecektir.
İran, Gazze ve Filistin meselesini iğrenç bir şekilde sömürüyor: Mazlumların hâmisi, emperyalistlerin düşmanı rolü oynuyor! Bin yıllık büyük bir oyunun kilometre taşları bunlar: İran mazlumların hâmisi olamayacak, Sünnî İslâm’ı köleleştirecek, İslâm dünyasını kan gölüne çevirecek kadar tehlikeli bir şekilde yerleştiriliyor bölgeye emperyalistler tarafından. Kandan, çatışmadan beslenen bir devlet İran!
Batılı emperyalistler İran’ın önünü açarak Türkiye’yi kuşatmak, İslâm dünyasının kaderinin Türkiye tarafından belirlenmesinin önüne set çekmek istiyorlar.
O yüzden ne yapıp edip Türkiye’ye tuzak kurarak Türkiye’yi savaşa sokmak sonra da parçalamak istiyorlar! ABD 6 denizaltı filosuyla, Çin de hakeza 6 denizaltı filosuyla sadece Gazze için mi geldi sanıyorsunuz bölgeye?
TÜRKİYE HATA YAPMAMALI, AYAĞINA KURŞUN SIKMAMALI!
Ben Gazze’de olduğumuzu biliyorum. STK’lar üzerinden yaptığımız yardımları, bizzat Filistinli mücahitlere, yöneticilere teslim ettiğimizi çok iyi biliyorum. Bütün bu işlerin devletin ilgili birimleri olmadan yapılamayacağını da çok iyi biliyorum.
Bunlar elbette ki yetmez. Aslâ! Türkiye, Gazze’ye daha fazla el uzatmalı. İsrail terör devletine ekonomik ve askerî ambargo uygulanması konusunda uluslararası bütün imkânlar seferber edilmeli!
Türkiye’nin İsrail’e gemi ticaretini sürdürdüğüne dâir haberler geliyor. Bunlar doğruysa çok vahim. Türkiye bu gemilere izin vermekle kendi ayağına kurşun sıktığını unutmamalı.
Vesselâm.
.Bin yıllık büyük oyun: Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı (II)
Yusuf Kaplan
8/03/2024 Cuma
Elif Subaşı ve 57 kişi beğendi6 yorum yazıldı
Gazze’de insanlık tarihinde görülmemiş bir vahşet yaşanıyor: Üç nesil aynı anda yok ediliyor. Sadece dünya değil, olmayan İslâm dünyası da seyrediyor!
İRAN RACON KESİYOR HERKESE!
Gazze soykırımında günyüzüne çıkan ürpertici bir hâdise var: İran’da Şiî devlet kurulduktan bu yana İran’ın İslâm dünyasının kalbinde, merkez coğrafyasında istediği gibi cirit atması, istediği yeri işgal etmesi, istediği yeri bombalaması, istediği yeri ateşe vermesi, iç savaşa sürüklemesi çok doğal bir hâdiseymiş gibi iyice rutinleşti.
İran, racon kesiyor bölgede herkese: Batılılara da, Türkiye’ye de, Arap dünyasındaki ülkelerin hepsine de!
İnanılır gibi değil gerçekten!
Hani “haydut devlet”ti İran?
Hani vurulup yok edilecekti?
Aksine İran hem hedef tahtasına yatırılarak mağdur konuma sürükleniyor hem de mazlumların imdadına koştuğu izlenimi oluşturarak mağdurların hâmisi rolünü çok güzel oynuyor!
TÜRKİYE BATI’NIN DÜŞMANI, İRAN TAŞERONU!
Gazze’de yaşanan ürpertici katliam ve soykırım, İran’ın bir anda hızla güçlenmesine ve önüne gelen ülkeye saldırmasına yetti!
The Economist dergisinde İran’la ilgili yapılan bütün yorumlarda ve yazılan bütün yazılarda İran’ın kukla örgütlerinden (Iranian proxies) bahsedilip duruluyor!
Bizim neden bir kukla örgütümüz yok?
İngiliz’in, Fransız’ın, Amerikalının, Rus’un var. Bizim neden yok?
Kaldı ki, emperyalistlerin kendilerinin icat ettikleri DEAŞ’ı Türkiye’nin kullandığına dair tezviratlar çıkararak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istediler ama DEAŞ’a en büyük darbeyi Türkiye vurdu.
Türkiye, görünüşte, Batı ittifakının bir üyesi, Batılıların müttefiki ama gerçekte Batılıların vurmak istedikleri “tehlike arzeden” bir ülke. Ama hangi Türkiye? Elbette ki Müslüman Türkiye.
Oysa İran, görünüşte, Batı’nın “haydut devlet” olarak gördüğü ama gerçekte girdiği çatışmalar ve savaşlarla yalnızca Batılıların önünü açtığı ve Batılıların önünü açan bir ülke.
Türkiye, sınırlarının 30 km ötesine askerî operasyon yapamıyor ama İran bütün bir Ortadoğu coğrafyasını hallaç pamuğu gibi savurabiliyor ve kan gölüne çevirecek işgallere, operasyonlara ve hatta darbeler yapmaya kadar gemi azıya alıyor ve ipin ucunu kaçırmaktan kaçınmıyor.
İKİ ŞİÎ HİLÂLİ
Şu ân İran iki Şiî Hilâli çekti Arabistan Yarımadası’na ve Türk cumhuriyetlerine. Arabistan yarımadasına bilfiil (siyasî) Şiî hilâli, Türk cumhuriyetlerine ise bilkuvve (kültürel) Şiî hilâli çekerek yerleşmiş durumda.
Şah rejimi işbaşındayken İran’ın yayılmacı ve emperyalist politikaları yoktu. İran’da Şiî Devrimi yapıldıktan sonra İran İslâm dünyasına derinlemesine nüfûz etmeye, Müslüman ülkeleri adım adım kendi güdümüne girdirmeye, her tür İslâmî oluşumu kendine ekonomik ve dolayısıyla akîdevî olarak boyun eğdirerek boyunduruğu altına almaya çalışıyor.
İki Şiî Hilâli’nin merkezinde de Türkiye var. İran bu iki Şiî hilâliyle Türkiye’yi kuzeyden ve güneyden kuşatma altına alıyor: İran, kuzeye, Türk cumhuriyetlerine kültürel olarak bilkuvve bir Şiî Hilâli çekiyor, Türkiye’nin güneyine ise bilfiil/bedenen kuşatılan bilfiil Şiî hilali.
Türkiye’nin geleceğini, bu iki Şiî hilâli karşısında takınacağı tavır ve izleyeceği politika belirleyecek.
Türkiye, Şiî hilalinin karşına Türkiye Ekseni olarak adlandırılabilecek güçlü bir proje ile çıkamazsa, biz bir şey yapamayız demektir.
Gelinen noktada karşımıza çıkan manzara ürkütücü, ürpertici, İslâm dünyasını kan gölüne çevirecek, İslâm dünyasının sınırlarını mezhebî sınırlarla çizecek kadar tedirgin edici bir manzara.
İRAN, GAZZE KATLİAMINI FARS YAYILMACILIĞI İÇİN TEPE TEPE KULLANIYOR…
Gazze soykırımı ve katliamını bölgede hâkimiyet tesis etmekte tepe tepe kullanıyor İran.
Eğer İran durdurulamazsa, başımız çok ağrıyacak. Bölgeyi İran dizayn ediyor.
İran’ın çıkarları doğrultusunda yeniden çiziliyor bölgenin kültürel ve entelektüel haritaları.
1400 yıllık birikimi yerle bir edecek, tehlikeli bir Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı hadisesiyle İslâm’ın zihnî ve akîdevî sınırları tanınamaz hâle geliyor.
İki Şiî hilâli projesi, İran’ın Sünnî dünyanın da kaderini belirleyecek bir konuma yükseltmesini sağlayacak şekilde hızla uygulanıyor.
Türkiye, tehdit altında!
İslâm dünyası tehdit altında!
Mekke ve Medine tehdit altında.
Fiilî durum bu.
Bir de zihnî işgal durumu var, ki, bu durum geleceğimiz adına çok ürpertiyor beni.
Tıpkı Birinci Medeniyet Krizi öncesinde olduğu gibi, Selçuklu medreselerini dönüştürme, böylelikle İslâm’ın zihin haritasını yani Ehl-i Sünnet omurgasını altüst etme süreci iki asırdır uygulanıyor oryantalistler tarafından!
İki asırdır İslâm medeniyeti, tarihi, kültürü ve sanatıyla ilgili akademik çalışmaların kahir ekseriyeti Şiîlere ait, ne yazık ki.
Ehl-i Sünnet dünya çok büyük darbe yedi Batı emperyalizminden. Şimdi de İran’dan Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığından yiyecek bu büyük darbeyi.
Irak hızla Şiîleştiriliyor. Suriye hızla Şiîleştiriliyor. Filistin hızla Şiîleştiriliyor. Lübnan, Yemen çoktan Şiîleştirildi. Suriye’de de, Irak’ta da halkın kahir ekseriyeti Sünnîdir.
Sadece Suriye’nin nasıl hızla Şiîleştirildiğini anlatayım yiyin kafayı.
Suriye’de İran, eğitime el attı. Hüseyniye Medreseleri kuruyor her yerde. Suriye’de bir memurun aylık maaşı 110 dolar civarında. İran, Hüseyniye Medreselerine aldığı talebelere 120 dolar veriyor.
Yazıyı fazla uzatmaya gerek yok. Faciâ ortada. Ne demiştim: Şiîlerin devleti var ama Sünnîlerin devleti yok. Diyelim ki, İran değil de Türkiye girseydi Suriye’ye ne yapacaktı, nasıl bir eğitim sistemi uygulayacaktı? Berbat bir laik eğitim sistemi uygulamaya kalkışacaktı, değil mi? Türkiye’nin dünyaya sunacağı bir İslâmî eğitim modeli neden yok? Yok, çünkü Türkiye diye bir ülke yok. Ruh var bizde ama o ruhu yitirmek üzereyiz, o ruhu yitirirsek biz de biteceğiz Allah korusun.
Neden böyle oldu peki?
Şundan: Türkiye de, İran da iki asırdır modernleşme tecrübeleri yaşıyor. Bir farkla: İran’daki Şiî İslâmî eğitime dokunulmadı, Türkiye’deki Sünnî İslâmî eğitimden iz bile bırakılmadı!
İran’da da, Türkiye’de de operasyonu yapanlar aynı aşağılık sinsi adamlar: İngilizler!
Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı-2
Yusuf Kaplan
14/04/2024 Pazar
Elif Subaşı ve 32 kişi beğendi7 yorum yazıldı
Gazze’de modern tarihin en büyük ve en ürpertici soykırım cinayetlerinden biri işleniyor ama dünyanın kılı kıpırdamıyor!
Bununla kalsa yine iyi! ABD’sinden Almanya’sına, İngiltere’sinden İtalya’sına, Çin’inden Hindistan’ına kadar dünyanın Doğulu-Batılı “kapitalist ağababaları”, İsrail’in arkasında hizaya diziliyorlar, İsrail’i desteklediklerini ilan ediyorlar İlk günden itibaren utanmadan, sıkılmadan, dünyanın gözü önünde insanlığın gözünün içine baka baka…
Batı uygarlığı ahlâkî olarak Gazze’de çökmüştür. Felsefî olarak da, hukûkî olarak da.
Söyleyecek sözü olmadığını ispat etmiştir bütün dünyaya!
Batı, Gazze’de batmıştır!
İSRAİL-İRAN DANIŞIKLI DÖVÜŞÜ: İRAN, BİR TAŞLA BİRKAÇ KUŞ BİRDEN VURUYOR
Buraya kadar resmettiğim tablo, hepimizin bildiği bir tablo.
Bilinmeyen bir tablo veya oyun daha sahneleniyordu sahnenin gerisinde başlangıçta. Ama o oyun, şimdi bir iki aydır daha fazla sahnenin önüne çekilmeye çalışıldı. Son birkaç haftadır Gazze katliamını değil Fars’ların farsa dönüşecek kirli oyunlarını izliyoruz hep birlikte.
İsrail, Şam’da İran Büyükelçiliği’ni bombalıyor.
İran’a “gel gel!” yapıyor, sahneye alıyor! İran’la İsrail arasında danışıklı dövüş’ün ilk perdesi sahnelenmeye başlanıyor!
İsrail’in İran’ın Suriye’deki elçiliğini vurması, İran’ın Gazze’ye doğrudan mü’dâhil edilmesi anlamına geliyor: İran burada bir taşla birkaç kuş birden vurmuş olacak…
Öncelikle, İran hem İsrail’in hem de Amerika’nın hedefi yapılarak, bizâtihî İran’ın kendisi mazlum ülke durumuna düşürülmüş olacak.
İkincisi, İran, Gazze’deki varlığından ötürü vurulduğu için, Gazze’nin ve bütün mazlumların yegâne savunucusu İran olarak sunulmuş olacak bütün dünyaya.
Üçüncüsü, Fars emperyalizminin ve Şiî yayılmacılığının önü alabildiğine açılmış olacak. İran’ın İsrail’den ya da Batı’dan gelen bütün saldırılara tabiî olarak savunma hakkı doğacak, böylelikle İran’ın Arabistan Yarımadası’na adım adım yerleşmesi sağlanacak…
Dördüncü olarak, Türkiye’nin İslâm âleminin lideri olma girişimlerine büyük darbe vurulacak…
Beşinci olarak, İran, İslâm dünyasının en güçlü lideri konumuna getirilecek. Böylelikle İslâm dünyasının neredeyse %90’ını oluşturan Ehl-i Sünnet Omurga çökertilecek, Şiilik bütün İslâm dünyasında hızla yayılacak… Böyle giderse, sadece bir asırda Şiiliğin oranı %30’ları bulabilir hatta geçebilir!
Bütün bunlarla yapılmak istenen şey, gelecek birkaç yüzyılı, belki de bin yılı belirleyecek şekilde İslâm dünyasının akîdevî haritalarını ters yüz ederek siyasî ve kültürel haritalarını yeniden çizmek.
TARİHİ YAPAN DİNAMİK JEO-EKONOMİ DEĞİL, TEO-POLİTİK
Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, yapılmak istenen şey, Ehl-i Sünnet’in bin yıldır hem kurucu hem koruyucu aktörü olan Türkiye’nin yeniden tarih-yapıcı bir medeniyet yolculuğuna çıkmasının önünü tıkamak, İran’ı her bakımdan güçlendirerek (nükleer güç yaparak, bütün Ortadoğu’ya yerleştirerek, Türkiye’yi içeriden ve dışarıdan etki ajanlarıyla, paralı uşaklarıyla kuşatarak) İslâm dünyasının en güçlü temsilcisi konumuna çıkarmak, böylelikle Şia’nın tarihte olmadığı kadar hızla yayılmasının önünü sonuna kadar açmak her alanda ve her bakımdan…
Bütün bunların hızla ve kolayca mümkün olabiliyor olmasının tek güçlü sebebi ve kaynağı var: Şia’nın devleti var ama Sünnîlerin devleti yok. Sünnî toplumların devletleri ya Batılıların kölesi ya da Türkiye gibi laiklikle içeriden durdurulan böylelikle tarihî yörüngesinden çıkarılan ve tarihten uzaklaştırılan uydu devletler!
Uluslararası ilişkiler teorisi ile uğraşan Türkiye’nin beyni sulanmış uzmanları, Kissenger’ların veya Brzezinski’lerin Türkiye şubesinin gönüllü acentaları bize yakın tarihin itici gücünün jeo-ekonomik dinamik olduğu “kazığını” attılar!
Halbuki jeo-ekonomik dinamik, sebep değil sonuçtur. Nietzsche ne kadar büyük düşünürmüş şimdi daha iyi anlıyor olmalısınız, sanırım. Ne demişti büyük düşünür: Modernler, sebeplerle sonuçları birbirine karıştırırlar ve sonuçları sebep olarak konumlandırırlar; böylelikle hiçbir hâdiseyi derinlemesine, bütün boyutlarıyla okuyamazlar.
Bizim akademisyenlerimiz modernlerin karikatürü sadece.
Emperyalistlerin İslâm dünyasının modern dönemde tarihi yapmalarını sağlayan itici dinamik, jeo-ekonomi değil teo-politik’tir. Önce akîdevî haritaları tarumar ettiler, sonra siyasî ve coğrafî haritaları silbaştan çizmek -hem de cetvelle yapmak bunu- çok kolaylaşmış oldu!
İsrail’den sonra İslâm dünyasının başına ikinci belâ, çıbanbaşı olarak İran’ı yerleştiriyor, İran’ın önünü alabildiğine açıyorlar!
Türkiye’ye de her bakımdan sızdığını görüyoruz Şia’nın gizli ve açık paralı askerleriyle!
Yarın da İran’ı yazacağım ve Gazze olayını alabildiğine sömüren İran, Çin’de Doğu Türkistan’da inanılmaz Müslüman katliamı yapılırken neden gık bile demiyor, aksine Çin’le derin stratejik ve askerî ilişkiler kuruyor, sorusunun izini süreceğim…
.Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı-3
Yusuf Kaplan
15/04/2024 Pazartesi
sefer_1620431 ve 45 kişi beğendi8 yorum yazıldı
Gazze’de ürpertici bir soykırım yaşanıyor ama bütün dikkatler İsrail ile İran arasındaki gerilime ve sahte “füze savaşları atışması”na çevrildi!
İsrail, birkaç gün önce İran’ın Şam’daki büyükelçiliğini vurdu. Bu, aslında İsrail’in İran’a savaş ilan etmesi demek. İsrail’i bu davranışından ötürü elbette ki, ben de kınıyorum.
Ama İran’ın İsrail’in bu davranışından memnun olduğunu da iyi biliyorum: İsrail’in bu saldırısı, İran’ın Gazze savaşını rehin alması ve kendi çıkarları için tepe tepe kullanması için altın tepside sunulmuş bir fırsat!
Bunun için İran, İsrail’e ne kadar teşekkür etse azdır, değil mi
.İran, uydusu örgütleri ve ülkeleri kullanarak İsrail’e cevap verecek denildi günlerce. Ama öyle olmadı.
İran, bizzat kendisi Tahran’dan gönderdi füzeleri Telaviv’e, İsrail’in diğer kentlerine!
İsrail de bundan az memnun olmadı, değil mi?
İRAN, NETANYAHU’YU KURTARDI, İSRAİL’İN ÖNÜNÜ AÇTI…
İran-İsrail-ABD ortak yapımı tehlikeli bir “tiyatro” izliyoruz!
İsrail’de, Netanyahu öfkesi hat safhaya çıkmıştı. İsrail halkı, Netanyahu’nun istifa ermesi için sokakları dolduruyordu hınca hınç!
İran’ın (hepsi etkisiz hâle getirilen) füzelerinin yaydığı korku sebebiyle İsrail ahalisi Netanyahu’nun etrafında kenetlendi yeniden.
ABD’de Netanyahu’ya karşı “yeter artık!” diyen senatörler vardı. Ama artık yok!
İran hem mazlum rolünü oynuyor, hem emperyalizmle savaşan mazlumların hâmisi kahraman rolünü oynuyor hem de zor duruma düşen Netanyahu’yu kurtarıyor!
İran’ın derdi Gazze olmadı hiçbir zaman.
İran’ın derdi, Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı oldu hep.
Bunun için önüne gelen her şeyi kullanmaktan çekinmeyecektir.
Gazze, İran’ın hedeflerine ulaşabilmek için acımasızca, tepe tepe kullandığı çok kullanılışlı bir araç, bulunmaz bir “silah”!
Yıllardır söylediğim gibi: İran varlığını İsrail’e borçlu, İsrail de İran’a!
ŞİA’NIN DEVLETİ VAR AMA EHL-İ SÜNNET’İN YOK!
İran, küresel sistemin taşeronudur. Küresel sisteme karşı tavır alıyor gibi görünmesi, tezgâhlanan oyunun bir parçasıdır.
İslâm’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını nasıl önleyeceksiniz ki başka türlü?
Önce şunu bileceksiniz: İslâm dünyası iki asırdır köle. Batılıların kölesi. Batılı emperyalistler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, postkolonyal süreçte, önceden fiilen işgal ettikleri topraklardan çekildiler ama yerlerine önce kendilerine çalışan laik veya diktatör vekil adamlarını, Soğuk Savaş’ın sona erdirilmesinden sonra da sözümona İslâmcı vekil örgütlerini yerleştirdiler.
Osmanlı’nın durdurulmasından sonra İslâm dünyası paramparça oldu, dağıldı, uydu devletçikler kuruldu 60’a yakın… Hepsi de Batılıların kölesi, uydusu olan karton ve kanton devletçikler ve terör örgütleri!
İslâm dünyasının % 90’ını oluşturan Sünnî dünyayı işgal edeceksiniz, laik veya diktatörlerle dolduracaksınız, köleleştireceksiniz, ellerini kollarını bağlayacaksınız, güçlü Sünnî bir İslâm devletinin kurulmasına aslâ izin vermeyeceksiniz, adına “İslâm Devleti” / “Islamic State” dediğiniz örgütler icat edeceksiniz, onları Müslüman toplumların üzerine salacaksınız…
Sünnî devletin değil Şiî devletin kurulmasına izin vereceksiniz. İki asırdır modernleşme tecrübesi yaşayan İran’da Şiî eğitim sistemine dokunmayacaksınız ama Türkiye’deki Sünnî İslâmî eğitim sisteminden iz bile bırakmayacaksınız!
Şiî devleti nükleer güç hâline getireceksiniz. Laik bir ülke de olsa güçlü Sünnî liderlerin olduğu Türkiye’ye (Erdoğan’a) darbe üstüne darbe girişimleri yapacaksınız. Türkiye’de başarılı olamayacaksınız ama Mısır’da Mursi’ye beş sene bile tahammül edemeyeceksiniz, darbeyle devireceksiniz, Mursi’yi mahkemede canlı canlı katletmekten bile çekinmeyeceksiniz!
Ama Şiî devletin kurulmasının, bütün Ortadoğu’ya yerleşmesinin, Irak’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı, Filistin’i, Körfez ülkelerini ve Yemen’i işgal etmesinin önünü sonuna kadar açacaksınız!
Türkiye’nin, 30 km ötesine sınırlarını korumak için operasyon yapmasına ise aslâ izin vermeyeceksiniz!
“İran, Batı ittifakının düşmanı” mı demiştiniz?
Siz onu külahıma anlatın!
Her şey ortada, gözümüzün önünde cereyan ediyor!
Dünyayı aptallaştırıyorlar!
İran bütün Ortadoğu’ya inanılmaz bir hızla yerleştiriliyor, şehirlerin demografik yapısını değiştiriyor, her yeri adım adım Şiîleştirerek Fars emperyalizminin sınırlarını alabildiğine genişletiyor!
Yarın, nükleer güç haline gelince İran’a kimse ses çıkaramayacak İslâm dünyasından! İran istediği ülkeyi karıştıracak, istediği yönetimi devirecek, en önemlisi de bir asır içinde İslâm dünyasının üçte birini hızla Şiîleştirecek satın aldığı “paralı askerleriyle” ve beyinsiz gönüllü acentalarıyla.
BANA “MEZHEPÇİLİK YAPIYORSUN!” DİYEN ADAM KÖLE RUHLUDUR!
Türkiye, Batı ittifakının üyesi değil mi?
Görünüşte evet ama gerçekte hayır!
Türkiye, NATO’nun üyesi değil, emir eridir!
Türkiye’yi, NATO içinde kontrol etmek, kendi yolunu, yörüngesini çizmemek, İslâm dünyasına öncülük yaparak Batılıların çıkarlarını ve hegemonyalarını alt üst edecek bir yola sapmasını önlemek için Batı ittifakının bir üyesi olarak orada tutuyorlar.
Buna mukabil İslâm dünyasına Sünnî Türkiye’nin değil İslâm dünyasını büyük çatışmaların ve gerilimlerim eşiğine sürükleyecek Şiî İran’ın yerleşmesini sağlıyorlar!
İslâm dünyasıyla ilişkilerini koparan laik Türkiye, Türkiye’nin bütün medeniyet iddialarını açıkça reddettiği için zamanla yok olmaktan kurtulamaz. İslâmsız bir Türkiye’nin dünyaya söyleyeceği bir sözü yoktur Batı kültürünün ve uygarlığının gönüllü kölesi olmaktan başka. İslâm’ı yitiren bir Türkiye, zamanla bağımsızlığını da yitirmekten ve burasını Batılılara peşkeş çekmekten kurtulamaz.
Medeniyet iddialarını kuşanarak Batı’yla da, Çin’le, Rusya’yla ve Japonya’yla da kendisini eksene alarak yani eksen ülke olarak ilişki kuracak Müslüman bir Türkiye güçlenecek olursa, Şiî İran’ın Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı girişimleri suya düşecek, dahası emperyalistlerin bölgeden defedilmesi, İran’ın doğal / coğrafî sınırlarına çekilmesi, Ehl-i Sünnet Omurga’nın yeniden tarih yapacak öncü düşünürlerini, isimlerini çıkarması ve projelerini hayata geçirmesi sözkonusu olabilecektir.
Eğer Türkiye medeniyet iddialarına sahip çıkacak İslâmî bir eksen inşa edemezse, Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı hız kazanacak, emperyalistlerden sonra bir de Şiî-Fars belası bölgenin sonsuza dek kan gölüne dönüşmesine yol açacaktır.
Benden hatırlatması.
Bana “mezhepçilik yapıyorsun!” diyen adam ya İran’ın uşağıdır ya da köle ruhlu, ruhsuz bir zavallıdır!
Ben mezhepçilik yapmıyorum. Batılı emperyalistlerin Şiî İran’ı nasıl Sünnî dünyayı yok edecek kadar bölgeye yerleştirildiklerine, İran’ın her yeri adım adım işgal ettiğine dikkat çekiyorum.
İran gelsin her yeri işgal etsin, biz de sessiz mi kalalım?
Böyle saçmalık olur mu?
İran kendi doğal sınırlarına çekilsin. Önüne gelen yeri işgal etmeye kalkışmasın!
Vesselâm.
..İran tehlikesinin boyutlarını kavrayabilmiş değiliz!
Yusuf Kaplan
19/04/2024 Cuma
esubai131377762 ve 51 kişi beğendi8 yorum yazıldı
Gazze’de soykırım bütün hızıyla devam ediyor! Ama biz bir haftadır bir tiyatro izliyoruz İsrail ile İran arasında! İsrail-İran valsini.
Altını çizerek hatırla-tıyorum yeniden: İsrail’in İran’ın Şam Büyükel-çiliği’ni bomba-lamasını şiddetle kınamak gerekiyor!
Ama bunun bir oyunun parçası olabileceğini de aslâ gözardı etmemek önemli.
Çok büyük bir tehlike var: İran tehlikesi bu. Şiilik üzerinden yayılan Fars emperyalizmi projesi.
OSMANLI DURDURULDU, İRAN’IN ÖNÜ AÇILDI…
İran bölgeye yerleştirildi adım adım. Önce Sünnî dünyanın merkez üssü Osmanlı ve hilâfet durduruldu, Sünnî dünya paramparça edildi. Hilâfetin yurdu ve Müslümanların umudu Türkiye laikleştirildi; önce devlet, devletin bütün kurumları İslâm’dan uzaklaştırıldı; sonra da İslâm hayattan ve toplumdan uzaklaştırılma sürecine girdirildi. Türkiye’nin ruhunu oluşturan İslâmî duyarlıklar okullardan, kültür, sanat, düşünce ve akademi hayatından uzaklaştırdı, etnik duyarlıklar ve kimlikler kaşındı, kışkırtıldı. Toplumu ayakta tutacak, birbirine kenetleyecek bütün dinamikler dinamitlendi, bütün bağlar yok edildi.
Oryantalist literatür iki asırdır, İslâm’ın otantisitesini bozmaya, kaynaklarını aşındırmaya çalışıyor. Bu arada İslâm medeniyetinde, tarihinde, düşüncesinde ve kültüründe Şia’nın belirleyici konumda olduğu fikrini ince ince işlemeye çalışıyor.
En önemli, en yaygın İslâm felsefesi tarihi yazarlarından Henry Corbin, İslâm felsefesini ve düşüncesini Şia’nın temsil ettiğini söyleyecek kadar ileri gidiyor. Yazdıkları en çok okunan ana referans kaynaklarından biri olarak dayatılıyor.
İslâm düşüncesi, sanatı, kültürü ile ilgili yapılan araştırmaları incelediğinizde karşımıza ya Şiiler ya da Şiîliği öne çıkaran metinler çıkıyor.
Dünyanın en prestijli mimarlık ödüllerini veren Ağa Han, İsmailî biri. İsmâililer kim? Tarihte bizim haşhaşiler olarak bildiğimiz gruplar!
Nereden nereye, değil mi?
AFRİKA’YI ŞİİLEŞTİRECEK BÜYÜK PROJE
Dün ülkemizi ziyaret eden Tanzanya Cumhurbaşkanının ülkesi Tanzanya’nın Zenzibar Adası, İslâm’ın Afrika’ya açılan kapısı ve halkının % 99’u Müslüman. Zenzibar’da üç tane üniversite var’dı pandemiden önce. Üç defa gittim Zenzibar’a.
Birincisi devlete, ikincisi Suudlara, üçüncüsü de İranlılara ait bu üniversitelerin.
Devletin üniversitesi dökülüyor, tahmin edilebileceği üzere.
Suudların üniversitesi, tenekeden tayyare, şaşaa, tantana, gösteriş has safhada, fos bir üniversite.
Ama asıl üniversiteyi İranlılar yapıyor: Afrika’nın gelecek yüzyıllarını belirleyecek tohumları İranlılar buradan ekiyorlar!
Biz uyumaya devam edelim.
Biz bunları bilmiyoruz bile. Afrika İslâm’ı yüz sene, ikiyüz sene sonra Şia’nın şekillendirdi bir İslâm olacak!
Bu nasıl beş felâkettir, düşününce uykularım kaçıyor benim.
Aynı şeyi Batı’da İslâm medeniyeti, tarihi, kültürü ve sanatı ile ilgili çalışmaların merkezinde İran’ın olduğunu görünce de yaşadım, şok oldum.
Avrupa’da, Balkanlar’da ve hatta bütün dünyada İran kültür merkezleri inanılmaz güçlüler ve dolu dolu programlar yapıyorlar Şiîliğin öne çıkmasını sağlayan.
Teorik, akademik olarak İslâm algısı Şiilik üzerinden inşa ediliyor. Pratik olarak İran, İslâm dünyasının hâmisi, Batılı emperyalistlerin mağdur konumuna düşürdükleri ülke olarak sunuluyor. Ve adım adım İslâm dünyasına işgal yoluyla yerleştiriliyor!
BATILILARLA DEĞİL BİRBİRİMİZLE BOĞUŞACAĞIZ BUNDAN BÖYLE!
Bugüne kadar, Batılılarla, emperyalistlerle savaştık, mücadele ettik. Artık bundan sonra Batılılarla değil bizim birbirimizle mücadele edeceğimiz çok tehlikeli bir sürecin yapı taşları döşeniyor, temelleri atılıyor.
Akîdevî olarak heretik bir akımı, demografik olarak da azınlık bir nüfusu temsil eden İran, İslâm dünyasına kan kusturacak güce ve konuma kavuşturuluyor.
İslâm dünyasını İran üzerinden sopalayacaklar! İran, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Yemen’de olduğu gibi güdümlü / vekil örgütleri ile İslâm dünyasına kan kusturacak. Son 20 yılda sadece Irak ve Suriye’de 1,5 milyon insanı katletti İran’ın vekil güçleri!
Irak’ın ve Suriye’nin akîdevî ve etnik hatlarını yerle bir ediyor. Her şeyi yıkıyor.
İran bir hançer gibi saplandı İslâm dünyasının kalbine. Daha şimdiden Filistin’i esir almış durumda. Son Gazze katliamıyla birlikte İran nihâî olarak yerleşti Filistin’e.
DİKKAT! TÜRKİYE İLE İRAN KAPIŞTIRILMAK İSTENİYOR!
Altını özene bezene çizerek söylüyorum: Emperyalistlerin en büyük projelerinden biri İran ile Türkiye’nin kapıştırılması. Türkiye bu oyuna gelmemelidir ve gelmeyecektir de.
Bir daha toparlanmaz İslâm dünyası Türkiye ile İran kapıştırılırsa.
Çok büyük bir tehlike ile karşı karşıya.
İran nükleer güç olunca, İran’ı kimse durduramaz artık. O yüzden Türkiye’nin de derhal nükleer güç olma hazırlıkları yapması lazım.
İslâm dünyasını nefes alabilmesi için, İran’ın kendi doğal sınırlarına çekilmesi, işgallerine son vermesi, işgal ettiği yerlerden de çıkarılması kaçınılmaz.
Vesselâm.
.Fiîlî işgal dönemi bitti, zihnî işgal çağındayız!
Yusuf Kaplan
21/04/2024 Pazar
davudcaliskann86244 ve 25 kişi beğendi1 yorum yazıldı
Müslümanlar için iktidar olmak, iktidar kurmak hedef olamaz hiçbir zaman. Müslüman sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yaşar. O yüzden sadece Allah’ın rızasını kazanmayı talep eder bütün yapıp ettiklerinde, her adımda, her işinde.
Dünyamızı zehir eden şey, hayatın merkezine dünyayı, dolayısıyla kendimizi koymaktır. Hayatın merkezine dünyayı, dolayısıyla kendimizi koymakla, Allah’ın rızasını talep etmeyi iptal etmiş oluruz.
Allah’ın rızasını kazanma talebi, kişinin putları görmesini ve yenmesini kolaylaştırır. Dünyevî, beşerî, nefsânî putları.
Dünyevî, beşerî, nefsânî putlar, duvardır kişinin önünde. Kişi, bu putlar tarafından kuşatılmışsa, yürüyemez, yol alamaz, yoldan çıkmaktan da kurtulamaz.
Çağımız, kültür çağı. Kültürün katledildiği devâsâ bir ağ ama!
Buradaki paradoksa dikkat!
Hem kültürle hükümran olunan hem de kültürün yok olduğu ve insanı da, hakikati de yok ettiği bir simülasyonlar ve asimilasyonlar çağı.
Buraya birazdan geleceğim.
Çok zevkli bir entelektüel yolculuk yapma imkânı var burada. Bu zevkten sizi mahrum etmek istemem!
Fiîlî işgal çağı geride kaldı. Zihnî işgal çağındayız artık.
Emperyalistler dün, askerlerini meydanlara sürerek istedikleri yeri fiilen kontrol ve kolonize etme savaşı veriyorlardı: Fiîlî işgal çağı.
Şimdi modern zamanların açık saldırısı ve savaşları buharlaştı,
postmodern zamanların örtük, gizli ve de sinsi savaşları dönemine girdik. Savaşlar meydanlarda verilmiyor, medyalarda veriliyor öncelikle. Sonra gerek duyulursa meydanlara taşınıyor: Zihnî / medyatik işgal çağı!
Modernite, mekânın kontrol ve kolonize edilmesiydi.
Postmodernite, zamanın ve zihnin kontrol ve kolonize edilmesi, insanın zihninin ve ruhunun delik deşik edilmesi.
Dün mekânlar ve topraklar kontrol ve kolonize edilerek işgal gerçekleştiriliyordu. Bugün zaman ve zihinler kontrol ve kolonize edilerek işgal gerçekleştiriliyor.
Modern zamanların fiîlî işgali silahlarla yapılıyordu. Postmodern zamanlarda fiîlî işgalin yerini zihnî / fikrî / kültürel / medyatik işgal aldı. Postmodern zamanların zihnî işgali medyalarla yapılıyor. Silah, medyanın kendisi artık. Kamera izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır derken, Heidegger’in söylediği şey buydu tam da: Zihinlerimizi işgal ediyorlar, zihinlerimizin efendileri konumuna yerleşiyorlar medyatik silahlarla.
Modern zamanlarda modernitenin kendisi demir kafesti, insanın hapishanesi. Postmodern zamanlarda insanın hapishanesi açık sahne artık: Medya sahnesi de olabilir bu, müzik konseri sahnesi de, en çok siyasetçilerin ve onların palyaçoları gazetecilerin rol kestikleri tastamam bir tiyatroya dönülen şov sahnesi de.
Medya çağında yaşıyoruz. Medya çağında siyaset, tiyatroya dönüştü, siyasetçiler de en iyi oyunculara! Tiyatro gösterilerinin yerini medya sahnesinde siyasetçiler yapıyor artık!
Medyatik siyaset, siyaseti pornografikleştiriyor ve buharlaştırıyor.
Medya siyaseti şova dönüştürüyor: En iyi şovu yapan koltuğu kapıyor, parsayı topluyor!
Medyanın hükümranlığında siyaset sihirbazlığa dönüşüyor.
En iyi propagandayı yapan, en iyi şovu yapan demek. En iyi propaganda, en iyi şov’dan geçiyor. Simülasyonlar hükmediyor hayatımıza: Simülasyonlar, yani sığ, sahte ve ayartıcı gösteriler. Guy Debord’un “gösteri toplumu”na hoşgeldiniz!
Simülasyonlar, beraberinde kaçınılmaz olarak asimilasyon üretiyor: İnsanı dünyaya ve kendine yabancılaştırıyor: Hakikati yok ediyor, insanı nesneleştiriyor.
Buradan meseleyi kültürel işgal, kültürel iktidar meselesine getireceğimi anlamışsınızdır, sanırım. O da başka bir yazıya…
.
Üç mankurtlaşma tecrübesi: 28 Şubat ve Müslüman Türkiye’nin durdurulması
Yusuf Kaplan
3/03/2024 Pazar
Elif Subaşı ve 32 kişi beğendi3 yorum yazıldı
Başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. Bilmiyoruz; çünkü başımıza ne geldiğini bilme konumunda olan entelijansiyası yok bu ülkenin. Entelijansiyası yani âlimi, ârifi ve hakîm’i. Başka bir deyişle, Grmasci’den ödünç alarak söylemem gerekirse, duyarlıkları ve kaderi milletin duyarlıkları, tarihi, kültürü ve kaderi ile bütünleşen “organik aydınları” yok bu ülkenin.
İki asırlık bir mazisi bulunan modern / seküler’leşen Türkiye için kurulabilecek en açıklayıcı ama aynı ölçüde de en sarsıcı üç cümle şu: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir. Daha kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü, celladına âşık edilmesi ve tasmalı çekirgelere dönüştürülmesidir.
TÜRKİYE’YE YAŞATILAN ÖRTÜK / SİNSİ SÖMÜRGECİLİK TECRÜBESİ
Türkiye, doğrudan sömürgeleştirilmedi, dolaylı, örtük ve sinsi bir sömürgeleştirme ameliyesine tabi tutuldu, tutulmaya da devam ediliyor hâlâ!
Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi darbelerle gerçekleştiriliyor. Türkiye bu darbelerle terbiye ediliyor, kökleri koparılmaya, ruh kökleri kurutulmaya ve hizaya getirilerek küresel sistemin önünde diz çöktürülmeye çalışılıyor iki asırdır.
Darbelerin her türü denendi bu iki asırlık süreçte. Bürokratik darbe, askerî darbe, siyasi darbe, ekonomik darbe, hukuk darbesi vesaire.
Türkiye’nin yaşadığı sömürgecilik tecrübesi, gizli, örtük, sinsi bir sömürgecilik tecrübesi: Açık sömürgecilikten daha tehlikeli. Daha tehlikeli; çünkü açık sömürgecilikle emperyalistler açıktan saldırıyorlar ve fizîkî ölümünüzü; örtük sömürgecilikle ise, zihninizi ele geçiriyorlar ve beyin ölümünüzü gerçekleştiriyorlar: Bir toplumun beyin ölümü, mankurtlaştırılması ve ruhsuzlaştırılması, dolayısıyla özünü de, özgürlüğünü de yitirmesi demek.
Özetle… Şunu zihnimize kazıyacağız: Türkiye, dışarıdan ele geçirilemedi, içeriden ele geçirildi.
Başka bir ifadeyle, her zaman söylediğim gibi, Türkiye fiilen işgal edilemedi ama zihnen işgal altında.
BİRİNCİ MARKURTLAŞMA TECRÜBESİ: TANZİMAT
Türkiye üç mankurtlaşma tecrübesi yaşadı. Üç mankurtlaşma tecrübesi de emperyalistler tarafından planlandı, içerideki uyduları tarafından uygulandı.
İki asırlık karmaşık, sinsi bir süreç bu: Birinci mankurtlaşma tecrübesi, Tanzimat’la başladı. Dışarıdan yapılan müdahale içerideki işbirlikçi uydular tarafından gerçeğe dönüştürüldü.
Tanzimat, devletin İngilizlerin müdahalesiyle Osmanlı’daki devşirmeler (omurgasını Sabetaycıların oluşturduğu baronik-masonik şebeke) tarafından ele geçirilmesidir.
Yılmaz Öztuna’nın bile, Gülhane Hattı Hümayunu Tanzimat ile bürokratik darbe yaparak devleti İngilizlere teslim eden Mustafa Reşit Paşa’ya, aptal ve oportünist resmî tarihçiler gibi “Büyük Reşit Paşa” demesi, bu ülkenin entelijansiyasının nasıl ürpertici mankurtlaşma tecrübesi yaşadığımı gözler önüne serer.
Özetle… Tanzimat, Şerif Mardin’in nefis tanımlamasıyla, “Osmanlı’nın kendinden şüphe etmesi ve kendine olan güvenini yitirmeye” başlamasıdır.
LAİKÇİ SOSYAL MÜHENDİSLİK PROJESİYLE GELEN SEKÜLER MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ
Mankurtlaşma süreci Meşruiyetle ve ardından gelen laikçilik projesiyle birlikte ivme kazandı ve zıvanadan çıktı: Türkiye’nin İslâmî kimliği, birikimi ve ruhu yok olma tehlikesiyle karşı kaşıya kaldı.
Bizim modernleşme / laikleşme / Batılılaşma tecrübemiz Tanzimat’la başlayan mankurtlaşma tecrübesini en uç noktasına taşıdı: Kendini inkâra ve ruh köklerini yok etmeye kadar taşındı!
Kendini inkârın nasıl intihara dönüştüğünün en sarsıcı örneği olarak tarihe geçti.
ÜÇÜNCÜ MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ: 28 ŞUBAT İHANETİ
Daha önce de yazmıştım: 28 Şubat postmodern darbesi, dış mihraklar ve iç uşakları ile gerçekleştirildi. Bir ihanet darbesidir 28 Şubat: Bu toplumun ruhuna, mayasına ve ruh köklerine ihanettir.
Küresel sistemin iki dünya savaşından sonra kriz üstüne kriz yaşadığı kaotik bir zaman diliminde küresel sistemin lordlarının düşman arayışlarının neticesi olarak Soğuk Savaş derhal bitirildi ve yeni bir düşman icat edildi: İslâm. İslâm terörle, şiddetle, fanatizmle özdeşleştirildi ve şeytanlaştırıldı. Batı, bir kez daha öteki üzerinden, düşman üzerinden kendini tarif etti.
Düşman İslâm’dı. İslâm’n yeniden tarih sahnesine çıkışı önlenmeliydi.
Küresel sistem, İslâm’ı, önündeki en büyük engel gördüğü için hedef tahtasına yerleştirildi.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir zaman diliminde 28 Şubat’ın generalleri de, “irtica” diyerek İslâm’ı hedef tahtasına oturtma yarışına girdiler!
Dün İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir ülkenin metamorfoz yemiş, mankurtlaşmış çocukları son yüzyılda İslâm’ı bu ülkenin hayatından silecek ürpertici işlere imza attılar. Bu ülkedeki -laikliği koruma adına yapılan, aslında Türkiye’nin Batı’nın yörüngesinden çıkmaması ve yeniden İslâmî küresel bir yörünge oluşturmaya kalkışmaması için gerçekleştirilen- bütün darbeler, ülkenin İslâmî bir geleceğe sahip olmasını önlemeye dönük darbelerdir.
Oysa İslâm bu ülkenin birliğinin, dirliğinin ve kardeşliğinin, istiklalinin ve istikbalinin yegâne temeli ve sigortasıdır. Eğer bu ülke İslâm’ı kaybederse, imparatorluk bakiyesi 30’u aşkın etnik kimliğin varolduğu bir ülkede, temelsiz, İslâmsız bir Türk kimliği üzerinden zoraki olarak bir sosyal mühendislik projesi şeklinde icat edilen laik ulusal kimlik, bu toplumdaki etnik kimlikleri kaşımaktan, İslâmî duyarlıkları aşındırmaktan ve Türkiye’yi her bakımdan parçalanmanın eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir sırada Türkiye’nin bağımsızlığının sembolü ve sigortası İslâm’ı hedef tahtasına yatıran laik vesayetçi aparatlarının ülkede İslâm’a, İslâmî sembollere ve değerlere vandalca saldırmaları, bu toplumun tanık olduğu en büyük ihanettir.
Toplumumuz, sözkonusu üç mankurtlaştırma projesinin yol açtığı travmalarla boğuşuyor ama bu iç-dış çetelerce geliştirilen “endülüsleşme” (=Türkiye’nin İslâmî kimliğini içeriden yok etme) projelerine karşı da yılmadan, yıkılmadan direniyor iki asırdır…
Bu direniş, dirilişe ve varoluşa dönüşünceye kadar sürecek biiznillah.
.Mahşer’in üç atlısı: Kurucu Melikşah, uygulayıcı Nizamülmülk, temelleri-koyucu Gazâlî
Yusuf Kaplan
7/04/2024 Pazar
esubai131377762 ve 38 kişi beğendi7 yorum yazıldı
Şimdi muhasebe zamanı. Tenkit ve teklif zamanı. Teklifsiz tenkit tahriple sonuçlanır. Bunu her zaman söyledim. Bu ilkeyi her zaman gözönünde bulundurarak daha önce yazdığım bir yazıyı tozunu alarak yeniden paylaşıyorum.
İki asırdır yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranının, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla zirve noktasına ulaşan birinci büyük medeniyet buhranıyla çarpıcı benzerlikleri var. O zaman da dışardan bir saldırı vardı, Moğol ve Haçlı saldırıları İslâm dünyasını hallaç pamuğu gibi savurmuştu.
O zaman da rafızîlik, bâtınîlik, hâricîlik, haşhaşilik gibi yıkıcı akımlar, içerden İslâm toplumlarının akidesini, sosyo-kültürel ve ekonomi-politik yapılarını yerle bir ediyordu. Şimdi de benzer çağdaş ve antik hurafeler zihin dünyamızı delik deşik ediyor, bizi eniştemik kölelere dönüştürüyor.
BİRİNCİ BÜYÜK MEDENİYET KRİZİ: MAHŞER PROVASI GİBİ...
İslâm medeniyetinin ilk büyük kriz zamanları...
Hem yıkılış hem de yeniden kuruluş sancıları...
Bir yanda, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan, İslâm dünyasını harabeye çeviren Moğol saldırıları...
Öte yanda, Haçlıların, girdikleri her yeri yağmaladıkları, İslâm dünyasını kana boyadıkları, sadece Müslümanları değil Yahudileri ve lokal dinlerin, kültürlerin müntesiplerini de kitleler hâlinde kılıçtan geçirdikleri, katliam üstüne katliam yaptıkları, hiç bitmeyen, hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken, İslâm âlemini kan gölüne çeviren büyük felâketler silsilesi...
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de içerde kaynayan, kaynatılan fitne kazanları, emirlikler, sultanlıklar, beylikler arasındaki iktidar ve güç savaşları...
Mahşer provası gibi... Yeryüzü cehennemi sanki...
Ve Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi...
YERYÜZÜ CEHENNEMİNİ ANDIRAN BİRİNCİ BÜYÜK MEDENİYET BUHRANINI NASIL AŞTIK?
Hıristiyan takvimine göre, tarih 1258’i gösterdiğinde, Bağdat düşüyor... İslâm medeniyetinin kalbi, her şeyi Bağdat. İslâm medeniyetinin doğu cephesi çöküyor.
1226’da Kurtuba düşüyor... Endülüs'ün gözbebeği, hür düşüncenin yurdu, insanlığın düşünce ufku, barbarlığın her çeşidini yaşayan Avrupalılara evrensel Müslüman kozmopolis’in numûne-i imtisalini sunan Kurtuba. İslâm medeniyetinin batı cephesi de çöküş sürecine giriyor…
Endülüs, zamanla, 1492’de İşbiliye'nin düşüşüyle tarihten silinecektir...
Ama Bağdat’ın düşüşüyle sonuçlanan Abbâsî hanedanlığının çatırdamasıyla, Selçuklular’ın tarih sahnesine çıkmasıyla ve nihayet Osmanlı’nın gelişiyle birlikte İslâm medeniyeti, hem eksen değiştirecek hem taze kan devşirecek hem de toparlanacak, bütün dünya tarihini tam sekiz asır Müslümanların yapmalarını mümkün kılacak büyük bir medeniyet atılımına imza atacaktır...
Bağdat’ın düşüşü, Kurtuba’nın tarihten silinişi, Horasan ve Türkistan havzasının yeni Müslüman olan şehirlerinin, Merv’in, Tûs’un, Nişabur’un, Semerkand’ın ve Buhara’nın yerle bir edilişi, cehenneme çevrilişi, Müslümanların dünyevî her şeylerini yitirmelerine yol açtı ama Müslümanların Selçuk ve Eyyûbî çocuklarının birbirlerine omuz vermeleriyle toparlanmalarını, yangın yerine dönen âlem-i İslâm’ı toparlamalarını, bütün belâları birer birer defetmelerini, yürekleri fethedecek bütün insanlığı diriltici, bütün insanlığa hayat sunucu muazzam ve muazzez bir medeniyet yürüyüşü gerçekleştirmelerini önleyemedi.
Zahmetsiz rahmet olmazdı. Fikir ve oluş çilesi çekilmeden hakikat lûtfedilmezdi.
Müslümanlar yılmadılar, yıkılmadılar, özellikle Selçuk çocuklarının önderliğinde ayağa kalktılar, hakikatin bayrağını Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar dalgalandıracak uzun bir yolculuğa çıktılar...
Emperyalist Roma gibi, emperyalist Avrupa gibi, güce değil, hakikate dayalı evrensel bir medeniyet geliştirdiler; Medine’den süt emen, herkese hayat hakkı tanıyan, insanlığa hakkaniyetin, silmin, selametin, adaletin ve sulhün ne demek olduğunu öğreten aşılamamış evrensel bir kosmopolis inşa ettiler.
MAHŞERİN ÜÇ ATLISI: MELİKŞAH, NİZAMÜLMÜLK VE GAZÂLÎ
Bu diriliş yolculuğunun, tarihin akışını değiştiren başlangıç noktası ve kilometre taşı, mahşerin üç atlısının tarih sahnesine çıkmasıydı: Kurucu Melikşah, uygulayıcı Nizamülmülk, temelleri-koyucu Gazâlî.
Gazâlî’nin fikrî önderliğinde, Nizamülmülk’ün çelik dirayeti ve Melikşah’ın güçlü liderliğiyle çeyrek asırda bin yılın tohumlarını ekecek, hem İslâm medeniyetinin, daha önceki tarihinde görülmemiş ölçekte uzun soluklu ve köklü bir medeniyet atılımının gerçekleştirilmesini sağlayacak hem de bundan sonraki bu tür büyük ölçekli krizlerin nasıl aşılabileceğini gösterecek tarih açılımı, ruh atılımı gerçekleştirildi medrese üzerinden gerçekleştirilen, Avrupa’daki üniversitelere de kaynaklık eden maarif / zihniyet devrimiyle.
Oryantalistlerin akla darbe vurarak İslâm medeniyetini çökertti dedikleri Gazâlî’nin öncülüğünde bin yılı kuran bir medeniyet yolculuğunun temelleri atıldı Türkistan-Horasan Havzası’nda. Frederick Starr’ın “kayıp aydınlanma” olarak adlandırdığı 1500’lü yıllardan itibaren büyük bir medeniyet atılımına imza atıldı. İslâm, Kaşgar’dan Timbuktu’ya kadar üç kıtada Ehl-i Sünnet omurgasını kurdu, bütün medeniyetlere meydan okuyan, bütün medeniyetlerden vahyin filtresinden geçirerek beslenen, bütün medeniyetleri besleyen dünya-tarihsel bir medeniyet ağacı yeşertildi Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında.
Şu ân İslâm dünyası, iki asırdır yaşadığı ikinci büyük medeniyet buhranı sürecinde de benzer sorunlarla boğuşuyor: Bir yandan dışardan gerçekleşen emperyalist saldırıyla fiilî bağımsızlığını, öte yandansa içerden gerçekleşen saldırı ve hercümerçle zihnî bağımsızlığını yitirmiş durumda.
İslâm dünyasının fiîlî bağımsızlığına da, zihnî bağımsızlığına da kavuşabilmesi için bize kurucu yeni bir Melikşah, uygulayıcı yeni bir Nizamülmülk ve zihnî bağımsızlığımızın temellerini atacak, çağı tanıyacak, çağı aşacak derinlikli bir yolculuğa çakacak, çağrısı çağını kuracak parlak öncü kuşaklar yetiştirecek yeni bir Gazâlî gerek...
Vesselâm.
.Kendini bil, Rabbini bil, haddini bil. Ya da: Kültürel olarak “iktidar” değilseniz, siyasî olarak iktidar olamazsınız!
Yusuf Kaplan
22/04/2024 Pazartesi
davudcaliskann86244 ve 48 kişi beğendi5 yorum yazıldı
Müslümanlar için iktidar olmak, iktidar kurmak hedef olamaz hiçbir zaman. Müslüman sadece Allah’ın rızasını kazanmak için nefes alıp verir.
Allah’ın rızasını kazanmayı ihmal edenler, dünyayı da, hayatı da imha edecek, cehenneme dönüştürecek, orman kanunlarının hâkim olduğu bir arenaya çevirecek tohumları ekerler.
ARAÇLARIN HÜKÜMRANLIĞI: İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ YİTİRMESİ
Dünkü yazıda da dikkat çekmiştim: Kültür / medya çağında yaşıyoruz ama kültür çağında en büyük sorun, kültürün buharlaşması; medya çağındaki en büyük sorun da, iletişimsizlik sorunu.
Büyük bir paradoks var burada. Bu paradoksun nedeni, araçların amaç katına yükseltilmesi, insanın sonunda kendi ürettiği araçların kölesine dönüşmesi.
Böyle bir dünyada insan özgürlüğünü de, özgür iradesini de yitirmekten kurtulamaz.
İzi sürülmesi ve cevabı verilmesi gereken soru şu öyleyse: İnsan, neden araçları amaç hâline getirir ve araçların amaçların önüne geçmesine engel olamaz ki?
Kültür de, medya da, bilgi de birer araçtır.
Oysa seküler dünya tasavvuruna göre hayatı dizayn etmeye çalışanlar için, bilgi de, kültür de, medya da, yeryüzünde hâkimiyet kurmak amacıyla kullanılan araçlardır. Siz, herhangi bir aracı hâkimiyet kurmak için kullanmaya kalkışırsanız, o aracın mahkûmu olmaktan kurtulamazsınız.
Siz herhangi bir aracı ele geçirmek için yola koyulursanız, o araç sorunda sizi ele geçirir, yoldan çıkarır, yolda bırakır.
Siz herhangi bir araca sahip olma kaygısı güderseniz, o araç sonunda size sahip olur.
Eğer araçları ele geçirmeyi amaç olarak belirlerseniz, “araçsal akıl” üretmiş, kendinizi araçların kölesine dönüştürmüş olursunuz.
Bu, sizin özgür iradenizin araçlar tarafından ipotek altına alınmasına ve sizin özgürlüğünüzü yitirmenize yol açacaktır.
Buradaki yakıcı ama sonuçta yıkıcı bir nitelik kazanan paradoksa dikkatinizi çekmek isterim: Siz araçlara hâkim olmayı, insanın özgürlüğü için amaç hâline getirdiğiniz hâlde sonuçta ne oluyor da, insanın özgürlüğünü yitirmesine ve araçların kölesine dönüşmesine yol açan ontolojik bir felâketle karşı karşıya kalmaktan kurtulamıyorsunuz?
MESELE, İKTİDAR OLMAK DEĞİL, OLMAKTIR, KEMAL MERDİVENLERİNİ TIRMANMAK…
Demek ki, mesele, kültürel olarak da, siyasî olarak da iktidar olmak değil. Mesele, iktidar olmak değil yani. Mesele kültürel olarak veya siyasî olarak “varolmak”.
Dahası, mesele, sahip olmak değil olmak’tır; kemal merdivenlerini tırmandıracak özgürleştirici, özü gürleştirici bir hakikati keşif, kendini keşif yolculuğuna çıkmaktır.
Kültürel olarak iktidar olmak ya da kültürel iktidar kavramları, daha baştan kültürün ve dolayısıyla o kültürün sahiplerinin altını oyan yıkıcı kavramlardır.
Aslolan iktidar olmak değil, aslolan “varolmak”tır: Varolmak yani, hiçleşerek, kendini değil hakikati öne çıkarma kaygısı güderek kişinin kendini, hakikati ve Rabbini keşif yani kemal merdivenlerini tırmanma yolculuğuna çıkabilmektir…
KENDİNİ BİL, RABBİNİ BİL, HADDİNİ BİL: NEFES AL, NEFES VER VE NEFES OL…
Kendini bil, Rabbini bil, haddini bil, diyorum o yüzden. Kişinin kendini bilmesi, bilme yolculuğuna çıkması, Rabbini bilmesi Rabbini bulması, haddini bilmesi de hakikatin sahici eri olarak nefsini aşması, kendine ulaşması, özünü güçleştirerek özgürlüğüne kavuşması ve kendi olması. Nefes alması, nefes vermesi ve nefes olması. Yola çıkması, yolda olması ve yol olması, yani tarihin akışını değiştirecek bir yolculuğa çıkması.
Kültürel olarak iktidarda değilseniz, siyasî olarak aslâ iktidar olamazsınız, diyorum. Bu cümleyi kurarken, hedefi iktidar olmak, iktidara konmak olarak belirlemiyorum elbette ki. Aksine, burada, Allah’ın rızasını kazanma kaygısı güden, (emaneti üstlendiğinin bilincinde olarak dünyanın, gücün, araçların kulu kölesi değil Allah’ın asil kulu olma kaygısıyla hareket eden) bir hakikat eri olma derdi ile nefes alıp vermekten söz ediyorum.
Allah rızası ile hareket ederseniz, derdiniz iktidar olmak değil de, Allah’ın rızasını kazanmak olursa, hiçbir zaman araçları kutsamaya ve putlaştırmaya kalkışmaz, araçların kulu kölesi olmaz, özgürlüğünüzü yitirmezsiniz.
Allah’ın rızasını kazanmak için nefes alıp verirseniz, özgür iradenizi iradesiz araçlara ipotek etmemiş, iradesiz araçların iradenizi yok etmesini sağlayacak kadar araçları putlaştırmaya kalkışmamış ve araçların sizi kölesi yapmasının önünü sarsılmaz, muhkem hakikat kalkanlarıyla tıkamış olursunuz.
Hakikat kalkanları, putların, nefsanî, beşerî, dünyevî putların sizi esir almasının önünü tıkayan, sizi hakikat yolculuğuna hazırlayan sizin kendinizi, Rabbinizi ve haddinizi bilerek hakikat yolculuğuna çıkmanızı engelleyen engelleri yok edecek kadar koruyucu, konumlandırıcı ve kurucu işlevler gören hakikat anahtarlarına, yol haritalarına ulaşmanızı ve böylelikle hakikatin önünü sonuna kadar açmanızı sağlar…
Bu anlamda, Allah’ın rızasını kazanma kaygısı güdecek bir yolculuğa çıkmak anlamında kültürel olarak iktidar değilseniz, yani yeni Gazâlîler, Râzîler, İbn Arabîler, İbn Haldunlar, Sinanlar, Itrîler yetiştirecek uzun soluklu, yorucu ama diriltip kendimize getirici ve bizi ayağa kaldırarak tarihi yeniden yapmamızı sağlayıcı aziz ve leziz bir yolculuğa çıkmamışsanız, yüzde 70’le, 80’le iktidara gelseniz bile aslâ iktidar olamaz, ülkenin önünü tıkayan çakıl taşlarını temizleyemez, önümüzü açacak yapı taşlarını döşeyemezsiniz.
Aslolan “kültürel inşa”dır: Kültürün yaşaması ve hakikati hayatlaştırarak sizi yaşatmasıdır. Kültürün bizim Müslümanca yaşayacağımız ve insanlığın önünü açacağımız bir dünya inşa etmemizi sağlayacak kadar diri ve diriltici, canlı, hayatta ve ayakta olmasıdır.
Vesselâm.
.Düşünemeyen insan, Batılı Leviathan düzeni ve İslâm’ın direnişi
Yusuf Kaplan
26/04/2024 Cuma
dsacan ve 35 kişi beğendi6 yorum yazıldı
Batı uygarlığı Gazze’de harakiri yapıyor: Çocukların katledilmesine ve soykırıma destek verdiği için Gazze, Batı uygarlığının mezarı oldu.
Postmodernizm, felsefî olarak Batı uygarlığının çöküşünü ama iktisâdî olarak ise dünya üzerinde mutlak hâkimiyet kurmasını sağladı.
Batı uygarlığının dünya üzerinde -tabir câizse- mutlak hâkimiyet kurabilmesi, felsefî temellerinin zayıf olmasıyla mümkün olabilmiştir.
MODERN DÜŞÜNCE: DÜŞÜNEMEYEN İNSAN
“Nasıl yani?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Şöyle izah edeyim: Modern Batı felsefesi, dünyanın, eşyanın, insanın ve hakikatin kavranması çabası sözkonusu olduğunda zayıf bir felsefedir, derinlikli bir felsefe değildir. Modernlerin de, postmodernlerin de “gücü” buradan geliyor, eğer buna “güç” denirse tabii. Ortada felsefe ya da düşünce olarak aldandırılmayı hak edecek bir çaba da yok, birikim de.
Descartes, modern felsefeyi kuran adamdır ama “sığ” bir düşünürdür. Eşyayı, varlığı, hakikati derinlemesine idrak edebilecek bir felsefî performans ortaya koyamamıştır. Descartes, hakikati yüzey’e, fizik’e, görünen’e, kontrol edilebilir ve hükmedilebilir olan’a indirgeyerek, felsefe yapma, düşünce üretme imkânını berhava etmiştir.
Descartes’ın derdi düşünce üretmek midir? Yoksa tabiata, varlığa, dünyaya hâkim olma araçları üretme kaygısı mı?
Buradan kalkarak, modern düşünce, düşünme çabası değildir; aksine, düşüncenin de, düşünce üretecek düşünme çabasının da buharlaşması, iptal olması eylemidir, diye düşündüğümü söyleyeceğim.
Modern düşünce, belki Heidegger’in söyleyebileceği gibi, teknik üzerine soruşturma çabası değildir. Düşünemeyen, düşünmesini bilmeyen, düşünme çabası gibi bir derdi olmayan, soruşturmasını da bilemez, hiçbir şeyi de soruşturamaz. Dünya üzerinde hâkimiyet kurma tekniği üzerine, en nihayetinde bu teknik -dolayısıyla vasıta- üzerinde düşünme çabasıdır modern düşünce. Başka bir ifadeyle, dünya üzerinde, eşya üzerinde, insan üzerinde nasıl hâkimiyet kurulabileceği meselesine dâir düşünme temrinidir modern düşünce ya da felsefe, en fazla. Daha ötesi değil.
Bu, düşünememe çabası, demek, aslında. Düşünme’ye değil tekniğe (vasıta’ya, giderek hâkimiyet kurma işlemine ve eylemine) odaklanmanın kaçınılmaz sonucu bu: Düşünemeyen insan. Düşen ama düştüğünü de bilemeyen “nesne” o, o yüzden.
KAZANA KAZANA KAYBEDİYOR İNSAN...
Yanlış bir başlangıç yani. Gelinen noktada, yanlış başlangıçların bütün insanlığı ve varlığı nasıl büyük felâketlerin eşiğine fırlattığını görüyoruz. Yaşadığımız büyük bilimsel devrim, insanın Tanrı’yı devre dışı bırakmasıyla, dolayısıyla sadece dünya üzerinde hâkimiyet kurmasıyla sonuçlanmadı. Aynı zamanda insanın insanı devre dışı bırakmasına, teknolojinin insan üzerinde hâkimiyet kurmasına da yol açtı.
Sadece dünyanın varlığı değil, insanın varlığı da tehlikeye girdi. İnsan, türünün geleceğini kendi elleriyle tehlikeye attı genetik mühendisliği, mikro biyoloji ve yapay zekâ çalışmalarıyla.
Madde kazandı. İnsan kaybetti. İnsan kazana kazana kaybetti: Her şey üzerinde hâkimiyet kurdukça sonunda hâkimiyetini yitirdi, hâkim olduğu şeyler kendi üzerinde hâkimiyet kurdu, hâkim olduğu şeylerin mahkûmu oldu çıktı insan.
BATILI LEVİATHAN’IN ÇIKMAZ SOKAĞI
Ne Doğu, Doğu. Ne de Batı, Batı artık.
Her şey yerinden / kendi’den oldu.
Hiçbir şey kendiliğinden olmadı ama!
Bir el, Tanrı rolü oynayan gizli bir el, seküler-kapitalizm canavarı Batılı Leviathan, insana kader biçmeye kalkıştı, sonunda insanı çıkmaz sokağa fırlattı.
İnsanı tanrılaştırma çabası, insanı hem Tanrısız hem de insansız bir dünyanın eşiğine getirip bıraktı. İnsansız bir dünya, dünyasız bir insan “üretti”.
İnsan düşünme melekelerini de, duyma melekelerini de yitirdi; hız, haz ve ayartının kölesine dönüştü.
Tamam da bütün bunlar ne anlam ifade ediyor, peki?
İnsanlığı tek dünya, tek din, tek kültür ve ayartıcı bir şekilde de “tek kişilik aile” dedikleri cehennemin eşiğine sürüklüyorlar Batılı Leviathan düzeninin ağababaları.
Batılı Leviathan, varlığın ontolojik / hiyerarşik düzenini bozunca, kaçınılmaz olarak dünyanın düzeni de bozuldu, dünya cehenneme çevrildi.
Tek aile, tek kültür, tek dünya sloganlarına bakmayın siz! Dünyayı, insanlığı köleleştiriyor, hakikati yok ediyor, sahte’nin, ayartı’nın, algı’nın hükümranlığını ilan ediyor: Her şeyi ve herkesi uyutuyor ve yutuyor Batılı Leviathan (seküler-kapitalist canavar)!
BATILI LEVIATHAN VE ÜÇ İSLÂM’LA SAVAŞ STRATEJİSİ!
Batılı Leviathan, Latin Amerika’yı, Afrika’yı yuttu, Asya’yı ise uyuttu, yutmak üzere... Hangi Asya’yı? Japonya, Çin, Hindistan ve bilumum diğer Asya kaplanlarını. Asya’nın bu en köklü medeniyetlerinin ve kültürlerinin ruhlarını yok etti, kendisine benzeterek direnç noktalarını kırdı, etkisiz hâle getirdi.
İslâm’ın direnç noktalarını kıramadı, kıramayacak da.
O yüzden hem Batı ittifakında, icat edilen terör söylemi ve kontrolleri altındaki terör örgütleri üzerinden İslâm’la savaş stratejisi temel varoluş stratejisi olarak benimsenmiş durumda hem de son çeyrek asırdan bu yana Çin ve Hindistan’da bu iki ülkedeki tarihin akışını değiştirme potansiyeline sahip İslâm’ın varlığının yok edilmesi, kökünün kazınması stratejisi uygulanıyor barbarca yönetmelerle. Batılı Leviathan, bu iki dünya gücünü de teslim almış ve ruhlarını yok etmiş durumda.
Bir üçüncü aktör daha var İslâm’la savaş stratejisini uygulayan ve Batılı Leviathan’a bağlanan: İslâm dünyasındaki iktidar ve güç odaklarını kontrol eden Batılı Leviathan tarafından kontrol edilen seküler-Batıcı uydular! En acıklıları da bunlar! Yoklar dolayısıyla figüranlar ama kraldan çok kralcılar! Kölelik psikolojisi bu!
Bu üç İslâm’la savaş stratejisi de İslâm’ın diriltici kaynaklarının yeniden hayata ve harekete geçirici gücüne karşı direnemeyecek.
Şu ân dünya, yine küfür’le iman’ın karşı karşıya geldiği bir ayırım noktasının eşiğine gelip dayandı. Çin ve Hindistan da, İslâm dünyasının Batıcı uyduları da tarihin yeniden İslâm tarafından yapılma emarelerinin belirdiği bir zaman diliminde İslâm’ın altını oyma savaşına su taşımakla ne denli ürpertici bir harakiri yaptıklarını görecekler! Çok değil, yarım asır içinde hem de.
.Batı’da üçüncü dalga İslâm düşmanlığı patlak verebilir mi?
Yusuf Kaplan
28/04/2024 Pazar
esubai131377762 ve 25 kişi beğendi5 yorum yazıldı
Yahudi İngiliz tarihçi Bernard Lewis, ölmeden önce çok dikkat çekici bir gözlemde bulunmuştu Türkiye’nin AB (Avrupa Birliği) üyeliği konusunda. Kurt İngiliz “operasyonel akademyacı” Lewis, “Türkiye, AB’ye aslâ alınmamalıdır. Eğer Türkiye AB’ye girerse, bir asır içinde Avrupa Müslümanlaşır” demişti.
Burada sorulması gereken soru, bu tespitin doğru mu, yanlış mı olduğu sorusu değil. Burada izi sürülmesi gereken temel mesele, Avrupa’nın kendine güveninin buharlaştığı, Avrupa’yı ayakta ve diri tutacak güçlü bir felsefî temelin kalmadığı gerçeğinin bizzat Batılılar (Batılı düşünürler, büyük siyasetçiler) tarafından görülüyor olması meselesidir.
Filistin’de Gazze’de işlenen katliam ve soykırıma Batılı kitlelerin açıkça destek vermeleri, Batılı başkentleri kaygılandırdı. Bu nedenle Batı’da üçüncü bir İslâm düşmanlığı dalgasının patlak verebileceği endişesi taşıyorum.
Avrupa ülkelerinde Filistin’e destek veren insan hakları kuruluşları teker teker fişleniyor ve faaliyet yapmaları engelleniyor.
STK’lar her ülkede “örgütlü şiddet kullanan” devletin zorba gücüne karşı halkın nefes borusu işlevi görür. İnsanlığın gözünün içine baka baka masum insanların katledilmesine ses çıkaran STK’ların Batı ülkelerinde kara listeye alınmaları Batılıların ne kadar zayıf temeller üzerinde ayakta durduklarını ispat ediyor. Dahası, Batı ülkelerinin, özgürlük, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu ülkeler olduğu fikri de Gazze katliamında gösterilen katliamcı ve soykırımcı İsrail yanlısı tutumdan sonra iyice şehir efsanesine dönüştü.
KARİKATÜR KRİZİNDEN KUR’ÂN YAKMA EYLEMLERİNE…
Batı’da İslâm düşmanlığı dalgası, Arap ülkelerinin petrolü Batı emperyalizmine karşı silah olarak kullandığı ve “OPEC krizi” olarak adlandırılan hâdiseyle başlamıştı. İngiliz Yahudi tarihçi Bernard Lewis 1980’lerde The Atlantic Monthly isimli aylık fikir dergisinde yazdığı “The Muslim Rage / Müslüman Öfke” başlıklı makale ile Batı’daki İslâm düşmanlığının fitilini ateşlemişti.
Fas’tan Malezya’ya kadar İslâm, İslâm dünyasının en güçlü aktörü konumuna gelmişti. Eğer İslâm’ın yükselişi durdurulmazsa, İslâm’ın dünya tarihinin akışını değiştirecek bir medeniyet sıçramasına kaynaklık etmesi önlenemezdi. Bu da, Batılı emperyalistlerin dünya üzerindeki hegemonyalarının geleceğini tehlikeye sokacak “tehlikeli” bir gelişme olarak düşünülüyordu.
Bu nedenle 1990’ların başlarında Soğuk Savaş alelacele bitirildi, “terörizmle savaş” denilerek hayata geçirilen İslâm’la postmodern yöntemlerle sinsi bir savaş devreye girdirildi.
2000’li yılların ilk on yılına Fahr-i Kâinât Efendimizle ilgili yapılan karikatürlerin yol açtığı aşağılık kriz damgasını vurdu. Dalga dalga bütün Avrupa ülkelerine yayıldı karikatür üzerinden Rahmet Elçisine yapılan saldırı ve hakaretler!
Ardından yeni bir İslâm düşmanlığı dalgası hortlatıldı… Peygamberimize saldıranlar, bu kez Kur’ân’a saldırmaya, Batılı başkentlerde Kur’ân’lar yakmaya başladılar.
ÜÇÜNCÜ DALGA İSLÂM DÜŞMANLIĞI
Filistin’de yapılan soykırım Batı’da kitlelerin İslâm’a yoğun ilgi duymalarına ve hızla Müslüman olmalarına yol açtı.
Bir kaç gündür Avrupa’da dolaşıyoruz. Yeni bir İslâm düşmanlığı dalgasının kışkırtılacağını, Avrupa’daki Müslümanların hazırlıklı olmaları gerektiğini düşünüyorum.
Avrupa’da yaşayan Müslümanları hedef alacak saldırılar tezgâhlanabilir. Böylesi bir İslâm düşmanlığının en önemli nedeni bütün negatif propagandalara rağmen Filistin’deki Müslümanların insanlığın haysiyetini korudukları gerçeğinin görülmesi üzerine Avrupa’da İslâm’ın hızla yayılıyor olması gerçeğidir.
Avrupa’da yegâne yaşayan ve yaşanan din İslâm!
Hıristiyanlık bitti, çoktan tarih oldu, hayattan sürgün edildi. Sadece bir Leviathan gibi ruhsuz bir kurum, bir canavar olarak kilise var. Kiliseler bomboş ve teker teker kapatılıyor, satılıyor, önce sinema salonu, sanat galerisi olarak kullanılıyor, sonra da Müslümanlar tarafından satın alınıyor ve camiye çevriliyor!
Bir taraftan Avrupa’da hızla yayılan ve en diri, en canlı din olarak yaşayan dinin İslâm olması, öte yandan da ailenin kutsal olduğu Müslümanların nüfusunun hızla artması, Batılıları kaygılandırıyor…
Avrupa ülkelerinde ırkçı, faşist hareketler İslâm düşmanlığı yapıyor görünüyor ama bunun büyük bir yanılsama olduğunu söyleyeceğim: Avrupa hükümetleri, İslâm’ın yükselişini durdurabilmek ve Avrupa’daki halkları, özellikle de Müslümanları hem İslâm’dan soğutmak hem uzaklaştırmak hem de Batılıları protesto eden Müslümanların sert tepkilerini göstererek İslâm’a tepki göstermelerini sağlamak gibi birkaç amaç güdüyorlar aynı anda.
İslâm düşmanlığı, gerçekte ırkçı, faşist hareketlerin işi değil. Onlar sadece kullanılıyorlar. İslâm düşmanlığı, sözünü ettiğim temel nedenlerden ötürü, uzun vadeli Avrupa stratejisinin kaçınılmaz sonucu.
Avrupa’da yüzyıl önce Yahudilere yapılan soykırım, bu kez Müslümanlara karşı yapılabilir. Avrupa’nın vicdanı, merhameti filan yoktur. Avrupa ruhsuzdur! Thomas Paine’in o çarpıcı tespitini hiç unutmamak lazım: “İnsanlığın kökünü kazıma konusunda kimse Batılılarla yarışamaz!”
Batı, İnsanlık düşmanıdır. Hakikat düşmanıdır.
Kendine tapar!
Kendine boyun eğmeyeni cadı kazanlarına atar, engizisyon mahkemelerindeki işkencelerle ve fırınlarda ateşlerde yakar! Hiçbiri abartı değil bu söylediklerimin, değil mi?
Önümüzdeki dönemde Avrupa’da büyük bir İslâm düşmanlığı dalgası hortlatılabilir.
O yüzden Müslümanların güçlenmesi, ümmet şuurunu diriltmeleri şart!
Vesselâm.?
.Tarih bizi çağırıyor ama biz birbirimizle boğuşuyoruz!
Yusuf Kaplan
29/04/2024 Pazartesi
esubai131377762 ve 47 kişi beğendi5 yorum yazıldı
Gazze’de katliam sürüyor, Amerika’da Harvard’da felsefeci bir hamım profesör, öğretim üyeleri ve öğrenciler katliamı protesto ettikleri için ters kelepçe yapılarak tutuklanıyorlar!
kudurmuş bu Siyonist haydutlar!
“Dünyanın efendileri biziz, bütün dünya bizim kölemiz, herkes bizim önümüzde diz çökecek,” diyorlar adeta!
Dünyada Filistin’deki katliam konusundaki duyarlık devam ediyor ama bölgemizdeki patlamaya hazır bombalar, serseri mayınlarla döşeniyor… İran’ı nükleer güç yapmak ve böylelikle İran’ı bölgenin başına belâ etmek istiyorlar…
Hedef, medeniyet iddiasıyla donanan bir Türkiye’nin önünün kesilmesi!
Batılılar, asırlık stratejilerini Türkiye’yi durdurmak için geliştiriyorlar.
İki yüzyıllık tarihe dönüp bakın, göreceksiniz bu yakıcı gerçeği.
Türkiye, bin yıldır, eksen ülkeydi; bundan sonra da öyle olacak inşallah.
Tek şartla: Yörüngemizi bulabilirsek...
Bunun için de geleceğimizi inşa edecek mütevazı (başka dünyalara açık) ve özgüveni yüksek (medeniyet fikriyle donanmış, dünyayı iyi tanıyan) önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirebilirsek ve tabiî kendimizi eleştirmesini ve yenilemesini bilebilirsek...
BATI UYGARLIĞI’NIN KISACA KURULUŞ VE ÇÖKÜŞ HİKÂYESİ...
17. yüzyıldan itibaren dünya tarihinin akışını şekillendiren pagan modern Batı uygarlığı, kontrol ve kolonizasyon güdüsü tarafından güdüldü: Hem Tanrı fikrine, hakikat fikrine ve tabiata hem de başka medeniyetlere saldırıya dönüştü.
Sonuçta, Tanrı’nın yerine azmanlaşan insanı, kilisenin yerine de siyaseti (politika’yı) yerleştirdi.
İnsanın tanrılaşması aklın putlaştırılmasıyla sonuçlandı; siyasetin otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynaklarını tanımlayan bir konuma yerleştirilmesiyse, bir araç olarak siyasetin putlaştırılmasına yol açtı.
Modern pagan insan, sınırlı aklına sınırsız güçler atfetmekle ve araçları (güç üreten siyaseti, bilimi, teknolojiyi vesaire) amaçların önüne geçirmekle, bir yandan hem tabiat üzerinde hem de dünya üzerinde hegemonya kuracak göz kamaştırıcı bir atılım gerçekleştirdi ama öte yandan da, bu maddî atılımı mümkün kılan dinamikler, modern Batı uygarlığının altını oyan dinamitlere dönüştü.
Sınırlı akla sınırsız güçler yükleyince ve kurucu değil yol açıcı işlev görmesi gereken siyasete, dolayısıyla araçlara (ama güç üreten araçlara) taşıyamayacağı ontolojik işlevler verince, modern pagan uygarlık, bu yükün altında kaldı ve ezildi.
Felsefî olarak, entelektüel olarak, kültürel olarak ve tabiî ahlâkî ve sosyolojik olarak bu azmanlaşmanın faturası çok ağır oldu; yalnızca modern pagan uygarlık için değil; dünya üzerinde kontrol ve kolonizasyon güdüsü üzerinden hegemonya kurduğu, köklerini kazıdığı bütün diğer medeniyetler, dolayısıyla insanlık için de çok pahalıya patladı modern pagan uygarlığın dünya üzerinde kurduğu azman hegemonyası.
POSTMODERN FELSEFE: ÇÖKÜŞ FELSEFESİ
Gelinen nokta yalnızca Batılılar için değil, bütün dünya için ürperticidir ve yol ayırımıdır:
Tanrı fikri yok edildi; önce Batı’da; sonra da zamanla küre ölçeğinde.
Tabiat önce düşman ilan edildi; sonra da ele geçirildi ve delik deşik edildi.
İnsanın varlığı tehlikeli bir sürece girdi.
Humanizm’le başlayan ve insanı her şeyin merkezine yerleştiren modern pagan yolculuk, gelinen noktada adına post-humanizm denilen (insansız bir dünyanın ve dünyasız bir insan tipinin insanı tefessüh ettirdiği, ruhunu yitiren ve gürûha dönüşen yığınlar tarafından özgürlük olarak algılanan hız, haz ve ayartının kölesi hâline gelerek hayatı çölleştirdiği) bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlattı bütün insanlığı.
Modern pagan Batı uygarlığı felsefî olarak çöktü; yüzyıl önce hem de.
Bu çöküş, önce Nietzsche tarafından ilan edildi ve olabildiği ölçüde yüksek bir sesle haykırıldı: Nietzsche, modern pagan uygarlığı çarmıha gerdi.
Modern pagan uygarlık felsefî olarak çöktü ama felsefe çökmedi; çöküş felsefesine dönüştü.
Nietzsche’nin haykırışına çöküş felsefesi olarak nitelediğim postmodern filozoflar ve sosyal teorisyenler güçlü ses verdiler:
Heidegger, varlığın, dolayısıyla hakikatin unutulduğunu söyledi.
Weber, modernliğin, “demir kafes” ürettiğini; Foucault “hapishane”ye, Derrida bir şekilde “hayalet”e dönüştüğünü, Baudrillard simülasyondan ibaret olduğunu ve buharlaştığını söylediler.
Çöküş filozofları, postmodernliği bir çıkış olarak sunmadılar.
Bu çıkmaz sokaktan tek çıkış yolunun, hâkim paradigma’nın dışına çıkmak, hâkim paradigmadan kurtulmak olduğunu itiraf ettiler. Foucault, aynen böyle söylemişti; üstadı Nietzsche’nin izinden giderek.
Ne demişti Nietzsche: “Artık söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir.”
YENİ BİR “SÖZ”Ü KİM SÖYLECEK?
Yeni bir sözü kim söyleyecek?
Çinliler, Hintliler, Japonlar mı?
Elbette ki, hayır.
Hayır; çünkü hepsi de kapitalistleştirildiler; uyutuldular ve yutuldular.
Söylenecek tek yeni şeyi Müslümanlar söyleyebilirler. Gazze’de, en zor şartlarda bile insanlığın haysiyetini sadece İslam’ın koruyabileceğini ispat eden Müslümanlar!
Baudrillard, bu gerçeği, Batılıların İslâm’ı terörle özdeşleştirmeleri üzerine, “insanlığın önündeki tek seçeneği yok ediyoruz” diyerek telaffuz etmişti.
Batı uygarlığı, söyleyeceği şey olmadığı için, o ürpertici gücüne sarıldı: Sadece işgal ediyor, yakıp yıkıyor her yeri: Söyleyeceği bir sözünün olmamasının en önemli göstergesi, Baudrillard’ın “yeni barbarların gelişi” diye tasvir ettiği bu saldırganlığı işte.
TARİH BİZİ ÇAĞIRIYOR AMA BİZ KAÇIYORUZ!
Batı uygarlığı hem kendisi felsefî olarak çöktü hem de İslâm dışındaki diğer medeniyetleri fosilleştirdi ve kapitalistleştirerek bitirdi.
Ama İslâm’ın kaynaklarını deforme ederek İslâm’ı fosilleştiremediği ve böylelikle İslâm’a diz çöktüremediği için çıldırıyor. O yüzden yüzyıllık stratejilerini, İslâm’ın gelişini önlemek için geliştiriyor: İslâm’ın tarih sahnesine çıkışının Türkiye’nin yeniden medeniyet iddiasıyla donanmasıyla mümkün olabileceğini bizden çok daha iyi bildiği için de yüzyıllık stratejilerini münhasıran Türkiye üzerinden, her ne sûretle olursa olsun, Türkiye’nin toparlanmasını ve ayağa kalkmasını, medeniyet coğrafyasını toparlamasını ve ayağa kaldırmasını önlemek amacıyla geliştiriyor.
Şunu çok iyi biliyor Batılılar: İslâm dünyasını toparlayabilecek ve ayağa kaldırabilecek hem tarihî derinliğe hem köklü medeniyet tecrübesine sahip tek ülke, Türkiye.
Türkiye, bu yükü taşıyabilecek durumda mı?
Şu hâliyle, hayır.
Ama bu yola girmek zorunda, tarihin yükü bu: Tarihin bizim sırtımıza yüklediği yük! Tarih bizi çağırıyor ama biz birbirimizle uğraşıyoruz, kabile savaşları veriyoruz: Partilerimiz, cemaatlerimiz amip gibi parçalanıyor… Tarih bizi çağırıyor, biz birbirimizle boğuşuyoruz…
Olacak iş değil!
Eğer aklımızı başımıza devşirip de kendimize çeki düzen vermezsek, İslâm’ın her geçen gün kan kaybetmesinin ve böylelikle ülkenin büyük bir yok oluş felâketinin eşiğine sürüklenmesinin sorumlusu bizler oluruz.
Vesselâm
.Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu
Yusuf Kaplan
5/05/2024 Pazar
esubai131377762 ve 42 kişi beğendi7 yorum yazıldı
Yakın tarihine bizim kadar uzak ikinci bir toplum yok dünyada.
Tarih karartıldı bu ülkede.
Medeniyet iddiaları yok edildi bu toplumun; o yüzden tarihte tatile mahkûm edildi, tarihten sürgün edildi.
Tarihten neden ve nasıl sürgün edildiğimizin hikâyesini en iyi anlatan ender fikir adamlarımızdan biri Kadir Mısıroğlu’ydu. Bugün vefatının beşinci yılı. Üstadı bir yazımla rahmetle anıyorum.
TEK BİR ZAMANA/ TARİHSİZLİĞE HAPSEDİLMEK!
Bin yıl dünya tarihini sürükleyen bir toplumdan başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenmeyi marifet zanneden celladına âşık gulyabaniler türedi.
Dünya tarihinin adalet ve hakkaniyet, sulh ve selâmet ilkeleri açısından en parlak timsallerinden birini, zirvesini oluşturan, herkese hayat hakkı tanıyan, -Batılılar gibi- karşılaştığı hiçbir medeniyetin kökünü kazıma ilkelliğine soyunmayan bizim muazzez medeniyet tecrübemiz unutturuldu; yetmedi, inanılmaz bir şekilde aşağılandı bu ülkede metamorfoz yemiş, devşirilmiş, celladına âşık kendi çocukları tarafından.
O yüzden tarih bilinci linç edilmiş tek toplum biziz, diyorum.
Bir İngiliz’in, Fransız’ın, Alman’ın, Rus’un, bir Japon’un ruhu vardır; bir aidiyet bilinci, tarih derinliği, emperyal ufku vardır.
Bu toplumların insanları üç zamanı da yaşarlar aynı ânda; duyarak, hissederek, tecrübe ederek yaşarlar iliklerine kadar...
Bizim toplumumuz, tek bir zamana mahkûm edilmiştir: Şimdiki zamana. Ruhu çalınmış bir şimdiki zamana. Tarihsizliğe. Geçmişin izlerini, geleceğin tohumlarını taşımaz o yüzden.
Geçmişin izlerini silmekle, geleceğin ufuklarını karartmakla meşguldür bizim “şimdiki zaman”ımız; tarihimizi, yerimizi ve aidiyet bilincimizi yok etmekle!
O yüzden “ibnü’l-vakt” (bütün vakitleri özümsemiş “vaktin çocuğu”) olmak en çok bize yakışırdı; ama biz, zamanını şaşırdığı için vakitleri bilmeyen, geçmiş zamanı hissedemeyen, gelecek zamanı duyamayan ve göremeyen vakti / zamanı / ruhu çalınmış, tarihi yok edilmiş çocuklarıyız insanlığın.
O yüzden birbirimizle boğuşuyoruz; ve sürükleniyoruz sadece.
Geçmiş zaman ve gelecek zaman duygularımız olsaydı, güçlü olsaydı, birbirimizi anlamaya vakit ayırsaydık, birbirimizle boğuşmaz, enerjimizi tüketmez, oraya buraya sürüklenmezdik; aksine, tarihi biz sürüklerdik yine.
Hiçbir toplum, bizim yediğimiz darbeyi yemedi, bizim yaşadığımız travmayı yaşamadı: Kendini inkâr, medeniyet iddialarını inkâr hastalığı, sömürgeleştirilemeyen bir ülkenin (eğitim ve medya, kültür ve sanatta) kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığına soyunmayı bir marifet sanma absürditesi!
Kadir Mısıroğlu, bu toplumun kendini, kendi medeniyet iddialarını, ruh köklerini inkâr etme girişimlerinin nasıl bu toplumun intiharına dönüştüğünü çok iyi gördüğü, bunu iliklerine kadar hissettiği, zaman algısının ruhsuz, sarsak, saçma bir şimdiki zaman algısına / tarihsizliğe hapsedildiğini bildiği için isyan ediyordu!
Sesinin yüksek çıkması, evdeki yangının büyüklüğündendi!
Kadir Mısıroğlu’nun üslubu, tarzı hatta söyledikleri eleştirilebilir.
Ama onun dik duruşu, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan karartılan tarihimizi aydınlatma çabası, çilesi, yılmaz mücadelesi aslâ eleştirilemez, küçümsenemez ve gözardı edilemez!
YENİLGİYİ ZAFER İLAN ETME TRAJİ-KOMEDİSİ
Türkiye, Tanzimat’la yönünü yitirdi; Cumhuriyet’le yörüngesini. Yönünü yitiren bir ülkenin zamanla yörüngesini yitirmesi mukadderdi.
Tanzimat’la birlikte toparlanmaya çalıştık; başaramadık, dağıldık.
Cumhuriyet’le birlikte toparlanmayı filan unuttuk; “topu taca attık”, sahayı da, mücadeleyi de terkettik! Yenildiğimizi örtük olarak itiraf ettik ve bunu da zafer olarak ilan ettik!
Bundan büyük travma olabilir mi?
Bu travmayı iliklerine kadar hisseden Kadir Mısıroğlu gibi tarihçilerin yüreği yangın yerine dönmez de ne olur?
Osmanlı’yı yok edenlerin yeni kurulan devleti un ufak edeceklerini çok iyi bildiğimiz için mi tarihten çekilmek, medeniyet iddialarımızı terketmek anlamında yenilgiyi zafer olarak ilan ettik?
İnönü’nün korkusunun burada gizli olduğu ve Lozan’dan çıkarken söylediği “artık yüz sene daha rahat nefes alabileceğiz” sözünü de bunun için söylediği söylenir.
Lozan’da kapalı kapılar ardında neler yaşandığını, ne tür pazarlıklar döndüğünü bilmiyoruz.
O yüzden Kadir Mısıroğlu, Lozan’ın bir “oyun-bozan” olarak kullanıldığını, bizim medeniyet iddialarımızı çöpe atmamızı garanti altına aldığı için bu esrarengiz anlaşmanın, hezimet mi, zafer mi, olduğu sorusunu sorabilmiş biridir.
Lozan, bizi Anadolu yarımadasına hapseden, sadece buraya mahkûm eden, şimdiki zamana mahpus eden, böylelikle geçmiş ve gelecek zaman duygumuzu, tarih şuurumuzu, “emperyal” ufkumuzu iptal eden bir terminatördür, “intihar makinası”dır!
Geçmiş zaman duygusu ve gelecek zaman ufku hadım edilen ama bunu göremeyecek kadar zihnî felç geçiren bir ülkenin metamorfoz yemiş, mankurtlaşmış “bağzı” çocukları, Kadir Mısıroğlu’na “deli” demekle aslında kendilerinin nasıl patolojik vakalar olduklarını, zamanını şaşırmış, ruhunu yitirmiş, intihara sürüklenen celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştüklerini görebiliyorlar mı acaba diye acı acı sormak isterim ama bu cümleyi anlayabilmeleri çok zor olacağı için vazgeçiyorum.
Allah, Kadir Mısıroğlu’na rahmetiyle muamele etsin. Mekânını cennet eylesin. Yazdıklarının, söylediklerinin bir gün, yakın tarihimiz üzerindeki karanlık sis perdesi aralandığında, bu ülkenin çocukları, tek bir zamana / tarihsizliğe hapsedildiklerini görerek geçmiş zamandan gelecek zamana yürüyen insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı bilinciyle nefes alıp veren uzun ve çileli medeniyet yolculuğuna soyunduğunda, kısacası, devran döndüğünde, Kadir Mısıroğlu’nun kıymetinin daha iyi bileneceğini ve şükranla anılacağını düşünüyorum.
Vesselâm.
.Kapitalizm, akıl üzerinden kurulur ama algılar üzerinde’n var olur
Yusuf Kaplan
10/05/2024 Cuma
esubai131377762 ve 41 kişi beğendi3 yorum yazıldı
Kazana kazana kaybediyoruz, demiştim.
Maddî olarak kazanıyoruz; yetmiyor; sonra da maddî kazancı kutsuyoruz.Aslında maddî olarak kazanmak ve bunu kutsamak, manevî olarak kaybedişimizin tohumlarını ekmek, dinamitlerini döşemek demek.
Her zaman söylediğim gibi: Dünyayı dâr / yurt edinenler, dünyayı dar ederler insanlığa.
Ne demişti İbn Haldun: “Bir toplumu açlık değil, tokluk öldürür.”
Siyaset, günü kurtarmakla ilgilidir.
Hakikat, geleceği kurmakla.
Siyaset ân’la ilgilidir. Hakikat, Zaman’la. Zaman’ın bütün mekânlarıyla; geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman aralıklarıyla aynı ânda…
Hakikat, bütün zamanlara uzanır ve bütün zamanlarda yankılanır, yankısını bulur.
Siyasete odaklanmak, siyaseti her şeyin merkezine yerleştirmek, insanı hem zamansızlığa, ân’a hapsetmekle hem de araçların kölesi hâline getirmekle sonuçlanır. Siyasete odaklanmak, tek bir zamana, dolayısıyla zamansızlığa ve tabiatıyla mekânsızlığa mahkûm olmakla sonuçlanır.
Siyaset dünyayı eksene alır, dünyayı yani bura’yı, şimdi’yi, geçici olanı.
Hakikat bura’yı, şimdi’yi aşar, kalıcı olan’a böyle böyle ulaşır. Bütün zamanlara ışık tutar, bütün mekânlara ışık olur, her şeyi aydınlatır.
Siyaset zaman duygusunu yok eder, hakikat fikrinin temeline hem siyaseti hem de hakikati bitirecek bombaları eker…
Siyaset ile iktisat ikiz kardeştir. Siyaset varlığını, iktisada borçludur; iktisat da siyasete.
Siyaset, çıkarı paylaştırma stratejisidir. İktisat, çıkarı paylaştırma stratejisinin kaynağıdır.
Siyasetle iktisadın imtizacından kapitalizm doğar.
Kapitalizm, hiçbir kural tanımaz. Kural’ın, kendisi olduğunu zanneder.
Kapitalizm hakikat düşmanıdır. Kapitalizm’in hem kural hem de kral olduğu yerde, hakikat barınamaz; sömürü çarkı hızla işlemeye başlar ve herkesi ezer geçer…
Kapitalizm insanlık düşmanıdır: kapitalizmin hükümran olduğu yerde insan köledir, kapitalizmin hâkim olduğu yerde insan mahkûmdur.
Kapitalizm insanı kurtaramaz, aksine, kurtarılmaya muhtaç hâle getirir.
Kapitalizm, arzu teknolojisi ve teknolojik benler üretir.
Kapitalizmi ayakta tutan şey, ürettiği arzu teknolojisinin ayartıcılığının ve baştan çıkarıcılığının çapıdır.
Kapitalizmin aklı yoktur, duyguları vardır. Kapitalizm duygu sömürüsü yaparak hem ayakta durur hem de önüne çıkan her şeyi siler süpürür…
Kapitalizmin aklı yoktur, duyguları vardır dedim. Burada büyük bir paradoks var: Kapitalizm, rasyonalist ilkeler üzerinden kurulur ama irrasyonel bir yöntemle işler. Kapitalizm, aklı, algıyı en güçlü, en ayartıcı şekilde kurması, kurgulaması için azami ölçüde etkili bir araç hatta bir silah olarak kullanır.
Kapitalizmin algılar üzerinden dünya ve insan üzerinde hükümranlık kuran imparatorluğunun kaynağı akıl’dır, aklın örgütleyici bir güç olarak en azami ölçüde kullanılmasıdır. Kapitalizmle birlikte akıl, algıyı çarmıha gerer.
Kapitalizm akıl üzerinden kurulur ama algılar üzerinde’n var olur; hükümranlığını sürdürmesi aklın algıları kullanma çapıyla doğru orantılıdır.
İnsan dünyayı kutsadığı ölçüde dünya kusar insanı ve her şeyi. Hedef, dünyayı kutsamak değil, dünyayı yaşanılır bir yer hâline getirmek olmalıdır oysa.
Kapitalizm dünyayı yaşanılır yer hâline getirmekle iştigal etmez; aksine, kapitalizm dünyayı işgal etme planları yapar.
Biz, geleceği kuracak ve kurtaracak derin nefes almak zorundayız. O yüzden kitle üzerine değil, geleceği inşa edecek krema / öncü kuşak üzerine odaklanmalıyız.
Vesselâm.
.Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Yusuf Kaplan
17/05/2024 Cuma
esubai131377762 ve 59 kişi beğendi14 yorum yazıldı
Bu ülkenin temel çıkmazı, celladına âşık edildiği için trajedisinin ne olduğunu bilememesi, o yüzden de trajedisinin komediye dönüşmesi. Sonra da ağlanacak hâline gülmesi, gülünecek hâline ağlayacak duruma düşmesi.
TÜRKİYE’NİN BAŞINA GELEN EN BÜYÜK FELÂKET!
“Türkiye nedir?”, “Türkiye’nin iki asırdır yaşadığı şey nedir?” sorusuna cevap olarak kurduğum daha sarsıcı, daha düşündürücü, yeri ve zamanı geldiğinde her zaman üstüne basa basa vurgulayarak tekrar ettiğim cümle şu: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket başına ne gediğini bilememesidir. Daha kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü ise, celladına âşık edilmesi ve tasmalı çekirgelere dönüştürülmesidir.
Yani ülkenin yok olmanın eşiğine sürüklenmesi ama ülkenin insanlarının başlarına gelen felâketin yok olmalarına neden olacak kadar alttan alta büyüyen, sinsi bir felâket olduğunu görememeleri. Güle oynaya kendi sonlarını getirecek marjinal, temelsiz, yıkıcı işlere, kendi elleriyle kendilerini intihara sürükleyen tahripkâr jakoben mühendislik projelerine imza atmaları.
Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’le birlikte ivme kazanarak süren bu süreç, İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması felâketin başlangıcıdır. Hem kişilerin hem toplumun hem de devletin hayatından uzaklaştırması bu toplumun sonunu, yok oluşunu getirecektir kaçınılmaz olarak.
Kaçınılmaz olarak diyorum çünkü İslâm, Müslümanlara güçlü direnç noktaları verir ve Müslümanların Müslümanca hayat sürdürmeleri ölçüsünde İslâm varlığını / etkisini sürdürür. Ama Müslümanların İslâm’la ilişkileri zayıflarsa İslâm, kilisesi olmadığı için o toplumun hayatından çekilir gider. Endülüs’te yaşanan şey aynı zamanda böyle bir şeydi işte.
TÜRKİYE DIŞARIDAN DEĞİL İÇERİDEN ELE GEÇİRİLDİ
Türkiye, fiilî bir Endülüsleşme (=yok oluş) felâketi yaşamadı ama zihnî bir Endülüsleşme felâketi yaşıyor Tanzimat’tan bu yana. Dışarıdan bir saldırı değil, içeriden bir saldırı var. Devşirme çeteler, İngilizlerin desteği ile devleti ele geçirdiler: Bürokratik bir oligarşi ilan ettiler. Padişahı kuşattılar, “esir aldılar,” emperyalistlerin istediği adımları adım adım hayata geçirdiler. Osmanlı’yı borç batağına gömen, memorandum (iflas) ilan etmesine neden olan, Meclis-i Mebusan’ın kurulmasıyla da mebuslarının çoğunluğunun gayri Müslimlerden oluştuğu için devletin iç / siyasî darbe ile ele geçirilmesine yol açan bütün yıkımlara bu aşağılık, satılık, hain devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri imza attılar.
“Aptal mıydı, uyuyor muydu Osmanlı, neden engel olamadı? Hep mi dış güçler suçlu?” diyecek olanlar ya salaktır ya da asalaktır.
Batılılar Osmanlı’yı çökertmek için 1396 Niğbolu Zaferi’nden itibaren hep Haçlı saldırıları düzenlediler. Osmanlı’yı durdurmak ve çökertmek için savaştılar asırlarca.
Osmanlı da asırlarca direndi, Avrupa’nın içlerine kadar yürüdü, Balkanlara İslâm’ın adaletini, kardeşlik ve barış iklimini hediye etti. Balkanlar Müslümanlaştı.
Bu durum Batılıları ürküttü. Batılılar, Amerika’nın işgalinden, yağmalanmasından ve Sanayi Devrimi’nden itibaren maddî olarak güçlendiler ve bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, bütün kültürleri tarumar eden, bütün dinleri paçavraya çeviren büyük bir emperyalist ve kolonyalist saldırı ürettiler. Dünyayı köleleştirdiler.
DEVŞİRMELERDEN KURTULAMADIĞIMIZ SÜRECE…
Bu ülkeyi bu ülkenin has çocukları yönetmiyor. Bu ülkeye, bu ülkenin kurumlarına ve kaderine bu toplumun has çocukları, sahici, samimi Müslüman çocukları şekil ve yön vermiyor.
Her zaman söylediğim gibi: Devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri şekil ve yön veriyor: 40- 50 bin kişilik bir şebeke bunlar. Ülkenin ekonomisini (ve dolayısıyla kültürden medyaya, eğitimden yüksek bürokrasiye kadar ülkenin her şeyini kontrolleri altında tutan) 350 aile ülkenin kaderine hükmediyor. İki asırdır böyle bu.
Bu ülke iki asır önce elimizden alındı. Biz bu ülkenin geri-alınması mücadelesi veriyoruz iki asırdır. Abdülaziz’den Abdülhamid’e, Menderes’ten Özal’a, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Erbakan’a ve Erdoğan’a kadar bu ülkenin has çocukları ülkeyi elimizden alan devşirmelerden ve onların devşirmelerinden geri alma savaşı veriyorlar. Erdoğan hâriç hepsi de ya darbe yiyerek uzaklaştırıldı ya da yok edildi, şehit edildi. Erdoğan’ı sevin sevmeyin ama gerçek şu ki, Erdoğan direniyor. Ve hatta mesafe kat ediyor ülkeyi elimizden alanları tasfiye sürecinde.
Elde edilen mesafe yeterli mi geleceğimiz adına? Bence değil ama hiç olmazsa, direniş sürüyor, o direnişin inşaya, Müslümanca bir gelecek inşasına dönüştürülmesi lazım.
Müslümanca bir gelecek inşasını siyasetten beklemek en büyük hatası bu ülkenin İslâmî kesimlerinin. Düşünce, kültür, sanat, ahlâk, estetik, şehircilik, mimari, tarım ve hepsinden önemlisi de eğitimde köklü adımların atılması, geleceğimizi inşa edecek inanmış ve adanmış kuşakların yetiştirilmesi tek çıkar yolumuzdur.
Bendeniz bunun için mücadele ediyorum MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) ile. Önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştirmeye, yeni Gazalî’lerin, Razî’lerin, Sinan’ların, Itrî’lerin yetişmesini sağlayacak mümbit tohumları ekmeye çalışıyoruz.
Bu işin başka yolu yok. Çocuklarımızı ve ülkemizi yok olmaktan kurtarmanın en zekice, en sonuç getirici yolu bu: Günü kurtarmak değil, geleceği kurmak, geleceği kurtarmak.
Geleceğimizi kuracak adam yetiştirecek adamları yetiştiremezsek ülkeyi de, çocuklarımızı da küresel sistemin uşaklığını yapan, onların çıkarlarını pekiştirmek için ülkenin altını oymaktan çekinmeyen baronik masonik şebekelerin boyunduruğundan kurtaramayız. Bu meseleyi tartışmaya somut önerilerle devam edeceğim inşallah.
Vesselâm.
.Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi… (2)
Yusuf Kaplan
19/05/2024 Pazar
esubai131377762 ve 35 kişi beğendi6 yorum yazıldı
Türkiye Cumhuriyeti, fiilen 23 Nisan 1920’de kuruldu aslında. Millet Meclisi, Anadolu’da kurulan bağımsız devletin önadımı’ydı. Meclis değil devlet kurulmuştu 23 Nisan 1920’de hem Kur’ân-ı Kerîm hem Buhari-i Şerîf hatimleri’yle… Kurbanlar kesilerek… Tekbirler getirilerek…
Bu Meclis, Millî Mücadele’yi yöneten bir meclis değil, ülkenin sorunlarını müzakere ederek ve kanunlar çıkararak ülkeyi yöneten bir devletti aslında.
Bu Meclis, gerek törenleri, gerek gündemleri, gerekse mebuslarının kahir ekseriyetinin hocalardan, âlimlerden, toplumun İslâmî kurumlarının ve oluşumlarının önde gelen isimlerinden oluşması hasebiyle İslâmî bir meclisti.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ, İSLÂM DEVLETİ OLARAK KURULDU
Neresinden bakarsanız bakın, Anadolu ve Rumeli’de Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri olarak kurulan (kahir ekseriyeti, müftüler, hocalar ve ülkenin önce gelen âlimleri ve münevverleri arasından seçilen kişilerden oluşan ve bu kişilerle önce millî mücadeleyi, sonra da ülkeyi yöneten) bu devlet, 1928 yılına kadar, Anayasa’nın 2. maddesindeki “devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi çıkarılana kadar İslâm devleti olarak kurulmuştu.
Devletin kurucu değerleri laik değil İslâmî değerlerdi. İstiklal mücadelesi laik değerlerle ve ilkelerle değil İslâmî değerlerle ve ilkelerle verilmişti.
Bunları şunun için hatırlatıyorum: Türkiye henüz tam anlamıyla bağımsız bir ülke değildir. Cuma günkü yazımda da vurgulamıştım: Türkiye fiilen bir endülüsleşme (yok oluş) süreci yaşamamış, zihnen bir endülüsleşme süreci yaşamaya mahkûm ve icbar edilmişti. Kale içeriden ele geçirilecekti.
Kaleyi içeriden ve zihnen ele geçirme süreci iki asır önce Tanzimat’la başladı. İngilizler, Tanzimat ve Islahat fermanları ile Osmanlı’nın hücrelerine kadar sızdılar, devleti ele geçirdiler ve ülkeyi zihnen ele geçirecek fitne fesat tohumlarını ektiler elitleri ve entelijansiyayı hem satın alarak hem de zihnen uyuşturarak.
Hürriyet, meşrutiyet sloganları, Tanzimat’tan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar ülkeye çeki düzen veren Jön Türklerin sloganları oldu. Bu sloganlarla Sultan Abdülaziz’in bileklerini keserek Osmanlı’da bir iç darbe yapmayı başardılar. Bu sloganlarla ülkenin ezelî düşmanları Yahudi, Ermeni ve Rum çetelere Sultan Abdülhamid’e hal fetvasını bildirme görevi verecek kadar küstahlaşarak koskoca Sultan’ı tahttan indirdiler. Osmanlı’nın tarihten çekiliş sürecinin pimini çektiler.
İslâmî mücadele ilkeleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, zamanla laik bir devlete dönüştürüldü. Ülkede tarihsiz, köksüz bir toplum, zihinsizleştirilmiş bir zihin icat edilmeye çalışıldı.
Oysa 23 Nisan 1920’de kurulan Millet Meclis’i, 22 Nisan 1920’de, yani bir gün önce, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında görüşülen gündemleri aynen devralarak ve müzakere ederek devleti yönetmeye başlamıştı. Yeni Türkiye’nin kurucuları, açıkça şunu ilan ediyorlardı küffara: Biz küllerimizden doğmasını biliriz. Bir devleti yıkarsınız ama biz yenisini derhal kurmasını iyi biliriz.
Söylenmek istenen şey, Türkiye devleti, Osmanlı’nın her bakımdan devamı olacaktı. Hilâfet de sürecekti, saltanat da, bir süreliğine de olsa.
İÇ SAVAŞ DENEMELERİYLE ENERJİSİ YOK EDİLEN BİR ÜLKE
Gelmek istediğim nokta şurası: Türkiye Cumhuriyeti kadroları daha sonra Türkiye›nin laik bir devlet olduğunu, İslâmî bir iddiası ve temsiliyeti olmadığını açıkça ilan etti bütün dünyaya. Fakat buna kimse inanmadı. Başta Batılılar elbette ki.
Batılılar, Türkiye’nin eninde sonunda bir medeniyet iddiasına sahip çıkacağını ve bunu hayata geçirme yolculuğuna soyunacağını gördükleri için 1974 CHP-MSP ittifakından çok korktular ve ülkeyi kökü dışarıda sol-sağ ideolojiler üzerinden ürpertici bir anarşi ortamının ve iş savaşın eşiğine sürüklediler!
Türkiye, 1970’lerde çok kan kaybetti ama toplum iç savaş provasını püskürttü ve ülkenin parçalanmanın eşiğine sürüklenmesine asla izin vermedi. İç savaş provası olarak tezgâhlanan şey, siyasî anarşi ve kaos olarak kaldı.
Toplum bu badireyi de bir şekilde atlattı atlatmasına ama 1984’ten itibaren ülke Türk-Kürt çatışmasını tetikleyecek PKK terör örgütünün Eruh’ta terör eylemlerine soyunmasıyla birlikte tam 40 yıl süren bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklendi.
Toplum bunun, bir iç savaş ve ülkenin parçalanması hadisesine dönüşmesine asla izin vermedi.
Ama ya salak ya da asalak darbeci militarist kafalar ve generaller “irtica tehlikesi” diye bir heyula icat ettiler 1997’de 28 Şubat darbesiyle. Laikliği kutsadılar, cemaatleri ve bütün İslâmî oluşumları şeytanlaştırdılar, İHL’lerin, Kur’ân kurslarının önünü tıkadılar, başörtüsü başta olmak üzere bütün İslâmî sembolleri düşman ilan ettiler.
.İKİ ASIRDIR DEVLETİ ELE GEÇİREN BARONİK MASONİK DEVŞİRME ÇETELERE DİKKAT!
Böylelikle laiklik pompalandı, İslâmî kimlikler, duyarlıklar ve oluşumlar bombalandı. 28 Şubat sürecinin bir uzantısı olarak tanımladığım 15 Temmuz darbe girişimi, millet tarafından destansı bir direnişle püskürtüldü ama İslâmî cemaatlerin ve oluşumların her biri devleti ele geçirecek birer FETÖvârî oluşum olarak görüldü, öyle sunuldu ve hedef tahtasına yatırıldı.
Cemaatlerin ve tarikatların Ankara’da ihale peşinde koşturmaları, bazı bakanlıkları neredeyse ele geçirecek kadar bakanlıklara yerleşmeleri, zaten iyice belirsiz bir görünüm alan ülkede geleceği kuracak İslâmî bir geleceğe doğru değil günü kurtarmaya dönük seküler / siyasî bir hedefe doğru yürüdüğünü göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Bendeniz burada şunu söyleyeceğim: Bu cemaatlerin tarikatların insan yetiştirmeye ve toplumun aşınan İslâmî kimliğini ve duyarlıklarını pekiştirmeye odaklanmaları gerekiyor. Ülkenin yönetiminde elbette cemaatler de, tarikatlar da yer alacak. Ama İslâmî oluşumların Ankara’da az da olsa biraz varlık göstermesine dikkat çekerek ortalığı velveleye verenler aslında ülkenin genelde 40-50 bin kişilik devşirmelereden ve devşirmelerin devşirmelerinden, özelde ise 350 aileden oluşan baronik masonik şebekeler tarafından kontrol ve kolonize edildiği gerçeğini örtbas etmekten başka bir şey yapmış olmuyorlar.
Türkiye, Türkiye’yi kurtarmaya çalıştığını söyleyen devşirme kurtarıcılardan kurtarılamadığı sürece, istiklaline kavuşamayacak ve güvenli bir istikbale doğru emin adımlarla asla yol alamayacaktır.
Benden hatırlatması.
Vesselâm.
.Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…(3)
Yusuf Kaplan
20/05/2024 Pazartesi
XXXXXXXX
Türkiye niçin İran tarafından kuşatılıyor?
Yusuf Kaplan
24/05/2024 Cuma
mehmetemin196900845 ve 68 kişi beğendi14 yorum yazıldı
Benim İran yazılarım, İran düşmanlığından kaynaklanmıyor. Mezhepçilik hastalığından da kaynaklanmıyor.
İran düşmanlığı da yapmıyorum, Şiî düşmanlığı da.
Aksine İran’ın kitlesel, ürpertici bir Sünnî katliamı yaptığını, “vahdet, vahdet” diyerek büyük bir vahşet gerçekleştir-diğini görüyor ve buna dikkat çekiyorum. Buna dikkat çekmek mezhepçilik yapmak mıdır?!
Mezhepçi Şiî İran, kimsenin gözünün yaşına bakmadan yüzbinlerce masum Sünnî Müslümanı katledecek, biz de “bu yaptığınız şey vahşettir, yapamazsınız!” diye çıkışınca mezhepçilik mi yapmış olacağız?
Yok öyle yağma!
Kaldı ki, İslâm dünyasının, tarihinin en zorlu dönemlerinden birinin eşiğinden geçtiği, Müslümanların birbirlerine omuz vurmaya değil omuz vermeye şiddetle ihtiyaç duydukları bir zaman diliminde mezhepçilik yapılır mı? Olacak iş midir bu?
İRAN NE YAPMAK İSTİYOR?
Konuşulması gereken şu: İran ve içimizdeki İrancılar hem sürekli olarak “vahdet, vahdet” diye slogan atıyorlar hem de İran her yerde vahşet yapıyor, Sünnî kanı akıtıyor oluk oluk… Buna sessiz kalınır mı? Olacak iş midir bu?
Suriye’de tam yarım milyona yakın Sünnî Müslüman kanı akıttı bu İran. Dile kolay! İnanılır gibi değil!
Ne için akıttınız Suriye’de yarım milyon masum insan kanını?
Sünnî Suriye’nin yarısı Suriye’den sürüldü!
Çok büyük bir tezgâh var burada. İngilizler, Yahudiler ve İranlılar bölgenin kaderini silbaştan yeniden belirleyecek, İslâm’ın kalbini hem Şiîleştirecek hem de Fars emperyalizmine teslim ederek İslâm dünyasının omurgası demek olan Sünnî İslâm’a büyük darbe vuracak, İslâm’ın tarihin akışını değiştirecek büyük bir medeniyet meydan okuması gerçekleştirmesini imkânsız hâle getirecek gelecek bin yılı belirleyecek büyük bir tezgâh!
Türkiye’nin kuşatılmasıdır bu aynı zamanda.
Emperyalistler tarafından değil, doğu komşusu İran tarafından kuşatılması.
Niçin bu şekilde kuşatılıyor Türkiye?
Şunun için: Sünnî dünyanın durdurulması Türkiye’nin kuşatılmasından geçer!
Siz kimsiniz?
Ne işiniz var Suriye’de?
Suriye’de emperyalistlerle mi savaştınız, mazlum Sünnî Müslümanların mirasının kökünü kazıyarak, Sünnî Müslümanların şehirlerini, mesela Halep’i harabeye çevirerek, hem Halep’te hem de bütün Suriye genelinde, Irak’ta Sünnî katliamı yaparak hangi emperyalistle savaştınız?
Emperyalistlerin yapmaya bile cesaret edemeyeceği katliamı siz yaptınız, hâlâ da yapmaya devam ediyorsunuz!
Aşağılıksınız siz!
Ortadoğu babanızın çiftliği olmuş: Bir taraftan İsrail, bir taraftan emperyalist Batılılar ve vekil savaşçıları uşakları, bir taraftan da siz Sünnî Müslümanların kökünü kazıyacak büyük bir savaş, büyük bir katliam yapıyorsunuz!
Allah sizin belanızı versin!
Allah sizi perperişan etsin!
DİKKAT! TÜRKİYE, ŞİMDİ DE İRAN TARAFINDAN KUŞATILIYOR!
Türkiye’nin güneyi, Doğu’daki Şiî komşusu (!) İran tarafından işgal ediliyor ve kuşatılıyor!
Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfez ülkeleri ve Yemen ile birlikte bütün Arabistan yarımadası devrimden bu yana yarım asır bile geçmeden mezhepçi Şiî İran rejimi tarafından işgal edildi, nüfus yapısı katledildi, hallaç pamuğu gibi savruldu yerle bir edildi, Sünnî nüfus bölgeden sürüldü, yerlerinden yurtlarından uzaklaştırıldı, Sünnî akîdevî, fikrî, kültürel, sosyal ve tarihî miras yağmalandı, tecavüze uğratıldı, iz bırakılmayacak kadar yok edildi!
İran, Irak’ta, Suriye’de mezhep haritalarını, etnik haritaları yeniden çizdi, çiziyor bizim gözümüzün içine baka baka üstelik de. Sadece bizim gözümüzün içine baka baka değil, bütün Arapların, bütün dünyanın gözünün içine baka baka haritalarla oynuyor…
Kimsenin gıkı çıkmıyor!
Bütün bunlar İran devriminden sonra oldu. İran’ın seküler şahlık döneminde Fars yayılmacılığı gibi bir projesi yoktu, olamazdı da zaten. Tutmazdı bu. Ama ne zaman ki İran’da devrim oldu, o zamandan itibaren İran, bütün Arabistan Yarımadası’na yerleşti adım adım…
Fars yayılmacılığı, seküler şahlık rejimi zamanında değil, sözümona İslâmcı İran devrimi zamanında hız kazanıyor ve kök salıyor!
Bu çok düşündürücü ve sinsi bir strateji.
İran’ın derdi, Fars yayılmacılığı.
Batılı emperyalistlerin (Amerikalıların, Amerika’ya hükmeden Siyonist vesayet rejiminin) tek derdi, Şia yayılmacılığı.
Batılılar, Şia yayılmacılığı üzerinden İslâm dünyasını, bin yıldır İslâm dünyasının kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu öncü kolu olan ama yüz yıldır seküler vesayet rejimi ile kapana kıstırılan Türkiye’yi durdurdurma ve kuşatma savaşı veriyorlar!
Biz ise, henüz başımıza ne geldiğini bile görebilecek durumda değiliz!
Böyle giderse, İran, bölgeye yerleşecek ve Sünnî dünya asla özgürlüğüne kavuşamayacak. Bu kez Batı emperyalizminin yanısıra bir de Fars / Şiî emperyalizminin pençesinde kıvranacak, ölüm kalım savaşı verecek…
Benden hatırlatması…
.İran, emperyalistlerle mi savaşıyor, Müslümanlarla mı?
Yusuf Kaplan
26/05/2024 Pazar
esubai131377762 ve 32 kişi beğendi4 yorum yazıldı
En baştan söyleyelim açık açık: Tarih boyunca, İran hep Müslümanlarla savaştı: 12., 13., yüzyıllarda doğudan Moğol sürüleri, batıdan Haçlı sürüleri, İslâm âlemini kasıp kavurarak kan gölüne çevirince, biz ölüm kalım savaşı verirken İranlılar küffarla değil bizimle savaştılar! Salahaddin Eyyûbî ilk iş olarak, El-Ezher’i Sünnîleştirdi, sonra da ta Tunus’a kadar Şia’yı kovaladı!
İnanılır gibi değil ama ürpertici gerçek bu!
Şimdi de öyle ama bir farkla: Şimdi açıkça küffarla savaştıklarını söylüyorlar ama Müslüman kanı akıtıyorlar Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve bütün Arabistan Yarımadası’nda!
Daha vahim, daha ikiyüzlü bir durum var şimdi!
İRAN BATI’NIN DÜŞMANI İSE, NEDEN YERLEŞTİRİLDİ ARABİSTAN YARIMADASI’NA?
İran’da sözümona İslâm devrimi oldu, İran bir anda, yarım asırdan da kısa bir süre içinde bütün Arabistan Yarımadası’na yerleşti. Stratejik olarak değil, fiilen, işgal ederek…
Güya İran, Batılıların “haydut devlet” dedikleri, sürekli ötekileştirdikleri bir devlet. Türkiye ise Batı ittifakının resmen üyesi, belli başlı küresel Batılı kurumların yükümlülüklerine en sadık üyesi üstelik de.
Hâl böyle olmasına rağmen Türkiye Amerika’nın ve Rusya’nın işgal ettikleri ve yerleştikleri Türkiye’nin güneyindeki Irak ve Suriye’ye yerleştirilen ve açıkça Türkiye’yi tehdit eden, belki de esas itibariyle Türkiye’yi vurmak için icat edilen başta PKK ve uzantıları olan terör örgütlerine askerî operasyon yaparken işgalci emperyalist ülkelerden izinsiz bir adım atamazken, Batı ittifakının “haydut devlet” olarak ilan ettiği, bütün dünyaya da Batılıların en büyük düşmanlarından biri olarak lanse ettiği İran, bölgede istediği ülkeyi işgal ediyor, istediği lideri deviriyor, istediği yere, kanlı askerî operasyon çekiyor, inanılmaz katliamlar yapıyor ama İran’ı “düşman” belleyen küresel sistemin emperyalist lordlarının sesi bile çıkmıyor!
İran’ın ABD emperyalist olduğu için ABD düşmanı olduğu iddiası tam bir şehir efsanesidir, ayartıcı bir yalandır. İran’ın ABD düşmanlığı, ABD’nin husûmetini üzerine çekerek kendini mazlum konumuna düşürmeyi amaçlayan şeytânî bir stratejiden başka bir şey değildir.
İran, ABD düşmanı filan değildir. ABD de İran düşmanı olmamıştır hiçbir zaman.
Aksine. ABD, İran’ı hedef göstermiş ve İran’ı mazlum konumuna yükseltmiş, mazlumların hâmisi (!) yapmıştır.
Eğer ABD, İran düşmanı olmuş olsaydı, bütün Arabistan Yarımadası’na adım adım yerleştirir miydi İran’ı? Bakın İran bütün Arabistan Yarımadası’nı işgal etti, ABD’nin gözünün içine baka baka hem de! İran, Irak’a yerleşti, Suriye’ye yerleşti, Lübnan’a, Filistin’e, Körfez’e ve Yemen’e yerleşti ama hiç ses çıkmadı ABD’den.
BÜYÜK ŞEYTAN’LA VALS…
İran-Irak Savaşı’nın Sünnî Irak›ı bitirmek, Sünnîliğin kalesi, merkez üssü, İmamı Azam Ebu Hanife’nin yurdu Irak’a büyük darbe vurmak için tezgâhlandığı anlaşılıyor! Sünnîliğin anayurdunda İran’ın kan emici Haşdi Şabileri terör havası estiriyor!
Ben mezhepçilik yapmıyorum: Şiî İran’ın mezhepçilik yaptığına, emperyalistlerin de İran’ın önünü sonuna kadar açtığına dikkat çekiyorum: Sadece ABD emperyalistinin değil Rus emperyalistinin de.
Birilerinin mezhepçilik yaptığını, hatta bölgenin mezhebî haritalarını yerle bir ettiğini, silbaştan yeniden çizmeye çalıştığını, İran’ın Irak ve Suriye’ye yerleşmesinden bu yana toplamda bir milyon civarında Sünnî’yi gözünün yaşına bakmadan katlettiğini söylemek mezhepçilik mi oluyor?
İran, “Kahrolsun Amerika”, “Şeytan Amerika” diye sloganlar atıp duruyor yaklaşık yarım asırdır. Helikopter kazasında hayatını kaybeden İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin cenazesi kaldırılırken de günlerce bu sloganlar atıldı. Bu sloganlar İran halkının afyonu, bu çok açık. Tastamam narkoz etkisi yapsın diye icat edilmiş!
Danışıklı dövüş oynanıyor!
Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum ama ben yine de hatırlatmak isterim: İran hem Batı ittifakının üyesi ülkelerle tersinden iyi ilişkiler içinde; hem de küresel sistemin muhalifi gibi görünen Rusya ve Çin gibi ülkelerle de derin ilişkiler içinde!
Çok büyük bir başarı bu! Takdir etmemek elde değil!
Fakat İran bu başarıyı kabiliyetlerinin dışında bir de şu an işgal ettiği tarihî ve coğrafî konumuna borçlu: Altın tepsi içinde sunulan muazzam imkânlar var İran’ın elinin altında.
İran, Sünnî dünyayı tam ortadan ikiye yaracak akîdevî / stratejik / teo-politik bir konuma sahip. İngilizler de, ABD’yi esir alan Amerikan siyonist vesayet rejimi de, İran’ın bu gücünün farkında ve iki asırdır İran’ın gücünü artırmak, önünü açmak, Batı emperyalizminin önündeki en büyük engeli, güçlü Ehl-i Sünnet Omurga’yı parçalamak, bunun için de Türkiye’yi ve Mısır’ı durdurmak, Irak ve Suriye’yi işgal edip İran’ı ve PKK terör devletini oraya yerleştirmekle meşguller.
İRAN, ÇİN VE RUS EMPERYALİSTİNE NEDEN TEK ÇİFT LAF ETMEZ?
İran, Amerika düşmanı değil, aksine Amerika’ya çok şey borçlu. Gücünü Amerika’nın kendisini düşman ilan etmesine, oradan da küresel sisteme meydan okuyan tek ülke İran imajını üretebilmesine borçlu.
Eğer İran gerçekten emperyalizme karşı savaşıyor olsaydı, Çin’in on yıllardır katlettiği Uygur Türklerine de sahip çıkar, Çin’e de lanetler yağdırırdı. Ama İran için Çin diye bir ülke yok, anlaşılan!
Keza Rusya da özellikle Suriye’de az mazlum kanı dökmedi! İran Rusya’yı bir kez olsun kınadı mı, diye sormayacağım. Sormayacağım çünkü bir taraftan İran, bir taraftan Rusya birlikte katlettiler Suriye’deki Sünnî mazlumları!
Aynı şey, Hindistan’da gerçekleştirilen Müslüman katliamı için de geçerli! İran, Hindistan için de tıpkı Amerika için bağırıp çağırdığı gibi neden “Kahrolsun Çin! Kahrolsun Rusya! Kahrolsun Hindistan!” diye bağırıp çağırmaz, dünyayı ayağa kaldırmaz? Niçin?
Türkiye güya Batı ittifakının bir üyesi. Ama Türkiye’deki bütün darbeleri Batı ittifakının askerî kanadı NATO üzerinden Amerikalılar yaptılar. Amerikalılar yaptılar deyince zihninizde ne canlanıyor bilmiyorum ama Yahudiler canlanmadığını biliyorum; en azından daha düne kadar böyleydi. Şimdi de böyleyse bir mesafe kat etmişsiniz demektir ey gönüllü Batıcı acenteler!
.Emperyalizmin küresel hegemonyasının anahtarı: Türkiye’de laik devrim, İran'da “İslâmcı” devrim
Yusuf Kaplan
27/05/2024 Pazartesi
esubai131377762 ve 51 kişi beğendi6 yorum yazıldı
Batılılar, dünya üzerindeki hegemonyalarını bazı salak ve asalak tiplemelerinin zannettikleri gibi bilim, düşünce ve sanatta ortaya koydukları üstün performansa borçlu değiller.
BATI UYGARLIĞI KÜRESEL HÂKİMİYETİNİ ÇİFTE SALDIR-GANLIĞINA BORÇLU
Daha mükemmel bir medeniyet fikrine, mefkûresine sahip oldukları için, daha derinlikli bir varlık tasavvuruna veya bilgi ve hakikat idrakine sahip oldukları için dünyada hâkim olmuş değiller.
Aksine. Uygar oldukları için değil barbar oldukları için dünya üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecavüzcü, talancı, yağmacı, yalancı oldukları için.
Bütün kıtaları işgal ettiler, bütün kıtalardaki kültürleri yağmaladılar, bütün kıtalardaki insanları “uygarlaştırma misyonu” gibi ayartıcı seküler bir kutsallık üreterek aşağıladılar, tecavüz ettiler, kitleler hâlinde katlettiler!
Dünyanın bütün medeniyetlerinin, kültürlerinin, dinlerinin hepsini yağmaladılar, tarumar ettiler, tanınamayacak kadar paçavraya çevirdiler!
Maddî saldırı, tecavüz, işgal ve yağmanın yanısıra bir de zihnî, manevî, entelektüel bir yağma, tecavüz ve yıkım gerçekleştirdiler.
Sözün özü: Batı uygarlığı, hem Tanrı’ya hem insana hem tabiata hem de insanlığın medeniyet, kültür ve düşünce birikimine bir saldırıdır! Ben bunu söyledim diye taşa tutulacağımdan kuşku duymuyorum: Kraldan çok kralcı celladına âşık tasmalı zavallı laik Türk entelijansiyası, Batı uygarlığının saldırganlığı üzerinden dünya üzerinde hegemonya kurduğu fikrine burun kıvıracaktır!
Batı uygarlığının İbn Haldun’u, İbn Haldun’un büyük hayranı, çağdaş büyük tarihçi Arnold Toynbee, bunu A Study of History başlıklı 10 ciltlik devâsâ tarih çalışmasında şöyle izah eder: “Üç asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde, insanlık tarihinde gelmiş geçmiş 26 medeniyetten 16’sını fiilen tarihten sildik, 9’unu fosilleştirdik.” (!)
KÜRESEL SİSTEMİN İKİ ÖZNESİ: İNGİLİZLER VE YAHUDİLER
Batı uygarlığı, iki dünya savaşından sonra kesinkes hâkimiyetini ilan etti küre üzerinde.
Aslında Batı uygarlığı dediğim aktörün iki ana öznesi var: Yahudiler ve İngilizler!
Benim Batı uygarlığı dediğim aktör, aslında küresel sistemin tâ kendisi. Küresel sistemi, siyasî ve iktisadî devrimlerin gerisindeki yegâne aktör İngiltere kurdu.
19. yüzyıla damgasını vurdu İngiliz küresel sistemi. Ama çok geçmeden, İngilizlerin kurduğu küresel sisteme Yahudiler kondu! Amerika’yı, -başta finans kurumları olmak üzere bütün kurumlarını- ele geçiren ve iki dünya savaşından sonra da hem Almanya’yı (=Avrupa’yı) rakip olmaktan çıkaran hem de İngiltere’nin iki dünya savaşından sonra yıldızını söndüren Yahudi gücü, Amerika’yı ele geçirdi.
OSMANLI DURDURULDUĞU İÇİN KÜRESEL SİSTEM KURULABİLDİ!
İngilizler de, Siyonistler de ulaştıkları küresel hegemonyayı İslâm medeniyetini durdurmalarına borçlular. Osmanlı’yı elbirliği ile içeriden yıkarak tarihten uzaklaştırmalarına.
Osmanlı durduruldu, dünya tarihi durdu tek taraflı olarak: Tarihi yalnızca İngilizler ve Amerika’daki Yahudiler yapmaya başladılar.
İslâm dünyası üzerinde uzun soluklu bir kaç proje hayata geçirdiler. Bu projelerin başında Şark Meselesi geliyordu. Şark Meselesi’nin iki temel hedefi vardı: Birincisi, İslâm’ı (tarihi yapan bir aktör olarak İslâm medeniyetini) tarihten uzaklaştırmak.
İkincisi de, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak. Birinci proje, Osmanlı’nın durdurulması, Hindistan’ın, Arap ve Türk dünyasının paramparça edilmesiyle başarıya ulaştı.
İkinci proje için de, sinsi bir teo-politik strateji geliştirdiler: Önce İngilizler Vehhabiliği icat ettiler, neo-Selefiliğin ve vekil terör örgütlerinin tohumlarını ektiler. Sonra Hindistan’da Kadiyânilik, Türkiye’de FETÖ gibi “ılımlı İslâm” projesini hayata geçirecek aktörler icat ettiler. Böylelikle önce kitlelerin İslam’dan nefret etmelerini sağlamaya, sonra da İslâm’ı protestanlaştırarak, sekülerleştirerek hayattan uzaklaştırmayı, ruhunu çalmaya çalıştılar. Hormonlu Müslümanlar icat etmekti temel hedef. Bunu da büyük ölçüde başardılar.
ŞİA›NIN DEVLETİ VAR, EHL-İ SÜNNET’İN DEVLETİ YOK!
Asıl tehlikeli projelerden biri devrede yaklaşık yarım asırdır.
Bu proje, Sünnî dünya ile Şiî’leri karşı karşıya getirmek! Yani Türkiye ile İran’ı kapıştırmak!
Neden Türkiye?
Çünkü bin yıldır Ehl-i Sünnet Omurga’nın kurucusu, konumlandırıcısı ve koruyucusu biziz. Ama bir sorun var: Türkiye tarihî olarak Sünniliğin temsilcisi ama resmen Müslüman değil laik bir devlet.
Oysa İran laik bir devlet değil.
Şunu altını çizerek yazıyorum: Şia’nın devleti var ama Ehl-i Sünnet’in -temsilcisi konumunda olacak- bir devleti yok. Gelecek yüzyılları bu ürpertici gerçek şekillendirecek…
Buradaki tezgâha dikkatinizi özellikle çekmek isterim: İki asırdır Türkiye de modernleşiyor, İran da.
Türkiye’nin de, İran’ın da modernleşme projesinde aktif rol alan ülke İngiltere.
İngiltere, Türkiye’de Tanzimat’ın, Meşrutiyet’lerin ve Cumhuriyet’teki Batılılaşma süreçlerinin gerisindeki yegâne aktör.
İran modernleşmesi ile Türk modernleşmesi arasında çok önemli bir fark var: İran’ı modernleştirdiler ama Şii İslâmi eğitim sistemine ve alfabesine dokunmadılar.
Türkiye de bir modernleşme sürecine girdirildi ama bu ülkede hem alfabe yok edildi hem de İslâmî Sünnî eğitim modelinden iz bile bırakılmadı!
İran’da sözümona İslâmî bir devrim yapılmasına izin verildi ve İran’ın, bütün İslâm dünyasını istila etmesinin önü açıldı.
Türkiye’yi laikleşme sürecine sürükleyerek İslâmî köklerinden ve medeniyet iddialarından uzaklaştırdılar; böylelikle önlerindeki en büyük, bin yıllık engeli ortadan kaldırmış oldular.
İkinci olarak da, Sünnî dünyada değil, Şii İran’da sözümona bir İslâm devleti kurdurdular, önünü açtılar, Irak’tan Yemen’e kadar İslâm dünyasını adım adım işgal ettiriyorlar!
Her yeri işgal ettirdiler, nükleer teknolojiyi -kontrollü de olsa- ürettirdiler ve Türkiye’ye musallat etmek için çırpınıyorlar!
Ama Türkiye, İran’ın Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı için nasıl önünün açıldığını ve İslâm dünyasını cehenneme çevirmek için nasıl kullanıldığını görerek İran’la aslâ çatışmaya girmeyecek ama uzun vadede İran’ın bölgedeki emperyalist ve yayılmacı girişimlerini püskürtecek adımları da atacak. Bunun tek yolu var: Türkiye’nin prangalarından kurtulması ve dünyanın şiddetle ihtiyaç hissettiği medeniyet iddialarına yeniden sahip çıkması.
Şunu görüyor olmalısınız artık: Emperyalizm, küresel hegemonyasını, medeniyet iddialarını terk eden laik Türkiye ile İslâm dünyasını kan gölüne çevirmek için her yolu deneyen Şiî İran’ı maşa olarak kullanmasına borçlu.
Ama bu devran böyle gitmeyecek. Türkiye, hem İran’ın Türkiye’yi kuşatmasına izin vermeyecek hem de Türkiye ya medeniyet iddialarını kuşanarak yeni bir tarihî yürüyüşü başlatacak ya da prangaları tarafından boğulacak, tarihten kovulacak -Allah muhafaza.
Vesselâm.
.Geliyorum diyen tehlike: Arz-ı mev’ud safsatası ve Türkiye’nin parçalanan haritası
Yusuf Kaplan
3/06/2024 Pazartesi
İbn Haldun haklı: Devletler de, toplumlar da insan gibidir: Doğar, yaşar ve ölürler.
Bendeniz İbn Haldun’un okumasına bir okuma ekleyerek şöyle düşünüyorum: Devletlerin de ruhu vardır, toplumların da. İnsanın ruhu nasıl insanın yaşamasının yegâne şartı ise, devletlerin veya toplumların ruhu da, devletlerin ve toplumların sadece yaşamalarının değil başkalarını yaşatmalarının ve tarih yapmalarının da yegâne şartıdır.
Şunu söylemiştim: Nefes alıyorsanız, yaşıyorsunuz demektir. Nefes veriyorsanız, yaşatıyorsunuz demektir. Nefes oluyorsanız, tarihi siz yapıyorsunuz demektir.
İşte ruhu olan toplumlar veya devletler sadece yaşamaz ve yaşatmakla kalmazlar. Aynı zamanda tarihin akışını değiştirecek dinamizmi de üretirler, tarih yaparlar. İşte tarihi yapan o dinamiğe ve dinamizme ruh diyorum.
TÜRKİYE’NİN RUHU VAR MI?
Yakıcı soru şu burada: Türkiye diye bir ülke var mı? Ruhu olan, dolayısıyla hem dimdik ayakta duran hem her tür zorluğa göğüs geren hem de tarihin akışını değiştiren bir aktör olarak Türkiye var mı?
Bu sorunun cevabı, ne yazık ki, hayır. Türkiye orta ölçekli bir kargaşada yerle bir olabilir -Allah muhafaza!
Kemalizm’i ve laisizmi, Türkiye’nin ruhu olarak gören kişiler, Türkiye’nin ruhu olmadığını açıkça ilan ediyorlar demektir ama bunun farkında bile olabileceklerini zannetmiyorum. Kemalizm de, laisizm de ithal ideolojilerdir çünkü. İthal bir ideolojinin ruhu olmaz.
Millî Mücadele’yi bu ithal, ödünç ideolojilerle değil İslâm’ın direniş, diriliş ve varoluş ruhunu iliklerimize kadar yüreğimizde hissettiğimiz için kazandık.
Güçlü felsefî temellerden yoksun, tarih bilincine ve tecrübesine sahip olmayan bir ideolojinin, bir topluma tarihin akışını değiştirecek bir ruh verebilmesi, elbette ki, imkânsızdır. Biz bu topluma tepeden Jakoben yöntemlerle ithal ideolojiler dayattık ve sosyal mühendislik projesi uyguladık.
Tarihin akışını biz değil, Batılılar belirliyor. Tarihi yapanlar, önlerine katıp sürükleyenler biz değiliz, biz Batılıların yaptığı tarihin önünde çöp gibi sürüklenen nesneleriz.
Türkiye iki asırdır tarihten çekildi. Tarihi biz yapmıyoruz. Tarihi Batılılar yapıyor. Biz Batılıların yaptığı tarihte tatil yapıyoruz yalnızca.
Türkiye, sahipsiz bir ülke. Ruhu olmayan, ruh köklerini kendi elleriyle kurutan bir gulyabani. O yüzden tarihi bizim yapmamız ve önümüze katıp sürüklememiz sözkonusu değil, bu mümkün de değil aslında!
Türkiye, ruhunu yitirdiği için, yönünü de, yörüngesini de yitirdi; o yüzden oraya buraya sürüklenip duruyor...
Osmanlı’nın durdurulmasından sonra, büyük bir vakumun ortasına sürüklendi. İki tür nihilizmi de iliklerine kadar yaşıyor: Hız, haz ve ayartının köleleri arasına güle oynaya katılarak pasif nihilizmi tecrübe ediyor ve dünyaya karşı duyarlığını yitiyor. İkinci olarak da, epistemik ve zihnî felçleşme yaşadığı için de aktif nihilizme açık, her tür zihnî ve zamanla fiilî işgale, saldırıya hazır acıklı bir ülke manzarası sergiliyor.
Zihnî saldırı, iki asırdır bizi perperişan etti. Kendimize olan güvenimizi yok etti, celladımıza âşık etti. Türkiye fiilen işgal edilmedi ama zihnî işgal altında. O yüzden ülkenin kurda kuşa yem edilmesi ân meselesi. Yani 40-50 yıllık kısa bir zaman diliminde bile ülkenin seküler entelijansiya ve kitleler tarafından kolaylıkla terkedilmesi ve Batılılara peşkeş çekilmesi bizi asla şaşırtmamalı.
Özetle: Türkiye’nin Türkiye’yi temsil eden, her hâl ve şartta Türkiye’yi koruyacak ve ayakta tutacak bir ruhu yok.
TÜRKİYE’NİN KÜLTÜREL VE COĞRAFÎ HARİTALARIYLA OYNAMAYA BAŞLADILAR, ALÇAKLAR!
Açık açık yazmaya başladılar!
Hedef Türkiye, diye bas bas bağırıp duruyoruz.
Asıl hedef Filistin değil, Filistin bahane. Orta vadede hedef Mescid-i Aksa’nın yıkılması ve bütün Arapların İsrail’e boyun eğdirilmesi.
Uzun vadede ise hedef, arz-ı mev’ud (Vadedilmiş Topraklar), dolayısıyla Türkiye.
Vadedilmiş Topraklar hedefini Türkiye’yi etkisiz hâle getirmeden gerçekleştiremeyeceklerini çok iyi biliyor alçaklar!
Gazze’de tepkimizin boyutlarını ölçtüler. İnsanların, çocukların canlı canlı katledilmelerine ses çıkarmayan ölü Müslüman dünyasının Mescid-i Aksa’nın yıkılmasına ses çıkarmayacağını düşünüyorlar.
Öte yandan, Netanyahu’nun oğlu Yair Netanyahu açık açık Türkiye’yi hedef göstermiş, Türkiye’nin Erzincan’a kadar haritalarını parçalamış, Kürdistan demiş genişçe bir bölgeye. Ama dertleri Kürt kardeşlerimiz filan değil, dertleri Türkiye’yi parçalamak, Türklerle Kürtler arasında fitne çıkarmak! Dikkatleri Gazze’den Kürtlere çevirmek ve başta Kürtler olmak üzere dünyaya “Türkler, Kürtlere zulmediyor” diye bir yalan uydurarak fitne fesat tohumları ekmek!
Şimdiye kadar başaramadınız bunu. Bundan sonra da başaramayacaksınız: Bizi, kardeşliğimiz kurtardı bugüne kadar, bugünden sonra da kardeşliğimiz kurtaracak, sizin iğrenç, sinsi oyunlarınızı bozacak inşallah.
STRATEJİK DEHA ŞART!
Şimdi Türkiye’de İslâmsız Türklük projesini kaktırmaya çalışan zavallı tiplere sormanın tam zamanı: Neredesiniz ey İsrail seviciler? Filistin bizim meselemiz değil diyen ruhsuzlar, neredesiniz?
Yüz yıl önce Jön Türkler, Sultan Abdülhamid’in “devleti savaşa sokmayın, yoksa ortada devlet kalmaz!” uyarısını dinlemediler; Osmanlı tuzağa düşürüldü, savaşa sürüklendi ve yok edildi.
Türkiye de tuzağa düşürülmek, savaşa sürüklenmek ve kolayca parçalanmak isteniyor olabilir!
Her şeye, savaşa bile hazır olacağız elbette.
En iyi şekilde hazırlanacağız hem de.
Ama önce stratejik bir dehâ ortaya koyacağız; zekice, akıllıca, basîretle hareket edeceğiz ve bu coğrafyanın geleceğini emperyalistlerin ve siyonistlerin değil bizim şekillendirmemizi sağlayacak güçlü stratejiler geliştireceğiz. Vesselâm.
.Türkiye’deki vesayet rejiminin kaynağı: Hukuk darbesi
Yusuf Kaplan
7/06/2024 Cuma
esubai131377762 ve 31 kişi beğendi2 yorum yazıldı
Toplumları ayakta tutan, yaşayan ve yaşatan yegâne kaynak, toplumların şeriatlarıdır. Bu şeriatlar din kökenli de olabilir, seküler, dindışı kökenli de. Hukuk sistemi, toplumların şeriatının ete kemiğe büründürülmüş ince elenerek sık dokunarak geliştirilmiş, tarihî tecrübeyle adım adım inşa edilmiş işleyiş mekanizmasıdır.
Hukuk, toplumun ruhunu, değerlerini ve geçmişten geleceğe çileyle biriktirdiği, hem karakterini hem de kaderini şekillendiren varolma iradesini eksene alarak varolur ve anlam kazanır. Toplumun ruhu, değerleri ve tarihî tecrübesi ile irtibatı olmayan bir hukuk sistemi, hem o topluma hiçbir şey kazandırmaz hem de daha da kötüsü o toplumun altını oymaktan başka bir işe yaramaz.
Özetle, bir toplumun hukuk sistemi, o toplumun şeriatı’dır: O toplumu vareden ruh, değerler manzumesi ve ilkeler bütünü.
TÜRKİYE’DEKİ HUKUK SİSTEMİ: VESAYETÇİ BÜROKRATİK OLİGARŞİ
Türkiye’deki vesayet rejiminin dayandığı bürokratik oligarşi sistemini ayakta tutan güç, bu topluma dışarıdan ve tepeden Jakoben yöntemlerle dayatılan ithal seküler hukuk sistemidir. İthal seküler hukuk sisteminin temel hedefi, İslâm’dan arındırılmış bir devlet / siyaset sistemi ve İslâm’dan uzaklaştırmış bir toplum biçimi icat etmekti’r.
Başka bir ifadeyle, Türkiye’deki hukuk sistemi, toplumun ruhunu, değerlerini ve tarihî varoluş iradesini ve ilkelerini eksene almaz. Aksine, toplumun ruhunu, değerlerini ve tarihî varoluş iradesini ve ilkelerini oluşturan yegâne kaynağımızı, İslâm’ı normal şartlarda devre dışı bırakma, anormal şartlarda yani askerî darbe ortamlarında ise yıkma, yok etme kaygısını eksene alır.
Dikkatinizi çekerim: Türkiye Cumhuriyeti, 1928 yılına kadar İslâmî bir hukuk sistemi ile meşruiyetini tesis etmeye çalışmış, 1928 yılından itibaren ise tam tersi bir istikamete kayarak Türk devletinin ve toplumunun kaderi, İslâm’ı devre dışı bırakan bir yöne ve yörüngeye oturan bütünüyle Batı’dan ithal seküler bir seküler hukuk sistemi tarafından belirlenmiştir.
Seküler devletin ve seküler toplum inşası çabasının kaynağı vesayet rejimi bürokratik oligarşi olarak adlandırdığımız işte bu ithal seküler
hukuk sistemidir.
Devleti kuran şey, siyasî rejim değil, siyasî rejimi de kuran seküler hukuk sistemidir.
Hukukunu kaybeden bir toplum, ruhunu, değerlerini ve varolma iradesini de kaybeder; ruhu, değerleri ve varolma iradesine dayanarak geliştirilen, dolayısıyla ruhunu, değerlerini yaşatan ve varolma iradesini diri tutan devletini de.
HUKUK DARBESİ İLE Mİ KARŞI KAŞIYAYIZ?
Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası Başkanı’nı görevden alma ve üniversitelere rektör atama yetkileri olmadığına hükmetti!
Çok tehlikeli bir karar bu!
Milletin iradesinin ithal bir zihniyet tarafından nasıl ipotek altına alındığını göstermesi bakımından son derece tedirgin edici ve çokça tartışılacak bir karar!
Nedir bu?
Hukuk darbesi mi?
Hukuk darbesi değilse nedir peki?
Kaynağı, kılı kırk yararak araştırılmalıdır bunun.
Anayasa Mahkemesi, milletin hukukunu korumak için vardır.
Kökü ve ipleri dışarıda bir vesayet rejimi olan oligarşik bürokratik sistemi korumak, kollamak ve adına Beyaz Türkler denen ama Türklüğü de Müslümanlığı da şehir efsanesi olan, küresel sistemin uyduluğunu yapan, bu milletin aziz evlatlarını teker teker yok eden, örnekse Abdüzaziz’in bileklerini kesen, örnekse Abdülhamid’i tahttan indiren, örnekse Menderes’i idam sehpasına gönderen, örnekse Özal’a suikast düzenleyen, örnekse Muhsin Yazıcıoğlu’nu gözümüzün içine baka baka katleden, örnekse Erdoğan’a karşı içerdeki şebek-e-lerini kullanarak 15 Temmuz hain darbe girişimini tezgâhlayan, özetle, ülkenin kaynaklarını küresel sistemin lordlarına peşkeş çeken bir avuç azgın azınlığın çıkarlarını teminat altına almak için değil.
Bu ülkede bütün darbeler, önce hukuk darbesi olarak başladı, “hukukun verdiği yetkiyle anayasal hakkımızı kullanıyoruz” denilerek meşrûlaştırılmaya çalışıldı bütün askerî darbeler.
Bu ülkede bütün darbeler, millete karşı yapıldı, milleti hizaya getirmek üzere yapıldı, milletin İslâmî kimliği ve duyarlıkları benimsediği görülünce milletin bu yönelimini durdurmak için yapıldı.
Daha açık ve net bir şekilde söylemek gerekirse, bu ülkede, bütün darbeler, Türkiye’nin toplum olarak İslâmî bir yöne ve yörüngeye doğru kayma emareleri göstermeye başladığı zaman, İslâmî yönelişi engellemek için yapıldı. Toplumun İslâmî yöne ve yörüngeye oturmasının, devletin de İslâmî yöne ve yörüngeye oturmasına yol açabileceğinden korkulduğu için darbe yedi toplum asker kılıklı kökü dışarıda başı içeride celladına âşık tasmalı çekirgelerden.
Milletin iradesiyle seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini elinden
almak, hukuk darbesi değilse nedir?
İkincisi, diyelim ki, yaptığınız işlem hukuka uygun. Neden şimdi aklınıza geldi? Dün hukuka uygundu da, bugün aykırı mı oldu? Burada bir absürtlük yok mu
Üçüncüsü, üniversiteler ve Merkez Bankası, ülkenin istiklal ve istikbaline yön veren temel kurumlardır. Halkın iradesiyle seçilen Cumhurbaşkanı’ndan bu yetkileri almak ülkenin istiklal ve istikbaline hukuk müdahalesi ile darbe yapmak olarak anlaşılmayacak mı? Anayasa Mahkemesi bu milletin hukukunu korumayacak da kimin / neyin hukukunu koruyacak ki, gibi insanın uykularını kaçıracak
delice sorular dolaşıp duruyor zihnimde…
Vesselâm.
.Batı hukuku, Yahudiliğin rolü ve İslâm’ın farkı
Avrupa siyasetinin temeli, Roma hukukudur. Roma hukuku, pagan Roma şeriatı’dır. Avrupa hukuku, pagan Roma “şeriat”ına dayandığı için, Hıristiyanlık Avrupa’yı şekillendirmekten ziyade, üç pagan gelenek Hıristiyanlığı, dolayısıyla Avrupa’yı şekillendirmiştir: Zihnen Yunan paganizmi, hukuken Roma paganizmi, dinen de pagan’laştırılmış Yahudilik.
Modern Avrupa’yı kuran bu üç kurucu kaynak, Batı uygarlığının geçmişten geleceğe yürüyüşünde, oluşum sürecinde süreklilik arzeden üç vazgeçilmez, tartışılmaz kurucu sütununu teşkil eder.
BATI’NIN KURULMASINDA PAGANLAŞAN YAHUDİLİĞİN ATLANAN ROLÜ
Burada şöyle bir sorunun izini sürmek zevkli, zihin açıcı bir okumaya imkân tanıyabilir: Bu üç kurucu sütundan hangisi Batı uygarlığına rengini ve ruhunu daha çok veren kaynaktır acaba?
Bu soruya hep “Greko-Romen” şeklinde cevap verilegeldi bugüne kadar. Ancak bu, tahmin edebileceğiniz üzere fazlasıyla klişeleşmiş bir cevap. Greklerin ve Romalıların, Avrupalıların psişesinde derin izler bıraktığını biliyoruz elbette. Ama bir de madalyonun, pek anlatılmayan, bilinmeyen başka bir veçhesi daha var: Yahudilik.
O yüzden, sözkonusu üç sütundan daha çok hangisi Avrupa’ya ruhunu ve rengini vermiştir, sorusuna, Yahudiliktir, diye cevap veririm ben. Tahrif edilmiş Yahudilik, insanın dünyevîleşme / sekülerleşme / paganlaşma sürecinin itici gücü oldu tarih boyunca. Yunan zihni ve Roma hukuku, Yahudiliğin bu paganlaştırıcı itkisi ve etkisiyle kapitalistleşen pagan Batı uygarlığını inşa etti.
Tarihsel Hıristiyanlık, içe dönük, hatta içine kapalı, daha ziyade mistik bir dindi. Biraz da pagan Roma’nın zulmü, ilk dönem Hıristiyanları, havarileri dağların tepelerindeki mağaralara kapanmaya zorlamış, münzevî vasfını, karakterini pekiştirmişti Hıristiyanlığın. O yüzden ilk kiliseler, toplumdan tecrit edilmiş dağ başlarında kurulan manastırlardır: Manastır hem şiddetten kaçmanın hem de dünyanın kirinden, pasından insanın içine, iç dünyasına kaçmasının güçlü bir metaforudur aynı zamanda.
İşte içine kapanan Hıristiyan dünyasını tam tersi kutba fırlatan, dünyevîleştiren tahrif edilmiş, pagan Yahudi geleneği oldu: Kapitalizmin Kiliseyi ve dolayısıyla Hıristiyanlığı ayartmasında İtalyan şehir devletlerinde köksalan seküler, materyalist paraya dayalı finans ekonomisi ve Hıristiyanlıkta da yasak olan faizi meşrûlaştıran bankacılık belirleyici rol oynadı.
Avrupa’nın dünyevîleşmesinde, Hıristiyanlığı yutarak dünyevîleştirmesinde ve paganlaştırmasında işte bu Yahudi dünyevîleşme temayülü kilit rol oynayan kaynaklardan biridir.
Ayrıca Hıristiyanlığın sekülerleştirilmesinde, hayattan uzaklaştırılarak bireysel bir inanç meselesine indirgenmesinde de, Batı hukukunun güçlülerden yana, seçkinler ve imtiyazlılar hukuku olarak kodlanmasında da pagan Yahudi dünyevîleşme temayülünün belirleyici rol oynadığı aşikârdır.
Burada, Batı uygarlığının inşasında bildik bir ezberi bozmuş oluyorum: Bize anlatılan hikâye şuydu: Batı uygarlığı Grek-Roma ikilisini temel alarak inşa edilmiş bir uygarlıktı’r. Burada muharref Yahudiliğin rolünün nasıl da gözardı edildiğine şimdiye kadar neredeyse hiç dikkat çekilmedi. Oysa dahası da var: Yahudilik, Grek zihnini ve Roma hukukunu da kendine benzeterek dönüştürmüştü.
Pagan bir Avrupa ruhunun inşasında Yahudi dünyevîleşme / sekülerleşme / paganlaşma temayülü, Grek zihninin ve Roma hukukunun da dualizm kapanına kıstırılmasına yol açtı. Yahudileşme temayülü, paraya ve dünyaya hâkim olma güdüsü tarafından güdülen bir temayüldü; ve Batı uygarlığına karakterini bu her şeye hâkim olma güdüsü vermişti.
BATI HUKUKU İNTİYAZLARIN, İSLÂM HUKUKU HAKLARIN VE HALKLARIN HUKUKU
O yüzden Batı hukuku, haklar bahsinde bile, adaletin tesisini değil, imtiyazların tevsiini (genişletilmesini) ve tevziini (dağıtılmasını) esas alır. Batı liberalizmi, özgürlükler mücadelesi değil, imtiyazların paylaştırılması mücadelesidir. Bunu gerek Fermand Braudel “Uygarlıkların Grameri”, gerekse William McNeill “Avrupa Tarihini Yeniden Düşünmek” başlıklı ikisi de çığır açan önemli kitaplarında sarih bir dille çok güzel anlatırlar.
Avrupa hukuku, imtiyazlıların hukukudur. O yüzden pagan Avrupa hukuku, “insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” gibi geliştirdiği ayartıcı söylemlerine rağmen hakların ve halkların hukuku değil güç odaklarının imtiyazlarını teminat altına alacak şekilde kodlanmış, güçlülerin hukukudur.
Oysa İslâm hukuku olarak şeriat, imtiyazların ve imtiyazlıların hukuku değil, adaletin, hakların ve halkların tabiî haklarının teminat altına alındığı hukuktur.
O yüzden Türkiye’de zihinleri çağdaş hurafeler çöplüğüne döndüğü için “şeriat” deyince tüyleri diken diken olan hilkat garibesi tipler için İslâm hukuku olarak şeriat’ın güce karşı hakkı ve adaleti savunan en güçlü hukuk tecrübelerinden biri olduğunu Batılı hukuk felsefecilerinin dillendirmesi bizim bu celladına âşık tasmalı çekirgelerimiz için bir anlam ifade eder mi, bilmiyorum.
Ama bu konuda dünyada bir numara otorite olan ve hem İslâm hukukunu hem de modern / postmodern Batı hukukunu çok iyi bilen Wael Hallaq’ın söyledikleri, bizim zihni çağdaş hurafeler çöplüğüne dönen zavallı seküler entelijansiyamızın rahatını kaçıracak cinsten önemli tespitlerden. Hallaq, Batı hukuku ile İslâm hukuku şeriatı karşılaştırır ve haklar konusunda Batı hukukunun İslâm hukukunun eline su dökemeyeceğini anlatır uzun uzadıya.
İslâm hukuku, imtiyazların kaldırıldığı, adaletin tesis edilmesinin temel hedef olarak belirlendiği haklar ve görevler hukukudur. İslâm hukukunun temsilcisi, toplumdaki âlim karakterinin prototipi fakih, tam da iktidarla halk arasında orta yerde durmuş, halkın güç tarafından ezilmesine karşı göğsünü siper etmiştir. Batı’da fakih benzeri bir karakter yoktur.
Türkiye’de halk henüz kendi anayasasını yap/a/madı. Anayasa yapım sürecinde hukuk tarihi ve felsefesi üzerinden yaptığım bu mukayeseli okumaların hukuk ve devlet ricalimize katkı sunmasını umarım.
Vesselâm.
.Millet, anayasasını yapamadığı sürece millet olamaz!
Yusuf Kaplan
10/06/2024 Pazartesi
Türkiye’de devletin anayasası var ama milletin anayasası yok. Anayasa, devleti koruyor, milleti değil! Totaliter rejimlerde olur böyle şeyler!
Devlet bir anayasa yapmış ama millete sormak şöyle dursun, millete tepeden bakmış, “uyacaksın buna!” diyerek! Tepeden, monteleme yöntemiyle dayatmış bu anayasayı. Üstelik bu anayasa, Ceza Yasası faşist İtalya’dan, Medenî Yasası İsviçre’den, Fransa’dan olduğu gibi alınıp bu topluma Jakoben yollarla yukarıdan monte edilmiş bir anayasa. “Yapıştırma bıyık” gibi sırıtıyor o yüzden!
MİLLETİN ANAYASASI OLMADI HİÇBİR ZAMAN
Mevcut anayasamız, milletin yaptığı bir anayasa değil. Millete dayatılan ithal bir anayasa!
Ne kadar ürpertici bir manzara bu, değil mi?
Bu manzara, ancak sömürgecilerin tecavüzüne maruz kalan bir ülkenin yaşayacağı bir manzarayı andırıyor, öyle değil mi?
Türkiye sömürgecilik tecavüzüne maruz kalmadı çok şükür ama sömürgeleştirilen ülkelerin halkları gibi fakat içeriden, kendi çocukları eliyle terbiye edilmeye, adam edilmeye, hizaya getirilmeye çalışıldı; -dili İslâmî köklerinden sökülüp atılarak; alfabesi yok edilerek; bin yıllık dünya tarihini yapmasını mümkün kılan, bu toplumu dimdik ayakta tutan, her tür saldırıya karşı birbirine kenetleyen, bağlayan, kardeş yapan İslâmî inançları, değerleri ve ilkeleri -başta eğitim, kültür ve sanat olmak üzere- devletin bütün kurumlarından uzaklaştırılarak!
Bu toplum niçin İstiklal Savaşı vermişti emperyalistlere karşı peki? Bu toplumun inançlarına, değerlerine, kültürüne tecavüz edilmesine aslâ göz yummamak için! Nitekim namusumuza uzatılan el, kahraman Maraşlılar tarafından Sütçü İmam’ın öncülüğünde anında kırılmadı mı? Namusumuza el uzatan Yunan piçleri denize dökülmedi mi?
Bu milletin anayasası olmadı hiçbir zaman. Devşirme elitler tarafından ithal anayasalar yapıldı ve bu millete dayatıldı. İthal anayasaya uymadığı zaman da cezalandırıldı!
MİLLETİ “TEBAA” OLARAK GÖREN BİR ANAYASA!
Bu ülke dışarıdan ele geçirilemedi ama içeriden ele geçirildi. Bu ülke fiilen işgal edilmedi, zihnî işgal altında; o yüzden epistemik köleler yetiştiren üniversitesi; tarih bilincinden, medeniyet ve kültürel aidiyet bilincinden yoksun metamorfoz (başkalaşma darbesi) yiyen kuşaklar yetiştiren bütün okulları çocuklarımızı mankurtlaştırmakla meşgul gece gündüz!
O yüzden milletin yaptığı bir milletin anayasası olmadı bu ülkede, devletin millete dayattığı anayasa’lar oldu sadece: Anayasa, milletin varoluş haklarını değil, devletin varoluş haklarını teminat altına alıyor. Anayasa’nın millet diye bir derdi, kaygısı yok. Anayasa’nın milleti yok: Adam edilecek, şekil verilecek, bir kalıba sokulacak bir tebaası var.
Milletin anayasa karşısındaki konumu tebaa konumu. Milletin adamları da, güya milletin seçtiği adamlar da en tepede bile olsalar tebaa konumundalar.
Bu milletin tarihini, kültürünü, inançlarını, medeniyet birikimini ve ruhunu benimseyen bir devlet yok bu ülkede. Tam tersine, bu milletin tarihini, kültürünü, inançlarını, medeniyet birikimini ve ruhunu önce inkâr eden, sonra da adım adım yok eden sömürgeci bir aparaçi gibi bir nesne var!
BU ÜLKE İKİ ASIRDIR BİZİM ELİMİZDEN ALINDI!
Bu ülke iki asırdır milletin has çocuklarının elinden alındı. İki asırdır devlet her bakımdan devşirmelerin kontrolünde. O yüzden iki asırdır milletin kültürünü, değerlerini, inançlarını önce küçümseyen, hor gören, sonra da inkâr eden, yok sayan ve yok eden bir devşirmeler şebekesi, ülkenin kaderine hükmediyor.
Azgın bir azınlık bu. Kendini Beyaz Türk olarak adlandırdı ama ne Türk ne de Müslüman aslında bu şebeke.
Bu azgın azınlık, devleti içeriden ele geçirdi Tanzimat’la birlikte. Mustafa Reşit Paşa denen Londra Mason Locası’na üye olacak kadar aşağılık bir adam Tanzimat Fermanı’nı okudu Gülhane Parkı’nda bir yağmurlu günde. Bu adam kahraman ilan edildi! “Büyük Reşit Paşa” olarak öğretiliyor çocuklarımıza, okullarımızda ülkeyi satan aşağılık bir adam!
Tanzimat, iplerin bu ülkenin has çocuklarının elinden alındığı, bu ülkenin kontrolünün bu ülkenin çocuklarının elinden çıktığı endülüsleşme (yok oluş) sürecidir.
Mustafa Reşit Paşa’dan sonra, Âli Paşa ile Fuat Paşa devletin yönünü ve yörüngesini yitirmesine yol açacak bir paşalar oligarşisi inşa ettiler. İngilizlerin güdümünde bir vesayet rejimi kurdular. Adına da modernleşme, çağdaşlaşma, medenîleşme filan dediler! Celladına âşık tasmalı çekirgeler!
Paşalar oligarşisinin vesayet rejimi, devleti milletin elinden alma savaşı verdi ve bu savaşı kazandı! Kazandı, çünkü Abdülaziz’in bileklerini kesip darbe yapanlar bunlardı. Abdülhamid’i tahtan indirerek “canlı cenaze”ye dönüştürenler bunlardı. Menderes’i idam sehpasına gönderenler, Özal’a suikast düzenleyenler, Muhsin Yazıcıoğlu’nu gözümüzün içine baka baka katledenler bunlardı.
Eğer bu ülke, dolayısıyla devlet, bu ülkenin has çocuklarının elinde olsaydı, Abdülaziz’in bileklerini kimse kesmeye cesaret edemezdi; Abdülhamid’i -üstelik de bu ülkenin en azılı ebedî düşmanları Yahudi, Ermeni, Rum çete elebaşlarından oluşan- bir şebeke tahttan indiremezdi; Menderes idam sehpasına gönderilmeye cesaret edilemezdi; Özal’a, suikast girişiminde bulunulamazdı; Anadolu’nun has ve tertemiz çocuğu Muhsin Yazıcıoğlu gözümüzün içine baka baka katledilemezdi; Erbakan’a 28 Şubat darbesi, Erdoğan’a da 15 Temmuz darbe girişimi yapılamazdı.
MİLLETİN ANAYASASI OLMADAN ASLA!
Milletin devleti yok edildi elinden alınarak.
Türkiye’de devlet, yasa ile meşrûlaştırıyor varlığını.
Millet, anayasa yapamadı bu ülkede. Millete anayasa dayatıldı tepeden, Jakoben yöntemlerle.
Anayasa Mahkemesi Türkiye’de millet iradesinin üstünde görüyor kendisini.
Hukuka dayalı bir hukuk sistemi yok Türkiye’de. Hukuk oligarşisi var.
İstediği zaman milletin iradesini hiçe sayan adımlar atmaktan çekinmiyor hukuk sistemi.
Egemen sistemin hukuku egemen, Türkiye’de.
Milletin hukuku değil.
Millet, anayasasını yapamadığı sürece millet olamaz!
Vesselâm.
.Dünya, İslâm’a yönelirken, birileri neden İslâm’la savaşıyor acaba?
Yusuf Kaplan
23/06/2024 Pazar
Tacikistan diktatörü İmamali Rahman başörtüsü ve İslâmî bayramları yasakladı!
Yasağa önce ismini değiştirerek başlamalıydı komünist KGB artığı, Çin uydusu bu adam!
Tacikistan’da başörtüsü ve İslâmî bayramların yasaklanmasına sevinen ve Türkiye’de de yasaklanmalı diyen tiplere rastladım. Araştırın bakın, bunların köken itibariyle Türk de, Müslüman da olmadıklarını görürseniz şaşırmayın!
İSLÂM'DAN NEFRET EDEN TÜRK OLAMAZ!
İslâm'dan nefret eden kişiler köken itibariyle Türk olamaz. Türk, İslâm'dan nefret etmez. Aslâ! Türk, nankör değildir çünkü!
Türkler, İslâm’la şereflendikten sonra üç kıtada bin yıl dünya tarihini yapmış, insanlığa adaletin, merhametin ve farklı dinlerle, inançlarla, kültürlerle, düşünce gelenekleriyle bir arada, barış içinde nasıl yaşanabileceğinin en mükemmel formülünü ve modelini geliştirmiş ama trajikomik olan şu ki, önce kendi çocukları tarafından hakkıyla anlaşılamamış ve dünya ölçeğinde de henüz aşılamamış aziz ve leziz, nefis ve nezih büyük bir medeniyet inşa etmeyi başarabilmiştir.
Türkler, insanlık tarihine bilim, düşünce, sanat, ahlâk, siyaset ve estetikte Müslüman olduktan sonra büyük katkılar sunmuştur. Müslüman olmadan önce insanlık tarihine yaptıkları katkılar sınırlıdır.
Bugün insanlığın önünü açacak, herkese hayat hakkı tanıyan, herkesin adalet, hukuk ve merhamet düzeni içinde huzur içinde yaşamasını sağlayacak medeniyet mefkûresini dünyaya sunacak potansiyele, tarihî tecrübeye, birikime ve ufka biz sahibiz. Türkiye’nin beklenen olduğu, umut olarak görüldüğü bir zaman diliminde bu umudu yok etmeye, bu ufku karartmaya dönük bütün girişimler ya basiretsizliktir ya da büyük bir operasyonun bir parçasıdır.
Şunu herkes zihnine iyi kazısın: Bu toprakları biz İslâm’la vatan yaptık. İslâm’a yapılan her saldırı, bu ülkenin birliğine, dirliğine ve kardeşliğine yapılmış bir saldırıdır.
İslâm’a yapılan her saldırı, bu ülkenin dünyanın umudu ve ufku olduğu gerçeğini baltalamaya dönük aşağılık ve hâince bir saldırıdır.
İSLÂM'I TERKEDEN, ÜLKEYİ DE TERKEDER KOLAYCA…
İslâmî inançlarını yitiren insanlar bu ülkeyi kolaylıkla terkedecek, ülkeyi kurda kuşa, leş kargalarına, emperyalistlere yem etmekten çekinmeyecek steril, duyarsız insanlardır. Kısa bir araştırma yapın, göreceksiniz bu gerçeği ve ürpereceksiniz!
Bana İngilizler pasaport verdiler ama ben suratlarına çarptım. Türkiye’de İngilizlerin veya Amerikalıların filan verdiği pasaportu suratlarına çarpan bir laik / Kemalist görmedim, bilmiyorum; varsa öne çıksın, alnından öpeceğim.
Bu ülkede İslâm’a saldıran kişilerin kökenini araştırın, bu kişilerin Türk de, Kürt de olmadıklarını göreceksiniz büyük bir ihtimalle.
Ayrıca şunu da artık çok iyi biliyoruz: İslâm’ı yitirirseniz Türklüğünüzü de yitirmeniz kaçınılmazdır. Etrafınıza bakın göreceksiniz bu yakıcı gerçeği: Bulgarlar, Macarlar, Romenler Türk mü şimdi; Türklüklerini neden koruya-madılar, iyi düşünün.
İSLÂM'IN İNSANLIĞIN UMUDU OLDUĞU BİR ZAMAN DİLİMİNDE…
İslâm, farklı dinlere, inançlara, etnisitelere, kültürlere mensup insanlara; İslâm’a, insan’a, kamu düzenine zarar vermediği sürece inandıkları gibi inanma ve yaşama hakkını veren tek din, tek medeniyet tecrübesidir.
En zor şartlarda bile insanlığın haysiyetini sadece Müslümanların koruduğunu Gazze’deki muazzez direniş yeterince ispat etti. Bunu Harvard’ın, Chicago’nun, Sorbonne’un, Londra Üniversitesi’nin çocukları gördü, Gazze direnişine hayran kaldı Batılı çocuklar ama bizimkiler, bizim çocuklarımız göremedi!
Bizim çocuklarımız mı bunlar, İslâm’ın, bu toprakların çocukları mı; yoksa celladına âşık edilmiş, başlarına ne geldiğini bile bilmeyen tasmalı çekirgeler mi, iyi düşünün.
Tam da dünyanın İslâm’ın kuşatıcı ve kucaklayıcı, herkese hayat hakkı tanıyıcı merhametli sesine ve diriltici nefesine ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği, Batı’daki gençlerin bunu gördükleri ve İslâm’a büyük sempati ve ilgi duymaya başladıkları ve Los Angeles’taki California Üniversitesi’nde (UCLA) gördüğümüz gibi kitleler hâlinde Müslüman oldukları bir zaman diliminde, bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan bu ülkede İslâm’ın, İslâmî değerlerin, İslâm’ın kutsallarının, rahmet elçisi Peygamberimizin, hadislerin, tasavvufun hedef tahtasına yatırılması ve son olarak da Tacikistan gibi ülkelerde İslâmî değerlerin yasaklanması akıl tutulması değilse nedir?
Saçmalamanın âlemi yok.
Zırva tevil götürmez: İslâm'ın kaynakları sapasağlamdır. Tartışmalı konuları da her zaman tartışmış, her alanda güçlü bir tehafüt (eleştiri) geleneği yeşertmiş, özgüveni yüksek bir din, bir dünya tasavvuru, bir düşünce geleneği ve evrensel medeniyet tecrübesidir İslâm.
O yüzden İslâmî değerlerde kendilerinden şüphe edilecek bir çürüklük, bir zayıflık olsaydı bu din, kaynakları en sağlam din olarak bugüne kadar sapasağlam gel-e-mezdi 1400 yıl boyunca.
Üç beş tane ne dediğini bile bilmeyen çoluk çocuğun hezeyanları İslâm’ın asil değerlerini aşındıramaz. Devlet bu toplumu ayakta tutan, bu toprakları bize vatan yapan, bu toplumu bin yıldır kardeş kılan, bu toplumun yegâne sigortası İslâm’ı, İslâm’ın kutsallarını, rahmet elçisi Peygamber Efendimizi yasa ile koruma altına almak zorundadır. Yoksa toplumun kaosun eşiğine sürüklenmesinin önünü alamayacak, kendi ayağına kurşun sıkmış olacaktır.
Benden hatırlatması.
.Kültürel inkâr’dan kültürel intihar’a…
Yusuf Kaplan
24/06/2024 Pazartesi
Çok tehlikeli bir süreçten geçiyoruz… Ülkenin çocukları İslâm’ı terkediyor hızla.
Dünyanın çocukları, Gazze’deki destansı direnişten ötürü İslâm’a hayran kalarak İslâm’a yönelirken, Harvard’ın, Chicago’nun, Colombia Üniversitesi’nin çocukları İslâm’a yönelirken, bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan, dünyaya adaletin, merhametin ve bir arada yaşamanın ne demek olduğunu öğreten aziz bir medeniyetin çocukları, bu toprakların çocukları İslâm’ı terk ediyor hızla ürpertici bir şekilde…
ÇAĞI DA, KENDİSİNİ DE TANIYAMAYAN, MANKURTLAŞAN BİR TOPLUM
Bir toplumu ayakta tutan, geleceğe umutla bakmasını sağlayan, geleceğini kuran olmazsa olmaz dinamikler vardır: Müşterek inançları, değerleri, tarihi, dili, medeniyet tecrübesi, aidiyet biçimleri, müşterek hedefleri, hayalleri, idealleri ve gelecek tasavvurları gibi.
Bunları bir toplumun olmazsa olmaz, vazgeçilmez asgarî müşterekleri olarak tarif ediyoruz. “Din”, dil, kültür, tarih ve ortak gelecek tasavvuru ve ideali yok olmaya başlayan toplumlar, kendilerini de, içinde yaşadıkları çağı da anlayabilecek, analiz edebilecek, kritik edebilecek, yüzleşebilecek gerekli entelektüel donanımdan da, özgüvenden de yoksun olacakları için zamanla birbirlerine düşmekten, boşluğa sürüklenmekten ve kaçınılmaz olarak yok olmaktan, tarihten sürülmekten kurtulamazlar.
BEN VE “ÖTEKİ”: İSLÂM VE BATI
Türkiye’de sekülerizmin ne olduğu, nasıl doğduğu, dünyayı nereye sürüklediği ve Türkiye’deki algılanışı, tezahürleri, uygulanışı konusunda en çok yazan yazarlardan biriyim.
Yeni Şafak 1994 yılında yayın hayatına atıldığı günden bu yana Londra’dan, yerinden, sekülerizmin her bakımdan en güçlü ve ilginç uygulamasının yapıldığı bir yerden bizzat yaşayarak, görerek, soluyarak yazdığım yazılar dâhil, yazı ve fikir hayatımın yoğunlaştığı iki temel ekseninden biri genelde çağdaş dünya ve felsefî temellerinin arkeoloji / kazı ve jeneoloji / soykütüğü çalışması yapılarak görünür görünmez bütün yönleriyle anlaşılması, özelde ise çağdaş dünyanın en başta gelen kurucu temelini oluşturan sekülerizm sorunu’ydu.
İkinci eksen ise, İslâm dünyasının hâl-i pür melâli ve buraya nasıl geldiği, bu çıkmaz sokağa, tarihte yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet krizinin eşiğine nasıl sürüklendiği ve bu krizden nasıl çıkabileceği meselesiydi.
Özlü bir ifadeyle, çağ ve kendi’miz meselesiydi üzerinde derinlemesine kafa yorduğum iki temel varoluşsal meselem.
İSLÂM’LA DA BATI’YLA İLİŞKİMİZ SIĞ, SAHTE VE YÜZEYSEL
Biz kimdik? Nereden nereye sürüklenerek buralara gelmiştik? İçinde yaşadığımız çağ, nasıl bir çağdı, bizim bu çağ’la kurduğumuz ilişki nasıl bir ilişkiydi?
Sonuçta yaptığım okumalar beni şuraya getirip bırakıverdi: Ne kendimizi biliyoruz, ne de çağı?
Çağ’ın da dışındaydık, kendimiz de olamıyorduk bir türlü.
Kendimizle ilişkimiz de, çağ’la / Batı’yla ilişkimiz de hem simülatifti (sahteydi); hem de grotesk’ti (sığ, sahte ve yüzeysel’di).
O yüzden iki arada bir derede sıkışıp kalmıştık, bir oraya bir buraya doğru yuvarlanıp duruyorduk.
Müslümanlığımız da sahici değildi, sekülerliğimiz ya da modernliğimiz de. Çilesi çekilmiş, bedeli ödenmiş bir Müslümanlık da, sekülerlik ya da modernlik de değildi. Yapaydı, sığ, sahte ve yüzeysel’di.
Bu çok tehlikeli bir durumdur bir toplumun şimdi’si ve geleceği için: Toplum toplum olma özelliklerini; yoğun bir fikrî çabanın sonunda özümseyerek, çilesini çekerek, bedelini ödeyerek yani hak ederek kazanamamış demektir. Hakikat değil sahte hükümrandır orada. Hakikatin değil sahtenin kavgası veriliyor demektir o noktada. Bütün kavgalar da, gerçek değil, sahtedir ayrıca. Gerçek meseleler üzerinden değil, sahte meseleler üzerinden girişilen kavgalardır öylesi bir toplumda. Sahte bir toplum var, demektir orada. İnançları, değerleri, aidiyet biçimleri, tarihi, kurumları oturmamış, sığ, sahte, kolayca çatırdamaya hazır yeri ve zamanı gelince çökecek bir toplum var demektir.
Geçmiş’i ve şimdi’si belirsiz bir toplumun geleceği de karanlıktır. Geçmiş’i ve şimdi’si köksüz bir toplumun gelecekte kök salabilmesi, geleceğe uzanabilmesi de ham hayalden ibarettir.
Bu toplum nereden gelip nereye gidiyordu; daha doğrusu nereden gelip nereye doğru sürükleniyordu; en doğrusu da, aslında bu toplumun bir meçhûle, bir çıkmaz sokağa doğru sürüklendiğini biliyor, görüyor muyduk; sadece toplum olarak değil, ülkenin entelijansiyası olarak?
Ne olduğunu bilmeyen, nereden gelip nereye doğru gittiğini (açıkçası, sürüklendiğini bile) idrak edemeyen, çağı da, kendisini, kendi kültürünü, değerlerini, tarihini, medeniyet birikimini, ruhunu da tanıyamayan, tastamam metamorfoz yiyen, mankurtlaşan bir topluma dönüşüvermiştik iki asırlık modernleşme / sekülerleşme tarihimizin bizi getirdiği noktada.
TÜRKİYE, KİMLİKSİZLİĞİNİN KÖLESİDİR!
Şu an Türkiye köledir: Kimliksizliğinin kölesi. Yönünü, yörüngesini ve ruhunu yitirme çukuruna sürüklendiği için köksüzlüğünün kölesi. Bin yıl dünya tarihini yapan medeniyet dinamiklerini dinamitlediği ve çocuklarını mankurtlaştıran sömürgeci bir eğitim, kültür ve medya rejiminin esareti altında eğittiği (“öldürdüğü”) için tarihsizliğinin, ufuksuzluğunun ve geleceksizliğinin kölesi.
Tek kelimeyle: Laikçiliğin kölesidir! Laiklik değil laikçilik. Dokunulmaz kutsal inek ilan edilen laikçiliğin kölesidir bu ülke. Laiklik herhangi bir ideolojidir; laikçilik ise, o ideolojinin din haline getirildiği bir paganizm biçimi.
Laikçilik diye bir pranga geçirilmiştir boynuna Türkiye’nin! İnançlarını, değerlerini, tarihini, geleceğini imha ediyor toplumun bu “pranga”.
Eğitim, kültür ve medya rejimini kendi inançlarımız, değerlerimiz, tarih tecrübemiz, medeniyet ruhumuz ve dinamiklerimiz doğrultusunda silbaştan yeniden inşa edemezsek, toplumu kendi ellerimizle kendini, inançlarını, kültürünü, değerlerini, tarihini, medeniyet birikimini inkâr ederek intiharın eşiğine sürüklemekten başka bir şey yapmış olmayacağız!
Her zaman söylediğim gibi: Tanpınar, yaşadığımız modernleşme / laikleşme tecrübesini kültürel inkâr olarak tarif etmişti.
Bendeniz de bir adım daha öteye giderek şu tarihî uyarıyı yapıyorum: Bütün kültürel inkâr girişimleri kültürel intiharla sonuçlanır!
Benden uyarması.
Vesselâm.
.Sekülerizm bir inşa projesi değil, imha projesidir!
Yusuf Kaplan
28/06/2024 Cuma
Sekülerizm’le sulh düzeni’nin hâkim olacağı bir dünya kurulamaz. İki bakımdan kurulamaz.
Birincisi, sekülerizm, varlığa ontolojik saldırı olduğu için hayatta anlam krizinin patlak vermesine yol açıyor. Varlığın, insan varlığının dünyasını parçalıyor: Düşünce dünyası ile his dünyasını birbirinden ayırıyor. Ruh ile bedeni birbirinden ayırıyor.
Varlık krizi’dir bu; varlığın bütün varlığıyla varoluşa gelişinin önüne set çekilmesidir. Hayatın bir bütün olarak idrak edilememesi, kavranamaması, duyulamaması, yaşanamamasıdır. İnsanın fizik dünyası ile fizikötesi dünyası arasındaki irtibatın kopması, insanın dünyaya fırlatılması gibi bir hikâye oluyor.
Oysa varlığın dünyasının bütün boyutlarıyla idrak edilebilmesi, ontolojik şiddetin yok olması ve ontolojik rahmetin kol kanat germesi sonucunu doğuruyor.
İnsanın ontolojik varlığının parçalanması, insanın ve varlığın dünyasının bir bütün olarak idrak edilmesini imkânsız hâle getirir. İnsanın ruh ve beden’den oluşan bütünlüğünün yitirilmesi hayatın da, hakikatin de bütünlüklü olarak kavranmasını imkânsızlaştırır.
Hayatı ve hakikati bir bütün olarak idrak edemeyen insan, insanın özgürlüğünü yitirecek tehlikeli bir sürecin eşiğine sürüklenir.
Hayatı, hakikati, varlığı bir bütün
olarak kavrayamayan insan, özgürlüğünü
tehlikeye sokar. Varlığın, hayatın ve hakikatin önce parçalı olarak idrak edilmesi, sonra da paramparça edilmesi; varlığın, hayatın ve hakikatin anlam düzenini bozar, bozar ne kelime, târumâr eder!
Sekülerizm ile sulhün ve düzen’in hâkim olduğu bir dünyanın kurulamayışının ikinci nedeni, sekülerizm’in dünyanın dünyasının sadece bu dünyadan ibaret olduğunu vehmetmesi, hayatın sadece bu dünyadan ibaret olduğunun vehmedilmesi, insanın dünyayı dâr / yurt edinmesine ve sonuçta da dünyayı insana dar etmesine yol açar kaçınılmaz olarak. Gazze, bunun ispatıdır. Dünyaya taparsanız, dünya sizi azmanlaştırır ve yutar.
Sekülerizm, dünyayı kutsayan bir “dünya” sunduğu için bize yaşanabilir bir dünya sunmaktan mahrumdur.
Dünyası sadece kendinden ibaret olduğu için kendi dünyasını idrak edip inşa edemez.
Dünyası sadece kendi dünyaları olanların dünyaları da, kendileri de yoktur.
İnsan, başkası ile vardır. İnsan tek başına yaşayabilen bir varlık olmaktan uzaktır. Kendisi dışındakileri yok sayan insan, kendini de var edemez. Başkası varsa, ben varım. Öteki varsa kendi var. Sen varsan, ben varım.
Demek ki, neymiş?
Hem teorik düzlemde, hakikati fizik ve fizik tesi diye ikiye ayırmak, parçalamak, hakikatin hakikatinin tecellî etmesini, bizim de onu idrak etmemizi imkânsızlaştırır. Ayrıca anlam krizine yol açar. Bu da şiddet üretir biz istesek de istemesek de.
İkinci olarak pratik düzlemde ise, dünyanın dünyadan ibaret görülmesi, dünyanın insanın kafesine dönüşmesine yol açar, kaçınılmaz olarak.
Sekülerizm bir inşa projesi değildir, imha projesidir.
Hayatı bir bütün olarak idrak edemediği için fizik gerçekliği mutlaklaştırır, fizik ötesi gerçekliği ya inkâr ederek ya da gözardı ederek, imha ile sonuçlanır.
Dünyayı sadece bu dünyadan ibaret görmesi, sekülerizmin kendini kapana kıstırmasıyla sonuçlanır.
Sekülerizm, çağdaş paganizm biçimidir. Dünyayı kutsar. Dünyaya tapar. Dünya, kutsanacak veya tapılacak bir varlık, bir yer olmadığı için dünyaya kaos hükümran olur, ontolojik şiddet kültürel ve siyasî şiddete dönüşür kaçınılmaz olarak.
Varlığı bütünlüklü değil parçalı algıladığı için hayatta şiddete dayalı ilişki biçimlerinin hâkim olmasını, dünyanın insanın hapishanesine dönüşmesini, insanın hazlarının, arzularının kulu kölesi olmasını, dolayısıyla özgürlüğünü yitirmesini önleyebilmek imkânsızdır.
Sekülerizmin dünyası, sadece dünyanın kutsanmasıyla değil, arzularının ve hazlarının da kutsanmasıyla sonuçlanan, adına tekno-paganizm dediğim yepyeni bir paganizm biçiminin zuhur ettiği bidayetinde şiddet yüklü, nihayetinden de şiddet-güdümlü bir çölleşmiş bir dünyadır.
Anlamı, tadı, ayartı’da arayan; ayartılmak için can atan; bu yüzden özgürlüğünü kaybeden, özgürlük köleliğinin kölesine dönüşen ama bunu idrak edemeyen; manevî boşluğa sürüklenen, her tür şiddete teşne hâle gelerek canavarlaşan, ruhsuzlaşan, nefs-i emmaresinin kulu kölesi olan acıklı, zavallı, yılgın, yorgun, bitkin bir insan tipinin hâkim olduğu bir dünyadır.
Şimdi, önceki yazımda ayrıntılı
olarak irdelediğim, modern Batı’yı kuran felsefî temelleri atan başta gelen düşünürlerden Hegel’in sekülerizmi neden bir şiddet ve barbarlık biçimi olarak tarif ettiğini daha iyi iyi anlıyor olmalıyız.
Vesselâm.
.Millî eğitim, 1 numaralı millî güvenlik meselesine dönüştü!
Yusuf Kaplan
1/07/2024 Pazartesi
Türkiye, fiilen işgal edilmedi ama zihnen işgal altında! Eğitimde, medyada, kültürde, sanatta hem inanılmaz bir sığlık, banallik, yozlaşma hâkim, hem de bu ülkenin medeniyet dinamiklerine, inançlarına, değerlerine ve insanına yabancılaştıran, düşman kılan çağdışı, ruhsuz ve pozitivist bir zihniyet hükümfermâ! Bu, bu ülke de, bu ülkenin çocukları da zihnen işgal altında demektir.
Mankurtlaştırıcı, epistemik köleler yetiştiren, ülkenin tarihine, kültürüne, medeniyetine yabancılaştıran ve zamanla düşman yapan bir eğitim sistemi millî olamaz. Çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız! Önce çocuklarımızı zihnen ve de kendi ellerimizle epistemik köleler hâline getiriyoruz, sonra bu çocukların ülkeyi terketmelerinden şikâyet etmeye kalkışıyoruz.
Çocukların, genç kuşakların suçu yok. Suçlu biziz, hepimiz. Devlet, hükümet ve aileler!
Türkiye dünyada fiilen işgal edilmeyen, sömürgeleştirilmeyen tek ülkedir ama zihnen işgal edilen, sömürgeleştirilen, içeriden ele geçirilen sonra da celladına âşık edilen tek ülkedir yine, diye bangır bangır bağırıyorum yıllardır!
MİLLÎ EĞİTİM, MİLLÎ GÜVENLİK MESELESİNE NASIL DÖNÜŞTÜ?
Türkiye’de çocuklarımızı Batı kültürünün epistemik kölelerine dönüştüren sömürgeci eğitim sistemi, mankurtlaştırıcı bir medya rejimi, metamorfoza uğratıcı bir kültür ve sanat rejimi hâkim!
Bu ne demektir peki?
Bu ülkede alarm zillerinin çalması demektir. Burada yeri gelmişken şunu söylemek isterim: Bendeniz bu meseleleri yeni yazan biri değilim; yazı hayatına atıldığım yaklaşık 35 yıldan bu yana sürekli olarak bu meseleleri bu şekilde yazan bir yazarım.
Özgüvenini yitiren, Batı’ya karşı aşağılık kompleksiyle yaklaşan nesiller yetiştiren sığ, yüzeysel ve ezberci bir eğitim, kültür ve medya rejimiyle bu ülke uçuruma sürükleniyor sadece! Göremiyor musunuz hâlâ?
Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşanan yüzyıllık Batılılaşma serüvenini “kültürel inkâr” olarak tarif etmişti. Bendeniz de şunu söylüyorum: Bütün kültürel inkâr girişimleri, kültürel intiharla sonuçlanır.
Şu an bu türden tehlikeli bir sürecin eşiğinden geçiyoruz. Batılı emperyalistler tarafından fiilen işgal edilemeyen Türkiye, kültürüne, değerlerine, medeniyet dinamiklerine yabancılaşan nesiller yetiştirerek zihnen işgal ediliyor!
Eğitim, kültür ve medya, bir millî güvenlik meselesine dönüşmüştür artık!
YUSUF TEKİN’E SAHİP ÇIKMAK ZORUNDAYIZ!
Hal böyleyken, Millî Eğitim Bakanımız Yusuf Tekin pek çok bakımdan elbette tartışılacak bir Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli hazırladı diye, Türkiye’nin medeniyet birikimiyle, tarihiyle, kültürüyle kavgalı celladına âşık epistemik kölelere dönüşen bazı militan çevreler tarafından topa tutuluyor! Yusuf Tekin ve ekibi Türkiye›nin en güzel millî eğitim ekibi aslında.
Bu söylediklerim yapılan yanlışlıkları gözardı etmemizi gerektirmez. Açık lise’nin kaldırılması bu ülkenin İslâmî geleceği açısından çok tehlikeli oldu. Bu yanlıştan bir an önce dönülmeli.
Öğretmen atamaları için savaşmalı bakanlık! Öğretmenlere sahip çıkmalı, sosyal ve ekonomik statülerini hekimlerle aynı seviyeye getirmeli. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz en önemli insanlar öğretmenlerimiz!
Sorun vahim: Bütün tartışılacak yanlarına rağmen bizim medeniyet değerlerimizi çocuklarımıza öğretmeye kalkıştığı için bakan Yusuf Tekin’in militan çevreler tarafından topa tutulması, karakter suikastına maruz kalması kabul edilemez!
Buna sessiz kalınamaz. Yusuf Tekin’e sahip çıkmak zorundayız!
EĞİTİM, BİR MEDENİYET MESELESİDİR!
Bendeniz eğitim sisteminin topyekûn bizim medeniyet dinamiklerimiz çerçevesinde silbaştan yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı Fransızlar, İngilizler, Ruslar, Çinliler, Almanlar gibi. Aynen onlar gibi bizim medeniyet dinamiklerimizden beslenmeden sığ, yüzeysel, ezberci epistemik köleler yetiştiren bu sömürgeci eğitim sistemiyle hem kendi kültürümüzü hem de dünyayı iyi tanıyan parlak kuşaklar yetiştiremeyeceğimizi artık bütün çıplaklığıyla görüyor olmalıyız.
Dünyadaki başarılı eğitim sistemlerine sahip ülkelerin, pergel metaforunu harekete geçirdikleri için başarılı olduklarını söylemek bile gereksiz.
Özetle… Eğitim bir medeniyet meselesidir. Ama Türkiye’de bizim medeniyet dinamiklerimizi dinamitleme meselesine dönüştürülmüştür tam iki asırdır!
Oysa şunu iyi bileceksiniz: Her toplum kendi eğitim sistemini kendi medeniyet dinamikleri üzerine inşa eder. Ama Türkiye hâriç, nedense?!
Kültürüne, değerlerine, medeniyet dinamiklerine yabancı hatta düşman olarak yetiştirilen kuşaklar ülkeyi terketmek için can atıyorlar! Onların suçu değil bu! Bizim suçumuz! Ailelerin, devletin, hükümetin suçu!
Bu ülkenin medeniyet birikimi ve ruhu ile savaşan kesimler, ilk fırsatta ülkeyi terketmekte sakınca görmeyen ve Amerika’da, Londra’da vs evleri olan yönünü, yörüngesini, kimliğini, aidiyet bilincini yitirmiş celladına âşık kesimler, ülkenin değerlerine, medeniyet birikimine sahip çıkan Millî Eğitim Bakanı’nı topa tutan mankurtlaşmış kesimler, neyazık ki!
Oysa burası Türkiye! Müslüman bir ülke!
Burası halkının ezici çoğunluğu, neredeyse bütünü Müslüman olan bir ülke. Müslüman olmayanlara hayat hakkı tanıyan tek ve en sofistike bir arada yaşama modeli geliştiren evrensel bir medeniyetin çocukları olan benzersiz bir ülke.
ZİHNÎ İŞGAL VE UMUT IŞIĞI
Özetle ve sarsıcı bir dille toparlamak gerekirse…
Eğitim sistemi çöktü.
Üniversiteler işgal altında.
Tarihimizin en kötü dönemini yaşıyor eğitimimiz!
Çocuklarımızı kaybediyoruz!
Çocuklarımızı kaybetmemiz, ülkenin geleceğinin tehlikeye düşmesi demektir.
İşimizi gücümüzü bırakıp çocuklarımıza nasıl sahip çıkarız, onları zihnî işgalden, epistemik kölelere dönüşmekten nasıl kurtarabiliriz diye kafa yormak zorundayız. Ben 40 yıldır kafa yoruyorum. Sadece kafa yormakla kalmıyorum, ülkenin geleceğinde kilit rol oynayacak yeni Gazâlî’leri, Râzî’leri, Sinan’ları, Itrî’leri, İbn Haldun’ları, İbn Arabî’leri yetiştirecek bir kök hücre ekimi çalışması yapıyorum, çocuklarımızı hem kurda kuşa yem etmemek hem de geleceğimizi inşa edecek özgüvene ve tevazuya, ruha, derde ve ahlâk’a aynı anda sahip olacak, Türkiye’nin umudu olacak parlak bir öncü kuşak yetiştirmek için gece gündüz demeden çırpınıp duruyorum.
Hamdolsun sonuç da almaya başladık. Bu ülkenin ve çocuklarımızın sahipsiz olmadığını ispatladık.
Parasız, pulsuz, mekânsız ve imkânsız, sadece samimiyet, istikamet ve liyakat ile nasıl devrim yapılabileceğini hem dünyayı ve dünya medeniyetlerini hem İslâm’ı ve İslâm medeniyetini pergel metaforu ekseninde çok iyi tanıyacak ve dünyaya söz söyleyecek bir gelecek inşa edecek bir öncü kuşağın nasıl yetiştirilebileceğini gösterdik. Ben rahat ölebilirim artık. Vazifemi yaptım, formülün ne olduğunu, çalışmanın nasıl yapılabileceğini gösterdim ve parlak, öncü bir neslin tohumlarını ektim. Ben rahat ölebilirim artık. Hamdolsun Rabbime.
Vesselâm.
.Alman ruhu ve üç Alman aklı: İkisi ölü, üçüncüsü öldürücü!
Yusuf Kaplan
7/07/2024 Pazar
Almanlar, Avrupa tarihi boyunca, Avrupa’nın, hem kurucusu hem de yıkıcısı olarak öne çıkan milleti ya da aktörü. Hegel’in dilini kullanmak gerekirse, “Cermenler”, aslında, “Almanlar” derken kastettiğim. Cermenler, kısmen İngilizleri, Hollandalıları da kapsar.
Alman ruhu, Cermen ruhudur. Cermen ruhu da Avrupa’nın aynı anda hem kurucu hem de yıkıcı kaynağı: Avrupa’nın diyalektik gücü -hatta silahı da diyebilirsiniz siz buna. “Silah” metaforu çok güçlü olsa da, hakikati iyi ifade ediyor: Avrupa’nın bu çifte hakikatini: Çıkmaz sokağını ve çıkış yolu olarak başvurduğu metodu.
Savaşlarla kuruluyor Avrupa, küresel ölçekli sonuçları olan büyük savaşlarla ve büyük âfetlerle. Büyük cihan savaşlarıyla da yıkılıyor. Son cihan savaşlarından sonra toparlanamadı, aklını yitirdiği için belki de.
Belki de’si fazla.
Öyle.
ALMANYA, SİYONİSTLERİN ÖNÜNDE NEDEN DİZ ÇÖKÜYOR?
Almanların akıllarını yitirdiklerine dair yeni bir haber var önümde:
İngilizlerin küresel elitler üzerinde son derece etkili gazetesi The Financial Times, Almanya ile ilgili oldukça düşündürücü bir haberi öne çıkarmış: Buna göre, Alman hükümeti, Alman vatandaşı olma süresini Almanya’da 5 yıl yaşama şartı getirerek kısaltmış (İngiltere›ye uyarlamış sanki! Brexit’e mi girdi yoksa Almanya!). Şaka bir yana ama Alman vatandaşı olacak kişilerin işini biraz daha zorlaştırmış ve Alman vatandaşlığına girecek kişilere “İsrail’in varlığını tanıma” şartını getirmiş!
Nedir bu?
Bence, akıl tutulmasıdır.
Almanların Yahudilerin kölesi olduğunun bir kez daha ispatlanması.
Almanya bağımsız mı şimdi?
Almanya’nın bağımsız olduğunu kim söyleyebilir -hele de son bir asırdır Almanların yaşadıkları ya da Almanlara yaşatılan trajedilere bakarak söyleyecek olursak…?
Almanya, Siyonistlerin önünde diz çökmüş bir devlet!
Bu kadar net!
ALMAN RUHU’NUN KURUCU İKİ AKLI
Modern düşünceyi kuranlar Almanlardır. Kant, her şeyin anasıdır. Hegel de babası Avrupa’da.
Dahası, Kant / Bach çağlarında, Almanya’da iki müzik enstrümanı çalmasını bilmeyene bir tahtası eksik gözüyle bakılıyordu. Müzik duygusu, estetik duyarlık o kadar yaygın ve gelişmişti yani.
Alman ruhunun iki güçlü kurucu aklı vardı: Felsefî akıl ve sanatsal akıl. Bu iki akıl, sadece Almanya’yı değil, modern Avrupa’yı kuran iki temel sütun: Felsefede Kant ve Hegel; sanatta Bach, Beethoven ve Wagner, Alman ruhunun da, modern Avrupa’nın da kurucu iki aklının ayrıksı kuleleri.
İki dünya savaşıyla birlikte Almanların çok güçlü olan felsefî aklı ile sanatsal aklı’nı bitirdiler.
Kim bitirdi?
Rahmetli Teoman Duralı Hoca’nın yerinde tanımlamasıyla “İngiliz-Yahudi uygarlığı.”
Almanlar, biyolojik varlıklarını sürdürebilmek için İngiliz-Yahudi uygarlığının kapitalizmi inşa eden maddeci, ruhsuz aklını benimsemek zorunda bırakıldılar. Almanlar, ayakta durabilmek için güçlü bir ekonomik akıl geliştirdiler. Kapitalizmi dirilttiler ama kapitalizm Alman ruhunu öldürdü! Alman ruhunun ölmesi Avrupa’nın canlı cenazeye dönüşmesi demekti.
Demek ki, “ortada kaldırılacak bir cenaze var!” diye boşuna haykırmamıştı Nietzsche!
EKONOMİK AKIL, ÖZGÜRLEŞTİRMEZ; KÖLELEŞTİRİR.
Ekonomik aklın gelişmesi, insanın ekonomiye odaklanması, kaçınılmaz olarak insanın düşünme ve duyma melekelerinin ve istidatlarının gerilemesine yol açacaktı.
Ekonomik akıl, kapitalizmi doğuran akıldır. Kapitalizmi doğuran, insanı ve ruhunu öldüren zavallı akıl. Barbar, tahakkümcü, yağmacı, tecavüzcü, katliamcı, soykırımcı bir akıldır kapitalist ekonomik akıl. İnsanı tarihte ilk defa eserinin esiri yapan emperyalist ruh işte burada gizli!
Ekonomik akıl, materyalizmin zaferi, mânâ’nın ve maneviyatın yenilmesi, geri çekilmesidir.
Ekonomik akıl, madde’ye odaklanır, insanı ekonominin kapanına kıstırır, çıkarı öne çıkarır. İnsanı devre dışı bırakır, maddenin kölesi yapar.
Nedir bu?
Elbette ki, ontolojik şiddettir.
Hem varlığın düzeninin bozulması hem de varlığın anlamının anlamsızlaşmasıdır. Ya da tek bir kavramla ifade etmek gerekirse, varlığın anlam düzeninin yerle bir olmasıdır.
Dünyaya insanın değil maddenin hâkim olmasıdır.
İnsanın barbarlaşmasının temelleri böyle böyle atıldı işte.
Başka medeniyetlere “barbar bunlar!” diye saldıranlar, aslında kendilerinin barbar olduklarını önce gizlemiş, sonra da ispat etmiş oldular bu şekilde.
Almanlar yeniden ayağa kalkamadığı sürece, Avrupa yeniden ayağa kalkamaz. Almanya’ya ruhunu kazandıran ve modern Avrupa’yı kuran iki kurucu Alman aklı, ölü kaldığı sürece, Avrupa toparlanamaz kolay kolay.
Alman hükümetinin yeni vatandaşlık yasası, “asil” Alman ruhunun nasıl köle Alman ruhuna dönüştüğünün acıklı bir göstergesi yalnızca!
İşi topa, popa getirmeden tamamladım yazıyı.
Vesselâm.
.NATO, belasını bulacak: NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti!
Yusuf Kaplan
12/07/2024 Cuma
NATO, 75 yaşına girdi. 75. yaş toplantısının Washington’da yapılmış olması oldukça anlamlı ve mânidâr!
Neden peki?
Bunun nedenleri üzerinde kafa yormakta yarar var.
“İNSAN HAKLARI” SÖYLEMİ, AHLÂKSIZLIĞIN VE TÜKENMİŞLİĞİN ÖTEKİ ADI
Gazze soykırımında İsrail terör devletini kınamak yerine destekledi bütün dünyanın lordları, küresel sistemin ağababaları! Küresel sistemin başağababası ABD devleti, bütün kurumlarıyla, İsrail’in yanında olduğunu gösterdi. Bütün o ayartıcı, içi boş “insan hakları, özgürlükler ve demokrasi” söylemlerine rağmen.
Yaşayan cins düşünürlerden Alain Badiou’nun Ahlâk başlıklı küçük ama nefis bir kitabı vardır. Kitapta ahlâksızlığı anlatır Badiou: “İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler” söyleminin Batı uygarlığının geldiği noktada ürettiği hegemonyayı meşrûlaştırmak için son derece ahlâksızca yöntemlerle kullanılan ayartıcı, sahte bir söylem olduğunu tartışır sarsıcı bir dille.
“İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi” söyleminin küresel sistemin zorbalığını maskelemek için başvurduğu ahlâksız bir yöntem olduğunu gösterir.
75. YIL NATO TOPLANTISI NEDEN BRÜKSEL’DE DEĞİL DE WASHINGTON’DA YAPILDI?
NATO’nun tarihî toplantısını Brüksel’de değil de Washington’da yapması pek çok bakımdan anlamlıdır ve üzerinde kafa yorulmayı hak eder: Öncelikli olarak, bu, ABD’nin, Yahudilerin kurduğu ve / veya güttüğü en önemli imparatorluk olduğunu, küresel sistemin merkez beyninin bir yarısını Yahudiler’in oluşturduğunu gözler önüne serer. Diğer yarısı ise İngiliz aklının kontrolündedir.
Dahası, toplantının Gazze’deki Yahudi soykırımına rağmen inadına soykırımcı İsrail’i en çok destekleyen, bütün gücünü seferber ederek destek veren Yahudi’lerin gizli devleti ABD’nin başkenti Washington’da yapılması ve dünyanın vicdanını yok sayan, ayaklar altına alan Gazze’de 40 bin civarında kadın, çocuk ve yaşlının naklen, canlı canlı, dünyanın gözü önünde katledildiği bir insanlık suçunun gündeme bile alınıp da kınanmaması, bu soykırımın nasıl durdurulabileceği konusunda tek kelime edilmemesi, Gazze konusunun göz göre göre gözardı edilmesi NATO için, Batı ittifakı için, Batı uygarlığı için tarihe geçen kapkara bir lekedir. Bu kara leke yeri ve zamanı geldiğinde suratlarına çarpılacaktır.
NATO’nun tarihî toplantısının Brüksel’de değil de Washington’da yapılmasının bir diğer sebebi, NATO’nun Yahudi-İngiliz ittifakının zirveye ulaştığı bir kurum olmasıdır. En önemli, en etkili küresel kurumların başında gelen bir kurum olması bu örgütün. Sorun, küresel sitemde yaşanan temel problem, küresel sistemin kimin kontrolünde olduğu sorunudur. Gazze soykırımının gerisinde de, Ukrayna üzerinden Üçüncü Dünya Savaşı söylemlerinin dünyanın gündemine zoraki olarak girdirilmesinde de küresel sistemdeki Yahudi-İngiliz iktidar savaşı yatıyor.
KÜRESEL SİSTEM, YAHUDİ-İNGİLİZ İTTİFAKI VE İSLÂM’IN DİRENİŞİ
Küresel sistem, Yahudi-İngiliz ittifakı olarak sürüyor İngiliz imparatorluğunun (fiilen olmasa bile) resmen tarihe karışmasından bu yana. İngilizler, ABD’deki Yahudi hegemonyasını kabul etmek zorunda kaldılar iki dünya savaşından sonra tattıkları ağır küresel yenilgilerden sonra.
Ama çekilmediler İngilizler bizim gibi. Alttan alta geliyorlar... Özellikle Müslüman coğrafyanın ciğerini bilen, (o yüzden ciğerini söken) aşağılık adamlar İngilizler olduğu için küresel sistem varlığını Müslüman coğrafyanın (özellikle de bu coğrafyanın tarihî olarak tabiî başı, lideri, önderi olan Türkiye’nin) küresel sisteme boyun eğmeyen, direnen, yeni bir sistem kurma potansiyeline, tarihî tecrübesine, medeniyet birikimine ve derin öfkesine sahip olan tek coğrafya olduğunu bilerek dünyanın kaderini bu coğrafya üzerinde oynadıkları asırlık oyunlarla belirlemeye çalışıyorlar.
İngilizler, çekilmediler. Bölgeyi dizayn etmeye devam ediyorlar! Yahudiler paranoyak oldukları için bağırıp çağırıyorlar, öfkelerini gizlemiyorlar ama İngilizler ise sakin, sinsi ve sabırlı oldukları için kalıcı, sinsi ve uzun vadeli planları Yahudiler değil İngilizler geliştiriyorlar!
İslâm’ın gelişinin nasıl durdurulabileceğini en iyi İngilizler biliyor!
Küresel Batı hegemonyasının önündeki engelin Çin veya Hindistan ya da Japonya değil İslâm olduğunu, İslâm’ın hâlâ canlı ve diri olduğunu destansı Gazze direnişinin açıkça ispatladığını en iyi İngilizler görüyor! İslâm’ın uzun vadede nasıl dize getirilmesi gerektiğini, İslâm’sız Türklük, İslâmsız Kürtlük, İslâmsız Araplık ve İslâmsız İslâm gibi projeleri adım adım nasıl hayata geçirebileceklerini en iyi İngilizler biliyor!
İslâm dünyasının halkları hızla sekülerleştirilecek, hazperestlik çukuruna sürüklenecek, böylelikle İslâm’ın direnişçi ruhu yok edilecek, İslâm dünyasının yeni çıbanbaşı İran’ın önü alabildiğine açılacak, Şiî yayılmacılığı ve terörü, İslâm dünyasına kan kusturacak şekilde büyütülecek… Bütün bu projelerin gerisinde en az iki asırdır İslâm’la her alanda savaşan İngilizler var.
GAZZE’DE BATILILAR KENDİ İPLERİNİ ÇEKİYORLAR!
NATO, gerçekten “özgürlük, demokrasi ve özgürlükler” ilkeleri üzerinde yükselen bir kurum olsaydı, tek gündemle toplanırdı: Gazze! Gazze’deki soykırım!
Batı ülkelerinin ve küresel sisteme çeki düzen veren kurumlarının Gazze’deki soykırımı bırakınız durdurmak için bir adım atmalarını, aksine, İsrail terörünü ve katliamını sonuna kadar desteklenmeleri Batı uygarlığı’nın kendi ipini çekmesi anlamına gelir.
Tarihî NATO toplantısının Brüksel’de değil de Washington’da yapılması, hem İngilizlerin Avrupa’ya (özellikle de Almanya ve Fransa’ya) darbe vurmaları hem de Yahudilerin dünyaya “bu dünyanın ve küresel kurumların borazanı biziz!” diyerek meydan okumaları anlamına gelir.
Nedir bu peki?
Dünyayı, ilk bakışta, büyük bir felâketin eşiğine götürecek tohumların ekilmesi demektir bu elbette ki: Avrupa bilinçaltı büyük darbe yediği için Avrupa (temelde Almanya) bunun intikamını hem İngilizlerden hem de Yahudilerden alacaktır zamanla.
Ayrıca Yahudilerin Gazze’de soykırım yapmaları ve hükmettikleri NATO gibi küresel kurumlarda da bu soykırımı ağızlarına bile almamaları bütün insanlığın bilinçaltını patlatacak ve vicdanını delik deşil edecek bir gizli / psikolojik bir saldırıdır; ve bu gizli / psikolojik saldırının bedeli özelde Yahudiler genelde Batı uygarlığı ve zorba hegemonyası için çok ağır olacak.
En büyük haydut NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği bir toplantı oldu Washington’daki 75. yıl toplantısı!
.Zihnî işgal meyvesini verdi: Sosyolojik ve kültürel yıkım kontrolden çıktı!
Yusuf Kaplan
14/07/2024 Pazar
esubai131377762 ve 29 kişi beğendi2 yorum yazıldı
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye'nin içindeki şebekelerin dışarıdaki şer güçler tarafından gözümüzün içine baka baka kullanılmasıyla gerçekleştirilen bir girişimdi!
FETÖ, sadece devleti ele geçirmeye çalışan bir ihanet şebekesi değildi. Meseleye “paralel devlet” kavramlaştırmasıyla yaklaşanlar, meselenin gerçek boyutlarını ve sonuçlarını okumayadılar! Okuyamazlardı; çünkü belli bir entelektüel birikim, çap gerektiren bir şeydi bu. İlaveten de bütün mazlumları ayağa kaldıracak bir tarihî misyonu adım adım, aşama aşama hayata ve harekete geçirecek medeniyet çapında büyük iddiaların, rüyaların adamı olmak şarttı.
KEMALİST DERİN DEVLETLE KURULAN İTTİFAK!
Paralel devlet tehlikesinden ziyade FETÖ'de somutlaşan, İslâm'ın dönüştürülmesi projesiydi bu: Bir grubun istihbarat örgütleri ve şer güçler tarafından iktidar / güç vaadiyle ayartılması ve kullanılması projesiydi bu. Sadece FETÖ değil, bazı diğer küresel güçler tarafından icat edilen ve kullanılan diğer örgütlerle İslâm'ın dönüştürülmesi ve tarihî bir yürüyüşe soyunmasının önünün kesilmesi projesiydi bu: Bu projenin adı İslâm'ın protestanlaştırılması'ydı.
FETÖ sorunu, paralel devlet sorunundan daha ürpertici bir sorundu: “Paralel din” sorunuydu. Türkiye'de her fırsatta İslâm'da reform yapılması gerektiğini söyleyen sarsak ve sığ seküler entelijansiyanın kaba saba bir şekilde söylediği şeyi FETÖ hayata geçirecek bir örgüt olarak kurulmuştu. Bu seküler / Kemalist entelijansiyanın ne kadar sığ, ne kadar çapsız olduğunu FETÖ'yü anlamamasından da anlayabilmek mümkün: FETÖ, paralel din projesiyle, dini hayattan uzaklaştırmak demek olan İslâm'ın protestanlaştırılması projesinin bayraktarlığını yapıyordu.
İslâm'ın protestanlaştırılması, Ilımlı İslâm projesiydi aynı zamanda. Ve İslâm'ı hayattan uzaklaştırmayı, sekülerleştirmeyi, ruhunu yok ederek bireysel bir inanç meselesine dönüştürmeyi hedefleyen bir proje. Kemalist / laik entelşjansiyanın çapsızlığını buradan anlayabilirsiniz: Tam onların istedikleri şeydi bu FETÖ projesi. Derin devlet, o yüzden FETÖ'yle birlikte hareket etti. FETÖ'nün önünü açtı alabildiğine: Akparti ile FETÖ arasında (FETÖ'nün gerçek yüzü ortaya çıkmadan önce bu örgüt arasında) kurulan ittifak, Akparti ile kurulan bir ittifak değildi. Derin Kemalist sistemle kurulan ittifaktı. Akparti de Kemalist sistemle ittifak yapmıştı, FETÖ de.
Ortada bir Akparti-FETÖ ittifakından ziyade, FETÖ'nün de, Akparti'nin de benim Kemalist sistem dediğim derin devletle kurdukları ittifak vardı.
KEMALİZM GÜLENİZM'E CAN VERDİ, GÜLENİZM DE 15 DARBE GİRİŞİMİYLE KEMALİZM'E KAN VERDİ
Arada çok önemli bir fark vardı henüz görülemeyen: Kemalist derin devlet, 1960'lı yıllardan itibaren FETÖ'nün önünü açmış, FETÖ'ye can vermiş, FETÖ'nün protestanize edilmiş İslâm anlayışını topluma yayması kararlaştırılmıştı.
O yüzden başından itibaren Kemalizm Gülenizme can verdi, 15 Temmuz'dan sonra da Gülenizm Kemalizm'e kan verdi: Bütün İslâmî cemaatlerin hedef tahtasına yatırılmasının önünü açtı.
O yüzden Tayyip Bey'in, daha işin başında FETÖ elebaşısı ile yaptığı görüşmeden sonra asansörde yanındaki arkadaşlarına “önce bunları temizlememiz lazım” dediği rivayet edilir; bu artık bilinen bir şeydir.
FETÖ ile Akparti ittifakı derin devlet tarafından dayatılan bir ittifaktı, diyorum.
Akparti'nin derin devletle ittifakı ise, mecburen yapmak zorunda olduğunu düşünüyırdu Akparti bu ittifakı. Yoksa ülke yönetimini İslâmî kesimlere vermeyeceklerdi; Erbakan Hoca'ya bir yıl bile tahammül edemedi sistemin ağababaları! 28 Şubat darbesiyle adım adım uzaklaştırdılar hükümetten!
Şunu demek istiyorum: Derin devlet, FETÖ ile birlikte çalışıyordu zaten; elbette ki gizli / örtük bir şekilde. O yüzden önünü alabildiğine açtılar FETÖ'nün. O yüzden Akparti'yi FETÖ ile örtük ittifaka zorladılar.
Burada Akparti'nin yanlışlarını örtbas ettiğim vehmedilebilir! Benim işim değil bu. Akparti, başından itibaren bir kadro hareketi olarak başlamadı yolculuğuna. Bunun faturasını ödüyoruz zaten. O yüzden FETÖ gibi oluşumların insan sermayesine elinin mahkûm olduğunu düşünüyordu ayrıca.
İKİ KUŞAK “ZEHİRLENDİ” VE YOK EDİLDİ!
FETÖ, İslâmî-muhâfazakâr kisvesiyle iki kuşağı zehirledi ve yok etti. FETÖ'nün değil de Türkiye’deki diğer İslâmî oluşumların önü açılsaydı ya da İslâmî oluşumlar Türkiye'nin sosyolojisini İslâmî bir yörüngeye oturtacak çaplı, uzun soluklu ve kalıcı bir fikir, sanat ve kültür atılımı geliştirebilmiş olsalardı, 1980'ler ve 2000'lerin kuşakları kaybedilmezdi.
Oysa nerdeyse bu yarım asırlık süreç ülkenin İslâmî geleceğinin düşünce, kültür ve sanatta adım adım inşa edildiği bir süreçti aynı zamanda. FETÖ işte bu köklü, sağlam, Batı'yı da çok iyi bilen İslâmî genç kuşakları iğfal etti, bu yönelimi hadım etti.
Bunun sonuçları ürpertici oldu: Şu an İslâmî dertleri, idealleri, rüyaları olmayan, küresel popüler kültürün de her şeyi tarumar eden etkisiyle hedonizmin, kariyerizmin ve narsisizimin kölesi olan yitik kuşaklar geliyor…
Burada bu genç kuşakları suçlamıyorum. Çok saçma olur bu. Zehir gibi çocuklar bu kuşaklar. Devleti, hükümeti ve ailelerini suçluyorum.
Türkiye gençliğini, dolayısıyla geleceğini hedonizme, kariyerizme ve narsisizme kurban veriyor: Bu, en fazla iki kuşaklık zaman dilimi içinde celladımıza / Batılılara âşık edilerek bu ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekeceğimiz anlamına gelir -Allah muhafaza!
İslâmî idealleri, rüyaları ve iddiaları olmayan kuşaklar, önce bu ülkeyi hızla terkedecekler sonra da emperyalistlere peşkeş çekecekler!
Sömürgeci eğitim sistemi, mankurtlaştırıcı medya rejimi, metamorfoza uğratıcı kültür ve sanat dünyası ile celladına âşık edilen tasmalı çekirgelere dönüştürülen kuşaklar, fiilen işgal edilemeyen bu ülkenin zihnen işgal edildiğini ve ülkenin büyük bir sosyolojik ve kültürel yıkımın eşiğine sürüklendiğini gösteriyor.
Yarınki yazıda kaldığımız yerden devam edeceğiz bu hayatî meseleye...
Vesselâm.
.Zihnî işgal meyvesini verdi: Sosyolojik ve kültürel yıkım kontrolden çıktı! (2)
Yusuf Kaplan
15/07/2024 Pazartesi
Bugün 15 Temmuz darbe girişiminin 8. sene-i devriyesi: FETÖ ihanet şebekesi, küresel sistemin kuklalığını yaparak Türkiye›de darbe yapmaya kalkıştı.
15 Temmuz darbe girişimi, derin devlet’le derin millet’in küresel sistemin lordları üzerinden karşı karşıya getirilmesi teşebbüsüydü. Derin devlet dediğim şey, küresel sistemin çıkarlarını teminat altına almakla ve Türkiye’nin yeniden İslâmî bir yörüngeye oturmasını ve yeni bir medeniyet iddiasıyla donanmaya kalkışmasını önlemekle görevli isimsiz ve cisimsiz ama gücünü her zaman hissettiren bir aygıttır. Ülkeye iki asırdır kökü dışarıda bu derin devlet hükmediyor.
DERİN DEVLET’LE DERİN MİLLET’İN MÜCADELESİ…
Türkiye’nin iki asırlık modern/leşme tarihi, derin devlet’le derin millet’in iktidar mücadelesi tarihidir. Derin devlet, bizim devletimiz değildir; bize emperyalistler (özellikle İngilizler ve Yahudiler) tarafından dayatılan devlet aygıtı ile bu dayatma aygıtı devre dışı bırakmaya çalışan milleti, milletin duyarlıklarını ve çıkarlarını öne çıkaran derin millet arasında yaşanıyor bu iktidar mücadelesi.
Derin devlet dediğimiz, emperyalistlerin adamları devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri Batıcı güç odakları.
Derin millet ise. Osmanlı’nın son döneminde imparatorluğu kurtarma savaşı veren padişah, padişahın etrafında halkalanan bir avuç fedayan-ı padişah ve halife ile padişahı sonuna kadar destekleyen halk. Evet, padişah, elinden alınan devletin hakikî sahibi derin milleti temsil yör eder Tanzimat’tan itibaren. Derin millet, İslâm milleti demektir aslında. Selçuklu’da da, Osmanlı’da da böyle idrak edilmiştir bu. O yüzden Selçuklu da, Osmanlı da devleti, Devlet-i Âliye olarak adlandırmıştı. Osmanlı, ilâveten devleti, Devlet-i Âliye-yi Osmaniye-yi Muhammediye olarak tarif ediyordu bizzat Hz. Peygamber’e nisbet ediyordu kendisini.
TANZİMAT'LA BAŞLAYAN YIKIM SÜRÜYOR BÜTÜN HIZIYLA…
En büyük yıkım, Tanzimat’la yaşandı bu topraklarda: Kendimizden şüphe etmeye başladık.
Ardından Meşrutiyet’le ve Cumhuriyet’le bu süreç, kendimizi inkâr’a dönüştü.
Bugün gelinen noktada, tam anlamıyla intiharın eşiğine sürükleniyor bu ülke, sosyolojik, kültürel ve zihnî olarak.
Dünya tarihinde kendi kendini inkâr ederek varolan, ayağa kalkan ikinci toplum yok.
Her zaman söylediğim gibi: Dünyada Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeyen tek ülke biziz. Dünyada kendi kendini sömürgeleştiren tek ülke de biziz yine.
Bu toplum yok olma tehlikesiyle karşı karşıya ilk kez: İstiklal Savaşı verirken bir ruhu vardı, imanı, kendine olan güveni vardı bu toplumun. Şu an istiklal savaşı versek, savaşacak adam bulmakta zorlanırız inanmış küçük bir kesim dışında. Ülkesi için, inançları için savaşacak, canını feda edecek insan sayısı çok azaldı. Şehadetten bahsedince kuduran insanlar mı savaşacak bu ülkenin bağımsızlığını ve geleceğini koruyabilmek için?
Toplumun sosyolojisi yerle bir oldu: Aile çöktü. Nafaka denen son derece haksızca uygulanan bir zulüm makinası var. Kadınlar, başkalarıyla ilişki kurduklarını gören ve isyan eden kocalarına cehennem hayatı yaşatıyorlar. Yasalar, kocayı kaldırıp atıyor evden köpek gibi!
Elbette kadına şiddete şiddetle karşı çıkalım. Elbette tecavüzlere şiddetle karşı çıkalım. Ama aileyi ne pahasına olursa olsun koruyalım, yıkmayalım. Aile çökerse toplum çöker. Toplum çökerse, ülke gider elden.
Bütün bunlar AB uyum yasaları çerçevesinde yapılıyor…
Başınıza çalınsın AB uyum yasaları!
Allah belasını versin AB’sinin de, ABD’sinin de.
Bizim başta aile olmak üzere, değerler, ahlâk, kadının gerçek değeri, çocuklara, kimsesizlere şefkat, merhamet gibi konularda Batılılardan alacağımız hiçbir şey yok!
Başlarına çalınsın hepsi de! Gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz!
İnsan türünü koruyamayan, tabiatı delik deşik eden, Gazze’de olduğu gibi çocukları, kadınları, mazlumları, katleden, katledilmesine ses çıkarmayan
Batılı barbarlardan değerler, haklar ve adalet adına öğreneceğimiz hiçbir şey yok!
Batı ahlâken çökmüştür ve bunun faturasını ödetiyor bütün mazlumlara!
Ama bunun faturası çok ağır olacak Batılılara! Çok ağır!
Karanlık bir leke olarak geçecek Batı uygarlığının ürettiği ruhsuz, barbar ve haksız hegemonya tarihe! Karanlık Çağlar olarak kaydedilecek, lanetle anılacak.
“İKTİDARKEN” İNTİHAR ETMEK…
Gelelim bize… Eğitim sistemimiz tam anlamıyla sömürgeci bir eğitim sistemi. Bizim değerlimizi, kültürümüzü, inançlarımızı eksene alan bir eğitim sistemi değil. Batılı değerleri, Batı’yı kutsayan sömürgeci, dogmatik, ezberci, sığ, paganist bir eğitim sistemi.
Bu eğitim sistemiyle bir yere gidemeyiz biz çocuklarımızı kendi ellerimizle ülkemize, değerlerimize, tarihimize düşman etmekten ve intiharın eşiğine sürüklemekten başka!
15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinden sonra Türkiye’nin değerleri, inanç sistemi, tarihi, cemaatleri çok büyük bir saldırıyla ve yıkımla karşı karşıya kaldı.
İslâmî ilkeler, oluşumlar büyük darbe aldı. İslâmî oluşumların suçu öncelikle kendilerinde aramaları gerekiyor: Müslümanlar iktidar oldular ama haram helal ölçülerine riayet etmediler, hırsızlık, yolsuzluk, kibir tavan yaptı. Cemaatler, tarikatlar Ankara’da ihale peşinde koşturuyorlar hâlâ!
Nedir bu? İslâmî kesimlerin iktidardayken intiharıdır. İktidarla imtihanı ve bu imtihanı kaybetmeleri.
Aile yapısı çok büyük darbe aldı biraz önce de değindiğim gibi.
Sosyal doku çok büyük sarsıntı geçiriyor.
Genç kuşaklar celladına âşık edildiler, gözlerini cellatlarına diktiler, ülkeyi kurda kuşa yem etmeye çoktan teşneler! Gençleri suçlamayalım. Suçlu bizleriz. Devlet, hükümet ve aileler!
Anne kavramı da, baba kavramı da yerle bir oldu. Baba figürü çöp oldu.
Çocuklar, ruhunu yitiren anne figürünü de, çöpe dönüşen baba figürünü de rol model olarak görmüyorlar artık! Ailede hayâ, edep, saygı, şefkat, merhamet gibi kavramlar yok artık.
Türkiye, fiilen işgal edilmedi ama zihnen işgal altında! Üniversitelerimiz, epistemik köleler yetiştiriyor. Orta dereceli okullarımız mankurtlaştırılmış, derdi, davası, iddiası, rüyası, hayali olmayan hedonizmin, kariyerizmin ve egoizmin kölesi “gönüllü köleler” yetiştiriyor.
Nedir bütün bunlar?
Yok oluşumuzun ürpertici işaretleri elbette ki.
Bu gidişatı durdurmazsak bu toplumun ve ülkenin yok oluşunu, kurda kuşa yem oluşunu durduramayız.
Ama durduracağız inşallah. İslâm’ı da, dünyayı da çok iyi tanıyan, ufku sınır tanımayan, her alanda önümüzü açacak öncü işlere imza atacak öncü kuşaklar, inanmış ve adanmış şafak yağmurları geliyor…
Hamdolsun.
Vesselâm.
.Trump’a suikast, Yahudi gücünün tahtını sallayacak süreci tetikledi…
Yusuf Kaplan
19/07/2024 Cuma
ı
ABD’deki seçim kampanyaları bütün hızıyla sürüyor… Hollywood filmlerini aratmayacak bir gerilim, bir melodram havasıyla… Bu melodram, zaman zaman trajik bir boyut kazanabiliyor... Daha sonra komediye dönüşecek… Bundan hiç şüpheniz olmasın.
ABD eski başkanı Trump, yeniden başkanlığa adaylığını koydu. Hakkında sayısız yolsuzluk davası açıldı ama Trump, davaların hiçbirine aldırış etmeden başkanlık için savaşıyor… Yeniden başkan olmak için…
YIRTICI REKABET, ÂMENTÜSÜ VAHŞÎ KAPİTALİZMİN…
Ama Amerika’da hayat kapitalizm üzerinden örgütlendiği için hayatın dinamosu rekabet, yarış, husûmet… Bazen gerçek, bazen sahte ama simülatif de olsa “yırtıcı rekabet” âmentüsü vahşî Amerikan kapitalizminin… İç savaşa, suikastlara dönüşecek kadar en güçlü âmentülerinden biri ABD’nin.
Batı uygarlığı çatışmaya dayanan bir uygarlık: Tanrı ile insanın, iç ile dış’ın, ben ile öteki’nin, siyah ile beyazın çatışması… Batı uygarlığı çatışmadan besleniyor diyebiliriz. Hatta “kandan besleniyor” da diyebiliriz ve bu aslâ abartılı, indirgemeci bir cümle olmaz.
Sömürgecilik tarihine bakın… Emperyalizm tarihine bakın… İtalyan şehir devletlerinden itibaren palazlanmaya başlayan kapitalizmin tetikleyicisi merkantilist ekonomiye, para vurarak para kazanmaya başlayan kapitalist / haydutça bir sömürü makinasının nasıl ruhsuzca bir dünyanın / uygarlığın inşasına yol açtığını inceleyin…
Merkantilist ekonomi, yerini zamanla gerçek kapitalizme devredecek 19. yüzyılın sanayi devrimleriyle birlikte. Kapitalizm sömürü düzeni demek. İnsanın insanı sömürmesi, insanın tabiatı sömürmesi ve semirmesi, ruhsuzlaşması, insanî özelliklerini yitirmesi…
HÜMANİZM HEM İNSAN ARAYIŞI HEM DE İNSANIN TANRILAŞTIRILMASI SAPMASI
Hümanizmin ön-kapitalizmin kaynağı İtalyan şehir devletlerinden bütün Avrupa’ya yayılması tesadüfî değil. İnsanın şefkat, vicdan ve merhamet arayışıdır hümanizm Batı’da. İnsanın olmadığının ilanıdır. İnsan arayışıdır. İnsanın ve insanî özelliklerinin buharlaştığının haykırılması.
Hümanizm hem insan arayışı hem de insanın tanrılaştırılması çabası… Batı, ifrat ve tefritlerle ayakta duruyor. Batı uygarlığının dinamosu bu: Batı’yı vareden bu dinamik, zamanla Batı’yı yok eden dinamit’e dönüşecek kaçınılmaz olarak. Batı’yı ve dolayısıyla dünyayı, hayatı cehenneme çevirecek bir yıkım makinasına…
Bunun en çarpıcı örneğini Gazze’de görüyoruz. Dünya Batılıların hâkim oldukları bir dünya. İsteseler anında durdurabilirler bu soykırımı. Ama aşağılık adamlar bunlar! Barbar! Buradan nemalanmak istiyorlar!
KÜRESEL SİSTEMDEKİ İKTİDAR SAVAŞI, ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI'NIN TOHUMLARINI EKİYOR…
Gazze soykırımı ve katliamı aynı zamanda (belki de esas itibariyle) küresel sistem içindeki iktidar mücadelesinin bir deneme tahtası, ne yazık ki.
Küresel sisteme bir asırdır Yahudiler hâkim. İsrail’i kuran Yahudilerden değil, en büyük Yahudi gücü ve tarihteki en güçlü Yahudi devleti olan ABD’yi işgal eden, ABD’nin derin devletine, müesses nizamına hâkim olan, medyasından ekonomisine, silah endüstrisinden Silikon Vadisi’ne, Hollywood’undan akademyasına ve gizli servilerine kadar ABD’nin bütün kurumlarına hükmeden, çeki düzen veren Yahudilerden söz ediyorum.
Küresel sistemde sistem-içi bir iktidar savaşı yaşanıyor. Eğer bir üçüncü dünya savaşı çıkarsa, buradan çıkacak… Yani, Yahudiler ABD’deki hâkimiyetlerini yitirdiklerine kesinkes hükmederlerse dünyayı kan gölüne çevirecekler…
ABD seçimlerine ve dünyanın gidişâtına ilişkin medyamızda ve akademyamızda yapılan yorumlar son derece sığ, ilkel ve düşündürücü.
TRUMP, YAHUDİ GÜCÜ’YLE SAVAŞIYOR…
Trump, küreselcilerle savaşıyor ABD’de. İyi de, küreselciler kim? Dünyaya kan kusturan Yahudi gücü. Dünyayı parmağında oynatan Yahudi aklı. Yapılan yorumlarda, Trump’ın “önce Amerika!” sloganıyla, ABD’nin ilgisini dışarıdan içeriye çevireceğini, bunun dünyayı sakinleştirecek bir durum olacağını söylüyor herkes, bütün uzmanlar, gazeteciler ve akademisyenler.
Oysa tam tersi bir durum söz konusu olacak: Trump’ın “Önce Amerika!” sloganı, ABD’deki Yahudi hegemonyasına son vermeyi amaçlıyor. Ama Yahudi gücü her bakımdan ele geçirmiş durumda Amerika’yı! Nasıl son verecek Trump, Yahudi gücüne? Yahudilere, özellikle Amerika dışındaki Yahudilere, münhasıran da İsrail’e özel ilgi göstererek... ABD’deki Yahudi gücünü arkadan dolanıp tuş edecek Trump!
Yahudilerin vatanı yoktur. Sömürdükleri ve semirdikleri her yer vatandır onlar için. Bugün Amerika, yarın Çin. Trump ABD’den Yahudi gücünü defetmedikleri sürece ABD’nin aslâ bağımsız olamayacağından o kadar emin ki!
Trump’a suikast düzenlenmesi, ABD’deki Yahudi hegemonyasını sona erdirecek yolculuğun başlangıcı ve tetikleyicisi işlevi görecek… Trump’ı yeniden ABD başkanlığına taşıyacak düğmeye basılmış oldu Trump’a düzenlenen suikastla…
Suikast’ı Trump mı tezgâhladı? Onu, bilemem. Bildiğim tek şey, Amerikan derin devletinin Yahudi gücünün prangalarını ancak Trump’ın kırabileceğine hükmetmiş olması. Amerika’daki derin devletin Yahudilerin kontrolündeki küreselci kanadının değil, Amerika’yı kuran Amerikancı kanadının düğmeye basmasından bahsediyorum burada. İki Amerika’dan ve iki Amerika’nın iktidar savaşından söz ediyorum özellikle.
Özetle… Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesi, dünyanın kan gölüne çevrilmesini tetikleyecektir. Çünkü Amerika’ya hâkim olan Yahudi gücünün önce Amerika’yı, sonra da dünyayı yakmaktan, kan gölüne çevirmekten çekinmeyeceğini düşünüyorum. Dünyanın başına bela bunlar! İki dünya savaşını Amerika’ya hâkim olmak, Amerika’ya hâkim olarak dünyaya hâkim olmak için tezgâhlayanlar bunlar. Osmanlı’yı, önlerindeki en büyük takoz olacak yegane küresel güç olarak gördükleri Osmanlı’yı İngilizlerle el ele vererek çökertenler de bu aşağılık ruhsuz makinalaşmış Yahudi sömürgen ve semirgenler!
Bu mesele, dünyanın nereye gittiğini anlayabilmemizi sağlayacak bir zihin ve yol haritası çıkarmamıza imkân tanıyacak hayatî bir mesele olduğu için üzerinde kafa patlatmaya, bildik ezberleri yıkmaya devam edeceğiz…
Vesselâm.
.Siber Kıyamet” denemesi, Türk ekonomisinin istiklali meselesi ve PALEZ’in gelişi…
Yusuf Kaplan
21/07/2024 Pazar
esubai131377762 ve 35 kişi beğendi4 yorum yazıldı
Dün bütün dünya bir kıyamet senaryosu denemesine sahne oldu adeta: Başta havaalanları olmak üzere, bazı bankalar, özel şirketler ve devlet daireleri siber saldırıya uğradı ve sistemleri çöktü.
DÜNYA, BİR “SİBER KIYAMET” DENEMESİ Mİ YAŞADI?
Havaalan-larında uçaklarına binmeyi bekleyen yolcular, kelimenin tam anlamıyla birdenbire “havalarını aldılar”. Çünkü neredeyse bütün büyük havaalanlarında yaşanan bu sıkıntı, yolcuların perişan olmasına yol açtı.
Küçük havaalanları görece biraz daha az etkilendiler ya da hiç etkilenmediler bu siber saldırı’dan. İstanbul Havalimanı 84 seferi iptal ettiği, sonradan bunların çoğunu geç de olsa uyguladı ve THY bütün yolcuları teker teker arayarak uçuşlarının saatlerini haber verdi yolculara. Türk Hava Yolları, teknik olarak bu tür saldırılara karşı önceden çok iyi önlemler aldığı için gelen büyük saldırıyı göğsünde göğüsledi ve teknik altyapısını yeniden işler hâle getirmeyi başardı.
Oysa sağlam teknolojinin en önde gelen ülkesi Almanya’nın Berlin Havaalanı çöktü. Londra’da ve belli başlı Batı başkentlerindeki havaalanları da kıyamet provasını yaşadı!
Bu arada Sabiha Gökçen siber saldırıya uğramadı ya da hiç etkilenmedi ve Havaalanı’nda hiçbir sefer iptal edilmedi.
Bütün bu sistemleri işleten Bill Gates’in Microsoft şirketine bağlı Growstrike şirketi, bu siber saldırının sorumlusuydu ve şirket borsada % 18 değer kaybetmiş bir günde! Bu, şirketin iflası anlamına gelir! Tabii Growstrike çökerken, başka şirketler semirdi yine bir günde!
Kapitalizm vahşî canavar çünkü: Darwinizm’in en acımasız şekilde işlediği alan, insanî olan ne varsa hepsini hayatımızdan çekip alan bu karteller, tekeller, kapitalist sistemin dişlileri son derece büyük ağababaları, küçük olan işletmelere aslâ hayat hakkı tanımayan haydutlar!
“Dünya siber kıyamet denemesi mi yaşadı? Siber kıyamet kapıda mı?” gibi sorular etrafında bu önemli meseleyi yarınki yazımda mercek altına inceleyeceğim.
TÜRK EKONOMİSİ BAĞIMSIZLIĞINA KAVUŞMADAN TÜRKİYE BAĞIMSIZLIĞINA KAVUŞAMAZ!
Bendeniz bugünkü yazımda gözardı edilen hayatî bir meselemizi, bir STK’mız üzerinde gündeme getirmek istiyorum.
Ama önce ekonomimiz hakkında bazı önemsediğim tespitler yapmakta yarar görüyorum: Türkiye, son 20 yılda ekonomik hacim bakımından tahmin edilemeyecek kadar büyüdü. Dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına girmeyi başardı.
Fakat Türkiye’nin büyüyen ekonomisi, hem ülkenin sosyal yapısının ve kültürel dokusunun delik deşik edilmesine yol açtı; hem de büyüyen, palazlanan, semirenler Anadolu çocukları değil küresel kapitalist sisteme göbeğinden bağlı, Türkiye’nin değil zorba kapitalist sistemin çıkarlarının sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapan bu ülkenin her şeyine yabancı, bu ülkeyi vareden bütün değerleri, tarihî birikimi ve medeniyet ruhunu yerle bir eden ülkenin altını oyan, vatansız, ilkesiz, ülkesiz, sömürgen ve semirgen ekonomik elitler şebekesiydi!
Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesi, tam bir ham hayalden ibaret! Büyüyen Türk ekonomisi değil, Türkiye’yi ve Türk ekonomisini kapitalist sistemin kölesi hâline getiren, acımasız küresel kapitalist sisteme peşkeş çeken köle ruhlu ve ülkenin sadece ekonomisini değil, ekonomi üzerinden kültürünü, sanatını, eğitimini, devletin bizâtihî kendisini de kontrol eden Türkiye’nin kanını emen bu ülkenin her şeyine yabancı bir ekonomik elitler ve şirketler şebekesinin ülkeyi teslim alması ve emperyalistlere içeriden teslim etmesidir; yaşanan budur!
Küresel ekonomiye entegre edilmesi demek Türkiye’nin kendi elleriyle intihar etmesi demek. Küresel ekonomiye entegre olmadan küresel ekonomiye mü/dâhil olunabilir mi? Elbette ki olunabilir. Çin otokratik yapısına rağmen bunun bir örneğini sunuyor gibi. Gibi dedim çünkü bütünüyle özgün, kişilikli, karakterli, kapitalist sistemin dışında bir ekonomi modeli geliştirebilmiş değil Çin. Böyle bir derdi de yok, bunu gerçekleştirecek entelektüel derinliğe ve dinamizme de sahip değil. Mustafa Güldağı’nın Derin Çin kitabı bu konuda yazılmış, Çin’in kapitalist sisteme alternatif olacak bir ekonomik model geliştirmesi şöyle dursun, aksine, kapitalist sistem tarafından nasıl köleleştirildiğini çarpıcı bir dille anlatan en zihin açıcı kitapların başında geliyor.
Ezcümle…Çin kendine özgü bazı özellikler taşıyan otokratik bir ekonomik model geliştirse de, bu model kapitalist sistemi yıkacak alternatif bir model değil ne yazık ki.
PALEZ: TÜRK EKONOMİSİNİ DİRİLTECEK BİR KIVILCIM!
Her şeye rağmen Türkiye’de bizim medeniyet dinamiklerimizden ve değerlerimizden yola çıkarak bir ekonomik model ve örgütlenme geliştirmek için çırpınan bazı oluşumlar var. PALEZ bu oluşumlardan biri, belki de en ümit vadedeni.
PALEZ, Palandöken Ekonomi Zirvesi. Erzurumlu işadamlarının bir araya gelerek teşekkül ettirdikleri bir oluşum.
PALEZ’in kurucuları Doğu’lu ama PALEZ üyesi işadamları ülkenin her yanındalar.
PALEZ, Doğu Anadolu’muzun ticarî ve kültürel başşehri Erzurum’da ülkemizin inançlı insanları tarafından kuruldu. Hüseyin Yer, bu çalışmanın hayalleri sınır tanımayan, ülkenin ekonomisinin yabancılaşmış şebekelerden kurtarılması için gece gündüz demeden, alternatif, bize özgürü bir model üzerinde kafa yoran mimarı PALEZ’in. Engin Çelik kardeşim de işleyişin ve oluşumun tanıtımından sorumlu gayretli, dertli, idealist, hayalleri büyük ama sessiz, mütevazı bir cengâver!
PALEZ, Türkiye’nin ekonomisini canlandıracak gerçek anlamda yerli ve millî bir işadamları grubu. Bizim medeniyet değerlerimizi özümseyen, bu değerleri ekonomimize yansıtma mücadelesi veren Anadolu’nun bağrından çıkmış dürüst, temiz, yetenekli iş adamlarımızdan oluşan bir oluşum.
Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan da PALEZ’in onursal üyesi. PALEZ, Anadolu Aslanları olarak adlandırılan iş insanlarını tıpkı Davos’ta olduğu gibi her yıl Erzurum Palandöken’de bir araya getiriyor, ülkemizin, bölgemizin ve dünyanın ekonomik ve siyasî sorunlarını müzakere eden, tartışan güzel bir çalışma yürütüyor. PALEZ’i bu öncü ve cesur çıkışından ötürü tebrik ediyorum ve ülkenin siyaset ve iş dünyasının PALEZ’e hak ettiği değeri vermesini bekliyorum.
Vesselâm
Bugün 176 ziyaretçi (305 klik) kişi burdaydı!
Üçüncü Dünya Savaşı, “İslâm’a Karşı İslâm Savaşı” olarak planlanıyor!
Yusuf Kaplan
2/08/2024 Cuma
Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, yine bize karşı, İslâm’ın küresel sistemi sarsacak ölçüde gelişini durdurmak için çıkacak, çıkarılacak.
“Bize karşı” dedim. Bin yıl önce Ehl-i Sünnet Omurga’yı inşa ederek, Ehl-i Sünnet Omurga üzerinden bin yıl sürecek bir dünya düzeni (nizâm-ı âlem) tesis eden, böylelikle hem İslâm âlemini bir çatı (Ehl-i Sünnet Omurga) altında toplayan, hem de dünyaya adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri çerçevesinde nizam ve intizam kazandıran bir gökkubbe’nin yeniden dimdik, capcanlı dirilişine karşı çıkarılacak üçüncü dünya savaşı.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI, ÇİN VEYA RUSYA ÜZERİNDEN ÇIKARILMAYACAK
Çin’in gelişini durdurmaya karşı çıkarılacak deniyor. Bir defa soruları doğru sormasını bilmeliyiz: Çin geliyor mu ki? Çin, kapitalistleşiyor ve kendini inkâr ederek intihara sürükleniyor: Çin yok olmaya geliyor: Kapitalistleşen Çin’in beş bin yıllık Çin medeniyetinin üzerine sünger çektiğini, dolayısıyla intihar ettiğini göremiyorsanız neyi görüyorsunuz peki?
Kendini inkâr eden Çin üzerinden üçüncü dünya savaşı ancak yanlışlıkla çıkar, bir hata kıvılcımıyla, Tayvan meselesini patlatmak gibi bir yanlışlık üzerinden çıkar ama bu da çok çabuk sona erer, lokal bir çatışmaya dönüşür.
Benzer gözlemleri Rusya için de yapabiliriz.
Şangay Beşlisi, alternatif bir dünya düzeni sunmuyor. Amerikan / Yahudi hegemonyasına karşı İngiliz güdümlü bir dünya sunuyor.
Küresel sistemi ve meşrûiyetini sorgulayacak bir sahiciliği, sahici ve köklü temellere ve vaatlere sahip değil Çin.
İslâm dünyası sahip ama.
Gazze, bunu ispatladı.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI YİNE İSLÂM’A KARŞI ÇIKARILACAK…
Gazze direnişi, insanlığın haysiyetini nizam-ı âlem / ümmet fikrine (her şeyin anası / kökü olduğu bilincine sahip hakîkî Müslümanların koruyabileceğimi ve kurtarabileceğini dünya âleme ispat etti.
En zor şartlarda bile insanın haysiyetini sadece Müslümanlar kurtarabilir, dedi Gazze bütün dünyaya.
İnsanlığın haysiyetini koruma fikrine sahip güçlü ve asil bir fikir, insanlığa insanca yaşayacağı bir gelecek vadedebilir.
Modern ve/veya postmodern Batı uygarlığı hümanizm üzerinden kuruldu ama hümanizm bir tanrı arayışıydı, insana insanlığını hatırlayacak bir tanrı arayışı. Fakat bu arayış, sağlam, sahici felsefî temellerden yoksun olduğu için insanın tanrılaşmask çabasına dönüştü ve kendi temellerini dinamitleyecek yıkıcı dinamikler üzerinden kendini varetti.
İnsan tanrılaştırıldı. Tanrılaşan Batılı insan azmanlaştı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Batı düzeni kan, gözyaşı, katliam demekti. Müslüman nizam-ı âlemi ise, inşa, ihya, nizam ve intizam yani sulh düzeni.
Müslüman dünya nizamını yeniden tesis etme potansiyeline sadece Osmanlı’nın çocukları sahip’ti. Gazze, Osmanlı’nın bedenen yok olduğunu ama ruhen yaşadığını, dipdiri olduğunu gösterdi dünyaya. Osmanlı adalet, merhamet ve hakkaniyet nizamı ve vaadi demekti. Osmanlı’yı Osmanlı yapan ise, Karahanlılar ve Selçuklu’nun kurduğu Ehl-i Sünnet Omurga’nın konumlandırıcı ve korucuyu gücü olmasıydı.
O yüzden büyük tarihçi Arnold Toynbee, Osmanlı’nın çökertişini Ehl-i Sünnet’in çökertilişi olarak tarif etmişti.
Küresel sistemin sahipleri, Ehl-i Sünnet Omurga’nın en velûd toprağı Osmanlı’nın has çocukları Filistinlilerin insanın haysiyetini koruyan, insanlığa adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri çerçevesinde bir ümmet fikri, bir nizam-ı âlem fikri sunan güçlü bir akîde, fikir ve siyaset fikrine dayandığını gördükleri için İslâm dünyasında Ehl-i Sünnet’in kalesi Osmanlı’yı çökerttiler, çocuklarını başsız, sahipsiz bıraktılar ve İslâm dünyasının başına bin yıllık bir çıbanbaşı olarak Şia’yı tarih sahnesine çıkardılar. Önce, son yüzyıla kadar Ehl-i Sünnet Omurga’nın yegâne temsilcisi hilâfetin makarrı Osmanlı’ya saldırdılar, sonunda Osmanlı’yı bedenen de olsa tarihten sildiler.
Önce Osmanlı ile savaşan Haçlı vandalizmi şimdi, geleceği, Ehl-i Sünnetin yerine Şia’yı öne çıkararak, Şia’nın bütün İslâm dünyasına yerleşmesini sağlayarak üçüncü dünya savaşını İslâm’a karşı İslâm üzerinden hayata geçirmek istiyorlar.
Doğrusu, İslâm dünyasında yaşanan gelişmelere bu perspektiften bakmak ve İran’ın neden bu kadar öne çıkartıldığını, önünün alabildiğine açıldığını, sürekli olarak hem mağdur durumuna düşürüldüğünü hem de mağdur duruma düşürülen Filistin başta olmak üzere başka Müslüman coğrafyaların hâmisi konumuna yerleştirildiğini göremediğimiz sürece hem dünyada yaşanan gelişmeleri kavrayamayız hem de benim yaptığım okunmaların mezehbî okumalar olduğu yanılgısına düşmekten ve beni mezhepçilik yapıyor diye yaftalamaktan kurtulamayız.
Filistin hadisesini İran’ın güya sahiplenmesi, İran’ın Suriye, Irak, Lübnan, Filistin, Körfez ülkeleri ve Yemen’e yerleştirmesi, hep İslâm’a karşı İslâm Savaşı stratejisinin bir uzantısıdır. Filistinli mazlumların lideri, güzel adam, mazlum Müslüman İsmail Haniye’nin Tahran’da suikasta kurban gitmesi aslâ tesadüfi bir hadise değil. Lübnan Hizbullah’ının lideri Nasrallah’a “Tahran’a gelme, seni koruyamayız” diyen İran yönetiminin Nasrallah’tan bin kez daha korumasız olan Heniye’yi Tahran’a davet etmesi, Heniye’nin esrarengiz bir şekilde şehit edilmesi hâdisesi söylediklerimi doğruluyor.
MEZHEPÇİLİK YAPMIYORUM, İRAN TEHLİKESİNE DİKKAT ÇEKEN BİR TARİH FELSEFESİ YAPIYORUM
Ben İran tehlikesine dikkat çekerken mezhepçilik yapmıyorum, güçlü olduğunu düşündüğüm bir tarih felsefesi yapıyorum ve düşünme melekeleri dumura uğrayan Müslümanları Müslümanca düşünme çabasına davet ediyorum.
Bendeniz, mezhep çatışması üzerinden bizi birbirimize düşüreceklerini, İran’ın önünün o yüzden bu kadar açıldığını söylüyorum. İran, İslâm’ı değil Pers emperyalizmini düşünerek hareket ediyor. Eğer öyle olmasaydı son yirmi yılda bölgeye yerleştirilmez ve sadece Suriye’de yarım milyon Sünnî Müslümanı hunharca ve zevkle katletmeye kalkışmazdı.
Özetle… Üçüncü dünya savaşını İslâm-içi bir savaşa dönüştürüp, İslâm’ın tarih yapan gücünü, Ehl-i Sünnet Omurga’yı tarihten silerek, Filistin’de görüldüğü üzere barbar, vahşî düzenlerinin önlerindeki en büyük tehdidi yok edebileceklerini ve böylelikle bir taşla iki kuş vurarak, çöken Batı uygarlığının biz birbirimizle boğuşurken sıyrılıp dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmeyi başaracak bir imkâna kavuşacağını görelim, diyorum.
Ben mezhep çatışmasını savunacak adam mıyım? Olacak iş değil.
Aksine İran’ın küresel sistem tarafından Ehl-i Sünnet’i çökertmek için maşa olarak kullanıldığını görüyor ve şımartıladıkça şımartılan, İsrail’le ve Batılı güçlerle gizli işbirliği yapan, danışıklı dövüş oynayan İran’ın derhal durdurulması gerektiğini söylüyorum.
İran durdurulamazsa, İslâm dünyasının içerden kan gölüne dönüştürülmesi projesi de engellenemez. Ve İslâm dünyasının sahici, sağlam Ehl-i Sünnet temeller üzerinden yeniden ayağa kalkması ve zorba küresel sistemin sona erdirilmesi asla mümkün olamaz. Çin de, İran da küresel sistemin gönüllü köleleri ve maşaları çünkü.
Bu yazıyı -özür dileyerek- dikkatle okuyup üzerinde derinlemesine düşünmenizi istirham ediyorum.
Vesselâm.
.Üçüncü Dünya Savaşı, “İslâm’a Karşı İslâm Savaşı” olarak planlanıyor… (2)
Yusuf Kaplan
4/08/2024 Pazar
Arnold Toynbee, Osmanlı’nın tarihten çekilmesini Ehl-i Sünnetin çökertilmesi olarak tarif eder. Bölgenin haritaları jeo-stratejik öncelikler üzerinden değil, teopolotik öncelikler üzerinden çiziliyor.
O yüzden Birinci Dünya Savaşı’nı bizi / İslâm’ı durdurmak için çıkardılar. Allah İkinci Dünya Savaşı’nı başlarına belâ etti. Üçüncü Dünya Savaşı’nı da bizim gelişimizi durdurmak için çıkaracaklar…
İRAN, KÜRESEL SİSTEMİN MAŞASI
Asıl “Büyük Oyun” şimdi başlıyor:
İsrail-İran gizli ittifakı Ortadoğu’yu kana bulayacak…
Bunun ilk ürpertici işaretleri son iki gündür yaşanıyor: Önce İsrail, Beyrut’u bombaladı. Sonra da bugün #Hamas lideri İsmail Heniyye, Tahran’da düzenlenen bir suikast sonucu şehit edildi.
İran, Hamas liderini koruyamayacak kadar âciz bir devlet mi?
Aslâ!
İran varlığını İsrail’e borçlu.
İsrail de varlığını İran’a.
Bin yıl önceki büyük oyun aynen sahneleniyor: Biz, bütün Müslümanlar bir taraftan Moğol, diğer taraftan Haçlı sürüleriyle boğuşurken Şia, bizimle savaşmıştı!
İnanılır gibi değil ama bugün yaşanan gerçek de aynen bu: ABD, İngiltere, Rusya ve Avrupa İslâm dünyasını kan gölüne çevirirken, İran hem Batılılara hiçbir zarar vermeden Batılılarla savaşıyormuş gibi yapıyor ama hem de İslâm dünyasına dönüyor “vahdet” diyor ama vahşetin en alasını yapıyor: Sadece Suriye’de yarım milyon Sünnî Müslüman’ı katletti.
İran her zaman İslâm dünyasının çıbanbaşı olmuştur. Dün, Şam’a, Kahire’ye, Kuzey Afrika’ya, Türk dünyasına yerleşmişti hem fiilen hem zihnen / akîdevî olarak.
İşte tam bu sırada Selahaddin tarih sahnesine çıktı: Bir yandan Haçlılarla boğuştu, Haçlıları Kudüs’ten defetti, diğer yandan da biz Haçlı ve Moğollarla ölüm-kalım savaşı verirken bizimle savaşan Şiileri ta Tunus’a kadar kovalamak zorunda kalmıştı.
Selahaddin’in yaptığı ilk iş, Şia akidesi üzerine kurulan El-Ezher’i silbaştan Sünnîleştirmek olmuştu. Ancak akîdevî birlik sağlanınca siyasî dirlik sağlanmış, bin yıl sürecek kalıcı bir barış, huzur ve kardeşlik ortamı tesis edilmişti.
İran, emperyalistlerin maşası burada. Bir yandan kendisini mağdur konumuna düşürerek diğer yandan da uzaktan kumanda ettiği örgütler üzerinden Müslümanların hâmisi rolünü oynamaya çalışarak İslâm dünyasının lideri ve kaderini belirleyecek yegâne ülkesi konumuna yükseltilmeye çalışılıyor. Filistin meselesini İran, Pers emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı projesini hayata geçirmek için tepe tepe kullanıyor!
İsrail’le danışıklı dövüş oynuyor: “İsrail’e gel, gel, diyor. İsrail de geliyor ve Şia’yı hem mağdur konuma hem de Müslümanların hâmisi konumuna sokacak eylemler yapıp çekiliyor.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI, TEO-POLİTİK STRATEJİLER ÜZERİNDEN VE TÜRKİYE’Yİ DURDURMAK, BİTİRMEK İÇİN HAZIRLANIYOR…
İran, Gazze olayından sonra inanılmaz bir şekilde güçlendi ve bölgeye yerleştirildi. Hedef Türkiye’nin önünün kesilmesi. ABD-İsrail-İngiltere güdümlü PKK devletinin kurdurulması ve Türkiye’nin kuşatılması, zamanla kendi içine hapsedilmesi ve parçalanmanın eşiğine sürüklenecek bir etnik husûmet duvarının örülmesi Türkiye’ye karşı ve Türkiye’yi karıştıracak…
Üçüncü Dünya Savaşı, İslâm dünyası üzerinde sahnelenecek yine. Ana hedef Türkiye. Müslümanların ve mazlumların gerçek hâmisi, emperyalistlerin korkulu rüyası Müslüman Türkiye’nin daha gelmeden durdurulması, doğmadan boğdurulması.
Türkiye, dünyanın ruhu, mazlumların umudu, zorbaların kâbusudur. Türkiye, biterse, insanlık biter. Bizden başka insanlığı düşünen yok, insanlık çapında düşünen yok. Biz başından itibaren, Müslümanların liderliğini yapmaya başladığımız zamandan bu yana, sömürgecilik yapmadık, tecavüz yapmadık, soykırım yapmadık: İnsanlığın insanca yaşayacağı dünyayı insanlığa sunacak yegâne tarihî tecrübeye, medeniyet derinliğine ve özgüvene sahip yegâne aktör biziz: Bu ülkenin çocukları: Türkü, Kürdü, Çerkesi, Balkanlısı, Kafkaslısı ile Selçuklu’nun çocuğu Osmanlı’nın çocukları.
Osmanlı bedenen öldü ama ruhen yaşıyor. Yaşananlar, Osmanlı ruhunun yeniden bölgeyi ve dünyayı ayağa kaldıracak şekilde ayağa kalkması korkusu ve Osmanlı’nın dirilip bütün mazlumları toparlama ihtimalinin gerçek olması fobisi!
Birinci Dünya Savaşı’nı bize karşı bizi yok etmek için yaptılar: Osmanlı tarihten çekildi ama İslâm tarihten çekilmedi. Müslümanlar emperyalistlere karşı destansı bir direniş gösterdiler. Bunun en mükemmel ve son örneği Gazze direnişi.
İkinci Dünya Savaşı’nı Allah emperyalistlerin başına bela etti. Üçüncü Dünya Savaşı yine bu coğrafyada ve bize karşı ve bizim gelişimizi durdurmak için planlanıyor.
İRAN TEHLİKESİ’NE DİKKAT ÇEKMEK MEZHEP ÇATIŞMASINI SAVUNMAK DEMEK DEĞİLDİR
Bendeniz İslâm dünyasının toparlanmasının yolunun Türkiye, Mısır ve İran’ın stratejik önceliklerini birleştirmesinden geçtiğini düşünüyorum. İran Batılıların kucağına itilmemeli. Türkiye’nin İran stratejisi akıllıca. Fakat İran, çok ahlâksızca hareket ediyor: Suriye’ye, Irak’a, Lübnan’a, Filistin’e, Körfez’e, Yemen’e yerleşti, daha doğrusu yerleştirildi.
Güçlü bir tarih felsefesi fikrine ve birikimine sahip olursak, buradaki sinsiliği ve büyük oyunu kolaylıkla görebiliriz: İran İslâm Cumhuriyeti kuruldu, İran bölgeye yerleştirildi adım adım... Özellikle de Türkiye’nin kuşatılmasını sağlayacak bölgelere. Şia’nın devlet kurmasına izin verildi, Ehl-i Sünnet’in devlet kurmasına aslâ izin verilmedi.
Türkiye’nin kuşatılması, İslâm dünyasının İran’a boyun eğmesinin yolunu açacaktır sonuna kadar. Batılılar, İran’ın bölgeye yerleşmesini sağladılar, Türkiye’yi kuşatmasına zemin hazırladılar. İsrail güçlendikçe İran da güçleniyor ve bu da İran’ın önünü açıyor ve Türkiye’nin önünü alabildiğine tıkıyor ve Türkiye’yi parçalanmanın eşiğine sürüklüyor sürekli olarak.
Türkiye’nin Batılılaşma ayartısıyla iki asırdır, laiklik prangasıyla bir asırdır elini kolunu bağladılar içimizdeki İrlandalılar marifetiyle ve içeriyi sosyolojik-kültürel-zihnî çatlakların büyüdüğü, kontrolden çıkma tehlikesi taşıdığı, daha da vahimi celladına âşık tasmalı çekirgelerin başımıza ne geldiğini göremeyecekleri epistemik köleleşme ve felçleşme projesine mahkûm ettiler iki asırlık modernleşme sürecinde.
Ezcümle… İran’ın uyarılması ve durdurulması gerekiyor. Ama İran artık nükleer güç olduktan sonra çok zor durdurulacak gibi geliyor bana. Ama Türkiye’nin basîreti İslâm dünyasında mezhep çatışmasını önleyecek, İran’ı da bir yerde durduracak derinliğe sahip gibi görünüyor.
Vesselâm.
.Malazgirt ruhu: Selçuklu ufku ve insanlığın umudu
Yusuf Kaplan
26/08/2024 Pazartesi
Devlet, bugün Malazgirt Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle Ahlat’ta toplanıyor.
Malazgirt Zaferi, bir ordunun bir başka orduya karşı verdiği bir savaşın sonucunda elde edilmiş bir zaferin adı değildir.
Malazgirt Zaferi, bir ruhun adıdır; direniş ve diriliş ruhunun.
Mekke’den süt emen, Medine’den beslenen, Kudüs’te meyve veren hakikat medeniyetinin insanlık çapında bir yürüyüşe soyunmasının başlangıç noktasıdır.
Malazgirt, sadece Türklerin tarihinde dönüm noktası değildir; hem İslâm tarihinde hem de insanlık tarihinde tarihin akışının, yönünün, yörüngesinin belirlendiği bir büyük dönüşümün miladıdır.
O yüzden Malazgirt ruhu, Selçuklu’nun ufku, insanlığın umududur.
ALP ARSLAN: SAMİMÎ BİR MÜSLÜMAN, ASALET VE MERHAMET TİMSALİ BİR SULTAN
Sultan Alp Arslan, 1030 yılında doğdu, 43 yaşında ömrünü doldurdu. Bu kısacık ömrüne hem bu toprakların insanlarının, hem bütün müslümanların hem de insanlığın kaderinin nihâî yönünü belirleyecek bir dünya tarihi haritası sığdırdı.
Sadece dokuz yıl hükümran oldu, dokuz yılda yaptıklarıyla dünya tarihinin alacağı şeklin tohumlarını ekti, yörüngesini belirledi.
Anadolu’dan Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan Yemen’e kadar dalga dalga, sayha sayha yayılacak Hakikat Medeniyeti Çınarı, Sultan Alp Arslan’ın diktiği işte bu dev çınardı.
Böylesi bir çınarı herkes dikemezdi; bu şeref herkese lûtfedilemezdi.
Sultan Alp Arslan, her şeyden önce, samimî, ihlaslı, donanımlı bir müslümandı.
Asalet timsali bir sultandı. Adalet, ahlâk ve merhamet anıtı bir insandı.
Sadece müslüman kaynaklar değil, Süryani, Ermeni, Rum kaynaklar da, Sultan Alp Arslan’ı böyle tasvir ediyorlardı.
Alp Arslan, bu hakikati kendisi de açıkça dile getirmiştir: “Biz, tertemiz, bid’atten uzak müslümanlarız. Allah rızasını kazanmak için kefenimizle yola çıkmış insanlarız. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ bize yardımını esirgememiştir.”
ASKERÎ ORDULAR YETMEZ; FİKİR VE MEFKÛRE ORDULARI ŞART!
Sultan Alp Arslan, İslâm dünyasının yaşadığı fitne-fesadı, darmadağınıklığı, kaosu, yıkımı iliklerine kadar yaşayan, o yüzden yüreği yangın yerine dönen bir müslüman, hedefe kilitlenen bir sultandı.
İslâm dünyasının yaşadığı iç buhranları ve dış sorunları hal yoluna koymayı kafasına koymuştu.
Devâsâ sorunlarla boğuşuyordu İslâm dünyası: Rafızîlik, batınîlik, hâricîlik, mutezililik, şiîlik, haşhaşîlik gibi akımların yol açtığı köklü, sarsıcı akîdevî, fikrî ve siyasî sorunlar, İslâm dünyasının belini büküyordu, toparlanıp ayağa kalkabilmesini önlüyordu.
Selçuklu Devleti, İslâm dünyasının imdadına adeta Hızır gibi yetişmişti.
Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah, İslâm dünyasının makus talihini yenecek, tarihin akışını değiştirecek muazzam ve muazzez bir yolculuk gerçekleştirdiler.
Bu yolculuk, özellikle Alp Arslan’ın bütün kapıları açan Malazgirt Zaferi’nden sonra, sonraki müslüman emirlikleri, beylikleri, sultanlıkları, aynı çifte hedefe kilitleyecekti: Dışardan gelecek saldırıların püskürtülmesi ama bunun için öncelikle içerdeki –altını çizerek yazıyorum– akîdevî, fikrî, siyasî köklü sorunların çözümlenebilmesi.
Alp Arslan, güçlü ordular kurdu. Ama güçlü ordular bu çifte savaşla başa çıkmak için yeterli değildi, bunu
çok iyi biliyordu.
Askerî ordulardan çok daha güçlü, insanlığın umudu olacak köklü bir fikir ve mefkûrenin davasını güdecek, dışardan gelen küffâr saldırılarını püskürtecek, içerdeki buhranlara son verecek akîde, fikir ve siyaset sütunları üzerinden yükselecek ilim, irfan ve hikmet orduları kurulması gerektiğinin farkındaydı büyük sultan.
OMURGA KURULDU, DÜNYA TARİHİN YÖRÜNGESİ OLUŞTURULDU
1067 yılında bir devrime imza attı: Nizamiye Medreseleri’nin temelini attı.
Nureddin Zengi’nin eğitimde başlattığı, Salahaddin Eyyûbî’nin siyasette bambaşka ufuklara taşıdığı yolculuk da böyle bir ruhla gerçekleştirilmişti.
Gerek Selçuklu’nun gerekse Eyyûbîlerin kalkış noktası, İslâm dünyasının makus talihini yenebilmesi için Ehl-i Sünnet Omurga’nın sarsılmaz bir şekilde tesis edilmesiydi.
İşte Malazgirt ruhu, akide, fikir ve siyaset sütunları üzerinden yükseltilen, ilim ve irfan kanatlarıyla hikmet ufuklarına ulaşılan bu Ehl-i Sünnet Omurga’nın gelecek bin yılın hem İslâm tarihini hem de dünya tarihini şekillendirecek kapıları Anadolu’dan açan bir
direniş ve diriliş ruhunun
adı ve miladıdır.
Malazgirt savaşı, askerî ordularla kazanılan bir savaş olduğu için değil, ilim, irfan ve hikmet ordularıyla kazanılan, bin yıllık Ehl-i Sünnet Omurga’yı muhkem bir lopşekilde dikmeyi başaran bir hakikat savaşı olduğu için bir ruh’tur, diriltici ve kanatlandırıcı bir ruh.
EY HAKİKAT YOLCUSU, GÖKKUBBENİ GÖZÜN GİBİ KORU!
Ey hakikat yolcusu!
Osmanlı’nın, bu ruhu tarihten silmek için çökertildiğini, Türkiye’nin de, bu ruha sahip çıkmaya başladığını gösterdiği için çepeçevre kuşatıldığını unutmayacaksın!
Malazgirt ruhu, İslâm dünyasını toparlayan ve tarihin akışını değiştiren Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, İslâm dünyasındaki hiç bir farklı akım, mezhep, meşrep de yaşayamaz, gerçeğinin de anlaşılmasını sağlayan ve ispatlayan, kucaklayıcılar ruhtur.
Her zaman olduğu gibi altını çizerek hatırlatma ihtiyacı hissediyorum: Burada mezhebî bir analiz yapmıyorum; İslâm dünyasının bu kadar perperişan bir vaziyete olduğu bu zorlu zamanlarda mezhebî analiz yapamam.
Şunu söylüyorum: Ehl-i Sünnet, gökkubbemizdir. Ve tarih yapma irademizdir. Gökkubbe çökerse, hepimiz altında kalırız, tarih yapma irademiz de yok olur.
Malazgirt ruhu, işte bize bu muazzam gökkubbeyi inşa etti. İslâm’ın kaderini belirledi. Ehl-i senet çökerse, İslâm’ın kaderi alt üst olur.
Bu aziz gökkubeyi ne kadar diri ve dimdik ayakta tutabilirsek, o kadar kendimizden emin bir şekilde bütün farklılıkları zenginlik olarak görebilir, o kadar güçlü bir şekilde yeniden gelebilir ve bir asır içinde tarihin akışını değiştirecek yolculuklara imza atabiliriz bir kez daha Allah’ın lûtfu ve ihsanıyla.
.Çöl büyümesine gül devrimi vaktidir…
Yusuf Kaplan
30/08/2024 Cuma
MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) akademik yaz kampları bütün hızlıyla sürüyor: Entelektüel ve akademik hayatımıza kalite ve seviye, eğitimimize ruh, hayatımıza kardeşlik ruhu kazandırıyor...
Bugün ben aradan çekileceğim ve sizi MTO’muzun en parlak talebelerinden Hayrunnisa Karaman kardeşimin Çorum Kampı izlenimlerini yazdığı şiir gibi akan metniyle başbaşa bırakacağım. Zihin açıcı, dura düşüne, derinlemesine nefes alıcı okumalar…
***
Dedem yıllarca fısıldadı kulağıma, “sen dikenler içinde gül olacaksın!
Güller içindeyse apayrı bir gül.”
“Ahlâkımız, felsefemiz dekadansın (tefessühün, çözülmenin) formlarına dönüştü. Karşı-devrim, sanattır,” diyen Nietzsche’nin sözüne bir nazîre ile MTO’da biz “rağmen devinim toparlanmaktır,” hareketindeyiz.
Durağanlığa rağmen aksiyon, hayattan kopmaya rağmen, hayatlanmak.
Çöl büyüyor ve çöldür büyüten, gül devrimi vaktidir
Gurûb vaktidir ve şafak attıracaktır; gül dönüyor…
Bizim de hasat vakti bellediğimiz MTO akademik yaz kamplarında Çorum’da
Siyaset Düşüncesi / Tarih Tasavvuru kampına duruyoruz.
***
Yollar insanları birler. Rumeysa Çetin kardeşimle beraber bir ekip olduk.
Ankara’da Hacı Bayram’da nefes aldık, sonrasında Çorum’a ulaştık.
Han programı ve ardından MTO’da kökleşmiş ve MTO’ya kök vermiş olan aynı zamanda, tanışma gecemiz oluyor.
İnsan biricik, bunu bildik.
Yüzlerine, g/özlerine baktığımda İstanbul özlemimi tazeleyen insanlar var bu arada.
Gece kıymetle diğer güne gebelenir…
***
Makale sunumları vaktidir.
Bu kamplarda doruklarımıza kadar doyuyoruz. Çoğu zaman da açlığımızı iliklerimize kadar fark ediyoruz. Tazeleniyoruz…
Hem akademik kaliteyi tanıma ve akademinin ruhsuzluğunu “tanımama”, hem ruh doyumunu hem uhuvvet bağlarını yaşama bakımından bir “beşinci mevsim” yaşıyoruz bu anlarda.
(Gürkan Gürarı) kardeşimizden açılımla Makale sunumlarından “bir kısım” aktarıyorum:
“Kutsalın sırrı, yolculuğu kendinde açımlar.”
…
“Din, kendimize zuhur etmemizi sağlar.”
***
Kendi küçüklüğümü iliklerime kadar hissettiğim ve küçüldükçe küçüldüğüm aynı vakitte büyüdükçe büyüdüğüm, âlemi aşan hilkatimle ilimdeki noktayı bulmayan hâlimi bir arada yaşadım.
“Âlem, alemi değiştirir. Onun farklı bir yaşam formuna dönüştürür.” (G.G) Yaşadım, bunu.
“Yıldız doğuracak” kadar..
***
Gecesinde Çorumlu Obası’na gidiyoruz.
Dinliyoruz şiiri…
***
Oba dönüşünde Sümeyra hocamla nefis ve kışkırtıcı bir muhabbetle dönüyoruz, seyirdir bu.
Tatil kelimesidir başımı döndüren.
Arapça ufku gösteren bir dil.
G/öz dilidir. Aklın, dilin kalbi. Öze akıcı.
- عطلة (Tatil) ile “durdurmak تعطيل kelimesi, Arapça’da aynı köke dayanır. Ve (تعطيل) işlemez hale getirmek, ihmal etmek”manalarıyla kâim.
İnanılmaz.
Bizim köleliğini gözlediğimiz “tatil: duraklamak”, yerde debelenenler içindir.
Esfelde koşmak, koşmak! Yorucu bir durumdur, yoğurmaz çünkü.
Yolda “seyreden” ve ufukta süzülen insan için tatil bir aldatmacadır.
Bu tatil bahsi idi. Bir seyir daha:
Yazmasaydı, toprağa düşmezdi insan.
Yazmasaydı toprağı düşünmezdi insan.
Yazmak kalemle değildir yalnız dendi. Nefesle yazılır mesela. Nefesle…
Ne yazıyorsun?
-bilmem, bilmediğimi.
-bilmem bilmediğimi.
***
İskilip’te şimdi şehirde yazılanı okuyacağız.
Atıf Hoca, bir yazıdır toprakta.
Ve güneşin idamı saklıdır zincirleriyle.
***
Şeyh Yavsî Camii’nde halkalandık.
Yusuf Hocamızın sözleriyle yazılan şuydu:
“Zihni inşa etmek mekanı inşa etmekten geçer.
Mekân, ilahi hakikatin hayatlaşması, zamanın soyutlanmasıdır.
-insan, mekânla zikri tutar. Zikrini diri tutar. Unutmaz. Hatırlamaz da. Çünkü hatırlamak unutmakla; tezekkür nisyânla ve nisyândandır-
“Felsefe, hatırlamaktır” der Eflatun. Yaratılışın sırrı nisyan etmemektir.
İsyan, olur.
Unutan unuttuğunu bilmez ama isyan eden farkındadır.
(…)
Şehirde, durun, oturun, dinleyin.
Şehirde nefes alırsanız şehir size nefes verir.
Unutulmayan şey, yaşanandır, solunandır.
Zamanı mekânı, mekânla ve mekânda aşıyorsun.”
Bu son cümlenin zikrinin camide oluşu zihne şimşek davet edicidir.
“Zamanı mekânı, mekânla ve mekânda aşıyorsun.”
***
Cami; toplama, toparlanma, sırra kıyama durma: aşma, öteleri g/özlediğimiz, “rûh’unda bulunduğumuz” mekân ve mekân ötesidir.
***
“Süleymaniye inzivadır, insanı kâmilin zirvesidir.
İnziva, kendimize hâkim olduğumuzu gösterir.”
Tüm bunların yanında -Emine teyzem “yazdı”
“Sarığı için idam edilenleri de gördük, Sarığıyla yatanları da..”
Vesselâm...
Darbelerin anası olacak bir darbenin ayak sesleri!
Yusuf Kaplan
2/09/2024 Pazartesi
Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan bütün askerî okullarımızın mezuniyet törenlerine katılıyor ve orada tarihî konuşmalar yapıyor. Bu yıl da aynı şeyi yaptı, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla. Bir askerî okulun mezuniyet töreninde yaşanan bir hâdise herkesin tepesini attırdı…Cumhurbaşkanı bir cami açılışı yapıyor ve günlerden cuma.
Teğmenler ne yapıyor? İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir ordunun neferleri olacak teğmenleri, cuma günü açılışı yapılan camiyi tıka basa dolduracaklar diye bekliyor bu Müslüman halk, değil mi?
APOLETLER SÖKÜLECEK!
Ama ne oluyor?
Devletin en tepesinin alarm zillerinin çalmasına yol açacak tehlikeli bir oyun, bir “isyan” veya provokasyon (artık ne derseniz deyin!) izlenimi oluşturan bir kılıç sallama ve ilkel, ‘bay’an, bayağı sloganlar atma gösterisine şahit oluyoruz.
Bu bir tören hazırlığı olabilir mi?
Milletin iradesine, milletin iradesinin en yetkili temsilcisi, seçilmiş cumhurbaşkanı ve başkomutanına karşı birileri mesaj mı veriyor acaba, diye sormak zorundayız.
Ne mesajı, demeyin!
Kuzey Kore ilkelliğini, diktatoryasını anımsatan böyle ilkel tören hazırlığı olamaz!
Bu çağda, bu zamanda, bu saatte?
Birileri darbe îmâsında mı bulunmak istedi, diye sormak en temel hakkımız!
Bu ülke darbe üstüne darbe yedi çünkü!
Her on yılda bir darbe yedi, yiyor?
15 Temmuz aşağılık darbe ve işgal girişiminin üzerinden henüz 10 yıl bile geçmeden böyle bir girişime soyunanlar olabilir mi, diye asla bir saniye bile düşünürsek, bir de bakmışız her şey alt üst olmuş, ülke kaosun, belirsizliğin ve -hatta Allah muahafaza ama- iç savaşın eşiğine sürüklenmiş!
Olmaz demeyin!
Bu ülkede nice olmazlar oldu.
Olmaz olmaz diyemeyiz artık!
Aklımızı başımıza devşireceğiz!
En küçük darbe imâsında bulunan herkesin apoletlerini teker teker sökecek bu devlet!
Asla merhamet etmeyecek.
Yeter artık!
PARANOYA DEĞİL, DARBELERİN ANASI TEZGÂHLANIYOR OLABİLİR!
Birileri habire “paranoya yapmayın!” diye salak salak laf ediyor!
Bakın bendeniz 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminden yaklaşık altı ay önce Ülke TV’de canlı yayında “darbe geliyor, lütfen devlet uyumasın! Millet de duysun, ona göre hareket etsin!” demiştim.
O zaman canlı yayına yağmur gibi tepkiler gelmişti, “paranoyak mı bu adam, felaket tellallığı yapıyor!” şeklinde!
Ben Müslüman bir fikir adamı ve yazarım. Felâket tellallığı nasıl yaparım! Ben darbenin gelişini dış medyayı İngilizlerin The Economist dergisi, Amerika’ya hükmeden Yahudilerin haftalık Time ve Newsweek dergilerini, CFR terör organizasyon şebekesinin iki aylık Foreign Affairs gibi dergilerini ve tabiî New York Times, Washington Post ve İngiliz Financial Times gazetelerini düzenli takip ettiğim için bu etkili kaynaklarda yazılıp çizilenlere bakarak görmüştüm! Sadece bu dergi ve gazetelerde yazılan makale ve yorumlara dayanarak “Türkiye’de darbe yapacak bu alçaklar, içimizdeki Kemalist ve laikçi sloganlar atan NATO bağımlısı adamlarını, askerleri kullanarak” demiştim.
Darbe geldi 15 Temmuz’da
Şimdi 15 Temmuz’dan daha büyük ölçekli, Türkiye’de iç savaş çıkaracak, ülkenin bölünmesine yol açacak, Kemalizm sloganları attırarak darbe yaptıracak dış güçler ve içerideki uzantıları her zamankinden daha aktifler ve Türkiye’yi darbe yapılacak bir ülkeye, iç savaşın ve parçalanmanın eşiğine sürükleyecek büyük ölçekli “darbelerin anası” diye adlandırabileceğim büyük bir felâketin, çıkmaz sokağın eşiğine sürüklemeye çalışacaklar!
Bu kez işin içine Filistin’deki soykırımı da katacaklar! Filistin’i haritadan silmeye çalışacaklar! Mescid-i Aksa’yı yıkmaktan ve yerine Yahudi Tapınağı dikmekten çekinmeyecekler: On yıllardır Mescid-i Aksa’nın altını oydular arkeolojik kazı diye diye!
Suudi Arabistan ve İran burada Türkiye’ye karşı birlikte hareket edecekler: İsrail’in önünü açacaklar!
İsrail kudurdu. Ne yapıp edip bu Arz-ı Mev’ud saplantısını hayata geçirmek istiyor. Hem bu teo-politik stratejisinin hem de genelde İsrail’in önündeki en büyük ve tek engel olarak gördüğü Türkiye’nin cezalandırılması için can atıyor! Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye’nin!
Çok büyük, çok katmanlı ve karmaşık bir felâket tezgâhlanıyor. İç cephe çoktan tahkim edildi. Bütün toplum kesimleri birbirine düşman edildi.
Özgür Özel, Cumhurbaşkanına hakaret eden düşük bir kişiyi yanına, baş köşeye oturttu! Çok çirkin ve tehlikeli bir davranış bu! Özgür Özel, makul bir siyasetçi, etrafındaki ve medyadaki akl-ı selîmden nasibini alamamış provokatör tipli adamlara asla itibar etmemeli. Ve Türkiye’nin eşiğine sürüklendiği felâketi, iç savaş ve parçalanma tezgâhını görmeli ve bu konuda devletle birlikte hareket etmeli, küresel şer şebekelerinin adamlarıyla değil!
Vesselâm.
|
Bugün 231 ziyaretçi (284 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|