ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
"Tarih tekerrürden ibarettir" denmesine çok katılmıyorum ben. Genellemelerin çok isabetli olduğunu düşünmediğimden belki bu. Ama elbette ki hakikat boyutu var. Misal biraz tarih okuyanlar, az çok merak edip araştıranlar; yaşadığımız bugünlerin bir asırdan birkaç on sene evvel de yine bu topraklarda ve neredeyse birebir yaşandığını göreceklerdir.
Bir seçime gidiyoruz doğru. Ama kullanacağımız sadece oy değil. Ve bu cümle de öyle hamasi bir cümle değil. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sürecinde yaşananları düşünürsek aslında ne demek istediğim tam olarak anlaşılır. Dikkat edenler, bugün ne yapılıyorsa ne söyleniyorsa ne hedefleniyorsa o gün de aynısının yapıldığını görür. Bugün kimler bu yürüyüş dursun istiyorsa o gün de bunları isteyenlerin aynı kişiler olduğunu görür. Ha, bunu yapanlara diyecek bir sözüm yok. Zira onların kim olduğunu da ne çıkarla bunları yaptığını da biliyoruz. Ben gözlerine perde inenlere bir şeyler söylemek istiyorum. Zira sonları, Sultan Abdülhamid tahttan insin diye koparılan yaygaralara, uydurulan yalanlara ses çıkarmayıp da hal edildikten sonra ve devlet bir çıkmaza girince Beylerbeyi Sarayı’na gidip “bizi kurtar” diye eline ayağına yapışanlar gibi olacak.
Tarih bize söylüyor bunu. Sözüm vatan millet sevdalısı olduğunu, Allah’a kul, Peygamber’e ümmet olduğunu söyleyip de gözlerini kapayanlara.
…
Sultan Alparslan Malazgirt Meydanı’ndan zaferle çıkınca etrafındaki beylerine komutanlarına “Şimdi Anadolu’nun her bir yanına kartallar gibi yayılın” demişti. O yiğitlerin her biri “Atımızın gittiği her yer bizimdir” fehvasınca yollara düştüler. Her biri bir yana dağıldı her biri bir diyarı yurt tuttu.
Ama aralarından garip bir adam çıktı. Selçuklu hanedanındandı ve hatta taht iddiası olabilir diye ona da yol verilmişti. Öyle bir girdi ki Anadolu’ya Urfa, Adana, Antakya derken İznik’e kadar vardı. İznik Bizans için kutsal şehir, başkentlerinden biri. Yıl 1075… Yani Malazgirt zaferinden sadece dört yıl sonrası. İznik Ayasofyası’nı camiye çevirip ezan sesiyle süslüyor. Ve durmuyor. İstanbul’a sürüyor atını. Üsküdar’a kadar varıyor. Yıl 1081… Yani Anadolu’ya girdikten sadece on sene sonra. Ayasofya’yı görüyor. Niyeti, maksadı, gayesi asıl bu büyük Ayasofya’da ezan sesini yükseltmek.
Ama bir şey oluyor. Ardında, bizimkiler birbirleriyle bir kavgaya tutuşuyorlar. Birbirleriyle dövüşüyorlar. Çıkıp geri dönmeye mecbur kalıyor. Bizans ile Dragos Çayı Anlaşması’nı yapıp da çekiliyor geriye.
Bu geriye çekiliş bize neye mal oluyor, biliyor musunuz? Yaklaşık dört yüz seneye… Onun gelip de neredeyse kapısına dayandığı Ayasofya’dan içeri girmemiz için yaklaşık dört yüz sene daha beklememiz gerekti.
…
Şimdi bunu neden anlattım? Bilin ki bu memlekette bizi bir şekilde birbirimizle kavgaya tutuşturuyorlarsa ve birbirimize düşürüyorlarsa muhakkak büyük bir şeyleri başarmış ya da başarıyoruz demektir. Şimdi de tam öyle bence. Yine aynı oyun yine aynı hile. Biz birbirimizle kavgaya düşmüşken onlar yoldan döndürecek bizi.
Ama bizim bir dört yüz sene daha beklemeye tahammülümüz yok
7 May 2023 - 00:16
'Seni Abdülhamid’in yalnızlığına bırakmayacağız!'
yunus emre altıntas
Milletimizin şanlı dönemlerini yaşayanlar bunun ne derece farkındaydı acaba? “Muhteşem Süleyman” tabirini kendi milletimizden çok binlerce kilometre ötedeki Avrupalı hükümdarlar kullanıyordu. Yakın zamanlarda biz de bu tabiri kabul edip kullanmaya başladık. Ama keşke her şeyi zamanında anlayıp kavrayabilsek, değerini takdir edebilsek.
Balık, içinde gezindiği suyun kadrini kıymetini bilmez, hatta kendisine hayat veren bu kaynağın farkına bile varmaz derler. Nice güzelliğin kadri kıymeti elden gidince anlaşılıyor ne yazık ki… Sultan Abdülhamid’e yıllarca “Kızıl Sultan” diyenler kendi dönemindeki Batı hayranı sözde aydınlardı. Avrupalı Ermenilerin, Siyonistlerin kullandığı bu tabiri alıp kendi hükümdarları için söylemekten imtina etmediler. Fakat aynı Sultan Abdülhamid vefat edip de naaşı taşınırken “Bizi bırakıp nerelere gidiyorsun” diyen de aynı simalardı. Rıza Tevfik’i hatırlayın!
O Sultan Abdülhamid ki -meşhur tarihçilerimiz Halil İnalcık ve Kemal Karpat’ın anlatımıyla- Osmanlının ömrünü uzatan, ülke topraklarını bir baştan diğer başa demir yollarıyla tanıştıran; binlerce okul açarak milletimizi cehaletten aydınlığa çıkaran; yollar, köprüler, hastaneler, limanlar inşa eden; Çanakkale tabyalarını yaptıran; tüm bunlar vesilesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atan; hem de bunu çoğunlukla kendi kesesinden harcayarak yapan sıra dışı bir hükümdardı. Ünlü Avrupalı tarihçi François Georgeon “Sultan Abdülhamid” isimli eserinde bakın ne diyor: “Maarifperver diye övgülere boğulan Abdülhamid'in camiden çok okul yaptırdığına kuşku yoktur.Abdülhamid devrinin ayırt edici özelliği okulların daha önce hiç görülmemiş şekilde artması ve eğitim kalitesinin yükselmesidir.”
Şu sıralar şehrin caddelerinde Uğur Işılak’ın bir şarkısı yankılanıyor: “Yanlışa yanlış de/ Doğruya doğru/ Neyse onu söyle/ Doğruya doğru”… Şarkının bu sözlerini duyunca “vefa” kelimesi aklıma geldi. “Yiğidi öldür lakin hakkını yeme” demiş atalarımız. İçinden geçtiğimiz şu dönem ne kadar da Sultan Abdülhamid dönemini andırıyor. Bir yanda varıyla yoğuyla milleti için çırpınan bir lider, öte yanda var gücüyle ona çelme takmaya çalışan Batı hayranı sözde aydınlar. Diğer yanda ise tüm bu manzarayı açık net bir şekilde gören millet. Bu millet işin eğrisini doğrusunu takdir etmekte mahirdir. Er ya da geç hakikatler yerini bulur, tarih yeniden doğru şekilde yazılır. Tıpkı Sultan Abdülhamid Han’da olduğu gibi…
Karadeniz’de tüm milletimize 40 yıl yetecek doğal gaz bulunmuş iken bunu takdir etmesi gerekenlerin kulp bulma çabalarını gördükçe “tarih hep tekerrür mü edecek” diye hayıflanmadan edemiyor insan. Öte yanda Özdemir Bayraktar isminde bir yiğit çıkmış, evlatlarıyla birlikte vatan savunması için kritik öneme sahip projeleri hayata geçirmişken aynı sözde aydın tayfasının “beğenmezük”, “istemezük” nakaratıyla hezeyan etmeleri sizce de “Kızıl Sultan” diyen geçmişin hainlerini hatırlatmıyor mu? Fakat ne mutlu ki Allah’ın ayeti açık: “Zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Yıllarca Rahmetli Erbakan ile ilgili “takunyalı” diyerek dalga geçenler, “tank yapacağız, uçak yapacağız, kendi arabamızı yapacağız” diye haykırdığında ağız dolusu gülenler şimdi ardından rahmet okuyor. Heyhat! Önemli olan zamanında bu takdiri dile getirmektir. Her şey olup bittikten sonra Firavun tövbesinin kime ne faydası var? Erbakan gibi, Menderes gibi, Özal gibi, Nuri Demirağ gibi, Vecihi Hürkuş gibi nice vatan evladının önünü kesenler ülkemizi şaha kaldıracak projeleri hasıraltı edenler geçmişte “Kızıl Sultan” naraları atanlarla aynı zihniyetin insanlarıdır. Bunlar vatanın, milletin hayrına hiçbir şey yapmadıkları gibi bir şeyler yapmak isteyenlere de geçit vermezler. Değişen sadece zamandır! Hikâye aynı, roller aynı, taraflar aynı. Ama şükür ki artık eskisi gibi olanı biteni kenardan seyreden bir millet yok. Milletimiz iradesine sahip çıkıyor. İşin eğrisini doğrusunu araştırıyor. Yabancı istihbarat örgütlerinin organize ettiği toplum mühendisliği çabalarına prim vermiyor. İşte bu yeni durum her şeyi değiştiriyor. Tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi…
Duyarlı milletimiz “Seni Abdülhamid’in yalnızlığına bırakmayacağız!” naralarıyla tüm meydanları inletiyor. Bu manzara uyanışın, dirilişin, şaha kalkışın nişanesidir. İşte bu, geçmişten ders almış olmanın işaretidir. Defalarca aynı delikten sokulan milletimizin nihayet oynanan oyunların farkına vardığının alametidir. Ne mutlu bunun şuurunda olanlara.
Milletimiz, tarihinden aldığı güçle, inancından aldığı ilhamla yeni ufuklara yelken açmaya devam edecektir. “Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı vardır.” cümlesinin gereğini yaşatmaya devam edecektir. Çünkü Filistin’de, Somali’de, Bosna’da, Sudan’da, Doğu Türkistan’da, Karabağ’da, Irak’ta, Suriye’de ve daha nice farklı coğrafyadaki mazlumların kalbi “Büyük ve güçlü Türkiye” ideali için atmaya devam ediyor. Ayasofya’yı zincirlerinden kurtaran dualar bu kez de milletimizi saran son zincirleri parçalayacak ve “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya/ Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!” mısraları ülkemizin dört bir yanında yankılanacaktır. Yeter ki inanalım! Yeter ki yolumuzdan sapmayalım! Yeter ki vefalı olalım! Bu sorumluluğun farkında olanlara selam olsun. Günümüz aydın, geleceğimiz bugünümüzden daha aydın olsun
ÇANAKKALE’DE NE İÇİN DÜŞTÜ O BEDENLER ?
Çanakkale savaşı , M.Akif Ersoy’un şiirinde “ Kimi Hindu, kimi Yamyam , kimi bilmem ne bela …. “ diye...
20 Mart 2016 Pazar 8:20
Çanakkale savaşı , M.Akif Ersoy’un şiirinde “ Kimi Hindu, kimi Yamyam , kimi bilmem ne bela …. “ diye ifade ettiği gibi , Amerika’dan Avustralya’ya ; Rusya’dan İngiltere’ye kadar , Asya ve Afrika’daki sömürgeleri ve sömürgelerindeki Müslüman askerleri kullanmak da dahil olmak üzere , Payitaht İstanbul’a ulaşarak Osmanlı’yı yok etmeyi planlayan bir savaş . Ve Gelibolu , bütün güçleriyle saldırmalarına rağmen , kendilerine mezar olan bir kara parçası .
Savaş İttihat Terakki partisinin iktidarı döneminde yapılmaktadır . İttihat terakkici paşalar hiç gereği yokken Alman gemileriyle Rus limanlarını vurarak Osmanlı’yı savaşa sokmuş ve Galiçya’dan Yemen’e 30 cephede 4 yıl savaşılmıştır .
253.000 i savaş meydanında ; 150 .000 i hastanelerde olmak üzere 403.000 asker Çanakkale cephesinde şehit verilmiştir. Savunma savaşında bu kadar şehit verilmesi savaş uzmanlarınca subayların değil ; askerlerin fedakârlığı ve başarısı olarak değerlendirilmektedir. Çünkü Osmanlı askerleri karada ve siperlerde ; düşman ise denizde göz önündedir. Ayrıca bu savaşta uçak kullanılamamıştır .
Savaşın seyri kötüye doğru gitmektedir. Eldeki cephane de , suya döşedikleri mayın da hayli azalmıştır . Bir rivayete göre Nusret Mayın Gemisinin komutanı Cevat Paşa o gece rüyasında Peygamber efendimizi görür . Efendimiz boğazda ona bir şeyler işaret etmektedir. Rüya yorumlanır , normalde gemilerin boğaz geçişini engellesin diye mayınlar kıyıya dik olarak döşenir . Ancak yapılan yorum doğrultusunda Cevdet Paşa kaptana mayınları kıyıya dik değil paralel döşemesini emreder. Kaptanlar da gece karanlığından ve sisten istifade ederek o şekilde döşerler .
Gündüz olur , savaş tüm şiddetiyle devam etmektedir . Havran’lı Seyit’in tabyası vurulmuş , tabyada sadece Niğdeli Ali ile kendisi kalmıştır . Düşman gemileri top ateşine devam etmektedir. Karşılık vermek gereklidir ancak top mermisini kaldıran vinç de hasar görmüş , iş başa düşmüştür . Seyit , Niğde’li Ali’ye 215 kiloluk top mermisini sırtına vermesini söyler . Mermiyi sırtına alan Havran’lı Seyit bütün gücünü kullanarak onu topun ağzına sürer . Kendisi o zaman sade bir erdir , bildiği kadarıyla topa yan ve yükseliş değerlerini vererek top mermisini ateşler.
Ocean zırhlısı alt tarafından isabet alarak batmaya başlar , diğer gemiler Ocean batarken kendilerini de batırmasın ve diğer mermilere hedef olmayalım diye kıyıya doğru çekilmeye başlarlar. Kıyıya çekildikçe gece kıyı boyunca döşenmiş mayınlara çarpıp çarpıp batmaya başlarlar . Düşmanın deniz gücü büyük bir darbe almış ve artık muharebe gücü kalmamıştır . Tarih 18 Mart 1915 i göstermektedir .
Düşman güçleri bundan sonra kara saldırılarıyla Gelibolu yarımadasına çıkmaya çalışır , bir çok yerden saldırıya geçerler . Bu tümenlerden biri kolay bir çıkış yeri planlayarak gece karanlığında çıkarma yapmaya çalışır , ancak deniz akıntısı onları hiç planlamadıkları sarp bir kıyıya çıkarır . Osmanlılar düşman askerlerini fark edip ateşe başlarlar , artık başka bir yeri deneme şansları kalmamıştır , sarp da olsa o kıyıyı zorlayıp çıkmak isterler . İşte o cephenin komutanı da Mustafa Kemal’dir. Düşman çok fazladır ancak mutlaka engellenmeleri gereklidir. Mustafa Kemal’in dediği gibi “ Onlara taarruzu değil , ölmeyi emrediyordum , 10 dakika önce bütün arkadaşlarının gözleri önünde öldüklerini gördükleri halde , hiçbir tereddüt göstermeden sipere atlıyorlar ve canlarını feda ederek düşmana engel oluyorlardı .”
Çanakkale savaşının Başkomutanı bizlere okullarda ima edildiği gibi Mustafa Kemal değil , Alman General Liman Von Sanders’tir . Mustafa Kemal 34 yaşında Çanakkale cephesinde bulunan 400 yarbaydan birisidir. Ama orada önemli bir savunmayı idare etmiş , başarılı bir komutandır.
Ordu göğsünü siper yapmış ve Çanakkale 1915 de geçilememiştir ancak daha sonra müttefiki olduğumuz Almanya savaşta yenik düşünce Osmanlı da yenik sayılıp teslim olmuştur. Buradaki galibiyet Mustafa Kemal’e yenilgi ise Padişah Vahdettin’e yamanmaya çalışılmaktadır . Gerçek şudur ki Padişah tüm yetkileri fiili olarak elinden alınmış sembolik bir şahıstır . İttihat Terakki partisi her şeye hakimdir . Savaşa sokan da kendisidir mağlup olan da .
Çanakkale’de 400 000 insan kendisini siper ederek Devlet-i Aliyye – Osmani’yi korumak için can vermiş , görevini yapmıştır . Ancak yerine kurulan Cumhuriyet Devleti , devrimler adı altında Osmanlı’nın kanunları , alfabesi , dili , kültürü dahil her şeyini değiştirip 700 yıllık devlet geleneğine son vermiş , İhtilaf devletlerinin yapamadığını kendi elleriyle yapmıştır .
.
Çanakkale ruhuyla dik durmak
Arkasına ABD ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeleri alarak Ege ve Akdeniz’i bir barut fıçısı haline getirmek için her...
10 Eylül 2022 Cumartesi 10:14
Arkasına ABD ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeleri alarak Ege ve Akdeniz’i bir barut fıçısı haline getirmek için her türlü yol, provokasyon ve düşmanlığı deneyen Yunanistan Türkiye’nin bölgede global bir güç olmaması için BM, AB, NATO ve uluslararası alanlarda Türkiye düşmanlığına devam ediyor.
‘’Kıt’a Sahanlığı’’, ‘’FIR Hattı’’, ‘’Münhasır Bölgeler’’, ‘’Kıbrıs meselesi’’, ‘’Doğu Akdeniz’’, ‘’Libya Türkiye deniz yetki alanları’’, ‘’Petrol ve Gas arama sahaları ile araştırma gemilerimiz, Misak-i milli sınırlarımız içindeki Ege adalar gibi birçok konu bu krizin ana sebeplerini oluşturuyor.
Son günlerde Türk savaş uçaklarına yapılan S-300 füze kilitleme girişimi ve daha bunun gibi Türkiye Yunanistan arasında yıllardır süregelen bir sürü sorun Türkiye’nin uluslararası hukuk, aklıselim ve barışçıl çabalarından dolayı birçok çatışmayı önledi.
Girit Adasında konuşlanan Rus yapımı S-300 füzelerinin NATO görevi yapmakta olan F 16 savaş uçaklarımıza Yunan tarafından kilit atılması, Yunan savaş uçaklarının da aynı düşmanca tutumu izlemesi Türkiye tarafından uluslararası hukuka ve teammüllere göre apaçık bir düşmanlık ve saldırı olarak algılandı.
Bu durum Türkiye Yunanistan arasındaki gerginliği iyice arttırdı ve bardağı taşıran son damla oldu. Bile bile bir ülkenin egemenliğini çiğnemek sorumlu bir devlet anlayışından çok uzak bir tutum idi. Bundan sonra Yunanistan aynı şımarık ve düşmanca tutuma devam ederse; istenmeyen bir çatışma ve savaşı tetikleyebilir.
Savunma Bakanımız Akar aramızdaki tansiyonu tırmandıran Yunan tarafına en anlamlı bir uyarı dersini, ‘’Her zaman her yerde parolasıyla’’ görev yapan 113. Filo Komutanlığımızda verdi. Akar paşanın F 16 savaş uçağımız ile Kuzey Egede yaptığı özel uçuş Yunanistan’a diplomatik nezaketle, ama tavizsiz ve net olan Türkiye duruşunu gösterdi.
Uçuş sonrası Bakan Akar; ‘’Cin şişeden çıktı. Önümüzdeki dönemde milli muharip uçağımızı da, tankımızı da yapacağız. Bu konuda çalışmalarımız azimle, kararlılıkla devam ediyor’’ diye konuşan bakan Akar, bu arada, Yunanistan’a verdiği bu mesajla onun arkasında duran ABD, AB ve NATO ülkelerine de ciddi bir mesaj verdi.
Bundan sonra da aynı sorumsuz tutum ve şımarık davranışlar devam ederse; düşman tarafa misliyle karşılık verilecek anlamına gelen bu uyarı, Cumhurbaşkanımızın da Yunanistan’ın taşkınlıklarına hitaben; ‘’Şaka yamıyorum… Bir gece ansızın gelebiliriz.’’ demesi bu işin şakası olmadığının altını çizdi. Mavi vatanda Atina’nın atacağı herhangi yanlış bir adım ‘’Dananın kuyruğunu koparabilir.’’
Müttefikliğe, komşuluğa uymayan her düşmanca tutumun Türkiye’yi milli hak ve menfaatlerinden, alaka ve ilgi alanlarından geri adım attıramayacağını, kimseye verecek bir karış, toprağımız ve bir m2 denizimizin olmadığı herkese açıkça ilan edildi.
Durduk yere çıkarılan bu gerginliğin; Türkiye’nin ‘’ABD’den F 16 alımı, Mavi vatanda Türk uçaklarının uçmasının engellenmesi, egemenlik haklarımıza müdahale edilmesi, petrol arama gemilerimize şimdiden engel çıkarılması, Kıbrıs meselesi, AB Türkiye ilişkilerinin bozulması…’’ anlamına geldiğinin milletimiz farkında.
Daha düne kadar bizim olan 12 Adalar, BM’ nin üç daimi ve veto hakkına sahip başta; ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ile, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Finlandiye arasında yapılan görüşme ile Türkiye’nin oluru ve imzası olmadan 10 Şubat 1947 de Paris Anlaşmasıyla Yunanistan’a verilmesinin tarihi süreç ve Lozan Anlaşmasına zıt bir durumdur. Misak-i Milli sınırlarımız egemenlik sınırlarımız içinde olduğu bir gün mutlaka gündeme gelecektir.
Öteden beri süregelen Yunan tahrikleri askeri, ekonomik stratejik bir şah oyunu ve Türkiye’ nin elini kolunu bağlama ve onu köşeye sıkıştırmaya dönük eski bir Bizans entrika ve Haçlı taktiğidir. Türkiye bunun farkındadır. Pozisyonunu da ona göre almaktadır. Kılıçaslan, Fatih, yavuz ve Kanuni’nin çocukları bu Bizans ayak oyunlarının pekala bilir.
F 16 ile Çanakkale şehitleri üzerinden uçarken Bakan Akar paşanın, ‘’Çanakkale ruhuyla milletimizin hak, menfaat ve alakasını her ne pahasına olursa olsun savunacağız’’ yurdumuzun ve ordumuzun da ne durum ve konumda olması gerektiği konusunda gerekli sinyali verdi. Anlayana sivri Sinek saz…
Dışarıdan, ABD ve Fransa Yunanistan’ı gaz’a getirip kışkırtarak, içteki ‘’Birbirine benzemezler çetesini’’ manipüle ederek, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan ve ekibini saf dışı yapıp iktidardan düşürmek isteyen Haçlı batılıların içeride ve dışarıda kimlerle ne yapmak istediği milletimizce açık ve net olarak görülmektedir.
Abdülhamit Han’ın vefatının 105 . yılı dönümü münasebetiyle.
2.Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı ve 113. İslam halifesidir. Osmanlı İmparatorluğu tahtında 33 yıl görev yapmıştır. Bunalımlı bir dönemde...
10 Şubat 2022 Perşembe 20:51
KISACA ABDULHAMİT HAN KİMDİR? (21 Eylül 1842-10 Şubat 1918)
Sultan Abdülmecid’in oğlu olan Abdülhamit Han, 21 Eylül 1842 yılında İstanbul’da doğdu. 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan vefat etmiş, Abdülmecid’in diğer eşi olan ve çocuğu olmayan Piristü Kadın bakmış, Abdülmecid’in ölümünden sonra Abdülhamit Han’ın eğitimi ile amcası Abdülaziz yakından ilgilenmiştir. Bunalımlı bir dönem geçiren Osmanlı Devleti’nin başına geçen Abdülhamit Han, Batı’ya karşı dengeci olmuş Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş. Abdülhamit Han Osmanlı Devleti’nin 34. Padişahı ve 113. İslam halifesidir.
Gençliği
Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz, diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürdü.
Sultan Abdülhamit Han, Meclis-i Mebusan’ı kapatıp devlet idaresini eline alıp Ayastefanos antlaşmasını imzaladı. Berlin antlaşması ile kaybedilen toprakların bir kısmını geri aldı.
Abdülhamit Han büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti’ni dahiyane bir siyaset, adalet ve büyük bir kudretle yönetti. İki yüz elli milyon tutan Osmanlı Devleti’nin borçlarını yüz altı milyona indiren Abdülhamit Han, memlekete büyük bir imar faaliyeti ile eğitim öğretim seferberliği başlatmış cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü gibi bir çok icratın çoğunu kendi şahsi parasından yaptırmıştır. Ülkenin dört bir yanını demiryolları ile döşeyen Abdülhamit Han, Yunanlıların Girit’te isyan çıkartıp Türkler üzerinde toplu katliam yaptırması üzerine Yunanistan’ı harp ilan etti.
Yahudilerin Filistin’de devlet kurma isteğine karşılık Osmanlı Devleti’nin borçlarının silineceğinin teklifinde bulunan Yahudilerin önderi Theodore Herzl’e karşı Abdülhamit Han, İç ve dış düşmanlar Sultan Abdülhamit Han’ı tahttan indirmek için cephe aldılar. Sultan’ı gözden düşürmek için her türlü iftira atılırken diğer taraftan suikastlar yaptılar. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alanlar ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar.
Dine olan bağlılığı, güzel ahlakı, edep ve hayası, akıl ve adaletiyle bilinen Abdülhamit Han, milleti için gece gündüz çalışmış onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden devletin dörtten üçü elden çıkmış. 33 yıl idarede kalan Abdülhamit Han, tahtan indirilmesiyle Ortadoğu kan gölüne çevrilmiş Arap alemi siyonizmin kölesi haline gelmiştir.
31 Mart Vakası sebebiyle İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirilen Abdülhamid Han, Selanik’e gönderildi (27 Nisan 1909). 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda soğuk alıgınlığı ve mide rahatsızlığından vefat eden Abdülhamid Han’ın naşı Çemberlitaş’ta dedesi Sultan II. Mahmut’un türbesindedir.
Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı
Kudüs Demiryolu hizmete girdi
Ankara Demiryolu hizmete girdi
Kağıt Fabrikası kuruldu
Kadıköy Gazhanesi kuruldu
Beyrut’ta liman ve rıhtım inşaa edildi
Osmanlı Sigorta Şirketi kuruldu
Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi
Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi
Şam Demiryolu hizmete girdi
Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi
Galata Rıhtımı inşa edildi
Beyrut Demiryolu hizmete girdi
Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi
Mum Fabrikası kuruldu
Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi
Sakız Adası’nda Liman ve Rıhtım inşaa edildi
İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi
Tuna Nehri’nde Demirkapı Kanalı açıldı
Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi
Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi
Hicaz Telgraf hattı kuruldu
Hama Demiryolu hizmete girdi
Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu’na bağlandı
Hamidiye Suyu hizmete girdi
Dünyanın ilk dişçilik okulunu kurdu.
Paris’te İslam Külliyesi kurdu.
Selanik’te Liman ve Rıhtım inşaa edildi
Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşaa edildi
Sirkeci Garı ve Haydarpaşa Garı
Maden Fakültesi açıldı
Şam Tıp Fakültesi açıldı
Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı
Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu
Konya Ereğlisi’nde demiryolu hizmete girdi
Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu
Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu
Medine Telgraf Hattı kuruldu
Şam’da Elektrikli tramvay hizmete girdi
Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos’ta İstanbuldan kalkan tren, 3 gün sonra Medine’ye ulaştı
Pekin’de Üniversite kurdurdu. (Dar’ul Ulum’il Hamidiye = Hamidiye Üniversitesi)
Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektirdi.
Döneminde yaptırılan Demiryolları (Hicaz vb.)
Mekanı Cennet olsun.
MİLLÎ MÜCADELE'DE DİN ADAMLARI[1]
Ordudaki askeri gaza ve cihada teşvik için askerin maneviyatını yükselten, ordunun galip gelmesi için dua eden “ordu şeyhi” ilk olarak Fatih Sultan Mehmed zamanında atanmış olmak birlikte savaşlarda padişahların yanında ulema sınıfının önde gelenlerini görmek mümkündür. Mesela; Devletin kurucusu Osman Gazi’nin yanında Şey Edebali hazretlerini görüyoruz, Sultan II. Murad’ın İstanbul kuşatması sırasında Emir Şemsettin Buhari’yi, İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed’in yanında hocası Akşemsettin’i, Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Seferi sırasında Nurettinzade Şeyh Müslihuddin Efendi’yi, Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin Ferhat Paşa ile Tebriz seferine katılmasını, İştibli Emir Abdülkerim Efendi’nin Estergon seferine, Sultan II. Osman’ın Lehistan seferi sırasında Şeyh Beşir Efendi’nin yanında olduğu vakidir. Galata Mevlevihane’si Postnişîni Adem Dede Hotin seferine, Muhammet Nazmî Efendi 1663 senesindeki Uyvar seferine, Derviş Çelebi 1672’deki Kamaniçe seferine katılmışlardır. Vanî Mehmet’in 1683’teki Viyana kuşatmasında ordu vaizi olarak görevlendirildiği bilinmektedir. Bunlardan başka, Sultan II. Mustafa’nın Avusturya seferine, Bosnalı Mustafa Efendi ile birlikte Kasım Paşa, Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye Camilerinin vaizlikleri görevini de üstlenmiş olan Himmetzâde Abdullah Efendi’nin ordu vaizi olarak katıldığı görülmektedir. Ordu sefere çıktığında padişahların yanında dönemin ileri gelen din adamlarından silah kuşanarak askere moral vermek ve zafer kazanmak için dua ettiklerini ve savaşta yer aldıklarını görüyoruz.
Vatanın işgallerden kurtarılması ve milletin bağımsızlığının korunması için, pek çok din adamı önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Onlar, cami kürsülerinde, meydanlarda düzenlenen mitinglerde kurdukları cemiyetlerde, hatta cephelerde halka rehberlik etmişlerdir. Ayrıca bu uğurda hiç çekinmeden mallarını sarf edenler olduğu gibi, bir kısmı da şehit olmuştur.
Milli Mücadelede şehit edilen din adamlarından bazıları;
Nisan 1920'de Gönen Müftüsü Şevki Efendi Anzavur'un adamlarınca,
İvrindi'de Dersiam Ali Rıza Efendi Yunan askerlerince,
Ekim 1920'de Müderris Sivaslı Ali Kemali Efendi Delibaşlı Mehmet taraftarlarınca,
Nisan 1921'de de Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi Yunan kuvvetlerince
2 Şubat 1926'da Eşme Müftüsü Hacı Ahmet Nazif Efendi'de Milli Mücadele'deki hizmetleri yüzünden Madanoğlu Mustafa'nın yakınları tarafından şehit edilmiştir.
Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi:
İzmir'in işgalinden sadece dört saat gibi kısa bir süre sonra düzenlediği mitingde "işgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir." diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi'nin etrafında Denizlililer hemen birleşmişleridir. O, bu tarihi konuşmasında şöyle diyordu:
"Muhterem Denizlililer!... Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir, vatana karşı işlenen suçların, Allah ve tarih önünde affı imkânsız ve günahtır. Cihat, tam manasıyla teşekkül etmiş dini görev olarak karşımızdadır.
Hemşehrilerim, karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan'a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan'ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir'de şu birkaç saat içinde işledikleri cinayetler gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz, tüfeksiz olarak sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile, kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zafer kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazidir.
Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir. Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmekten başka bir çarenin olmadığını söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar, irade ve kararlarına sahip değillerdir. Bu vaziyette onların emri ve fetvası aklen ve dinen caiz, makbul ve muteber değildir. Doğru olan vatan savunması ve bağımsızlık uğruna cihattır. Korkmayınız. Üzülmeyiniz. Bu liva-yi hamdin altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak Cihad-ı Mukaddes Fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz."
Ahmet Hulusi Efendi'nin konuşması ve düzenlenen miting, çevre il ve ilçelerde de etkili olmuştur. 16 Mayıs Cuma günü Acıpayam, Sarayköy ve Tavas ilçelerinde, 17 Mayıs Cumartesi günü ise Çal ilçesinde mitingler düzenlenmiş ve Yunan işgalini protesto telgrafları çekilmiştir.
Diğer taraftan Müftü Ahmet Hulusi Efendi ilk fiili savunma örgütünü kuranlardandır. Denizli Kuva-yi Milliyesi adını alan bu teşkilatın sevk ve idaresi için yakından ilgilenmiştir. Dinar ve Afyon-Karahisar'a gitmek suretiyle bu ulusal kuvvetin ikmalini sağlamıştır. Milli Mücadele'de Denizli hatta sadece Milli Mücadele denildiği zaman ilk akla gelen isim kuşkusuz onun ismidir.
Bu yüzden “İstiklal Savaşı'nda Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?” adlı eserin yazarı Rahmi Apak'ın da tespit ettiği gibi, "Yalnız Denizlililer değil, bütün Türk milleti Ahmet Hulusi Efendi ile iftihar edecektir."
Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi:
Bir diğer din adamı Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, 16 Mayıs 1919 tarihinde düzenlediği mitingde halka İzmir'in kafir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kafirlerin bulunduğu yerde Cuma namazı kılınamayacağını ve kılınmasının da caiz olmadığını bildirerek, düşmana karşı konmasını istemiştir.
Denizli-Çal Müftüsü Ahmet İzzet (Çalgüner) Efendi:
Çal ilçesinde ve çevresinde halkın ulusal harekete katılmaları için çalışmalarda bulunan din adamlarının ilklerindendir. O, 17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camii'nde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla karşı konulmasının gerekli olduğunu anlatmıştır. Daha sonraki günlerde de aynı camide yapılan toplantılarla halkı düşmana direnme konusunda bilinçlendirmeye ve örgütlemeye çalışmıştır. Bu amaçla, ilçenin nüfuzlu kişileri ile toplantı yapmıştır.
Bu toplantıda; "Allah’ımız bir, kitabımız bir, vatanımız bir olduğuna göre korumaya da mecburuz. Kutsal değerlerimizi savunmak için Allah'ın ve Peygamberin emirlerine uymak gereklidir. Çöken saray saltanatının yerine milletin kalbindeki iman nuru bir kat daha parlamıştır..." şeklinde yürekleri ürpertici bir konuşma yapmıştır. Ayrıca Ahmet İzzet Efendi, toplantıda hazır bulunanlardan bir de imzalı senet almıştır. Çal halkından 20 kişinin imzaladığı senette; "Efendim, yukarıda isimleri yazılı olanlar, cümlemiz dinimizi, vatanımızı, namusumuzu korumak için size iştirak etmeye söz veriyoruz. Buna dair her ne emir olursa ifasına hazırız."
Çal Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin de kurucularından olan Ahmet İzzet Efendi, Çal ve çevresinden topladığı 100 gönüllü ile Aydın-Köşk cephesinde düşmanla çarpışmıştır.
Aynı şekilde Acıpayam Müftüleri Hasan (Tokcan) Efendi ile Mehmet Arif Akşit (1920'de Hasan Efendi milletvekili seçilince yerine müftü olmuştur) ve Tavas Müftüsü Cennetzade Tahir ve Tavas Bektaşi Tekkesi Postnişini Mazlum Baba (Babalım) Efendiler de ilçelerinin halkını Milli Mücadele lehinde bilinçlendirmişlerdir. Acıpayam Müftüsü Hasan Efendi de çevresine topladığı gönüllülerden oluşturduğu Acıpayam Müfrezesi ile, Aydın cephesine gitmiş ve düşmana karşı vatan topraklarını savunmuştur.
Aydın halkının direnişe katılmasını sağlamakta zorluk çeken 57. Tümen Komutanı Albay Şefik Bey, Muğla'nın Bozöyüklü bucağından Hatip Hacı Süleyman Efendi'yi Çine'ye davet eder. Daha önce Muğla'daki ulusal örgütlenmede görev almış olan Hacı Süleyman Efendi, 12 Haziran 1919'da Çine'ye gelmiştir. Buranın ileri gelenleriyle görüşerek aynı gün Çine Heyet-i Milliyesi'nin kurulmasını sağlar.
Aydın merkezinde yine milli ordu fahri müftüsü olarak cephelerde hizmet yapan Aydın I. Dönem TBMM üyelerinden Esat İleri, ile Nazilli'de Müderris Hacı Süleyman Efendi'nin önemli hizmetleri olmuştur. I. Dönem için İzmir'den milletvekili de seçilen Hacı Süleyman Efendi, Demirci Mehmet Efe'nin Milli Mücadele lehinde hizmete katılmasında etkili olmuştur. Ayrıca Aydın Karacasu Müftüsü Mustafa Hulusi, Bozdoğan Müftüsü Hasan Tahir, Çine Müftüsü Ahmet Efendilerin de önemli hizmetleri olmuştur.
İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi:
Yunan işgali öncesinde İzmir'de düzenlenen mitingde İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, “vatan sevgisinin imandan olduğunu, İzmir'in asırlardır ezan sesleri yükselen semalarında kulakları tırmalayan çan seslerine katlanmaktansa şerefle ölerek şehadet şerbetini içmenin daha iyi olacağını” açıklayarak, konuşmasını şu sözlerle bitiriyordu:
"Kardeşlerim!. Ciğerlerinizde bir soluk nefes kaldıkça, damarlarınızda bir damla kan kaldıkça, anavatanımızı düşmanlara teslim etmeyeceğinize Kur'an-ı Kerim'e el basarak benimle birlikte yemin edin."
Rahmetullah Efendi, İzmir Valisi İzzet Bey'in Yunan işgaline karşı konulmaması emri üzerine de;
"Vali Bey!. Bu sakalım kanımla kızarabilir, ama bu alına Yunan alçağını sükunetle selamlamış olmanın karasını sürerek, Huzur-u İlahiye'ye çıkamam." diye haykırmıştır. Bu arada Müftü Efendi, toplantıyı da terk etmiştir.
İşte bu suretle Yunan işgaline ilk isyan bayrağını çeken Rahmetullah Efendi, işgalden sonra da çalışmalarını gizli olarak sürdürmüştür.
Manisa Müftüsü Alim Efendi:
Manisa'da da Manisa Müftüsü Alim Efendi, Cemiyet-i İslamiyye adıyla bir örgüt kurarak faaliyete geçmiştir. İzmir'in işgalinden sonra Müftü Alim Efendi, Kırkağaç Müftüsü Hacı Rıfat Efendi, Burhaniye Müftüsü Mehmet Muhip Efendi, Edremit Müftüsü Hafız Cemal Efendi, Tire Müftüsü Sunullah Efendi, Yunan işgalini dini açıdan değerlendiren bir fetva vermişlerdir. Bu fetvada, Yunan işgal ve zulmünün haksızlığı belirtildikten sonra, buna karşı eyleme geçmenin dini bir ödev olduğu açıklanıyordu. Ayrıca, Yunanlılarla birlikte Damat Ferit Hükümeti de protesto edilmiştir. Bundan dolayıdır ki, bu fetvayı veren din adamları, Yunan makamları ve hem de İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkum edilmiştir.
Manisa Müftüsü Alim Hoca, Manisa'nın işgalinden sonra bir süre Manisa'da kalmış, Manisa'daki çalışmalarının Yunanlıları rahatsız etmesi ve yukarda sözü geçen fetva dolayısıyla idama mahkum edilmesi üzerine Balıkesir'e geçerek, Redd-i İlhak Kurulu'nda faydalı hizmetlerde bulunmuştur. Dördüncü Balıkesir Kongresi'ne delege olarak kabul edilmiş, Heyet-i Merkeziye'nin fahri üyesi unvanı verilmiştir.
Batı Anadolu’da Milli Mücadeleye Katılan Din Adamlarından Bazıları:
Balıkesir Müftüsü Hacı Ahmet Efendi, I. Dönem TBMM üyelerinden Müderris Abdülgafur (Iştın) ve Hasan Basri (Çantay) Efendiler,30 Edremit Müftüsü Cemal Efendi, Biga Müftüsü Hamdi Efendi, İvrindi'de Hafız Hamit Efendi ve Yunan askerlerince şehit edilen Dersiam Ali Rıza Efendi, Fart nahiyesinde Miderris İbrahim Efendi, Balya Müftüsü Hüseyin Efendi, 1920 Nisan'ında Anzavur Ahmet'in adamlarınca şehit edilen Gönen Müftüsü Şevket Efendi, Bandırma Müftüsü Hakkı Efendi, Tire Müftüsü Sunullah Efendi, Uşak Müftüsü Ali Rıza Efendi, Uşak-Sabık Müftüsü İbrahim (Tahtakılıç) Bey,31 Eşme Müftüsü Nazif Efendi, Turgutlu Müftüsü Hasan Basri Efendi, Demirci Müftüsü, İsmail Hakkı, Soma Sabık Müftüsü Osman Efendi, Bakırlı Hafız Hüseyin Efendi, Salihli Sabık Müftüsü Mehmet Lütfi Efendi, Manisa Müftüsü Alim Efendi'nin görevden alınması üzerine yerine müftü olan Abdulhamit Efendi, Kırkağaç Müftüsü Hacı Rıfat Efendi ve Demirci Müftüsü İsmail Hakkı Efendi gibi isimler çalışmalarda bulunmuştur.
Kırkağaç Müftüsü Hacı Rıfat Efendi, Ayvalık cephesinde fiilen savaşa katılmış ve düşmana esir düşmüştür. Cephede düşmanla çarpışırken esir düşen bir diğer isim de, Manisa Müderrislerinden Hacı Hilmi Efendi'dir. Bu iki din bilgini, Atina'da uzun süre esaret hayatı yaşamışlardır. Bu arada Milli Mücadele lehindeki çalışmalarından dolayı Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi de 1921 Nisan'ında da Yunan askerlerince şehit edilmiştir.
Güneydoğu Anadolu’da Milli Mücadeleye Katılan Din Adamları:
Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa'da da halka mücadele fikrini aşılayanlar, yine din adamlarıdır. Bunlar, Adana'da; Müftü Hüsnü, Müderris Abdullah Faik Çopuroğlu, Çamurzade Hafız Osman Efendi (Kozan Müftüsü), Abdülmecid Efendi (Bahçe Müftüsü), Yusuf Ziya Efendi (Osmaniye Müftüsü), Mehmet (Aldatmaz) Efendi (Karaisalı Müftüsü), Kahramanmaraş'ta; Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurucularından Vezir Hoca diye tanınan Mehmet Alparslan, Hoca Hasan Rafet Seçkin ve Hoca Ali Sezai Kurtaran Hoca Efendiler, Gaziantep'te; Müftü Rıfat Efendi, İmam-Hatip Kazım, Mehmet, Abdülkadir ve Müezzin-Kayyim Ahmet Efendiler, Urfa'da; Müftü Hasan Hüsnü, Harran Müftüsü Mustafa Sırrı, Viranşehir Müftüsü İbrahim, Şeyh Saffet (Yetkin), Müftü Osman (Siverek Müftüsü) ve Müderris Alim Asım Efendiler gibi din bilginleridir.
Onların önderliğinde emsalsiz bir savunma hareketi olan Maraş Müdafaası gibi müstesna bir kahramanlık örneği verilmiştir. Kahramanmaraş halkının Ermeni çeteleriyle Fransız askerlerine karşı koymasında Rıdvan Hoca'nın "Türk ve İslam hakimiyetinin bulunmadığı bir yerde Cuma namazı kılınmaz." fetvası etkili olmuştur. Özellikle Sütçü İmam'ın ilk kurşunu atması bu yörede de Milli Mücadele kıvılcımının ateşlenmesi için kafi gelmiştir.
Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Börekçi:
Atatürk Ankara’ya yaklaştığında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rıfat Efendi Ankara’daki İngiliz ve Fransızlara Kuvayı Milliye’nin gücünü göstermek için geceli gündüzlü çalışarak bölgedeki bütün seymenlerin karşılama törenine katılmalarını sağlamaya çalışmıştır.
Anadolu Haraketinin meşru olduğuna dair hazırlanan fetvanın baş mimarı da olan Rıfat Börekçi Milli Mücadeleye maddi yönden de yardımda bulunmuştur. Öyle ki kendisi ve eşi için ayırdığı cenaze parasını bir kese içinde M. Kemal Paşaya vermiştir.
Cemal Kutay, Ali Fuat (Cebesoy)’dan naklen Müftü Rıfat Börekçi’nin “Millet Meclisi binası olarak hazırlanmasına karar verilen yarım kalmış okul binasının yapımının tamamlanmasını, şahsi imkanıyla sağladığını, M. Kemal Paşa’ya Ankara adına armağan edilen ve o zaman ki adıyla adı “Papazın Bağı” olan Çankaya’daki bir yapıyı sahiplerinden almak için şehrin eşrafını tespit eden listenin başına kendi adını eliyle yazdığını, Heyet-i Temsiliye Ankara’ya geldiği zaman, Belediye’nin misafiri sayılması kararını aldığını bu müddet içinde de evvela, 1000, daha sonra 800 lira toplayarak bunlardan birincisini Mazhar Müfit Beye, ikincisini Cevad Beye verdiğini…” belirtir.
Rıfat Börekçi hakkındaki anlatılanlardan birisi de şudur: “Atatürk, Sivas’tan Ankara’ya yeni gelmişti. Devlet hazinesi bomboştu. Hükümet 3-4 bin lirayı bir araya getirmekte sıkıntı çekiyordu. Bir gün Atatürk’e çok inanan biri olan, Rıfat Börekçi, elinde bir mendile sarılmış 1200 lira kadar bozuk para ile Mustafa Kemal’i ziyarete geldi ve ağzı bağlı mendili masanın üzerine bıraktı. Atatürk kendisini son derece duygulandıran bu davranışın anısın hiçbir zaman unutmamıştı. Her bayram Rıfat Börekçi’ye bir hediye gönderir ve buna 1200 liralık bir çeki de eklerdi.”
Cemal Öğüt Hoca:
İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırmada hizmet edenlerden birisidir. Kızı Hikmet Öğüt bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Şimdi Teknik Üniversiteye ait bulunan Maçka silahhanesi o zaman işgal kuvvetlerinin çok sıkı kontrolü altındadır. Buraya girmek ve hele oradan silah kaçırmak adeta imkansız bir iştir. Ama, babacığım oradaki silahları Anadolu’daki mücahitlere sevk etmeyi kafasına koymuştu.
Babam kocaman bir tabut hatırlatır. Etrafına da beş-on cemaat. Bunlardan birinin rol gereği Maçka Silahhanesindeki asker oğlu ölmüştür. Şimdi gidip cenazeyi oradan alacaklar ve gerekli vazifeler yapıldıktan sonra götürüp defnedeceklerdir. Cenaze sahibi rolündeki zatın eline, mendile sarılmış acı soğan verilir. Adamcağız bunu ikide bir yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarık ve cübbesi ile babam, arkasında da cenaze sahibi ve tabutu taşıyanlar Maçka kışlasına girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeri giren cemaat kendi üzerlerini ve kocaman tabutu ağzına kadar silahla doldururlar ve yine üzgün bir eda ile çıkıp giderler.”
Konya’da Milli Mücadeleye Katılan Din Adamları:
Konya'da Milli Mücadele'yi fikirde, şuurda ve vicdanda yerleştiren, bin bir güçlük ve yokluk içinde istikrarlı bir yönetim kuran Müderris Ali Kemali, Mehmet Vehbi, Müftü Ömer Vehbi, Seydişehir Müftüsü İsmail Hakkı ve Abdülhalim Celebi gibi önde gelen şahsiyetlerdir. Ali Kemali Efendi, Ekim 1920'de Delibaş Mehmet'in adamlarınca şehit edilmiştir.
Diğer Bölgelerde Milli Mücadeleye Katılan Din Adamları:
Antalya'da Müftü Yusuf Talat, Müderris Rasih (Kaplan), Hacı Hatip Osman ve Çil Ahmet ve Alanya Müftüsü Ahmet Efendiler, Burdur'da; Müderris Hatipzade Mehmet ve Müftü Halil Efendiler, Isparta'da; Müderris Hafız İbrahim (Demiralay), Müftü Hüseyin Hüsnü, Şeyh Ali, Müderris Şerif, Eğridir Müftüsü Hüseyin Hüsnü, Yalvaç Müftüsü Hüseyin, Sütçüler'de Müderris İsmail, Şarki Karağaç Müftüsü Ahmet (Bilgiç), Uluborlu Müftüsü Tahir Efendiler, Afyon'da; Müftü Hüseyin (Bayık), Gümüşzade Bekir, Müderris İsmail Şükrü, Mehmet Şükrü, Gevikzade Hacı Hafız ve Müderris Bolvadinli Yunuszade Ahmet Vehbi Efendiler, Kütahya'da; Müftü Fevzi, Müderris İbrahim, Mazlumzade Hafız Hasan, Hacı Musazade Hafız Mehmet ve Müftü Mehmet Akif (Simav Müftüsü), Müftü Süleyman (Gediz Müftüsü) Efendiler, Bilecik'te; Müftü Mehmet Nuri ve Söğüt Müftüsü Mustafa (Kilerci) Efendiler, Bursa'da; Müftü Ahmet Hamdi, Şeyh Servet, Mustafa Fehmi (Karacabey Müftüsü), Ahmet Vasfi (Gemlik Müftüsü), Mehmet Niyazi (Mudanya Müftüsü), Osman (Mustafa Kemal Paşa), Fehmi (İnegöl Müftüsü), Yusuf Ziya (Orhaneli Müftüsü), Hüseyin Hüsnü (Yenişehir Müftüsü), Müderris Hacı Yusuf, Ömer Kamil, Hacı Sadık, Şeyh Hacı Ahmet, Abdullah, Mehmet Kamil, Ali Rıza ve Mustafa Kamil Efendiler, İzmit'te; Halil Molla, Rıfat Hoca, Osman Nuri, Hafız Eşref, Kara Hafız Maksut, İmam-Hatip Mehmet Ali, Geyve'den Hafız Fuat Çelebi ve Hoca Bekir Efendiler, Eskişehir'de; Müderris Veli, Abdullah Azmi, Müftü Salih, Müftü Mehmet Ali Niyazi (Sivrihisar Müftüsü), Abdulgafur (Mihalıççık Müftüsü), Kırşehir'de; Müftü Halil, Müfit (Kurutluoğlu), Hacı Bektaş Veli Dedesi Çelebi Cemalettin, Niyazi Salih Baba ve Hayrullah (Çiçekdağı Müftüsü), İbrahim (Mucur Müftüsü) Efendiler, Niğde'de; Müftü Mustafa Hilmi, Müderris Abidin Efendiler, Aksaray'da; Müftü İbrahim Efendi, Nevşehir'de; Müftü Süleyman Efendi, Çankırı'da; Müftü Ata ve Mehmet Tevfik, Çerkeş Müftüsü Mustafa Efendiler, Çorum'da; Müftü Ali, Müderris Kazım ve İskilip Müftüsü İsmail Hakkı Efendiler, Yozgat'ta; Müftü Mehmet Hulusi (Akyol), Kadı Halil Hilmi, Müderris Hasan, Şükrü Kaya, Şükrü Aksoy ve Abdullah (Boğazlayan Müftüsü) Efendiler, Kayseri'de; Müftü Nuh, Ahmet Remzi ve Müderris Mehmet Alim, Gürün Müftüsü İsmail Fehbi, İncesu Müftüsü Mahmut, Bünyan Müftüsü İbrahim Hakkı Efendiler, Malatya'da; Müderris Tortumluzade Hacı Hafız Mustafa ve Mustafa Fevzi Efendiler, Mersin (İçel)'de; Hocazade Emin, Kadı Ali Sabri (Tarsus Kadısı), Müderris Naim, Ali Rıza, Mut Müftüsü Mustafa Kazım ve Silifke Müftüsü Ali Efendiler, Kilis'te; Müderris Abdurrahman Lami Efendi, Diyarbakır'da; Müftü İbrahim ve Müderris Abdülhamit, Abdurrahman (Silvan Müftüsü), Ahmet (Lice Müftüsü) Efendiler, Mardin'de; Müftü Hüseyin ve Müderris Hasan Tahsin Efendiler, Siirt'te; Müftü Halil Hulki ve Salih, Müderris Hoca Ömer Efendiler, Bitlis'te; Müftü Abdülmecit Efendi, Hakkari'de; Müftü Ziyaeddin Efendi, Van'da; Müftü Hasan, Müderris Abdülhakim (Arvasi) ve Sadık Efendiler, Muş'ta; Müftü Hasan Kamil ve Müderris İlyas Sami Efendiler, Bingöl'de; Müderris Fikri Efendi, Elazığ'da; Müftü Halil ve Mahmut, Müderris Muhiddin ve Mustafa Şükrü Efendiler, Ağrı'da; Müderris İbrahim ve Abdülkadir Efendiler, Kars'ta; Müftü Ali Rıza, Müderris Ahmet Nuri Efendiler, Artvin'de; Müftü Ahmet Fevzi, Yusufeli Müftüsü Ahmet Efendiler, Erzurum'da; Kadı Hoca Raif, Müftü Solakzade Sadık, Kadı Hurşit, İspir Müftüsü Ahmet, Oltu Müftüsü Mehmet Sadık, Narman Müftüsü İsmail Hakkı, Müderris Emin, Yakup ve Nusret (Alay Müftüsü), Hınıs Müftüsü Şeyh Bahaeddin Efendiler, Erzincan'da; Müftü Osman Fevzi, Şeyh Fevzi, Müftü Şevki (İliç Müftüsü) Efendiler, Sivas'ta; Müftü Abdürrauf (Sarısözen), Kadı Hasbi, Müderris Feyzullah Moralı, Akdağmadeni Müftüsü Mehmet Edip, Müderris Mustafa Taki Efendiler, Gümüşhane'de; Müftü Mehmet Fevzi, Müderris Mustafa, Azmi ve Müftü Hasan (Şiran Müftüsü) Efendiler, Baybur'ta; Müftü Fahrettin Efendi, Rize'de; Mehmet Hulusi, Müderris İbrahim Şevki, Şeyh İlyas ve Mataracızade Mehmet Şükrü Efendiler, Trabzon'da; Müftü Mahmut İmadeddin, Ahmet Mahir, Müderris İbrahim Cüdi, Mehmet İzzet (Akçabat Müftüsü), Mehmet Kamil (Maçka Müftüsü) ve Müderris Hatipzade Emin Efendiler, Giresun'da; Müftü Ali Fikri, Alizade İmam Hasan, Görele Müftüsü Şevki ve Tirebolu Müftüsü Ahmet Necmeddin Efendiler, Ordu'da; Müftü Ahmet İlhami Efendi, Samsun'da; Müftü Yusuf Bahri, Müderris Adil, Ömerzade Hoca Hasan, Havza Müftüsü İsmail, Bayram Efendiler, Tokat'ta; Müftü Katipzade Hacı Mustafa, Hoca Fehmi, Müftü Yardımcısı Ömer ve Hafız Mehmet, Niksar Müftüsü Mustafa Fehmi Efendiler, Kastanonu'da; Müftü Salih, Müderris Şemzizade Ziyaeddin, İnebolu Müftüsü Ahmet Hamdi, Taşköprü Müftüsü Mehmet Emin, Daday Müftüsü Rüştü, Tosya Müftüsü Bahaeddin, Araç Müftüsü Hasan Tahsin, Sinop'ta; Müftü Salih ve İbrahim Hilmi, Boyabat Müftüsü Ahmet Şükrü, Ayancık Müftüsü İsmail Hakkı, Bartın'da; Müftü Hacı Mehmet Rıfat Efendi, Zonguldak'ta; Müftü İbrahim, Devrek Müftüsü ve Kadısı Abdullah Sabri, Mehmet Tahir, Ereğli Müftüsü Mehmet Müderris Nimet Efendiler, Karabük'te; Saframbolu Müftüsü Said Efendi, Amasya'da; Müftü Hacı Tevfik, Vaiz Abdurrahman Kamil, Gümüş Hacı Köy Müftüsü Ali Rıza, Müderris Hoca Bahaettin, Hacı Mustafa Tevfik, Erbağ Müftüsü Abdullah Fehmi, Ali Kethüda Efendiler, Bolu'da; Müftü Hafız Ahmet Tayyar, Müderris Mehmet Sıtkı Efendiler, Düzce'de; Müftü Ahmet Efendi, Trakya'da; Edirne Müftüleri Mestan ve Şaban, Saray Müftüsü Ahmet, Keşan Müftüsü Raşit ve Şarköy Müftüsü Asım Efendiler, İstanbul'da; Şeyh Ata (Özbekler Dergahı Şeyhi) Efendi, Saadeddin Ceylan (Hatuniyye Dergahı Şeyhi) Efendi, Vaiz Cemal Öğüt Efendi ve Ankara'da; Müftü Mehmet Rıfat, Müderris Hacı Atıf, Beynamlı Mustafa, Medreseler Müdürü Hoca Tahsin, Aslanhane Camii İmam-Hatibi Ahmet, Müderris Hacı Süleyman, Müderris Abidin, Müderris Abdullah Hilmi ve Hacı Bayram Şeyhi Şemsettin Efendiler. Bunlar Milli Mücadele'nin önde gelen din adamlarıdır.
Bu bölümü bitirirken bir hususu da belirtelim. Din adamı olmadıkları halde Kurtuluş Savaşı'nda halkın dini ve milli duygularını galeyana getirerek, bunu zafer için en etkili bir araç olarak kullanabilenler de vardır. Örneğin, Mustafa Kemal Paşa bu kişilerin başında gelir. O, her gittiği yerde -özellikle Milli Mücadele'nin ilk günlerinde- ilk önce din adamları ile temasa geçmiştir. Zaman zaman dini içerikli konuşmalar yapmıştır. Yine Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, din adamlarından daha fazla dini heyecanı harekete geçiren hizmetler ifa edenlerdendir. Bu arada Üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar da, Batı Anadolu halkını Milli Mücadele lehinde bilinçlendirmek için yaptığı çalışmalarda Galip Hoca takma adını kullanmıştır.
Atatürk'ü Anadolu'da İlk Karşılayanlar
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'da ilk karşılayanlar, din adamlarıdır. O günkü olaylara tanık olanları konuşturmaları suretiyle tespit edilen bu gerçeklere ait bir iki pasajı dikkatlerinize sunuyoruz:
"... Hasta olan mutasarrıf evinden çıkmadığı için Dokuzuncu Ordu Müfettişini karşılamaya gelememiştir. Belediye reisi yok... vekalet eden zât da Çarşamba'da arazisinin bulunduğu köydedir. Belediye Meclisi'nden bir zât, Hacı Molla, Atatürk'e şehir namına hoş geldiniz diyor..."
"25 Mayıs 1919 akşam üstü (Mustafa Kamal Paşa) Havza'ya geldi. Ertesi günü, başlarında ulemadan Hacı Mustafa Efendi'nin bulunduğu bir heyet kendisini ziyaret ederek memleket meseleleri hakkında görüşmelerde bulundular. Bu zâtlar diğer bir gece Belediye Reisi'nin evinde toplanarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni teşkil ettiler."
Dokuzuncu ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, karargahıyla Amasya'ya geldiği 15 Haziran 1919 günü kendisini karşılayanların başında Müftü Hacı Tevfik ve Vaiz Abdurrahman Kamil Efendiler bulunuyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa'nın Kurmay Başkanı Binbaşı Hüsrev Bey (Gerede) karşılamayı şöyle anlatmaktadır:
En gönülden ve coşkun karşılama Amasya'da oldu. Başlarında Müftü Efendi'nin olduğu beldenin mümtaz heyeti bizi şehrin dışında karşıladı. Saraydüzü'ndeki bu merasim Paşa'nın gözlerini yaşarttı. Müftü Efendi itimat telkin eden nurani çehresiyle ilerleyerek Paşa'ya yüksek seda ile;
"- Paşam!. Bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun."
Asla beklemediğimiz bu hitap, aynı zamanda istikbalin teşhisi idi. Peşinden elini uzatan bu mübarek insanın elini öpmek ister gibi eğildi. O, üzerinde üniforması olan Anafartalar Kahramanı'nı muhabbetle kucakladı ve yanındaki zevatı birer birer tanıttı. Milli Mücadele'de ilk defa bütün bir şehir safhalarını öğrenme ihtiyacını duymadan, çetinliği besbelli olan vatan kurtuluşu mücadelesini, bayrağını açma kararındaki bir evladının saffına katılıyor ve bunu mütaber bir din adamının rehberliği, delaleti, öncülüğü ile yerine getiriyordu...
Müftü Efendi'nin sağladığı huzur, güven ve imkanlar sayesinde Misak-ı Milli'nin temeli olan tarihi Amasya Protokolü 21 Haziran 1919'da burada yayımlanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum'a varmadan Ilıca'da bir heyet tarafından karşılanmıştır. Bu heyetin içerisinde 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir ve Vali Münir Bey'in yanı sıra, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Erzurum Şubesi Başkanı Raif (Dinç) Hoca da vardı.
Sivas'ta da Mustafa Kemal Paşa'yı ilk karşılayanlar arasında Müftü Abdurrauf Efendi bulunmaktadır. Müftü Efendi'nin bu konudaki faaliyetlerinden Vali Reşit Paşa anılarında şöyle söz etmektedir:
"(Sivas kongresi'nin hazırlıklarıyla) Kolordu Komutanı Miralay İbrahim Tali Bey, Sabık Mebus Rasim bey, Müftü Abdurrauf ve Emir Paşa gibi zevat meşgul oluyorlardı. Kongrenin hazırlık çalışmalarında görev alan bir kısım isimler bunlar. Müftü Erzurum yolcularına parlak bir karşılama merasimi yapmak vazifesini üzerine almıştı. Cübbesinin eteklerini toplayarak ev ev, dükkan dükkan dolaşıyordu."
Mahmut Goloğlu'nun bildirdiğine göre Mustafa Kemal Paşa'nın Sivas'ta oturup dinlenebileceği, çalışacağı ve yatacağı odaya konulacak eşyayı Müftü Abdürrauf ile Şekercioğlu İsmail, Sığırcıoğlu Hayri Efendiler evlerinden getirmişleridir. Ayrıca bu konuda Hacı Bektaş Tekkesi'nin de önemli yardım ve destekleri olmuştur.
Atatürk, Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında Cemalettin Efendi ile sürekli ilişki içerisindedir.(50) Sivas'a gelen delegelerin konuk edilmesinde ellerinden geleni esirgememişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, onların bu desteklerinden memnun kalmış olacak ki, Sivas Kongresi'nden sonra Hacı Bektaş Dergahı Postnişini ve Türbedarı Salih Niyazi Baba'ya bir telgraf göndererek memnuniyetini ve teşekkürlerini bildirecektir. Onun bu telgrafını sadeleştirilmiş şekliyle sunuyoruz:
Sevgili vatanımızın kurtarılması ve mutluluğu uğrunda soylu ulusumuzun Allah'ın izniyle giriştiği kutsal savaşta üstün görevimizi övgü ile karşılamanıza, yüksek değerlendirmenize teşekkürlerimizi sunarız. Temiz ulusumuzun yükselme ve kurtarılmasına dönük hayırlı iz ve yol göstericiliğinizin devamını üstün saygı ile dileriz. Hey'et-i Temsiliye üyesinden Erzincanlı Şeyh Hacı Fevzi Efendi Hazretleri'nin sevgi ve saygılarını iletiriz.
2 Eylül 1919'da Mustafa Kemal Paşa, Kongre için Sivas'a gelmiştir. Paşa, Kongre sonrası da bu kentte kalarak çalışmalarını 18 Aralık 1919 tarihine kadar buradan sürdürmüştür. Bu tarihte, M. Kemal Paşa, Rauf (Orbay), Büyükelçi Ahmet Rasim, Vali Mazhar Müfit (Kansu), Hakkı Behiç Beyler ve diğer çalışma arkadaşlarından oluşan Heyet-i Temsiliye, Ankara'ya gitmek üzere şehirden ayrılmıştır. Heyet, 19 Aralık 1919 günü akşamüzeri Kayseri'ye ulaşmıştır.
Kayseri'ye girişinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, Müdafaa-i Milliye Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü Remzi Efendi başta olmak üzere cemiyetin tüm üyeleri, ihtiyat zabıtan üyeleri, Devlet memurları, Kayseri'nin seçkin ulemasından Kızıklı Hacı Kasım Efendi, okul öğrencileri ve hocaları karşılamıştır.
Heyet-i Temsiliye, Kayseri'den 21 Aralık 1919 günü sabahı ayrılmıştır.
"Ankara yolunda Mustafa Kemal Paşa'yı Mucur'da başlarında Müftü İsmail Hakkı Efendi'nin olduğu kalabalık karşılıyor. Müftü Efendi evvela bir dua okuyor, cemaatin amin sesleri arasında zafer niyaz ediyor. Heyet-i Temsiliye 23/24 Aralık 1919 gecesini Mucur'da geçirmiş ve Müftü Efendi'nin başkanlığında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Mucur Merkezi kurulmuştur."
Heyet-i Temsiliye, 27 Aralık 1919 günü Ankara'ya ulaşmıştır. Her geçtikleri yerleşim yerlerinde olduğu gibi, buralarda da Mustafa Kemal ve arkadaşları çoşkuyla karşılandılar. Bu karşılamalarda din adamları ön saflarda yer almıştır. Bunlardan biri de Çiçekdağı Müftüsü Hayrullah (Alp) Efendi'dir. Hayrullah Efendi, Yozgat isyanı sırasında beldenin güvenliğini sağlamak yolunda önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu arada TBMM, Müftü Efendi'den asker toplamasını istemiş ve kasabanın güvenliğini şahsına emanet etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Heyet-i Temsiliye üyeleri ile Ankara'ya geldiği 27 Aralık 1919 günü kendisini karşılayanların başında yine bir din adamı bulunmaktaydı. Bu tarihi olayı Mahmut Goloğlu'nun Üçüncü Meşrutiyet adlı eserinden izleyelim:
"Bu sıralarda idi ki Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya geleceği duyulmuş ve yola çıktığı haber alınmıştı. Vali Vekili Yahya Galip Bey'le Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rıfat Efendi (Ankara Müftüsü), Mustafa Kemal Paşa'yı olağanüstü bir şekilde karşılamak ve bu arada Ankara'daki İngiliz ve Fransızlara da Kuva-yi Milliye'nin gücünü göstermek için geceli gündüzlü çalışarak, bölgedeki bütün seymenlerin karşılama törenine katılmalarını sağlamaya uğraşmışlardı. Bir suvari birliğinin önünde 24. Tümen Komutanı Yarmay Mahmut Bey ile Kurmay Başkanı Binbaşı Ömer Halis Bey (Bıyıktay) ve Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü Hoca Rıfat Efendi (Börekçi) ile Ankara ileri gelenleri vardı." Görüldüğü gibi din adamları Mustafa Kemal Paşa'yı yalnız bırakmamışlardır.
C. Kongrelerde Din Adamları
30 Ekim 1918 sonrasında, Anadolu'nun her yerinde Cemiyet-i İslamiye, İstihlas-ı Vatan, Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuku Osmaniye gibi çeşitli isimler altında savunma örgütleri kurulmuştur. Yönetici, din adamı ve eşraf tarafından oluşturulan bu cemiyetlerin, zamanla faaliyetlerini birleştirme girişiminde bulunmuşlardır. Örneğin, doğu vilayetleri için Erzurum Kongresi, batı vilayetleri için de Balıkesir Kongresi. Güneyde, Pozantı ve Çukurova Kongreleri, Trakya'da, Lüleburgaz ve Edirne Kongreleri ile Muğla, Uşak ve Afyon Kongrelerinin yanı sıra, Aydın, Menteşe, Denizli, Isparta, Burdur ve Antalya'yı kapsayan Nazilli Kongresi yapılmıştır. Bunlardan başka daha geniş çapta olmak üzere, Ege Bölgesinde Alaşehir Kongresi, tüm Türkiye'yi kucaklayan Sivas Kongresi sözü edilen girişimlerin en önemlileridir.
Bu kongrelerde din adamları da yer almıştır. Örneğin, Mustafa Kemal Paşa, TBMM'nin açılışında önemi büyük olan Erzurum Kongresi üyeliği ve daha sonra da kongrenin başkanlığına Hoca Raif Efendi'nin gayret ve yardımlarıyla seçilmiştir. Raif Efendi, Vilayat-ı Şarkıye Muhafazaa-i Hukuku Milliye Erzurum Şubesi Başkanı olarak kaleme aldığı 10 Temmuz 1919 tarihli yazısıyla, Mustafa Kemal Paşa'nın cemiyetin başına geçerek yönetim kurulu başkanlığını kabul etmesini istemiştir. Aynı yazıda Rauf Bey (Orbay)'in de yönetim kurulu ikinci başkanlığına seçildiği bildiriliyordu.
Mustafa Kemal Paşa, Raif Efendi'nin anılan yazısını Nutuk'un 36. Belgesi olarak sunduğu gibi duyduğu memnuniyeti de,"Efendiler, askerlikten ayrıldıktan sonra bütün Erzurum halkının ve Vilayat-ı Şarkıye Muhafazaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti'nin Erzurum şubesinin bana karşı pek açık olarak gösterdikleri güven ve yakınlığın bende bıraktığı unutulmaz hatırayı burada açıkça belirtmeyi görev sayarım." ifadeleriyle anlatmaktadır.
Öte yandan Sivas Kongresi'nde en çok tartışılan konulardan birisi de manda meselesidir. Kimi delegeler, mandayı savunurken, kimi karşı çıkmış, delegelerin büyük bir kısmı kesin tavırlarını ortaya koyamamıştır. Milli Mücadele'nin önde gelen isimlerinden Bekir Sami, İsmail Hami, Vasıf Rafet Beylerle İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Cebesoy'un babası), mandayı savunanların başında gelmekteydi. Kara Vasıf Bey ile Halide Edip (Adıvar) Hanım da Mustafa Kemal Paşa'ya gönderdikleri mektuplarla Amerikan mandasını savunmakta idiler.
Adı geçen kişiler mandayı savunurken, Sivas Kongresi'ne Erzurum Delegesi ve Heyet-i Temsiliye üyesi olarak katılan Hoca Raif Efendi ise, mandaya karşı çıkmıştır. Başka bir ifadeyle o, manda tartışmalarında Mustafa Kemal'in yanında yer almıştır. Raif Efendi'nin çok açık bir biçimde mandayı reddetmesi delegeler ve mandayı savunanlar üzerinde olumlu tesir etmiştir.
Diğer taraftan Erzurum ve Sivas kongrelerine katılan din adamı sadece Hoca Raif Efendi değildir. Erzurum Kongresi delegeleri arasında şu din adamları da bulunmaktadır:
Siirt delegeleri: Müftü Hacı Hafız Mehmet Cemil ve Müderris Hafız Cemil Efendiler, Erzincan delegesi: Meşayihten Hacı Fevzi Efendi, Sivas delegesi: Müderris Fazullah Efendi, Kuruçay delegesi: Müftü Şevki Efendi, Of delegesi: Müderris Yunus Efendi, Kelkit delegesi: Müftü Osman Efendi, Şiran delegesi: Müftü Hasan Fahri Efendi, Rize delegesi: Hoca Necati Efendi ve Diyarbakır delegesi: Müftü Hacı İbrahim Efendi.
Erzurum Kongresi Şiran Müftüsü Hasan Fahri Efendi'nin yaptığı dualarla açılıp kapanmıştır. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa ona 9 Ağustos 1335/1919 tarihli telgafı ile teşekkür etmiştir.
Sivas Kongresi'nde de Hoca Raif Efendi (Erzurum Delegesi), Şeyh Hacı Fevzi Efendi (Erzincan Delegesi), Müftü Tevfik Efendi (Çorum Delegesi), Gümüşzade Bekir Efendi (Afyon Delegesi), Hacı Osman Remzi Efendi (Nevşehir Delegesi), Ahmet Nuri Efendi (Bursa Delegesi) gibi birçok din adamı katılmıştır.
Bu arada Sivas Kongresi'nin hazırlık çalışmalarını yürüten komisyonun içerisinde de din adamları ön saflardadır. Bunlar, Vali Vekili Kadı Hasbi, Müderris Fazlullah ve Müftü Abdürrauf Efendiler'dir.
Vali Reşit Paşa Milli Mücadele'nin ilk günlerinde tereddüt içerisindedir. Valinin bu durumu, Mustafa Kemal Paşa'nın Erzurum'a gitmek üzere Sivas'a uğradığı günlerde bile devam etmekteydi. Muhtemelen bu durumu nedeniyle Reşit Paşa, Sivas için melhüs tehlikeler ileri sürerek kongrenin bu şehirde toplanmasını engellemeye çalışmıştır.
Vali Reşit Paşa, böyle kuşkulu tutum ve davranışlar sergilerken başta Müftü Abdurrauf Efendi olmak üzere Sivas merkezindeki diğer din adamları çoktan kararlarını Milli Mücadele lehinde vermişlerdir. Reşit Paşa, vilayetteki Kuva-yi Milliye çalışmaları hakkında bilgi isterken de teşkilat mensuplarından şu cevabı almıştır:
"O kadar kalabalık değiliz. Fakat başta Müftü olmak üzere ulema takımı hemen hemen bizimle beraberdir."
Din adamlarının örnek davranışları Erzurum ve Sivas kongreleri ile sınırlı değildir. Onlar, diğer kongrelere de katılmışlar ve önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.(79)
D. Demir ve Çelik Alaylar
Milli Mücadele'de din adamları ellerinde silah beldelerini de korumuşlardır. Isparta’da Hafız İbrahim Efendi, Demiralay, Afon-Karahisar'da da Hoca İsmail Şükrü Efendi, Çelikalay, adlarında gönüllülerden alaylar teşkil etmişlerdir. Ali Fuat Paşa bu kuvvetlerden şöyle söz eder:
"Anadolu'nun muayyen bir kısmını elde tutabilmenin ilk şartı, başında olduğum 20. Kolordu'nun sahası içinde olan Isparta-Afyonkarahisar-Eskişehir hattını elde muhafaza edebilmekti. Eskişehir'de İngilizler vardı. Eğer Isparta ve Afyon'u muhafaza edebilseydik, Eskişehir'deki İngilizleri atmak mümkündü. Isparta ve Afyon'da milli kuvvetleri teşkil edebilme faaliyetimize gerek kalmazdı: Bu iki şehrimizde, iki din adamı, başı sarıklı iki mücahit başa geçmişler ve milli kuvvetleri tecrübeli kumandan, siyaset ve basiretiyle teşkilatlandırmışlar ve ilk anda yadırganacak bir kararla kumandayı da bizzat ellerine almışlardı. Isparta’da Hafız İbrahim Efendi, Afyonkarahisar'da Hoca İsmail Şükrü Efendi."
Yunan orduları durmadan ilerliyorlardı. Alaşehir elden çıkmıştı. Yunan işgalinin genişlediği bu günlerde konu TBMM'de gündeme gelmiş ve Mustafa Kemal ve Fevzi Paşaların da hazır bulundukları Meclis oturumunda hararetle tartışılmıştır. Bu arada Afyonkarahisar Milletvekili İsmail Şükrü Hoca da görüşlerini açıklamıştır.
Meclisteki bu tartışmalar esnasında Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, İsmail Şükrü Hoca'ya; "Hocam vaziyet tehlikelidir... Bir cephe kurabilmek için bize beş ay zaman lazım." demesi üzerine de İsmail Şükrü Hoca, kendisine yeteri miktarda at ve silah verilmesi halinde düşmanı beş ay oyalamak yerine durdurabileceğini bildirmiştir. Bundan sonraki gelişmeleri İsmail Şükrü şöyle anlatır:
"Paşa bu tekliften memnun kalır. Ne kadar silah ve cephane varsa derhal bana teslim edilmesi için Ankara silah deposuna emir verdiler. Depoya gittim. Ne göreyim, 14 adet Martin'den muaddel tek atışlı bekçi silahlarından başka silah yok. Bunları aldım. Kırka iblağını istedim. Ankara Kolordu Kumandanı ve Vali Vekili Nuri Bey'in bunu bulacağını ümit ediyordum. Maalesef buna imkan olmadığını söyledi. Resmi makamlardan ümit kesilince Allah'a dayanarak bir çare düşündüm. Hemen bir gün içinde bir asker elbisesi diktirdim. Başımdaki sarığı muhafaza ederek bu asker elbisesini giydim. Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazından sonra kürsüye çıktım. "Ey cemaati müslimin! Kapıları kapayınız, hiçbiriniz camiden dışarı çıkmasın. Sizinle görüşecek mühim meseleler var!" dedim... Coştum, söyledim. Evde duvarlarda asılı duran harp silahlarının boşuna asılı kalırsa ev sahibine lanet edeceğini anlattım. Memleket ve din tehlikede kalırsa yedisinden yetmişine kadar bütün Müslümanların cihatla mükellef olduğunu anlattım. Mustafa Kemal Paşa'nın teminatını söyledim. Cemaat ağladı, ben ağladım. Nihayet arkamdaki ilmiye cübbesini çıkararak asker elbisesiyle başımda sarık olarak kürsüde ayağa kalktım.
"Ey cemaati Müslimin! İşte ben asker kıyafetine girdim. Cepheye gidiyorum. Memleket ve din kurtuluncaya kadar cephelerde düşmanla çarpışacağım. Memleketini, dinini seven benimle gelsin" dedim. Herkes sağa sola koştu. O gün akşama kadar 700 silah, 600 mücahit, 120 at toplanmıştı... ben miktarı kafi silahşör mücahitlerle Ankara'dan ayrıldım. Afyon'a gelir gelmez düşman bir taarruz daha yapmış, Uşak'a girmişti. Acele cepheye koştum. Uşak cephesini İzzet Bey kumanda ediyordu... Ben hemen o tarafta bir müdaafa hattı tesis ettim."
Diğer taraftan Isparta gönüllülerinden oluşan, Hafız İbrahim'in komuta ettiği Demiralay da düşmanın Sarayköy önünde durdurulmasında önemli hizmetleri olmuştur. Ayrıca Demiralay'ın varlığı İtalyanların Isparta ve çevresinde barınmasını da engellemiştir. Çelikalay da Dumlupınar'da Yunan ileri harekatını dokuz ay durdurarak, ordumuzun hazırlanmasını temin etmiştir.
Düzenli ordunun kurulması üzerine Çelikalay 68. alay içinde yer almıştır. Demiralay da önce "Mürettep Alay" olarak 57. Tümen kuruluşu içerisine dahil edilmiştir.
Çelikalay ve Demiralay'ın bu başarılı hizmetleri, TBMM tarafından da yakinen takip edilmiştir. Hatta Meclisin takdirleri Başkan Mustafa Kemal Paşa vasıtasıyla Demiralay Komutanı Hafız İbrahim Bey'e bildirilmiştir.
Hoca İsmail Şükrü ve Hafız İbrahim Efendiler kuvvetlerinin düzenli ordunun içerisinde yer almasından sonra TBMM'deki görevlerine dönmüşlerdir.
Kuvvay-i Milliye Birliklerine Komutanlık Yapmış Diğer Din Adamları:
Hafız İbrahim ve Hoca İsmail Şükrü Efendilerden başka kimi din adamları da gönüllülerden oluşturdukları müfrezelerini komuta etmişlerdir. Örneğin, daha önce de belirtildiği gibi Çal Müftüsü Ahmet İzzet Efendi bunlardan birisidir. Müftü Ahmet İzzet Efendi Çal (Denizli) ve çevresinden oluşturduğu 100 kişilik müfrezesini Aydın-Köşk çephesinde komuta etmiştir. Yine Salihli-Bozdoğan cephesinde Kadı Zahid Molla, Bakırlı Hüseyin Hafız, Kırkağaç Müftüsü Mehmet Rıfat da Kuva-yi Milliye komutanlıkları yapmışlardır. Bunlardan Müftü Mehmet Rıfat Efendi düşmanla çarpışırken esir düşmüş ve Atina'da uzun süre esaret hayatı yaşamıştır.
Bir diğer müfreze komutanı da Celal Bayar'ın "... İri vücutlu, başında kocaman sarığı, muntazam kesilmiş sakalı, elinde bir İngiliz filintası, belinde fişeklerle, İngiliz atı üzerinde çok heybetli görünüyordu. Yanında beş silahlı muhafız vardı." diye tanımladığı Eşme Müftüsü Hacı Nafiz Efendi'dir.
Ayrıca Urfa'da Abdullah Hoca, Antep'de Vezir Hoca, Tarsus'da Enis Hoca, Kilis'te Abdurrahman Efendi, Geyve'de Hafız Şevket, Kütahya'da Hafız İbrahim gibi daha pek çok din adamı cephelerde düşmanla vuruşmalara katılmıştır.
E. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nde Görev Alan Din Adamları
Müdafaa-i Hukuk örgütleri başlangıçta yereldi. Bu kuruluşların Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında toplanmaları ile bütün vatanın kurtuluşu, ulusal bir devletin kuruluşu amaçlanmıştır. Başlangıçta belki sadece Yunan işgaline, Ermeni saldırılarına, Fransız, İngiliz ve İtalyanlara karşı başlayan mücadele, Sivas Kongresi'nden (7-11 Eylül 1919) sonra ülkenin bütününe yönelmiştir. Müdafaa-i Hukuk'un ve bu ana düşünce etrafında meydana gelen örgütlerinin askeri güçle birlikte hareketi de yine Sivas Kongresi esnasında gerçekleştirilmiştir. TBMM de bu kuruluşların üzerine bina edilmiştir.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nin kuruluş ve faaliyetlerinde, din görevlileri ilk sırada görev almışlardır.
F. Milli Mücadele'de Fetvalar ve Atatürk
TBMM'nin açılış arifesinde, ülkenin işgalden kurtulabilmiş köşeleri, ayrı görüşlerin kavga sahnesi haline gelmiştir. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah'ın yıkıcı fetvaları ve Bab-ı Âli'nin beyannameleri ile aldatılan halk, yer yer vatan kurtarıcılarının önüne dikilmiştir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Mücadele'nin önde gelenlerinin "katli vacip olduğuna" dair fetvalar verilmiştir. Bunun üzerine Anadolu'nun muhtelif yerlerinde ayaklanmalar baş göstermiş, isyancılar Ayaş belinden Ankara'yı seyreder hale gelmişlerdir. İç ve dış ihanet odakları el ele vererek Anadolu'da bir kardeş kavgası çıkartmak suretiyle Türk halkını birbirine kırdırmak istenmiştir.
Böyle bir anda başta Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (Börekçi) olmak üzere pek çok din bilgini vazifeye koşmuştur. O, Anadolu'da sağduyulu ve vatansever ulemayı harekete getirerek ulusal hareketin meşru olduğuna dair karşı fetvalar hazırlamıştır. Bu yönü ile Milli Mücadele'de fetvalar savaşına da tanık olunmuştur. Hemen belirtelim ki bu savaşta 155'i aşkın Anadolu ulemasınca tasdik edilen Ankara Fetvâsı, tek Dürrüzade Abdullah'ın imzasını taşıyan İstanbul Fetvâsı'nı hükümsüz kılmış, ulusal birlik ve beraberliği pekiştirmiştir.
[1] Ali Sarıkoyuncu’nun ilgili makalesinden faydalanılmıştır.
.Osmanlıda Ahlak Anlayışı
İstanbul’dan Viyana’ya doğru giden İslam ordusu, Belgrad yakınlarında, bir subaşında, mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kaplarına su koyan askerlerle doludur. Yakındaki bir kilisenin papazı, güzel kızları süsleyip ellerine birer kab verip, çeşmeye gönderiyor ve kendisi de pencereden gizlice seyrediyor.
Kızlar gelince, askerler hemen kenara çekiliyor. Kızlar rahatça doldurup kiliseye dönüyorlar. Papaz, İslam askerlerinin bu güzel ahlâkını, faziletini, edebini ve merhametini görünce, (Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!) diyerek haçlı kumandanlarına haber göndermiştir.
M. de Thevenot isimli seyyah “Relation d’un Voyage fait au Levant” isimli eserinde Osmanlı’nın ahlak ve seciyesini şöyle aktarmaktadır:
Hıristiyanlık aleminde bir çok kimseler Türklerin şeytani mahluklar, barbarlar ve dinsiz insanlar olduklarını zannederlerse de, Türkleri görmüş ve onlarla görüşmüş olanlar büsbütün başka kanaat taşırlar. Zira Türklerin iyi insan oldukları ve kendimize yapılmasını istediğimiz muamele ne ise başkalarına karşı da aynen öyle davranmamızı icap ettiren ilahi kanunlara tamamen riayet ettiklerin muhakkaktır.
Kendileri namuslu oldukları gibi Hıristiyan, Yahudi ve Rumlardan olan bütün yabancılara da hürmet ederler. Bir Müslümanı kandıranın günah olduğu kadar Hristiyan’ı da kandırmanın da günah olduğuna inanırlar. Burada, Türklerin frenklere karşı kötü muamele ettiklerine dair bir soru ile karşılaşacağımı biliyorum. Ancak şu da muhakkaktır ki, onları bu hareketlere teşvik edenler yine hıristiyanlarla Yahudilerdir.
Çok dindar, insaniyetli ve şefkatlidirler. Din gayretleri çok yüksek olduğu için islamiyeti baştan başa kainata yaymak isterler. Eğer bir hıristiyana karşı hürmet ve muhabbet hissedecek olurlarsa, hemen ona Müslüman olmasını teklif ederler. Padişahlarına, büyüklerine son derece bağlıdırlar. Kendi ülkelerine ihanet edip, hıristiyanlarla işbirliği eden hiçbir Türk’e tesadüf edilmez. Birbirleriyle dövüşmezler. Bu sebeple şehirlerde kılıç taşınmaz. Bunun sebebi de içki içmemeleri ve kumar oynamamalarıdır. İçki içen, afyon çekenler itibar görmezler. Türkler şarap içmezler. Eğer aralarında kavga çıkacak olursa, yanındakiler hemen ayırır ve mahkemeye başvurmak suretiyle haklı haksız ortaya çıkar.
Osmanlı’da Temizlik
“Temizlik îmânın yarısıdır!” hadîs-i şerîflerini nefis hüsn-i hatlarla yazarak evlerinin ve ibâdethânelerin duvarlarına asan Osmanlılar, bunları daha ziyâde gönüllerine yerleştirerek kendilerine şiâr ve düstur edinmişlerdir. Bu temizlik, hem maddî hem de mânevî olarak gerçekleştirilmiştir. Çünkü temizlik, dînî vazîfelerle iç içedir. Günde beş vakit namaz için abdest alınmak suretiyle yüzler, eller, ayaklar ve ağızlar mütemâdiyen temizlenmiş olurdu. Ayrıca her yemekten evvel ve sonra mutlakâ eller yıkanırdı.
Temizlik husûsunun kusursuz olması için köylere varana kadar her tarafta hamamlar yapılmıştır. Türk evleri, son derece temizdir. Ayakkabılarla aslâ içeri girilmez. Her yer, namaz kılınabilecek derecede pırıl pırıldır. Evlerde hayvan beslemek diye bir şey yoktur. Hattâ kuş bile sokulmaz. Bu güzel hasletlerin tabiî bir neticesidir ki Osmanlılar, umûmiyetle gürbüz yapılı, kuvvetli kimseler olarak tebârüz etmiştir. Batılıların kendi ifâdeleriyle o dönemdeki temizlik mahrûmu obur Avrupa’nın tek bir şehrinde bile bütün Osmanlı mülkünden daha çok sakat ve biçimsiz insanlar vardı.
Meşhur Louvre (Luur) sarayında helânın unutulmuş olması, o zamanki Avrupa’nın temizlik husûsundaki hâlini ortaya koymak için kâfîdir. Nitekim bir zamanlar Fransa’da şemsiyenin ve topuklu ayakkabıların sokağa atılan kirli sulardan korunmak için kullanılmış olduğu da rivâyetler arasındadır.
******
Tavernier:
“Türkiye’de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlakâ ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin konaklarında ya gül suyu veya güzel kokulu başka bir su da ikrâm edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” der.
******
Durdent:
“Türkler, dînî bir vazîfe olarak günde beş vakit namaz kılmak ve birçok defa abdest almakla mükelleftirler. Onlar bu şekilde rûhen de temizleneceklerine inanırlar.” der.
******
Dr. Brayer de:
“Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmâl etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman da cenâzesi bile şeriât ahkâmına göre yıkanıp temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umûmiyetle unutuverirler. Ölünce de evinde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi cesedinin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez.” demektedir.
"Hem vücutlarını tertemiz tutmak, hem sıhhatlerini idame etmek için Türkler hamama çok giderler. Onun için şehirlerde birçok güzel hamamlar mevcut olduğu gibi, hiç olmazsa bir tek hamamı olmayan hiçbir köy yoktur. Bütün hamamlar hep aynı şekilde yapılmıştır ve aralarında bazılarının daha büyük ve mermerlerle daha fazla süslenmiş olmasından başka hiçbir fark yoktur...
Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbirini bilmezler. Öyle zannediyorum ki Türkler'in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karmakarışık şeyler yemezler, umumiyet itibarıyla içki alemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar." (M. Thevenot)
M. Thevenot, Relation d'un voyage fait au Levant, s. 58, 70.
"Türk evlerinde temizlik azami derecededir: Döşeme tahtaları halılar ve Mısır hasırlarıyla kaplıdır; pabuçlarla kunduraların merdiven önünde bırakılması adet olmak itibarıyla, odalarda, sofalarda çamurlara ve ayak izlerine pek nadir tesadüf edildiği halde, bütün evlerde her hafta muntazam tahta silinir." (M. Thornton)
T. Thornton, Etat Actuel de la Turquie, cilt 2, s. 343.
"... Sünnet olmak ve vücuttaki tüyleri izale etmek, saçları kesmek, geniş elbiseler giymek, günde beş vakit abdest almak, her tabii ihtiyacın defini ve en ehemmiyetsiz kirleri müteakip yıkanıp temizlenmek, yemekten sonra el ve ağız yıkamak, her hafta ev temizlemek, haftada bir kere ve hatta ekseriya birkaç kere hamama gidip gayet ucuz yıkanmak gibi adetleriyle Türkler'i görürüz."(A. Brayer)
A. Brayer, Neuf annees a Constantinople, cilt 1, s. 334.
Osmanlı’da Emniyet ve Asayiş
Özellikle Osmanlı Devleti’nin Anadolu ile İstanbul havâlisine münhasır olan kısımlarında herhangi bir zâbıta vukûâtına pek rastlanmamıştır. Nâdiren meydana gelen zâbıta vukûâtının da, umûmiyetle hıristiyan unsurlar ve bilhassa Rumlar tarafından tertip edildiği tesbit olunmuştur. Bu hakikat, Osmanlıların ahlâkî seviye itibariyle ne kadar ileri bir millet olduğunu göstermeye kâfidir.
Gerçekten Osmanlılarda yankesicilik, dolandırıcılık, hırsızlık, ihtikâr ve sahtekârlık tamamıyla meçhul şeyler olmuştur. Öyle ki, evlerin kapıları her zaman ardına kadar açık bırakılabilir ve yahut tahta bir mandalla tutturulabilirdi. Dükkânlar da aynı vaziyetteydi. Köyler ve Türkmen aşîretleri arasında da bu emniyet vardı.
Bunlardan dolayı eski Türk zâbıtası âdetâ işsiz bir zâbıta şeklindedir. Avrupa müelliflerini asırlarca hayretler içinde bırakan bu ulvî ahlâk seviyesinin başlıca âmili, elbette ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zîrâ diğer dînlere mensub kimselerde bu seviye görülmemektedir.
Nitekim Daily News gazetesinde neşredilen bir mektupta batı hıristiyanlığının îkâz edilerek ibret almaya ve intibâha dâvet edilmesi de, bundandır.
Du Loir, Devlet-i Aliyye’de müşâhede ettiği emniyet ve asâyiş hakkında şöyle der:
“Bu memlekette hemen hiçbir cinâyet hâdisesi olmaz! Eğer bir-iki fevkalâde hâdise zuhûr edecek olursa, onlar da ya ânî bir feverândan yâhut da yol kesen haydutların şekâvetlerinden ibarettir.”
Baltacı’nın Prut seferi esnâsında, bir müddet Osmanlı ordugâhında da bulunmuş olan meşhûr seyyah de La Motraye:
“Ben Osmanlı mülkünde takriben ondört sene kaldım. Bütün şekâvetler gibi hırsızlığın da son derece nâdir olduğunu gördüm. Husûsiyle İstanbul’da hiçbir hırsızlık hâdisesi olmadığına şâhid oldum. Yol kesip haydutluk yapanların cezâsı ağırdı. Ondört sene içinde bu cezâya altı haydut çarptırıldı.Bunlar da hep Rum ırkından idi. Türkler’de yankesicinin olduğu mâlum değildi. Bunun için ceplerin, el çabukluğundan korkusu yoktu...” der.
İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan Sir James Porter, bir Türk ve İslâm düşmanı olmasına rağmen şunları söyler:
“Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdetâ meçhûl gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emîndir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü en mutlak bir emniyet içinde baştanbaşa dolaşabilmek her zaman mümkündür. Dâimî bir seyr u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuâtın fevkalâde azlığına hayret etmemek kâbil değildir. Nice yıllar içinde ancak nâdir hâdiselere tesâdüf edilebilir.”
Fransız generallerinden Comte de Bonneval:
“Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlara Türkler arasında rastlamak mümkün değildir. Gerek vicdânî bir akîdeden, gerekse cezâ korkusundan dolayı olsun, Türkler o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan ister istemez onların doğruluklarına hayran kalır.” der.
Ubucini de şâhid olduklarını şöyle ifâde eder:
“Bu muazzam payitahtta dükkân sahipleri, herkesçe mâlum vakitlerde dükkânını açık bırakıp namaza gider. Geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatılır. Buna rağmen senede yalnız üç-dört hırsızlıkvak’ası bile olmaz. Ancak ahâlîsi sırf hıristiyanlardan ibaret olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’alarının yaşanmadığı birgün bile geçmez. Taşralarda da iffet ve istikâmet aynı derecededir.
Osmanlılar’daki dînî yaşayış, îmânı güçlendirdiğinden ve ictimâî dengeyi sağladığından hırsızlık ve gasba giden yollar vakıf müesseseleri ile kapanmış oluyordu. Maddî ve mânevî zaferlerin temelindeki müessir, helâl kazanç idi.
Yavuz Sultan Selîm Han’ın:
“Şâyet askerlerimin torbasında yabancı bağlardan koparılmış meyve görseydim, Mısır seferinden vazgeçerdim. Haramla zafer elde edilmez!” sözü meşhurdur.
Osmanlı’da Güvenilirlik
Türkiye'yi gezen Fransız yazar Aubry de la Motraye, başından geçenleri şöyle anlatmıştır:
"Birçok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır: Muhtelif dükkanlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyahut vakti anlamak için baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem, unuttuğum şeyi iade için ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu'na kadar adam gönderip bir çok defalar beni aratmışlardır.
Mesela bir gün küçük bir Türk dükkanının önünde durmuştum. Bu yelpazeci dükkanında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpazeler satılıyordu. Birçoklarına baktım; düz deriden ve en harcıalem olanlarından birini alıp parasını verdikten sonra çekilip gittim... Aradan tam üç hafta geçtikten sonra bir gün tesadüfen yelpaze aldığım dükkanın önünden geçerken, yelpazeci beni görür görmez çağırıp orada unutmuş olduğum saatimi gösterdi... Elime teslim etti. Ben bu Türk namuskarlığının daha yüzlerce misalini sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiçbirinde hiçbir zaman Türkler'in namuskarlıktan ayrıldıklarını görmedim.«
Aubry de la Motraye, Voyages en Europe, Asie et Afrique, cilt 1, 1727, s. 258-259.
******
İsveç'in İstanbul sefirliğinde bulunmuş ve 17. yüzyıl Osmanlısını anlatan en önemli eser sayılan Tableau Général de l´Empire Ottoman (Osmanlı İmparatorluğu'nun Genel Tablosu)'un yazarı Mouradgea D'Ohsson da Motraye'inkine benzer tespitlerde bulunmuştur:
"Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kuran'ın en kuvvetli hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayan-ı takdirdirler... Osmanlı Türkleri'nin medhüsena edilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, hemcinslerini aldatmaktan ve emniyeti suiistimal ile insanların sade-dilliğinden istifadeye kalkışmaktan veyahut safderunluğunu istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır.
Kendi milletdaşlarına karşı bütün muamelelerine hakim olan bu hisseye, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bütün yabancılara karşı da riayet ederler. Bu noktada Müslümanla gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler... Faziletle içtimai nizamın idamesi bakımından fevkalade bir kıymeti olan bu fikirler kanun esaslarıyla Kuran'ın şu güzel ayetlerine dayanmaktadır:
- Hiç kimseyi aldatmayın; ölçüyü tam doldurun; doğru tartın; sözlerinizde, yeminlerinizde kendi aleyhinize bile olsa doğruluktan ayrılmayın.
- El malını haksız yiyen, karnını yakacak bir ateş yemiş olur.«
M. d'Ohsson, Tableau General de I'Empire Ottoman, cilt 4, Paris, 1791, s. 309.
******
Daily-News gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen dinleyin:
Bugün kendi eşyamla, yol arkadaşım olan eski bir Macar zabitinin eşyasını nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayali bile mevcut olmadığı için, gece üstüne uzanmak üzere ben biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyamızla beraber sokağın ortasında bıraktı.
Ben onun uzaklaştığını görünce:
Burada birisi kalmalı dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu:
Niçin?
Eşyalarımızı beklemek için.
Müslüman-Türk şu cevabı verdi:
A! Ne lüzumu var. Eşyalarınız bir hafta gece-gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.
Ben bu sözü kabul ettim ve döndüğümde herşeyi yerli-yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslam askerleri mütemadiyen gelip geçmekteydi... Bu vaka bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden Hıristiyanlara ilan edilmelidir; içlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir: Artık uykularından uyansınlar!"
A. Ubicini, La Turquie Actuelle, Paris, 1855, s. 329-330.
******
Çeşitli vesilelerle Türkiye'de bulunan yabancıların ortak bir görüşü vardır. Müslüman bir Türk ile iş yaptıklarında mukaveleye gerek olmadığını, sözün yeterli olduğunu ifade ederler. Elbette bu durum Türk-İslam ahlakının doğal bir sonucudur. Kuran ahlakına sahip olan Müslümanlar Bakara Suresi'nde "... ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler..." şeklinde tarif edilir. Ayetin devamında ise "İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır." (Bakara Suresi, 177) şeklinde buyrulur.
Fransız generallerinden Comte de Bonneval, Türkler'in dürüstlüğüne hayran kaldığını şöyle belirtmiştir:
"Haksızlık, tekelcilik, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında adeta yok gibidir. Kısacası ister vicdani bir akideden, ister ceza korkusundan mütevellit olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türkler'in doğruluğuna hayran kalır."
Comte de Bonneval, Anecdotes Veniti ennes et Turques ou nouveaux memoires du Comte de Bonneval, cilt 1, Francfort, 1740, s. 215.
Bir Türk tüccarın dürüstlük konusundaki titizliği başka bir kaynakta şöyle dile getirilir:
"Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı "Onu sana veremem, kusurludur" cevabını vermiştir; yabancı tacirin "Ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek, "Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın gururu, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem..." diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etmiştir."
Samiha Ayverdi, Küplüce'deki Köşk, Hülbe Yay., İstanbul, 1989, s. 189.
******
A. de la Motraye şöyle der:
“Türkler’in namuskârlığını ifâde etmek husûsunda bir an bile tereddüt edemem. Ben dalgın bir kimseyim. Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken bazen kesemi, bazen vakti anlamak için baktığım saatimi eşyâ yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra, dükkâncının fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim olur. Fakat şunu ifâde edeyim ki, benim bütün bu hâllerime rağmen Türk dükkânlarında hiçbir şeyim ve bir tek meteliğim bile kaybolmamıştır. Zîrâ dükkâncılar, vaziyeti anlar anlamaz peşimden hemen adam koştururlar. Eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönememişsem, o zaman da unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderirler. Bu hâl bir kez değil, defalarca tahakkuk etmiştir.”
A. L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz namusa dâir anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir:
“Dostlarımdan biri anlattı: İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane iskelesi’ne çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar da dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bazıları da denize yuvarlandı. Ben «eyvah» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum.
Bir de ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse de vazîfelerini yapmış olduklarından bahsederek her biri bir tarafa çekildi.
Zaten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş yetişmezdi. Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyâna uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet tek bir kuruşum bile eksik değildi.”
Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu itirafı yapmaktan kendini alamaz:
“Dostum M.W’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak suretiyle otuz fersah gittikten sonra ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. Bazen yolun bir kısmını katır üstünde katettiği olurdu. Fakat dağlara yaklaşınca daha çabuk gitmek için hayvanından inerdi. Sisamlılar’dan başka korktuğu yoktu. Fakat Mustafa onlara hiç rast gelmediği için, hiçbir zaman karşılaşmayacağına hükmediyordu. İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu...”
Fransız şâiri Lamartine de, seyahatnâmesinde İstanbul’dan ayrılırken Eyüb Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini şöyle anlatır:
“... Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı; fakat hiçbir hakârete uğramadığımız gibi eşyâmızdan da hiçbir şey zâyî olmadı. Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahî bir fazîlet hâlindeydi. Kahvenin önündeki ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza eşyâlarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öteberilerimizi ve unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.”
Osmanlı Kerim Devleti'nin, kurmuş olduğu medeniyetin doğruluk ve adalet üzerine cihana ışık saçtığı günlerde, Hollanda Ticaret Odası'nda bir karar alınırken oyların eşit çıkması halinde, oda reisinin :
"İçinizde Türklerle alış veriş eden var mı?" diye sorduğunu ve birinden "evet" cevabını alınca da onun oyunu, imtiyazlı olarak iki oy olarak kabul edip karara varır.
Türklerle alışverişte bulunan kişiye bu alış veriş Avrupa'da ayrı bir itabar ve güven kazandırmaktadır. Bundan dolayı da gittiği yerde imtiyazlı konuma gelmektedir. Çünkü Osmanlı’da ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlak en önemli değerdi.
Osmanlıda Askerlik
Kanuni devrinde 7 yıl boyunca (1555-1562) Avusturya sefiri olarak İstanbul'da bulunan Ogier Ghiselin de Busbecq, Türkler'in askeri yönünden şöyle söz eder:
"Türkler, sefer esnasında sabırlı, tahammüllü ve iktisatlı hareket ederler. Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler hiç sarsılmamış kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık var."
http://www.mfa.gov.tr/turkce/grupk/ka/unxxii.htm.
******
Allah Al-i İmran Suresi'nde iman edenlerin güçlü ve cesur karakterlerini şu şekilde tarif eder:
Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et" demelerinden başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 146-147)
Osmanlıda Adalet ve Hoşgörü
Osmanlı Türkleri; Kuran'da "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor..." (Nisa Suresi, 58) şeklinde bildirilen emri yüzyıllardır uygulamışlardır; uygulamaya da devam edeceklerdir.
*****
Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın oğullarına vasiyetinde söz konusu gerçek şöyle dile getirilmiştir:
"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın, haindir sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlılar'a emanet edin, adil ve merhametlidirler."
E. Esenkova, Türk Düşüncesi, Şubat 1955, s. 196.
Mohaç Savaşı'nda Türkler'e esir düşen Bartholomeus Georgievic'in 1544 tarihli Türkler'in Gelenek ve Görenekleri isimli eserinde, Türkler'in sefer zamanında dahi adaleti gözettiklerine şöyle dikkat çekilmiştir:
"Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adaletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adaletsizlik yapan hiç acımaksızın cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır... Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerde sahiplerinin izni olmaksızın, bir elma bile koparılamaz."
Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, Gündoğan Yay., Ankara, 1993, s. 164.
O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler.[1]
A. Brayer, 19. yüzyılda Paris'te yayınlanan Neuf annees a Constantinople (Konstantinopolis'te Dokuz Yıl) isimli eserinde, Türk tevazusunun üzerinde durmuş; bunun kaynağının Kuran olduğunu şöyle belirtmiştir:
"Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kuran'ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur... Bir taraftan da sürekli olarak alçak gönüllülük telkin edilir... İşte bundan dolayı Müslüman Türk'ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle konuşur; el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorla hükmeden bir eda sezilmez; hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır."
A. Brayer, Neuf Annees a Constantinople, cilt 1, Paris, 1836, s. 198-199.
Osmanlıda Nezaket
Sözlüklerde yer alan "İstanbul efendisi" veya "Osmanlı beyefendisi" gibi tabirleri araştırırsanız, bunların Türkler'in kibarlığını, inceliğini ve nazikliğini anlatmak için kullanıldıklarını görürsünüz. Söz konusu durum, çeşitli Batılı araştırmacıların eserlerinde de sık sık dile getirilmiştir:
"... Müslüman-Türk nezaketinden bahse mecbur olduğumu zannediyorum... (Nezaket) Türkler'de bilakis milli seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve adaletle hayırhahlık ruhunun tabii bir neticesidir. Zaten Kuran'da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de aynen ve harfiyen tatbik edilir."60 (A. Brayer) «
A. Brayer, Neuf Années à Constantinople, cilt 1, s. 293.
******
(Türk kayıkçıları) Son derece naziktirler. Adeta bir harp halini andıran karışıklıklar içinde bile insan hiçbir hakarete uğramadan ve hatta hiçbir küfür sözü işitmeden hedefe vardığını görünce hayretler içinde kalır."
Antoine-Laurent Castellan, Lettres sur la Grece, I'Hellespont et Constantinople, cilt 2, 1811, s. 91.
******
"Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır. Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asalet vakarı içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, İstanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkan olamaz... Gerçekten, görünüşe göre İstanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar cemaatidir." (Edmondo de Amicis, Yazar)
Edmondo de Amicis, Constantinople, Paris, 1883, s. 415, 420.
Osmanlıda İyilikseverlik
"Bütün gezilerimde Türkler'in hatırşinaslıklarıyla lütufkarlıklarını gösteren birçok vaziyetlerle karşılaştım. Şahit olduğum deliller beni bu milletin iyi kalpli ve insanı minnettar edecek hareketlere pek meyyal olduğuna... ikna etmiş oldu. İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkarlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rastgeldiğim hangi Türk'e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu."
L.H. Delamarre, Voyage en Krimée, suivi de la Relation de I'Ambassade envoyée de Petersbourg à Constantinople, 1802, s. 208.
******
"Türkler'in riayet ettikleri İslam'ın beş şartının dördüncüsü de zekattır... Türkler bu şartın ifasında kusur etmezler, çünkü çok hayır severler; din ve mezhep ayırt etmeksizin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler; onun için Türkler arasında fukaraya pek az tesadüf edilir... Kimisi daha hayattayken servetiyle fukaraya bakar, kimisi ölürken hastaneler tesisi yahut köprülerle kervansaraylar veyahut yol boylarında çeşmeler inşası için muazzam sermayeler bırakır; hatta birçokları da bu hayrat ve hasenatı daha sağlıklarında yaparlar; bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat ederler; keseleriyle hayrat yapamayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek kollarıyla hayır işlerler, bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve hatta eğer teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah çalıştıklarını söyleyerek reddederler."
M. Thevenot, Relation d'un Voyage Fait au Levant, Paris, 1665, s. 95-97.
Vakar Ağırbaşlılık
"Osmanlı Türkleri'nin milli seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükuna bundan daha müptela millet yoktur... Biraz fevkalade bir şey ve mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir."
M. d'Ohsson, Tableau General de I'Empire Ottoman, s. 356.
******
"Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu."
A. Ubicini, La Turquie Actuelle, Paris, 1855, s. 283.
Konuşma Üslubu
Türklerin konuşmalarına şahit olan bazı Batılı gözlemciler, Türklerdeki güzel hitap biçimini şöyle anlatırlar:
"Bu milletin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki bütün medeni milletlere örnek olabilir."
Charles Mac Farlane, Constantinople et la Turquie, cilt 2, Paris, 1829, s. 81.
******
"Öfke ile intikam hissinin mahsulü olduğu kadar kumarbazlığın da tabii bir neticesi olan küfürbazlık Hıristiyan memleketlerinde müthiş surette ve tamamıyla kafirce sarfedilip durduğu halde, Türkiye'nin ne sokaklarında duyulabilir, ne de evlerinde işitilir. Bu halin bizim yüzlerimizi kızartacak ve bizi hayretler içinde bırakacak tarafı da şudur ki, Türkler'in yalnız ağızlarında değil, dillerinde de küfür kelimeleri yoktur. Onlar yalnız 'Vallah' diye Allah'a kasem ederler."
Du Loir, Les voyages du Sieur du Loir, Paris, 1654, s. 189.
Osmanlıda Aile
19. yüzyılda İstanbul'da bulunan bir araştırmacının konuyla ilgili gözlemleri şunlardır:
"Erkeklerde de kadınlarda da evlat sevgisi çok barizdir. Türkler'in hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türkler'in de çubuklarını bırakıp çocuğa alakayla baktıkları ve ilerde (İnşallah) ihtiyarlık desteği olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür...
Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir; fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticari muamele gaileleri, kısacası başka memleketlerin herşeyleri çocuklara karşı şefkatlerini azalttığı halde, harem hayatı bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir. İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."
A. Brayer, Neuf Années à Constantinople, cilt 1, s. 224-226
Osmanlıda Çevreye Verilen Değer
Avrupa'da hayvanlar ve ağaçların kıymeti bilinmezken, Türkler'in bunları korumak için teşkilatlar, vakıflar ve hastaneler kurdukları tarihi bir gerçektir. Bu durumu bizzat kendi gözleriyle gören Avrupalı araştırmacılar hayretler içinde kalmışlardır:
"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için, besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler... Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden... Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar... Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam'da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır." (Jean Antoine Guer)
Guer, Moeurs et usages des Turcs, cilt 1, Paris, 1747, s. 221.
******
"Türkler'in tabiat güzelliklerine o kadar hürmetleri vardır ki, eğer bir ağaç bulunan yerde ev yapacak olurlarsa, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaca kafi gelecek bir açıklık bırakırlar. İşin doğrusunu isterseniz, bir bacayı güzel bir ağaçlıkla mukayese edin de ondan sonra bana Türkler'in haklı olup olmadıklarını söyleyin." (Lady Craven)
Lady Craven, Voyage de Milady Craven à Constantinople, Paris, 1789, s. 171.
******
"Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah'ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut tazib edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler."(Lamartine)
Lamartine, Voyage en Orient, cilt 2, Paris, 1896-1897, s. 259.
[1] Furkan, 25/63.
VAKIF EHEMMİYETİNE VÂKIF HANEDAN KADINLARI
Fatma Hilal FERŞATOĞLU
Vaiz/Kadıköy Müftülüğü
“Ademoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var?”[1] Cevabı içinde mündemiç bu Peygamber sualinin muhatabı olan ümmet-i Muhammed, Medine'de temelleri atılan İslam medeniyetini, îlâ-yı kelimetullah idealiyle geleceğe taşırken, bu geçici dünyada kalıcı izler bırakma düşüncesinde oldular. Sahibi olduğu malın menfaatinin, kişi için bu fani dünyadan göçüp gittikten sonra bile devam etmesi anlamına gelen vakıf düşüncesi mümin olma bilincinin eseriydi.
Köklü bir geleneğe sahip olan Devlet-i Âl-i Osman'ın, kendisine tevarüs eden en kıymetli emanetlerden biriydi “vakıf” ve devlet büyüklerinden halka kadar herkes kendi kudretince sahip çıkmıştı bu kuruma. Bugün bir kısmı yaşayan, tarihin şahitlik ettiği, hayır eserlerine bakıldığında, padişahlar, şehzadeler, sadrazamlar, paşalar gibi hanedan üyesi hanım sultanların da, toplumun hâlihazırdaki bir ihtiyacını karşılamak üzere nitelikli hayır hizmetlerinde bulundukları görülmektedir.
Hanedanın Kadın Mensupları ve Gelirleri
Osmanlı hanedanının kadın fertleri, padişah anneleri, eşleri, kızları ve onların kızlarından oluşmaktaydı. Padişah annesi, oğlu tahta çıktığında hayatta ise, “valide sultan” ünvanını alır, devlet protokolünde sırası hemen padişahtan sonra gelirdi. Hânedanın haremdeki en üst düzey temsilcisi olan valide sultan, oğlu ölür ya da tahttan indirilirse, protokoldeki yerini kaybeder, “valide-i atik” diye anılırdı. Yani “valide sultan”, padişah annesinin yalnızca oğlunun saltanatı süresince taşıdığı ünvandı.[2]
Padişah eşlerine ise ilk dönemlerde “hatun” diye hitap edilirken, sonraları “haseki” denilir oldu. “Haseki sultan”, erkek çocuk dünyaya getiren hasekilere verilen ünvandı. Bu ünvanla birlikte kendilerine bir daire tahsis edilir, hizmetine cariyeler, emrine de alışveriş vs. gibi, bütün işlerine koşturan bir kethüda tayin edilirdi.[3] Böylelikle harem hiyerarşisinde valide sultandan sonra gelen hatun kişi, haseki sultan olurdu. Şehzade anneleri, vakti geldiğinde yetişmek ve yönetim tecrübesi edinmek üzere sancağa gönderilen oğullarıyla birlikte sancağa gider, bir anlamda onlara hamilik ederlerdi. XVIII. yüzyılın başından itibaren padişah hanımları için “kadınefendi” tabiri kullanılmaya başlanmıştır.[4]
Padişah ve şehzade kızları da, ilk dönemde diğer kadınlar gibi “hatun” diye anılırdı. Abbasi Halife'sinin, Yıldırım Bayezid’ı, Haçlılara karşı kazandığı Niğbolu savaşını müteakip “Sultan-ı iklim-i Rum” (Anadolu'nun sultanı) diyerek taltif etmesinden sonra, zamanla padişah anneleri, çocukları ve torunları için de “sultan” ünvanı kullanılır oldu. Artık hanedana mensubiyeti ifade eden “sultan” ifadesi, hanedan erkekleri için kullanıldığında isimden önce, hanedan kadınları için kullanıldığında ise isimden sonra gelmiştir. Zaman içinde “hanım sultan” tabiri, özel olarak padişahın ve şehzadelerin kızları ve kızlarının kızlarını ifade etse de[5], günümüzde “hanım sultanlar” denildiğinde genel olarak hanedana mensup kadınlar kastedilmekte ve anlaşılmaktadır.
Osmanlı padişahları, valide sultan ve hanım sultanlar için mîrî arazileri temlik eder veya timar olarak verirlerdi. XVI. yüzyılın sonlarına kadar bu tahsisatlar özel bir adla anılmazken bu tarihten sonra, hanedan mensubu kadınların ihtiyaçları için mîrî araziden “paşmaklık” denilen bir toprak tasarrufu görülmektedir. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yaygınlaşan bu uygulamaya göre padişahın annesi, eşleri ve kızlarının ihtiyaçları için, devlet tarafından belirli bir arazinin vergi gelirleri “kayd-ı hayatla” tahsis edilirdi. Paşmaklıklar, sahibinin vefatı ile ileride tekrar aynı amaçla kullanılmak üzere hazineye intikal ederdi ancak paşmaklıkların hanım sultanların serbest mülk olarak kurdukları hayratlarına vakfedildiği de olmuştur.[6]
Valide sultanların ve hasekilerin paşmaklık gelirleri dışında, darphaneden maaş aldıkları biliniyor. Bundan başka azımsanmayacak bir diğer gelir kalemini de yabancı devletlerden ve Osmanlı devlet ricalinden gelen hediyeler oluşturuyordu.
Hanım Sultanların Vakıf Hizmetlerinden Örnekler
Servet sahibi hanedan kadınları, İslam hukukunun mal ayrılığı ilkesi mucibince tasarrufları sadece kendi ellerinde bulunan mülklerini, rıza-yı ilahiyi gözeterek, toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek üzere sarf etmekten çekinmemişlerdir. Bu sayede hem zengin-fakir arasında denge kurulmaya çalışılmış, hem saray ile halkın irtibatı kuvvetlenmiş, hem de halkın Devlet-i Âliye’ye bağlılığını temin ile istikrar sağlanmıştır.
Hanım sultanlar daha ziyade Osmanlı'ya payitaht olmuş Bursa, Edirne, İstanbul şehirlerinde, şehzadelerin yetiştikleri sancaklarda ve kutsal topraklarda vakıf eserler meydana getirmişlerdir.
Kaynaklara göre, vakıf kuran ilk valide sultan, Orhan Gazi'nin hanımı, I. Murad’ın annesi, Nilüfer Hatun’dur. Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'da, bir tekke, bir mescit, şehrin içinden geçen ve kendi adıyla anılan Nilüfer çayı üzerine de bir köprü yaptırmıştır.[7]
Fatih Sultan Mehmed Han’ın hanımı ve II. Bayezid’in annesi Gülbahar Hatun’un Edirne'de kendi adıyla anılan bir camisi ve Tokat’ta Hatuniye Camii ve Medresesi bulunmaktadır.[8]
Klasik dönemde adından söz ettiren güçlü valide sultanlardan, Yavuz Sultan Selim’in hanımı Hafsa Sultan, oğlu Şehzade Süleyman, Manisa sancağında valilik yaptığı süre boyunca ona eşlik etmiş ve cami, medrese, sıbyan mektebi, hankah, imaret, hamam ve şifahaneden oluşan, muazzam bir külliye yaptırmış, bu tesislerin işletilmesi için vakıf tesis etmiştir.[9]Külliye içindeki şifahane, Osmanlı Devletinde kadınlar tarafından yaptırılan ilk darüşşifa olma özelliği taşımakta ve burada ruh hastalarının musiki ile tedavi gördükleri bilinmektedir.[10]
Klasik dönemin en meşhur sultanı olan Hürrem Sultan'ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisine bağışladığı geliri yüksek arazilerden elde ettiği gelirle bugün de hayatta kalan vakıf eserler imar ettiği bilinmektedir. Dersaadet’in seçkin bir bölgesine yaptırdığı külliye içinde, cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret ve bugün de “Haseki” adıyla hizmet veren hastanenin temeli olan darüşşifa bulunmaktadır. İstanbul'da bir kadın tarafından kurulan ilk külliye olma özelliği taşıyan eser, Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Haseki Sultan’ın Sultanahmet meydanında -ihtimal ki külliyeye gelir sağlamak üzere- yaptırdığı Çifte Hamam, Türk mimarisindeki hamamların en gelişmiş örneklerindendir.[11] Hürrem Sultan'ın vakıf eserleri arasında Eğrikapı’da medrese, Edirne'de cami, imaret, köprü, su yolları ve çeşmeler, Cisrimustafa’da kervansaray zikredilir. Hürrem Sultan'ın unutulmayacak hayratları arasında, Mekke, Medine ve Kudüs şehirlerinde adına inşa ettirdiği imaretler bulunmaktadır.[12] Kudüs Haseki Sultan imareti ve bu imarete bağlı vakıf tesisleri, halen Eski Kudüs denilen bölgede faaliyetini devam ettirmektedir.[13] Hürrem Sultan’ın kutsal topraklardaki hayır hizmetlerine verdiği ehemmiyet, kendisinden sonra hanım sultanlara örneklik teşkil etmiştir.
Kanuni ve Hürrem Sultan'ın kızı olan Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa’nın eşi, II. Selim'in ablası, III. Murad'ın halası olarak tarihin en güçlü şahsiyetleriyle birarada yaşamış bir hanım sultandır. Babasının tahsis ettiği yüksek gelirli haslara ilaveten, eşi Rüstem Paşa’nın miras bıraktığı büyük servet kendisine ve kızına kalmıştır.[14] “Hayrât ve hasenât sahibi, dünya ve yurdun ismeti, Allah’ın kendisini fazılla, ihsan yağmakla seçkin kıldığı hanım sultan”[15] olarak anılan Mihrimah Sultan, siyasi pozisyonu ve ekonomik gücü sayesinde, ismini geleceğe taşıyan kudretli bir vakıf müessisidir. Üsküdar ve Edirnekapı’da, Mimar Sinan'a yaptırdığı, cami, medrese, türbe, sıbyan mektebi, han, imarethane ve tabhaneden oluşan iki muhteşem külliye, kendi ismiyle anılmaktadır.
Mihrimah Sultan'ın Haremeyn hizmetleri de dikkate değerdir. Vaktiyle Harun Reşid’in hanımı tarafından, Mekke'nin ve Arafat'ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılan su yollarının bozulması sebebiyle, tadilatı gerekmiştir. Ayn-ı Zübeyde adıyla anılan su kaynağının köklü bir şekilde tamiri, ilave su kanallarıyla zenginleştirilmesi ve Mekke içerisinde yeterli dağıtımı sağlayacak çeşmelerin yapım masrafının tamamını Mihrimah Sultan karşılamıştır. Tamirat on iki yıl sürmüş ve bu iş için yaklaşık bin kişi çalışmıştır. Bu cömert Sultan'ın, her yıl Mekke ve Medine fakirlerine dağıtılmak üzere para gönderdiği, ayrıca Haremeyn’deki görevliler için de maaş tahsisinde bulunduğu vakfiyelerinde geçmektedir.[16]
Üsküdar'ın imarında büyük katkısı olan bir başka hanım sultan, II. Selim'in başhasekisi ve III. Murad'ın validesi Nurbanu Sultan’dır. Üsküdar, Toptaşı’nda, Mimar Sinan'a yaptırdığı ve içinde cami, medrese, kütüphane, tekke, sıbyan mektebi, darulhadis, darulkurra, darüşşifa, imaret, hamam ve kervansaraydan oluşan külliye, Atik Valide Sultan Külliyesi ismiyle anılır.[17] Nurbanu Sultan, bu merkezin su ihtiyacını karşılamak üzere üç farklı kaynaktan su toplatmış, “Atik Valide Suyu” denilen havuza zamanla pek çok tesis bağlanmıştır.[18] Yinebu kıymetli vakıf eserin hizmetlerinin sürekliliği için, Üsküdar'daki Yeşildirekli Hamam’ın, Divanyolu’ndaki Çemberlitaş Hamamı’nın ve Langa’daki Havuzlu Hamam’ının gelirleri Valide Sultan tarafından vakfedilmiştir.[19]
I. Ahmed’in hanımı, IV. Murad'ın ve Sultan İbrahim'in annesi, Mahpeyker Kösem Sultan, padişahların çocuk yaşta tahta çıktıkları XVII. yy. Osmanlısında, uzun yıllar “nâibe-i saltanat” olmuş güçlü bir valide sultandır. Kösem Sultan'ın İstanbul'da ve taşrada tesis ettiği vakıflar içinde, Üsküdar'da, Boğaz'ı, Haliç'i ve Marmara'yı gören bir tepenin yamacına kurdurduğu, cami, çifte hamam, sıbyan mektebi, sebil ve çeşmesi ile Çinili Külliyesi’nin yeri ayrıdır. Çakmakçılar Yokuşu'nda, İstanbul'un Kapalıçarşı'dan sonraki en büyük çarşı hanı olarak yapılan “Büyük Valide Han”ını, Üsküdar'daki külliyeye gelir sağlamak için yaptırmıştır.[20] Anadolu Kavağı’nda mescit, Sultanselim’de Valide Medresesi, Mescit ve Çeşmesi, Yenikapı’da çeşme, Konya’da han, Yunanistan’da haslarına yakın Barda suyu üzerinde yedi gözlü Valide Sultan Köprüsü, Mekke-Medine yolunda su tesisi, diğer hayratları arasındadır.[21] Haremeyn fukarasının, yoksul hacıların, ihtiyaçlarını karşılamak ve her yıl Surre Alayı’yla gönderilmek üzere para vakıfları tahsis eden [22], muhtaçlar için aşevleri açan, borçları yüzünden hapse düşenlerin borçlarını ödeyip serbest kalmalarını sağlayan, fakir kızların çeyizlerini düzüp evlendiren “insaniyetli” sultan, kurduğu vakıfların hizmet sürekliliğini sağlamak için de zengin gelir kaynakları bırakmıştır.[23]
Sultan İbrahim'in hasekisi ve IV. Mehmed'in annesi Hatice Turhan Valide Sultan, şair Abdî'nin düşürdüğü tarihte “...Kilid-i bahr-i İstanbul, sedd-i pâk-i Sultânî” dizesiyle adını bulan Çanakkale Boğazı kalelerini ve onların yanına bir de cami inşa ettirmiştir. Yapımını Safiye Sultan'ın başlattığı ancak ölümüyle yarım kalan Eminönü'ndeki Yeni Cami’nin inşasını elli küsür yıl sonra tamamlatmış, bunun yanı sıra mektep, darulhadis, çarşı, hünkâr kasrı, sebil, çeşme ve içinde medfun bulunduğu türbeyi de yaptırarak adını tarihe yazdırmıştır.[24]
Üsküdar’da bir kuş kafesini andıran, üstü açık türbesiyle hatırlarda yer tutan Gülnûş Emetullah Valide Sultan, IV. Mehmed'in başkadını, II. Mustafa ve III. Ahmed’in annesidir. Haseki sultan iken Mekke'de Hasekiyye imareti, Hac yolu üzerinde köprüler, çeşmeler, sebiller ve kuyular vakfetmiştir. Büyük oğlu II. Mustafa zamanında Galata Yeni Camii’ni, küçük oğlu Sultan Ahmed’in saltanatı sırasında Üsküdar Balaban İskelesi’nin sağında Cedîd Valide Külliyesi’ni yaptırmıştır. Camii, sıbyan mektebi, medrese, sebil, çeşme, imaret, arastalar ve meşrutalardan oluşan külliye, tarihçi Râşid’in ifadesiyle Üsküdar'a “azim revnak ve şân” veren bir eserdir.[25]
Osmanlı’nın en hayırsever sultanlarından biri olan Bezmiâlem Valide Sultan, II. Mahmud'un ikinci kadınefendisi, çocuk yaşta tahta çıkan Abdülmecid'in validesidir. Bugün de hizmetini sürdüren en önemli vakıf eseri, vakfiyesinde sadece muhtaç ve kimsesizlerin ücretsiz olarak tedavi göreceği belirtilen Gurebâ-yı Müslimîn Hastahanesi’dir. “Hastahane” tabirinin ilk defa kullanıldığı bu müessesenin hemen yanına bir de cami inşa ettirmiştir.
Hayırhâh hanedan kadınlarının Haremeyn yoksullarını gözetme geleneğinin devamı olarak, Mekke'de de bir Gureba-yı Müslimin Hastanesi inşası başlatmış ancak sağlığında tamamlanamayan bu hastane II. Abdülhamid tarafından hizmete açılmıştır.
Bezmiâlem Valide Sultan’ın, içinde matbaası ve kütüphanesi bulunan, devlet dairelerine memur kadrosu ve Darülfünun’a talebe yetiştirmek üzere kurdurduğu Valide Mektebi, ilk modern mülkiye mektebidir. Günümüzde İstanbul Kız Lisesi adıyla eğitim-öğretime devam etmektedir.[26]Eminönü ile Karaköy arasına yaptırdığı Cisr-i Cedîd (Galata Köprüsü) diye anılan köprü önemli bir bayındırlık hizmetidir. Ölümünden sonra tamamlanan Dolmabahçe Camii, yine Bezmialem Valide’nin vakıf eserlerindendir. Hayratı arasında Sultanahmet'teki Üçler Çeşmesi, İstanbul'un çeşitli yerlerinde yaptırdığı ve ihya ettirdiği başka çeşmeler, sebiller bulunmaktadır.[27]
Hanım sultanlar içinde külliye çapında eser bırakan son vâkıfe, II. Mahmud'un beşinci kadınefendisi, Sultan Abdülaziz'in annesi, Pertevniyâl Valide Sultan’dır. Aksaray’daki Valide Sultan Külliyesi, camii, mektep, kütüphane, muvakkithane, çeşme ve türbeden oluşur. Karagümrük'te, Yahya Efendi Dergâhı’nda, Eyüp’te çeşmeler yaptırmış, Yahya Efendi türbesini tamir ile ihya edip, dergâha kendi vakfından yıllık erzak bedeli tahsis ettirmiştir. İlk Osmanlı zırhlısı olan “Feth-i İslâm”, onun tersanede yaptırdığı taş tezgâhtan (inşa havuzu) çıkmıştır.[28] Medine fukarası Pertevniyal Valide Sultan’ın hayır ışığına her yıl gönderdiği surreleri almak suretiyle nail olmuştur.[29]
Osmanlı hanedanının kudretli kadınları, hayırseverlik idealleriyle inşa ettikleri vakıf eserleri ile halkın gönlünde taht kurmuşlardır. Onların bu alicenap tutumları halk arasında aksi sadâ bulmuş, zenginleri için örneklik teşkil etmiş, fazilet duygusunun gelişmesine sebep olmuştur. Banisi bulundukları külliyeler, sadece ihtiyaca cevap vermekle kalmayıp, şehir kültürünü geliştiren, sosyal hayatın can damarı olan merkezler haline gelmiştir. Nihayet Osmanlı mülkünü ebedi nakışlarıyla işleyip, medeniyet inşasına katkıda bulunan hanım sultanlar, sahip oldukları servetin hakkını en iyi şekilde vermişlerdir.
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Akyıldız, “Valide Sultan”, DİA, İst. 2012, c.42, s.494-499.
[3] Abdülkadir Özcan, “Haseki”, DİA, İst. 1997, c. 16, s.368.
[4] Ali Akyıldız, “Kadınefendi”, DİA, İst. 2001, c. 24, s. 94.
[5] Filiz Ç. Karaca, “Hanım Sultan”, DİA, İst.1997, c.16, s. 28.
[6] Mehmet İpşirli, “Paşmaklık”, DİA, 2007, c. 34, s. 186-187.
[7] Necdet Sakaoğlu, Osmanoğullarının Ünlü Kadın Sultanları, İstanbul 2007, s. 22
[8] Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Kadın Sultanları, İst 2008, s.112,113.
[9] Erdem Yücel, “Osmanlı Tarihinde Vakıf Yapan Kadınlar”, Hayat Tarih Mecmuası, c.7, Şubat 1971, S. 1, s. 47
[10] Müjgan Cunbur, “Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde Kadınların Kurdukları Şifahaneler”, Erdem, Ankara 1987, c.3, S. 8, s. 344.
[11] Yücel, agm., s. 48.
[12] Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Kadın Sultanları, Valide Sultanlar, Hatunlar, Hasekiler, Kadınefendiler, Sultanefendiler, İst 2008, s. 179.
[13] Ayrıntılı bilgi için bkz. Amy Singer, Osmanlı'da Hayırseverlik: Kudüs'te Bir Haseki Sultan İmareti, (çev. Dilek Şendil) İst. 2014.
[14] Sakaoğlu, age., s.189.
[15] Üsküdar Mihrimah Sultan Camii cümle kapısı üzerindeki kitabeden bir kısım.
[16] Ebru Eynallı, “Vakıfsever Bir Hanım Sultan: Mihrimah”, Vakıf Restorasyon Yıllığı, 2014, S. 9, s. 15.
[17] Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ank. 1980, s. 40.
[18] Yücel, agm., s. 48.
[19] Uluçay, age., s.40.
[20] Murat Kocaaslan, Kösem Sultan, Hayatı, Vakıfları, Hayır İşleri ve Üsküdar'daki Külliyesi, İst. 2014, s.118.
[21] Necdet Sakaoğlu, age., s. 231.
[22] Yücel, agm., s. 49.
[23] Kocaaslan, age., s.143.
[24] Uluçay, age., s. 58-59.
[25] Sakaoğlu, age., s. 274.
[26] Haluk Şehsuvaroğlu, “Bezmialem Valide Sultan”, Resimli Tarih Mecmuası, IV/39, İstanbul 1953, s. 2098.
[27] M. Hüdai Şentürk, “Bezmialem Valide Sultan”, DİA, İst. 1992, c.6, s. 109-110.
[28] Ali Akyıldız, “Pertevniyal Valide Sultan”, DİA, İst. 2007, c. 34, s. 240.
[29] Sakaoğlu, age, s. 396.
.VAKFİYELER DER Kİ:
"VAKIFLAR KIYAMETE KADAR KAMUNUNDUR"
Yrd. Doç. Dr. Zehra GÖZÜTOK TAMDOĞAN
NKÜ İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Vakıf kelimesiyle, çocukluğuma dayanan ilk tanışıklığım, muhterem babamın imam-hatib olduğu camideki Kur’ân-ı Kerîmlere, Vakıf kelimesini en güzel yazımla hem Arapça hem de Türkçe haliyle yazmamı istemesiyle oldu. Bunun değerli bir şey olduğuna o zamanlar vâkıf olmuştum...
Yeryüzünü imar göreviyle ve de buna donanımlı olarak yaratılmış olmak; bizleri mâbedler, şehirler imar etmeye sevketmiştir. Fakat bu imar Allah’a imana eşlik eden bir amel olursa değerli ve kalıcı olacağından vakıf geleneği bize bu fırsatı vermiştir. Geceyi, gündüzü, zamanı akıp geçen birer âyet olarak yaratan Allah, yeryüzünü bizim için bir makar, durulacak imar edilecek bir alan olarak var etmişse bu geçiciliğe karşın bir şeyleri burada kıyamete kadar durdurmak bizi hüsrandan, kaybolmaktan kurtaracak ümittir. Vakıf da tam bu noktada aslında kişinin dünyada iken yapıp önden gönderdiği şeyler olarak ona şahit olacaktır. Ömrünü Arafat’da Rabbi ile mîsâkını tazeleyerek, O’na vakfeden kişi gibi vâkıf da malını yeryüzünün çeşitli yerlerinde vakfederek Hayy’dan geleni Hû’ya emanet edecektir.
Vakfı, Ömer Hilmi Efendi'nin (ö. 1889) tanımından yola çıkarak şöyle ifade edebiliriz aslında; Öyle bir bina, yapı, mal, para ki menfaati ibadullâha ait olsun, müebbede olup ebedî kılınsın; câriye olsun devam etsin; muharreme olsun dokunulmaz hâle gelsin... Ve bunun adı da vakıf olsun.
Rahim olan Allah’ın merhametinin mümin bireyde tecellisinden birisidir vakıf... Öyle ki bu merhamete binâen diyebiliriz ki diğer toplumlarda dram oluşan alanların hemen hepsi için bizde yapılan vakıflar, bu dramların oluşmamasına, yaraların yerinde tedavi edilmesine, hallolmasına yardımcı olmuştur. Vâkıf da zaten Allah'a verdiği bu güzel borcun toplumun yararına olmasının derdindedir.
Vakıf, infakın, sadakanın, vermenin Kur’ân edebi dairesinde minnetsiz ifadesini, başa kakmamanın, yardımın, it’âmın karşısında herhangi bir şey beklememeyi, en sevdiklerimizden verebilmeyi dolayısıyla Allah için yaşatmayı ifade eder.
Varlıklı ve hayırseverden ihtiyaçlı ibadullâha cârî olan mal-para-bina, vâkıfın hem kişisel menkıbesine atılmış bir ilmek olacak hem de mensubu olduğu medeniyetin sosyo-kültürel, mâddi, mânevî dokusunu zenginleştirmiş olacaktır. Bu medeniyetin devamı dahî düşünülerek, bazı dönemlerde bazı şehirlerde yapı çok olunca, bina yapmak yerine o binaya vakıf yaparak onun hizmetlerinin devamı sağlanmış, ihyâ edilmiş, onun için gelir kaynağı olmuştur.
Vakıf kültürüyle hayatın dokunduğu hemen her alanda vâkıflar hazır bulunmuşlardır. Vakıf bazen vâkıf hayatta iken hayat bulmuş, bazen vasiyeti olmuş; ardında bıraktığı bir miktar para şehrin miskinlerini, fakirlerini doyurmuş ve her halükârda vâkıf hayırla yâd edilmiştir.
Medeniyetin hizmetine sunulan bu vakıfların bazısı camiye konu olmuş; caminin hademesine hizmet etmiş, caminin kandili, berat mumu, kitabı olmuş, hatta Tunus'taki bir camide müezzinin sabah ezanlarını okurken soğuktan korunması için bir palto olmuştur. Yine vakıflar köprü olmuş, sebil, çeşme olmuş, derbent, han, mezarlık, bîmaristân, cüzzamlıya özel hastane olmuş. Bazen mekteb öğrencilerine elbise, bazen yemiş, bazen aşhanede it’âm-ı taam olmuş; Mekke'ye Medine'ye gitmiş, Kudüs’e Halep’e ulaşmış, bazen ise âvârız vakfı olmuş vergi ödeyemeyenin yükünü hafifletmiştir.
Rahmân’ın misafirlerinin yolculuklarını kolaylaştırmak, konaklamalarını sağlamak için vakıflar olduğu gibi oruçluya iftar yemeği, bir genç kıza çeyiz, hapistekinin derdine çare olacak vakıflar da olmuştur.
Sadece Maşrık değil Mağrib de, Endülüs de vakfetmiştir. O yüzden İbnü’l-Hatîb Mağrib’in Fas'ını tarif ederken "...vakıf yardımlarının bol olduğu" bilgisini tarihe not düşmüştür. Mümin sadece kendi şehrini değil vakfından başka coğrafyaları ve özellikle kutsal toprakları hissedar etmiştir. Mekke-Medine vakıfları ta Mağrib’den başlayarak surre alaylarıyla o topraklara ulaşmıştır. Meselâ 17. yy.’da Bursa’da kutsal topraklardaki fakirlere 160 vakıftan pay gönderilmesi için vakfiyelerde çeşitli şartlar mevcuttur.
Sadece sultanlar yapmamıştır bu iyilik kervanının mebânîsini... Halk da kendince katılmıştır. Kimi vâkıflar kendi evlâtlarına, nesline vakfetmiş; bazıları ümmete, Haremeyn’e, suya, fakire, öğrenciye, ilme, yetime, kitaba vakfetmiştir. Sadece erkekler değil kadınlar da katılmıştır. Bu değerli vâkıfe hanımefendilere örneği 14. asır tarihçilerinden Ali Ceznâî'nin eserinde verdiği bilgiden sunmak yerinde olacaktır. Ki o kendi işittiği rivayetlerden birinden bahseder ki o da İdrîsîler’in beşinci emîri Yahyâ zamanında, Kayrevan’dan Fas’a gelen Muhammed b. Abdullah el-Fihrî el-Karavî’nin kendisinden sonra Fas’ta yaşayan iki kızı ile ilgili rivayettir. Kızların isimleri “Ümmü’l-Benîn” diye çağırılan Fâtıma ve Meryem’dir. Kendilerine babalarından kalan büyük ve değerli mirası hasenâtta kullanmak isteyen bu iki kızkardeş, Fas halkının ve çevreden gelenlerin, namaz kılabilecekleri câmilere ihtiyaç duyulduğunu öğrendiklerinde Fâtıma, Karaviyyûn bölgesinde, Meryem ise Endelüsiyyûn bölgesinde inşâ edilmek şartıyla miraslarını vakfederler. Böylece Karaviyyûn Câmii’nin inşâsına 245/859 yılının Ramazan ayında başlanmıştır.
Böylesine değerli bir geçmişi ve işlevi olan vakfın en önemli özelliği ise aslında o malın kamu hizmetine tahsisi, kamu malı oluşudur. Benden çıkması bize olması, benim değil bizim olmasıdır. Bizim olan bu eserlerin bir de kıyamete kadar sürmesi arzu edilen garanti belgeleri olan vakfiyeleri vardır. Vakfiyeler eş-Şehîd olan Allah’a götürülen ve yeryüzünü imar ettiğine dair kişinin şehadet belgeleridir. O belgeler bize vâkıf tarafından emaneten bırakılmışlardır.
Yukarıda bahsedilen güzellikler yanında bugün gelinen noktada gördüklerimiz bildiklerimiz emanete dokunan ve ters giden bir şeylerin oluşudur. Tarihî bir gerçek olarak vakıf hazineleri başka yapılara aktarılınca bozulmalar başlamış; vakıf gelirleri azalınca da vakıf eserleri harap olmaya başlamıştır. Vakıfların hesapsız kullanımı, gelirlerinin yağmalanması, mülkiyetine hile yapılması, vakıfların yönetiminde görülen yolsuzluklar, vakıf ruhunu incitmiş, yok etmeye başlamış; vakıf mallarının satılamayacağı ilkesi çiğnenmiş, vakıf malları başka bir mal ile değiştirilmiştir.
Diğer yandan vakıf kelimesi değiştirilmiş, yerine kullanılan tesis kavramı bizim insanımıza tanıdık gelmemiş ve o yüzden sahip çıkılmamıştır. Oysa vakıf, bizim insanımıza ibadet niyetini hatırlatıyordu. Bu ibadetine engel olunmuş, elinden alınmış, sadaka-i câriyeleri kapatılmış, yıkılmış, vakfetme düşüncesi dümura uğratılmış, vakfedip vukufiyete erecek damarları kurutulmuş, köyüne, şehrine, dağına, bağına, yaşlısına gencine, yavrusuna, garibine ulaştığı yollar tıkanmış, kibrini yok edip, zenginle fakiri kardeşleştiren, aşımızı Bosna'yla Halep'le pay eden ellerimize kilit vurulmuş... Şunu unuttuk ki vakfı değiştiren, kamunun yararına olan akışı kesen, onu ihmal eden, sömüren herkese beddua vardır.
Oysa hakkıyla bilseydik -göklerin yerdeki duraklarının bu denli özelliğini ve güzelliğini- hangi el vakıf evinin duvarına bir çivi çakıp zarar verebilir ki! Hangi ev, hangi araç kamu yerine aileye tahsis edilebilir ki! Camideki, kütüphanedeki kitapların hangi sayfası incitilebilir ki! Hangi bahçedeki hangi eşyaya isim kazınabilir ki! Yetime ayrılmış hangi çarşı satılabilir, mülk edinilebilir ki! Yıkılan, rakabe hizmeti sonlandırılan, ihyâ edilmeyen, satılan, haksız kazanca dönüştürülen vakıflar ve bunların icrâ ettiği görevlerin, hizmetlerin ulaşamadığı kırık yürekler, mahzun yuvalar karşısında, vakfın kıyamete kadar sürmesi temennisi onu yeniden canlandırabileceğimiz ümidini taşımaktadır.
Çünkü şimdi ümmetin dramlarına merhem olacak vakıflar lazım bize... Aş olacak, iş olacak, yuva olacak, mektep, kitap olacak, su, ilaç olacak...
O yüzden özellikle son bir asırdır gerek ülkemiz topraklarında gerekse fetihlerle ulaştığımız topraklardaki zulüm görmüş bu vakıfların, kamu malı hassasiyeti ile tekrar ihyâ edilmesi, günümüz ihtiyaç ve beklentilerine uygun olarak yeni vakıfların inşa edilmesi duamızdır.
Kaynak: DİN ve HAYAT Dergisi
.İslâm Hukukunda Günümüz Vakıf Meseleleri
Prof.Dr.Vecdi AKYÜZ
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakıflar asıl itibariyle dinî bir kurumdur. Vâkıfın vakıf kurarken asıl amacı, Allah’a yaklaşmak (takarrub), vakfın sebep olduğu hayırlar sebebiyle Allah’ın rızasını kazanmaktır. İslâm’da servetin değeri kullanılmasına bağlıdır. Bu servet anlayışının sonucu olarak da hayır yapmak isteyen servet sahipleri, vakıfları bu yönde kullanmıştır. İslâm’da kişisel mutluluğun yanında toplumsal mutluluğun da önemli olması, müslümanların vakıf kurmalarında dinî bir sebep olarak görülebilir. Allah rızasını kazanmak için topluma din, eğitim ve kültür, şehircilik ve belediye, imar ve kalkınma, sosyal yardım ve dayanışma gibi hizmetlere yönelik kurulan vakıfların, geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok sorunu vardır. Bu yazıda, bu sorunların sadece birkaçına değineceğiz.
1. Vakıf Mütevellîsi
Sözlükte “başkasının işini gören, dostluk gösteren, bakımını üstlenen” gibi anlamlar taşıyan “mütevellî” kelimesi terim olarak vakfiye şartları, şer’î hükümler ve mer’î mevzuat çerçevesinde vakfın işlerini idare etmek üzere görevlendirilen kimseyi ifade eder. Bu görev ve yetkiye “velâyet”; görevlendirmeye ise “tevliyet” denilmektedir. Osmanlı uygulamasında mütevellînin yaptığı iş için, çoğunlukla tevliyet kullanılırdı.[1]
Bütün İslâm hukukçuları ittifakla, vâkıfın mütevellî tayini konusunda mutlak yetkiye sahip olduğunu kabul etmiştir. Genel olarak İslâm hukukçuları, mütevellîyi iki kısma ayırmışlardır: Birincisi; vâkıfın kurmuş olduğu vakfın idaresini yürütmek üzere tayin ettiği kişidir. Vâkıfın isteğiyle tayin edilen kimseye “meşrut mütevellî” denir. Kuruluş sırasında vâkıf, mütevellî belirlememişse, ya kendisi mütevellî olur veya bir başkasını tayin eder. Fukahânın çoğunluğu vakfın idaresinin hayatta olduğu süre içerisinde vakıf yapan kişinin hakkı olduğu görüşündedir. Ancak vakıf yapan kişi dilerse vakıf için başka bir idareci de tayin edebilir. Bu durumda atanmış olan vakıf idarecisi mütevellî, hayatta olduğu süre içerisinde vakıf yapan kişinin vekili durumundadır, vefâtından sonra ise onun vasîsi olarak kabul edilir. Bazı vakfiye metinlerinde, sadece adı tespit edilen bir şahıs mütevellî tayin edilirken, bazılarında ise vâkıf kendisinden sonra vakıf müessesesi ayakta kaldığı müddetçe kimlerin mütevellî tayin olunacağını da tespit edebilmektedir. Bu tür mütevellî tayinleri sultan, bey, paşa gibi ileri gelenlerin vakfiyelerinde görülmektedir. İkincisi ise; vâkıf tarafından mütevellî tayin edilmediği takdirde, kurulan o vakfın mütevellîsi hâkim veya hâkimin tayin ettiği kişidir; bu kişiye de “mansub mütevellî” denir.[2]
Hanefî mezhebindeki hâkim görüşe göre, vâkıfın evlât ve hısımları arasında bu işe ehil olan biri varsa onu yabancılara tercih etmek gerekir.[3]
Tek bir kişinin mütevellî olmasının dışında, birden fazla da mütevellî olabilir. Bunlara “mütevelli heyeti” denir. Ayrıca vakfın idaresini üstlenen mütevellînin dışında bir de tescil mütevellîsi vardır. Tescil Mütevellîsi; vakfın tescil işlerini yürütmek üzere vâkıf tarafından belirlenen kişidir. Bu kişinin görevi tescil işlerinin tamamlanması ile sona erer. Bu tayinin amacı; vakfın kuruluşuna ilişkin farazî davalarda vakfın tescilini mürâfaalı bir duruşmayla gerçekleştirmektir.[4]
Gerek Selçuklu ve Beylikler dönemi vakıflarında olsun, gerekse Osmanlı vakıflarında olsun genelde zürrî adı verilen aile vakıflarında vâkıf, ilk mütevellî olarak kendisini, sonra oğullarını, daha sonra oğullarının oğullarını nesli kesilene kadar mütevellî tayin etmektedir. Bazı vakfiyelerde vâkıf, kendi soyundan olan kızlarını ve onun çocuklarını hariç tutarken, bazı vakfiyelerde ise kızlara da erkek çocuklarıyla eşit haklar tanınmıştır.
Vâkıfın nesli kesilirse, yine vâkıfın isteği doğrultusunda bir akrabasının veya (eskiden âzatlı kölesinin) neslinden gelenler mütevellî tayin edilebilmektedir. Vakfı devam ettirecek kimse kalmazsa, genelde vakfın bağlı bulunduğu bölge kadısının mütevellî olması veya güvenilir birisinin tayin edilmesi istenmektedir.
2. Mütevellînin Görevleri
Vakıfların işlerini yürütmek amacıyla tayin edilen mütevellîlerin vakıflarla ilgili çeşitli vazifeleri vardır. Herşeyden önce mütevellî, vekildir. Hanefîler’den İmâm Muhammed ve Hanbelîler’e göre mütevellî, vakıftan yararlananların vekilidir.[5] Zira bunların yararını korumak için tayin edilmiştir.
Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a göre, mütevellî devletin veya hâkimin vekilidir. Bunun dışında mütevellî, vakfın iş ve işlemlerini bizzat yürütmek, ihtiyaç olan durumlarda vekil tayin etmektir. Ayrıca mütevellî vakıfları tamir eder, korur, vakıfların bir kısım akarlarını kiraya verir, kira paralarını toplar veya toplatır, vakıfların hukukunu korumak için gerekirse dava açar.[6]
Diğer taraftan mütevellînin yaşının küçüklüğü, uzun bir yolculuğa çıkması, vakfın işlerini yapmaktan âciz olması gibi üçüncü bir kişiye ihtiyaç duyulması halinde hâkim, vekil tayin edebilir.[7] Mütevellîler kendi salâhiyetleri dâhilinde bulunan işleri bizzat yapar veya yaptırırlar. Hâkimin re’yine bırakılan hususları ise ona gösterirler. Hâkim isterse bunları, ifası için mütevellîye yetki verebilir.[8]
Mütevellîlerin yaptıkları bu kadar hizmet karşısında, Mecelle’nin 88. maddesi olan “Külfet nimete ve nimet külfete göredir.” kaidesi gereği, mütevellîlere birtakım nimetler sağlanmıştır. İşte bu nimetlerin başında, mütevellîye tanınan tasarruf yetkisi ile bu görevi karşılığında hak ettiği ücret gelmektedir.[9] Fakihler bu hükme temas ederken Hz.Ömer ve Hz.Ali’nin, mütevellînin vakfı kendisi için bir gelir kaynağı kabul etmemesi şartıyla mâruf ölçüde gelirinden faydalanmasına imkân veren söz ve uygulamalarını örnek gösterirler.[10]Mütevellî, tamamen gönüllü şekilde de görev yapabilir.
Mütevellîye ödenecek ücret zamana, vâkıfın imkânlarına göre değişir. Mütevellînin ücretini ya malını vakfeden vâkıf veya kadı (hâkim) tayin eder. Böyle bir tayin yapılmamış ise, mütevellî, hâkime başvurarak kendisine ücret takdir edilmesini talep eder veya işleri karşılıksız yürütür.
Vakıf mütevellîlerini teftiş edecek ve muhasebesini yürütecek makam, genellikle hâkimlerdir. Bir vakfın mütevellîsi mevcutken, hâkim o vakfın tasarrufuna karışamayacaktır. Mütevellî, İslâm esasları dâhilinde vakıf üzerindeki tasarrufunu kullanacaktır. Kendi ihmal ve kusuru sonucu olmaksızın telef ve zâyi olan vakıf mallarından sorumlu tutulmaz. Beklenmeyen sebepler veya önüne geçilmesi mümkün olmayan hadiseler sonucu meydana gelen zararlardan, mütevellî sorumlu değildir. Ancak vakıf hakkında hıyanet ve suistimallere ait bazı emâreler hissolunduğu takdirde hâkim derhal vakfa dair işlemlerini teftiş ve muhasebesini isteyebilir. Hainliğini veya suistimalini yakaladığı takdirde, mütevellî, vâkıfın kendisi bile olsa, hâkim onu mütevellîlik görevinden alabilir. Mütevellî, kendi kusur ve ihmali sonucu meydana gelen zararları tazmin etmekle yükümlüdür.
Mütevellî görevinden istifa edebilir. Gerektiğinde vâkıf veya hâkim onu, hıyanet, sefâhat, ihmal ve benzeri durumlarından dolayı azledip görevinden alabilir.
İstibdâl (Vakıf Mallarının Değiştirilmesi)[11]
Vakfiyede, vâkıfın vakfın örgütü, yönetimi ve gelirlerinin ilgililere dağıtımı için belirlediği kuruluş ve işleyiş şartları bulunmaktadır. Vâkıfın koyduğu kurallar, eğer naslara uygunsa uymak zorunludur. “Vâkıfın şartı, Şâri’nin nassı (âyet ve hadis) gibidir.” sözü, temel umde kabul edilir. Bu şartlardan biri de, istibdâl şartıdır.
İstibdâl; taşınır veya taşınmaz vakıf bir malın başka bir malla değişimine verilen addır. Bu terimle alâkalı diğer bir terim ise ibdâldir. İbdâl; yerine bir başka vakıf mal satın alabilmek için herhangi bir vakıf malı nakitle satmaktır.[12] Vakıfların satımı işlemi de istibdâl başlığı altında incelenir.
İstibdâli önemli hale getiren iki husus bulunmaktadır. Birincisi; vakfın devamlılık/süreklilik (teb’îd) şartının gerçekleşmesi bu şarta bağlıdır. İkincisi; çokça tartışılan, suiistimal edilen bir konu olmasıdır. Vakfın devamı için kullanılan bu şart, tam tersi ortadan kaldırmak amacıyla da kullanılmıştır, kullanılabilir.[13]
Hanefî hukukçular, istibdâlin kötüye kullanılmasını engellemek için bazı şartlar ortaya koymuşlardır:
a) Vakfiyyede istibdâl şartının yer alması: Vâkıf, kendisi, mütevellî veya başka bir kimse tarafından istibdâl yapılması şartını koyabilir. Eğer bu şart varsa, hâkim kararına gerek kalmadan istibdâl yapılabilir.[14] Hanefî hukukçuları, mescidin istibdâlinin câiz olmadığı konusunda ittifak halindedirler.[15]
b) Vakıf akarın yararlanılır olmaktan çıkması: “İstibdâl meşrut veya zaruret mevcut olduğu takdirde, vakıf akarı istibdâl câiz olur.”[16] Bu durumda, tüm Hanefî hukukçuları câiz olduğuna dair ittifak halindedirler. Ancak, istibdâl için, vâkıf tarafından bile yapılsa, hâkim kararına gerek vardır.
c) Vakıf intifâ edilir haldeyken vakfa daha yararlı bir yer almak için istibdâl yoluna başvurmak: Hanefîler, arasında çokça tartışılan bir konudur. Birçok Hanefî hukukçusu, bunu câiz görmemiştir. Çünkü bu işlemin menfaat düşkünü insanlar tarafından istedikleri gibi kullanılabilir olma tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Ebû Yûsuf ise, hâkim kararıyla mümkün olduğunu söyler. Osmanlı döneminde, bu görüşe fetva verilmiş ve birçok vakıf malı yağmalanmıştır. Bu suistimal, maalesef günümüzde de aynen sürmektedir.
d) Vâkıfın istibdâli yasaklaması: Bu konuda, iki görüş mevcuttur: i) İstibdâl etmek câiz değildir. ii) İstibdâl etmek câizdir; bu görüşü savunan Ebû Yûsuf’tur. Hâkim eğer maslahat görüyorsa, istibdâl yapabilir.
Temel esasları belirtilen istibdâl yapılırken, şu ilkelere uyulmalıdır:
1) Vakıf malları, vakıf için gelir getiremez veya getirdiği gelirin giderini karşılayamaz duruma gelmesi,
2) Vakfın tamir edilerek eski haline iâdesi için başka türlü gelir kaynağı bulunamaması,
3) Satım akdinde gabn-i fâhiş (bedelinin 1/5 ‘inden daha düşük bedelle satış) olmaması,
5) Bedel olarak alınacak akarın, yer ve mevkisi itibariyle vakıf akarın bulunduğu yerden daha aşağı olmaması,
6) İstibdâl muâmelesinin izn-i kâdî ve emr-i sultânî ile yapılması,
7) Bu değişimi yapacak olan hâkimin, ilim ve ameliyle temeyyüz etmiş olması.[17]
Vakfın istibdâli konusunda birçok görüş ortaya konulmuş, bu husus bir sürü yeni düzenlemelere mâruz kalmıştır. Çoğu kişi istibdâlin iki tarafı keskin bıçak olmasından çekinerek net görüş ortaya koymamıştır.
Zürrî Vakıflar (Aile Vakıfları)
Vakfın başlangıç itibariyle belirli bir şahıs veya şahıslar lehine kurulması durumunda vakıf, ehlî vakıf adını alır. Vâkıfın yararlanan kimseler olarak kendi soyundan gelen kimseleri seçmesi durumunda kurulan vakıf, bir aile vakfı olur.
Şahısların belirli olmasından kastedilen şey bu şahısların bizzat veya vasıf itibariyle belirli olmasıdır. Birinci duruma örnek bir vakfın Ahmet, Mehmet gibi belirli şahıslar lehine kurulmuş olmasıdır. İkinci duruma ise örnek vakfın, vâkıfın veya Ahmet’in çocukları lehine kurulmasıdır. İkinci durumda vâkıfın veya Ahmet’in vakıf esnasında hayatta olan çocukları ile daha sonra doğacak çocukları vakfın lehine kurulduğu kişiler kapsamına girer.
Ehlî vakıflar belirli bir kişi veya o kişilerin çocukları lehine kurulduğundan dolayı, bu vakfın sürekli olabilmesi için, hak sahibi olacak kişilerin tamamen ortadan kalkma ihtimali göz önünde bulundurularak, vakıf cihetinin süreklilik arzeden bir cihet şeklinde belirlenmesi gerekir. Bu yüzden ehlî vakıflar kurulurken, neslin inkiraza uğraması durumunda vakıftan faydalananların ortadan kalkması düşünülmeyecek bir hayır cihetine tahsis edilmesi gerekir. İmâm Muhammed’e göre, bunun vakıf kurulurken açıkça belirtilmesi gerekir. Aksi takdirde vakıf, sahih bir şekilde kurulmamış olur. Ebû Yûsuf’a göre ise, bunun açıkça zikredilmesine gerek yoktur. Bu durumda, neslin inkirazından sonra, vakıf gelirleri fakirlere sarfedilir. Amacı biten vakfın yeni amacı, fukarâya yardım ve destek olur.
Bir vakıf kuruluş aşamasında belirli bir bölümü ehlî, diğer bölümü ise hayrî vakıf şeklinde de kurulabilir. Örneğin; vâkıfın arazisinin gelirinin üçte ikisini çocukları ve onlardan sonra onların çocukları, üçte birini ise bir mescide veya okula tahsis etmesi.
Hukukî bir akit olan vakıf ile bir kimse Allah’a yakın olma amacıyla herhangi bir mülkünü hayır amaçlı bir gayeye müebbeden tahsis eder. Bu gayenin hemen yerine gelmesi şart koşulmamıştır. Gelirin tamamının doğrudan asıl gayeye vakfedildiği vakıflara hayrî vakıf denirken; gelirin tamamının ya da bir kısmının asıl gayeye ulaşmadan önce vâkıfın aile fertlerine, onların nesli tükendikten sonra asıl gayeye sarf edildiği vakıflara zürrî vakıf denir.[18] Genellikle,zürrî vakıflarda vâkıf, vakfı öncelikle ailesine, onların nesli tükendikten sonra da asıl gaye olan fakirlere, kamu müesseselerine ya da Mekke ve Medine’de (Harameyn’de) yaşayanlara vakfetmektedir.[19]
Zürrî vakıflara, ehlî vakıflar (vakf-ı ehlî)[20] ya da evlâtlık vakıflar (vakf-ı evlâd) da denmektedir.[21] Türk Medenî Kanunu’nda zürrî vakıflara, aile vakıfları adı verilmektedir.[22]
A- Zürrî vakıfların lehindeki görüşler: Fakîhlerin büyük çoğunluğu, vârislere yapılan zürrî vakıfları câiz görmüşlerdir. Onlar, vâkıfın hayattayken hibe yoluyla da vârislerine bağışta bulunmasının helâl olmasını, delil olarak getirmişlerdir. Buna ilâveten, insanın öncelikle yakınlarına sadaka yapması gerekir. Hz. Peygamber (a.s.), “Hısımlara sadaka, hem sadaka, hem sıladır.” buyurmuştur.[24]
İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren zürrî vakıflara rastlanılmış olması, bu tür vakıflara ilk dönemlerden itibaren izin verildiğine delâlet eder.[25] Zaten vakıf alanında yazılmış olan ilk eserlerde de Hanefî fakihler Hilâl ve Hassâf, aile fertlerine yapılan vakfın sonuçlarını tartışırken, hukukî meşruiyetini hiç tartışmamışlardır. Osmanlı Devleti’nde, zürrî vakıfların aleyhindeki görüşlere iltifat edilmemiş ve zürrî vakıflar câiz görülmüştür.[26]
B- Zürrî vakıfların aleyhindeki görüşler: İslâm toplumlarında modernleşme hareketleriyle birlikte genelde vakıflar, özelde de zürrî vakıflarla ilgili tartışmalar ortaya çıkmıştır. Bilhassa Mısır’da ortaya çıkan bazı âlimler, zürrî vakıfların ilga edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu görüşü savunan kimseler, vâkıfın, malını mirasçılarından bazısına vakfedip, bazısını da malından mahrum etmesini, İslâm hukukun miras sisteminden başka bir sistem aramak anlamına geleceğini söylemişlerdir. Ayrıca, miras hukukuna göre herkesin payı belirlenmiştir ve mirasçıya vasiyet de câiz değildir. Zürrî vakıflarda, kurbet mânası da yoktur. Mısır’da, bu görüşlerden dolayı zürrî vakıflar kaldırılmışsa da, Osmanlı Devleti’nde zürrî vakıflar câiz görülmüştür ve zürrî vakıfların aleyhindeki görüşlere ehemmiyet verilmemiştir.[27]
Zürrî vakıflara yöneltilen diğer eleştiriler de, bu tür vakıflarda Allah’a yaklaşma amacının (kurbet) ikinci plana itilmesi, hayır şartının sembolik yâhud nesebin yok olması halinde söz konusu olması,[28] vâkıfın mülkiyetinde olan bazı malları kutsallaştırarak ailesine sürekli bir gelir kaynağı sağlamasıdır.[29] Bilhassa Ömer Lütfi Barkan, aileye vakfedilmiş çeşitli vakfiye örneklerini sunduktan sonra vakıfların her zaman “kurbet” kasdıyla yapılmış olacağının iddia edilemeyeceğini ifade ederek, İslâm hukukun prensiplerine aykırı düşen bu tarzdaki bazı vakıfların mevcut halleriyle Şeriat’e göre câiz olup olmayacaklarının dahi tartışılabileceğini söylemiştir.[30]
[6] Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul, 1974, s.220.
[7] Öztürk, “Mütevelli”, s. 217.
[8] Karaman, a.g.e., s.220.
[9] Muhammed Ebû Zehrâ, Muhâdarâtfi’l-Vakf, Mısır, 1971, s.334.
[10] Hassâf, Ahkâmu’l-Evkâf, s.345.
[11] Benzer hükümlerin yer aldığı günümüz Türk vakıf hukuku mevzuatındaki durum için bk. TVK, 12-13; TMK, 107/son fıkra, 113/son fıkra.
[12] Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesi, s.267.
[13] Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1988, s.373.
[14] Berki, Ali Himmet, Vakıflar, 2. bs., İstanbul: Aydınlık Bas., 1946, s. 246, m. 236; Öztürk, Nazif, a.g.e., s.267.
[15] Öztürk, a.g.e., s. 267; Ali Haydar Efendi, Tertîbü’s-Sunûf fî Ahkâmi’l-Vukûf, İstanbul: Şirket-i Mertebiye Mat., 1240/1582.
[16] Berki, Vakıflar, s.235, m.243.
[17] Öztürk, a.g.e., s. 268.
[18] Berki, Ali Himmet, Vakıflar: Medenî Kanunda Tesis ve Vakıflar Kanunu Hükümleri, Ankara: Nur Mat., 1950, 2/9; Çataltepe, Sipahi, İslâm-Türk Medeniyetinde Vakıflar, İstanbul: Türkiye Milli Kültür Vakfı, 1991, s. 31; Öztürk, Nazif, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1983, s.84; Yediyıldız, Bahaeddin, “Vakıf”, İslâm Ansiklopedisi, XIII/154; Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, s.201.
[19] Öztürk, a.g.e., s.84; Yediyıldız, Bahaeddin, XVIII. Yüzyıl Türkiye’de Vakıf Müessesesi: Bir Sosyal Tarih İncelemesi, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu, 2003, s.16.
[20] Ali Haydar Efendi, a.g.e., s.75.
[21] Akgündüz, a.g.e., s.201.
[22] Berki, a.g.e., 2/9
[23] Akgündüz, a.g.e., s.201.
[24] Akgündüz, a.g.e., s.202.
[25] Tuncay, Aydın, Eski Vakıf Hükümlerimiz ve Vakıflarla İlgili Bazı İnceleme ve Sorunlar, İstanbul: Yıldız Sarayı Vakfı, 1984, s.137.
[30] Barkan, Ömer Lütfi, Evlâdlık’ Vakıflar ve Bu Vakıflarla İlgili Bazı Meseleler, s. XXXIII
.
Abdülhamit Han’ın vefatının 105 . yılı dönümü münasebetiyle.
2.Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı ve 113. İslam halifesidir. Osmanlı İmparatorluğu tahtında 33 yıl görev yapmıştır. Bunalımlı bir dönemde...
10 Şubat 2022 Perşembe 20:51
KISACA ABDULHAMİT HAN KİMDİR? (21 Eylül 1842-10 Şubat 1918)
Sultan Abdülmecid’in oğlu olan Abdülhamit Han, 21 Eylül 1842 yılında İstanbul’da doğdu. 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan vefat etmiş, Abdülmecid’in diğer eşi olan ve çocuğu olmayan Piristü Kadın bakmış, Abdülmecid’in ölümünden sonra Abdülhamit Han’ın eğitimi ile amcası Abdülaziz yakından ilgilenmiştir. Bunalımlı bir dönem geçiren Osmanlı Devleti’nin başına geçen Abdülhamit Han, Batı’ya karşı dengeci olmuş Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş. Abdülhamit Han Osmanlı Devleti’nin 34. Padişahı ve 113. İslam halifesidir.
Gençliği
Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz, diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürdü.
Sultan Abdülhamit Han, Meclis-i Mebusan’ı kapatıp devlet idaresini eline alıp Ayastefanos antlaşmasını imzaladı. Berlin antlaşması ile kaybedilen toprakların bir kısmını geri aldı.
Abdülhamit Han büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti’ni dahiyane bir siyaset, adalet ve büyük bir kudretle yönetti. İki yüz elli milyon tutan Osmanlı Devleti’nin borçlarını yüz altı milyona indiren Abdülhamit Han, memlekete büyük bir imar faaliyeti ile eğitim öğretim seferberliği başlatmış cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü gibi bir çok icratın çoğunu kendi şahsi parasından yaptırmıştır. Ülkenin dört bir yanını demiryolları ile döşeyen Abdülhamit Han, Yunanlıların Girit’te isyan çıkartıp Türkler üzerinde toplu katliam yaptırması üzerine Yunanistan’ı harp ilan etti.
Yahudilerin Filistin’de devlet kurma isteğine karşılık Osmanlı Devleti’nin borçlarının silineceğinin teklifinde bulunan Yahudilerin önderi Theodore Herzl’e karşı Abdülhamit Han, İç ve dış düşmanlar Sultan Abdülhamit Han’ı tahttan indirmek için cephe aldılar. Sultan’ı gözden düşürmek için her türlü iftira atılırken diğer taraftan suikastlar yaptılar. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alanlar ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar.
Dine olan bağlılığı, güzel ahlakı, edep ve hayası, akıl ve adaletiyle bilinen Abdülhamit Han, milleti için gece gündüz çalışmış onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden devletin dörtten üçü elden çıkmış. 33 yıl idarede kalan Abdülhamit Han, tahtan indirilmesiyle Ortadoğu kan gölüne çevrilmiş Arap alemi siyonizmin kölesi haline gelmiştir.
31 Mart Vakası sebebiyle İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirilen Abdülhamid Han, Selanik’e gönderildi (27 Nisan 1909). 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda soğuk alıgınlığı ve mide rahatsızlığından vefat eden Abdülhamid Han’ın naşı Çemberlitaş’ta dedesi Sultan II. Mahmut’un türbesindedir.
Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı
Kudüs Demiryolu hizmete girdi
Ankara Demiryolu hizmete girdi
Kağıt Fabrikası kuruldu
Kadıköy Gazhanesi kuruldu
Beyrut’ta liman ve rıhtım inşaa edildi
Osmanlı Sigorta Şirketi kuruldu
Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi
Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi
Şam Demiryolu hizmete girdi
Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi
Galata Rıhtımı inşa edildi
Beyrut Demiryolu hizmete girdi
Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi
Mum Fabrikası kuruldu
Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi
Sakız Adası’nda Liman ve Rıhtım inşaa edildi
İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi
Tuna Nehri’nde Demirkapı Kanalı açıldı
Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi
Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi
Hicaz Telgraf hattı kuruldu
Hama Demiryolu hizmete girdi
Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu’na bağlandı
Hamidiye Suyu hizmete girdi
Dünyanın ilk dişçilik okulunu kurdu.
Paris’te İslam Külliyesi kurdu.
Selanik’te Liman ve Rıhtım inşaa edildi
Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşaa edildi
Sirkeci Garı ve Haydarpaşa Garı
Maden Fakültesi açıldı
Şam Tıp Fakültesi açıldı
Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı
Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu
Konya Ereğlisi’nde demiryolu hizmete girdi
Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu
Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu
Medine Telgraf Hattı kuruldu
Şam’da Elektrikli tramvay hizmete girdi
Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos’ta İstanbuldan kalkan tren, 3 gün sonra Medine’ye ulaştı
Pekin’de Üniversite kurdurdu. (Dar’ul Ulum’il Hamidiye = Hamidiye Üniversitesi)
Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektirdi.
Döneminde yaptırılan Demiryolları (Hicaz vb.)
Mekanı Cennet olsun.
Osmanlı’da Karadeniz-Hazar Kanal Projesi (1569)
HarzemHân’ı, I. Muhammed’in elçileri geldikleri İstanbul’da huzura kabûl edilecekleri için çok heyecanlıydılar. Çünkü, Cihân Padişahı ve İslâm Halife’si Sultân...
12 Şubat 2022 Cumartesi 13:04
HarzemHân’ı, I. Muhammed’in elçileri geldikleri İstanbul’da huzura kabûl edilecekleri için çok heyecanlıydılar. Çünkü, Cihân Padişahı ve İslâm Halife’si Sultân II. Selim Hân’la görüşecekler ve beraberlerinde getirdikleri mektubu takdim edeceklerdi.
Öylede yaptılar. Mektubu saygı ve hürmetle sundular. Hacı Muhammed Hân mektubunda; İran’ın, Türkiye ile Türkistan arasındaki yolları kestiğini, Türk hacılara dahi geçiş izni vermediğini ve bu geçişin temini için, zâten bir Türk şehri olan Astırahan’ı Rus işgâlinden kurtararak bu bağlantıyı sağlaması gerektiğini yazmıştı.
II. Selim Hân’ın kafasındaki düşünceler daha bir netlik kazandı. Çünkü hayalinde Hazar Denizi ile Karadeniz’i birleştirmek vardı. Bunun için, Azak’tan Karadeniz’e dökülen Don Irmağı ile, Türk şehri Astrahan’dan Hazar’a dökülen Volga’yı birbirlerine en yakın bölgeden 50 km. kazarak birleştirmek gerekiyordu. Böylelikle 950 km.lik mesafe olan Hazar-Karadeniz arası, iki nehir üzerinden birbirlerine bağlanmış olacaktı.
Kendisini bu projeye sevk eden en önemli husus ise Anadolu ile Türkistan’ı birleştirmek fikriydi. Bunu ateşleyen ise HarzemHân’ı I. Hacı Muhammed’in II. Selim Hân’a İstanbul’a gönderdiği elçileri ile ulaştırdığı İşte bu mektup olmuştu.
Mektubu dikkatle okuyan Türk Hâkân’ı, kızı İsmihanSultân ile evli SadrâzamSokolluMehmed Paşa’yı çağırmış, babası KânûniSultân Süleyman’a da baş vezirlik yapmış olan damadına, 1556’da Astırahan’ıişgâl ederek oradaki Türk Hanlığını yıkan Rus hâkimiyetinin kırılması için derhal hazırlıkların yapılmasını emretmiş, akabinde ise bölgede yaptırdığı detaylı incelemeler neticesinde, yerinde bir kararla Don ile Volga arasında bir kanalın açılması talimatını vermişti. Ayrıca kanalın açılması Kafkasya’da kesin hâkimiyeti beraberinde getirecekti.
SadrâzamSokolluMehmed Paşa, aldığı bu talimatı yerine getirmek için çalışmalarını tamamlamış, sıra bu sefere “başkomutanlık” yapacak “serdâr” tayinine gelmişti. Sokollu, her yeni sefer için yeni planlar yapıyordu. Atanacak serdâr başarılı olursa rakip çoğalır, yerini muhafaza etmekte güçlük çekerim endişesiyle Astrahan seferi ve kanal çalışmalarının başına Defterdar Yardımcısı Kasım Bey’i göreve getirdi.
Türk Devlet Teşkilat sisteminde böyle bir uygulama görülmüş değildi. Bunun için Kasım Bey, önce Kırım’da ki Kefe’ye Beylerbeyi yapılarak paşa ilân edildi, sonra harekâtın başına tayinle “Serdâr” olarak getirildi.
O güne kadar, vezir olmayan paşalar dâhi serdâr yapılmazken, üstelik askerlikten gelmeyen birisi önce paşa, sonra serdâr tayin edilmişti. SokolluMehmed Paşa, aldığı bu kararla böylesine önemli bir işi daha başlarken sekteye uğratmıştı.
Kasım Paşa, Kırım Hân’ı Devlet Giray’ın 30 bin atlısı ile ağustos ortalarında buluştuğunda, kendi emrinde; Kaptan-ı DeryâMüezzinzâde Ali Paşa’nın donanmasıyla Azak Denizinden Azak’a çıkardığı 25 bin tımarlı sipahi, 8 bin yeniçeri ve Kefe’deki Osmanlı askerlerinden 10 bin kişi bulunuyordu. Ayrıca yeterli sayıda muhasara toplarıda getirilmişti.
12 Eylül 1569’da Astrahan kuşatması başladı. Diğer taraftan, Mustafa Reis’in filosuyla nisan ayında getirdiği 3 bin yeniçerinin nezâretinde 30 binden fazla işçi, Türk mühendislerin belirlediği güzergâhtan kanalı kazmaya başlamıştı. Astrahan kuşatmasının başladığı eylül ayına gelindiğinde hâlâ kazı çalışması devam ediyordu.
Takvimler 20 Eylül’ü gösterdiğinde beklenmedik bir şey oldu. Kasım Paşa ani bir kararla, baharda yeniden başlatmak üzere kuşatmayı kaldırarak geri çekildi. Buna kimse anlam veremedi. Yaklaşan Rus tehlikesi olamazdı. Çünkü Osmanlı’ya savaş açmayı göze alacak bir Rus Devleti yoktu.(Zâten iki yıl sonra Devlet Giray Hân Moskova’ya girmişti.)
Kuşatmamın kaldırılmasında yaklaşan kış şartları etkili olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü, ekim ayına kadar kanal kazı işinde çalışan işçilerden pek çoğu soğuklara dayanamayarak vefât etmişti. Fakat bu kuşatma, büyüyen Yemen ve Kıbrıs Fethi meseleleri yüzünden yeniden yapılamadığı gibi, kanal açma işide sekteye uğramıştı.
Böylelikle, İstanbul’da doğan, İstanbul’da vefât eden ilk Osmanlı Padişahı Sultân II. Selim’in rüyalarını süsleyen bu önemli proje zayıf karakterli paşalar yüzünden gerçekleşmedi. Canı çok sıkılan Sultân Selim,SadrâzamSokolluMehmed Paşa’yı çağırarak, “Cümle masraf ve zâyiat hesap edilerek senden tanzim olunmalıdır” şeklinde azarladıysa da mesele kapanmıştı.
Kâtip Çelebi Tuhfetu’l-Kibar’da konuyla ilgili; “Kıssadan hisse budur ki, küçük adamla büyük işe mübâşeret câiz değildir. Bu işler Sahib-i Himmet Padişah işidir” şeklinde değerlendirmesini yapmıştır. Aynı Sokollu’nun, III. Murad döneminde de Kafkasya seferine muhalefet ettiği hatırlanacak olursa, o bölgeyle ilgili farklı planları olduğu düşünülebilir.
Rusların bu projeyi hayata geçirmesi yaklaşık 400 yıl sonrasını bulmuş. Ancak 1952’de bitirebilmişlerdir. Ama gerçek olan odurki asırlar boyunca Türkistan coğrafyası ile Türkiye arası, İran ve Rusya tarafından kesilmiştir.
Türk Devlet aklı; tâ Yavuz Sultân Selim’in Mısır Seferi’nden dönerken telaffuz ettiği, Kânûni Sultan Süleyman’ın, Sultân II. Abdülhamid Hân’ın kalbinde yara olan, Enver Paşa’nın fiili olarak başlattığı ancak şehid düşmesiyle akamete uğrayan “Kızılelma Ülküsü” olarak hafızaların derinliklerine sakladığı bu Türkistan-Türkiye buluşma fikrini Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan nezdinde yine Kafkasya’da “Karabağ”zaferiyle yeniden tesis etmeyi başarmıştır. Allah (c.c.) Cumhurbaşkanımıza ve devletimize zevâl vermesin inşaallah.
.
Abdülhamid Han’ı tahttan indiren 5. mason
Mason İttihatçılar Meşrutiyet’in ilanı ve Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinde Masonların rolü en ateşli tartışmalardan.Mason İttihatçılar olan Emmanuel Karaso, Aram...
4 Aralık 2021 Cumartesi 22:06
Mason İttihatçılar
Meşrutiyet’in ilanı ve Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinde Masonların rolü en ateşli tartışmalardan.Mason İttihatçılar olan Emmanuel Karaso, Aram Efendi, Esad Toptani ve Arif Hikmet Paşa’nın isimlerini verirken Mason üstadı Celil Layiktez’in ısrarla vurguladığı beşinci mason kimdi?
Mason üstadı Celil Layiktez’in II. Meşrutiyet’in bir “Mason devrimi” olduğunu iddia ederek Abdülhamid’i tahttan indiren beş kişinin de mason olduğu açıklaması tartışmaya yeni bir boyut getirdi.
Osmanlı İmparatorluğu, 27 Nisan 1909 sabahı belki en acı günlerinden birine uyanıyordu. Padişah ve Halife II. Abdülhamid’in ikamet ettiği Yıldız Sarayı’nda o gün farklı bir sessizlik vardı. Nasıl bir tertip olduğu hala gizemini koruyan 31 Mart ayaklanması, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından bastırılmıştı. Şimdi başta Talat Bey olmak üzere İttihatçıların lider kadrosu padişahı tahttan indirmenin çaresini arıyorlardı.
Fetva Emini Hacı Nuri Efendi ve İttihatçıların kuklası haline gelen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’den hal’ fetvası alındı. Hacı Nuri Efendi’ye zorla imzalatılan fetvada Sultanın 31 Mart Vak’ası’na sebep olduğu, dinî kitapları yaktırdığı, devlet hazinesini israf ettiği ve zalim olduğu şeklindeki iftiralar gerekçe olarak sıralandı.
Hiç kimseyi idam ettirmemiş bir padişaha ‘zalim’ suçlaması yapmak, ancak ona tahttan indirildiğini bildirmeye gelenlerin niyetleri kadar habis olabilirdi. Ellerinde Meclis-i Mebusan’ın aldığı karar, Yıldız Sarayı’nın basamaklarını tırmanan Yahudi Emmanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa Sultanı tahttan indirmekle görevlendirilmişti.
Yalnız ona “Millet seni istemiyor” mesajı vermek için özenle seçilen bu heyetin ortak bir yönü daha vardı: Hepsinin Mason olması. Osmanlı coğrafyasında Siyonizme geçit vermeyen İslam Halifesine tahttan indirme bildirisini okuyan, bir mason ve Yahudi idi. Nitekim Abdülhamid Han, Selanik’te muhafazasına memur edilen Debreli Zinnur’a “Bana en çok dokunan, bu mason taslağı Yahudi’nin hal’ kararını tebliğ edişi olmuştur” diyerek hicranını ifade eder.
Masonların Sultanın tahttan indirilmesindeki rolü elbette bu dört şahsın Yıldız Sarayı’na bildiriyi ulaştırmasıyla sınırlı değildi. Ondan sonra Masonluk ilk kez Osmanlı coğrafyasında kurumsallaştı ve Maşrık-ı Azam-ı Osmani, yani Osmanlı Büyük Mason Locası kuruldu. Büyük Üstadlığa ise İttihat ve Terakki’nin önde gelen ismi Talat Paşa getirildi.
Nitekim Masonların yayın organı Tesviye dergisinin editörü üstat Mason Celil Layiktez de “İslam Ülkelerinde Masonluk” başlıklı makalesinde Osmanlı Devleti’nde masonluğun nasıl kökleştiğini anlatır. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesine giden süreçte masonların oynadığı rolü anlatan Layiktez’in “Hareket Ordusu, masonlar tarafından örgütlendi ve yönetildi” ve “Sultan Abdülhamid’e tahttan indirildiğini tebliğ eden beş milletvekilinden oluşan heyettekilerin tamamı Masondu” tespitleri dikkate değer.
Makalesiyle ilgili olarak daha önce kendisiyle görüştüğüm Celil Layiktez, “Bu beş kişinin Mason olduğundan eminiz” demiş, 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu ile ilgili olarak da, “Selanik’teki Hareket Ordusu’nu organize eden İttihat ve Terakki, Emmanuel Karaso’nun başkanı olduğu locada organize oluyordu” diye de eklemişti.
Layiktez, yukarıda zikrettiğimiz dört ismi sayarken ısrarla beşinci bir kişiden daha bahsediyordu. Son halife Abdülmecid Efendi’nin çizdiği, bildirinin Abdülhamid Han’a okunmasını gösteren meşhur tablosunda Emmanuel Karaso sağ eliyle ceketinin altındaki silahını tutarken görülür. Diğer üyelerden Aram Efendi iki elini önünde bağlamış, Esad Paşa Sultan’a hal’ kararını tebliğ ederken sağ eli hareketli olarak, son üye Arif Hikmet ise ellerini yana salıvermiş durumda resmedilir. Resimdeki son isim ise İttihatçıların atadığı başmabeynci Cevad Bey’dir.
Peki Abdülhamid Han’a tahttan indirme kararını tebliğ eden beşinci Mason kimdi?
Abdülhamid Han’ın kızı Şadiye Osmanoğlu hatıratında son başmabeynci Cevad Bey’den bahsediyor. İttihat ve Terakki tarafından Tahsin Paşa’nın yerine atanan mebusları Cevad Bey’in göreve gelir gelmez ilk defa huzura çıktığında “Ah efendiciğim, ben sizin sâdık bendenizim” dediğini, Abdülhamid Han çekmecesinden bir deste banknot alıp kendisine verince de yerlere kapanıp ayaklarını öpmeye çalıştığını anlatıyor. Ancak İttihatçıların Cevad Bey aracılığı ile Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinin ardından Yıldız Sarayı’nı derhal terk etmesini istediklerinde durum değişiyor. Şadiye Osmanoğlu bundan sonra yaşananları şöyle anlatıyor:
“Cevad Bey, maalesef birkaç gün önce bir deste banknotu aldığı vakit yerlere kapanarak ayaklarını öptüğü babama, çok ağır sözler sarf ederek bildirdi. Ağzına aldığı kelimeler terbiye dışı idi, alelade bir adama dahi söylenmesi ayıptı, işte babam o zaman çok mahzun oldu. Cevad Bey de ‘Başınıza gelen ve gelecekleri evvelce düşünseydiniz!’ şeklinde cevap verdi.”
Şadiye Osmanoğlu’nun anlattıklarından, Celil Layiktez’in bahsettiği Abdülhamid Han’a tahttan indirildiğini bildiren beşinci Masonun İttihat ve Terakki Mebusu Cevad Bey olduğu anlaşılsa da 27 Nisan 1909 günü Yıldız Sarayı’nın Küçük Mabeyn Köşkü’nün salonunda yaşanan o trajik olay hala gizemini koruyor.
Erdoğan Çiçek
Derin Tarih’ten alıntı
.
Abdulhamit Han ve Erdoğan çizgisi!
Abdulhamit Handan sonra bu vatana ve millete en fazla hizmeti dokunan iktidarın başkan Erdoğan dönemi olduğunu, bu yüzden de...
10 Aralık 2021 Cuma 14:10
Abdulhamit Handan sonra bu vatana ve millete en fazla hizmeti dokunan iktidarın başkan Erdoğan dönemi olduğunu, bu yüzden de Türkiye’nin bütün iç ve dış şer güçlerin hedefi haline geldiğini, onu yıpratmak ve yıkmak için emperyalist güçlerin çeşitli yollardan Erdoğan ve Türkiye’ye sürekli saldırdığını görüyoruz.
ABD ve AB’ ın eteğinin altına sığınarak muhalefet adına içeriden vatanımızı, milletimizi ve geleceğimizi hedef alan bu saldırılar dün oluğu gibi aynı şekilde Abdulhamit Han’ı devirmek için aynı usul, aynı düşmanlık, aynı kara propaganda, oyun ve taktiklerle bir asır önce meydana geldiği gibi milletin gözü önünde bu ülkede gerçekleşiyor. Millet olarak geçmişten ciddi dersler almadığımız için tarih bugün de aynen tekrar ediyor.
“Tayyip gitmeden bu ülke düzelmez’’ diyen Abdulhamit Han karşıtlarının babaları ve ataları dün de; Abdulhamit gitmeden bu ülke düzelmez’’ diyorlardı. Dindarı dinsizi, şeyhi-şeyhulislamı, yazarı politikacısı, alimi zalimi, Ermeni’si Rum’u, Yahudi’si Hıristiyan’ ı, Mason’ u Sabetayist’ i, muhafazakar ve milliyetçi görünümündeki ittihatçıların millet adına kurdukları zillet ittifakıyla birlikte hareket ederek koskoca İmparatorluğunu 11 yılda parçalayıp yıktılar. İşgaller, katliamlar, göçler, açlık ve yoksulluklarla imtihanın her türlüsünü yaşadık. Bu onurlu millet bir avuç Anadolu toprağına sıkışıp kaldı. Kendi yurtlarımızda yabancı ve esir olduk.
Dışarıdan Türkiye düşmanları ve onların yandaşları içeriden; CHP, PKK, HDP, İP, SP ve diğer bileşenlerin ittifakıyla ülkemiz kuşatılarak, elleri ve kolları bağlanıp esir alınmak isteniyor. Bütün ayak oyunları, göz boyama denemeleri, yalan ve iftira senaryoları, mahvolduk bittik edebiyatları her şey apaçık ortada. Kenar mahalle çocuklarının bile tenezzül etmediği; yalan, iftira, kara propaganda ve (batı patentli) suni bunalım senaryolarıyla bir kaşık suda fırtınalar koparılarak Türkiye gemisi karaya oturtulmak isteniyor. Bu iş için millet adına, millete karşı yola çıktığını söyleyen Osmanlının kılıç artığı ittihatçılar milletin düşmanlarıyla ittifak ederek; ‘’Tayyip gitsin de, kim gelirse gelsin’’ diye yapmadıkları seviyesizlik, ahlaksızlık ve düşmanlık yok. Cennet mekan Abdulhamid Han’a ve Osmanlıya uygulanan düşmanlığın aynısı bugün de; Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı yerli münafıklar ve dış güçler tarafından uygulanıyor.
Abdulhamit Han’ı darbe ile alaşağı eden Selanik’ten yola çıkan Osmanlı Hareket Ordusuydu. Yani, İttihatçıların komutasındaki o şanlı Osmanlı ordusu… Yani, bizim insanımız ve kardeşlerimiz. Bugün millet ittifakı şemsiyesi altında kandırılmaya, oyuna getirilmeye çalışılan da aynen dünkü kardeşlerimiz gibi bir intihar hareketinin figüranları ve canlı bombaları yapılmaya çalışılıyor. Biden’ in dediği gibi; ‘’Bu sefer darbe ile değil de, muhalefeti destekleyerek’’ Tayyip Erdoğan’ı yıkmaya çalışıyorlar.
Ne acıdır ki, koskoca Osmanlı Sultanı Abdulhamit Hanı İstanbul’da tutuklayan ve ellerini kollarını bağlayıp Selanik’ e göz hapsine götürenlerden birisi Yahudi, diğeri Hıristiyan ve ötekisi ise, Ermeni, diğeri masondur. Tam 33 yıl Osmanlıdan bir avuç toprak kaptırmayan, devleti ve milletini canı gibi koruyan ve yöneten o dev adam 5 zibidi şerefsiz cücenin eliyle (*) esir edildi. Sonra onunla ve ailesi ile kedi ve fare gibi oynadılar. Onurunu ve şerefini ayakları altına alıp çiğnediler. Ve nihayet o ittihatçı ahmaklar 600 yıllık ulu bir imparatorluğu 11 yılda parçalattırıp, yıkıp İngiliz’e teslim ettiler.
Dün, Abdulhamit Han’a yapılan düşmanlık ve ihanetler bugün de; aynen Başkan Erdoğan’a ve onun yönettiği Türkiye’ye yani benim- senin vatanına yapılıyor. Kimler tarafından? Elbette; dünkü ittihatçı alçakların izini süren, düşmanlarımıza özenen ve aşık olanlar tarafından… Müslüman, muhafazakar ve milliyetçi görünen yerli münafıklar, Türkiye’yi Suriyeleştirmek isteyen batınilerin günümüzdeki temsilcileri ve taklitçileri tarafından…
Erdoğan’ı anlamak için onun her gün içinde yaşadığı durumu anlamak ve görmek aklı, vicdanı ve imanı olan bir insan için ders olarak yeter. Erdoğan’ın kim ve nasıl bir adam olduğunu anlamak için, Türkiye’yi çepeçevre saran düşmanlara ve onların ittifak ettikleri yerli münafıklara bakın ve kim kimin dostudur daha iyi göreceksiniz.
İmamı Şafi diyor ki; ‘’ Düşmanlarınız oklarını kime doğru çevrilmişse, o sizin dostunuzdur.’’ Ey Millet! Ey millet ittifakı yaptığını sananlar! Sizin oklarınız ne tarafa çevrilmiş? Türkiye düşmanlarına doğru mu, yoksa ; Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ve dostlarına doğru mu? Allah’ın ve peygamberin dostları tarafına mı, şeytanın ve Tağut’ un dostları tarafına mı?
Tayyip Erdoğan ve Türkiye karşısında düşmandan daha düşman davranan ve hareket eden devlet dairesi basan şehir eşkiyaları, yıllarca düşmanlarımıza askerlik yapan ve askerimize kurşun sıkan mağara çakalları, milletimize karşı üç maymunu oynayan politika bezirganları sizin oklarınız neden Erdoğan’ı nişan almış durumda da Amerika’yı, Esed’ i, İsrail’ i, PKK’ yı ve HDP’ yi değil.
Erdoğan gitsin de kim gelirse gelsin moduna girenler!
Söyleyin siz! Hangi Nemrut dağının rüzgarı, hangi Firavun piramidin mumyaları, hangi emperyalizmin kuklaları, hangi cehenneme odun taşıyan hamallarsınız?
Bu muhalefetin içinizde dört tane koyunu güdecek bir çoban var mı? Din; düşmanı, vatan; düşmanı, millet; düşmanı, ırz ve namus; düşmanı, şehit ve şehit ailesi; düşmanı, cami ve cemaat, İslam ve Kur’an düşmanı çapulcularla Müslüman bir millet ve Türkiye yönetilir mi?
Bırakın, düş kurup iktidara gelmeyi de derin uykularınızdan uyanın! İhanet, namludan çıkan kurşun gibidir. Daha sonra özür ve af dilemek ve geri dönüşü olmaz. Bu millete ve ülkeye kaybettirir ve kaybedersiniz.
NOT; Meclis-i Mebusan’ın aldığı karar ile Yahudi Emanuel Karasu, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani, Gürcü Arif Hikmet Paşa ittihat ve terakki milletvekili baş mabeyinci Cevdet Beydan oluşan 5 mason Abdul Hamit Han’ı tahttan indirdi. Ve Selanik’e sürgün etti.
Abdulhamit Hanın tahtan indirilmesinden hemen sonra Osmanlıda ilk defa ‘’Büyük Osmanlı Mason locası’’ kuruldu. Başına İttihat ve Terakkinin önde giden ismi meşhur mason Talat Paşa getirildi.
İngiliz İstihbaratının Aşamadığı Duvar: Osmanlı
İngiliz istihbaratlarının tedirginlik verdiği 19. ve 20. yüzyıllarda istihbaratçıların çarptığı tek duvar elbette ki Türklerin istihbarat konusunda çalışan farklı...
1 Ekim 2021 Cuma 20:32
İngiliz istihbaratlarının tedirginlik verdiği 19. ve 20. yüzyıllarda istihbaratçıların çarptığı tek duvar elbette ki Türklerin istihbarat konusunda çalışan farklı düşünceleriydi. Tarihçi-Yazar Koray Şerbetçi bu hafta ‘Kestirmeden Tarih’te istihbarat konusunda Osmanlı’nın nasıl farklı yaklaşımlarda bulunduğunu tarihten kesitlerle anlatıyor.
“Vambery ile ilgili araştırmacılar İngiliz istihbarat kayıtlarında iki sandığa yakın belge bulduklarında şaşırmışlardır. Çünkü Vambery iyi bir Türkologtu ve kendisi İstanbul’a Türkoloji araştırmaları yapılması için gönderilmişti ama İngiliz istihbaratına çalışıyordu. Hatta öyle sokaktan bilgi toplayan bir ajan da değildi. Yıldız Sarayı’na 2.Abdülhamit’in yaşadığı yere kadar sızmış ve çok önemli bilgileri İngilizlere ulaştırmayla görevliydi ve görevini de iyi yapıyordu elbette. Ama karşısında kurt bir politikacı vardı: Sultan 2.Abdülhamit. 2.Abdülhamit bunu kesinlikle ıskalamadı ve Vambery’i kısa sürede deşifre etti.”
“DOSTLARINI YAKIN, DÜŞMANLARINI DAHA YAKIN TUT”
“Abdülhamit’in bu konuda çok farklı bir zekâsı vardı. Deşifre ettiği ajanları yurtdışına sürmek ya da zindana atamak yerine kendi tarafına çekip kullanmayı çok severdi. Vambery’i çift taraflı bir ajan olarak kullandı ve İngilizlere verilecek dezenformasyon (bilgi bozumu) için kendisini yanından ayırmadı. Hani bir söz vardır; ‘dostlarını yakın, düşmanlarını daha yakın tut’ diye. Öyle ki Sultan Abdülhamit İngiliz istihbaratını atlatmıştı ama İngiliz istihbaratı ne demekti bir hatırlayalım…”
İNGİLİZ İSTİHBARATININ TEDİRGİN EDEN TARAFI
“Rusya ile Fransa arasındaki bütün yazışmaları okuyabiliyordu. Bir gün İngiliz dış işleri bakanı Rus büyükelçisiyle görüşürken, Rus büyükelçisine kendine verdiği bilgiyi şöyle uyarmıştı “bir dakika bir kelimeyi atladınız”. Çünkü zaten okumuşlardı. Hatta bizim Lozan görüşmelerinde Ankara hükümetiyle Lozan delegasyonu arasındaki bütün yazışmaları da okuyabiliyordu. Lord Curzon şöyle demişti:
İşte İngiliz istihbaratı Sultan 2.Abdülhamit döneminde atlatılmıştı.”
“Tatar Seyyah Abdürreşit Efendi ki Tokyo’da ilk Cami’yi kurmuştu. Kendisi Abdülhamit’in ajanıydı. Yine Londra’da kurulan İslâm cemiyetinden de Abdülhamit’in haberi vardı. Yine baktığımız zaman Sultan Abdülhamit’in kendisine suikast düzenleyen Belçikalı terörist Edward Jorris’i yakaladığında kendisini kurşuna dizdirtmemiş ki canına kast etmişti zindana da attırmamıştı kendisinin cebine harçlığını koymuştu aylık maaşa bağlayıp kendisini Belçika’ya yollamıştı. Neden? Oradaki komitacıları bugünkü tabiriyle Ermeni ayrılıkçı teröristlerin bütün faaliyetlerini kendisi öğrenmişti. İşte baktığımız zaman bir insanı tarihte büyük yapan hadiseler belki de ondan çok daha sonra duyulacak olan bu ince gizli işlerdir. Evet, Türkler cephede iyi savaşırlar ama istihbarat olarak da kafalarımız batıdan çok farklı çalışır.”
.
ABDÜLHAMİT HAN’DAN REİS’E NEDİR ÇEKTİĞİMİZ BU ÇİLE
Tarih boyunca meydana gelen büyük hadiselerde mekânlar değişebilir, milletler değişebilir, şahsiyetler değişebilir. Değişmeyen tek hakikat, ihanet ve sadakattir. Tarih...
27 Aralık 2020 Pazar 0:00
Tarih boyunca meydana gelen büyük hadiselerde mekânlar değişebilir, milletler değişebilir, şahsiyetler değişebilir. Değişmeyen tek hakikat, ihanet ve sadakattir. Tarih aynı zamanda ihanet edenlerle sadakat gösterenlerin kavgası/ mücadelesini kaydeder. Bu sosyolojik gerçeği bilge insan İbn-i Haldun çok veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” Bireysel hayatta, toplumsal hayatta ve devletlerin hayatında bu hakikati müşahede etmek/ gözlemlemek mümkündür. Tarih boyunca devletlerin yıkılmasına sebep olan olaylar, zamanlar, mekânlar ve insanlar değişse de sonuçları itibariyle aynılık göstermiştir. Geçmişte kurduğumuz devletlerden Büyük Hun Devleti, Göktürk Devleti, Uygur Devleti, Karahanlılar Devleti, Büyük Selçuklular Devleti ve son olarak tüm benliğimle sadık olduğum Osmanlı Devleti birbirine benzer sebeplerle yıkılış sürecine girmiştir. Zaten her şeyin yıkılması mukadderdir. Yıkılmayacak olan ise İlahi nizamdır, onun sahibi Yüce Rabbimizdir. İnsanlar gibi devletler de ölümlüdür. Hz. Süleyman ve Hz. Davut peygamberlerimizin devletleri yıkılmış, diğerleri ne ki? İmparatorları ilah kabul edilen Roma yıkılmadı mı? “Yukarıda o, aşağıda ben.” diyen Cengiz Han yıkılmadı mı? Önemli olan yıkılış süreçlerinde devletin vatandaşlarının oynadığı roldür.
Başlığa aldığımız cümle millet olarak yaramızdır. İstanbul’da 1894 yılında büyük bir deprem meydana gelince bunun bilimsel olarak araştırılmasını isteyen Sultan Abdülhamid, bu amaçla İtalya’dan tanesi 3 bin 200 Frank’a iki sismograf satın aldırdı. Sismograflardan biri Rasathane-i Amire’ye, diğeri ise Yıldız Sarayı’na yerleştirildi. İstanbul’a davet edilen Roma Rasathanesi Deprem Müdürü İtalyan Sismolog Agamennone, İstanbul’da kaldığı iki yıl süresince sismolojiyi gençlere öğretti ve “Zelzele Servisi”ni kurarak bu servis adına 1894-1895 yıllarına ve 1896 başlangıcına ait sismik notlar içeren bir bülten yayımladı. Yıldız Sarayı eğitim kampına dönüştürülmüş, gençlerimize depremle ilgili eğitimler verilmiştir. O günlerde bazı aymazlar Abdülhamit depremden korktuğu için Yıldız Sarayı’na Sismograf cihazı kurdurdu demişlerdi. Aynen bugün olduğu gibi aymazın birinin S 400’lerle ilgili olarak “Büyük bir güvensizlik neticesinde sarayın korunması için alındığına dair bir duyum var.” Bu türden aymazlar yüz yıl önce de vardı, şimdi de var, yüz yıl sonra da olacaktır.
Tarih boyunca kurulmuş olan bütün Türk devletlerinin ortak kaderi kendi insanının ihanetine uğramak olmuştur. Dışarıdan birileri içeriden maşa bulmak konusunda asla zorlanmamıştır. Bu maşalar hiçbir zaman devletlerinin gerçek düşmanlarıyla asla mücadele etmemiş, bizatihi bunların gönüllüleri olmuştur. 5. Kol faaliyetini ne zannediyorsunuz? Tarihi ve kendinden önceki süreci çok iyi bilen Sultan Abdülhamit Han, bütün hükümet üyeleri ve mabeyn personelini Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet eder. Sultan yemek sırasında yaptığı konuşmada milli birliğe duyulan ihtiyaca vurgu yapar ve şunları söyler: “Devletimizin halini düzeltmek ve istikbalini temin etmek için birlik ve beraberliğe muhtacız. Bana göre birlik ve beraberlik her kuvvetten üstündür. Birlik hükümet üyeleriyle başlayıp tabaka tabaka herkesin zihnine yerleşmelidir. İcraatlar da daima bu noktaya yönelmelidir.” Sultanımızın dedikleri aynen bu gün de geçerli değil midir. Reis, birlik ve beraberlik adına can hıraş mücadele ederken politikacı denilen bazı aymazların millet olarak bizi değil de düşmanlarımızı sevindiren açıklamalar yapmaları ne ile açıklanabilir ki? Mustafa Kemal’in “İstikbal Göklerdedir.” sözünü göğe doğru heykel dikmek olarak anlayan zihniyetin Mustafa Kemal’in heykellerini yakanlara, yerlerde süründürenlere, Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyenlere “Mustafa Kemal’in iti olsanız ne yazar.” diyenlere, onun kurduğu devlette terörist başının heykelini dikmek isteyenlere sessiz kalmaları ne ile açıklanabilir ki? Hırsızlarla, tecavüzcülerle mücadele etmek varken AHİM kararlarının avukatlığına soyunmak size mi kaldı. Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, üniter yapısına kastedenlerin hamiliği, Mustafa Kemal’in partisini bir kasetle gasp edenlere mi kaldı?
Başlığa aldığımız “Abdülhamit Han’dan Reis’e Nedir Çektiğimiz Bu Çile” sözümüzün muhatapları sadece Batı’nın içimizdeki devşirmeleri değildir. Bizim mahalle diye tabir ettiğimiz geniş bir kesimin ahmakları da bu yıkım ekibinin elemanlarıdır. Biz bunlara adam beğendiremedik. Abdülhamit Han’ı beğendiremedik, CHP zihniyetine tek parti iktidarını kıyamete kadar haram eden Menderes’i beğendiremedik. Türkiye’yi yokluklar ülkesi olmaktan çıkartan Özal’ı beğendiremedik. İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayallerini yıkan Erbakan Hocamızı beğendiremedik. Reis’i beğenmemelerine elbette şaşırmıyoruz. Ama isterler ki kendilerinin beğendiklerini herkes beğensin. Siyasetçi yanıldım deyince kıyameti koparan dinciler döneklikte Fırıldak Kubilay’ı geçtiler. Milletimiz, Abdülhamit döneminin dincilerinin zokasını yuttu. Bugünkülerin zokalarını asla yutmayacak. Asla sizin yanınızda değil, devletimizin ve Reis’imizin yanında duracağız. Hasetlik girdabında kıvrananlar bize yol gösteremez. Eskiden yalanlarınızla, iftiralarınızla bu milleti çok iyi uyuttunuz. İttihatçı zihniyet Laiklik balonunu izletti, ayakta uyuttu. Siz hikâyelerinizle uyuttunuz. Hamdolsun Reisle birlikte “Uyanış Büyük Türkiye” dünya sahnesindeki rolünün hakkını vermeye devam ediyor. Hasetliğiniz müsaade ederse izlemeye devam edin. Biz de sizi düşünmeye davet ediyoruz: “Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir. İnsanı geliştiren mükemmelleştiren zorluklardır. Büyük adamlar büyük engellerle karşılaşıp onu aştıkları için büyük adam olurlar. Büyük devletler büyük badireleri atlatarak büyük devlet olurlar. Uçurtma rüzgâra karşı durduğu için yükselir. Engelleri fırsat bilmelisiniz. Reis’le birlikte uyanan, büyüyen ve dünyanın gıpta ettiği bir Türkiye’yi siz de engelleyemeyeceksiniz. Tarihin, milletin ve Reis’in yakasından düşünüz.
Ömer Naci Yılmaz
.
ABDÜLHAMİD’İN AKIL OYUNLARI
Bugünün siyasetini, devleti yönetme kabiliyetini, durum ve şartlara göre karar alabilme salahiyetini anlayabilmek için 33 sene boyunca AKBABALAR gibi...
28 Ağustos 2019 Çarşamba 0:00
Bugünün siyasetini, devleti yönetme kabiliyetini, durum ve şartlara göre karar alabilme salahiyetini anlayabilmek için 33 sene boyunca AKBABALAR gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için bekleyenlere karşı mücadele eden ABDÜLHAMİD HAN’I çok iyi anlamak lazım…
Merhum Necip Fazıl Kısakürek de ifade ediyor: “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”
Dilimizin döndüğü, kelimelerimizin yettiği kadar Abdülhamid Han’ı anlatmaya çalışalım… Sonrasında ise günümüze gelelim, mücadeleyi anlamaya çalışalım…
Abdülhamid Han, daha Şehzadelik yıllarında kendi dönemi için çalışmalarını yapmıştı. Çünkü devleti ileride çok zor dönemler bekliyordu. Devletin başına geçmeden hemen önce Amcası Abdülaziz’i katletmişlerdi.
Amcası Abdülaziz’den sonra darbeciler, kolayca yönetebileceklerini, her istediklerini yaptırabileceklerini düşündükleri 5.Murat’ı tahta geçirdiler. Ancak onun da birtakım hastalıkları vardı. Devleti yönetebilecek salahiyetlerden oldukça uzaktı. Cülus töreni (kılıç kuşanma) dahi yapılmamıştı. Darbeciler mecburen onun tahtta duramayacağını kabul etmek durumunda kaldılar…
Evet, tarih şimdi yeniden başlayacaktı, genç olarak gördükleri, onu da avuçlarının içine alabileceklerini düşündükleri ama hem amcasına hem de devletine yaptıklarından dolayı, Abdülhamid Han burunlarından fitil fitil getirecekti…
Abdülhamid daha Şehzadelik döneminde bütün planlarını yapmıştı, kadrosunu kurmuştu. Tahta geçer geçmez YILDIZ İSTİHBARAT TEŞKİLÂTI’NI kurdu. Bu teşkilat en güvendiği 100 isimden oluşuyordu. Teşkilat üyelerini de DEVLET-İ EBED MÜDDET FEDAİLERİ olarak adlandırıyordu.
Abdülhamid çok dikkatli olmalıydı. Atacağı her adım çok önemliydi. O zaten bütün planlarını yapmıştı. Bazen direkt atak yapacak bazen de düşmandan görünerek, kendi tabiriyle düşmanlarına karşı AKIL OYUNU oynayacaktı.
Yaptıklarının hepsini buraya sığdırmak inanın mümkün değil. Belli başlarını buraya aktaralım ancak daha fazlasını ÖMER FARUK İSPİR’in kaleme aldığı ABDÜLHAMİD’İN AKIL OYUNLARI eserini okuyabilirsiniz…
Abdülhamid Han çok zeki bir devlet yöneticisiydi. Tahta geçtikten sonra devletine ihanet edenleri ya sürgüne gönderirdi ya da kendisine yakın tutarak göz önünde olmasını sağlardı.
Devlet kadrolarına kendisi tarafından atanacak olanları önceden takip ettirir, bilgi toplar, güvenli birisi olup olmadığını anlamak isterdi. İsterdi diyorum, çünkü o zaten güvendiği isimleri, yani en güvendiği adamlarını görevlendirirdi.
Dış ülkelerdeki temsilciliklere, o ülkenin istediği adayları gönderirdi. Ancak gönderdiği o adamlar karşı taraftan gibi görünür Abdülhamid’e hizmet ederlerdi. Onlar ise bunun farkına bile varmazlardı.
Abdülhamid Han’ın çöpçülerden teşekkül ettiği istihbaratçılar da vardı. Abdülhamid Han Devlet-i Ebed Müddet Fedaileri yani en güvendiği isimler içinden seçtiği isimleri yabancı ülkelerin elçiliklerinde çöpçü olarak görevlendirirdi. Bu çöpçüler, çöpe atılan yırtılıp atılmış kağıtları, yazışmaları toplattırır, önemli bilgiler elde ederdi.
Abdülhamid Han, Doğu Anadolu’da bütünlüğü sağlamak için HAMİDİYE ALAYLARI’NI kurmuştur. Çünkü o dönemde Hınçak ve Taşnak örgütü Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek için uğraşıyordu. Han Hazretleri de Kürt kökenli Aşiretlerden teşekkül ettirdiği Hamidiye Alaylarını kurdu. Hamidiye Alayları sayesinde Fransa, Rusya ve İngiltere’nin bölgede Ermeni bir oluşum heveslerini kursaklarında bırakmıştı.
Abdülhamid Han’dan bahsederken HİCAZ DEMİRYOLU’NDAN bahsetmemek olmaz. Osmanlı İmparatorluğu zaten çok toprak kaybetmişti. İSTANBUL-KUTSAL TOPRAKLAR arasındaki mesafeyi azaltmak, hac seferinin daha kolay yapılmasını sağlamak, asker sevkiyatını kolaylaştırmak ve en önemlisi de oraya yapılacak bir demiryolu ile dışarıdan herhangi bir müdahaleyi engellemek için Şam-Medine arasında demiryolunu yaptırmıştır.
Demiryolunun yapımını da bir Alman mühendise bırakmıştır. Böylelikle Osmanlı-Alman ilişkilerinde de siyaseten bir akıl oyunu oynamıştır.
Daha birçok AKIL OYUNU… Bunu burada kesiyorum, bir sonraki yazımızda ise günümüze geleceğiz ve Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi anlayışıyla ilişkilendirmeye çalışacağız…
.
ABDÜLHAMİT’TEN REİS’E KUTLU DAVA
Aziz milletimizin ve ümmetimizin Ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ı vefatının 102. Yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. Osmanlının 34. Padişahı...
10 Şubat 2020 Pazartesi 0:00
Aziz milletimizin ve ümmetimizin Ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ı vefatının 102. Yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. Osmanlının 34. Padişahı olarak geride bırakılan 600 yılın sıkıntılarını tek başına 33 yılda çekmiş, devletini, milletini ve ümmetini ayakta tutabilmek için gecesini gündüzüne katmıştır. 33 yıllık yönetimi boyunca bu aziz milletin ve ümmetin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmamıştır.
Sultan Abdülhamit’i tahtan indiren Hal’ fetvasının ilk metnini Elmalılı Hamdi Yazır kaleme almış, Fetva Emini Hacı Nuri Efendi onaylamıştır. Alınan kararı tebliğ etmek için oluşturulan heyet, Meclis-i Ayan üyelerinden eski Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç (Arnavutluk) Mebusu Arnavut Esad Toptani Paşa ve Türk-Müslüman düşmanlığıyla tanınmış Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendi’den teşkil edilmişti. Kendisini Hal’ (tahttan indiren) eden ittihatçı çeteye “Benden sonra ülkeyi on yıl idare edebilirseniz yüz yıl idare etmiş gibi iftihar ediniz.” demişti. İttihatçı çete on yıl olmadan, dokuzuncu yılda devletin anahtarlarını İngilizlere teslim ettiler. İşin garibi onların torunları ise Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anahtarlarını 15 Temmuz 2016’da Akdeniz açıklarında bekleyen Amerikan gemilerine teslim edeceklerdi. Allah’ın yardımıyla aziz milletimiz fırsat vermedi.
Sultan Abdülhamit Han devletine, milletine ve onun yüce değerlerine düşman olan herkesin düşmanıydı. İşte bir örnek: Gâvurun önde gideniydi, bütün politikaları Hıristiyan-Müslüman çatışması üzerine kuruluydu. Eflak ve Boğdan’ın bizden ayrılmasında, Bulgarların bizden ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinde, Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden koparılmasında, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesinde, Afganistan ve Sudan’ın karıştırılmasında, Ermenilerin ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerine girişmesinde, başlattığı kampanyalarla Türklerin Balkanlardan atılmasında, Osmanlı- Rus Savaşı’nın (1877-1878) başlamasında yine onun parmağı vardı. Öyle büyük zalimdi ki kendisine “Asya ve Avrupa’nın kaderini elinde tutan adam.” deniliyordu. Bütün politik yaşantısını Kur’an-ı Kerim’in yok edilmesine ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına adamıştı. Bu büyük zalim İngiltere’nin en uzun süre görev yapan başbakanlarından biri olan William Ewart Gladstone idi. Büyük zalim 19 Mayıs 1898’de öldüğünde Sultan Abdülhamit Han hiçbir Osmanlı Devleti temsilcisinin cenazesine katılmamasını emretmişti. Günümüzde cenazesine temsilci gönderilmeyecek o kadar zalim var ki…
Abdülhamit dönemi, 600 yıl boyunca Osmanlı Devletine yapılan düşmanlıkların toplamından daha fazlasının yapıldığı bir dönem oldu. Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak isteyenler içerideki işbirlikçileri/ İttihatçılar sayesinde çok zorlanmadılar. 600 yıl süren yok etme mücadelesini ittihatçıların sayesinde dokuz yılda başardılar. O gün de bu gün de her kim aziz milletimizin ve ümmetimizin başını öne eğdirmek için uğraşıyorsa Rabbim kahr-u perişan eylesin.
“Size öyle bir vatan aldım ki; ebediyen sizin olacaktır.” diyen Alparslan’ın davası ne ise Abdülhamit’in davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Andolsun ki; üstte mavi gök, altta yağız yer yarılmadıkça, zulme boyun eğmeyeceğim.” diyen Ertuğrul Gazi’nin davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Toprakları değil; gönülleri fethetmeye gidiyoruz.” diyen Fatih Sultan Mehmet Han’ın davası ne ise Abdülhamit’in davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Benim için o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Mekke ve Medine’nin hizmetçisi deyin.” diyen Yavuz Sultan Selim’in davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Kibir ve gurur şeytanın hayvanlarıdır; sen onlara hükmedemezsen onlar sana hükmeder.” diyen Kanuni Sultan Süleyman’ın davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“İntikam gecikir ama asla yaşlanmaz.” diyen 4. Murat Han’ın davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
Avrupai tarzԁa eğitim vermek amacıyla İstanbul’ԁa, Türkiye’nin ilk moԁern tıp okulu olan “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” ve moԁern anlamԁa ilk harp okulu olan “Mekteb-i Harbiye’yi” kuran II. Mahmut’un davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. İçerde ve dışarıda dosta güven, düşmana korku vermek için savunma sanayisini geliştiren Reis’in davası da odur.
Hakanım! Okudukça seviyorum, tanıdıkça hayranlığım artıyor. Bu âlemde Peygamberimizi; sadık dostu Hz. Ebubekir’i ve bir de sizi çok merak ediyorum, Rabbimden niyazım bizleri sevdiklerimizle birlikte haşreylesin.
Hakan’ım! Sen milletimizin ve ümmetimizin başındayken İngiltere Kraliçesi Victoria’nın uykuları kaçıyordu. Ahh Hakanım bir bilsen milletimizin ve aziz ümmetimizin sahibi ve hamisi torunun Reis’le birlikte hem satılmış Arap liderlerinin ve hem de tüm dünya zalimlerinin uykuları kaçıyor. Biz bu günleri görmek için sizden sonra yüz yıl bekledik. Bize bu günleri gösteren Rabbimize şükürler olsun.
Millet ve ümmet davası yolunda Ulu Hakanımız Abdülhamit Han’ı takip eden, yüz yıllık sorunları sırtlayan Reis’imizi çıkmış olduğu kutlu yolculukta yalnız bırakma utancını bizlere yaşatma Allah’ım.
Allah’ım! Reis’imizi içerideki ve dışarıdaki zalimlerden koru. Ona yardım et. Sadece bizim değil, ümmetin ve insanlığın ona ihtiyacı var. Ona ömür ver, sağlık ver. Bizim için, milletimiz için ve aziz ümmetimiz için yapacak daha çok işleri var. İşlerini kolaylaştır.
Allah’ım! Onu senin yolundan ayırma. Senin yolundan gittiği müddetçe bizi ondan ayırma. Sadakatin zirvesi olan Hz. Ebubekir efendimiz nasıl Allah Resulüne sadıksa, biz de Reis’imize öyle sadakatle bağlanmak istiyoruz. Bizlere Hz. Ebubekir sadakati lutfeyle Allah’ım.
Rabbim! Tarih şahit ki Sultanımız sizinle olduğu için, Peygamberimizle olduğu için, ümmetimizle olduğu için, kutlu değerlerimize ve mekânlarımıza sahip çıktığı için her türlü zulme maruz kalmıştır. Ümmetimiz ondan sonra bir daha iki yakasını bir araya getirememiştir. Sultanımıza düşmanlık edenlerin tamamı bugün onun torunu olan Reis’imize karşı daha fazla düşmanlık etmektedirler. İçerden ve dışarıdan bütün zalimler ona karşı birleşmiştir. Rabbim! Sultanımızı terk edenlerin iki yakası bir araya gelmemiştir. Onların akıbetlerini yaşamak istemiyoruz. Bizlere Reis’imizin yanında duracak dirayet ikram eyle.
Ulu Hakanımız Abdülhamit Han’ı vefatının 102. Yılında rahmet, minnet ve özlemle anıyoruz. Hakanım Abdülhamit Han’a vefa, Reis’e sadakat şerefimizdir.
Ömer Naci Yılmaz
.
Abdülhamid Han düşmanlığı Siyonist Herzl’in ektiği tohumların ürünüdür
Nuh ALBAYRA Star Bugün Sultan Abdülhamid Han’ın vefatının 102. sene-i devriyesi. Ama ne garip bir tecellidir ki bu muhteşem...
12 Şubat 2020 Çarşamba 0:38
Nuh ALBAYRA Star
Bugün Sultan Abdülhamid Han’ın vefatının 102. sene-i devriyesi. Ama ne garip bir tecellidir ki bu muhteşem sultanın sağlığında peşini bırakmayan haksızlıklar aynen devam ediyor. Düşünebiliyor musunuz; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kötü gidişi durdurmuş; eğitim, sağlık, ulaşım ve sanayi başta olmak üzere hemen her alanda büyük bir kalkınma hamlesi başlatmış olan bir kahraman; vefat yıldönümünde, odasına fotoğrafını asan bir bürokrata “vatan haini” muamelesi yapılarak yâd ediliyor!
İşin daha da garibi “Müslüman mahallesinde demirleyenler”den bile “Toprak kaybetti” gibi düşmanı aratmayan sözler sadır oluyor.
“Abdülhamid vatan toprağı kaybetti” demek İttihatçı papağanlığıdır.
Sultan Abdülaziz Han’ı iğrenç emelleri uğruna hunharca katleden Mithat Paşa ve darbeci takımı, kukla gibi kullanmak üzere tahta oturttukları V. Murat Han’ı 93 günde delirterek II. Abdülhamid Han’ı getirdiler ve özellikle ilk 1,5 yıl hiçbir şeye karıştırmadılar. Sadrazam Mithat Paşa; devleti, onları o makama getiren İngilizlerin suflesi ile yönetti. İlk iş olarak Mısır’a dış borç yetkisi vererek, bu en stratejik vatan parçasının İngilizlerin eline geçmesinin yolunu açtı. İngiliz patronlarının çok önemli ikinci isteğini de, Abdülhamid Han’ın bütün itirazlarına rağmen devleti Ruslarla “93 Harbi” diye bilinen savaşa sokarak yerine getirdi. Bir milyondan fazla Türk, yüzbinlerce kadın ve çocuk can verdi. “Abdülhamid toprak verdi” diyen müfteriler, Rusları yine Abdülhamid Han’ın durdurduğunu biliyorlar mı acaba?
Zorla girdiği bu savaşta Balkanlar’ın ve Kafkasya’nın kaybedilmesine sebep olan Mithat Paşa, İngiliz patronlarının verdiği taktikle; utanmadan bu neticeden de Abdülhamid Han’ı sorumlu tutmuştu. Oysa kendisi sadece vatan toprağı kaybetmekle kalmamış, 1,5 yıllık ilk devr-i iktidarında İngilizlerin tavsiyesiyle devletin bütün kritik noktalarına masonları yerleştirerek, İngilizlere çalışan bir “paralel devlet” kurmuştur.
İFTİRALAR AYNEN DEVAM EDİYOR
Abdülhamid Han hakkındaki ağır iftiralar, son yıllardaki yoğun iade-i itibar çabalarına rağmen aynen devam ediyor. Özellikle CHP diktatörlüğü döneminde Osmanlı ve hanedana karşı uygulanan genel düşmanlığın ötesinde “özel bir kan davası” yürütülmüştür. Asıl kaynağı “Haçlı-Siyonist İttifakı” olan ve CHP’nin tek parti döneminde her yolla yayılan bu mikrop hâlâ etkisini sürdürmektedir. Çünkü bu büyük hakan onları çok kızdırmıştı.
Çünkü Abdülhamid Han, onların neredeyse asırlardır uyguladığı “Böl, parçala, yut” planını farketmiş ve engellemişti. Bu çerçevede İngilizleri en fazla öfkelendiren adımı, Hilafet müessesesini ihya ederek, Hindistan ve Mısır gibi sömürge coğrafyasındaki Müslümanları şuurlandırma çabalarıydı. İngilizler, Abdülhamid Han’ın bu faaliyetlerini; mason Cemaleddin Efgani ve talebesi Abduh üzerinden yürüttükleri “ümmet birliği” söylemleriyle engellemeye çalıştılar.
En saçma olan ise “Hafiye ordusu kurdu” suçlamasıdır. İngiliz ve Yahudiler başta olmak üzere bütün dünyanın istihbarat orduları ile üzerine çullandığı bir padişahın, istihbarat teşkilatı kurmasından daha doğal ne olabilir? Unutmayın ki Türkiye son yıllarda gerçekten “millî” bir istihbarat teşkilatı kurduktan sonra içerideki ve dışarıdaki hıyanet oyunlarını bozabilmiştir. Ayrıca Abdülhamid Han’a “İstibdat merkezi kurdu” diye ateş püsküren İttihatçılar, 1912’den sonra asıl hafiye örgütlerini vatanı korumak için değil, kendi darbe iktidarlarını korumak için kurmuşlardır.
Abdülhamid Han’ın, İslam coğrafyasını demiryolu ağlarıyla İstanbul’a bağlamak gibi icraatlara ilaveten, Haçlı-Siyonist İttifakını öfkeden kudurtan asıl suçu(!) ise 1897 yılında toplanan 1. Siyonist Kongresi’nde alınan “İsrail devleti kurulması” kararı sonrasında, “Filistin’i para karşılığı bize satın” diyen gazeteci Theodor Herzl’i huzurdan kovulmasıdır.
Bugün tekrar ısıtılıp önümüze getirilen “Yüzyılın Barış Planı” isimli ihanet belgesi, 111 yıl önce Abdülhamid Han’ı tahttan indiren Theodor Herlz planının güncellenmiş halidir. O dönemde Siyonist şebeke bu hedefine maalesef içimizden devşirdikleri “Jön Türk” mankurtları üzerinden ulaştı. Bugün özellikle medyada devam eden Abdülhamid Han düşmanlığı da üstadları Herzl’in o dönemde ektiği husumet tohumlarının eseridir.
Makamın âli, gönlün müsterih olsun ulu hakan, artık çukurların çamurları üzerinize yapışmıyor
.
Osmanlı’da sanayi var mıyd
Hakan Erdem, Karar Başlıktaki soruya, Cumhuriyet Türkiye’sinde başından beri öğretildiği ve bugün bazılarının çok daha keskin ve o oranda...
Başlıktaki soruya, Cumhuriyet Türkiye’sinde başından beri öğretildiği ve bugün bazılarının çok daha keskin ve o oranda da karikatürleşmiş bir dogmatiklikle inanmaya devam ettiği gibi “Hayır, yoktu” cevabını verirseniz ne âlâ.Hiç değilse bir kısım akademisyenin ve ahalinin öfkesini çekmezsiniz. Yok, benim gibi, “Vardı” deyip hangi koşullar altında ne olduğunu anlatmaya çalışırsanız işin rengi değişir.
12 ve 17 Kasım 2019 tarihlerinde Fatih Altaylı’nın Teke Tek programına konuk oldum. Muhakkak görüyorsunuzdur, bu sayfada televizyon veya diğer vasatlardaki faaliyetlerimi hemen hiç konu edinmem. Paylaştığım araştırma sonuçlarımın ve görüşlerimin “faydasız ilim” olduğu hükmüyle bazılarını Allah’a sığınmaya icbar ettiğini de görüyorum ama terazinin diğer kefesinin hâlâ çok daha ağır bastığını gösteren emareler var, ben de devam ediyorum. Uzatmayayım, bu sayfanın, gündelik tartışmalardansa yazarının merakıyla ve okurlarının ilgisiyle belirlenen kendine has bir tarih içeriği var ve öyle olmasına da özen gösteriyorum.
Şimdiki istisnanın sebebi ise, hem katıldığım aktüel tartışmanın özünde tarih konulu olması ama ondan da öte, şu paylaştığımız tuhaf çağdaki pek çok diğer toplum gibi fazlasıyla polarize olmuş bir görüntü veren kendi toplumumuzda, mesleğini icra etmeye çalışan bir tarihçi olarak karşılaştığım tepkiler. Sahi, çok da uzun olmayan bir süre önce akla kolay gelir şey miydi ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayinin varlığı- yokluğu üzerine bir tartışma veya Osmanlı’nın bir sanayii olabileceği fikri, fikri bırakın ihtimali, bir bölük insan açısından bu denli “incitici” olsun da dengelerini ve terbiyelerini bozmalarına sebep olsun?
Tabii ki benim bulunmadığım çeşitli sosyal medya vasatlarındaki kişilerin yüksek oranda amiyane ifade, şahsî hakaret, hatta küfür içeren yorumlarını tek tek ele almayacağım. İçlerinde hızını alamayıp, beni öldürmek istediğinden dem vuran bir “nâ-şahıs”, bir takma ad bile bulunuyor. Dünya da tersine döndü. Hele bir lâf etmeye görün, kamunun önüne gerçek adlarıyla çıkan şahısların kendilerini savunmalarını yadırgayanlar, avatarlarını veya lâkaplarını savunmak için ateşpâre kesiliyorlar! Neyse, kısaca söylersem, “Cumhuriyet düşmanı” imişim, tabii ki cahilmişim, nasıl oluyormuş da çalıştığım üniversite beni istihdam ediyormuş, etmeyeymiş. Cezalandırılmamı, atılmamı istiyorlar ama kötücüllükten değil alicenaplıklarından; meğerse öğrencilerime çok üzülüyorlarmış… Meselenin özüne daha çok temas eden hususlar da pek farklı değil, Osmanlı’nın asla bir sanayii olamazmış. Hiçbirinin aklına yatmamış. Un fabrikasını, buharlı değirmeni, kiremit fabrikasını, fes fabrikasını, çuha fabrikasını beğenmeyen de var, Zeytinburnu demir fabrikasında Osmanlı’nın çelik top namlusu dökmesini, kendi yaptığı geriden dolmalı topları savaşta kullanmasını, Tophane-i Amire’yi, Tüfenkhane-i Amire’yi, Tersaneyi beğenmeyen de. İşte tam bu noktada, erken Cumhuriyet döneminin propagandasını da aşan bir şeyler var, ilginç bir sosyolojik vakıa, belki daha sonra görürüz.
Programın, daha doğrusu programların da sanırım burada uzun uzun üzerinden gidemem. Şimdilik elektronik ortamda mevcut bulunuyorlar, isteyen bütün olarak izleyebilir. İlkinde benden başka Yusuf Halaçoğlu ve Halit Kakınç vardı. İkincisinde ise Kakınç katılamadığı için yerine Vahdettin Engin geldi. Fatih Altaylı’nın programları düzenlemekteki amacı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kısa bir süre önce, Osmanlıdaki okuryazarlık oranları ve savunma sanayiinin mevcudiyeti hakkındaki sözlerini tartışmaktı. Altaylı orada gündeme getirmedi ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin, Sayın Anamuhalefet Partisi Başkanı’nın fasılalı ama tutarlı bir şekilde dile getirdiği bazı görüşlere cevaben söylendiği de kolaylıkla tahmin edilebilir. Başka ülkelerde de olduğu üzere, siyasîler ara ara tarihî konuları tartışır, güzel. Yalnız, televizyonda da söyledim, ben düşüncelerimi herhangi bir siyasî konuma göre şekillendirmem. Mevcut siyasî tartışmalardan bağımsız, tarihçi olarak, bildiğimi söylerim.
İlk programın yarısına doğru söz bana değdi. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kopuş mu devamlılık mı?” ve “Cumhuriyet’e neler miras kaldı?” temaları üzerinde konuşuluyordu. Altaylı, bu soruları tekrarlamaya gerek görmeksizin “Hakan Hocam buyurun” diyerek benim de görüşümü sordu. Tarihçilerin görevinin, hem olduğunda kopuşu tesbit etmek hem de devamlılığı göstermek olduğunu ve kestirmeden giderek hanedandan başka her şeyin erken cumhuriyete, Osmanlıdan kaldığını söyledim. Orada da örnekler verdim, ama “her şey” deyince bilmem ki artık saymaya gerek kalıyor mu? Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, ilkokulundan üniversitesine kadar okullar, ordu, parlamento, siyasî partiler, itfaiye, posta, jandarma ve polis teşkilâtları, kanunlar, spor kulüpleri, Kızılay, Yeşilay, Ziraat Bankası, gazeteler, Osmanlının borcu, Osmanlının bayrağı… Konumuz açısından önemli, pek çok da sanayi tesisi. Ayrıca, kalmayıp da ne olacaktı? Kısaca, Osmanlı’dan bir memleket kaldı. Neyin kalmadığı da aşikâr: Hanedan. O zaman, yıkılan ve ilga edilenin hanedan ve saltanat, devam edenin isim ve rejim değişikliğiyle memleket olduğu da açık değil mi? Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türkistan ve Türkiya / Türkiye olarak adlandırmak, hem de Osmanlılar arasında, daha imparatorluk döneminde bile bugün sanıldığından daha yaygındı. “Türkiye” adı Büyük Millet Meclisi’nin başına eklendiğinde hiç kimse, “Nereden çıktı bu isim?” dememişti. Dolayısıyla, belki biraz da ayıp olmuştur ama ne kaldı diye sormanın “çok abes bir tartışma” olduğunu da söyledim. Büyük Millet Meclisi’nin devam falan olmayıp, zamanında bu sayfada yazdığım gibi doğrudan bir Osmanlı meclisi olduğunu da söyledim. İlginçtir, bütün bu saydıklarım içinde tek itiraz hem oradakilerden hem de izleyicilerden, sanayie geldi.
Başka kapsamlı bir itiraz noktasının ise Osmanlının yıkılışı üzerine söylediklerimden kaynaklandığını düşünüyorum. Cumhuriyet tedrisatında bu konuların başından beri nasıl öğretildiğini (aslında hemen hiç öğretilmediğini) kafamın bir kıyıcığında tutarak, “Rönesans’ı, Reform’u [aslında Reformasyon], Askerî Devrim’i veya Sanayi Devrimi’ni ıskalamak ki onlar da hep tartışılır, yeni bilgiler ortaya çıkıyor, Osmanlı devletini ortadan kaldırmadı” dedim. Meşrutî bir monarşi olan Osmanlı devletini I. Dünya Savaşı’nın sonlandırdığını, Osmanlı devletinin I. Viyana’dan sonra sürekli çökerek bir gün de yıkılması gibi bir olgunun olmadığını, I. Dünya Savaşı’nın, Viyana’nın galiplerini de, Hapsburgları da, Romanofları da yıktığını, Hohenzollernleri de ortadan kaldırdığını, savaşın dönüştürücü etkilerinin iyi etüt edilmesi gerektiğini söyledim. Altaylı, hak vererek, “Onlar gidip Osmanlı kalır mıydı?” diye sordu ben de kısaca “O hâliyle kalmazdı, dönüşürdü” cevabını verdim. Aslında olan da bundan başka bir şey değildir. Bu meyanda, Osmanlı hanedanını kaldırmanın siyasî bir tercih olduğunu, Millî Mücadele’nin başında böyle bir hedef olmadığını da belirttim.
Malum, Türkiye’de bir yaklaşım, şu yukarıda Rönesans ile başlayanların mutlaka geçilmesi gereken merhaleler olduğu, Osmanlı gibi geç[e]meyenlerin de bu dünyada tutunamadığı, giderek zayıfladığı, çöküşe başladığı ve bir gün de çöktüğü görüşündedir. Bazen, araya Bilim Devrimi de katılır, böyle bir modernleşme güzergâhı çizilir. Osmanlı modernleşemediği için ortadan kalkmıştır. Bu düşünce çizgisinin bir faydası ise, Osmanlının kimse tarafından ortadan kaldırılmadığı, kendi kendine tarih sahnesinden silindiği görüşüne imkân tanımasıdır. Söylenecek çok şey var. Rönesans (İtalyan Rönesans’ı), Akdeniz- Karadeniz ticaretiyle zenginleşen Kuzey İtalya kentlerinde ortaya çıkan, sanatta ve bir ölçüde beşerî bilimlerde bir akımdı. İtalya’nın güneyine bile etkisi çok sınırlıydı. Peter Burke’ün ikna edici bir şekilde tartıştığı gibi Ortaçağların bir olgusuydu. Kaldı ki Avrupalı pek çok ülkenin Rönesans’la ilintisi, Fatih devri Osmanlı’sından daha fazla değildi.
Reformasyon derseniz, Katolik kilisesi içinde hem doktriner nitelikli, hem de kilisenin ve ruhban sınıfının örgütlenişiyle ilgili taleplerin bir kısım Hıristiyanlar nezdinde kabul görmesi sonucu Protestanlığın ortaya çıkmasına neden olan bir dinî hareket. Bizde az bilinir ama doktriner açıdan değilse de kilisenin örgütlenişiyle ilgili bir Katolik reformasyonu da vardır. Daha önemli olan ise Katolik kilisesinin Reformasyon karşıtı faaliyetleridir. Dünya Hıristiyanlarının çoğunluğunu oluşturan Katolikleri sınırlı etkileyen, Ortodoks Kilisesi’nin ve diğer kiliselerin hiç bulaşmadığı Reformasyon, nasıl olup da Budistlerin, Hinduların, Müslümanların modernleşme haritasında bir merhale oluyor?Diğer dinleri bırakın, Ortodoks Hıristiyanlar modernleşmedi mi?
Esasen, inanç ve ekonomik performans arasındaki ilişkiyi kurmak için yapılan en kapsamlı çaba Max Weber’e aittir. Çok eksik bir tarih bilgisiyle, kapitalizmin yükselişini (ama aslında ekonomik performans ve moderniteyi) Protestan çalışma ahlâkına bağlamış, kendi devrindeki konjonktürü yansıtır bir şekilde, Protestan Kuzey Avrupa ülkelerinin başarısını ve Katolik Güney Avrupa’nın başarısızlığını açıklamaya çalışmıştı. İnsan hassaten merak etmiyor değil, bugün sanayi ülkeleri olan Rusya, Çin, Japonya, Türkiye gibi çeşitli dinlere mensup ve hiçbiri Protestan olmayan ülkeleri görseydi tezini acaba gözden geçirme lüzumu duyar mıydı? Dünyanın birinci sanayi ekonomisi olan Çin, Protestanlığı bırakın, Weber’in anladığı şekilde kapitalist bile değil. Dolayısıyla, diyorum ki Bilim Devrimi, Askerî Devrim ve tabii ki Sanayi Devrimi’ni bir miktar ayrıştırsak bile modernleşme öyküleri anlatırken şu “Rönesans ve Reform” duraklarını güzergâhtan çıkarsak daha açıklayıcı ve daha az Avrupa-merkezci olmaz mı?
Konuya dönersem, Osmanlı sanayileşemediği, okullaşamadığı, modernleşemediği için aslında meşrutî monarşiden cumhuriyete geçiş ve tabii ki Arap vilayetlerini kaybediş diye özetleyebileceğimiz bir şekilde yıkılmadı. Televizyonda da vurguladım, böylesi illiyet ilişkilerini kurabilmek çok güçtür. I. Dünya Savaşı, Osmanlıya göre çok daha sanayileşmiş, modernleşmiş Hohenzollern Almanya’sını (imparatorluk rejimini) yıktı ama savaşa katılmayan veya “doğru” tarafta katılan sanayileşmemiş ve moderniteyle tanışıklığı çok daha kısıtlı olan pek çok ülkeye de hiç dokunmadı. Bundan daha can alıcı bir şey varsa, o da Osmanlının (aynen Çarlık Rusya’sı) gibi modernleşmediği için değil, modernleşirken yıkıldığı gerçeğidir. Tam öyle değil tabii ki ama sanayileşmeyi, modernleşmeyle özdeş görme gibi bir eğilimimiz var. Acaba, benim Osmanlı sanayii üzerine söylediklerim bu bağlamda mı bir sıkıntı yarattı?Öyle ya, şu yukarıda açıklamaya çalıştığım kurguya göre, Osmanlının sanayileşirken, modernleşirken yıkılmaması gerekmez miydi? Veya şöyle koyayım meseleyi; Osmanlı, sanayiinde muharrik herhangi bir güç kullanmadığı, büyük fabrikalarının hemen hiçbirini kurmadığı, devlet eliyle kamu parasını eğitime henüz harcamaya başlamadığı, okulların birkaç askerî okuldan ibaret olduğu 1820’lerin başında değil de bunların hepsinin mevcut olduğu 1920’lerin başında yıkılıyor, bunda bir garabet yok mu?
Aslında, her iki programda da çoğu tarihçinin bildiğinden daha öteye geçen pek bir şeyler söylemedim. Ne Osmanlının sanayileşmiş bir ülke olduğunu söyledim, ne de sanayiinin tam aksamıyla mevcudiyetinden bahsettim. Bilâkis, işin ucunun 19. Yüzyılda ucuz ve seri üretim yapan Avrupa sanayi ile rekabet edilememesinden dolayı kaçtığını, bu malların daha kaliteli değil, ucuz olduğu için piyasaları ele geçirdiğini, bir anlamda bugünkü Çin ürünleri gibi olduğunu söyledim. Vakanüvis Lûtfî Efendi’den, Avrupa sanayiinin Osmanlı ürünlerini nasıl taklit ederek Osmanlı pazarına girdiğine dair bir örnek verdim. Kakınç ile 19. Yüzyıl öncesi için bile anlaşamadık. Ben, 1500- 1800 yılları arasındaki diğer Erken Modern Dönem devletlerinde ne sanayi varsa Osmanlı’da da olduğunu söyledim, örnek olarak top döküldüğünü, gemi yapıldığını belirttim. O da “Yahu ne yapıyorsunuz, döktüğünüz toplar nereyi vuruyor?” şeklinde bir tepki verdi. Sadece, o dönem Osmanlı ateşli silahlar sanayiini çalışan Gabor Agoston’un, Osmanlı silahlarıyla Avrupa silahları arasında anlamlı bir fark göremediği yolundaki bulgusundan bahsettim.
Soru “Osmanlı’da sanayi var mıydı?” olunca akla gelenleri söylemezlik etmedim tabii ki. Osmanlı sanayi kollarını, işletmelerin adlarını, buhar kullanıp kullanmadıklarını, dahası Osmanlı sanayinden tasarım örneklerini, geliştirilen prototipleri söyledim. Osmanlıdan Cumhuriyet’e tabii ki bir sanayi mirası da kaldı. Bunu söylemenin, bunları konuşmanın benimle tartışanlarda neden bir infial yarattığını anlamış değilim. Halaçoğlu, “Batı’yla mukayese ettiğinizde Osmanlı devede kulak kalıyor. Boy ölçüşmek söz konusu değil” ve daha sonra da “Bunları ihraç ediyor muydu Osmanlı?” görüşlerini serdetti. Altaylı ise, herhalde “halkımız anlayabilsin” diye iki ayrı kez renkli çıkışlar yaptı. İlkinde “Osmanlı’da Wright kardeşler çıktı da uçak mı yapıldı, anlamadım ki!”, ikincisinde de “Bakın şuraya gidiyor, Newton, Osmanlı’dan çıkmıştı. Newton Osmanlıydı mı diyeceğiz?” dedi. Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi bunları lafzen söylemediğim gibi uzaktan yakından çağrıştıracak bir şey de söylemedim.
.
Osmanlı’da sanayi var mıydı, çabuk söyle!
Mustafa Karaalioğlu, Karar Soruya cevabım var ama merak etmeyin bir cevabı epeyi aşmış bulunan bu mevzunun esasına girecek değilim. Hakan...
Soruya cevabım var ama merak etmeyin bir cevabı epeyi aşmış bulunan bu mevzunun esasına girecek değilim. Hakan Erdem gibi bir tarihçi bile, ecdadın sınayi ve ticari hallerinden bahis açtığına açacağına neredeyse bin pişman iken o kadar malumatım da cesaretim de yok. Hoş, bilhassa tarih mevzuunda laf etmek, yazıp çizmek için malumat gerekmez oldu ama muhitimizde şükür ki edep diye bir şey var. Buralarda sadece, tarihi şifre çözmek ve kodları ayıklamak zannedenleri değil; kaynaksız, dipnotsuz ve kendi siyasi görüşleri namına tarih yazanları da sevmezler. Okurlarımız da affetmez, övünmek gibi olmasın…
Tarih meraklılarının bildiği gibi Hakan Hoca yeni nesil tabir edeceğimiz ve esasen eski nesilde de misalleri olduğu halde şimdilerde sayıları azalan hakikat arayıcısı bir tarihçidir. Eleştirilmeyi umursamadan bulduğunu ve bildiğini yazma cesaretine sahiptir. Şahsen bilim ahlakına, metodoloji disiplinine itimat ettiğim ve müşkül meselelerde referans kabul ettiğim bir alimdir. Öteden beri yazıları ve konuşmaları tarihçiler arasında değerli birer kaynak kabul edilir. Prof. Dr. Hakan Erdem malum KARAR gazetesindeki yazılarında da hafta sonları şahane bir anlatımla meraklılarını tarihte dolaştırıyor.
Mesele şu… Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz 10 Kasım’da “Osmanlı’da okuma yazma oranı çok düşükmüş. Osmanlı’nın kendi silah sanayisi yokmuş. Hepsi de yalandır, iftiradır” demişti. Cumhurbaşkanı böyle deyince tabiatı gereği gazete ve televizyonlar Osmanlı’da sanayi vardı/yoktu tartışması başlattılar. Hakan Hoca da bir programda Osmanlı’da sanayinin varlığı lehine bir “canlı yayın tebliği!” sundu. Sundu lakin değil mi ki Cumhurbaşkanı’yla aynı safa düştü ve değil mi ki “Osmanlı karanlık, Cumhuriyet mükemmel” ezberinin uzağında kaldı… Bir hücum başladı ki sormayın gitsin. Hakan Hoca’nın ima edilen siyasi görüşe uzaklığını bir yana bırakalım. İnanmadığı bir sözü bedeli ne olursa olsun asla söylemeyeceğini bilmeyenler, onu tarihçi namıyla ortalıkta dolaşanlarla karıştırmış olacaklar saldırıya geçtiler.
Hakan Erdem’in neyle suçlandığı ve aslında ne dediği ve kendisine saldıranlara ne cevap verdiği tekmili birden dünkü yazısında (Osmanlı’da sanayi var mıydı?) mevcut. Sadece bu polemikle sınırlı değil, Osmanlı’nın yıkılışına dair sarsıcı görüşler içeren mükemmel bir makale yazmış. Kaçıranlar, kaçırmasın; kesip saklasın hatta.
Hoca’nın karşı karşıya kaldığı haksız hücum, ülkede her seviyede kamplaşmanın ve tartışma adabının perişan halini anlatıyor. Bilim adamının, yazarın, düşünce insanının mutlaka bir siyasi kampa ait olma mecburiyetiyle yaftalanması ve müteakiben de muhakkak surette her konuda o kamp neyi emrediyorsa onu söyleme zarureti ilgili ilgisiz herkesi kuşatıyor. Demirden bir cendere çevremizde giderek daralıyor. İktidar adamıysan veya oraya yazılmışsan Osmanlı’dan bugüne cümbür cemaat eksiksiz ne deniyorsa öyle konuşacaksın, Kemalist kampın listesindeysen de tam zıddı. Siyasi kamplar senin umurunda değilmiş, arada gri alanlar varmış, bilim ahlakı yahut düşünce namusu taşıyormuşsun külahlara anlat onu. Akıl, bilim, ahlak vicdan emrettiği için kendi kampının hilafına tek kelime edersen hainsin; hatta slogan atmakta zayıf kalırsan dahi münafıksın. Ya hep, ya hiç… İki tarafta da ne dost tavsiyesine itibar vardır, ne bilime hürmet. Hakan Erdem kederlenmesin. “Osmanlı’da silah sanayisinin zerresi yoktu” deseydi aynı akıbet yine kendisini bekliyor olacaktı. Bu kez Osmanlıcı kamp hücum edecekti.
Üzerinden asır geçmiş Cumhuriyet’te farklı fikre hala saygı yok iken Osmanlı’da sanayi olsa ne farkeder, olmasa ne?
.
Osmanlı himayesindeki Araplar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup ihanete kal
Osmanlı himayesindeki Araplar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup ihanete kalkıştıOsmanlı, Basra’da Portekiz tehlikesine karşı Araplar’ı himayesine aldı. Ancak onlar, zaman...
2 Aralık 2019 Pazartesi 8:01
Osmanlı himayesindeki Araplar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup ihanete kalkıştıOsmanlı, Basra’da Portekiz tehlikesine karşı Araplar’ı himayesine aldı. Ancak onlar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup Türkler’e karşı ihanete kalkıştı.
16. Yüzyıl’ınbaşlarından itibarenBasra Körfezi’ndePortekiz tehlikesi başladı.Bunun üzerine Osmanlı Devleti,bölgeye çıkarma yaptı. Basra veLahsâ’nın alınmasıyla körfezingüney kıyıları korumayaalındı. Bunun üzerinebaşta İngilizlerolmak üzere diğerAvrupa devletleri,Arap kabileleriyletemas kurmayabaşladı. Birleşik ArapEmirlikleri yönetimide İngilizler’le ortakhareket etti. İslam’akarşı güç birliğiyaptı. İngiltere, Körfez’dekişeyhleri kendi tarafına çekmek içinher türlü manevrayı yaptı. Şeyhlerinİstanbul‘a başkaldırmaları için siyasîdestek verdi, para ve hatta silâh dağıttı.KATAR SADIK KALDI Abu Dabi’nin şeyhleri İngiltere’den sağladıkları silahlar ile Osmanlı’ya sadık kalan Katar‘a saldırdı. Tarihî belgeler, Abdullah bin Zayed’in 19. asırda yaşamış olan büyük dedesi Şeyh Zayed‘in, İngilizler’in tahrikiyle Katar’a saldırdığını, cinayetler işleyip hırsızlık yaptığını kanıtladı. Bugünkü yönetimin soyu, halkı öldürüp mallarını çaldı. Saldırıya uğrayanlar ise Bahreyn’e sığınmak zorunda kaldı. İstanbul, valilerine ve kaymakamlarına emirler gönderip şeyhlerin başkaldırılarını operasyonlarla engellemeye çalıştı.
MEDİNE KAHRAMANI 400 yıl boyunca Osmanlı tarafından yönetilen bugünkü BAE, Müslümanlar’a zulüm edecek adımlar atmaya başladı. Çöl Kaplanı olarak bilinen Medine Kahramanı Fahrettin Paşa hala günümüzde BAE yöneticilerinin sözlü saldırısına maruz kaldı.
Fahreddin Paşa
Başkan Erdoğan, Şeyh Zayed’in torunlarına “Ey bize bühtanda bulunan zavallı, Fahreddin Paşa Medine korumasını yaparken senin ceddin neredeydi?” diyerek tepki gösterdi.
BAE’nin eski yöneticileri, İngilizler’le beraber hareket ediyordu.
.
Osmanlı’yı anlamak günümüzü anlamaktır’
Ünlü tarihçi Beyazıt Akman: ‘Osmanlı’yı anlamak günümüzü anlamaktır’ Tarihi romanların ünlü yazarı Beyazıt Akman ile “Osman Kanunu” ve “Osman:...
25 Kasım 2019 Pazartesi 0:15
Ünlü tarihçi Beyazıt Akman: ‘Osmanlı’yı anlamak günümüzü anlamaktır’
Tarihi romanların ünlü yazarı Beyazıt Akman ile “Osman Kanunu” ve “Osman: Kuruluş” kitaplarının yazım süreci hakkında konuştuk. Osmanlı’nın kurulduğu dönemi anlamanın bugünü de anlamak olacağını vurgulayan Akman, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu dönemi anlamak demek günümüzü de anlamaktır. Asırlar boyunca tarih üzerine kalem oynatan yerli yabancı tüm araştırmacıları düşündürmüştür, küçük bir Türk beyliğinin nasıl olup da üç kıtada altı asır boyunca hükmedecek bir imparatorluk kurduğu meselesi’ diye konuştu
Tarihi romanların ünlü yazarı Doç. Dr. Beyazıt Akman, “Osman Kanunu” ve “Osman: Kuruluş” kitaplarının yazım süreçlerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Röportajın ilk bölümünde Osmanlı dönemiyle ilgili yazılan eserleri değerlendiren Akman, emperyalistlerin Türkiye’deki en büyük zaferinin “Bu Osmanlıcı, şu Atatürkçü” çatışması olduğunu belirtti.
Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’ın sorularını yanıtlayan Akman, “Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır.” ifadelerini kullandı.
“OSMANLI’NIN KURULMASI, BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ OLARAK ORTAYA ÇIKMIŞTIR”
Osmanlı tarihi üzerine yapılan çalışmalar içerisinde kaleme aldığınız “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” romanları dikkat çekiyor. Eserlerde hangi noktalara dikkat ettiniz?
Benim için bu işin iki ana ayağı var. Bunlardan birincisi elbette akademisyen kimliğimle yaklaştığım tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu dönemi anlamak demek günümüzü de anlamaktır. Asırlar boyunca tarih üzerine kalem oynatan yerli yabancı tüm araştırmacıları düşündürmüştür, küçük bir Türk beyliğinin nasıl olup da üç kıtada altı asır boyunca hükmedecek bir imparatorluk kurduğu meselesi.
Osmanlı, modern dönemin yeryüzünde en uzun süre hüküm sürmüş devletidir. Benim beş yıl boyunca izini sürdüğüm araştırmalarımdan çıkardığım sonuç şu… Osman Bey’in Osmanlı’yı kurması bir ölüm kalım meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Doğu ve Batı arasında sıkıştırılmaya çalışılan ve tek başına bırakılan bir Anadolu. Tanıdık geldi mi?
“OSMAN BEY TÜRKLERİN VARLIĞINI PERÇİNLİYOR”
Hem Türk tarihi ve medeniyeti açısından bu böyle, hem de daha genel anlamda İslam medeniyetleri tarihi açısından. Bakın, 13’üncü asrın sonlarında dünya, insanlık tarihinin görüp de görebileceği en barbar, en vahşi, en tahripkâr iki gücüyle çalkalanıyor. İnsanlık bir yok olmanın eşiğinde. Orta Doğu ve Anadolu coğrafyası bu iki gücün tam arasında kalıyor. Batı’dan kopup gelen Haçlı sürüleri ve Doğu’dan gelen Moğol belası. Türk-İslam medeniyetinin o zamanki bayraktarı Selçuklu hem Moğol güdümünde kalıyor, hem de Haçlı çapulcularıyla uğraşıyor. O zaman için bilinen dünyanın tamamı bu iki tahripkâr güç arasında sıkışıp kalıyor. Türk-İslam medeniyeti dediğimiz şey belki de tamamen yok olmak üzere.
İşte bu iki gücün arasında kalan Anadolu’dan çıkıyor Osman Bey. Ve Türklerin varlığını, tarihini ve geleceğini bir kere daha yeryüzüne perçinliyor. Ben bunu her zaman şuna benzettim; Türkler bir örsün üzerinde çekiçle dövülen kızgın bir demir gibi adeta. Bir taraftan Haçlılar, diğer taraftan Moğollar ve bu yıkıcı güçlerin içinden çıkan, medeniyet ve devlet kurucu, yeryüzüne tekrar refahı getiren bir Türk beyi.
“BİZİM SÜPER KAHRAMANLARIMIZ TARİHTE GİZLİDİR”
İşin ikinci sacayağı ise bir edebiyatçı olarak benim için Osman Gazi’nin efsanevi serüveninde gizli. Onun hayatı; çocukluğu, ilk gençliği, Şeyh Edebalı’dan öğrendikleri, onun kızı Rabia’ya âşık oluşu, sonra da yeryüzünün en büyük güçlerine kafa tutuşu, yani kısacası kendine güvenen bir ruhun, dünyaya meydan okuması, evrensel ve zamanlar arası bir hikâyedir.
Bir kahramanın doğuşu ve mücadelesi beni bir romancı olarak her zaman ilgilendirmiştir. Belki bizim Hollywood ekranlarını süsleyen süper kahramanlarımız yok ama onlardan çok daha gerçek ve yaşanmış olan gerçek süper kahramanlarımız var. Belki de bizim kültürümüzde bu süper kahraman işi bu yüzden tutmuyor ve tutmaz; çünkü bizde onlara taş çıkartacak tarihsel figürler var.
“OSMAN GAZİ’NİN DURUŞU HERKESE ÇOK ŞEY ÖĞRETİR”
Peki, “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” kitaplarında okurları neler bekliyor?
Aslında bu kitabı yazarken şimdiye kadar yazdığım en kısa, olay örgüsü en basit romanımı yazacağım diye yola çıkmıştım. Ama kitabı bitirdiğimde bin küsur sayfa yazdığımı gördüm. Osman Gazi’nin hikâyesi bir kitaba sığmadı yani, bu yüzden iki cilt oldu. Zira Osman’ın çocukluğunu, ele avuca sığmaz bir gençlikten çıkıp insan-ı kâmil olma serüvenini, önce bey, sonra gazi oluşunu tüm detaylarıyla anlatıyorum.
İlk fetihlerini, amcası Dündar Bey’le olan çatışmasını, tekfurlarla çarpışmalarını, Köse Mihal’i ve diğer alplerle olan yoldaşlığını, inancını, azmini, beylikten devlete giden yolu gergef gibi işlemeye çalıştım. Bir de rahmetli Halil İnalcık hocanın en son araştırmalarında ortaya koyduğu ve kuruluşun 1299 değil, 1302 yılını işaret ettiği Bafeus/Koyunhisar Muharebesi de romanın finalini oluşturuyor. Ki bu savaş Osman Bey’in uluslararası platformda ilk defa anıldığı savaştır. Yeryüzünün en büyük güçleri ve imparatorlukları karşısında, mütevazı ve dürüst bir adam olarak Osman Gazi’nin duruşu ve mücadelesi, onu kim okursa okusun çok şey öğretir.
“ORYANTALİST VE BATICI BAKIŞ AÇISIYLA TARİHLERİNİ ÇARPITIYORLAR”
Yakın zamandır Osmanlı tarihi üzerine çok sayıda eser üretiliyor. Bunların bir kısmı da gerçek tarihi çarpıttığı için eleştiriliyor. Bir yazar olarak bu konuda yorumunuz ne olur? Tarihi romanlarda hangi hususlara dikkat edilmeli?
Hem çarpıtma hem de bu son moda, suistimal etme! Ne yazık ki gelinen noktada işi, yani tarihi roman türünü ayağa düşürdüler. Bunu başka türlü söylemenin bir yolu yok. Sektörde öyle bir güruh var ki, onların tabiriyle “piyasada ne gidiyorsa”, hangi Türk sultanı ya da tarihi figür o sıralar konuşuluyorsa, ya da hangi sultan üzerine iyi bir eser yazıldıysa bu güruh hemen birkaç ayda birkaç yüz sayfalık bir eser ortaya çıkartıveriyor. Siparişle eser yazdırıyorlar, sözde yazarlarına. Bu kitaplar da tarihi romana olan ilgiyi soğutuyor, itici bir hala getiriyor.
Bir de tarihi kendi ideolojileri için alet haline getiriyorlar. Osmanlı ya da Türk-İslam tarihi hiç kimsenin siyasi sıçrama tahtası değildir! Bunların, tarihi Oryantalist ve Batıcı bakış açısıyla çarpıtarak kendi tarihine burun kıvıran tiplerden hiçbir farkı yok! Tarihe verdikleri zarar aynı. Hayatı riyakârlıkla, yalancılıkla, adam kayırmayla, hak yemekle geçen insanların Osmanlı’yı ağızlarına almaya hakları yok, çünkü onu da kirletiyorlar! İnanın ben kendim bile soğudum tarihi romandan bunlar yüzünden! Bir de bunu güya muhafazakâr geçinen, sözde topluma hakkı anlatarak hayırlı bir iş yapıyorlarmış pozu keserek yapmaları yok mu, işte o insanı bitiriyor. Oysaki tek dertleri kişisel çıkar. İşin daha da kötüsü, bu insanların bazılarının çıkar ilişkileri sağlam olduğu için bir de bakmışsınız ki, bu saçma kitapların müellifleri adam yerine konuyor ve ortada boy göstererek hem tarihe hem de edebiyata zarar veriyorlar.
Yeri geldi, şunu da söyleyeyim… Bazılarının yaptığı gibi, Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk bu toprakların emperyalist Batılı ülkeler tarafından sömürgeleşmesinin önünde bir dağ gibi durmuş ve günümüzdeki özgürlüğümüzün yegâne mimarı olmuştur. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Nitekim bu sömürgeci emperyalistlerin Türkiye’deki en büyük zaferi, “Bu Osmanlıcı, şu Atatürkçü” çatışmasıdır. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır. Ama buna izin vermiyorlar. Çünkü onlar asırlardır yaptıkları bu işi çok iyi biliyorlar.
“BU COĞRAFYADA HERKES KOLONİLEŞMİŞ, BİR TEK TÜRKLER TARİHE MEYDAN OKUMUŞTUR”
Sömürgecilik araştırmaları, akademisyenliğinizin ana yapısını oluşturuyor. Uzmanlık alanınız bu konulara bakışınızı nasıl etkiliyor?
Dünya atlasını açın, önünüze koyun ve sömürgecilik tarihine bir bakın. Bu coğrafyada Türklerden başka herkes ama herkes kolonileştirilmiş; İngiliz, Fransız ya da Amerikan sömürgesi haline gelmiş. Bir tek Türkler tarihe meydan okumuşlar ve bu oyunun dışında kalmışlar. Bu oyunu bozan kişi gün gelmiş Osman Gazi olmuş, gün gelmiş Fatih olmuş, gün gelmiş Atatürk olmuştur! Eğer illâ kendi aranızda düşman arıyorsanız toprak ve bayrak aidiyeti olmayan FETÖ’cülere bakın, aidiyetini başka kültürlerde arayan gönüllü sömürgeleşenlere bakın. Bu toprağın mirasını ve bu bayrağı sahiplenenlerin birbirleriyle kavgayı bırakmaları gerekir.
EGEMEN ENTELEKTÜEL KESİMİN OSMANLI DİLEMMASI
Bir kesimin Atatürk düşmanlığına son vermesi, diğer bir kesimin ise insanları söylem-önyargısı testine tabi tutmayı bırakmaları gerekir. Çünkü hala daha egemen entelektüel kesimde Osmanlı’dan olumlu bahsedince “Osmanlıcı” oluyorsunuz ama olumsuz bahsedince “objektif” sayılıyorsunuz.
Ben de diyorum ki, bir akademisyen olarak benim ilmim bana Türk-İslam tarihinden genel anlamda olumsuz bahsetmemi engelliyor. Aksi, ilmime ihanettir. Yine aynı ilim bana Atatürk’ün bu topraklarda yeryüzünde eşi benzeri görülmez bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verdiğini ve hem dışarıda emperyalist güçlere hem de içeride dini, kendi çıkarları için suistimal eden cahil güruha karşı verdiği destansı mücadeleyi gösteriyor.
“TÜRK’ÜN KUDRETİ ASYA’DAN ANADOLU’YA VE AVRUPA’YA BİR BÜTÜNDÜR”
Daha ilk romanım yayımlandığında, on yıl önce bir röportajımda şöyle demişim:
“Osmanlı’yı Cumhuriyetçi tarihin karşısına koyarak tahta kılıçları tokuşturur gibi birbiriyle çarpıştırmak çocukluktur!”
Osmanlı ve Cumhuriyeti bu şekilde karşı karşıya getiremezsiniz. On yıldır da aynı şeyi söylüyorum. Atatürk de bizimdir, Fatih de! Türk’ün kudreti ve kimliği Asya’dan Anadolu’ya ve Avrupa’ya bir bütündür.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak Osmanlı tarihini romanlaştırmanız size ne gibi bir zenginlik katıyor?
Tarihi romanlarda genel anlamda şöyle bir sıkıntı var… Bu işi hakkıyla yapmak isteyenler, yani Oryantalist olmayan bir şekilde, Avrupa’nın penceresinden kendi tarihimize bakmadan, tarihi hakkaniyetle anlatmak isteyenler ne yazık ki bu roman ve sinema diline pek hâkim değiller; yani bilmiyorlar bu işin nasıl yapıldığını.
Öte taraftan bu işi iyi bilenler ise genelde Oryantalist klişelere, “Barbar Doğu, Medeni Batı” ikilemine kayıyorlar. İşte, hem tarihi çarpıtmadan kendi gerçekliği içinde anlatmak, hem de bunu uluslararası standartlarda, sağlam bir hikâye ve edebi ölçütlerle yapabilmek… Her şeyden önce iyi bir hikâye ortaya koyabilmek büyük mesele.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak eserlerimin ardındaki motivasyonda bunu başarabilmek yatmaktadır. Bunu yaptım demiyorum, bunun kararını okur verecektir, ama böyle bir derdim vardı demek istiyorum.
.
Osmanlı nasıl geri gelsin
İbrahim Kiras, Karar Toplumumuzun büyük çoğunluğu için Osmanlı ismi Türk tarihinin en parlak dönemi olarak ortak geçmişin gururla benimsenen...
Toplumumuzun büyük çoğunluğu için Osmanlı ismi Türk tarihinin en parlak dönemi olarak ortak geçmişin gururla benimsenen sayfalarını ifade eder. Hatta insanlar bu gururu nesilden nesile sürdürmek üzere çocuklarına Fatih, Yavuz gibi cihangir padişahların isimlerini verirler. Ne var ki Osmanlı ismine duyulan bu derin ve samimi sevgi sayesinde hem siyasette hem ticarette Osmanlı ismi üzerinden istismar da epeyce kazançlı bir saha oluşturuyor artık.
Osmanlı isminin olur olmaz her yerde kullanılarak siyasi veya ticari çıkarlara alet edilmesi giderek toplumun Osmanlı ismine duyduğu sevgiyi ve saygıyı azaltacak bir olgu aynı zamanda. Diğer yandan ise Osmanlı ve cumhuriyet kavramlarını karşı karşıya getirerek insanların bir tercihe zorlanmaları ve toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet edilmesi çok tehlikeli bir tutum.
Bu arada, Osmanlı ailesinden birilerinin de ikide bir ortaya çıkıp birtakım münasebetsiz laflar etmeleri aynı etkiye yol açıyor. Nitekim son günlerde bir hanedan mensubunun “Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi sembolik de olsa Osmanlı saltanatının sürdürülmesi” gerektiği şeklindeki açıklaması üzerine lehte aleyhte tartışmalar yapılıyor.
İlgili haberlere baktım, sözkonusu kişi aslında tam olarak öyle söylememiş. Kurduğu cümle “Dünyada nasıl farklı hanedanlıklar varsa ülkemizde de olması gerektiğini düşünüyorum” şeklinde. Bu sözün anlamı net olmasa da -ve belki “saltanatın sürdürülmesi” anlamında sarf edilmemiş de olsa- böyle anlaşılmış olması bile problemli bir husus. Türkiye’de cumhuriyet rejiminin ihdasının o günün siyasi konjonktürü çerçevesinde yorumlanıp izahı tarihçilerin çalışma konusu olabilir ama cumhuriyet idaresinin kuruluşundan bir asır sonra meşruti monarşiye dönüşebileceğine ihtimal verilmesi birçok insanın gerçekler aleminin uzağındaki tuhaf bir hayal dünyasında yaşadığını gösterir.
Saltanatla birlikte Osmanlı’nın ihtişamlı günlerinin geri geleceğini düşünmek akıl işi değil. “Sembolik de olsa” kaydı düşülerek konunun öneminin hafifletilebileceğini düşünmek de öyle.
Ona bakarsanız, cumhuriyet ilan edildiğinde Osmanlı saltanatı zaten çok uzun süredir “sembolik” mahiyetteydi. Saltanat bu duruma da birdenbire değil, uzunca bir süre içinde gelmişti. İlk adım saltanatın babadan oğula geçme usulünün terkedilmesiydi. Hükümdarın gücünü büyük ölçüde zayıflatan bir süreçti bu.
***
Tarih boyunca birçok devletin kaderini -belirli bir soyun hakkı kabul edilen- hükümdarlığın babadan oğula geçme zorunluluğu belirlemiştir. Gelen kişi iyi çıkarsa ülkeye mutluluk, kötü çıkarsa felaket getirecektir.
Gerçi mutlakıyetin en katı şekilde uygulandığı monarşilerde bile devlet yönetiminin tamamen hükümdarın iki dudağı arasında olması sözkonusu değildir. Bilhassa hukukun, kurumların ve geleneklerin mevcut olduğu yapılarda… Ancak kötü bir yöneticinin yönettiği kurumu zamanla dejenere etmesi de imkânsız değildir. Dolayısıyla geniş yetkilerle donanmış bir devlet başkanlığı makamında kimin oturacağı önemsiz bir konu sayılamaz.
Günümüzde parlamenter demokrasi bu sorunu kökten çözmüş bulunuyor. Yönetme yetkisi hiç kimseye doğuştan verilen bir hak değil artık. Monarşilerin hâlâ yaşadığı ülkelerde bile halkın seçtiği siyasetçiler ve atanmış seçkinlerin oluşturduğu bürokrasi aygıtı yönetiyor devletleri.
***
Ama elbette bu noktaya çok da kolay gelinmedi. Yönetme yetkisine doğuştan sahip oldukları iddiasındaki hanedan üyeleri ellerindeki iktidarı sıradan insanlarla paylaşmaya yanaşmadılar. Bu süreç yüzyıllarca devam eden mücadelelerin sonucunda tamamlanabildi. Önce kısmi ölçüde birtakım yetki paylaşımları, sonra bütünüyle iktidarın devri gerçekleşti. Özellikle ortaçağın sonlarında -merkezî devlet yapısının zayıf olduğu- Avrupa ülkelerinde burjuvazi sınıfının ortaya çıkıp giderek gücünü arttırmasının sonucu olarak gerçekleşen bu gelişme bilahare bütün dünyaya örnek teşkil etti.
Biz de birçok başka ülke gibi parlamenter demokrasi rejimini Avrupa’dan görüp aldık ama Osmanlı devletinde en azından belirli bir dönemden itibaren mutlakıyet rejimi zaten eski mutlak karakterini kaybetmişti.
Türkiye’de ne feodalite ne burjuvazi ne de proletarya mevcut olduğundan hanedanın iktidar ortağı sosyal bir sınıf değil sivil ve asker bürokrasi -ve belirli bir dönemde bir ölçüde ayan zümresi- oldu. Devletin kuruluş evresinde “eşitler arasında birinci” konumunda olmalarına karşın zamanla iktidar temerküzüne yönelen ve paydaşlarını tasfiye eden padişahlar ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik şartlar kötüleştikçe, yani devletin gücü azaldıkça yeniden iktidarlarını paylaşmak zorunda kalmışlardı.
Bilhassa “tahtı kendi bileğinin gücüyle elde etmiş padişahlar” devri sona erdikten sonra iktidarı daha sınırlı olan hükümdarlar devri başladı.Padişahların gücü iyiden iyiye azaldı, bürokrasinin gücü çoğaldı. Artık tahtta kimin oturacağı konusu ülkenin kaderi için fazla bir şey ifade etmez hale geldi.
Bu konuya devam edelim…
‘Osmanlı’nın görüşü hakim olsaydı gezegen bu hale gelmezdi’
Yazar Alev Alatlı, ‘Bu dünyaya Amerika’nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı’nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı,...
11 Ağustos 2019 Pazar 9:04
Yazar Alev Alatlı, ‘Bu dünyaya Amerika’nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı’nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi.’ dedi.
Kapadokya Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı da olan Alatlı, ‘Nasihatname’ üst başlığıyla 11 ciltte tamamlanacak serinin yeni çıkan ilk iki cildi ve kamuoyunda tartışmalara yol açan sözlerini AA muhabirine değerlendirdi.
Nasihatname’nin dünyada hakim kültürün yapı sökümü temrini olduğunu dile getiren Alatlı, Batı kültürünün kadim kodlarını çözümlemek suretiyle bugünün dünyasını anlaşılır kılmayı, böylece 21. yüzyıldaki serüvene avans sağlamayı umduğunu söyledi.
Alatlı, insanlığın yegane sılası olan ‘Mavi Gezegeni’ kaybetmek üzere olduğunu vurgulayarak, ‘İnsanoğlunun fıtratının saldırgan olduğuna dair malumat, barışçıl olmadığına dair malumattan daha bilimsel değildir. Hal buyken, insanı tanımlamaya çalışırken, ‘şer’ öncelenmek zorunda değildir. ‘Hayr’ da öncelenebilir. Örneğin, bu dünyaya Amerika’nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı’nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi.’ diye konuştu.
Arsız tüketim, sera etkisi, soykırım gibi problemlerle dünyanın taşlaştırıldığını aktaran Alatlı, ‘İnsanlık olan biteni kadermiş gibi, başka çaresi yokmuş gibi gözlemlemek zorunda bırakıldı. Böyle olmak zorunda değildi. Şer kural olmak zorunda değildir. ‘Hayr’ da kural olabilirdi. Misalen eğer bu dünyaya Amerikan değil, Osmanlı dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen taşlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı.’ ifadelerini kullandı.
‘Dünyayı tek bir pencereden görmek sakattır’
Katıldığı bir televizyon programında dile getirdiği ‘Okumuş olsaydık kargadan başka kuş, Shakespeare’den başka yazar tanımayacaktık.’ sözlerine de açıklık getiren Alatlı, kültürlerin insanlara en başta okuma yoluyla nakledildiğini vurgulayarak, şöyle konuştu:
‘Kültür, ders kitabı, müfredat, tiyatro, film gibi araçlarla, toplumsal değerlerin sürgit tekrar edilmesi esasına dayanır. Bu suretle yaşatılır. William Shakespeare için ‘İngiliz kimliğini kavramlaştıran adam.’ derler. Shakespeare günümüzde hakim olan Anglo-Amerikan kültürünün mihenk taşıdır. 550 yıl önce Shakespeare’in Globe Tiyatrosu ve çevresi, tıpkı bugünün Hollywood’u gibi bir eğlence merkeziydi. Bugün dünyanın duygu ve düşünce iklimini Hollywood nasıl şekillendiriyorsa, Shakespeare’in eserleri de Batılı dünya görüşünü o gün öyle şekillendiriyordu. Şiddet, cinsellik, siyaset, iktidar kavgaları, ihanet hatta kara büyüye bakış açıları o günden bugüne taşındı. Değişiklikler marjinaldir. Diyeceğim, Shakespeare bize Hollywood ürünlerinin dayatıldığı gibi dayatılsaydı, Batı’da üretilenin dışında bir gerçekliğe sahip olmayacaktık. Oysa dünyayı tek bir pencereden görmek sakattır. Programda söylediğim de budur.’
Alev Alatlı, Türkiye’nin bugün içerisinde bulunduğu durumu Rönesans dönemine benzeterek, ‘Rönesans, bağnaz Papalık ile Galileo, Kepler, Newton gibi bilim adamlarının arasındaki dünya görüşü kavgasıdır ve büyük çoğunlukla ölümüne kavga olmuştur.’ dedi.
Rönesans’ın süreç içinde yaşayanlar açısından derin bir mutsuzluk duygusu, hatta korku ve öfke yarattığı tespitinde bulunan Alatlı, ‘Hayli gecikmiş bir Rönesans yaşıyoruz. Bir ucu Vahhabilerde diğeri mesela Siborglarda (biyolojik veya yapay varlık) ya da yapay zekada olan çağdaş sürecin Türkiye insanını yormaması mümkün değildir. Gerilmeden yaşamayı dileyenler, dünyanın kendi öngördükleri yörüngelerden çıkmasını istemeyen statükoculardır ki, zaten mümkün de değildir. Onun için sakin olmak lazım.’ ifadelerini kullandı.
‘Türkiye’de statüko değişiyor’
.
Osmanlı’nın masonlarla imtihanı
İbrahim Kiras , Karar Bazen yazı kendini yazdırıyor. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’daki sosyal yapı konusunda Âşıkpaşazade’nin zikrettiği dört...
Bazen yazı kendini yazdırıyor. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’daki sosyal yapı konusunda Âşıkpaşazade’nin zikrettiği dört zümreden biri olan Ahileri yazarken kardeşlik örgütleri bahsi açıldı, oradan masonlara geldik, bir türlü diğer üç zümreye geçemedik… Birkaç haftadır sürdürdüğümüz bu konuyu bir noktaya bağlamak üzere şimdiye kadar yaptığımız değerlendirme ve tespitleri özetleyelim istiyorum: Öncelikle hem aleyhteki propaganda ve komplo teorileri hem de bizzat masonların kendilerini yüceltmek ve olduğundan önemli ve güçlü göstermek için anlattıkları hikâyeler masonlukla ilgili gerçeklerin çok uzağında yer alıyor.
En başta Masonluğun ortaya çıkışına ilişkin anlatıların yere ayak basmadığı söylenmeli. İşin gerçeği, Avrupa Ortaçağının en güçlü “hükümetdışı örgütü” olan Templiyelerin ortadan kaldırılmasının ardından İskoçya’daki duvar ustaları (mason) loncası bu tarikata kucak açmıştı. Templiyeler yanlarında getirdikleri gelenekleri, ritüelleri, sembolleri ve örgüt modelleriyle bir zanaatkar loncasını gizemli ve gizemci bir cemiyete dönüştürmüş oldular. Ancak bugünkü masonluğu şekillendiren, eski şövalye tarikatları geleneğinden ziyade Avrupa toplumlarının gelişimine yeni bir yön veren burjuva dünya görüşü oldu.
Bilahare Aydınlanma Yüzyılı’nın ilerici veya yenilikçi fikirlerine kapılarını açıp o devrin düşünürleri, bilim adamları, sanatçıları ve hatta siyasetçileri için bir sığınak teşkil eden mason locaları hakkında bugün aynı değerlendirmeyi yapabilecek durumda olmadığımız ortada. Yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her tarafında ya “sosyalleşme” amacıyla ya da üyeler arasındaki dayanışma geleneğinden faydalanma düşüncesiyle kişisel çıkarlar peşinde bir araya gelmiş kişilerden oluşan bir cemiyet var bugün karşımızda.
***
Masonluğun aydınlanma fikriyatını ve Fransız devriminin prensiplerini temsil ediyor olması daha Tanzimat devrinde modernleşme ve hürriyet yanlısı Osmanlı aydınları açısından belli ölçüde bir cazibe oluşturmuştur ama daha sonraları mason localarının fiiliyatta gördüğü işlev rejim karşıtı veya yenilik taraftarı aydınların bir araya gelebildikleri bir ortam sunmasıyla ilgilidir. Sefaret mensupları diplomatik dokunulmazlık taşıdıkları, yabancı tüccar ve şirket çalışanları ise kapitülasyonların sağladığı kanuni muafiyetlere tabi oldukları için bunlara müdahale edilmesi mümkün değildi. Locaların siyasi muhaliflerin faaliyetleri için “emniyetli yerler” olmasının sebebi budur.
Osmanlı başkentinde ilk kurulan locaların mensupları Osmanlı vatandaşı değildi. İstanbul’daki diplomatik misyon mensupları başta olmak üzere Avrupalı tüccarlar ile burada faaliyet gösteren yabancı şirketlerde çalışan kişilerden müteşekkildi mason nüfus. Hemen ardından Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler de üye kabul edilmeye başlandı. Müslüman üyelerin sayısındaki artış önceleri çok yavaştı. İlk kurulan Fransız localarından biri Müslüman üyeleri de bünyesine almaya başlamış ama sonra nedense locada Türkçenin kullanılmasını yasaklamak suretiyle bu üyelerin ayrılması yolunda bir tavır sergilenmişti. Sebebi tam bilinmiyor ama bir tahmin yürütmek gerekirse Yahudilerin mason olmasına da başından beri muhalefet eden muhafazakâr biraderlerin locayı ilk teşekkül ettiği günlerdeki gibi bir Hristiyan tarikatı olarak sürdürme arzularını yansıtıyor olabilir bu. İkinci bir ihtimal olarak da kendi vatandaşlarının devlet denetiminden bağımsız bir yapı içinde yer almasından rahatsız olan Osmanlı yönetiminin baskısıyla bunun gerçekleştiğini söylemek mümkün görünüyor.
Ne var ki Türklerin mason localarına girmeleri hiçbir zaman yasaklanmadı. Hatta Osmanlı tarihinde mason önlüğünü giyen ilk Türkler “devlet görevi” olarak tekris olmuşlardı. Devlet görevi derken locaların içeriden kontrolünü sağlamak veya buralarda istihbarat toplamak gibi bir amaçtan söz etmiyorum. Avrupa başkentlerindeki mason localarına katılan Türk diplomatların birçoğu görev yaptıkları ülkelerin elitiyle münasebet kurma kanalı olarak bunu kullanmış görünüyorlar. İkincisi, Osmanlı yönetici eliti masonluğu o günkü “ittihad-ı anasır” politikasına hizmet edebilecek faydalı bir yapı olarak görüyordu. Tanzimat aydınlarının masonlukta -ülke için gerekli olduğunu düşündükleri- yeni ve ilerici fikirler buldukları, locaları serbest düşüncenin ve yenilikçiliğin temsilcisi olarak gördükleri de vakıa. Bunun sebebi herhalde “ecnebi” aydınlarla ve “Avrupaî”fikirlerle ancak bu mahfillerde karşılaşma imkânı bulmalarıdır.
Bu bakımdan Tanzimat ricalinin masonlukla ilişkisinin nispeten daha samimi ve daha sahici olduğu söylenebilir. Sonraki dönemde ilişkiler iyice “araçsal” hale gelmiştir. Konu hakkında çalışma yapan bütün uzmanların ortak kanaati bilhassa mason İttihatçıların masonluğunun çok büyük ölçüde göstermelik olduğu yönündedir. İttihatçılar illegal faaliyetler kapsamında kendilerine örgütlenme, haberleşme ve buluşma imkânı sunan bu yapıyı önlerinde hazır bulmuş ve kullanmışlardı. Ancak o sırada bütün localar İttihatçılarla dolup taşıyordu sanılmamalı. Tek bir loca vardır, İttihatçıların bu amaçlarına hizmet veren: İtalyan obediyansına bağlı Selanik Risorta locası.
***
Ülkemizde her taşın altında biraderlerin parmağını gören komplo teorilerinin bunca yaygınlığına karşılık Masonluğun Türkiye topraklarındaki tarihi hakkında çok sayıda ciddi çalışma yok maalesef. İttihat ve Terakki Cemiyetinin masonlukla ilişkisi üzerine de bunca spekülasyona -ve üstelik İttihat Terakki üzerine nispeten daha fazla sayıda nitelikli çalışmalar yapılmış olmasına- rağmen İttihatçılık-Masonluk ilişkisi üzerine kayda değer akademik çalışmaların sayısı çok değil.
Bu konuda Türkçede kaleme alınmış yegâne müstakil çalışma ve en kapsamlı kaynak Orhan Koloğlu’nun “İttihatçılar ve Masonlar” başta olmak üzere Türk masonluğu konusunu ele alan ve kendi içinde bir seri oluşturan hazine değerindeki kitapları.
Bunun dışında ise Ernest Ramsour’un “Genç Türkler ve İttihat Terakki” kitabının muhtelif sayfalarında, Şükrü Hanioğlu’nun “Bir Siyasal Örgüt Olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin müstakil bir bölümünde, İsmail Küçükkılınç’ın “Jöntürklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık” başlıklı eserinin yine müstakil bir bölümünde konu hakkında önemli bilgiler ve değerlendirmeler bulunabilir.
Bu noktada İtalyan bir araştırmacının oldukça küçük hacimdeki bir eseri büyük bir boşluğu dolduruyor. Angelo Iacovella’nın dilimize “Gönye ve Hilal” adıyla çevrilen çalışması özgün belgeler üzerinden yukarıda sözünü ettiğimiz İtalyan Masonluğunun 1908 Devrimine verdiği desteğin mahiyetini açıklayan çok değerli bir kaynak.
Yeri gelmişken söyleyelim: Hiç değilse Fransız obediyansına bağlı localar çerçevesinde Osmanlı masonluğu hakkında bilinmeyen bir çok detayı ortaya koyan iki eser var. Birinden geçen hafta söz etmiştim: Eric Anduze’ün “Osmanlı Türkiye’sinde Masonluk” çalışması. Bir de Paul Dumont’un “Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar ve Masonluk” adıyla yayımlanan eseri… Her ikisi de Fransız Büyük Doğusu arşivlerinde bulunan belgelerden yola çıkılarak hazırlanan eserlerin ilki belge ve bilgi bolluğuyla önem taşıyor, ikincisi ise daha az sayıda belgenin dönemi iyi tanıyan bir uzmanın vukufiyetiyle değerlendirilmesi bakımından…
Keşke benzer bir çalışma Londra obediyansına bağlı mason localarının özellikle 1908-1923 dönemindeki faaliyetleri üzerine de yapılabilse…
‘Türkiye’de mevcut gerilim statükonun değişmesinden kaynaklanmaktadır ve bunun olumlu sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Tez, anti-tez diyalektiği senteze ulaşacak, daha mütekamil bir noktaya gelecektir. İş ki demokratik süreç zarar görmesin. Kimse kimseye kendi doğrularını dayatmaya yeltenmesin. Taşlı sopalı olmadığı, linç kültürüne dönüşmediği, sosyal medyada maalesef sıkça rastladığımız paçozlaşmaya evrilmediği müddetçe, münakaşa iyidir. Eleştiri iyidir. Mamafih, bayağılığın da kabak tadı vermeye başladığını görüyorum.’
Türkiye’den ABD veya AB’ye göç etmek veyahut çocuklarını yurt dışında doğurma gayreti içinde olanların kendilerini kandırdıklarını aktaran Alatlı, ‘Beyin göçü yanlış konumlanmış bir hayaldir. Amerika ve Avrupa’da başarılı olabilmek için dünyanın makus talihiyle uzlaşmış olmanız, yeni dünya düzeninin mazlum halklara reva gördüğü zulümle mutabık olmanız gerekir. Yüreğiniz Aylan bebekleri, Somali açlarını, gelir dağılımı bozukluklarını kaldırıyorsa, buyurun. Şiddete, işkenceye, gasba bigane kalabiliyorsanız, buyurun, kim tutar ki sizi.’ değerlendirmesinde bulundu.
Sultan Abdulazizden 1861 de ABD’ ye destek…
İngiltere ve Fransa’nın karşısına aldığı iç savaş yaşayan ABD, aradığı desteği Osmanlı’dan buldu İç savaş sonucunda ülkesi parçalanmanın eşiğine...
18 Mart 2019 Pazartesi 9:53
İngiltere ve Fransa’nın karşısına aldığı iç savaş yaşayan ABD, aradığı desteği Osmanlı’dan buldu
İç savaş sonucunda ülkesi parçalanmanın eşiğine gelen dönemin ABD Başkanı Lincoln, İngiltere ve Fransa’nın Konfedere Devletleri’ne destek verdiği bir dönemde Birleşik Devletler için aradığı desteği Sultan Abdülaziz yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğundan bulmuştu. İki ülke arasında tesis edilen güçlü ilişki, dönemin İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Edward Morris’in ülkesine gönderdiği mektupların satırlarında yer alıyordu. İşte Lincoln mektuplarında övgüyle bahsedilen Osmanlı İmparatorluğu ve Sultan Abdülaziz…
TM Dijital Haber Merkezi
İç savaşla boğuşan Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyindeki birkaç eyalet 1861 yılında bir araya gelerek Amerika Konfedere Devletlerini kurdu. Abraham Lincoln 4 Mart 1861’de ABD Başkanı olduğunda, güneydeki yedi devlet çoktan Birlik’ten ayrılarak Konfederasyon’a katıldıklarını ilan etmiş, bu rakam günbegün 11’e kadar ulaşmıştı.
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Amerika Konfedere Devletleri’ne destek vermesinin ardından ülkesindeki barış ve birliği yeniden tesis etmekte zorlanan Abraham Lincoln, aradığı desteği Osmanlı İmparatorluğu’ndan bulmuştu.
ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasında tesis edilen ve Lincoln’e büyük güç veren bu ilişki ise, ABD’nin İstanbul Büyükelçisinin Lincoln mektuplarının satırlarında yer alıyordu. İşte Lincoln mektuplarında yer alan Osmanlı İmparatorluğu ve Sultan Abdülaziz…
KONFEDERASYON’A DESTEK İSTEYEN ELÇİ DEĞİŞTİRİLDİ
ABD’de 1861 yılında Sivil Savaş çıktığında, ülkesinin Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisini değiştirmek, Lincoln için büyük önem taşıyordu. Zira, Tennessee temsilcisi -yani güneyli- olan mevcut Büyükelçi James Williams, ayrılıklarını ilan eden güneyli devletler lehine yoğun bir çalışma yürüterek Osmanlı hükûmetine de ABD’nin güneyinde kurulan Konfederasyon’a destek vermesi çağrısında bulunuyordu.
Bunun üzerine dönemin ABD Başkanı Lincoln’e “Pensilvanya temsilcisi Edward Joy Morris’in İstanbul Büyükelçisi olarak atanmasını” tavsiye eden Savaş Bakanı Simon Cameron, Lincoln’den olumlu yanıt aldı.
Akademisyen Dr. Işıl Acehan’ın Global Daily News için kaleme aldığı yazıya göre, Abraham Lincoln tarafından 12 Haziran 1861 tarihinde ABD’nin İstanbul Büyükelçisi olarak atanan Edward Joy Morris’in Sultan Abdülaziz’e teslim edilmek üzere yanında taşıdığı mektupta şu satırlar yer alıyordu:
“ABD Dışişleri Bakanlığına, Türkiye’nin Sultanı olan İmparatorluk Majestelerine gönderilen bu zarfa ABD Mührü’nü basması emrini verdim. Sayın Edward Joy Morris’in itimadı, bugünden itibaren benim imzamla kendisinin güvencesi altında olacaktır.”
Sultan Abdülaziz, Büyükelçi Morris İstanbul’a ulaştığında, Sultan I. Abdülmecid’in ölümünün ardından henüz tahta geçmişti. Sultan I. Abdülmecid, ABD ordusuna hediye ettiği develer ve develerle birlikte gönderdiği deve bakıcıları aracılığıyla Osmanlı-ABD ilişkilerini üst düzeylere taşımıştı. Söz konusu deve bakıcılarından Hacı Ali, daha sonra ABD’de halk kahramanı olmuştu.
Büyükelçi Morris, 22 Ekim 1861 tarihinde Sultan Abdülaziz’e güven mektubunu sundu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı William H. Seward’a bir mektup gönderen Morris, raporunda şu ifadelere yer vermişti:
“Büyükelçi olarak güven mektubumu sunmak üzere Sultan’ın huzurunda bulunduğumu ve tahta çıkmasına ilişkin olarak ABD Başkanı’nın kendisine yönelik tebrik mesajını ilettiğimi haber vermekten onur duyuyorum.”
İNGİLTERE VE FRANSA’YA KARŞI OSMANLI’DAN DESTEK ARAYIŞI
İngiltere ve Fransa’nın Konfederasyon’a yönelik olası desteğine karşı harekete geçen ABD Başkanı Lincoln ve Dışişleri Bakanı Seward, ABD’nin Osmanlı İmparatorluğuyla ilişkilerini güçlendirmenin yollarını arıyordu.
ABD hükûmetince Sivil Savaş’ta tarafsız kalması talep edilen Sultan Abdülaziz’in ne karar alacağına ilişkin hem İstanbul’daki hem de Vaşington’daki meraklı bekleyiş sürerken, Sultan Abdülaziz, Osmanlı hükûmetinin Konfederasyon’a değil, Birlik’e tam destek vereceğine ilişkin mesajıyla Lincoln’ün içini rahatlatmıştı.
ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Morris’in Sultan Abdülaziz’e sunduğu güven mektubunda şu ifadeler yer alıyordu:
“ABD Başkanı’nın İmparatorluk Majesteleri’nin yanında hükûmeti temsil etmek için beni seçmesinden büyük mutluluk duyarak, siz majestelerine güven mektubumu sunmaktan onur duyuyorum. ABD Başkanı beni ayrıca, siz majestelerinin, seleflerinizin tahtına oturmanızdan dolayı yürekten tebriklerini iletmemle görevlendirdi. ABD devleti ve milleti, Osmanlı İmparatorluğunun refah ve mutluluğunun güvencesini karakteri ve aydınlık zihniyle yüceltecek bir hükümdarın tahta geçmiş olmasından dolayı büyük memnuniyet duyuyor.”
ABD’de yaşanan Sivil Savaş’ın Osmanlı İmparatorluğu ile ABD arasındaki dostane ilişkilere ket vurmaması için elinden geleni yapacağını belirten Büyükelçi Morris, Sultan Abdülaziz’e hitabında, “Siz majestelerinden, bütün gücümü, iki ülke arasında kurulduğu günden bu yana sarsılmaz bir ahenk içerisinde süregelen dostane ilişkileri daha da ilerilere taşımak için kullanacağıma inanmanızı rica ediyorum.” sözlerini kullandı.
İçten ve cana yakın bir karaktere sahip olan Sultan Abdülaziz’in ABD ile dostluk ilişkilerini sürdürme noktasındaki arzusunu dile getirdiğini anlatan Dr. Işıl Acehan, Sultan Abdülaziz’in, “Amerikan halkının, barışın tesis edilmesi ve birlik olma noktasında yaşadığı sorunlara karşın ABD hükûmetinin yanında olduğunu” söylediğini belirtti.
Büyükelçi Morris, ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporunda şu ifadelere yer verdi:
“Bu büyük imparatorlukta ABD’nin gerçek bir dostu bulunduğunu bildirmekten büyük mutluluk duyuyorum. Aynı duygu, kendisinin bütün bakanlarına da ilham oluyor. İnanıyorum ki, bu duygu, en az sıcaklığı ve cömertliği kadar samimidir.”
ABD’YE, EN KARANLIK DÖNEMİNDE OSMANLI’DAN DESTEK
ABD Sivil Savaşı ikinci yılına girdiğinde, 1862 yılında, Sultan Abdülaziz’in tahta çıkışının ilk yıl dönümü bütün imparatorlukta kutlandı. Böylesi bir olaya, 25 Haziran 1862’de, diplomatik personeller bireysel olarak ilk kez kabul edildi. Resepsiyon, Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirildi.
İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisi Henry Bulwer’in diplomatik personeli adına Sultan Abdülaziz’e tebriklerini sunmasının ardından, Sultan Abdülaziz bütün diplomatik personelle tek tek konuşmuştu.
Sıra ABD Büyükelçisi Morris’e geldiğinde ülkesinde yaşanan savaş durumu hakkında bilgi talep eden Sultan Abdülaziz’e yanıt veren elçi, “Bir taraftan Amerikan Anayasasını koruyan, diğer taraftan ise çatısı altında yaşayan insanların şükür kaynağı olan bir hükûmetin yıkımına yönelik başlatılan bu savaş, hem bizler için hem de dünya için büyük bir musibettir; fakat kısa süre sonra ülkenin kurumlarının özgürleşmesi ve Birlik’in tesis edilmesiyle sonuçlanacaktır.” diye konuştu.
ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporda Sultan Abdülaziz’in bu sözlere verdiği yanıtı aktaran Büyükelçi Morris, “Majesteleri, sivil savaşın bütün milletlerin tarihindeki bir olay olduğunu söyleyerek, ABD’nin birliğine ve refahına ilişkin içten dileklerini ABD Başkanına iletmemi istedi.” satırlarını kaleme aldı.
Sultan Abdülaziz’e iyi niyet dileklerinden dolayı teşekkürlerini ileten Büyükelçi Morris, “ABD’nin devleti ve milletiyle özellikle tarihin bu karanlık döneminde bu dostluğu ve iyi niyeti büyük bir minnettarlıkla karşıladığını” aktardı.
ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporda Sultan Abdülaziz’in kendisiyle konuştuğu anlara ilişkin tavrını da yorumlayan Büyükelçi Morris, “Sultan’ın tavrı son derece içten ve kusursuz samimiyetini belirgin bir şekilde yansıtır şekildeydi.” ifadelerine yer verdi.
SULTAN ABDÜLAZİZ’İN YENİLEDİĞİ ANLAŞMA, LINCOLN’E GÜÇ VERDİ
ABD’ye verdiği desteği söz ile bırakmayan Sultan Abdülaziz, iki ülke arasında 1830 yılında imzalanan “Ticaret ve Seyrüsefer Anlaşması”nı da yeniledi. 1862 yılında imzalanan bu yeni anlaşma ile iki ülke arasındaki ticaretin ve diplomatik ilişkilerin sürdürülmesi güvence altına alındı.
Dr. Işıl Acehan’ın aktardığına göre, bu anlaşmanın yenilenmesi, Sivil Savaş sürecinden geçen Lincoln hükûmetine olağanüstü bir verimlilik sağladı. 1 Aralık 1862 yılında Kongre’ye yıllık mesajını gönderen ABD Başkanı Lincoln, “ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki yeni anlaşmanın çoktan uygulanmaya başladığını” aktarmıştı
.
KUDÜS DEHASI ABDÜLHAMİD HAN
Geçtiğimiz günlerde olanlar malum. ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdı. Aynı zamanda da Tel Aviv’deki...
8 Aralık 2017 Cuma 0:00
Geçtiğimiz günlerde olanlar malum. ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdı. Aynı zamanda da Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağını da ifade etti. Aslına bakılırsa bunda pek şaşılacak bir şey yok. Zira Trump bunu seçim kampanyaları döneminde vadetmişti.
Trump bu kararı açıklar açıklamaz birçok ülke buna tepki gösterdi. Zira hiçbir ülke bunu şimdiye kadar kabul etmemişti. ABD bu konuda bir ilki gerçekleştirmiş olacak. Trump’ın bu kararına en büyük tepki Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi. Öyle ki Filistin Lideri Hamas da bunu belirtmişti ve Erdoğan’ın bu açıklamasından son derece memnuniyet duyduğunu da söyledi…
Bu kısa açıklamalardan sonra biz olaya başka bir açıdan bakalım ve Kudüs’ün şimdiye kadar neden İsrail’in başkenti olarak tanınamamasından bahsedelim. Bu konuda en güzel açıklamayı Sanat Tarihçisi Talha Uğurluel katıldığı Kudüs Konferansında çok net bir şekilde dile getirdi. Şimdi ben de o konuşmayı kendi cümlelerimle özetleyerek siz değerli okuyuculara aktarıyorum…
Bilindiği gibi biz Kudüs’ü 9 Aralık 1917′de kaybetmiştik. Haliyle de 9 Aralık’a şunun şurasında bir gün kaldı. İslam Dünyasının bu konudaki hassasiyetini bilenler de biz Müslümanların bu durum karşısındaki sesini kısmak için böyle bir açıklama yaptılar. Trump’ın açıklaması da bunu gösteriyor öyle ki. Ve açıklamasında bu tanımayı “geç kalınmış bir tanıma” olarak nitelendirdi.
Peki şimdiye kadar Kudüs’ü neden İsrail’in başkenti olarak ilan edemediler. Şimdi bunun cevabını aramaya çalışalım… Sultan Abdülhamid Han dönemindeyiz. O dönemde Ayestefanos ve Berlin Anlaşmaları bizi oldukça yıpratmıştı. İşin başında da tabi Rus’lar vardı. Rusya, Abdülhamid Han’a Kudüs’te bir Kilise yaptırmak istediğini söyledi. Ruslar’ın bu isteğine Sultan’ın ne yazık ki hayır deme imkanı yoktu. Çünkü o dönemde gücümüz yoktu. Abdülhamid buna izin verdi. Rusya, Zeytindağı’na 1-2 dönümlük araziye kilise inşasını gerçekleştirdi. Rusya’nın oradaki amacı Kudüs’tü. Orayı Ortodoks Başkenti yapmak ana hedefleriydi.
İşte burada karşımıza müthiş bir zeka çıkmaktadır. ABDÜLHAMİD HAN… Sultan, buradaki oyunu çok net bir şekilde görmüştü. Çünkü İngilizler burayı Protestan Merkezi yapmak istiyorlardı. Fransızlar Katolik Merkezi yapmak istiyorlardı. (Fransa da bu karara karşı çıkan ülkelerden biridir.) Yahudiler Yahudi başkenti yapmak istiyorlardı. Ermeniler Ermeni başkenti yapmak istiyorlardı.
Şimdi, Abdilhamid’in yaptığı zeka küpü niteliğindeki hamlesine bakın. Şapka çıkaracaksınız önünde. O günlerde Abdülhamid, Almanya ile iyi ilişkiler sürdürmekteydi. Alman İmparatoru II.Wilhelm’e göz kırparak, “Sana da Davud Dağı’nda 1-2 dönüm yer vereyim, sen de bir kilise yap.”dedi. (Protestan Kilise’si-Ruslar’ın Ortodoks Kilisesinin karşısında). Fransızlara size de bir yer vereyim Katolik Kilisesi yapın dedi. Ermenilere de bir Gregoryan Kilisesi siz inşa edin dedi.
Burada açık ve net olalım. Biz o dönemde yaşıyor olsaydık neler demezdik Ulu Hakan’a. Ama şimdi anlıyoruz ki onun bir bildiği varmış, 33 yıl çökmek üzere olan Osmanlı’nın ömrünü boşuna uzatmamış…
Devam… Yahudiler, mutlak başkentimizdir dediler, hiçkimse tanımadı. Neden? Çünkü herkesin Kudüs’te bir avuç toprağı vardı. BÜYÜK DEHA ABDÜLHAMİD HAN, KUDÜS’Ü bu planıyla paylaşılamaz bir şehir haline getirdi. Her ne kadar ABD başkanı Yahudilere dayanarak bu kararı alsa da unutulmamalıdır ki orada hala herkesin arazisi var.
ABD’nin bu tanıma kararı öyle ki Hristiyan aleminin de tepkisini çekecektir. Çünkü Kudüs aynı zamanda Hristiyanlar için çok büyük önem arz etmektedir. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Dindar hiçbir Yahudi, Hristiyan’ı sevmez, dindar hiçbir Hristiyan da Yahudi’yi sevmez. Çünkü bütün dindar Yahudilere göre haşa Hz. İsa sahtekardır. Onlara göre metresi ile evlenmiştir. Çarmıha gerilip öldürülmüştür. Krallık iddia eden ve hiçbir zaman Peygamber olmayan biridir…
Bitirecek olursak ABD’nin bu kararı kısa sürede çok büyük bir tepki toplayacağa benziyor. Topladı da zaten. Burada açıkça görülüyor ki Cennet Mekan ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN’ın ektiği tohumlar meyvelerini bir asır boyunca vermiş. Yahudi alemi, Hristiyan alemi ne yaparsa yapsın hepsi beyhudedir. KUDÜS (Mescid-i Aksa) biz Müslümanların ilk kıblesi ve son kalelerimizden biridir. Onu her şeyden önce Allah koruyacaktır. Biz Müslümanlara düşen de Allah’ın ve onun nezdinde Hz. Peygamber (sav) in emanetine sahip çıkmaktır…
Selam ve dua ile…
İBRAHİM YAVUZ
.
Ulu Hakan’dan Uzun Adam’a
Prof. Dr. Cevdet Erdöl, Akşam Bugün, tarihçilerin deyimiyle dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator, 113. İslam Halifesi ve...
Bugün, tarihçilerin deyimiyle dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator, 113. İslam Halifesi ve 34. Osmanlı Padişahı cennetmekan Sultan II. Abdülhamid Han’ın 101. Vefat yıldönümü. Ulu Hakan’ı anlatmaya değil bu köşe gazeteler bile yetmez ama yine de ahde vefa kabilinden yad etmeye gayret göstermek adına bu yazımı kaleme aldım.
Büyük Sultan, padişah olduğu andan itibaren Devlet-i ‘Aliyye’de büyük bir kalkınma, imar, teknoloji, sağlık, eğitim… seferberliği başlatmış; ardından pek çoğu şahsi parasından olmak üzere, fabrika, okul, cami, köprü, hastane, yol, çeşme gibi binlerce şaheser bırakmış, kendinden önce birikmiş ne kadar hayal varsa gerçekleştirmiş ve dahi ülkeyi hayal edilemeyecek bir seviyeye ulaştırmıştı.
O dönem yokluk, kıtlık, savaş ve salgın hastalıklara rağmen her anlamda Osmanlı’nın en parlak dönemidir.
Hükümdarlığının ilk yıllarında izlediği ılımlı politikalar ve üretime yönelen devletçi anlayışı ile 252 milyon altın olan borcu 30 milyon altına kadar düşürmüştür.
İptidai denilen ilkokulları köylere kadar ulaştıran, Galatasaray Lisesi’ne hacim kazandıran,5 lise açan, kız çocuklarını eğitime dahil etme yolunda dev adımlar atan, çağını aşan bir ilim mücadelesi ile bilen ve üreten nesiller yetiştirmeye gayret gösteren odur. Pekin’de adına okul açılmış, kapısında bayrağımızı dalgalandırmıştır.
89 Genel Kamu Hastanesi, 27 Kurum Hastanesi, 74 Asker Hastanesi, 26 Hilal-i Ahmer Hastanesi, 12 Gayri Müslim Cemaat Hastanesi, 29 Yabancı Misyon/Görev Hastanesi, 8 Eğitim Hastanesi, 8 Kadınlara Mahsus Hastane, 8 Doğumhane, 1 Çocuk Hastanesi, 2 Akıl Hastanesi, 23 Frengi Hastanesi, 3 Verem Sanatoryumu, 8 Kolera Hastanesi olmak üzere çok çeşitli vasıflarda ve toplamda 300’den fazla hastane yaptırmıştır.
Kuduz aşısının mucidi Pasteur’e çalışmalarına katkı için gönderdiği 10.000 altın en zor şartlar ve imkansızlıklar içinde dahi ilme karşı bakışını ispat niteliğindedir.
Hicaz Demiryolu ile Haydarpaşa’yı Medine’ye, Ertuğrul Firkateyni ve Hamidiye Zırhlısı ile limanlarımızı dünyaya bağlamış, Taht-el Bahr (İlk Türk Denizaltı) yine ona nasip olmuştur.
Örnek çiftlikler, ziraat ve ticaret odaları ile kurduğu fabrikalarla ekonomiyi ayakta tutmuş lâkin 27 Nisan 1909’da 15 Temmuz benzeri hain bir darbe girişimiyle gidişi, her şeyin de bitişi olmuştur.
Makam, mevki ve Siyonist efendileri için Büyük Sultan’ı tahttan indirip hanedanı ile sürgün edenler koca Osmanlıyı yıktılar.
Çileli bir ömrü kutsi bir dava anlayışı ile hitamına erdiren Ulu Hakan’ı bugün dahi doğru anlayamayanın sonuçlarını ülke olarak yaşamakta, bizatihi sayın Cumhurbaşkanı’mızın ve ülkemizin maruz kaldığı ihanetler ile de anlaşılmazlığın her devrin vebası olduğunu müşahede etmekteyiz.
Geçmişte Abdülhamid’e yapılan saldırıların benzerleri bugün sayın Cumhurbaşkanımıza yapılmaktadır. O günün şer cephesi bugün torunları marifetiyle Sayın Erdoğan’a karşı birlikte hareket etmektedirler. Sadece kıyafetleri değişti, bir de isimleri. Söylemler ve ifadeler kelime kelime aynı olduğu gibi ölüm tehditleri kustukları pankartlar bile aynı aklın, aynı hastalıklı bakış açısının ürünüdür.
Bugün ondan geriye bir miras, bir anlayış ve bir istikamet kaldı. Bize düşen ise bunu idrak etmek ve bu yönde hareket etmektir. Sultan Abdülhamid Han’ı anlayan, özümseyen ve gelecek kuşaklara aktaran bir milletin inşası dileklerimle…
Rahat uyu Ulu Hakan rahat uyu.
Emeklerin zayi olmadı, sancağın yere düşmedi, kalen teslim olmadı!
Bugün kirli pençelere geçit vermeyen “Tayyib” yürekli evlatların mirasına sahip çıkıyor.
Vefatının 101. Yılında hatırası yâd, mekânı cennet ve aziz ruhu şad olsun.
Merak Ediyorum:
9 Şubat Dünya Sigarayı bırakma gününde kim, kaç kişi kendine bir iyilik yaptı ve sigarayı bıraktı?
Sağlık ve afiyet içinde kalınız.
.
Bu da Sultan Abdülhamid’in hanımının mektubu
Murat Bardakçı,Habertürk Bu da Sultan Abdülhamid’in hanımının mektubu: “Bizi sürgüne gönderirken dört yaşındaki oğlumuz için ayırdığımız paraları bile aldılar!”...
20 Şubat 2019 Çarşamba 8:03
Murat Bardakçı,Habertürk
Bu da Sultan Abdülhamid’in hanımının mektubu: “Bizi sürgüne gönderirken dört yaşındaki oğlumuz için ayırdığımız paraları bile aldılar!”
Geçen gün, Sultan Abdülhamid’in İstanbul’da çıkan 31 Mart Hadisesi’ni bastıran Hareket Ordusu’nun kumandanı Mahmud Şevket Paşa’ya Selânik’teki sürgün günlerinde gönderdiği bir dilekçeyi yayınladım…
Sultan Abdülhamid, İstanbul Büyükşehir Kütüphanesi’nin yeni satın aldığı bir evrak kolleksiyonunda bulunan 5 Temmuz 1909 tarihli dilekçesinde kendisine de tahttan indirilen ağabeyi Beşinci Murad ile ailesine gösterdiği ihtimamın gösterilmesini beklediğini söylüyor ve bazı taleplerinin yerine getirilmesi hâlinde Alman Bankası’ndaki bütün parasını orduya devredeceğini vaadediyordu. Devrik hükümdar dilekçesinde “İyi ve kötü, fakat iyi niyetle 34 yıl vallahi ve billâhi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislâm Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine aykırı hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde nüfuzumu kullanmadım. 31 Mart olayından vallahi bilgim yoktur. İşte buralarını yeminle temin ederim” diyor ve içerisinde bulunduğu vaziyeti de “…Servet ve eşyam zaptedildi. Perişan ve şâyân-ı merhamet (merhamet gerektiren) bir halde kaldım” diye anlatıyordu.
Yayınım hayli ilgi çekti ama bazı çevreler bana demediklerini bırakmadılar. “Sultan Abdülhamid gibi büyük bir insanı zayıf gösteren böyle bir belge nasıl yayınlanır?”dan “Bunu yayınlamaktan maksadın nedir?”e, “Şimdi zamanı mıdır?”dan tutun belgenin “sahte” olduğuna kadar hayli tuhaf ithama maruz kaldım.
Şu kadarını söyleyeyim: Belge yayınına karşı akıl, idrak ve ilim dışı böyle iddialara cevap vermeye lüzum hissetmek bile sadece zaman kaybıdır!
Bugün yine aynı kütüphanenin, yani Taksim’deki Atatürk Kitaplığı’nın satın aldığı evrak kolleksiyonunda bir başka belgeyi yayınlıyorum: Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi Naciye Hanım’ın, kocası Abdülhamid’i tahtından indiren Hareket Ordusu’nun kumandanı ve sonranın sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’ya 26 Mart 1912’de gönderdiği mektubunu…
Bartınlı bir aileye mensup olan Naciye Hanım, mektubunda kocası Sultan Abdülhamid ile beraberce Selânik’e sürgüne gönderildikleri sırada ellerinden alınan ve içerisinde oğlunun yegâne serveti olan paraların bulunduğu çantanın kendilerine geri verilmesini istiyor, Yıldız Sarayı’ndaki eşyalarının sabık hükümdarın büyük oğlu Şehzade Selim Efendi’ye teslim edilmesi ricasında bulunuyor ve Sultan Abdülhamid’in Maslak Çiftliği’nin küçük oğlu Âbid Efendi’ye verilmesi konusundaki talebini hatırlatıyor…
Bu taleplerin hiçbiri yerine getirilmedi ve Sultan Abdülhamid’in oğlunun istikbali için ayırdığı nakit para ile hisse senetlerinden de bir haber alınamadı!
Mektubun enteresan ama gayet acı olan bir başka tarafı: Naciye Hanım’ın imzasının altında mahkûm mektuplarını hatırlatırcasına “Görülmüştür” kaydı ve Ordu Köşkü Muhafızı Rasim Bey’in imzası var!
Naciye Hanım 1923’te İstanbul’da vefat etti, bir sene sonra bütün Osmanoğulları ile beraber sürgüne gönderilen oğlu Âbid Efendi ise zorluklarla dolu bir hayat yaşadı. Fransa’da iyi bir tahsil görmesine ve Arnavutluk Kralı Zog’un kızkardeşlerinden biri ile evlenmesine rağmen sonraki senelerde büyük sıkıntılar çekti. Fransa’da kapı kapı dolaşıp sabun sattı, sonra Lübnan’a geçti, Suudi Kralı Faysal’ın bağladığı cüz’i bir aylıkla yaşadı ve hayattan 1973’te Beyrut’ta ayrıldı.
Sultan Abdülhamid’in hanımlarından ve küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi olan Naciye Hanım, Mahmud Şevket Paşa’ya gönderdiği mektubunda günümüzün Türkçesi ile şöyle diyor:
“Aşağıdaki konularda muhtelif tarihlerde yaptığım müracaatların tamamı cevapsız kaldığı için durumu yeniden ifadeye teşebbüs ediyorum.
Zevcim sabık hâkan Abdülhamid Han Hazretleri ile beraber Selânik’e geldiğimizde içerisinde gerek benim ve gerek oğlum Âbid Efendi’nin yegâne serveti olan nakit para, hisse senetleri ve daha bazı özel evrakın bulunduğu çanta bana ait dairenin baş kalfası olan ve bugün burada yanımızda bulunan Mâhıenver Kalfa’nın elinden alınmış ve karşılığında o zaman belediye reisi olan Hâzım Bey’in başkanlığındaki komisyon tarafından bugün bende bulunan bir mazbata verilmişti.
Bu çanta ile içerisindekilerin tarafıma aynen iadesini defalarca istirham ettim ama yerine getirilmedi. Mevduatımın güzel şekilde muhafaza edileceğine emin isem de, bunların kendi elimde bulunmasını daha ziyade muvafık bulduğum için tarafıma iadesinin sağlanmasına himmet buyurmanızı rica ederim.
İkinci olarak: Yıldız Sarayı’nda kalan benim ve oğlum Şehzade Âbid Efendi ile yanımda bulunan Dilbeste Kalfa’nın eşyasının nereye teslim olunması lâzım geleceği daha önce padişahın (Abdülhamid’den sonra tahta geçen Sultan Reşad’ın) emri ile sorulmuş, Şehzade Selim Efendi Hazretleri’ne teslimi tarafımızdan cevaben bildirilmiş ve şimdiye kadar hiçbirşeyin verilmediği haber alınmıştır. Dolayısı ile bu eşyanın da biran evvel Selim Efendi’ye teslim edilmesini ve neticenin tarafıma bildirilmesini rica ediyorum.
Üçüncü olarak: Maslak Çiftliği’nin oğluma verilmesi konusunda pederi sabık hâkan hazretleri (Abdülhamid) tarafından seyahatimiz sırasında yapılan talebin neticesine ve çiftliğin devir muamelesinin yerine getirildiğine dair de henüz bir haber gelmemiştir.
İşte, mâruzatım kısaca bunlardan ibarettir. İstirhamlarının biran evvel yerine getirilmesini ve tarafıma bilgi verilmesini gerek kerîm olan zâtınızdan ve gerekse de Meşrutiyet’in adâletinden beklerim efendim.
26 Mart 1912.
Selânik’te Ordu Köşkü’nde sabık hâkan hazretlerinin zevcesi Naciye”.
Sultan Abdülhamid’in hanımı Naciye Kadınefendi’nin Mahmıd Şevket Paşa’ya gönderdiği mektup. Mektubun sonunda “Görülmüştür” kaydı var.
Naciye Hanım’ın mektubunun zarfı.
Sultan Abdülhamid’in Naciye Hanım’dan olan oğlu Şehzade Âbid Efendi.
.
Çin’in dinî jeopolitik çıkmazı
Hilmi Demir, Türkiye Abdurehim Heyit’in Çin hapishanelerinde öldüğüne yönelik Türk Dışişleri Bakanlığının açıklaması uzun zamandır saklanan bir gerçeği ortaya...
24 Şubat 2019 Pazar 0:54
Hilmi Demir, Türkiye
Abdurehim Heyit’in Çin hapishanelerinde öldüğüne yönelik Türk Dışişleri Bakanlığının açıklaması uzun zamandır saklanan bir gerçeği ortaya çıkardı. Abdurehim Heyit iki yıldır hapishanede tutsak tutuluyormuş. Peki, bir ozanın ne işi vardı hapishanede? Neyle suçlanıyordu? Aslında Heyit vakası Doğu Türkistan’daki siyasi eğitim kamplarının görünen yüzüydü. Çin Mart 2017′de “Aşırılıkla Mücadele Düzenlemesini” kabul ettiği tarihten itibaren, Müslümanları endokrine etmek için birçok kamp açmıştı.
Çin hükûmeti Ekim 2018 yılına kadar bu kampların varlığını reddetmiş daha sonra bu kampları, terörizmle mücadelede radikalizmi önleyici tedbir amaçlı eğitimlerin verildiği merkezler olarak tanımlamıştır. Uluslararası Af Örgütü, BM Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Komisyonu ve Avrupa Konseyi Raporlarına göre, ocak ayı itibarıyla bu kamplarda zorla tutulan Uygur Türkü sayısı bir milyonu aşmış durumdadır.
Kamplar ilk olarak ilkokul, ortaokul, lise gibi eğitim merkezleri, polis merkezleri, eski fabrikalar ve hastaneler içerisine kurulmuştur. Güvenlik güçleri ile korunan bu bölgede, her geçen gün sayısı artan ve bir yenisi ortaya çıkan kampları tespit etmenin tek yolu uydu görüntüleridir. ABC’nin Avustralya Strateji Siyaset Enstitüsü’nün araştırmasına dayandırdığı haberine göre 28 tesisin toplam alanı son 1 yıl içinde 2 milyon m²den fazla genişletilmiştir. Başkent Urumçi’nin Güneydoğusunda, uyduyla varlığı kanıtlanan, çölde kurulan 2 km dış duvar ve 16 gözlem kulesiyle çevrelenen “Dabancheng” toplama kampında yaklaşık 130 bin insanın tutulduğu tahmin edilmektedir.
Bu kamplarda kalanlara, üç aşamalı sınavlardan başarıyla geçebilenlerin serbest bırakılacağı söyleniyor. Kamplara alınan bu insanların; eski mahkûmlar, kara listeye alınmış kişiler, dinî duyguları olan şüpheli insanlar ve yurt dışında akrabaları olanlar şeklinde farklı kategorilere ayrıldığı ve farklı türden muamelelere maruz kaldıkları düşünülüyor. Üç basamaktan oluşan sınavların birinci turunu, katı kurallar ve sıklaştırılmış siyasi eğitim Komünist Parti öğretileri, yasaklanan dinî faaliyetlerin terk edilmesi gibi eğitimler oluşturuyor. İkinci turunu ise, Komünist Parti öğretileri, siyasi kitapçıklar ve dinî faaliyetlerin yasaklanması çerçevesinde çıkarılan kitapların ezberlenmesi teşkil ediyor. Üçüncü turunda ise belirli bir seviyede Çince öğrenmek ve Çin kültürüne yeterince hâkim olmak gerekiyor…
Bu sınavlar gösteriyor ki, Çin hükûmeti, Uygurların dinî inanç, tutum ve davranışlarını kendisi açısından bir tehdit olarak görüyor. Uygulanan süreç basit bir cezalandırma olarak görülemez. Daha çok ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) reform programı ile uyumlulaştırmak için bir tür zihin kontrol süreçleri uyguluyor.
2030 yılında dünya ekonomik liderliğinin ilk sırasına yükselmesi beklenen ve bir yol bir kuşak projesiyle dünyaya açılan Çin neden korkuyor? Uygur Müslüman Türklerine karşı bu ayrımcı politikalarının Çin’in dinî jeopolitiği ile nasıl bir ilişkisi var? Açıkçası Çin uyguladığı kapitalist reform süreçleri ile birlikte Çin toplumunun, ÇKP’nin ön gördüğü ilkelerden uzaklaşarak toplumda yabancı dinî inançlara ilgi göstermesinden korkuyor. Çünkü reform sonrası Çin’in ulusal dinleri dışındaki dinlere karşı yoğun bir ilgi başlamıştır. Bu sürece nasıl gelindiğini kısaca izah edeyim isterseniz…
1976’da Mao Zedong’un ölümünden sonra, 1978 yılında Deng Xiaoping’in başa geçmesi, Çin’in modern tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Deng, görevi devraldığı ilk yıllarda, “Reform ve Açık Kapı” politikasını uygulamaya başlar. Bu aynı zamanda Çin’in ÇKP’nin katı kültür devriminden vazgeçmesi anlamına da gelir. Dinî politikalar da bundan nasibini alır. 1981’de Deng Xiaoping, şu açıklamayı yapar:
Dini özgürlük politikasını uygulamaya devam etmeliyiz. Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong Düşüncesine karşı konuşmamalarını ve ÇKP’nin politika ve eğitime müdahale etmemeleri şartıyla dindar inananların dinî inançlarını terk etmelerine gerek yoktur.
Mart 1981’de ÇKP Merkez Komitesi, Çin’in sosyalist döneminde dinî soruna ilişkin temel bakış açısı ve politikasını ilgilendiren “Doküman 19” olarak bilinen bir belge yayınlar. Bu belgede, “Din ölecek”, “Dini güç kullanarak yok etme” ve özellikle “normal dinî faaliyetlerin yasaklanması” ve “inananların düşman olarak muamele görmesi” gibi yanlış politikalar eleştirilir. Devrim sonrası Sosyalist dönemde dinin varlığının kabul edileceği ve “din özgürlüğüne saygı duymanın ve korumanın” ÇKP’nin dinî meselelere ilişkin temel politikası olduğu vurgulanır.
Belge ayrıca ÇKP’nin ateist olduğunu ancak iki şeyi anladığını açıkça belirtir. Birincisi, insanların ideolojik ve zihinsel sorunlarının basit kaba kuvvet yöntemleriyle çözülemeyeceğidir. İkincisi ise Çin’de ateistlere oranla bir dine inananların nispeten az bu nedenle, tüm insanların (inanan ve inanmayanların) birliğini ve modern bir sosyalist ülke kurma çabalarını teşvik etmek Parti’nin temel görevinin olduğudur. 1982′de, “Doküman 19″a uygun olarak da, “dinî özgürlüğü korumak”, anayasanın dördüncü baskısına dâhil edilir.
1990’lara gelindiğinde Sovyetlerin dağılmasına ve Sosyalist toplumlarda dine olan ilginin hızla arttığına şahit oluruz. Çin’in uzun yıllar uyguladığı kültür devrimi başarılı olmamış, hem Uygurlar arasında İslami bilinçlenme artmaya başlamış hem de Çinliler arasında kitabi dinlere dönenlerin sayısı artmaya başlamıştır. Örnek olarak Hristiyanlığı ele alalım. Yeni Çin’in kuruluşunda Hristiyanlar yaklaşık 0.7 milyon iken Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin 2008 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Hristiyanlar şu anda toplam nüfusun %1.8′ini oluşturmaktadır. Yaklaşık 23.05 milyon civarındadırlar. Raporda ayrıca son yıllarda büyüme eğiliminin ülkenin birçok yerinde hızlandığını gösteriyor. Pew Forum’un 2010 yılı anketi, Çin’deki Hristiyanların toplam nüfusun %5′ini oluşturan yaklaşık 67 milyona ulaştığını gösteriyor. Sosyolog Yang Fenggang, yıllık %8′lik bir büyüme oranına dayanarak Hristiyan nüfusun 2025′te 160 milyona ve 2030′da 247 milyona ulaşacağını öne sürüyor. Bu durumda Çin, ABD’yi dünyanın en büyük Hristiyan ülkesi olarak geçecektir. Çin’de Müslümanların nüfusu ise yaklaşık 25 milyonu geçmiş durumdadır. Ayrıca toplumda Konfüçyüs Doktrini dışındaki inançlara da ilginin arttığını biliyoruz. Peki, bu durum Çin için neden bir tehdit olarak algılanıyor?
Çünkü yenidünya düzeninde sosyalist Çin kapitalist dünyaya eklemlenirken dini jeopolitiğini de Konfüçyüsçü ideoloji üzerine kurmak istiyor. Komünist Ateist Çin’ine karşılık Sosyalist yeni maneviyatçı Çin. Özelikle Hu Jintao’nun 2002’de devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından sonra Konfüçyüs yeniden keşfedildi. Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2005 yılından itibaren yürürlüğe koyduğu “Harmonius Society” (Uyumlu Toplum) politikası Konfüçyüs inancına dayanmaktadır. Bundandır ki devletin Konfüçyüs’le toplumsal uyum sağlaması için özel bir çaba sergilenmektedir. Hatta bundan başka yöneticiler tarafından Konfüçyüs’e atıflar yapılmakta, özdeyişler yaygın olarak kullanılmakta, onun hakkında akademik yayınlar yapılarak önemli mekânlara heykelleri dikilmektedir.
Konfüçyüs metinleri, 8 Ağustos 2008’de Pekin Olimpiyatları’nın açılışında kullanılmasıyla yine popüler hâle gelmiştir. Ayrıca Konfüçyüs’ün öğrencileri gibi giyinmiş 3.000 kişinin açılış seremonisinde Bird’s Nest Stadyumu’nda sergilediği performans Çin’in millî azizi ve başat simgesiymiş gibi bir imaj oluşturmuştur. Çin Konfüçyüsçülüğü dışarıda bir yumuşak güç enstrümanı olarak kullanmak için de, birçok ülkede Konfüçyüs Kültür merkezleri açarak bu yeni maneviyatçılığı ve sosyalist düşünceyi yaymaya çalışmaktadır.
1 Ekim 2009’da ÇKP’nin 60. kuruluş yıl dönümü törenlerinde kullanmak üzere resmî olarak onaylanmış 50 sloganlık listede Çin halkına “uyum içinde sosyalist bir toplumun inşası ve toplumsal eşitlik ve adaletin güçlendirilmesi için” partiye yardım etme çağrısı da yer almıştı. İşte tüm mesele bu “uyum” kelimesinde saklıdır. 19′uncu ÇKP Ulusal Kongresinde alınan kararlarda eklenen madde 62’de, “dinî inancı olan parti üyeleri için ideolojik eğitimin güçlendirileceği” Parti yardımı ile dönüşmezlerse istifaya çağırılacakları ifade edilmiştir. 58. ve 63. Maddelerde de, “batıl inançlı faaliyetler düzenleyen ve bunlara katılanlara, suçların ciddi olduğu durumlarda partiden ihraç edilme yaptırımı verilmesi” öngörülmektedir.
Anlaşılıyor ki, Çin kitabi dinleri veya Konfüçyüs ideoloji ile uyuşmayan tüm inançları batıl ve uyum karşıtı kabul ediyor. Bunları kendi toplumsal uyumu için bir tehdit olarak değerlendiriyor. Bu açıdan sadece Uygur Müslümanlarına değil Hıristiyanlara karşı da son yıllarda artan bir baskı göze çarpıyor. Belki bu noktada şu soru aklınıza gelebilir: Hıristiyanlara da baskı varsa onlar için de kamplar yapılıyor mu? Elbette hayır. Bunun nedeni Çin’in Batı piyasalarını gözden çıkaramaması olabilir. Yani Çin, Batı dünyasına muhtaç iken Müslümanlar Çin’e muhtaç. Ama sanırım asıl neden Uygurların Türk olmasından kaynaklanıyor. Müslüman olmak bir tehdit ama Müslüman Türk olmak daha büyük bir tehdit.
İhtilaller, darbeler, Masonlar
İbrahim Kiras , Karar Mason localarının yakın tarihimizdeki bazı hadiseler içinde oynadıkları role ilişkin iki tespitte bulunmuştuk: İlki, biraderlik örgütlerinin...
Mason localarının yakın tarihimizdeki bazı hadiseler içinde oynadıkları role ilişkin iki tespitte bulunmuştuk: İlki, biraderlik örgütlerinin evrensel bir ağın parçası gibi görünmelerine rağmen, aslında daima bağlı bulundukları devletin kontrolünde faaliyet gösterdikleri ve kendi ülkelerinin milli çıkarlarına hizmeti önceledikleri… İkincisi, 1908 Devrimi’nin hazırlanışı sürecinde İttihatçıların İtalyanlara ait bir mason locasını yalnızca sığınak olarak kullanmış oldukları ve devamında Türk “Büyük Doğu”sunun teşkiliyle mahfilleri “millîleştirmeye” çalıştıkları…
İlaveten, masonluğun bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumsal bir ihtiyaca cevap verebildiği devirlerde sahip olduğu önemi bugün kaybetmiş olduğunu vurgulamak gerekiyor… Günümüzde masonluk “hemşehri”derneklerinden hallice görüntüsüne rağmen nihayetinde çıkar amaçlı bir dayanışma örgütü. Gençlerin “iş ve işçi bulma kurumu” diye dalga geçtikleri bir yapı. Üyelerinin çoğu aile ilişkileri ve toplumsal muhitleri dolayısıyla dahil oldukları teşkilatın tarihinden bile habersiz, entelektüel ilgi ve merakları olmayan kişiler.
Görünen o ki yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada durum bu şekilde. Batı basınını izleyenler oralarda da Biraderlik kurumunun özellikle aydınların gözünde eski itibarından eser kalmadığını, locaların adının sık sık yolsuzluk olaylarına karıştığını, masonluk derecelerinin büyük paralar karşılığında statü meraklısı zengin kişilere satıldığı gibi eleştirilerin dile getirildiğini göreceklerdir.
Masonlar Avrupa tarihi boyunca yalnızca belirli bir dönemde devrimci veya ilerici diyebileceğimiz bir pozisyon almışlardır. O da 18. yüzyıldır. Bu yüzyılda bilim, sanat, felsefe alanlarında gerçekleşen birçok yenilikçi girişim arasında Amerikan ve Fransız devrimlerinde de masonların önemli roller oynadığı bilinir. Ne var ki Amerikan ve Fransız devrimlerini mason felsefesinin ortaya çıkardığını iddia etmek yanlış olur. Mason localarının rolü o devrin ilerici ve reformcu aydınlarına sığınak işlevini üstlenmiş olmasıydı. Tıpkı bizdeki 1908 Devrimi’nin hazırlanışında olduğu gibi…
“Cumartesi Yazıları”nın önceki bölümlerinde de açıklamaya çalıştığım üzere, İttihatçıların mason localarında doğmuş veya geliştirilmiş bir fikrin, bir idealin peşine takılıp gittiklerini söyleyemeyiz. Öte yandan ittihatçıların lider kadrosundan belirli kişilerin üye oldukları İtalyan obediyansına bağlı locanın sergilediği işbirliğine karşılık diğer ülke obediyanslarına bağlı locaların tam aksi yönde bir tutum içinde olduklarını unutmamak lazım. Özellikle İngilizlerin bu konudaki çabaları malum. Geçen hafta bununla ilgili birkaç örnek zikretmiştim, yer problemi yüzünden tekrar detaya giremeyeceğim.…
***
Bizdekine benzer bir tabloyu 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Latin Amerika ülkelerinde yaşanan devrimler ve karşıdevrimler sürecinde de gözlemliyoruz. Gerçi Latin Amerika masonluğun en faal olduğu coğrafyalardan biri. Binlerce loca bulunuyor bölge ülkelerinde. Dolayısıyla bu ülkelerdeki siyasi ve kültürel hayat üzerinde kayda değer bir etkisi var. Bu anlamda bizimle benzerliğinden pek söz edilemez. Ancak geçen iki yüzyıl boyunca buradaki masonlar arasında sergilenen rekabet ve mücadeleler “kardeşlik bağıyla birbirine bağlı aydınlanmış ruhlar”efsanesinin olduğu kadar “tek merkezden yönetilen uluslararası bir ağ”tanımlamasının da gerçekliğini sorgulatacak bir mahiyet arz ediyor.
Baştan başlayalım… Latin Amerika’da masonluk öteden beri birkaç sebepten dolayı yaygın ve canlıdır. Bu coğrafyanın Katolik kültürünün egemenliğinde olması, öncelikle kilise otoritesine karşı başkaldıran serbest düşünceli aydınları localara çeken bir faktör. İkinci faktör, bu ülkelerin sömürge geçmişinin ortaya çıkardığı kuvvetli antiemperyalist fikriyatın ancak dokunulmazlığı olan localarda güvenlik bulmuş olması. Keza sömürge devri sonrasında başa gelen dikta rejimlerine karşı şekillenen muhalefet hareketi içindeki aydınların da sığınağı ve buluşma yeri yine localar oldu. Elbette bu localarda savunulan serbest düşünce yaklaşımının ve Avrupa’dan esen yenilik havasının, yani modernlik taraftarlığının aydınlar üzerindeki cazibesi inkâr edilemez ama asıl önemlisi masonluğun o devirlerde ve o coğrafyada toplumsal ihtiyaçlara cevap veren bir nitelik taşıyor olması herhalde.
Gelgelelim masonluk derken tek bir çeşit fikirden veya tek bir örgütten de bahsediyor değiliz. İngiliz, Fransa, Kuzey Amerika ve İspanyol obediyanslarına bağlı mason gruplarının birbirleriyle mücadelesi uluslararası çıkar çatışmalarının da aynası ve sahnesidir.
Ne var ki “sosyalist halk ihtilaliyle” iş başına gelen liderin de askeri darbeyle onu devirip iktidarı ele geçiren diktatörün de mason olduğu bir coğrafya burası. Dolayısıyla masonların mı siyaseti kullandığı, yoksa siyasetin mi masonları kullandığı sorusunun cevabı kolay verilemez.
***
Latin Amerika kıtasının “el libertador”u Simon Bolivar masondu. Önce kendi ülkesi Venezuella’yı sömürge yönetiminden kurtaran efsanevi halk önderi daha sonra bugünkü Kolombiya, Peru, Ekvator, Panama gibi ülkelerin yer aldığı geniş coğrafyanın İspanyollardan kurtuluşuna liderlik etti. (Bir süre sonra Yukarı Peru parlamentosu kurtarıcısına saygı nişanesi olarak ülkenin adını Bolivya olarak değiştirecekti. Stalingrad veya İskenderiye gibi adını siyasi liderlerden alan şehirler oldu tarihte ama adı bir ülkeye verilen ilk ve tek kişi galiba Bolivar.)
İleriki yıllarda İtalyan Birliği’nin kurucusu olacak Garibaldi de bu sırada Bolivar’ın ordusunda gerilla savaşı eğitimi alıyordu. Garibaldi de masondur. Bizim Jön Türk hareketine ilham veren “Giovine Italia”nın babası Mazzini de.
Latin Amerika’ya dönersek… Şili’de ABD’nin desteklediği “mason” general Pinochet tarafından devrilen “halkın seçtiği ilk Marksist lider” Salvador Allende de masondu. Küba’nın -ve hatta bütün Latin Amerika’nın- Namık Kemal’i diyebileceğimiz devrimci şair Jose Marti de masondu. Bütün dünyanın Amerikalı müzisyen Pete Seeger’ın bestesiyle tanıdığı ünlü “Guantanamera” şiiri onundur. (“Guantanamera! Guajira!”) Küba zaten Latin Amerika kıtasında masonluğun en güçlü olduğu ülke olarak biliniyor. Hem de komünizmin kalesi olduğu sıralarda bile… (Başta Sovyetler olmak üzere 20. yüzyılda komünist yönetim altına giren ülkelerin hemen tamamında masonluğun yasaklanmış -veya locaların “kendi istekleriyle uykuya girmiş”- olduğunu unutmayın.) Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun da mason olduğu iddiası var. Bu iddianın doğrulanamadığını söylemek lazım ancak doğru olması akla uzak bir ihtimal değil. Sebebini yukarıda anlatmaya çalıştım…
Son olarak Latin Amerika masonluğunun siyasi veçhesini ve genel anmayla masonluğun uluslararası boyutunu bizzat “masonik” bir kaynaktan uzunca bir alıntıyla dikkatinize getirmek istiyorum:
“… Bu ülkelerde Masonluğun kurulması ve yayılması tamamen siyasidir. 19. yy.’ın ortalarında, bütün Latin Amerika’da işgalcilere karşı istiklâl savaşları başlamıştır. Bunların hemen hepsi, dışarıdan gelen vatanseverler tarafından idare edilmiştir. Bu vatanseverlerin çoğu da İngiltere, Fransa veya İspanya’da tekris edilmiş Masonlardı. Bu Masonlar, taraftarlarını localarda toplamış ve bu suretle, gizliliklerini koruyabilmişlerdir. Ne yazık ki, bu ülkeler istiklallerine kavuştuktan sonra, kurtarıcı Masonlar birbirleri ile anlaşamamış ve Mason grupları arasında kanlı harpler meydana gelmiştir. Kurtulan ülkelerde, sık sık ihtilaller ye rejim değişiklikleri olurdu. İhtilalleri yapanlar da devrilenler de çoğu zaman Masonlardı. Bu sebeple, obediyanslar arasında, siyasi eğilimler yüzünden kopmalar, ayrılmalar olmuş; bazan bir ülkede dört muhtelif obediyans görülmüştür. Durum halen de bazı Lâtin Amerika ülkelerinde böyledir.” (Gürses Çarkoğlu, “Orta Amerikada, Güney Amerikada ve Afrikada Masonluk”, Mimar Sinan, yıl 1997, sayı 103, sh, 71 vd.)
.
.
Tanzimat mı ıslahat mı?
Hüseyin Besli, Akşam Kimi ezberlerimiz vardır, gerektiğinde kolayca kullandığımız. Mesela ‘Tanzimat’ bunlardan birisidir. Ne zaman Osmanlı’nın Batı’ya teslim olmasından,...
Kimi ezberlerimiz vardır, gerektiğinde kolayca kullandığımız.
Mesela ‘Tanzimat’ bunlardan birisidir. Ne zaman Osmanlı’nın Batı’ya teslim olmasından, kadim değerlerden koparak modernitenin dayatmalarına boyun eğişinden söz etmeye kalksak;
Be vadide en ağır suçu Tanzimat’a yükleriz.
‘Ancak gerçekten öyle midir?’ diye sormak bile gelmez aklımıza çoğu zaman.
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyye’mizin bidayet-i zuhurundan berü ahkam-ı Celile-i Kur’aniye ve kavanin-i Seniyyemizin kuvvet-u miknet ve bilcümle teb’asının refahu ma’muriyyeti rütbe-i gayete vasıl olmuş iken yüz elli sene vardır ki gavail-i mete’akibe ve eshab-ı mütenevvi’aya mebni ne Şer-i şerife ve ne kavanin-i münifeye inkiyad u imtisal olunmamak hasebiyle evvel ki kuvvet u ma’muriyet bil’akis za’f u fukra mübeddel olmuş ve halbuki kavanin-i Şer’iyye tahtında idare olunmayan memalikin payidar olamayacağı vazıhatdan bulunmuş olup…”
Yukarıdaki satırlar bizzat 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunan Ferman’dan alınmıştır.
Ferman bu haliyle, bundan sonra yapılacak ıslahatların tamamının ‘ahkam-ı Celile-i Kur’aniyye’ ve kavanin-i Şer’iyye’ye’ uygun olmasını şart koşmaktadır.
2
Tanzimat Fermanı’ndan 17 yıl sonra 1856’da tarihte ‘Islahat Fermanı’ diye yer alacak bir metin daha yayımlanır.
Bir anlamda asıl kıyamet o zaman kopar. Bu yeni Ferman’la Osmanlı Yönetim Sistemi tamamen değiştirilmiş olup, halkın büyük bir çoğunluğu “bugün Ehl-i İslam için ağlanacak bir gündür” diye tepki göstermiştir.
O kadar ki; Tanzimat Fermanı’nı kaleme alan ve okuyan Mustafa Reşit Paşa bile Islahat Fermanı hakkında; “hainler tarafından Avrupa’ya verilmiş bir imtiyaz ve memleketi tahrip vasıtasıdır…” değerlendirmesinde bulunmuştur.
Ve dahi, Ferman o kadar yabancı ağzıyla yazılmış bir metindir ki yerli Rumlar bile isyan ederler; “devlet bizi Yahudilerle beraber etti” diye.
3
Kuşkusuz bunları Tanzimat’ı temize çekmek için hatırlatmadım.
Bütün meramım biraz daha sakin düşünebilir, biraz daha köşeleri keskin olmayan kelimelerle/cümlelerle konuşabilir miyizi hatırlatmaktan ibarettir, o kadar.
AZİZ ÜSTEL-STAR Abdülhamid Han II, onunla ilgili yazılan çizilen, onu yerden yere vuran birçok kitaba rağmen ne kan dökücüydü...
22 Kasım 2018 Perşembe 0:55
AZİZ ÜSTEL-STAR
Abdülhamid Han II, onunla ilgili yazılan çizilen, onu yerden yere vuran birçok kitaba rağmen ne kan dökücüydü ne de acımasız ve zalim. Bütün bu söylentilerin tam aksine en azılı düşmanını bile bağışlayabilen, yakınlarının demesiyle “yufka yürekli” bir padişahtı.
Öylesine bağışlayıcı, şefkat ve merhamet doluydu ki, örneğin sadrazam Mithat Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’in katlinden dolayı Yıldız Mahkemesi’nin verdiği idam cezasını ömür boyu hapse çevirmiş; isyan bayrağı açan Jön Türklerle İttihatçıların önde gelenlerini bağışlamış, dahası onlara ve ailelerine maaş bağlamıştı.
Niyazi Berkes, Abdülhamid II Han’la ilgili şöyle der:
“Abdülhamid dönemi, halkın iradesine karşı tek adamın zorla koyduğu ve silahla savunduğu bir dönem asla değildir. Abdülhamid günün koşulları ve Osmanlı’ya yönelik içten ve dıştan gelen saldırıların iyice artması nedeniyle düzeni ve devleti korumak için bazı önlemler almak zorunda kalmıştır…”
Anılarında Padişah, kendisine yönelik suçlamaları şöyle cevaplar:
“Hayatımı bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, sinirleri en sağlam insanları bile sarsmaya yeter de artar. Başıma gelen onlarca olaydan sonra, her konuda titiz ve dikkatli davranmama şaşmamak gerekir. …Kardeşimden sonra tahta çıktığımda, çevremi çıkarcı, düzenbaz, sahtekar ne kadar insan varsa onlar almıştı. O zaman hayatımı ve tahtımı korumak için kurnazlara karşı kurnazca davranmam gerektiğine karar verdim.”
Babası İngiliz Konsolosluğu’nda memur olan, yirmi altı yıl İstanbul’da yaşayan (1881-1907) İngiliz yazar Dorina Neave, Abdülhamid Han’ın tehlikelerle yaşadığını belirttikten sonra ne kadar soğukkanlı ve cesur olduğunu vurguluyordu:
“Yıldız Camii’nde bomba patladığında arabasına atlayıp tek başına olay yerine gitti. Yaverlerine yaralıları hemen en yakın hastaneye yetiştirmelerini, doktor ve ilaç giderlerini kendisinin karşılayacağını söyledi. Yaralıların her biriyle ilgilendi, son yaralı da hastaneye kaldırılınca arabasına bindi. Tam o anda müthiş bir alkış koptu… Korkak denilen padişah bu muydu?! Aynı gün öğleden sonra, arka arkaya dört büyükelçiyi kabul etti. Bombayla ilgili tek söz etmedi…”
(Yarın: Kurtlar Sofrasında yapayalnız!)
Sultan Abdülhamid’in “bir kuşak bir yol” projesi
Selçuk Türkyılmaz, Yeni Şafak Bugün bütün dünyanın ilgisini çeken ve üzerine çokça konuşulan konulardan biri Bir Kuşak Bir Yol projesidir....
29 Kasım 2018 Perşembe 7:22
Bugün bütün dünyanın ilgisini çeken ve üzerine çokça konuşulan konulardan biri Bir Kuşak Bir Yol projesidir. Haklı olarak birçok yazar, araştırmacı, akademisyen konuyla yakından ilgilenmektedir. Çin devlet başkanı projenin tanıtımını yaptı. Onlarca ülkeyi ilgilendiren proje 1500’li yıllardan bu tarafa bütün dünyayı ilgilendiren en önemli değişimlerden biri olarak değerlendiriliyor. Doğu Akdeniz merkezli büyük sancı ve gerilimleri göz önünde bulundurursak bu değerlendirmelerin afakî olmadığı görülür.
16. yüzyıl Türk asrı olarak bilinir. Doğu’dan Batı’ya, Asya’dan Afrika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya bütün ticaret yolları Türk egemenliğindedir. Kuşkusuz Avrupalılar Hind’e ulaşmak için Türk egemenliğindeki bölgeleri bypass etmek istemişlerdi. Nihayetinde bu amaçlarına ulaştılar. Ticaret yolları değişti ve Asya’nın, Doğu’nun çöküş yılları başladı. Zenginlik Doğu’dan Batı’ya doğru kaydı. Dünyanın merkezi değişti. Osmanlı, bu değişimi çok erken bir dönemde fark edip Aden Körfezi’ne kadar ulaşmış olsa da Seydi Ali Reis’in donanması, okyanus sularına çarpa çarpa kıyılara vurdu.
Avrupalılar Hind’e ve Çin’e ulaşmak, oradaki zenginliklerden faydalanmak istiyordu. Ruslar da aynı istekle Doğuya doğru hareket ettiler. Çok erken bir dönemde, 1552’de Kazan’ı istila edip Sibirya’yı ele geçirmiş olsalar da Hind ve Çin ile doğrudan ticaret yapmanın imkânı yoktu. Rusların Türkistan’ı aşması gerekiyordu. Bunu başaramadıkları için iki yüz elli sene baskı altında tuttukları İdil Boyu Türklerinin üzerindeki ticaret yasağını kaldırdılar. II. Katerina, Doğu-Batı ticaretinde rol oynayabilmek için Kazan Türklerine kısmî serbestlik tanıdı. Kazan Türkleri de bu fırsatı değerlendirdi, Doğu-Batı ticaretinde etkili bir konum elde edip İslam burjuvazi sınıfını oluşturdu. Herhâlde Türk-İslam dünyasında milli burjuvazinin tek örneği Rusya Türkleri arasında ortaya çıkmıştır. 19. yüz yıla damgasını vuran Trans Hazar demir yolu bu gelişmelerin sonucudur. Batılıların Ümit Burnu’nu geçmelerinden sonra Doğu-Batı arasında karasal bağlantıyı ilk defa Ruslar kurar.
Deniz egemenliği İngilizlerin elindeydi. Diğer Batı ülkeleri de denizler üzerinde hatırı sayılır bir güce sahipti. Bu ülkeler 1884-85 yıllarında, dünyanın yeniden paylaşılması için Berlin’de bir araya gelip taksim müzakereleri yaptı. Emperyalizmin en büyük saldırısı bu tarihten sonra başlar. 1877-78’de, yani 93 Harbi’nde yaşadığımız acı mağlubiyet sonrası Osmanlı topraklarının paylaşılması yönünde şartlar oluşmaya başlar. Osmanlı borç içerisindedir, buna rağmen Berlin müzakerelerini yakından takip eder.
Osmanlı’nın son büyük sultanı Abdülhamid, bugünkü “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin ilk örneğini işte bu şartlar altında hayal eder. Doğu ile Batı arasında, kara üzerinden çok daha elverişli şartlarda yeni bir ticaret yolu yapmaya karar verir. Bu, elbette demir yolu olacaktır. Rusların Uralları ve Sibirya’yı aşarak inşa ettiği demir yolunu, yani demir ipek yolunu, Anadolu’yu merkeze alarak yapmak ister. Fakat bu; bilgi, teknoloji, insan ve para gücü bakımından Osmanlı’nın kendi başına başarabileceği bir şey değildir. İngiltere ve Fransa’nın desteğini alarak böyle bir işe kalkışmanın da bir anlamı yoktur. Zira Abdülhamid, bizzat bu iki emperyalist devlete karşı yola koyulmayı tasarlamıştır. Bunun için Almanlarla yakın ilişkiler kurar.
Bağdat Demir Yolları projesinin hikâyesi çok ilginçtir. Bilindiği gibi daha sonra Hicaz Demir Yolları da hayat bulacaktır. İlk başlarda İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Almanların desteğiyle yapılacak bu hatta çok önem vermezler fakat demir yolu ortaya çıkmaya başladıkça adeta kıyamet kopar.
Biz bu hikâyeyi unutmuş olsak da zaman ve olaylar onu tekrar hatırlatıyor. Erdoğan, Anadolu’yu yeniden merkez yapmak isteyince de kızılca kıyamet koptu. Çok değil, sadece beş yıl önce yaşadıklarımız tarihin tekrarından ibaretti. Ama bu defa İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika doğrudan karşımıza çıkmadı. Onların destek ve yönlendirmesiyle hareket eden gönüllü işbirlikçi güruh İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerimizin altını üstüne getirdi. Hava, kara, deniz ve demir yolları yapmayacaksınız dediler.
Abdülhamid’e “kızıl sultan”, Erdoğan’a “diktatör” diyen aynı iradedir. Her iki lider de bu coğrafyanın kaderini değiştirmek istedi. Osmanlı sonuna kadar direndi, muhteşem bir mücadele ile tarih sahnesinden çekildi. Fakat Allah’ın izniyle, Türkiye’nin başarısından hiç kimse kuşku duymasın.
..
II. Mahmud ve Kavalalı, Suudîler’in hayallerine son vermişt
ERHAN AFYONCU, Sabah Suudîler, 18. yüzyılda ortaya çıkan Vehhabîlik’e destek verip, Arabistan’a hakim olarak devlet kurma hayallerine kapılmışlardı....
21 Ekim 2018 Pazar 8:22
Suudîler, 18. yüzyılda ortaya çıkan Vehhabîlik’e destek verip, Arabistan’a hakim olarak devlet kurma hayallerine kapılmışlardı. II. Mahmud ise Kavalalı’yı görevlendirerek Suudîler’in bölgedeki varlığına son verip, Emir Abdullah’ı 199 yıl önce İstanbul’da idam ettirmişti
Osmanlı İmparatorluğu 1517′de Memlük Devleti’ni ortadan kaldırınca Arabistan Yarımadası’nın önemli bir kısmına da hakim oldu. Kalan bölgeler de zaman içerisinde Osmanlı topraklarına dahil edildi. O yıllarda çöllerde birçok Arap aşireti yaşıyordu. Suudîler de Dir’iye bölgesindeydi.
18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun eski gücünün azalmasıyla birlikte topraklarında isyanlar çıkmaya ve imparatorluğun uzak topraklarında merkezi otoritenin etkisi azalmaya başladı. Bu dönemde İslamiyet’in kutsal topraklarında Osmanlı yönetimini tehdit eden bir gelişme yaşandı. Vehhabîliğin kurucusu Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri kısa sürede Arabistan’a yayıldı. Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri Dir’iye Emiri olan Suud oğlu Muhammed ile 1744′te tanışmasıyla daha da güçlendi. Vehhabîler aldıkları ganimetleri bedevilere dağıtarak günden güne taraftar sayılarını artırdılar. Yağma ve talanı meşru gösterecek dini kılıf Vehhabîlik esaslarıyla sunulmuştu. Vehhabîlik yayıldıkça Suudîler’in nüfuz alanı da genişledi. Osmanlı yönetimi gelişmelerden 1749′da Mekke Emiri Şerif Mesud’un gönderdiği bir yazıyla haberdar oldu. Vehhabî hareketi çok büyümediğinden başlangıçta yöneticileri çok fazla rahatsız etmemişti. Yüksel Çelik bir makalesinde Osmanlı yönetiminin Vehhabîler’le mücadelesini belgelerle anlatır. Zekeriya Kurşun’un çalışmalarından da Suudîler’le ilgili geniş bilgi bulunabilir.
HER YERİ YIKTILAR
19. yüzyılın başında Suudîler’in nüfuzu iyice artmıştı. Osmanlı yönetimi müderris Adem Efendi’yi nasihat için Necid’e gönderdi. Babasının yerine emir olan Abdülaziz tarafından Mekke’de kabul edilen Adem Efendi’nin gayret ve nasihatleri hiçbir fayda vermedi. Suudîler ise nasihat yerine kendi kafalarına göre kurdukları devletlerinin tanınmasını bekliyorlardı. Bu gelişme üzerine Abdülaziz Mekke’ye doğru harekete geçip oğlu Suud’u da Şiiler’in üzerine Kerbela’ya gönderdi. Suud, Mayıs 1802′de Kerbela’da matem törenleri yapan Şiiler üzerine hücum ederek binlerce kişiyi katletti.
Şubat 1803′te Taif’i ele geçiren Abdülaziz her yeri yağmaladı. Tekke ve türbeleri yıkıp, kitapları yaktırdı. Vehhabîler iki ay sonra da Mekke’ye hakim oldular. Mekke’de Hazreti Muhammed, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın doğduğu evler ve bütün türbeler yıkıldı. Musiki aletleri ve sanat eserleri parçalandı. Cidde saldırıları başarılı olmayınca Dir’iye’ye çekildiler. Osmanlı kuvvetleri Temmuz 1803′te Mekke’yi geri aldılar. Ekim 1803′te Abdülaziz Dir’iye’de öldürüldü. Ancak bu sonuç Suudîler’in gücünü azaltmadığı gibi daha da saldırganlaştırdı. 1805 Haziran ayında Medine’yi, 1806 Ocak ayında ise Mekke’yi işgal ettiler. Osmanlı yönetimi bu yıllarda Napolyon’un Mısır işgali, Rus savaşı, iç karışıklıklar ve diğer meselelerle uğraştığından bölgeye müdahale edemedi. Suudîler 1811′de büyük bir bölgeyi kontrolleri altına almışlardı.
BOYUNLARI VURULDU
Osmanlı yönetimi, Rus savaşının sona ermesinin ardından Mısır’da güçlü bir otorite kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘yı Vehhabîler’in tenkiliyle görevlendirdi. Kavalalı, oğlu Tosun Paşa kumandasındaki orduyu Vehhabîler’in üzerine gönderdi. Uzun mücadelelerden sonra Tosun Paşa 1812 sonlarında Medine’yi Vehhabîlerden geri aldı. Ardından 1813 başlarında Mekke ve Taif’ten Vehhabîler atıldı. Kavalalı’nın kuvvetleri Vehhabîler’e nefes aldırtmadı. Kavalalı’nın diğer oğlu İbrahim Paşa Eylül 1818′de Vehhabîler’in merkezi Dir’iye’yi ele geçirip, Emir Abdullah başta olmak üzere birçok kişiyi de esir aldı. Esirlerle birlikte Kâbe’nin anahtarları ile asilerin kutsal yerlerden ve Hazreti Muhammed’ in türbesinden aldıkları eşyalar da İstanbul’a gönderildi.
Kutsal toprakları istila ile hac ziyaretine izin vermeyen ve kutsal birçok eşyayı talan ve din büyüklerinin türbe ve evlerini yerle bir eden asiler boyunlarında kalın çifte zincirler ve ellerine kelepçeler takılmış olduğu halde ahaliye teşhir ettirilmek için Divanyolu’ndan yürütülerek hapishaneye atıldılar. Ertesi gün de hırsızlık ve yağmacılıkla itham edilip, çok sıkı şekilde sorgulandılar. 1819 Aralık ayında Suud oğlu Abdullah saray meydanında, önde gelen adamları da İstanbul’un kalabalık yerlerinde boyunları vurularak cezalandırıldılar.
Sultan Abdülhamid’in oğlunun kahır mektubu: “Bana ‘yılan yavrusu’ deyip pederime de ‘eşek’ dememi istediler!
Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu olan, İstanbul’da 1905’te doğan ve hayata 1973’te Beyrut’ta yokluk içerisinde veda eden Şehzade Mehmed...
11 Şubat 2018 Pazar 12:15
Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu olan, İstanbul’da 1905’te doğan ve hayata 1973’te Beyrut’ta yokluk içerisinde veda eden Şehzade Mehmed Âbid Efendi, babasının Selânik sürgününde ve Beylerbeyi Sarayı’ndaki mahpusluk günlerinde yanında olmuştu. Hatıralarını sonraki senelerde tarihçi İsmail Hami Danişmend’e mektuplar şeklinde gönderen şehzade, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdığı mektubunda Selânik’teki azap dolu günlerini ve uğradıkları hakaretleri bakın nasıl anlatıyor…
DÜN, Sultan Abdülhamid’in vefatının yüzüncü yıldönümü idi…
Yıldönümü münasebeti ile günler öncesinden toplantılar yapıldı, konferanslar verildi, sergiler açıldı ve Türkiye’nin kaderine otuz küsur sene boyunca tek başına hâkim olan ve tam bir asırdan buyana tartışılanSultan Abdülhamid yeniden gündeme geldi.
Bu vesile ile seneler önce bahsettiğim bir konuyu daha doğrusu bir belgeyi tekrar gündeme getirmek istedim: Sultan Abdülhamid’in oğlu ŞehzadeMehmed Âbid Efendi’nin babasının sürgün günlerini ve uğradıkları hakaretleri anlattığı mektubunu…
Abdülhamid’in sekiz oğlunun en küçüğü olan Âbid Efendi 1905’te Yıldız Sarayı’nda doğdu. Babası 1909’da tahtından indirilip Selânik’e sürgüne gönderildiğinde beraber gidenler arasında o sırada henüz küçük bir çocuk olan Âbid Efendi de vardı.
Sonraki senelerde onun kaderi de sürgünlerden açıldı! 1924’te Osmanlı ailesiyle beraber Türkiye’den çıkartıldığında 19 yaşında idi ve memleketini bir daha göremedi…
EVLERE SABUN SATTI
Paris’te hukuk ve siyasal bilgiler okuyan Âbid Efendi 1936’da Arnavutluk Kralı Zogo’nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlendi, Arnavutluk’un Paris elçisi oldu ve her hareketi Türkiye tarafından uzun seneler izlenip Ankara’ya rapor edildi. Sonra boşandı, kayınbiraderi Kral Zogo’nun 1939’da devrilmesi üzerine işsiz kaldı ve asıl sıkıntı dolu günler de o zaman başladı. Geçinebilmek için Paris’te kapı kapı dolaşıp sabun sattı, çalışamayacak hâle gelince Beyrut’a geçti, Suudi Arabistan’ın o zamanki kralı Faysal’ın bağladığı mütevazi bir aylıkla yaşamaya çalıştı, hayata Beyrut’ta 1973’te veda etti ve Şam’daki Sultan Selim Camii’nin avlusunda bulunan hanedan mezarlığına defnedildi.
Âbid Efendi sürgün senelerinde İstanbul’daki dostları ile devamlı mektuplaşmıştı ve bu dostlarının başında meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend vardı.‘BABAMIN VEHMİ NORMALDİR’
Mektuplarında memleket hasretinden, hayat gailesinden bahseden ve ne yaptığını, nasıl yaşadığını ayrıntıları ile anlatan şehzade, İsmail Hâmi Bey’in ısrarları neticesinde kısa da olsa hatıraları kaleme almış ve yazdıklarını yine mektup şeklinde İstanbul’a göndermişti.
Meselâ, bir mektubunda babası Sultan Abdülhamid’in dillere destan vesvesesinden de bahsediyor, “Bu ‘vehim’ denilen şey her insanın ruhunda az veya çok mevcuttur. Fakat bir insanın işgal ettiği makam ve içinde yaşadığı muhit, bu vehmi mütemadiyen tahrik ve nihayet çileden çıkartacak bir makam ve muhit olursa, o zavallı insan ne yapsın?.. Acaba herhangi bir adam, şu veya bu şekilde suikaste uğrayacağına dair Allah’ın günü 15-20 mektup alırsa artık vehimden çıkamaz hale gelmez mi?” diyor.
‘SİYAH SAKALINI HATIRLIYORUM’
Âbid Efendi, ileride tamamını yayınlayacağım mektuplarından birinde, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdıklarında babasının tahttan indirilip sürgüne gönderildiği günlerde yaşadıklarını, Selânik’teki Alâtini Köşkü’nü ve Balkan Savaşı’nın çıkması üzerine İstanbul’a dönüşlerini anlatıyordu…
İşte, Şehzade Mehmed Âbid Efendi’nin bu mektubundan azap dolu günlerle ilgili küçük bir seçki:
“…Selânik’e gidişimizde üç buçuk yaşındaydım. Ondan önce yaşadığımız Yıldız Sarayı’ndaki hayatımızı tabii ki hatırlamıyorum. Zihnimde sadece, saraydan Sirkeci’ye yahut Selânik Garı’ndan Alâtini Köşkü’ne kapalı bir araba içinde gidişimize dair müphem (belirsiz) bir hayal kalmış. Karanlık bir arabada babamın karşısına oturduğumu ve siyah sakalını hâlâ görür gibiyim. Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin …vâlidesi olacak.
ÇİÇEKLERDEN SLOGAN
Alâtini Köşkü’ne duhûlümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum. Annemin kucağında uykuda imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit (subay), -ki Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galib Bey (sonra paşa) imiş- beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ demiş. Anlaşılan, tam mânâsıyla bir centilmenmiş bu kahraman-ı hürriyet! Bunu söyleyen Hareket Ordusu’nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim, lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşında idi.
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) ‘Zavallı çocuk!’ diyerek beni kucağına aldı, hattâ gözünden bir damla yaş düştü…
…Alâtini Köşkü’ne yerleştiğimiz ilk zamanlarda, bahçenin etrafında gayet alçak bir demir parmaklık vardı, sonra tuğla duvarlar yapıldı. Karaburun’a giden cadde, bu parmaklığın önünden geçerdi. Ben, ikide bir bahçeye fırlayıp parmaklığa yapışır, caddeyi seyrederdim. Bunu, pedere haber vermişler. Beni yakalayıp pedere götürdükleri vakit, fena halde tekdire uğradım. ‘Bir daha oraya gitmeyeceksin! Bir daha oraya gitmeyeceksin!’ diyerek elindeki kalın bastonu kaldırıp indirmesi hâlâ gözümün önündedir. Korkutmak için, bastonu sadece kaldırıp indirmekle yetinmiş, bir tarafıma vurmamıştı.
…Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi. Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!.. Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar. Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum:
…Bir vekilharç Hasan Efendi vardı. Haremin çarşıdan aldırdığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi. O da, dışarıdan getirdiğini zâbitlerin (subayların) huzurunda harem ağalarına teslim eder, onlar da hareme götürürlerdi. …Birgün bana yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmiş. Zâbitlerin yanında bana verecek. Ben de her nedense bu değneklere pek imrenirdim. Bahçedeyiz, tam değnekler bana verileceği sırada, zâbitler tutturdular: ‘Git babana ‘eşek’ de. Demezsen, değnekleri vermeyeceğiz’.
HAKARETİ KALFA ÖNLEDİ
Ben de bu sözün fena bir şey olduğunu hissediyordum. Fakat, değneklerde de gözüm var. Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gidiyorum. Hareme girdim. Bereket versin, karşıma Gülşen Kalfa çıkıyor, bana ‘Efendi, niçin böyle ağlıyorsun?’ diye soruyor. Ben de meseleyi anlatıyorum. O da beni ‘A, hiç öyle şey olur mu? Sana yakışır mı?’ diye bir güzel haşlıyor. Ben de o sayede babama gidip o hezeyanı etmiyorum. Maamafih, sonunda değnekler yine elime geçti. Galiba zâbitler nihayet yaptıklarına utandılar ve değnekleri verdiler. Maalesef zabitlerden hangisi idi bana bunu söyletmek isteyen, hatırlamıyorum.
…Alâtini Köşkü’nün bahçesinde yuvarlak, çiçekli bir tepecik vardı… Subaylar, bu tepenin etrafına çiçeklerle ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ yazmışlardı. Okuyabiliyordum ama, bu sözlerin ne demek olduğunu bilmiyordum. Köşkün pencerelerinden, tepenin yalnız bir tarafı görülürdü… Babam öbür tarafta ne yazdığını merak etmiş; beni çağırdı, ‘Oğlum, git bir bak bakalım, öbür tarafa ne yazmışlar’ dedi. Gittim, okuyup döndüm, söyledim. Sadece bir ‘Yaa!..’ dedi, başka tek söz etmedi. İttihatçı subaylar, ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ sözlerini toprağa yazmakla işi olmuş bitmiş zannediyorlardı.
…Haklarını yememek için şunu da ilâve edeyim: Pederime karşı bu derece saygısızlık edenler, benim iyi bir tahsil yapmamı istediler, içlerinden bazılarını beni okutmakla görevlendirdiler. İlk hocam, Nâzım Bey isminde bir yüzbaşıydı, beni altı-yedi ay okuttuktan sonra tayin olup gitti. Ondan sonra, Cumhuriyet zamanında Siirt Milletvekilliği yapan ve Milliyet Gazetesi’ni çıkartan Mahmud Bey (Soydan) hocam oldu.
CİDDÎ ÇALIŞMA GEREKİR
1913’te (Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selânik’e yaklaşınca) Almanya İmparatoru’nun eski hukuka binaen gönderdiği sefaret yatıyla İstanbul’a dönmemizi çabuk geçeceğim. O vakit yedi yaşında idim. …Geminin Alman kumandanı, pederi ‘Kimi isterse vapura almakta, kimi isterse orada bırakmakta’ muhtar (serbest) bırakmıştı. Peder eğer istese idi kendisine bu kadar yıl bir nevî gardiyanlık eden o muhafız zabitlerin hepsini orada bırakır, onlar da şehre yaklaşmakta olan Yunan ordusuna muhakkak esir düşerlerdi. Zira, karayolu Bulgarlar tarafından kesilmişti. …Yani, gardiyanlarını kendi eliyle İstanbul’a getirdi.
…Adalar Denizi’nde (Ege’de) Averof’a (Yunanlılar’ın meşhur zırhlısı) tesadüf ettik. Gemimiz Alman bandrası olduğundan isticvaba (soruşturmaya, aramaya) cesaret etmedi fakat hayli korku geçirdik. Güvertede Türkler olduğu belli olmasın diye siviller feslerini, zabitler kalpaklarını çıkardılar.
…Pederim Sultan Abdülhamid hakkında yazılacak bir eseri görebilmek için sabırsızlığım sonsuzdur ama acele etmek, böyle bir eserin mükemmelliğini engeller. Araştırma alanları çok geniştir ve okunacak kitapların, özellikle de aleyhindeki eserlerin gözden geçirilmesi zaman ister. Aradan nasıl olsa kırk sene geçti, bundan sonra geçecek zamanın birkaç ay eksik veya fazla olmasının mahzuru yoktur, büyük bir zarara uğramayız. İşte, böyle bir eserin itiraz edilemeyecek ağırlıkta olması için, acele etmeden çalışılmasını tavsiyeye cür’et ediyorum”.
.
Sultan Abdulhamit Han
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star Bu konuda 9 Şubat günü İstanbul Üni.’de verdiği bir konferansta tarihçi Prof. İlber Ortaylıise, ‘Abdulhamîd’in aslında...
11 Şubat 2018 Pazar 12:36
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star
Bu konuda 9 Şubat günü İstanbul Üni.’de verdiği bir konferansta tarihçi Prof. İlber Ortaylıise, ‘Abdulhamîd’in aslında iddia edildiği üzere, en ağır şekilde Cumhûriyet döneminde değil, İttihad- Terakkî döneminde eleştirildiğini’ söylemiş.. Bu husus tamamen yanlış da sayılmaz. Çünkü 1923 sonrası rejimin kurucu kadrolarının ve resmî ideolojinin de İttihad- Terakkî zihniyetine göre şekillendiğnden, yapılan bütün o ağır suçlamaların da aynı odak tarafından tezgâhlanmış olduğu kabul edilebilir.
Ayrıca, merhûm Mehmed Âkif de, o yıkılış döneminin bütün korkunç sosyal ve psikolojik darbelerini yediği ve 1923 sonrasında da, 16 yıl daha yaşamış olduğu halde, o ağır eleştirilerinden pişmanlık gösterdiğine dair tek kelime bile yazmamış olması, bugünün İslamcı nesillerinin de bir açmazını oluşturmuştur.
Âkif, kendisine ‘Molla Sırat’ diye saldıran ve kendisinin de kilise hizmetçilerine benzetip, ‘zangoç’ diye hitab ettiği Tevfik Fikret aleyhindeki şiirlerini bile ‘Gelecek nesillere intikal etmesin..’ diye Safâhât’ından çıkarmışken; Abdulhamîd hakkında yazdığı; ‘Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler / Ahh, o Yıldız’daki baykuşölüvermezse eğer’; ‘Çoktan beridir vardı benim bir derdim/ Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim/ Kafes ardındahanımlar gibisaklıydı Hamîd / Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümîd’ gibi mısralarını; kezâ, Yıldız Camii’ndeki Cuma Selâmlığı’nda Abdulhamîd’e karşı bombalı bir suikasd düzenleyen ermeni teröristin eyleminden sonra, Yıldız Sarayı etrafında alınan çok sıkı tedbirler için, ‘Neye mal olmada seyret herifinbir namazı; Sâde altmış binadam kaldı,namazsızenazı!’ diye, şeklî mantık açısından ilk planda doğru gibi gelebilecek mısralarını da Safâhât’ından çıkarmamıştı.
Halbuki, Sultan Abdulhamîd’e en ağır saldırıları yapanlardan İstanbul Dâr-ul’Funûnu(Üniversitesi) Reisi olan Feylesof Rıza Tevfik bile, daha sonra, ‘Abdulhamîd’in Rûhaniyetinden İstimdâd’ isimli şiirinde, ‘Padişahım gelmemişken yâd’a biz, / İşte geldik senden istimdâda biz..’ gibi pişmanlık mısralarını yazabilmişti.
Öte yandan, Elmalılı Hamdi Efendi de henüz sadece 30-31 yaşındayken,Abdulhamîd’in hal’inin, /tahttan indirilmesinin şer’an caiz olduğuna dair fetvâyı yazacak kadar bir cüretkârlık sergilemiş ve sonrasında da açık bir pişmanlık bile beyan etmemişti. Sâdece yakın çevresine, ‘Eğer fetva vermeseymiş, ‘Padişah’ıöldürürler’diye düşünüp, tahttan indirilmesini tercih ettiğini’söylemiş imiş, güyâ..
Bu eleştirileri bugün tekrar etmekten maksad, geçmiş kavgaları aktarıp bazılarını kötülemek veya bazılarını da temize çıkarmak değil, Müslümanların elinde bulunan ve birçok bozukluklarına rağmen yine de ıslah edilmesi mümkün 600 küsur yıllık bir devletin çökertilmesi için uluslararası planda ne gibi şeytanî entrikaların çevrildiğinin bazı seçkin Müslüman şahsiyetler tarafından bile farkedilememesinden ders almaktır.
***
Elbette, sionizm dâvasının ünlü ismi Theodore Hertzl’in İstanbul’a gelip ve Müslümanların Halifesi unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı ile görüşme imkânı bulması ve netice alamasa bile, Filistin’de bir yer tahsisini isteyebilmesi de, Abdulhamid’in büyük hatalarından birisi olarak görülmelidir. Aynı şekilde, 2. Meşrutiyet’in ilânından sonra 1909’da patlak veren 31 Mart Vak’ası’nı bastırmak adına İstanbul’a izinsiz gelen Hareket Ordusu’nu durdurmak için harekete geçmemesi ve kendisinin hal’i fetvasının kendisine tebliğ eden 5 kişilik bir heyete de teslimiyet içinde davranması ve Şazelî Tarikatı’nın şeyhi M. Fahreddin Efendi’nin, ‘Oğlum Hâmid! Buraya kadarmış!’ sözünü kabul etmesi de izahı zor durumlardandır.
Halbuki o zaman, ‘Vallahi, kanımızı da dökecekler, dinimizle de oynayacaklar!’ diye, teslim olmaması için yakaran kalemler de vardı.
HÜZÜNLERİN SULTANI ABDÜLHAMİD HAN
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en müstesna padişahlarındandır. Osmanlı Sultanları içinde en uzun süreli görev yapanlardan biri olması nedeniyle...
12 Şubat 2018 Pazartesi 9:35
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en müstesna padişahlarındandır. Osmanlı Sultanları içinde en uzun süreli görev yapanlardan biri olması nedeniyle dönemin iç ve dış olayları karşısındaki tavırlarıyla dikkati çekenlerin başında gelmektedir. Tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca adeta diken üzerinde yaşamıştır. Saray hayatına dair yaşadıkları, gördükleri onun gelişiminde ve şahsiyetinin oluşumunda etkili olmuştur. Bazılarının vehimli olmakla itham ettikleri Sultan’ın bu yönü belki de bildikleri ve gördükleri karşısında aşırı temkinli davranmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle amcası Abdülaziz’in bir suikasta kurban gitmesi, onun saray hayatını çok temkinli yaşamasında en önemli faktör olmuştur. Temkinli bir saray hayatı yaşamasında ve temkinli bir yönetimde ne kadar da haklı olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır. Özellikle diplomatik zekâsıyla; Avrupa ile olan ilişkileri başarılı bir şekilde sürdürebilmesi mümkün olmuştur.
Filistin konusundaki hassasiyeti ve bunu muhafazadaki kararlılığı, düşmanlarının kin ve garezini oldukça artırmıştır. Her defasında ret cevabını alan Yahudiler ve Siyonistler, taleplerini karşılama konusunda Abdülhamid’i aşamayacaklarını anlayınca İttihatçılarla işbirliği yapmışlardır. Abdülhamid’e milyonlarca altın liraya yaptıramadıkları işleri, İttihatçılara 400 bin altın liraya yaptırmışlar ve bunu iftihar vesilesi sayarken İttihatçıların bayağılığını ve rezilliğini de ortaya koymuş oluyorlardı.
Hayatı boyunca en fazla ihsanda bulunduklarından en ağır ithamlara ve iftiralara muhatap olması hüznünü daha da artırmıştır. Ermeni suikastına maruz kalması, tahttan hal kararının bildirilmesi için gelenlerin arasında Yahudi ve Ermenilerin bulunması, İstanbul’dan ayrılmak zorunda bırakıldığında yanlarına bir tek çamaşır bile almalarına müsaade edilmemesi ve acı veren daha nice olaylar onun çocukluğundan beri gelen hüznünü daha da artırmıştır.
Peki, Abdülhamid nasıl bir sultan idi? Üstadımız Mustafa Armağan’ın ifadesiyle; sayfanın yalnız ön yüzünü değil, arka yüzünü de okuyabilen, dağın karanlık tarafını da görebilen, atacağı adımın birkaç hamle sonrasında nereye varacağını görerek hareket edebilen ve en önemlisi de bütün bu adımlarda inisiyatifi elinde bulunduran bir kafa yapısına sahipti. Cumhuriyeti kuran kadroların tamamı onun açtığı okullardan yetişmişti.
Abdülhamid İttihatçılar gibi davranamazdı, davranmadı da. Atalarının sorumluluğunu daima omuzlarında hissetmiştir. Eğer böyle olmasaydı, o da İttihatçıların yaptığını yapar, bir İstimbot’a binip istediği Avrupa ülkesine pekâlâ kaçabilirdi. Ama o, ittihatçı değildi, Abdülhamid idi. O yüzden Abdülhamid olmak zordu. Ölünceye kadar da dedelerinin sorumluluğunu üzerinde hissetmiştir. Armağan hocamız, II. Abdülhamid’in Selanik’ten İstanbul’a nakliyle ilgili şöyle bir bilgi aktarmaktadır:
1912′de Selanik’teki sürgünden, Alman İmparatoru’nun özel olarak gönderdiği Loreley adlı savaş gemisiyle İstanbul’a dönerken, İttihatçılardan kaçmak için bulunmaz bir fırsat geçmişti eline. Geminin Alman komutanı, devrik sultanın huzuruna gelerek selam vermiş, İmparator II. Wilhelm’den kendisini istediği yere götürmek için emir aldığını ve nereye gitmesini emir buyurduğunu sormuştu. “Çek Baltık denizine!” demiş olsaydı, Fethi Okyar’ın da dediği gibi engel olacak hiçbir güç yoktu.
Abdülhamid Han, bozuk tasavvur sahiplerinin seslerini yükselttikleri bir zaman diliminde ülkeyi yönetmiştir. İşte bugün, milletimizin Abdülhamid’le ilgili bilgilerinin neredeyse tamamı, bu bozuk düşünceli insanların söylemlerinden ibarettir. Bizler değerlerimizi, değerlerimize küfredenlerden öğrenemeyeceğimiz gibi, tarihimize yön veren müstesna şahsiyetlerden Abdülhamid’i de ona hakaret edenlerden öğrenecek değiliz.
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “Tarihteki baş dostumuz” odur. “Baş düşmanımız” kim mi?” Sultanın düşmanı kimlerse onlar…
Tanımadığımız birini doğru anlamamız mümkün değildir. Tanısaydık daha çok severdik. Burada Hz. Ali Efendimize atfedilen bir sözü sizlere hatırlatmak isterim: “İnsan tanımadığına hasımdır.“
Hakkıyla tanıyamadığımız ve anlayamadığımız Abdülhamid’i yeniden tanır ve anlarsak, tarihimizi yeniden sağlıklı bir şekilde değerlendirme fırsatı bulmuş olacağız.
Hünkârım!
Vefatının yüzüncü yılında sizleri rahmet ve minnetle anıyorum. Rabbimiz cennetinde buluştursun.
Ömer Naci YILMAZ
.
OSMANLI’YA SÖVMEYEN BİR SİZ KALMIŞTINIZ
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’den bizzat dinlediğim bir hikâye vardı. Kısaca paylaşmak isterim. Anlatılır ki; Osmanlı zamanında, işlerin pek de iyi...
30 Ekim 2017 Pazartesi 6:37
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’den bizzat dinlediğim bir hikâye vardı. Kısaca paylaşmak isterim. Anlatılır ki; Osmanlı zamanında, işlerin pek de iyi gitmediği bir dönemde, yeni bir sadrazam göreve getirilir.Devlet saltanat ile yönetildiğinden, Padişah değişmeyeceğine göre, ikinci adam olan sadrazam (vezir-i azam) tüm sorumluluğu üstlenmektedir.Bu yüzden en küçük bir olumsuzlukta hemen sadrazam diyeti öder. İşte bu türden bir değişiklik yapılmaktadır. Yeni sadrazam oldukça hırslı, idealist ve biraz da çokbilmiş birisidir.Devir teslim yapılır. Eski sadrazam görevi devreder. Ancak yeni ve genç sadrazama bakar, yıllar önceki halini hatırlar.Bir kaç yıl önce, O da tıpkı bu genç sadrazam gibiydi.Devrik sadrazam önceden hazırladığı 3 tane mektubu yeni sadrazama verir. Bir, iki, üç numaralı mektuplar.Ve şöyle der: “Başın sıkıştığında bir numaralı mektubu aç bak.”Yeni sadrazam nezaketen bir şey demez, mektupları alır ve bir kenara atar. İşe başlar. Aradan bir zaman geçer.Dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemlerdir.Dolayısıyla yeni sadrazamın da bir faydası olmaz.Bizimki yavaş yavaş sıkışmaya başlar. Sağa vurur, sola vurur. Sonunda aklına eski sadrazam ve mektuplar gelir.Dediği gibi, bir numaralı mektubu açar ve okur.Şöyle denmektedir: “Yapacağın yapamayacağın bir sürü vaadde bulun, sıkışırsan ikinci mektubu aç bak.”Bizimki başlar atıp tutmaya.Bir zaman durumu idare eder. Herkes “hele durun galiba bir şeyler yapacak” diye susar ve beklerler.Ancak dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemdir diye. Yeniden itirazlar başlar “Artık ne yapacaksan yap hep vaad hep vaad.” denilmeye başlanır.Bizimki hemen iki numaralı mektubu hatırlar.Açar bakar. Şöyle denmektedir: “Kendinden öncekileri karala benim suçum yok de ve sıkışırsan üçüncü mektuba bak.”Başlar geçmiştekilere sataşmaya.“Benim bir suçum yok, ben geldiğimde şöyleydi böyleydi.” diye.Bir zaman durumu idare eder. Herkes susar, bir süre ses çıkmaz. Bu taktik de uzun sürmez. “Artık yeter, anladık senin suçun yok, ancak seni getirdik çözüm bulasın.” diye itirazlar başlar.Yeni sadrazam bu defa gerçekten çok sıkışır.Aklına üçüncü mektup gelir. Başka da çare kalmamıştır. Açar bakar. Şöyle denilmektedir:“Sen de benim gibi üç tane mektup hazırla.”
Bir zamanlar bir cümle insanımızın dilinden düşmez olmuştu. “Ağzı olan konuşuyor.” Şimdilerde ise bu deyim yerini “Ağzı olan sövüyor.” cümlesine bıraktı. Osmanlıya sövmek doksan yıllık bir devlet politikasıydı. Osmanlı’ya sövmeyi devlet bıraktı, belli bir kesim devam etti. Zaman zaman hızını alamayan Sayın Kılıçdaroğlu kaptırmaya devam ediyor. Son zamanlarda bu koroya bizim mahalleni aymazları da katıldı. “Koskoca Osmanlı bir meal bile yazmamış, bir Yunanca, bir Latince meal bile yazmamış vs. vs.” Yıllardır Pierre Loti’de çay içip Osmanlıya sövenler hep kanıma dokunmuştur. Ceylan derili fırıldak koltuklarda oturup yazanların Osmanlı’ya sövmeleri de hep kanıma dokunmuştur. Vay efendim Koskoca Osmanlı niye bir meal yazmamış? Niye falanca dile çevirmemiş vs. vs. Onlar mealleri yüreklerine yazmış, hayata aktarmış ve yaşamışlardır. Onlar konuşan meal olmaktansa yaşayan meal olmayı tercih etmişlerdir. Onlara bakmasını bilenler, onlarda Kur’an-ı okuyorlardı. Onlar yazdıkları eserlerin kapağına isimlerini yazmaktan bile utanmışlardır. Şimdikiler afişteki isimlerinin puntolarına bile müdahale eder olmuşlardır. İslam’ın fetihlerinin hiç birisinde Fatihler gittikleri yerlere meallerle gitmemişlerdir. Asya’ya giden İslam orduları atlarının terkisinde meal mi taşıyordu? Hindistan’da İslam’ı yayma faaliyetleri yürüten Timur yanında meal mi taşıyordu? Balkanların İslam’la buluşması için mücadele eden Sarı Saltuk heybesinde meal mi taşıyordu? Anadolu’nun İslamlaşması için çalışan Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum unsurları bu işleri mealle mi yaptı? Bu sorular meale ne gerek var maksadıyla sorulmamıştır. Meal kutsamacılığı yapmanın âlemi yok. Türkiye’de üç yüzün üzerinde meal var. Bin tane olsa ne yazar? Ümmetin hangi sorununu çözer. Birileri kırmızı kitabı kutsar, sen hocanın mealini kutsarsın, aranızda ne fark var?
Meal okuyunca imanın ve ahlakın mı artıyor? Başkalarına gol atmak için meal mi ezberliyorsun? Buralarda sıkıntılar var ve bu mesele biraz da derindir. Yanık bir sesle ve yürekten okunan bir Kur’an-ı Kerim’in etkisini meal yapıyor mu? Davudi sesli bir gencin okuduğu ezanın etkisini meal yapıyor mu? Emrullah Hatipoğlu hocaya sorun bakalım: “Hocam ezan sesine gelen turistlerle olan diyaloglarını bir anlat bakalım dediğinizde çok şeyler dinleyeceksiniz; fakat asla meal verdik de sonradan geldi Müslüman oldu cinsinden tek bir hikâye dinlemeyeceksiniz.”
İnsaf dinin yarısıdır derler. İşte size buram buram insaf kokan bir hikâye: Mustafa Sabri Efendi’nin (22 Haziran 1869- 12 Mart 1954 Osmanlı Müderrisi, Meclis-i Mebusan üyesi, Şeyhülislam) .öğrencilerinden Arnavut asıllı Ali Yakup Cenkçiler Hoca her namazdan sonra Osmanlı’ya dua ederdi. “Niçin ebeveyninden önce Osmanlı’ya dua ediyorsun? diye sorulduğunda; “Eğer Osmanlı Rumeli’ye gelmeseydi şimdi ben belki de bir kilisede papaz olacaktım.” der.
Meal yazılmasından ve okunmasından asla rahatsız değiliz. Getirildiği noktaya baktığımızda rahatsızlık duymaktayız. Mezheplerle, cemaatlerle, tarikatlarla, vakıflarla, derneklerle, çay ocaklarıyla, hocalarla bölük pörçük olmadık mı? Şimdi de mealler üzerinden bölük pörçük olmuyor muyuz? Beşeri olan her türlü kutsamaya hayır.
Ömer Naci Yılmaz
.
Sevr Antlaşması İmzalandı Diyenler Cahildir “1”
Ahmet Anapalı, Haber 7 Ağustos ayı çok da gündem de olmasa da esasında tarihimizn acı bir vesikası olan ve...
Ağustos ayı çok da gündem de olmasa da esasında tarihimizn acı bir vesikası olan ve Sultan Vahideddin Han tarafından “tüm musibetlerin anası” şeklinde isimlendirilen “Sevr Barış Projesi” ayı.
Bu belgeyi asla unutmayalım, unutmayalım ki sendelediğimiz an emperyalizmin bize hangi musibet belgeyi dayatacağını iyi belleyelim. Dört sene süren ve bizim mağlubiyetimiz ile sonuçlanan 1. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupanın vahşi devletleri bize bir idam fermanın sundular ve imzalayıp kabul etmemizi istediler.
Ana hatları 24 Nisan 1920′de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920′de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti’ne verildi. Antlaşması’nın kabulünü kolaylaştırmak ve Sevr hükümlerini uygulamak üzere, İtilaf Devletleri’nin teşvik ve desteği ile Yunan ordusu da 23 Haziran 1920′de Anadolu’da ve Trakya’da saldırıya geçti. Bursa’nın, Balıkesir’in, Uşak’ın ve Nazilli’nin ardı ardına işgali ile Sevr’in uygulanmasını sağlamak ve Antlaşma maddelerinde herhangi bir değişikliğe meydan vermemek, Osmanlı Sultan’ı ve Hükümetini zora sokup boyun eğdirmek bu saldırıda esas amaç olmuştu.
Sevr Antlaşması’na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti de yaşama hakkından yoksun bırakılıyordu. Rumeli sınırımız aşağı yukarı İstanbul vilayetine sınır olarak tayin olunuyordu. Batı Anadolu ( İzmir ve havalisi) Yunanlılara verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye’nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa’ya bırakmakta idi. Doğuda Bayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak’ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı.
İstanbul’da ise hükümet ve padişah oturacak fakat, İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlar’da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, hâkimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre, memleket dâhilinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk tâbiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk tâbiyetine de giremeyecekti.
Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı. Diğer taraftan malî ve iktisadî hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclisin yetkilerini hiçe saydıracak şekilde sınırlayıcı ve külfet teşkil eder mahiyette olup, Osmanlı Devleti’ni İtilaf Devletleri’nin müşterek sömürgesi haline, getiriyordu. İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini düzenlemekte ve devletin yetkilerini devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde bağlamakta idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son Hükümdarı Sultan Mehmed Vahideddin Han, bu antlaşmayı kabul ettiği, onayladığı iddiasıyla hainlik vasfını kazanmış bulunmaktadır. Peki, ama Sultan gerçekten böyle rezil bir belgeyi onayladı mı? Ya da onaylamadıysa ortada bulunan bu mevcut ihanet kavramı da nereden çıktı. Şimdi gelin hep beraber bu konu üzerinde duralım ve “Sevr” denilen ucube hakkında ne düşünmüş bir bakalım.
Türk Milleti’nin varlığını yeryüzünden ebediyen silebilmek için bir “ölüm fermanı” olarak hazırlanan Sevr Anlaşması, İtilaf Devletleri tarafından 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır.
Bu sırada büyük bir telaşa kapılan Sadrazam Damat Ferid Paşa da, “Reddedersek hemen Yunanlılar İstanbul’u istila edecek.” iddiasının hâsıl ettiği derin kaygı ve korkunun ve “ne kurtarabilirsek kârdır.” düşüncesinin tesirinde kalarak, kendini antlaşmayı onaylamak mecburiyetinde görmüştür.[1] Fakat fevkalâde ağır maddeler içermesi, padişah kendi isteği ile ya da zorla imzalasa dahi geçerlilik kazanabilmesi için antlaşmayı onaylayacak bir Osmanlı Meclisi’nin bulunmaması (Çünkü Kanun-i Esasi’ye “Anayasaya” göre padişahın onayından evvel meclisin onayı gerekiyordu. Oysa İngilizler tarafından çalışamaz hale getirilen meclis, 11 Nisan’dan beridir kapalıydı.) çok önemliydi. Antlaşma, Türk tarafı adına fiilen kabul edilmemiş, ölü doğmuş ve gerçekleşme imkânı bulunamamıştır.[2]
Mehmet Ocaktan, Karar Edward Said, Filistin Sorunu isimli kitabında, Osmanlı hâkimiyetinin Filistin’de ne verimi azalttığını, ne de bu ülkeyi daha az...
10 Aralık 2017 Pazar 22:12
Mehmet Ocaktan, Karar
Edward Said, Filistin Sorunu isimli kitabında, Osmanlı hâkimiyetinin Filistin’de ne verimi azalttığını, ne de bu ülkeyi daha az Arap yahut Müslüman yaptığını ifade ettikten sonra, bir İngiliz şairinin, George Sandys’in şiirini hatırlatır:
“Süt ve bal akan ülke; yaşamaya elverişli bir dünyanın ortasında ve ılıman bir iklimde, güzel dağlar ve zengin vadilerle süslenmiş, mükemmel sular fışkırtan kayalar; hiçbir bölgesi esenlik ve servetten yoksun değil!”
***
Osmanlı Devleti’nin uyguladığı “millet” sistemi, hâkimiyet tesis edilen topraklarda yaşayan halkların, dillerini konuşmada, inançlarını ve kültürlerini yaşamada serbest bırakılmalarını gerektiriyordu. Bu sistem, emperyalist Avrupa devletleri çomak sokuncaya kadar başarıyla uygulanmış, Ortadoğu ve Balkanlar, daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha yaşanması mümkün olmayan bir huzur ve sükûnu tatmıştı.
Gerçek Arap birliğinin Osmanlı asırlarında gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir. Ortadoğu’nun dinî ve etnik bakımdan en karışık bölgelerinden biri olan Lübnan’da bile Osmanlı hâkimiyetinin güçlü olduğu dönemlerde sağlıklı bir iç barış kurulmuş, bu barış belli ölçüde Fransız manda rejiminin kurulduğu 1920 yılına kadar devam etmişti.
Osmanlı topraklarına ve bu topraklardaki zenginliklere göz diken emperyalizmin yaptığı ilk iş, asırlardır farklı ırk, din ve mezheplere mensup toplulukları bir arada tutan prensiplerin altını oymak, başka bir ifadeyle, ırk, din ve mezhep farklılıklarını düşmanlıklara dönüştürmekti. Bunun için, oryantalizm bir “keşif kolu” olarak kullanıldı. Napolyon, Mısır seferine çıkarken, yanına bir düzine oryantalist almıştı.
***
Balkanlar’da kavmiyetçiliği körükleyerek, Ortadoğu’da ise Arapları kışkırtarak Osmanlı Devleti’ni sarsmaya başlayan emperyalistler, bir yandan da Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı planlıyorlardı. Yahudilerin uzun tarihleri boyunca, en rahat ettikleri, bırakın soykırımı, düşmanlıkla bile karşılaşmadıkları ve sıkıştıklarında sığınabildikleri tek ülke, Osmanlı ülkesiydi. Avrupa, Yahudilerin Filistin’e göçünü teşvik ederek kendi hastalıklarından biri olan antisemitizmi İslâm dünyasına ihraç etmiştir.
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması, Avrupa’da tırmanan antisemitizmin yarattığı problemler dolayısıyla, Almanya ve Çarlık Rusya’sı da dâhil olmak üzere, bütün Avrupa tarafından desteklenmişti. Açıkçası, Ortadoğu’da huzursuzluğun ve istikrarsızlığın temel sebeplerinden biri olan İsrail, antisemitizmin çocuğu olarak doğdu.
***
Ortadoğu’da dört asır boyunca “Osmanlı Barışı”nın (Pax Ottomana) yaşandığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu bölgeyi sürekli patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiren süreç, Avrupa devletlerinin menfaatlerinin bu bölgede kesişmesi ve kritik bir madde olarak petrolün önem kazanmasıyla başladı. Üç büyük dinin de mukaddes saydığı Kudüs’ü bağrında taşıdığı için ayrı bir önem taşıyan Filistin ise sürekli misyonerlik faaliyetlerine sahne oluyordu. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya, burada kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri kurmuşlardı. Filistin, İngiltere için aynı zamanda Hint ulaşım yollarında stratejik bir önem taşıdığı için vazgeçilmezdi.
Filistin’de Yahudiler tarafından bir devlet kurulmak istenmesi ve özellikle İngiltere’nin bu isteğe sempatiyle yaklaşması, Ortadoğu’daki hiç bitmeyecek bir problemin kaynağı olmuştur. Dünya Siyonist Teşkilâtı’nın kuruluşu, Filistin’in kaderini belirleyen bir gelişmedir. Bu teşkilatın ikinci kongresinde Filistin’de devlet kurma kararı çıkmış ve Yahudiler bütün güçleriyle meselenin üzerine gitmeye başlamışlardır. Theodor Herzl’in Osmanlı Devleti nezdindeki teşebbüsleri biliniyor.
Sultan II. Abdülhamid ve daha sonra İttihatçılar, Filistin’e Yahudi göçünün önüne geçmeye çalışmışlardır. Ne var ki Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları bütünüyle önlenebilmiş değildi. Filistin’e asıl büyük Yahudi göçü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin yıkılması sayesinde gerçekleşmiş, böylece Araplar, Avrupa devletleri tarafından bir kere daha hayal kırıklığına uğratılmıştı.
***
Avrupa devletleri, özellikle İngiltere, Osmanlı’nın aşağı yukarı dört asır boyunca, kendine has metotlarla bir arada tuttuğu, peygamberin kavmi oldukları için “kavm-i necip” olarak kabul edip bağrına bastığı Arapları, kısa sürede bölmüş, çil çil altınlar döküp kabile asabiyesini tahrik ederek ayaklandırmışlardır.
Araplar, nasıl bir oyuna getirildiklerini, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı arasında 1916 yılında yapılan, Ortadoğu bölgesinin paylaşılmasına yönelik gizli anlaşma Bolşevikler tarafından açıklanınca anlamışlardı, ama iş işten geçtikten sonra… Osmanlı Barışı, Ortadoğu’da artık bir daha görülmesi mümkün olmayan güzel bir rüya idi. Ve Filistin’in -ah güzel Filistin- kaderinde artık hep acı vardı, kan vardı, barut kokusu vardı.
.
OSMANLI’YA SÖVME ADİLİĞİ
Yılandaki kuyruk acısı, İttihatçı gelenekteki Osmanlı acısı bitecek gibi görünmüyor. Zaman zaman buna dair öfkelerini bastırma gayreti içinde olsalar...
29 Mayıs 2017 Pazartesi 9:32
Yılandaki kuyruk acısı, İttihatçı gelenekteki Osmanlı acısı bitecek gibi görünmüyor. Zaman zaman buna dair öfkelerini bastırma gayreti içinde olsalar da kimi zaman açık veriyor, içlerindeki dillerine yansıyor. Osmanlı’nın bir toplu iğne dahi üretemediğinden bahseden siyasetçi, üniversite talebeleriyle çay içerken üretimden dem vurarak sakız üretmemiz lazım demiş. Kapasite meselesi çok görülmez.
Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızların sayısının neyi temsil ettiği ilkokullarda öğretilmektedir. Daha önce kurulmuş on altı Türk Devleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sembolize eder.
Resmî kaynaklar 16 yıldız için tarihteki 16 büyük Türk imparatorluğunu, ortadaki güneş için ise Türkiye Cumhuriyeti’ni simgelediğini belirtmektedir. Bu Türk imparatorlukları şunlardır: Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu, Avar İmparatorluğu, Hazar İmparatorluğu, Uygur Devleti,Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Harzemşahlar, Altınordu Devleti, Büyük Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu. 17. Devlet “Türkiye Cumhuriyeti“dir. Türkiye Cumhuriyetini temsil eden simgeye ek olarak vurgulayan resim ise bayrağın ortasında yer alan Ay-Yıldız resmidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin on beşinci Türk Devleti olmadığını kendisi hariç herkes bilir. Osmanlı Devleti’ni bir tek toplu iğne üretememekten bahisle on dört tane Türk Devleti’nin de bu yüzden yıkıldığını söylemeye getiriyor. Yaşadığı toprakların Osmanlının milyon kilometre kareleri aşan topraklarının küsuratı olduğunu ve bakiyesi olduğunu unutunca sallayıp duruyor. Osmanlı’nın neler yaptığını anlatmak bu yazının hacmini aşar. Birkaç noktaya değindikten sonra İttihatçı gelenekteki kuyruk acısına döneceğim.
Fatih zamanında açılan Sahn-ı Seman medreseleri İslami ve pozitif bilimlerin gelişmesinde etkili olmuştur. Ali Kuşçu, Fatih döneminin önemli astronomi ve matematik bilginidir. Osmanlı Devleti’nin ilk tıp medresesini, Yıldırım Bayezit, Bursa’da kurmuştur. Fatih zamanında tıp alanında önemli bilim insanları yetişti. Dönemin büyük tıp bilgini Sabuncuoğlu Şerafettin’dir. Cerrahiyefül Hâniye isimli eserinde ameliyat tekniklerini göstermiştir. Molla Lütfi, Sinan Paşa ve Müslihüddin bin Sinan, Bayezit döneminin önemli bilginlerindendir. Yüzyılın ünlü matematik ve coğrafya bilgini Matrakçı Nasuh, eserini Yavuz’a sunmuştur.Kanuni, Mimar Sinan’a İstanbul’da Süleymaniye Camii’ni ve medreselerini yaptırdı. Kanuni döneminde Piri Reis, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde dünyanın yuvarlaklığını, pusulanın kullanımını, Amerika kıtasının varlığını anlatmıştır. 500 yıl önce çizdiği dünya haritası günümüz bilim insanlarını şaşırtmaktadır. İstanbul’da bir rasathane kuran Takiyüddin Mehmet, Güneş ve Ay tutulmalarına ilişkin gözlemler yapmıştır. Osmanlılarda ilk otomatik makineler üzerine ilk eseri Takiyüddin Mehmet yazmıştır.Takiyüddin’in astronomi gözlemleri çağdaşı olan Avrupalı bilginlerden daha net ve dakiktir. 17. yüzyıllarda önemli tarihçiler olarak, Enveri, Amasyalı Şükrullah, Tursun Bey, Kemal Paşazade, Aşık Paşazade, Hoca Sadeddin, Neşri ve Mustafa Selaniki akla gelir. Osmanlı mimarisinde Klasik Dönem denen 15. ve 16. yüzyıllarda pek çok eser ortaya konmuştur. Topkapı Sarayı ve içinde yer alan Revan ve Bağdat köşkleri, İstanbul’daki Kürkçü Han, Sivas’ta bulunan Yeni Han en özgün eserler olarak dikkat çeker.Askeri mimarinin en güzel örnekleri, Yıldırım Bayezit’in yaptırdığı Anadolu Hisarı, Fatih’in yaptırdığı Rumeli Hisarı ve Topkapı Sarayı surlarıdır. Osmanlı Devleti’nin klasik dönemdeki en büyük mimarı Mimar Sinan’dır. Mimar Sinan yaşamı boyunca 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 26 dârülkurra, 17 imaret, 3 dârüşşifâ, 7 su kemeri, 8 köprü, 18 kervansaray, 6 mahzen, 33 saray, 35 hamam, 17 türbe yapmış büyük bir ustadır. Mimar Sinan çıraklık döneminde Şehzade Camii’ni, kalfalık döneminde Süleymaniye Camii’ni, ustalık döneminde Selimiye Camii’ni yaptı.
İstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerekliliğini kavrayan Fatih Sultan Mehmed, bu amaçla Edirne’de dökümhaneler kurdurmuştu. Saruca Usta, Muslihiddin Usta, Urban Usta ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman kişilerin çalıştığı bu dökümhanelerde kendisi de balistikçi gibi bizzat çalışarak topçuluğa katkıda bulunmuştu.
İçeride İttihatçı hainler, dışarıda bilumum İslam düşmanları elbirliği ile Osmanlı’yı yıktılar. Fakat Osmanlı’nın enkazı altında kaldıklarından ikide bir inleyip durmaktadırlar. Geleceğe dair tasavvurları olmayanlar geçmişten intikam almaya çalışırlar. Bunu yaparken de saçmalayıp dururlar. İttihatçı geleneğin temsil ettiği siyasi zihniyetin Osmanlı ile kavgası bitmeyecektir. Zira her seçimde yenildikleri siyasi gelenek, Osmanlı’nın misyonuna sahip çıkan gelenektir. Samimi olarak düşünsünler diyeceğim; fakat onlarda o samimi bir düşünüş erdemi de görmek mümkün değildir. Yıktık, kurtulduk dedikleri Osmanlı misyonunu temsil edenleri, ona sahip çıkan siyasi geleneği bir kez olsun serbest bir seçimde yendikleri, geçtikleri ve siyaseten zafer kazandıkları görülmüş müdür? Elbette hayır. Görünürde belki Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı yenilip duruyorlar; aslında Osmanlının siyasi geleneğine sahip çıkanlara yenilip duruyorlar. İkide bir Osmanlı’ya karşı dil uzatmalarının ve sövmelerinin sebebi budur. Yıktık, kurtulduk dedikleri Osmanlı’nın gölgesiyle bile baş edemeyenlerin ahvali perişanlıktır vesselam. Osmanlı ile uğraşanların, ona dil uzatanların sosyolojik olarak iki yakasının bir araya geldiği ve güldüğü nerede görülmüştür? Bundan sonra da görülmeyecektir. Selçuklumuza, Osmanlımıza ve o geleneğin sahiplerine selam olsun.
Ömer Naci YILMAZ
..
ULUHAKAN, ABDULHAMİD HAN’A KIZIL SULTAN DEMEDİNİZ Mİ?
Bizlere kurmuş olduğunuz eğitim sistemiyle öğretmediğiniz ATA’larımız hakkında söylediklerinizi ve onlara yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz! Size LİDER gelsede bişey...
27 Şubat 2015 Cuma 19:03
Bizlere kurmuş olduğunuz eğitim sistemiyle öğretmediğiniz ATA’larımız hakkında söylediklerinizi ve onlara yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz!
Size LİDER gelsede bişey ifade etmez, sizin beslendiğiniz zihniyetler, peygamber olan Hz. EŞ’İYA a.s.’ ı nasıl testere ile kestiğini, gönderilen peygamberlere nasıl zulüm ettiklerini, en son gönderilen peygambere HZ.MUHAMMED (sav)’e iman etmediklerini çok iyi biliyoruz.
Sizler PEYGAMBER beğenmiyorsunuz ki LİDER mi beğeneceksiniz!
Sizler üç kıtada konsolosluk, büyükelçilik değil İMPAROTORLUK kuran OSMANLIYI, ATALARIMIZI sarayda harem düşkünü olarak göstermiyor musunuz?
Allah rızası için Ümmetin selameti için CİHAD için kıtalar koşturan atalarımızı, uçkur peşinde koşturan ecdad olarak göstermediniz mi?
Sizler Uluhan , Sultan, Cennetmekan AbdulHamid Han’a VATAN HAİNİ, KIZIL SULTAN demediniz mi?
Bizler İdamla yargılayıp hastanede vefat eden ESAD’I ERBİLİ HZ.’ Ni cenaze namazını kıldırmayıp, mezar taşı dikmediğinizi çok iyi biliyoruz…
Bizler Milli Şair Mehmet Akif ERSOY’un evini ablukaya alıp geleni gideni tehdit ettiğinizi, kimi kimsesi yokmuş gibi yansıttığınızı, alelacele kimseye haber vermeyip cenazesini gömmeye çalıştığınızı iyi biliyoruz…
KORKAK diyorsunuz KAÇAK diyorsunuz ya.. Bizler halk iradesinden korkup AÇIK OY, GİZLİ SAYIM’larla gerçeklerden nasıl kaçtıklarınızı, nasıl yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz…
Altın Tepsilerde sizlere sunulan İKTİDAR nimetini çok iyi biliyoruz…
DARBE’ lerle iktidara gelip, Halka nasıl zulmettiklerinizi, Kuran öğrenen büyüklerimizi karakollarınızda nasıl sorguladıklarınızı, samanlıklar içine nasıl saklanmak zorunda bıraktıklarınızı çok iyi biliyoruz…
Kalkmışsınız Kıbrıs beşparmaktan, Kıbrıs zaferinden bahsediyorsunuz. Kıbrıs Fatihi ERBAKAN HOCA’ nın 5 partisini nasıl kapatıp, neden siyasi yasaklı yaptığınızı çok iyi biliyoruz..
Kütahya Dumlupınar, Afyon Karahisar, Uşak, Salihli, Ahmetli, Turgutlu ve İzmir zaferlerinden bahsediyorsunuz, Bizler LOZAN’da neler verildiğini çok iyi biliyoruz.
Türbe Sevginiz artmış, bizler Vefatında TÜRBE yapılacak ECDAD’ımızı nasıl DAR ağaçlarında İDAM ettiklerinizi çok iyi biliyoruz.
Büyük Şeflerinize özenip maazallah iktidara gelirseniz , BASIN’ a neler yapacaklarınızı ağzımız açık izliyoruz…
Sanki Aklı, Mantığı , vatanseverliği, milliyetçiliği ALLAH sadece size vermiş, Bizler bunlardan mahrum kalmışız
ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ TARİH GİZLİ KALMIYOR, VE BİZ ÇOK ŞEYLER ÖĞRENİYOR, SİZLERİ DAHA DA YAKINDAN TANIYORUZ….
16. yüzyıldan başlayarak muhtelif devirlerde başta İstanbul olmak üzere Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerini ziyaret eden seyyahlar, birbirinden çok farklı zamanlarda birbirine çok benzeyen hadiselere şahit olmuş ve bunları da yine birbirine çok benzeyen cümlelerle ifade etmişlerdir. Aslında seyyahların şahitlik ettiği bu hadiseler, Osmanlıların gündelik yaşamına ait sıradan olaylardır; fakat bu sıradan olaylar, Osmanlı’yı, Türk’ü, yani bizi “biz” yapan ruhtur.
Örneğin, dört yüz yıllık uzun bir zaman diliminin herhangi devresinde kapalı çarşıya uğrayan seyyahlar, burada “siyah şapkalarıyla Ermenilerin, kuzu postu içindeki Bulgarların, siyah türbanlarının üzerine eski püskü şallar sarmış Yahudilerin, süslü Rumların” ve sair milletten tüccarların malını satmak için feryad edercesine bağırıp çağırdığını fakat bütün bu hengame içerisinde Türklerin gayet sakin bir şeklide oturup rızıklarını beklediğini söylerler. Rızkını bekleyen Türkler, kahve ve nargile içerler, günlük yevmiyelerini çıkaracak kadar satış yaptıklarında memnun olurlar ve namazı vaktinde kılmayı önemserler. Çünkü Türklerin önceliği, bu dünya değil öte dünyadır.
Seyahatnamelerin ortak özelliklerinden biri de Türklerin alış-verişlerinde bozuk mal, eksik tartı ya da benzeri hilelere tesadüf edilemeyeceği yönündeki şahitliklerdir. Yine Türklerin kendilerine has gururla diğer din mensuplarıyla ne kadar iyi geçindikleri, İstanbul’un birlikte yaşama örneği olarak ne kadar özel bir şehir olduğu asırlık seyahatnamelerin müşterek paragraflarındandır.
Bu ve benzeri örneklerin kısa bir özetini yapmak bile ciltlerce yazı yazmayı gerektir. Bu sebeple kendinden önceki seyyahların görüşlerine de atıfta bulunan eserlerden biri olan Vicente Blasco İbanez’in seyahatnamesinden örnek vermek istiyorum. Şöyle diyor İbanez; “Türkiye’ye yolculuk eden tüm yazarlar bu milletin ne denli haksızca yargılanmış olduğunu görerek öfkelenmiştir. Türk insanı iyi yürekli ve dürüsttür.” İbanez, bu görüşünü desteklemek için çok küçük bir örnek veriyor; “Huyunun yumuşaklığı hayvanlara karşı gösterdiği büyük saygıyla ortaya çıkar. Onlara kötü davrandığı görülmemiştir.”
İstanbul’un köpekleri de seyahatnamelerin değişmez kahramanlarındandır. İstanbul’a gelen, Galata Köprüsü’nden geçen, Yüksek Kaldırım’dan yukarıya çakan tüm seyyahlar, sokaklarda saltanat kuran köpeklerden bahsetmişlerdir. İbanez bu hususta da şöyle diyor; “Ünlü köpekler, burada işte, eski zamanlarda olduğu gibi sokakları dolduruyor, kaldırımları kapatıyor, taşıtların yolunu tıkıyor; sahipleri yok, Türk insanının bütün hayvanlara karşı duyduğu geleneksel sevgi ve şefkattan başka geçimlerini sağlayan şey yok.”
Sokak köpeklerini çirkin, tüyleri dökülmüş ve sokaklarda yürümeyi imkansız hale getiren şehir canavarları olarak hayal eden fakat İstanbul’a geldiğinde onları, pırıl pırıl nazik ve oyunbaz gören birçok seyyah gibi İbanez de şaşırır ve halkın köpeklere olan ilgisini şu örnekle özetler; “Sayıları yüzbinleri bulan sokak köpekleri için bir Fransız tüccar, Osmanlı hükümetine köpekleri itlaf edip postlarından yararlanmayı teklif etmiş, mahallelerdeki Türk halkı öfkelenmiş. Köpeklerini öldürmek ha!”
Ben, seyahatnamelerdeki bu gibi parıltılı cümleleri okuyup bugüne bakınca seyyahların, hayali bir ülkenin masallarındaki kahramanları ve onların başından geçenleri hikaye ettikleri duygusuna kapılıyorum. Sokaklarında köpeklerin saltanat kurmasına izin veren, ticareti vahşice bir yaşam tarzı olarak görmeyen, sürekli kazanmak gibi bir derdi olmayan ve öte dünyayı bu dünyaya tercih eden insanlar, ecdadımız değil de Binbir Gece Masalları’nın kahramanları olmalılar. Yoksa bu kadar kısa zamanda böylesi bir dönüşüm, başkalaşım pek mümkün gibi görünmüyor?
17. asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ve bir Türk icadı olan mahyalar için yabancı seyyahlar, “gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne indirilmesi” derlerdi.
Yahya Kemal Beyatlı’nın mahyanın yüklendiği manayı anlattığı hatırası bu bahsi özetleyecek kuvvettedir.
Oyundaki ağa, kölelerinden birine “Selim!” diye seslenir. Sultan Selim de latife olsun diye “Buyurun!” diye mukabele eder. Bunun üzerine Hayalî, Hacivat’ı Karagözün önüne getirir, “Huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki, affı kabil değildir. Tövbe edip Hacca gideceksin” deyip mumu söndürür.
M. Yahya COŞKUN
Hilal görülüp Ramazan ilan edildiğinde camiler, minareler, mahyalarla süslenir; kapkaranlık İstanbul geceleri bu ışıklarla aydınlanırdı. 17. asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ve bir Türk icadı olan mahyalar için yabancı seyyahlar, “gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne indirilmesi” derlerdi. Yahya Kemal Beyatlı’nın mahyanın yüklendiği manayı anlattığı hatırası bu bahsi özetleyecek kuvvettedir. Mütareke yıllarında, Yunanlılar ve Rumlar ellerinde mavi-beyaz bayraklarla ve çeşitli nümayişlerle İstanbul’un kadim bir Yunan kenti olduğunu haykırmakta, deyim yerindeyse şehri, mavi-beyaza boyamaktadırlar. Türklerin büyük kederler içinde olduğu o günlerde -bir Ramazan akşamı- Yahya Kemal, ecnebi bir arkadaşıyla birlikte Moda’da oturmuş, İstanbul’u izlemektedir. Karşılarında minarelerin aralarına gerilmiş mahyalarla süslenmiş bir İstanbul vardır. Ecnebi arkadaşı bu manzaraya bakıp “Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa, insaniyet güzelliğinden bir alem kaybeder… Rumlar, bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurdular, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlakini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lakin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamen gösterir” demiştir.
Önceki yazımızda da işaret ettiğimiz üzere Osmanlı’da Ramazan’ı dört başlık altında tasnif etmiştik. Bu başlıklardan ilki, Sarayın Ramazan’ı. Bu bahsi açmadan evvel saraydaki Ramazan’ın da devirlere göre farklılıklar arz ettiğini hatırlatmak gerekir. Adet üzere genellikle Recep ayının on ikinci günü Surre Alayı, Kabe-i Muazzama’ya doğru İstanbul’dan yola çıkar; bu vesileyle Ramazan hazırlıkları daha üç aylardan başlardı. Ramazan yaklaşırken sarayda hummalı bir çalışma başlar, özel temizlikler yapılır, mutfakta hazırlıklar tamamlanırdı. Malum, Osmanlı mutfağı çok özel bir mutfaktır ve bu özel ay için de hususi hazırlıklar yapılırdı.
Sarayın Ramazan’ının en belirleyici özelliklerinden biri huzur dersleridir. Genellikle İkindi vakti, padişah huzurunda yapılan ve huzur bulmak ümid edilen bu dersler, devrin en önemli alimlerinin, din adamlarının katılımlarıyla gerekleşir; başta Beyzavi Tefsiri olmak üzere tefsirler okunur, ders bitiminde de hocalara bohçalar, hediyeler takdim edilirdi. Tayyâr-zade Atâ, Tarih-i Enderun’unda huzur derslerinin, devletin kurulduğu zamanlardan itibaren daimi suretle icra edildiğini yazar.
Elbette sarayın iftarı da diğerlerininkinden farklıydı. Başta padişah sofrası olmak üzere, haremde ve diğer devlet ricalinin önünde kurulan sofralar, çok zengindi. Çeşit çeşit iftariyelikler, büyük sürahiler içinde envai çeşit şerbetler, şuruplar ve tabii yazmakla bitiremeyeceğimiz diğer yemekler bulunurdu. Sarayda iftarlar verilirdi; elbette kimin geleceği, kaç kişinin yemek yiyeceği önceden hesaplanır ve güvenlik tedbirleri de alınırdı. Ramazan’ın ilk gününden nihayetine kadar devlet erkânı, ümera, zabitan, askeri mektep öğrencileri ve diğerleri yüzlerce yuvarlak tahta sofranın etrafına oturur, yemeklerini yer, ayrılırken de diş kiralarlını alırlardı. Malum, diş kirası “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” demektir. 2. Abdülhamit devrinin donanma zabitlerinden Emin Efendi, hatıratında, bir yıl zabitlerin hem Ramazan başında hem de sonunda iftar-ı seniyyeye davet edilip iki defa diş kirası aldıkları söyler ve bunun neredeyse bir servet demek olduğuna dikkat çeker.
Saray Ramazan’ına belki de en büyük manayı veren ise teravih namazıdır. Sarayda teravih, dışarıdaki gibi hızlı kılınmaz, bilakis aheste aheste ve her dört rekatın ardından neredeyse bir dört rekatlık namaz vakti beklenilerek, musiki icra edilerek kılınırdı. Enderun teravihi denen her rekatte ve aralarda farklı makamlarda ilahiler okunarak, musiki icra edilerek kılınan bu namaz, saray Ramazan’ının en önemli cüz’üdür. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, saraydaki teravih namazlarıyla alakalı şöyle latif bir hikaye paylaşır: Sultan İkinci Mahmut, teravih namazının ilk dört rekatı kılındıktan sonra müezzinlik makamında bulunan Dede Efendi’ye, sonraki ilahinin şevkefza makamında okunmasını istediğini bildirir. O zamana dek henüz şevkefza makamında bir ilahi yapılmamış olduğundan diğer müezzinler ne yapacaklarını şaşırırlar. Dede Efendi ise “Hele namazı kılalım” der. Dört rekat tamamlanıp imam selam verdiğinde Dede Efendi, mezkur makamda bir ilahi söylemeye başlar. O dört rekatta şevkefza makamında bir ilahi bestelemiştir. Ziyadesiyle musiki bilgisi bulunan 2. Mahmut da bu besteyi fark etmiş, beğenmiş ve Dede Efendi’yi taltif etmiştir.
Ramazan denilince akla ilk gelen fakat maalesef günümüzde neredeyse kadim oyunlardan hiçbirinin oynatılmadığı Hacivat ile Karagöz’ü de analım. Yine Ali Rıza Bey şöyle anlatır: Hayalî Hafız, Sultan 3. Selim’in huzurunda Karagöz’ün Ağalığı isimli bir oyun oynatmaktadır. Oyundaki ağa, kölelerinden birine “Selim!” diye seslenir. Sultan Selim de latife olsun diye “Buyurun!” diye mukabele eder. Bunun üzerine Hayalî, Hacivat’ı Karagözün önüne getirir, “Huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki, affı kabil değildir. Tövbe edip Hacca gideceksin” deyip mumu söndürür. Sultan, alınmadığını söylese de Hayalî, “Ben böyle bir gaf yapmamalıydım. Madem yaptım; bu, sanatımı icra edemiyorum demektir” der ve bir daha Küşteri Meydanı’na çıkmaz.
Ramazan-ı Şerif’in on beşinci günü Hırka-i Saadet’i ziyaret etmek, saray Ramazan’ın değişmez merasimlerinden biriydi. Padişah, şehzadeler, sultanlar, kadın efendiler, ikballer, daha sonraları devlet ricali, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet’i ziyaret edip yüzlerine sürerlerdi. Bu adet-i kadime, sultanlar ve harem, Topkapı Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra da devam etmiş hatta daha mutantan hale gelmiştir. Bu husustaki ayrıntılar birçok hatıratta mevcuttur.
Yine Şehr-i Şerif’in on beşinci günü Yeniçerilere baklava ihsan edilir, her on kişilik nefere bir tepsi baklava verilerek Hırka-i Saadet’in ziyaret edildiği gün, askerlerin ağızları tatlandırılırdı. Kadir Gecesi’nde ise yine bir alay düzenlenir ve alâ-yıvâlâ ile Ayasofya Cami-i Şerif’ine gidilirdi. Sonraki dönemlerde Tophane’deki Nusretiye Camii ile Yıldız’daki Hamidiye Camii’ne gidildiği de olmuştur.
Konaklarda iftarlar, Şehr-i Şerif’e uygun olarak seremonilere dönerdi. İnsanlar sofraların başına oturur; hizmet edenler, sofranın başından her biri, oturanların tam dizlerine gelecek şekilde peşkirleri atarlar; fincan ve çubukları hazır ederlerdi. Hizmetçinin, peşkiri uzak mesafeden başarılı bir şekilde atması onun maharetini, ev sahibinin de ne kadar mahir hizmetçilere sahip olduğunu gösterirdi.
M. Yahya Coşkun
Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın ikinci başlığı, zenginlerin Ramazan’ı. Bu Ramazan’lar, genellikle konaklarda yaşanır. Ve konaklardaki Ramazan’ın en özel parçası da şüphesiz, iftarlardır. İnsanlar, birbirlerini iftara davet eder, birbirinden güzel sofralar kurar; yemeklerini ise bol tutarlardı. Çünkü iftara kaç kişinin geleceği genellikle önceden tahmin edilemezdi. Fakir fukara, davet beklemeden konaklara gidip iftar yapabileceğini bilir, bir kapıyı çaldığında hiç kimse ona hiçbir şey sormazdı.
Konaklarda iftarlar, Şehr-i Şerif’e uygun olarak seremonilere dönerdi. İnsanlar sofraların başına oturur; hizmet edenler, sofranın başından her biri, oturanların tam dizlerine gelecek şekilde peşkirleri atarlar; fincan ve çubukları hazır ederlerdi. Hizmetçinin, peşkiri uzak mesafeden başarılı bir şekilde atması onun maharetini, ev sahibinin de ne kadar mahir hizmetçilere sahip olduğunu gösterirdi. Top patlayıp ezan okununca önce envai çeşit iftariyelikler yenir, çorba içilir; sonra yemeğe ara verilirdi. Bu ara, namaz arasıdır. Namazlar kılınır, bu arada tiryakiler tütünlerinden birer nefes çekerler; sonra tekrar sofraya oturup yemeklerine devam ederlerdi. Bu, aslında bu gün bile doktorların teşvik ettiği yeme biçimidir. İftar sofralarında her daim sirke bulundurulur; iştah açıcı olarak sirke içilirdi.
Konaklarda da sarayda olduğu gibi diş kirası verilir, iftara gelen misafirlere, “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” diyerek kadife keseler içinde paralar verilirdi.
Konak iftarlarını birkaç tarihi hatıra ile zenginleştirelim. Bir gün Yusuf Kamil Paşa, kabine üyelerini Bebek’teki yalısına iftara davet eder. Yemeğin sonunda da misafirlerine güzel çilekler ikram eder. Fakat kendisi dalgınlıkla çileği tuza bandırıp öyle yer. Yüzü buruşan Sadrazam, kabine üyelerinin haline güldüğünü görünce, “Aslında iyi oluyor, siz de deneyin” der. El mecbur, çileklerini tuza bandırıp yiyen kabine üyelerinden birkaçı, “Hakkınız varmış efendim, pek güzel oluyormuş” derler. Sadrazam, yüzünü buruşturup somurtan musahibe, “Sen ne diyorsun?” diye sorar. “Aman paşam! İftar sofrasında neyse ama bunlar, kabinede de aynısı yapıyorlar” der.
Sultan 2. Mahmut devrinin şeyhülislamlarından el açıklığı, kibarlığı ve cömertliğiyle bilinen Dürrizade Abdullah Mola’nın konağında verilen iftarlar da şehrin dilindedir. Şeyhülislamın iftar sofraları hakkındaki methiyeler 2. Mahmut’un da kulağına gelmiş; sultan da anlatılanları pek mübalağalı bulduğunu söylemiştir. Fakat sultanın aklına takılmış olmalı ki, bir gün maiyetiyle birlikte dolaşırken iftar vakti Abdullah Molla’nın Doğancılar’daki konağına giriverir. Başta sultan olmak üzere böylesi bir kalabalığın konağa gelmesiyle telaşa kapılan kahya ve uşaklar ne yapacaklarını şaşırırlar. Dürrizade, çalışanları teskin eder, ardından yemekler yenir. Sultan, yemeklerin nefasetini takdir ettiği gibi yemek kaplarının da çok zarif olduğunu söyler; yalnız hoşafın kabının diğerleri gibi müzeyyen olmadığını ifade eder. Dürrizade ise, “Kulunuz, hoşafın lezzetini bozmasın diye buz hoşafın içine attırmıyorum. Buzdan kase yaptırıp hoşafı içine koyduruyorum; bu sebeple kase pek müzeyyen değildir” der. Sultan, kasenin buzdan yapıldığını anlamadığı için “Pek utandım” demiş ve Dürrizade’ye “Sizin aşçı pek mahir; istersen sizin aşçı ile bizimkini değiştirelim” diye iltifat eder.
Kahvehaneler, fukaranın Ramazan’ında önemli bir yerde durur; özellikle teravih sonrası kahvehaneler çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Kimi kahvelerde Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı okunur, kimisinde ise Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Hem kahvelerde hem de sokaklarda bulunan dilencileri de anmazsak olmaz. Çünkü “Ramazan, dilencinin bayramıdır” denir.
M. Yahya Coşkun
Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın üçüncü başlığı, fukaranın Ramazan’ı. Fukaranın Ramazan’ını anlatırken fakirleri de ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bâbta, el açıp dilenen dilencilerle, zengin sınıfının altında bulunan, konaklarda yaşamayan ama kendi yağıyla da kavrulan geniş halk kitlesini birbirinden ayırmak gerekir. Öncelikle bu kesimden bahsedelim.
Geniş halk kitlesini oluşturan bu insanlar, Ramazan’dan önce evlerini temizledikleri gibi kendilerini de temizlemek için hamama giderler. Ramazan’da, kendisini manevi olarak temizleyeceğine inananlar, Şehr-i Şerif’e hürmeten bedenlerini temizlemek için hamam yolunu tutarlar. Osmanlı devrinde her zaman özel olan hamama gitme hadisesi, Ramazan öncesinde ise törene dönüşüyor desek mübalağa etmiş olmayız. Hanımlar, hamam öncesi bohçalarını, temiz elbiselerini, orada yiyecekleri yemekleri hazırlarlar. Eğer varsa evin küçük çocuğu, yoksa bakkal çırağını hamama gönderip hamam sorumlusuna ertesi gün hamama geleceklerini söyletirler ve hamamda ailenin yeri ayrılır. Eğer evde yaşlı bir hanım varsa onu da götürebilmek için araba çağrılır; araba mahalleye geldiğinde o ailenin hamama gidişi bir anda mahallenin mevzuu haline gelir. Mahalleli, biraz da imrenerek bu hadiseyi konuşur ve tez zamanda kendilerinin de hamama gitmesi gerektiğine karar vererek bu mevzuu bitirirler.
Ramazan-ı Şerif’de halk, imkanı nispetinde misafir ağırlamak ister. Gücü yetenler birilerini davet edip onları ağırlar, gücü yetmeyenler ise başkalarına misafir olurlar. Halkın sofrasında genellikle bulgur pilavı, ayran ve işkembe çorbası bulunur, halk özellikle Ramazan’da işkembeye pek rağbet ederdi. Yine pastırmalı yumurta, iftar sofralarında, çok meşhurdu. 16. asırdan itibaren domates, patates gibi sebzeler piyasaya girmeye başlayınca onlar da iftar sofralarında kendilerine yer bulmaya başladı.
Fakat Ramazan’ın halktaki karşılığı, iftar sofrası değil bizatihi dinin kendisidir. Halk, bu ayı en iyi şekilde değerlendirebilmenin derdindedir. İnsanlar sabah nazmından sonra uyur, öğlen vakti kalkıp camiye gider, orada mukabele takip eder, cami önlerindeki sergileri izler ve ikindi sonrası maaile türbe ziyaretlerinde bulunurdu.
Cami önlerinde açılan sergilerde, Kuran-ı Kerim, hat levhaları ve başkaca sanat eserleri ile İran’dan ve Çin’den gelen çay takımları, halılar ve kumaşlar satışa sunulurdu. Müslim, gayr-i müslim ahali buraya gelip alışverişini yapar, cami önleri de müşterisi bol sergilere ev sahipliği yapmış olurdu.
Türbe ziyaretleri, halkın gündemini epey meşgul eder; İstanbul’daki evliya protokolüne uygun olarak veliyullah ziyaret edilirdi. Önce mihmandar-ı Rasul Ebu Eyyub El-Ensari, Hz. Yuşa, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Sinan Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri ve diğerleri sırayla ziyaret edilirdi.
Halkın gündemi Ramazan olduğu için gündelik konuşmaların merkezinde de hangi camide hangi müezzinin bulunduğu, hangi müezzinin sesinin daha tesirli olduğu, hangi vaizin daha iyi hitap ettiği gibi meseleler olurdu. Nüktedan hocaların vaazları özellikle tercih edilir, böyle hocaların şöhretleri çok çabuk yayılırdı. Bir gün mahallenin kadınları toplanıp böyle bir hocanın vaazını dinlemeye gitmişler. Hoca, kelamın şehvetine kapılmış; erkeklere, “eğer cennetlik olursanız şöyle hurileriniz olacak” diye anlatıyormuş. Bu esnada perdenin arkasında bulunan kadınlardan biri perdeyi aralayıp “Hocam peki biz ne olacağız?” diye sormuş. Hoca, kadına şöyle bir bakmış, “Otur kadın, otur! Seni de bir alan bulunur elbet” demiş.
Ramazan’dan önce evkaf nezareti, cami ve mescitlere aydınlatmada kullanılmak üzere bol miktarda zeytinyağı gönderirdi. Fukaranın biri, Ramazan’da, her gece eline kocaman bir somun alıp camiye girer ve ekmeğini zeytinyağına bandırıp yermiş. Bir gün müezzin, zeytinyağının çok çabuk eksildiğini fark etmiş ve gece camide kalıp neler olduğuna bakmak istemiş. Bakmış ki, gece bir fukara gelmiş, bir taraftan ekmeğini banıp zeytinyağını yiyor, bir taraftan da tekerleme söylüyor. Fukaranın tekerlemesi şöyle: “Zeyt, zeytullah. Beyt, beytullah. Ene Abdullah” (Zeytin, Allah’ın zeytini. Ev, Allah’ın evi. Ben de Allah’ın kuluyum) Kendince yaptığı işi de meşrulaştırırken müezzin eline bir sopa alıyor ve tekerlemeye şu cümleyi ilave ederek fukarayı uzaklaştırıyor: “mintarafillah” (Bu da Allah tarafından)
Kahvehaneler, fukaranın Ramazan’ında önemli bir yerde durur; özellikle teravih sonrası kahvehaneler çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Kimi kahvelerde Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı okunur, kimisinde ise Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Hem kahvelerde hem de sokaklarda bulunan dilencileri de anmazsak olmaz. Çünkü “Ramazan, dilencinin bayramıdır” denir.
İstanbul’da dilencilik ise kesinlikle ayrı ve özel bir bahistir. İstanbul dilencileri ikiye ayrılır. Birincisi yerli, İstanbullu dilenciler, ikincisi, taşradan gelenler. İstanbullu dilenciler de sabit ve seyyar olanlar diye ikiye ayrılır. Sabit olanlar, genellikle cami ya da türbe önünü mesken bellemiş ihtiyarlardır. Seyyarlar ise kaside ve maval okuyan kimselerdir. Namaz çıkışlarında, kahvehanelerde kasideler okuyan bu dilenciler, yüzlerce beyti ezberden okuyabilirlerdi.
Gece, çocuğun bilinmezidir. Çocukların hayallerini süsleyen kahramanlar da korkularını besleyen canavarlar da geceleri yaşar. Erken yatıp erken kalkmak mecburiyetinde olan çocuklar, geceleri hep büyüklerin zamanı olarak kabul eder. Ancak Ramazan geldiğinde, çocuklara büyüklerin esrarlı zamanın kapıları açılır. Hele bir de çocuk, sahur zamanı uyanır ve büyüklerin, gecenin bir vakti bir şeyler yaptığını görürse onun için Ramazan geceleri daha da esrarengiz bir hal alır.
M. Yahya Coşkun
En genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız Osmanlı’da Ramazan bahsinin diğer bir başlığı da “Çocukların Ramazan’ı” olmalıdır. Asırlar evvelki çocuklar, Ramazan-ı Şerif’in gelmesini dört gözle beklerdi desek mübalağa etmiş olmayız. Evvela Ramazan geldiğinde okul hafifler, mektepler yarım azad olurdu. Bu bile tek başına çocukların Ramazan’ı beklemesi için yeterliyken buna bir de gece oyunlar oynama serbestliğini ilave edince çocukların niçin Ramazan’ı sevinçle beklediği anlaşılmış olur.
Gece, çocuğun bilinmezidir. Çocukların hayallerini süsleyen kahramanlar da korkularını besleyen canavarlar da geceleri yaşar. Erken yatıp erken kalkmak mecburiyetinde olan çocuklar, geceleri hep büyüklerin zamanı olarak kabul eder. Ancak Ramazan geldiğinde, çocuklara büyüklerin esrarlı zamanın kapıları açılır. Hele bir de çocuk, sahur zamanı uyanır ve büyüklerin, gecenin bir vakti bir şeyler yaptığını görürse onun için Ramazan geceleri daha da esrarengiz bir hal alır.
19. asrın sonlarına kadar sokaklarında ışık bulunmayan, insanların ellerinde fenerlerle ancak gözünün ucunu aydınlatabildiği kapkaranlık ve ıssız İstanbul geceleri, Ramazan gelince canlanır; insanlar, gece yaşamaya başlardı. Binlerce insanın ellerinde fenerlerle karanlık sokaklarda yürümesi, yıldızların yeryüzündeki dansına dönüşür, seyyahlar bu tabloya hayran kalırdı. İşte çocuklar da bu efsunlu dünyaya adım atarlardı.
Gündüz sokaklardan çanak, kiremit toplayıp fişek ve mehtaplar alan çocuklar, gece bu malzemelerle ışıklı bir yol oluştururlardı. Uzaktan feneriyle gelen birini gördüklerinde “Bakkalda üzüm, fenerde gözüm” diye bir tekerleme tuttururlar, yolcuyu kendi ışıklı yollarına çekerlerdi. Ahali de bu oyunu bildiğinden çocukların ışıklı yolundan geçer, onlara fişek ve maytap parası vererek bu mübarek ayda çocuk sevindirirdi. Ancak ara sıra acelesi olan ya da yeteri kadar yardımda bulunduğuna inananlar da olur, onlar çocukların ışıklı yoluna girmezdi. İşte o zaman çocuklar bu gibi yolculara saldırır, onların fenerlerini kırarak gece vakti ışıksız bırakırlardı. Kimi zaman bu hadiselerin büyüyüp karakola taşındığı bile olmuştur.
Bu gibi hadiseler yaşanınca kimi çocuklar, aşırı gidildiğini düşünür, arkadaşlarına kızarlardı. Arkadaşları da onları “muhallebi çocuğu” olmakla suçlardı. Malum muhallebi, baş üstündeki tabla ve kutularda seyyar satıcılar tarafından satılan tatlılara göre daha pahalıdır. Bu sebeple muhallebiyi biraz daha zengin olan çocuklar yer, fukara çocukları da onları muhallebi çocuğu diye çağırırdı.
“Yukardan geliyorum Memo
Aç kapıyı göreyim kim o
Hemiaspro, hemikokkino
Vay ne güzeldir keten helva” diye bağıran helvacı, hem Ramazan’da hem de diğer zamanlarda çocukların en sevdiği satıcıdır ve çocukların en çok tükettiği tatlı, helvadır desek yanılmış olmayız.
Okulları hafifleyen, geceleri sokaklarda oynama şansına erişen çocuklar, Ramazan’da aileleri ile birlikte İstanbul’u da gezer ve bundan memnun olurlardı. Aileler, türbe ziyaretleri vesilesiyle muhakkak Eyüp’e uğrar, Eyüp’e gidince de çocuklarına oradaki meşhur oyuncakçılardan oyuncaklar alırlardı. Yine çocuklar, yatsıdan sonra camilere gider, teravihte türlü yaramazlıklar yaparlardı.
İnsanların herkese yardım etmek istediği ve özellikle de çocuk sevindirdiği zamanlarda Şehr-i Şerif’te çocuk olmak muhakkak ki çok keyifliydi.
..osmanlı 'da ilk nüfus sayımı 1831 yılında askeri ve vergi toplama amaçlı olarak; ii.mahmut zamanında yapılmıştır. bu dönemden sonra da yapılan sayımlar genelde aynı amaçla yapılmıştır. bu sayımlarda kadınlar sayılmamıştır. bu tüm dünyada olan bir durumdu. askerlik bir erkek mesleği iken vergi alınabilecek ticaret, esnaf ve çiftçilerde erkeklerden müteşekkildi. tarihi bugünle okumak hep yanlışa çıkar.
.OSMANLI’DA MODERN ANLAMDA YAPILAN İLK NÜFUS SAYIMINA GÖRE DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI Hasan YÜKSEL* Osmanlı İmparatorluğu’nda daha önce gerçekleştirilen nüfus sayımlarında sadece erkek nüfusunun tespitine yönelik sayımların yapıldığı ve ancak, 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımda kadınlara yer verildiği belirtilmektedir. Halbuki, halen Cumhuriyet Üniversitesi Tarih Bölümü Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divriği’ye ait iki ciltlik 1870(H.1286) tarihli Esas Nüfus Defterleri’ne bakıldığında, 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımın aslında, 1870’te gerçekleştiği ve bu sayımda kadınların da nüfusa yazıldığı görülmektedir. İşte burada, İmparatorlukta modern anlamda yapılan bu ilk nüfus sayımında yer alan verilerden hareketle, o günkü bir Anadolu kasabasının hane nüfusunun sayısal olarak büyüklüğüne; kadın erkek nüfus oranına, nüfusun yaş ortalaması ile doğurganlık ve ölüm oranlarına dair bilgi edinilmeye çalışılacaktır. Ayrıca defterlerde başta hane reisi olmak üzere hanede çalışan veya çalışabilir durumdaki nüfusun mesleği, meşgalesi yıllık kazancı ve bu yıllık kazançtan alınan vergi nispeti belirtilmiş olduğundan bu veriler de değerlendirilecektir. Böylece, imparatorlukta modern anlamda ilk kez yapılan bir nüfus sayımındaki verilerden hareket edilerek 1870’lerde bir Anadolu kasabasının kırsal alanındaki yaşamının genel görüntüsü verilmeye çalışılacaktır. GİRİŞ Osmanlı İmparatorluğu’nda başlangıçtan itibaren, tımar sisteminin bir gereği olarak, XVII. yüzyıla değin belirli periyotlarla tahrir denilen bir sayım ve yazım uygulanmıştır. Bu yüzyıldan itibaren de bu uygulamanın düzensiz yapılan bazı yoklamalarla sürdürüldüğü görülmektedir. Ancak 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin kurulduğu tarihe kadar, imparatorlukta artık benzeri bir sayım ve yazım faaliyetine rastlanmaz. Fakat yeni kurulan orduya insan ve mali kaynak temini gibi bazı sorunların yeni bir nüfus sayım ve yazım gereğini ortaya çıkardığı; bunun üzerine 1830 sonlarında tamamlandığı söylenilen sayımda Sivas Eyaleti’nin sayımının da yapıldığı belirtilmektedir1 . Ancak, Sivas İl Nüfus Müdürlüğü Arşivi’nde yer alan defterlere bakıldığında, bu nüfus sayımına ilişkin en erken tarihli nüfus sayım defterinin 16 Nisan 1831 (15 Zilka’de 1246) tarihli Gelmüfad Kazası’na ait olduğu görülmektedir. Tanzimat’ın ilanından sonra askeri ve mali alanda yapılan düzenlemelerin, yeni bir nüfus sayımını gündeme getirmesi üzerine 1843’te imparatorlukta yaşayan müslim ve gayrimüslim erkek nüfusunun tespiti kararlaştırılmıştır. Bu karar üzerine 1262/1845’te yapılan nüfus sayımında daha önceki uygulamalarda olduğu gibi sadece erkek nüfusun yazıldığı görülmektedir ve bu sayım defterleri Mart 1873(Mart 1289) tarihine kadar kullanılmıştır (bkz. Yüksel &Yüksel, Kış 1995, s. 29-31). Bu tarihten sonra yeni bir nüfus sayım ve yazım gereğinin ortaya çıkması üzerine 1874’te Şura-yı Devlete yeni bir Sicil-i Nüfus Nizamnamesi hazırlatılıp, 5 Temmuz 1881’de II. Abdülhamid’e onaylatılıp yürürlüğe konulduğu ve bu nizamnameye dayanılarak 1882’de yapılmaya başlanan sayımda, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez kadınların da sayımı yapıldığı ve sicile yazılan herkese bir nüfus tezkeresi verildiği belirtilmektedir (Bkz. Akbayar, 1985, s. 1241). * Prof. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, 58140, Sivas. E-mail: yuksel@cumhuriyet.edu.tr 74 H. YÜKSEL Halbuki burada üzerinde durulan ve halen Cumhuriyet Üniversitesi Tarih Bölümü Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divriği’ye ait iki ciltlik Esas Nüfus Defterleri’nin 1870(H.1286) tarihinde tutulduğu görülmektedir. Daha doğrusu böylece söz konusu nizamnameye dayanılarak ancak 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımın aslında, 1870’te gerçekleştiği ve bu sayımda kadınlara da yer verildiği görülmektedir (DEND.1286, C.2, No: 137; C. 3, No:143). SEKA’ya giden miadı dolmuş resmi evrak arasında, Cumhuriyet Üniversitesi İnkılâp tarihi okutmanı Faruk Aburşu’nun gayretiyle ayıklanarak Tarih Bölümü Kütüphanesi’ne kazandırılan 28 cilt defter arasında yer alan bu iki ciltlik büyük boy nüfus defterlerinin üzerindeki numara ve kayıt sırasına bakıldığında üç cilt oldukları anlaşılan bu sayım defterlerinin birinci cildi kayıptır ve muhtemelen SEKA’ya gitmiştir. Elde ikinci ve üçüncü ciltleri kalan bu sayım defterlerinin ikinci cildi, “Divriği kazasının Cami-i kebir Mahallesi bakiyesi” ile başlamakta ve devamında 34 hanesi bulunan Bahçe Mahallesi ile 23 haneli Küçük Hüseyin Mescidi Mahallesi yer almaktadır. Bu ikinci defterde Divriği’ye ait 63, üçüncü defterde ise 64 olmak üzere; toplam 127 köyün nüfusu hane hane kaydedilmiştir. Burada, İmparatorlukta modern anlamda yapılan bu ilk nüfus sayımında yer alan verilerden hareketle, o günkü bir Anadolu kasabasının hane nüfusunun sayısal olarak büyüklüğüne; kadın erkek nüfus oranına ve hanedeki fertlerin kuşak ve akrabalık açısından birbirleriyle olan ilişkisine bakılacaktır. Hakeza, hane fertlerinin doğum ve ölüm kayıtları ve yaşlarına dair mevcut verilerden nüfusun yaş ortalaması, doğurganlık ve ölüm oranlarına ilişkin bilgiler edinilmeye çalışılacaktır. Defterlerde başta hane reisi olmak üzere her hanede çalışan veya çalışabilir durumdaki nüfusun mesleği, meşgalesi yıllık kazancı ve bu yıllık kazançtan alınan vergi nispeti belirtilmiş olduğundan bu veriler de değerlendirilecektir. Bu defterlerde kadınlardan ziyade erkek nüfusun çok sıkı bir şekilde takip edildiğine dair veriler üzerinde durulacak; ayrıca defterlerdeki mektûm (saklı) nüfustan söz edilecektir. Böylece, imparatorlukta modern anlamda ilk kez yapılan bir nüfus sayımındaki verilerden hareket edilerek 1870’lerde bir Anadolu kasabasının öncelikle kırsal alanındaki yaşamın genel görüntüsü verilmeye çalışılacaktır. Çünkü az önce değinildiği üzere eldeki defterlerde kaza merkezine ilişkin 85 hane gibi çok az bir kayıt yer almakta; halbuki bu döneme ilişkin 1308/1890 Tarihli Sivas Vilayet Salnamesi’ndeki kayıtlarda kaza merkezinin 2032 haneden oluştuğunu görülmektedir3 . Bununla beraber kaza merkezine ilişkin bu veriler de araştırmaya dahil edilmiştir. DEFTERLERDEKİ KAYIT SİSTEMİ Divriği kırsalına ilişkin bu 127 köyün nüfus kayıtlarını irdelemeden önce, 1870’te gerçekleştirilen sayım sistemi hakkında genel bir kanaate varmak için söz konusu defterlerdeki kayıt sistemine dair bazı bilgilerin verilmesi gerekir. 1870’te gerçekleştirilen bu sayıma ilişkin Esas Nüfus Defterlerindeki kayıt usulüne bakıldığında, sayıma tabi tutulan yerleşim birimlerindeki nüfusa ilişkin bilgilerin, kaydedilen nüfusun tespit ve takibinde kullanılabilecek bilgiler olduğu görülmektedir. Söz gelimi yazımı yapılan hanenin eğer varsa aile lakabı, hane reisinin baba adı ve daha sonra ailede yer alan fertlerin isimleri, doğum tarihleri, yaşları; ayrıca birbirleriyle olan akrabalık dereceleri ve yine en başta hane reisi olmak üzere çalışabilir durum ve yaştaki erkek nüfusun mesleği, sanatı, temettu denilen yıllık DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 75 kazancı ve bu kazançtan alınan vergi miktarı; başka bir yere gitmiş ise gittiği yerin adı; keza alil, malul, mecnun, kötürüm gibi amel-mânde (çalışamaz) durumdaki erkek nüfusun da mevcut durumunu açıklayıcı bilgilere yer verilmiştir. İmparatorlukta, 1870 sayımından daha önce 1830, 1831 ve 1845 tarihlerinde gerçekleştirilen bütün sayımlarda da her ne kadar kadınlara yer verilmemiş ise de, aynı amaçlar doğrultusunda benzeri yöntemler kullanılmıştır (bkz. Gökçe, 1991; Çadırcı, 2002; Mert, 1993; Yüksel &Yüksel, Kış 1995 ). İkinci defterin yarısına kadar, (Kesme karyesinin 25. hanesine (Adet-i Umumi: 4541) hane fertlerinin hem doğum tarihleri ve hem de yaşları rakamla kaydedilmişken buradan itibaren sadece doğum tarihleri yazılmış ve yaşlarının yazılmasından vazgeçilmiştir4 . Defterlerdeki nüfus tespitine yönelik bu temel bilgilerden sonraki, “melhuzât” (yani muhtemelen olabilir durumlar) kısmındaki bilgiler ise terk-i vatan edenler, yeni doğanlar, daha önce çalışmak veya askerlik için bir yere gidenler veya evine dönebilenler ya da iskân için yeni gelenler veya muhtemelen askere gitmemek için sayım sırasında saklı kalanlar (ketim) ile ölenlere dair kayıtlardan oluşmaktadır. 1870 (1286)’te gerçekleştirilen bu sayıma ilişkin defterlerin daha doğrusu sayım kütüklerinin üzerindeki ölüm kayıtlarına bakıldığında bu defterlerin 1909 (1327) tarihine değin işlem gördüğü anlaşılmaktadır 5 . Gerçekten bazı nüfus müdürlüklerinde 1327’de köylere ilişkin yeni bir sayımın yapıldığı görülmektedir (KEND, 1327)6 . 1830’larda veya 1845 (1266) tarihlerinde gerçekleştirilen nüfus sayımları 7 ile 1870(1286)’te yapılan sayım arasındaki en belirgin fark, sonuncusunda kadınların da kayıt altına alınmaları olmuştur. Daha doğrusu bu defterlere bakıldığında, yazım esnasında sayımı yapılan hanedeki yaşayanların cinsiyet ayırımına tabi tutulmadan kayıt altına alındıkları görülmektedir. Ancak, bu sayımdan sonra vuku bulan doğum, ölüm, evlenme veya muhtelif sebeplerle başka bir yere giden veya gelenlere ilişkin, daha sonra yapılan kayıt ve işlemlere bakıldığında 1870’ten önce yapılan sayımlarda olduğu gibi sadece erkek nüfusun sıkı bir şekilde takip edildiği daha doğrusu kayıt altında tutulmak istendiği anlaşılmaktadır. Daha doğrusu, önceki nüfus sayımlarında olduğu gibi (bkz. Bingöl, 2001, s. 60) burada da temel amacın askerliğe elverişli Müslüman erkek nüfusun saptanmasıdır. Kadınlara ilişkin doğum ölüm, evlenme gibi işlemlere ait kayıtlar azalmaktadır. İlk sayımdan itibaren doğum, ölüm, çalışmak veya başka bir gaye ile nereye gittikleri ya da nereden ve ne için geldikleri sıkı bir şekilde takip edilen erkek nüfusun, sonradan vuku bulan evlilik işlemlerinin takip edilmediği görülmektedir. Mesela, Kal’adibi Karyesi’nde 51 yaşında olan Kara Musa oğlu Ahmet b. Musa yılda 500 kuruş geliri (temettüsü) olan bir keresteci, zevcesi 49, Sadık adındaki oğlu 16, Hasan 7, Hüseyin 3, Sanem 1 Hanım 10 ve Elif 5 yaşlarında olan erkek ve kız çocukları var. Sadık adındaki oğlunun ne zaman evlendiği kaydedilmemiş fakat 1305 tarihinde ketim olduğu anlaşılan 1296 doğumlu Veli adındaki bir oğlu nüfusa işlenmiştir. Kara Musa oğlu Ahmed’in diğer oğlu Hüseyin’in de 1312’de bir oğlu olmuş ve nüfusa kaydedilmiştir. Hâlbuki Hüseyin’in de ne zaman ve kiminle evlendiğine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır (DEND.1286, C.2, AU. 1181, H. 15)8 . Bununla beraber, 1870’te gerçekleştirilen bu nüfus sayımı daha önceki nüfus sayım uygulama ve anlayışına göre belki biraz daha modern bir uygulama ve sayım sistemi olarak nitelendirilebilir; ancak, defterdeki kayıt sistemine bakıldığında, ataerkil toplum anlayış ve bakışıyla nüfus kayıt ve sayımının yapıldığı görülür. Söz gelimi, defterdeki kayıt sistemindeki öncelik sırasında hane reisi, zevcesi, sonra eğer varsa erkek çocukları ve ondan sonra kızlar kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU. 9328, H. 28)9 . Keza eğer hane reisi ölmüş ise, hanedeki erkek çocuk sabi de olsa ilkin onun hane reisi sütununa yazılmış, kısacası hane reisi olarak erkek 76 H. YÜKSEL çocuk kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU. 277, H. 30). Örneğin Divriği’nin Hamo Karyesi’nde, 18. hanenin nüfus kayıt sıralamasında, muhtemelen hane reisi ölmüş, hane reisi sütununa 4 yaşındaki Hüseyin, ikinci sırada 16 yaşındaki hemşiresi Esma ve en son sırada ise 46 yaşındaki valideleri Gülistan kaydedilmiştir. Bir başka ifadeyle hane kayıtları yaş sıralamasına göre değil, cinsiyet esasına göre kaydedilmiştir10. DEMOGRAFİK YAPI Yukarıda da söz konusu edildiği üzere 1870 tarihinde Divriği’nin kırsal alanında 3397 hane nüfusu olan irili ufaklı 127 köy (karye) bulunmaktadır 11. Ne var ki, 1960’lardaki bir uygulamayla tamamen değiştirilen ve bugünkü haritalarda rastlanmayan bu köylerin isimlerine bakıldığında % 43.30 (127’nin 55’i)’unun Türkçe ve % 56.69’unun (127’nin 72’si) ise Türkçe dışında, belki Bizans belki daha önceki dönem ve devirlerden kalan isimler olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu 127 köyün nüfus kayıtları incelendiğinde, % 88.97’sinin (127 köyün 113’ü) sekenesinin Türk ve Müslüman ahaliden; % 6.29’unun (127’nin 8’i) gayrimüslimlerle Müslümanlardan12 ve % 4.72’sinin (yalnızca 6 köy) gayrimüslimlerden oluştuğu 13 görülmektedir. Hal böyle iken sanki büyük bir ayıbın üstü örtülürcesine bu köy isimlerinin topluca değiştirilmesinin, araştırmacıların işini yokuşa sürmek ve Türk tarihini coğrafyadan koparmaktan başka bir işe yaradığı söylenemez. Ayrıca bu uygulamanın en vahim taraflarından biri de, Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma aşamalarına ilişkin izleri böylece tamamen yok etmiş olmasıdır. 127 köyü detaylı incelemek pek de kolay olmadığından bu araştırma, sadece 15 köy ile kaza merkezine ait 3 mahalleden oluşan 18 yerleşim birimiyle sınırlı tutulmuştur. Örneklem olarak alınan bu yerleşim birimlerinden yalnızca birinde, Pingan karyesinde, gayrimüslimler yer almakta; diğer yerleşim birimlerinin bütün nüfusu Türk ve Müslüman ahaliden oluşmaktadır. 150 haneden oluşan ve 1870’lerde Divriği köyleri arasında en büyük gayrimüslim yerleşimi olan Pingan köyünün de 15 hanesi Müslüman sekeneden ibarettir14. İncelemeye alınan bu 18 yerleşim biriminde yer alan 536 hanede yaşayan toplam 2971 kişinin % 49.47’si (1470’i) erkek ve % 50.52’si ise kadındır (Tablo: 2). 1321/1905 tarihli Sivas Vilayet Salnamesi’nde de Divriği’deki Müslüman ahali nüfusunun 13.273’ünün, (diğer bir ifadeyle % 48.65’i) erkek ve 14.009’nun (% 51. 34’ü) kadın olduğu görülmektedir(SVS,1321, s. 236)15. Bu 18 yerleşim biriminin toplam 2971 kişilik nüfusunu hane sayısı olan 535’e böldüğümüzde, 1870’te Divriği’de hane ortalamasının 5.55 olduğu anlaşılmaktadır. Bu oran daha önceleri Ömer Lütfü Barkan ile Nejat Göyünç’ün ortaya koymuş oldukları araştırma sonuçlarıyla örtüşmektedir (Barkan, 1953, s. 21; Göyünç 1979, s.331-348; Göyünç 1997, s.553). Ayrıca incelemeye tabi tutulan yerleşim birimlerindeki toplam 536 hanenin % 44’ünün (236 hane) anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileler olduğu; % 50.37’sinin ise (536 ailenin 270’i) aynı çatı altında en azında üç kuşağın bir arada barınmasından müteşekkil olan geniş aile yapısını gösterdiği gözlenmektedir16. Ancak daha önce 1845 tarihli sayım defterlerine dayanılarak Çorum’un Alaca Kazası üzerinde yapılan bir araştırmada olduğu gibi (Yüksel & Yüksel, Kış 1995, s. 31) burada da büyük baba, oğul ve torunlardan oluşan standart bir geniş aile yapısı özellikleri dışına taşan ve belki de o günkü Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu koşullar sonucunda ortaya çıkan; baba, üvey baba, oğul, torun, kardeş, üvey kardeş, kardeş oğlu, damat, amca, amca oğlu ve bunların eşlerinden müteşekkil, yer yer ve zaman zaman, bu unsurlara dayalı değişik kombinasyonlar oluşan aile yapılarıyla karşılaşılmaktadır. Örneğin, Kürtlarlı karyesinin 11. DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 77 hanesindeki Haydar oğlu Şahin b. Veli 31 yaşında, zevcesi Ayşe 34, kızı Rukiye 4, biraderi Haydar 28, biraderinin zevcesi Nergiz 29, amcası Hasan b. Haydar 57, amcası Hasan’ın kerimesi Fatma 14, hane reisinin üvey annesi Altun 61 yaşlarındadır ve hep beraber aynı çatı altında yaşamaktadırlar. Başta hane reisi Şahin olmak üzere biraderi ve amcası dahil üçü Deraliye’de oldukları yazılıdır. Kısacası hanenin erkekleri İstanbul’dadır ve muhtemelen hamaldır. Harput Sancağı’ndan iskan için gelen Abbas adındaki birinin de iç güveyisi olarak haneye dahil olduğu ve Adıgüzel, Hasan ve Hüseyin adında üç çocuğunun dünyaya geldiği ve hatta 1300’de doğan Adıgüzel’in de 1320’de Hasan adında bir oğlunun olduğu görülmektedir (DEND. 1286, C.2, AU.: 1470/11.). İkinci bir örnek; Kafirdamı karyesinde hane reisi Hasan oğlu Yusuf 41 yaşında, 3 yaşında bir oğlu ve biri 10 diğer 6 yaşlarında iki kızı vardır. Aynı hanede 41 yaşındaki biraderinin, biri 13 ve biri 5 yaşında iki oğlu ve 16 yaşlarında bir kızı bulunmaktadır. Müteveffa Ali adındaki biraderinin 31 ve 19 yaşlarında iki oğlu 13,10 ve 8 yaşlarında üç kızı ile müteveffa biraderinin hafidi (torunu) 4 yaşındadır. Hanede yaşayan zevceler ise nüfus yazımı sırasında ailedeki erkek ve kız çocuklarından sonra kaydedilmişlerdir. Buna göre müteveffa birader zadesi Hasan’ın zevcesi Reyhan 26, diğeri İsmail zevcesi Zehra 16, müteveffa biraderi Ali zevcesi Elif 46 ve biraderi İbrahim zevcesi 51 yaşlarında ve hepsi berber aynı çatı altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir (DEND.1286, C.2, AU: 1049/4). Verilen her iki örnekte de görüldüğü üzere, muhtelif sebeplerle himayesiz kalmış bir takım çekirdek aile bakiyelerinden müteşekkil bulunan bu karmaşık aile yapısı, başta ekonomik ve güvenlik kaygısıyla oluşmuştur ve bu yapı hem Müslüman ve hem de gayrimüslimler arasında yaygın bir şekilde gözlenmektedir. Ayrıca incelemeye tabi tutulan 536 hanenin 15’inde hanede erkek olmadığı 17 ve 6 hanenin sadece yetim çocuklardan, 9 hanenin ise bekârlardan ibaret olduğu görülmektedir. Yine bu dönemde poligaminin, diğer bir ifadeyle birden çok kadınla evliliğin incelemeye tabi tutulan nüfus içerisinde, kayıtlara yansıdığı kadarıyla, sadece 8 vakayla sınırlı kaldığı görülüyor. Geleneksel olarak birden çok kadınla evlenenler olduğu 18 gibi; sadece birinci eşlerinden çocuğu olmadığı için ikinci kez evlenenlere rastlanmaktadır 19. Bu dönemde ihmal veya askere gitmemek için nüfusa kaydedilmeyen saklı (eski tabirle ketim) kalan nüfus bir yana bırakılacak olursa, kayıt altına alınan nüfusun % 39.2’si 0-14 yaşlarındaki çocuklardan oluşurken % 45.6’sının ise 15 ile 49 yaşları arasında yer aldığı; diğer bir ifadeyle toplam nüfusun % 84.8’inin 50 yaşın altında kaldığı; 50 ile 69 arasındaki dilimde % 11.4 ve 70 yaş üstündeki geri kalan nüfusun ise % 3.1 olduğu görülmektedir (Tablo: 3). Her ne kadar kadınları kapsamıyor ise de, Ankara ve Denizli’ye ait 1830 tarihli nüfus sayımlarında saptanan yaş grupları ile burada ortaya konulan verilerin hemen hemen örtüşmekte olduğu söylenebilir (Bingöl, 2001, s. 71; Çadırcı, 1980, s.114; Gökçe, 1991, s. 175). Divriği’de halk arasında bir söz vardır: “Sakalı ağarasıca!” çok yaşayasın demek. Bu sözü duyduğumda anlamsız bulmuştum. “Sakalı ağarasıca!” da dua mı? 40 yaşından itibaren herkesin sakalı ağarabilir, diyerek, bu yöresel halk temennisini küçümserdim. Ne var ki, 1870 tarihli Divriği’ye ait bu nüfus defterlerini görüp inceleyince, bu sözün anlamsız olmadığını gördüm ve anlaşılan bir zamanlar belki bütün Anadolu’da olduğu gibi Divriği’de de 50 yaşına kadar yaşamak büyük bir mucizeymiş; çünkü o devirlerde henüz bugünkü gibi koruyucu hekimlik ve aşının olmadığı; taun denen veba hastalığı, çiçek hastalığı ve verem gibi dehşet uyandıran ve toplu ölümlere sebebiyet veren bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği ve büyük nüfus kayıplarına yol açtığı gibi hayat şartlarının da insan ömrünü sakalları ağarmadan tükettiği anlaşılmaktadır. 78 H. YÜKSEL Yukarıda da değinildiği üzere hane fertlerinin doğum ve ölüm kayıtlarından bu dönemde Divriği’deki nüfusun doğurganlık ve ölüm oranlarına ilişkin bilgiler edinilmeye çalışıldı ise de pek sağlıklı bir sonuca varılamamıştır. Çünkü, ilk sayımdan sonra, kadınlara ilişkin hemen hemen hiçbir kaydın tutulmadığı, hele hele sayımdan sonra yeni doğan kız çocuklarının nüfusa neredeyse hiç kaydedilmediği ve sadece erkek nüfusun sıkı bir şekilde takip edildiği anlaşılıyor. Bunlara rağmen 1286 tarihinden 1327 tarihine kadar 41 sene içerisinde bu defterler üzerinde kaydedilen doğum (tevellüt) ve ölüm (fevt) kayıtları sene be sene düzenli olarak derlenip tasnif edildi ise de pek anlamlı bir dizi oluşturulamamıştır; ancak 1314/1898 senesinde Divriği’nin 20 köy ve 2 mahallesinde20 felaket boyutunda toplu ölümlere yol açan bir salgın olduğu bu seneye ait ölüm kayıtlarının yoğunluğundan sezilmektedir (Tablo: 4). Haritada isimlerini saptayabildiğimiz kadarıyla, bugünkü idari taksimata göre Divriği’nin merkez bucağı ile Gedikbaşı bucağına bağlı yerleşim alanlarında vuku bulan bu toplu ölümler mevzii bir bulaşıcı hastalık olması ihtimalini akla getirmektedir. Hâlbuki tanımlanan bölge dışında yer alan köylerde bu seneye ait ölüm kayıtlarına hemen hemen rastlanmamaktadır. Keza doğum kayıtları belli bir seyir içinde akarken, her on senede bir neredeyse doğum kayıtlarının iki katı ölüm kayıtlarıyla karşılaşılmaktadır. Bu durum her on senede bir yapılan yoklamaların yansımaları olarak değerlendirilebileceği gibi; o dönemde her on senede bir vuku bulmuş toplu ölümlerin olması da muhtemeldir. KETİM (SAKLI) NÜFUS SORUNU Bu nüfus sayımında, daha önceki sayımlarda olduğu gibi (Karal, 1943, 12; Çadırcı, 1980, 110; Bingöl, 2001, 60), halktan gizlenen ve daha doğrusu halka hissettirilmemeye çalışılan asıl amacın, Müslüman ahalinin askere elverişli erkek nüfusunun ve gelir miktarlarının belirlenmesi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak halkı ürkütmemeye özen gösteren ve nüfus yazımındaki temel amacını saklamaya çalışan Osmanlı yönetimine karşı halkın pek de ikna olduğu söylenemez. Halk, devletin nihai amacının askere elverişli erkek nüfusu ve gelirlerini tespite çalıştığını görmüş ve buna karşın elden geldiği ölçüde, erkek çocuklarının ve mallarının bir kısmını devletten gizlemiştir. Buna ilişkin veriler, bu işin geniş boyutlara vardığını ve hatta kimi köylerde ve ailelerde bu tutumun bir alışkanlık haline geldiğini göstermektedir. Söz gelimi, Kürtlarlı köyünde, Bektaş oğlu Nebi 61, zevcesi Rukiye 31, kızı Nergis 15 yaşında. Hane reisi sayım sırasında Deraliye’de (İstanbul’da) ve ilk bakışta hanede erkek olmadığı, sadece iki kadının bulunduğu intibaı uyanmaktadır. Halbuki 1305’te yapılan bir yoklama veya şikayet neticesinde, 1269 doğumlu 36 yaşındaki damadı Bayram’ın iç güvey olarak hanede saklı (mektum) bulunduğu ve hatta 1309’da yapılan ikinci bir yoklama veya şikayette de 1292 ve 1295 tevellüt tarihli Nebi ve İsmail adında biri 17 ve diğeri 14 yaşlarında iki erkek çocuğunun ketim olduğu ortaya çıkarılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1512/19). Hamu karyesinde ise, Kara Osman oğlu İsmail b. Osman 96, üvey oğlu Osman 47, gelini 44, üvey torunu Bekir 5 ve üvey kız torunu Emine 11 yaşındadır. 1305 senesinde yapılan bir yoklamada bu hanede sırasıyla 1280, 1290, 1298 ve 1301 doğumlu İsmail, Ömer, Zeynel ve Mehmet adında dört mektum (saklı) nüfus ortaya çıkarılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.985/19). Keza aynı köyün 21. hanesinde mukim Hasan oğlu Mehmet ailesinde yine beş kişinin ketim bırakıldığı görülmektedir (DEND.1286, C.2, AU.: 994/21). Sayım sonrasında, zaman zaman yapılan yoklama veya şikayetler neticesinde saptanan bu mektum (saklı) erkek nüfus iki şekilde defterlere yansımıştır. Birincisi doğrudan doğruya “ketm, mektum” (saklı) başlığı altında deftere kaydedilmiş ve hatta bazen bu duruma ilişkin şerh de düşülmüştür. Örneğin, Hasan b. Şükrü “merkum 1297 tevellüdlü olarak ketimden ihraç kılınmıştır” açıklaması ile 1311’de nüfusa kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU.: 1489/14). İkincisinde ise, bu saklı nüfusun bir kısmı, sayım sırasında sehven kaydedilmediğine ilişkin mazeret beyanıyla not düşülerek sonradan yazılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1202/17). Ancak bazen de mazeret beyan DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 79 edilmeden sadece, “esna-yı tahrir-i nüfusta yazılmadığında bu kez ithal kılındı” şeklinde kayıt altına alınmışlardır (DEND.1286, C.2, AU.: 1031/1). Bu ikinci uygulama, ilgili memurların su-i istimal ve rüşvete dayalı bir uygulaması intibaını çağrıştıran emareler taşımaktadır. 1286 tarihinde gerçekleşen ilk yazımdan 1327 senesine kadar geçen 41 sene bu defterler üzerinde takip edilen nüfus içerisinde ketim bırakılanlara ilişkin kayıtlar Divriği merkezde (Bahçe mahallesinde 2, Küçük Hüseyin mescidi mahallesi’nde bir, Camii kebir mahallesi’nde yok.) üç vaka ile sınırlı iken; kırsal alanda özellikle bazı köylerde sayı giderek büyümektedir. Söz gelimi Ağıldere’de 16, Kayadibi’nde 28, Kürtlarlı’da 17, Zanzant’ta 13, Avrenk’te 8, Hamu’da 13, Merendi’de 8, Hamu Çemeni’nde 6, Sağırtaş Fengi’nde 5 ve araştırmaya dahil edilen diğer köylerde de birer ikişer toplam 128 mektum erkek nüfusu saptanarak deftere kaydedilmiştir. Mektum olarak kaydedilen bu nüfusun yanı sıra, yine muhtelif köylerde ilk yazımdan sonra veya daha sonra vuku bulan ve fakat zamanında yazılmamasından mütevellid 65 kişi de, “ esna-yı tahrirde sehven nüfusa yazılmadığından muahharen sept-ı defter olmuştur” şeklinde şerh düşülerek kaydedilmiştir. 1856 Islahat Fermanı ile cizye yükümlülükleri kaldırılan ve fakat bu kez askerlik mükellefiyetleri yerine 1907’ye değin kendilerinden askerlik bedeli alınan gayrimüslimlere ait (İnalcık, 1993, s.48) nüfus arasında saklı (ketim) nüfusa iki vakayı saymazsak, hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Ancak, her ne kadar askeri bir mükellefiyetleri bulunmasa da, belki de askerlik bedeli (bedel-i askerî) ödememek veya başka bir gaye ile gayrimüslim nüfusun bu hususta daha farklı bir yola başvurduğu görülmektedir. Divriği kırsalında yaşayan gayrimüslim Osmanlı uyrukları arasında bazıları, nüfusa kaydedilen veya daha sonradan yeni doğan erkek çocuklarını yahut kendilerini bir süre sonra nüfusa ölü (fevt) olarak bildirilip kayıtlarını terkın ettirdikleri görülmektedir, Örneğin, Pingan köyünde, Palulu oğlu Osep veledi Bedros biraderiyle beraber aynı çatı altında yaşayan 18 nüfuslu bir ailenin reisidir. 1275 doğumlu biraderinin oğlu Keyfrok 1290’da yani 15 yaşında iken öldü (fevt) diye nüfusta kaydı terkın edilmiştir. Ne var ki, 1304’te yapılan bir yoklamada “fevtten ber hayat” olduğu kaydedilirken, “her ne kadar merkuma fevt denilmiş ise de ber hayat olduğu tebeyyün etmiştir” şeklinde düşülen bir açıklama ile kaydı yenilenmiştir (DEND.1286, C.2, AU.: 2167/85). Keza, 1290 tevellüt tarihli Mihran 1314’te yani 24 yaşında iken nüfusa ölü (fevt) olarak kaydedilmiş, ancak 1317’de ölmediği (ber hayat olduğu) saptanmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1796/21). Bu araştırmaya dahil edilen 135 hane gayrimüslim nüfus arasında bu tür 18 vaka tespit edilmiştir. Gayrimüslim nüfus arasında saptanan bir diğer olay da, nüfus yazımı sırasında mefkut (kayıp) olarak kaydedilen birinin bir süre sonra ortaya çıkarılmasıdır (DEND.1286, C.2, AU.: 2465/124). EKONOMİK VE SOSYAL YAPI Osmanlı yönetimi 1831’de gerçekleştirdiği ilk nüfus sayımından itibaren tebaasını adeta bu nüfus kayıt sistemi üzerinde denetim altında tutmaya çalışmıştır. Her hanede çalışabilir durumdaki erkek nüfusun nereye gittiği, mesleği, yıllık kazancı ve vermekle mükellef olduğu vergi miktarı, hastalık ve sair gibi sebeplerden ötürü çalışamaz durumda ise bunlara ilişkin açıklayıcı bilgilere bu nüfus kayıtlarında yer verilmiştir. Bu bilgilerden hareketle 1870’lerdeki Divriği’nin ekonomik ve sosyal yapısının silueti ortaya konulmaya çalışılacaktır. Çalışabilir erkek nüfusunun % 19.16’sının (835’in 160’ı) Deraliye’ye yani İstanbul’a gittiği kaydedilmiştir (Tablo: 5) ve muhtemelen bunlar İstanbul’da hamallık vs gibi işlerde çalışıyorlardı. Ele alınan örneklem içerisinde 14 kişinin Rumeli’ye, dördüünün Varna’ya, birinin 80 H. YÜKSEL Tekfurdağı’na, ikisinin ise Burgaz’a gittikleri görülüyor. Kısacası bu, çalışabilir nüfusun % 3.71’i demektir. 1870’lerde Divriği’den İstanbul’a yoğun bir iş gücü akışı pek şaşırtıcı bir hadise olmasa da, Rumeli’ye giden bu iş gücünün ilginç ve araştırılması gereken bir olgu olduğu söylenebilir. Yular sürücü, bargirci veya katırcı olarak tanımlanan toplam 67 kişi nakliyat işlerinde çalışmakta; öte yandan üzerinde yaşadığı toprağın kendisine sunduğu şartlara göre geçimini köyünde sağlamaya çalışanlardan 14’ü bahçıvanlık, 69’u rençberlik, 25’i ortakçılık, 39’u amelelik, 48’i kömürcülük ve 64’ü de kerestecilikle uğraşmaktadır (Tablo: 5). Köşker, semerci, çerçi, ahz ata (alış veriş işiyle uğraşan demek, yöresel bir deyim.) çoban, terzi, bezzaz, tellak, azap ve teb’a (erkek hizmetci) ile berberlik gibi işlerde geçimini sağlayanların yanı sıra yıllık 500 kuruş kazancı olan bir gayrimüslim tabibin de Divriği köylerinde hekimlik yaparak geçimini sağladığı görülmektedir. Ancak 1314’teki toplu ölümlerde bu tabibin de iki çocuğunu kaybettiği ölüm kayıtlarından izlenmektedir. Mesleği ve temettü miktarları belirtilmeyenler 68; iş göremez durumda bulunan amel-mande 45 kişi ve mecnun denilen akıl hastaları (2 kişi) ile çalışacak yaşta erkek nüfus olmadığından 23 hane vergiden muaf tutulmuştur. Keza, müderris, mektep hocası, talebe, imam, derviş ve kizir (köy muhtarı, köy kahyası) gibi eğitim ve dinî hizmetler ile idari işleri deruhte edenler de vergiden muaf bırakılmıştır. Çalışabilir durumdaki erkek nüfusa, yerleşim birimleri üzerinden bakıldığında, her köyde farklı iş veya meslek alanında yoğunlaşıldığı görülmektedir. Söz gelimi, Ağıldere ve Zanzant’ta 21 ve 27 kişinin meşe kömürü üreterek geçimlerini sağladıkları; Avrenk, Ekrek, Merendi, Sağırtaş ve Sağırtaş Fengi’nde (sırasıyla 29, 8, 18, 4 ve 8 olmak üzere) toplam 67 kişinin rençberlik yani çiftçilik ile uğraştıkları belirtilmektedir. Öte yandan Ekrek Çemeni’nde 11, Hamo Çemeni’nde 6 ve Kafir damı karyesinde ise 4 kişinin meslek hanelerine katırcı olarak kaydedildikleri; Pingan’da 25 ve Kürtlarlı’da 13 kişinin yularsürücü diğer bir deyiş ile taşımacılık işleri ile nafakalarını temin ettikleri, Kal’adibi köyünde ise 61 kişinin kerestecilik ve Çaltı karyesinde 8 kişinin de bahçıvanlık yaptıkları kaydedilmiştir. Pingan’da 26 ve Ekrek Çemeni’nde 7, toplam 33 kişi amele olarak kaydedilmişken; Hamo karyesindeki 15 şahıs ise ortakçı olarak yazılmıştır. Divriği köylerinde yıllık 3000 kuruş iradı olanların, meslek hanelerine “ ehl-i servet” olarak kaydedildikleri görülmektedir (Tablo: 6). Yıllık 1000 ve 3000 kuruş serveti olan iki kişinin meslek hanesine de “murabahacı” yazılmış, diğer bir ifadeyle yasal faizci olarak gösterilmiştir. Yıllık temettü kazancı 2000 kuruş tutarında olan 10 vergi mükellefi ile 1500 kuruş olan 16 ve 1000 kuruş olan 56 kişi kırsal alandaki toplumsal piramidin en üst kesimlerinde yer alan gurubu oluşturmaktadır. Buna karşın yıllık temettü miktarları 200 ile 750 kuruş arasında değişen 323 kişinin Divriği köylerindeki toplumsal sınıfın orta tabakasını temsil eden bir kesim olduğu anlaşılmaktadır (Tablo: 6). Eğer defterde yer alan veriler bizi yanıltmıyor ise, Divriği kırsalında, Müslüman ahalinin ekonomik bakımdan gayrımüslimlerden biraz daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Söz gelimi, 150 hanelik Pingan köyünün 135 hanesi gayrimüslimlerden oluşmaktadır. 179 vergi mükellefinin % 37.40’nın (67 kişi) muhtemelen çalışmak için başta İstanbul olmak üzere başka yerlere gittiği için yıllık kazançlarına dair her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. % 22.90’ının (179’un 41’i) ise hiçbir gelirleri olmadığı ve temettu hanesi boş bırakıldığı ve % 5’i ise İş göremez (amelmande) olduğu görülmektedir. Ancak, senelik bir geliri olanlardan % 48’inin (86 kişi) yıllık 100 ile 400 kuruş arasında değişen bir gelirleri bulunduğu ve 500 ile 800 kuruş arasında bir kazancı olanların ise sadece % 16’lık (8 mükellef) bir oran oluşturdukları görülmektedir. SONUÇ Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğunda 1830’lardan itibaren birkaç kez yapılan nüfus sayımları ile bu sayım sonuçları ve dökümleri üzerinde, birkaç istisna dışında, henüz detaylı nüfus DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 81 araştırmaları bulunmamaktadır. Ne var ki, bu yetersizlik araştırmacıların konuya ilgisizliğinden öte bu sayımlarda tutulan defterlerin araştırmacılardan esirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü 1830’lardan itibaren imparatorlukta gerçekleştirilen nüfus sayımlarına ilişkin tutulan defterler başta Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde olmak üzere, henüz ne tam tespit edilmiş ve ne de bir tasnife tabi tutulmuştur. Çadırcı, Gökçe ve Bingöl’ün üzerinde araştırma yaptıkları 1830’lu sayımlara ilişkin defterlerin bir kısmı şeriyye sicilleri arasında yer alırken, büyük bir kısmı, halen muhtelif illerde ve hatta kazalardaki nüfus müdürlükleri mahzenlerinde çürümeye terk edilmiş vaziyette tutulmaktadır. Ayrıca, buralarda mevcut olan defterler de iyi muhafaza edilmemektedir. Söz gelimi, Divriği’ye ait 1831 tarihli iki ciltlik nüfus sayım defterlerinin ilgili kazadan Sivas İl Nüfus Müdürlüğü’ne intikal ettikten bir süre sonra kaybolduğu söylenmektedir. Aynı şekilde, zamanla muhtelif kaza ve illerdeki hükümet konaklarında vuku bulan yangınlarda telef olanlar veya SEKA’ya gönderilenlerin dışında kalan, 1870 sayımına ilişkin mevcut defterlerin tümü de ait oldukları nüfus müdürlükleri elinde önceki sayım defterleriyle aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Diğer taraftan, bu defterler üzerinde araştırma talebinde bulunulduğunda, bunların nüfus kütüğü olduğu, yasa gereği bu defterlerin ilgili nüfus memurları dışında araştırmacılar dahil herkese kapalı olduğu söylenir. Fakat, “bunlar nüfus kütüğü değil nüfus sayım defteridir, bu defterler üzerinde araştırma ve incelemede bulunmak kanuni bir sınırlamaya tabi değildir”, şeklinde verilen cevaplar da; maalesef bu memurları kararlarından vazgeçirmeye yetmemektedir. İlgili memurların söz konusu defterleri bu kadar sıkı bir şekilde araştırmacılardan esirgemelerinin daha başka nedenleri olmalıdır. İşte bu tutum ve düşünce değişmediği sürece XIX. yüzyılda Anadolu’da gerçekleştirilen nüfus sayımları ve sonuçlarına ilişkin sağlıklı bir takım bilgilere ulaşmak ve genellemelere varmak mümkün görünmemektedir. Bu makalede üzerinde incelemelerde bulunulan defterler gibi ancak tesadüfler neticesinde ele geçirilen kaynaklar bir katkı sağlasa bile, dönemin genel bir panoramasını ortaya koymak için henüz yeterli olmadığını hatırdan çıkarmamak gerekir.
ABDÜLHAMİT HAN’DAN REİS’E NEDİR ÇEKTİĞİMİZ BU ÇİLE
Tarih boyunca meydana gelen büyük hadiselerde mekânlar değişebilir, milletler değişebilir, şahsiyetler değişebilir. Değişmeyen tek hakikat, ihanet ve sadakattir. Tarih aynı zamanda ihanet edenlerle sadakat gösterenlerin kavgası/ mücadelesini kaydeder. Bu sosyolojik gerçeği bilge insan İbn-i Haldun çok veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” Bireysel hayatta, toplumsal hayatta ve devletlerin hayatında bu hakikati müşahede etmek/ gözlemlemek mümkündür. Tarih boyunca devletlerin yıkılmasına sebep olan olaylar, zamanlar, mekânlar ve insanlar değişse de sonuçları itibariyle aynılık göstermiştir. Geçmişte kurduğumuz devletlerden Büyük Hun Devleti, Göktürk Devleti, Uygur Devleti, Karahanlılar Devleti, Büyük Selçuklular Devleti ve son olarak tüm benliğimle sadık olduğum Osmanlı Devleti birbirine benzer sebeplerle yıkılış sürecine girmiştir. Zaten her şeyin yıkılması mukadderdir. Yıkılmayacak olan ise İlahi nizamdır, onun sahibi Yüce Rabbimizdir. İnsanlar gibi devletler de ölümlüdür. Hz. Süleyman ve Hz. Davut peygamberlerimizin devletleri yıkılmış, diğerleri ne ki? İmparatorları ilah kabul edilen Roma yıkılmadı mı? “Yukarıda o, aşağıda ben.” diyen Cengiz Han yıkılmadı mı? Önemli olan yıkılış süreçlerinde devletin vatandaşlarının oynadığı roldür.
Başlığa aldığımız cümle millet olarak yaramızdır. İstanbul’da 1894 yılında büyük bir deprem meydana gelince bunun bilimsel olarak araştırılmasını isteyen Sultan Abdülhamid, bu amaçla İtalya’dan tanesi 3 bin 200 Frank’a iki sismograf satın aldırdı. Sismograflardan biri Rasathane-i Amire’ye, diğeri ise Yıldız Sarayı’na yerleştirildi. İstanbul’a davet edilen Roma Rasathanesi Deprem Müdürü İtalyan Sismolog Agamennone, İstanbul’da kaldığı iki yıl süresince sismolojiyi gençlere öğretti ve “Zelzele Servisi”ni kurarak bu servis adına 1894-1895 yıllarına ve 1896 başlangıcına ait sismik notlar içeren bir bülten yayımladı. Yıldız Sarayı eğitim kampına dönüştürülmüş, gençlerimize depremle ilgili eğitimler verilmiştir. O günlerde bazı aymazlar Abdülhamit depremden korktuğu için Yıldız Sarayı’na Sismograf cihazı kurdurdu demişlerdi. Aynen bugün olduğu gibi aymazın birinin S 400’lerle ilgili olarak “Büyük bir güvensizlik neticesinde sarayın korunması için alındığına dair bir duyum var.” Bu türden aymazlar yüz yıl önce de vardı, şimdi de var, yüz yıl sonra da olacaktır.
Tarih boyunca kurulmuş olan bütün Türk devletlerinin ortak kaderi kendi insanının ihanetine uğramak olmuştur. Dışarıdan birileri içeriden maşa bulmak konusunda asla zorlanmamıştır. Bu maşalar hiçbir zaman devletlerinin gerçek düşmanlarıyla asla mücadele etmemiş, bizatihi bunların gönüllüleri olmuştur. 5. Kol faaliyetini ne zannediyorsunuz? Tarihi ve kendinden önceki süreci çok iyi bilen Sultan Abdülhamit Han, bütün hükümet üyeleri ve mabeyn personelini Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet eder. Sultan yemek sırasında yaptığı konuşmada milli birliğe duyulan ihtiyaca vurgu yapar ve şunları söyler: “Devletimizin halini düzeltmek ve istikbalini temin etmek için birlik ve beraberliğe muhtacız. Bana göre birlik ve beraberlik her kuvvetten üstündür. Birlik hükümet üyeleriyle başlayıp tabaka tabaka herkesin zihnine yerleşmelidir. İcraatlar da daima bu noktaya yönelmelidir.” Sultanımızın dedikleri aynen bu gün de geçerli değil midir. Reis, birlik ve beraberlik adına can hıraş mücadele ederken politikacı denilen bazı aymazların millet olarak bizi değil de düşmanlarımızı sevindiren açıklamalar yapmaları ne ile açıklanabilir ki? Mustafa Kemal’in “İstikbal Göklerdedir.” sözünü göğe doğru heykel dikmek olarak anlayan zihniyetin Mustafa Kemal’in heykellerini yakanlara, yerlerde süründürenlere, Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyenlere “Mustafa Kemal’in iti olsanız ne yazar.” diyenlere, onun kurduğu devlette terörist başının heykelini dikmek isteyenlere sessiz kalmaları ne ile açıklanabilir ki? Hırsızlarla, tecavüzcülerle mücadele etmek varken AHİM kararlarının avukatlığına soyunmak size mi kaldı. Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, üniter yapısına kastedenlerin hamiliği, Mustafa Kemal’in partisini bir kasetle gasp edenlere mi kaldı?
Başlığa aldığımız “Abdülhamit Han’dan Reis’e Nedir Çektiğimiz Bu Çile” sözümüzün muhatapları sadece Batı’nın içimizdeki devşirmeleri değildir. Bizim mahalle diye tabir ettiğimiz geniş bir kesimin ahmakları da bu yıkım ekibinin elemanlarıdır. Biz bunlara adam beğendiremedik. Abdülhamit Han’ı beğendiremedik, CHP zihniyetine tek parti iktidarını kıyamete kadar haram eden Menderes’i beğendiremedik. Türkiye’yi yokluklar ülkesi olmaktan çıkartan Özal’ı beğendiremedik. İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayallerini yıkan Erbakan Hocamızı beğendiremedik. Reis’i beğenmemelerine elbette şaşırmıyoruz. Ama isterler ki kendilerinin beğendiklerini herkes beğensin. Siyasetçi yanıldım deyince kıyameti koparan dinciler döneklikte Fırıldak Kubilay’ı geçtiler. Milletimiz, Abdülhamit döneminin dincilerinin zokasını yuttu. Bugünkülerin zokalarını asla yutmayacak. Asla sizin yanınızda değil, devletimizin ve Reis’imizin yanında duracağız. Hasetlik girdabında kıvrananlar bize yol gösteremez. Eskiden yalanlarınızla, iftiralarınızla bu milleti çok iyi uyuttunuz. İttihatçı zihniyet Laiklik balonunu izletti, ayakta uyuttu. Siz hikâyelerinizle uyuttunuz. Hamdolsun Reisle birlikte “Uyanış Büyük Türkiye” dünya sahnesindeki rolünün hakkını vermeye devam ediyor. Hasetliğiniz müsaade ederse izlemeye devam edin. Biz de sizi düşünmeye davet ediyoruz: “Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir. İnsanı geliştiren mükemmelleştiren zorluklardır. Büyük adamlar büyük engellerle karşılaşıp onu aştıkları için büyük adam olurlar. Büyük devletler büyük badireleri atlatarak büyük devlet olurlar. Uçurtma rüzgâra karşı durduğu için yükselir. Engelleri fırsat bilmelisiniz. Reis’le birlikte uyanan, büyüyen ve dünyanın gıpta ettiği bir Türkiye’yi siz de engelleyemeyeceksiniz. Tarihin, milletin ve Reis’in yakasından düşünüz.
Ömer Naci Yılmaz
.
ABDÜLHAMİD’İN AKIL OYUNLARI
Bugünün siyasetini, devleti yönetme kabiliyetini, durum ve şartlara göre karar alabilme salahiyetini anlayabilmek için 33 sene boyunca AKBABALAR gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için bekleyenlere karşı mücadele eden ABDÜLHAMİD HAN’I çok iyi anlamak lazım…
Merhum Necip Fazıl Kısakürek de ifade ediyor: “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”
Dilimizin döndüğü, kelimelerimizin yettiği kadar Abdülhamid Han’ı anlatmaya çalışalım… Sonrasında ise günümüze gelelim, mücadeleyi anlamaya çalışalım…
Abdülhamid Han, daha Şehzadelik yıllarında kendi dönemi için çalışmalarını yapmıştı. Çünkü devleti ileride çok zor dönemler bekliyordu. Devletin başına geçmeden hemen önce Amcası Abdülaziz’i katletmişlerdi.
Amcası Abdülaziz’den sonra darbeciler, kolayca yönetebileceklerini, her istediklerini yaptırabileceklerini düşündükleri 5.Murat’ı tahta geçirdiler. Ancak onun da birtakım hastalıkları vardı. Devleti yönetebilecek salahiyetlerden oldukça uzaktı. Cülus töreni (kılıç kuşanma) dahi yapılmamıştı. Darbeciler mecburen onun tahtta duramayacağını kabul etmek durumunda kaldılar…
Evet, tarih şimdi yeniden başlayacaktı, genç olarak gördükleri, onu da avuçlarının içine alabileceklerini düşündükleri ama hem amcasına hem de devletine yaptıklarından dolayı, Abdülhamid Han burunlarından fitil fitil getirecekti…
Abdülhamid daha Şehzadelik döneminde bütün planlarını yapmıştı, kadrosunu kurmuştu. Tahta geçer geçmez YILDIZ İSTİHBARAT TEŞKİLÂTI’NI kurdu. Bu teşkilat en güvendiği 100 isimden oluşuyordu. Teşkilat üyelerini de DEVLET-İ EBED MÜDDET FEDAİLERİ olarak adlandırıyordu.
Abdülhamid çok dikkatli olmalıydı. Atacağı her adım çok önemliydi. O zaten bütün planlarını yapmıştı. Bazen direkt atak yapacak bazen de düşmandan görünerek, kendi tabiriyle düşmanlarına karşı AKIL OYUNU oynayacaktı.
Yaptıklarının hepsini buraya sığdırmak inanın mümkün değil. Belli başlarını buraya aktaralım ancak daha fazlasını ÖMER FARUK İSPİR’in kaleme aldığı ABDÜLHAMİD’İN AKIL OYUNLARI eserini okuyabilirsiniz…
Abdülhamid Han çok zeki bir devlet yöneticisiydi. Tahta geçtikten sonra devletine ihanet edenleri ya sürgüne gönderirdi ya da kendisine yakın tutarak göz önünde olmasını sağlardı.
Devlet kadrolarına kendisi tarafından atanacak olanları önceden takip ettirir, bilgi toplar, güvenli birisi olup olmadığını anlamak isterdi. İsterdi diyorum, çünkü o zaten güvendiği isimleri, yani en güvendiği adamlarını görevlendirirdi.
Dış ülkelerdeki temsilciliklere, o ülkenin istediği adayları gönderirdi. Ancak gönderdiği o adamlar karşı taraftan gibi görünür Abdülhamid’e hizmet ederlerdi. Onlar ise bunun farkına bile varmazlardı.
Abdülhamid Han’ın çöpçülerden teşekkül ettiği istihbaratçılar da vardı. Abdülhamid Han Devlet-i Ebed Müddet Fedaileri yani en güvendiği isimler içinden seçtiği isimleri yabancı ülkelerin elçiliklerinde çöpçü olarak görevlendirirdi. Bu çöpçüler, çöpe atılan yırtılıp atılmış kağıtları, yazışmaları toplattırır, önemli bilgiler elde ederdi.
Abdülhamid Han, Doğu Anadolu’da bütünlüğü sağlamak için HAMİDİYE ALAYLARI’NI kurmuştur. Çünkü o dönemde Hınçak ve Taşnak örgütü Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek için uğraşıyordu. Han Hazretleri de Kürt kökenli Aşiretlerden teşekkül ettirdiği Hamidiye Alaylarını kurdu. Hamidiye Alayları sayesinde Fransa, Rusya ve İngiltere’nin bölgede Ermeni bir oluşum heveslerini kursaklarında bırakmıştı.
Abdülhamid Han’dan bahsederken HİCAZ DEMİRYOLU’NDAN bahsetmemek olmaz. Osmanlı İmparatorluğu zaten çok toprak kaybetmişti. İSTANBUL-KUTSAL TOPRAKLAR arasındaki mesafeyi azaltmak, hac seferinin daha kolay yapılmasını sağlamak, asker sevkiyatını kolaylaştırmak ve en önemlisi de oraya yapılacak bir demiryolu ile dışarıdan herhangi bir müdahaleyi engellemek için Şam-Medine arasında demiryolunu yaptırmıştır.
Demiryolunun yapımını da bir Alman mühendise bırakmıştır. Böylelikle Osmanlı-Alman ilişkilerinde de siyaseten bir akıl oyunu oynamıştır.
Daha birçok AKIL OYUNU… Bunu burada kesiyorum, bir sonraki yazımızda ise günümüze geleceğiz ve Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi anlayışıyla ilişkilendirmeye çalışacağız…
.
ABDÜLHAMİT’TEN REİS’E KUTLU DAVA
Aziz milletimizin ve ümmetimizin Ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ı vefatının 102. Yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. Osmanlının 34. Padişahı olarak geride bırakılan 600 yılın sıkıntılarını tek başına 33 yılda çekmiş, devletini, milletini ve ümmetini ayakta tutabilmek için gecesini gündüzüne katmıştır. 33 yıllık yönetimi boyunca bu aziz milletin ve ümmetin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmamıştır.
Sultan Abdülhamit’i tahtan indiren Hal’ fetvasının ilk metnini Elmalılı Hamdi Yazır kaleme almış, Fetva Emini Hacı Nuri Efendi onaylamıştır. Alınan kararı tebliğ etmek için oluşturulan heyet, Meclis-i Ayan üyelerinden eski Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç (Arnavutluk) Mebusu Arnavut Esad Toptani Paşa ve Türk-Müslüman düşmanlığıyla tanınmış Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendi’den teşkil edilmişti. Kendisini Hal’ (tahttan indiren) eden ittihatçı çeteye “Benden sonra ülkeyi on yıl idare edebilirseniz yüz yıl idare etmiş gibi iftihar ediniz.” demişti. İttihatçı çete on yıl olmadan, dokuzuncu yılda devletin anahtarlarını İngilizlere teslim ettiler. İşin garibi onların torunları ise Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anahtarlarını 15 Temmuz 2016’da Akdeniz açıklarında bekleyen Amerikan gemilerine teslim edeceklerdi. Allah’ın yardımıyla aziz milletimiz fırsat vermedi.
Sultan Abdülhamit Han devletine, milletine ve onun yüce değerlerine düşman olan herkesin düşmanıydı. İşte bir örnek: Gâvurun önde gideniydi, bütün politikaları Hıristiyan-Müslüman çatışması üzerine kuruluydu. Eflak ve Boğdan’ın bizden ayrılmasında, Bulgarların bizden ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinde, Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden koparılmasında, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesinde, Afganistan ve Sudan’ın karıştırılmasında, Ermenilerin ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerine girişmesinde, başlattığı kampanyalarla Türklerin Balkanlardan atılmasında, Osmanlı- Rus Savaşı’nın (1877-1878) başlamasında yine onun parmağı vardı. Öyle büyük zalimdi ki kendisine “Asya ve Avrupa’nın kaderini elinde tutan adam.” deniliyordu. Bütün politik yaşantısını Kur’an-ı Kerim’in yok edilmesine ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına adamıştı. Bu büyük zalim İngiltere’nin en uzun süre görev yapan başbakanlarından biri olan William Ewart Gladstone idi. Büyük zalim 19 Mayıs 1898’de öldüğünde Sultan Abdülhamit Han hiçbir Osmanlı Devleti temsilcisinin cenazesine katılmamasını emretmişti. Günümüzde cenazesine temsilci gönderilmeyecek o kadar zalim var ki…
Abdülhamit dönemi, 600 yıl boyunca Osmanlı Devletine yapılan düşmanlıkların toplamından daha fazlasının yapıldığı bir dönem oldu. Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak isteyenler içerideki işbirlikçileri/ İttihatçılar sayesinde çok zorlanmadılar. 600 yıl süren yok etme mücadelesini ittihatçıların sayesinde dokuz yılda başardılar. O gün de bu gün de her kim aziz milletimizin ve ümmetimizin başını öne eğdirmek için uğraşıyorsa Rabbim kahr-u perişan eylesin.
Abdülhamit’in davasını anlamak isteyenlere hatırlatmak isteriz.
“Size öyle bir vatan aldım ki; ebediyen sizin olacaktır.” diyen Alparslan’ın davası ne ise Abdülhamit’in davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Andolsun ki; üstte mavi gök, altta yağız yer yarılmadıkça, zulme boyun eğmeyeceğim.” diyen Ertuğrul Gazi’nin davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Toprakları değil; gönülleri fethetmeye gidiyoruz.” diyen Fatih Sultan Mehmet Han’ın davası ne ise Abdülhamit’in davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Benim için o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Mekke ve Medine’nin hizmetçisi deyin.” diyen Yavuz Sultan Selim’in davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“Kibir ve gurur şeytanın hayvanlarıdır; sen onlara hükmedemezsen onlar sana hükmeder.” diyen Kanuni Sultan Süleyman’ın davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
“İntikam gecikir ama asla yaşlanmaz.” diyen 4. Murat Han’ın davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. Abdülhamit Han’ın izinden giden Reis’in davası da odur.
Avrupai tarzԁa eğitim vermek amacıyla İstanbul’ԁa, Türkiye’nin ilk moԁern tıp okulu olan “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” ve moԁern anlamԁa ilk harp okulu olan “Mekteb-i Harbiye’yi” kuran II. Mahmut’un davası ne ise Abdülhamit Han’ın davası odur. İçerde ve dışarıda dosta güven, düşmana korku vermek için savunma sanayisini geliştiren Reis’in davası da odur.
Hakanım! Okudukça seviyorum, tanıdıkça hayranlığım artıyor. Bu âlemde Peygamberimizi; sadık dostu Hz. Ebubekir’i ve bir de sizi çok merak ediyorum, Rabbimden niyazım bizleri sevdiklerimizle birlikte haşreylesin.
Hakan’ım! Sen milletimizin ve ümmetimizin başındayken İngiltere Kraliçesi Victoria’nın uykuları kaçıyordu. Ahh Hakanım bir bilsen milletimizin ve aziz ümmetimizin sahibi ve hamisi torunun Reis’le birlikte hem satılmış Arap liderlerinin ve hem de tüm dünya zalimlerinin uykuları kaçıyor. Biz bu günleri görmek için sizden sonra yüz yıl bekledik. Bize bu günleri gösteren Rabbimize şükürler olsun.
Millet ve ümmet davası yolunda Ulu Hakanımız Abdülhamit Han’ı takip eden, yüz yıllık sorunları sırtlayan Reis’imizi çıkmış olduğu kutlu yolculukta yalnız bırakma utancını bizlere yaşatma Allah’ım.
Allah’ım! Reis’imizi içerideki ve dışarıdaki zalimlerden koru. Ona yardım et. Sadece bizim değil, ümmetin ve insanlığın ona ihtiyacı var. Ona ömür ver, sağlık ver. Bizim için, milletimiz için ve aziz ümmetimiz için yapacak daha çok işleri var. İşlerini kolaylaştır.
Allah’ım! Onu senin yolundan ayırma. Senin yolundan gittiği müddetçe bizi ondan ayırma. Sadakatin zirvesi olan Hz. Ebubekir efendimiz nasıl Allah Resulüne sadıksa, biz de Reis’imize öyle sadakatle bağlanmak istiyoruz. Bizlere Hz. Ebubekir sadakati lutfeyle Allah’ım.
Rabbim! Tarih şahit ki Sultanımız sizinle olduğu için, Peygamberimizle olduğu için, ümmetimizle olduğu için, kutlu değerlerimize ve mekânlarımıza sahip çıktığı için her türlü zulme maruz kalmıştır. Ümmetimiz ondan sonra bir daha iki yakasını bir araya getirememiştir. Sultanımıza düşmanlık edenlerin tamamı bugün onun torunu olan Reis’imize karşı daha fazla düşmanlık etmektedirler. İçerden ve dışarıdan bütün zalimler ona karşı birleşmiştir. Rabbim! Sultanımızı terk edenlerin iki yakası bir araya gelmemiştir. Onların akıbetlerini yaşamak istemiyoruz. Bizlere Reis’imizin yanında duracak dirayet ikram eyle.
Ulu Hakanımız Abdülhamit Han’ı vefatının 102. Yılında rahmet, minnet ve özlemle anıyoruz. Hakanım Abdülhamit Han’a vefa, Reis’e sadakat şerefimizdir.
Ömer Naci Yılmaz
.
Abdülhamid Han düşmanlığı Siyonist Herzl’in ektiği tohumların ürünüdür
İşin daha da garibi “Müslüman mahallesinde demirleyenler”den bile “Toprak kaybetti” gibi düşmanı aratmayan sözler sadır oluyor.
“Abdülhamid vatan toprağı kaybetti” demek İttihatçı papağanlığıdır.
Sultan Abdülaziz Han’ı iğrenç emelleri uğruna hunharca katleden Mithat Paşa ve darbeci takımı, kukla gibi kullanmak üzere tahta oturttukları V. Murat Han’ı 93 günde delirterek II. Abdülhamid Han’ı getirdiler ve özellikle ilk 1,5 yıl hiçbir şeye karıştırmadılar. Sadrazam Mithat Paşa; devleti, onları o makama getiren İngilizlerin suflesi ile yönetti. İlk iş olarak Mısır’a dış borç yetkisi vererek, bu en stratejik vatan parçasının İngilizlerin eline geçmesinin yolunu açtı. İngiliz patronlarının çok önemli ikinci isteğini de, Abdülhamid Han’ın bütün itirazlarına rağmen devleti Ruslarla “93 Harbi” diye bilinen savaşa sokarak yerine getirdi. Bir milyondan fazla Türk, yüzbinlerce kadın ve çocuk can verdi. “Abdülhamid toprak verdi” diyen müfteriler, Rusları yine Abdülhamid Han’ın durdurduğunu biliyorlar mı acaba?
Zorla girdiği bu savaşta Balkanlar’ın ve Kafkasya’nın kaybedilmesine sebep olan Mithat Paşa, İngiliz patronlarının verdiği taktikle; utanmadan bu neticeden de Abdülhamid Han’ı sorumlu tutmuştu. Oysa kendisi sadece vatan toprağı kaybetmekle kalmamış, 1,5 yıllık ilk devr-i iktidarında İngilizlerin tavsiyesiyle devletin bütün kritik noktalarına masonları yerleştirerek, İngilizlere çalışan bir “paralel devlet” kurmuştur.
İFTİRALAR AYNEN DEVAM EDİYOR
Abdülhamid Han hakkındaki ağır iftiralar, son yıllardaki yoğun iade-i itibar çabalarına rağmen aynen devam ediyor. Özellikle CHP diktatörlüğü döneminde Osmanlı ve hanedana karşı uygulanan genel düşmanlığın ötesinde “özel bir kan davası” yürütülmüştür. Asıl kaynağı “Haçlı-Siyonist İttifakı” olan ve CHP’nin tek parti döneminde her yolla yayılan bu mikrop hâlâ etkisini sürdürmektedir. Çünkü bu büyük hakan onları çok kızdırmıştı.
Çünkü Abdülhamid Han, onların neredeyse asırlardır uyguladığı “Böl, parçala, yut” planını farketmiş ve engellemişti. Bu çerçevede İngilizleri en fazla öfkelendiren adımı, Hilafet müessesesini ihya ederek, Hindistan ve Mısır gibi sömürge coğrafyasındaki Müslümanları şuurlandırma çabalarıydı. İngilizler, Abdülhamid Han’ın bu faaliyetlerini; mason Cemaleddin Efgani ve talebesi Abduh üzerinden yürüttükleri “ümmet birliği” söylemleriyle engellemeye çalıştılar.
En saçma olan ise “Hafiye ordusu kurdu” suçlamasıdır. İngiliz ve Yahudiler başta olmak üzere bütün dünyanın istihbarat orduları ile üzerine çullandığı bir padişahın, istihbarat teşkilatı kurmasından daha doğal ne olabilir? Unutmayın ki Türkiye son yıllarda gerçekten “millî” bir istihbarat teşkilatı kurduktan sonra içerideki ve dışarıdaki hıyanet oyunlarını bozabilmiştir. Ayrıca Abdülhamid Han’a “İstibdat merkezi kurdu” diye ateş püsküren İttihatçılar, 1912’den sonra asıl hafiye örgütlerini vatanı korumak için değil, kendi darbe iktidarlarını korumak için kurmuşlardır.
Abdülhamid Han’ın, İslam coğrafyasını demiryolu ağlarıyla İstanbul’a bağlamak gibi icraatlara ilaveten, Haçlı-Siyonist İttifakını öfkeden kudurtan asıl suçu(!) ise 1897 yılında toplanan 1. Siyonist Kongresi’nde alınan “İsrail devleti kurulması” kararı sonrasında, “Filistin’i para karşılığı bize satın” diyen gazeteci Theodor Herzl’i huzurdan kovulmasıdır.
Bugün tekrar ısıtılıp önümüze getirilen “Yüzyılın Barış Planı” isimli ihanet belgesi, 111 yıl önce Abdülhamid Han’ı tahttan indiren Theodor Herlz planının güncellenmiş halidir. O dönemde Siyonist şebeke bu hedefine maalesef içimizden devşirdikleri “Jön Türk” mankurtları üzerinden ulaştı. Bugün özellikle medyada devam eden Abdülhamid Han düşmanlığı da üstadları Herzl’in o dönemde ektiği husumet tohumlarının eseridir.
Makamın âli, gönlün müsterih olsun ulu hakan, artık çukurların çamurları üzerinize yapışmıyor
.
Osmanlı’da sanayi var mıyd
Başlıktaki soruya, Cumhuriyet Türkiye’sinde başından beri öğretildiği ve bugün bazılarının çok daha keskin ve o oranda da karikatürleşmiş bir dogmatiklikle inanmaya devam ettiği gibi “Hayır, yoktu” cevabını verirseniz ne âlâ. Hiç değilse bir kısım akademisyenin ve ahalinin öfkesini çekmezsiniz. Yok, benim gibi, “Vardı” deyip hangi koşullar altında ne olduğunu anlatmaya çalışırsanız işin rengi değişir.
12 ve 17 Kasım 2019 tarihlerinde Fatih Altaylı’nın Teke Tek programına konuk oldum. Muhakkak görüyorsunuzdur, bu sayfada televizyon veya diğer vasatlardaki faaliyetlerimi hemen hiç konu edinmem. Paylaştığım araştırma sonuçlarımın ve görüşlerimin “faydasız ilim” olduğu hükmüyle bazılarını Allah’a sığınmaya icbar ettiğini de görüyorum ama terazinin diğer kefesinin hâlâ çok daha ağır bastığını gösteren emareler var, ben de devam ediyorum. Uzatmayayım, bu sayfanın, gündelik tartışmalardansa yazarının merakıyla ve okurlarının ilgisiyle belirlenen kendine has bir tarih içeriği var ve öyle olmasına da özen gösteriyorum.
Şimdiki istisnanın sebebi ise, hem katıldığım aktüel tartışmanın özünde tarih konulu olması ama ondan da öte, şu paylaştığımız tuhaf çağdaki pek çok diğer toplum gibi fazlasıyla polarize olmuş bir görüntü veren kendi toplumumuzda, mesleğini icra etmeye çalışan bir tarihçi olarak karşılaştığım tepkiler. Sahi, çok da uzun olmayan bir süre önce akla kolay gelir şey miydi ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayinin varlığı- yokluğu üzerine bir tartışma veya Osmanlı’nın bir sanayii olabileceği fikri, fikri bırakın ihtimali, bir bölük insan açısından bu denli “incitici” olsun da dengelerini ve terbiyelerini bozmalarına sebep olsun?
Tabii ki benim bulunmadığım çeşitli sosyal medya vasatlarındaki kişilerin yüksek oranda amiyane ifade, şahsî hakaret, hatta küfür içeren yorumlarını tek tek ele almayacağım. İçlerinde hızını alamayıp, beni öldürmek istediğinden dem vuran bir “nâ-şahıs”, bir takma ad bile bulunuyor. Dünya da tersine döndü. Hele bir lâf etmeye görün, kamunun önüne gerçek adlarıyla çıkan şahısların kendilerini savunmalarını yadırgayanlar, avatarlarını veya lâkaplarını savunmak için ateşpâre kesiliyorlar! Neyse, kısaca söylersem, “Cumhuriyet düşmanı” imişim, tabii ki cahilmişim, nasıl oluyormuş da çalıştığım üniversite beni istihdam ediyormuş, etmeyeymiş. Cezalandırılmamı, atılmamı istiyorlar ama kötücüllükten değil alicenaplıklarından; meğerse öğrencilerime çok üzülüyorlarmış… Meselenin özüne daha çok temas eden hususlar da pek farklı değil, Osmanlı’nın asla bir sanayii olamazmış. Hiçbirinin aklına yatmamış. Un fabrikasını, buharlı değirmeni, kiremit fabrikasını, fes fabrikasını, çuha fabrikasını beğenmeyen de var, Zeytinburnu demir fabrikasında Osmanlı’nın çelik top namlusu dökmesini, kendi yaptığı geriden dolmalı topları savaşta kullanmasını, Tophane-i Amire’yi, Tüfenkhane-i Amire’yi, Tersaneyi beğenmeyen de. İşte tam bu noktada, erken Cumhuriyet döneminin propagandasını da aşan bir şeyler var, ilginç bir sosyolojik vakıa, belki daha sonra görürüz.
Programın, daha doğrusu programların da sanırım burada uzun uzun üzerinden gidemem. Şimdilik elektronik ortamda mevcut bulunuyorlar, isteyen bütün olarak izleyebilir. İlkinde benden başka Yusuf Halaçoğlu ve Halit Kakınç vardı. İkincisinde ise Kakınç katılamadığı için yerine Vahdettin Engin geldi. Fatih Altaylı’nın programları düzenlemekteki amacı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kısa bir süre önce, Osmanlıdaki okuryazarlık oranları ve savunma sanayiinin mevcudiyeti hakkındaki sözlerini tartışmaktı. Altaylı orada gündeme getirmedi ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin, Sayın Anamuhalefet Partisi Başkanı’nın fasılalı ama tutarlı bir şekilde dile getirdiği bazı görüşlere cevaben söylendiği de kolaylıkla tahmin edilebilir. Başka ülkelerde de olduğu üzere, siyasîler ara ara tarihî konuları tartışır, güzel. Yalnız, televizyonda da söyledim, ben düşüncelerimi herhangi bir siyasî konuma göre şekillendirmem. Mevcut siyasî tartışmalardan bağımsız, tarihçi olarak, bildiğimi söylerim.
İlk programın yarısına doğru söz bana değdi. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kopuş mu devamlılık mı?” ve “Cumhuriyet’e neler miras kaldı?” temaları üzerinde konuşuluyordu. Altaylı, bu soruları tekrarlamaya gerek görmeksizin “Hakan Hocam buyurun” diyerek benim de görüşümü sordu. Tarihçilerin görevinin, hem olduğunda kopuşu tesbit etmek hem de devamlılığı göstermek olduğunu ve kestirmeden giderek hanedandan başka her şeyin erken cumhuriyete, Osmanlıdan kaldığını söyledim. Orada da örnekler verdim, ama “her şey” deyince bilmem ki artık saymaya gerek kalıyor mu? Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, ilkokulundan üniversitesine kadar okullar, ordu, parlamento, siyasî partiler, itfaiye, posta, jandarma ve polis teşkilâtları, kanunlar, spor kulüpleri, Kızılay, Yeşilay, Ziraat Bankası, gazeteler, Osmanlının borcu, Osmanlının bayrağı… Konumuz açısından önemli, pek çok da sanayi tesisi. Ayrıca, kalmayıp da ne olacaktı? Kısaca, Osmanlı’dan bir memleket kaldı. Neyin kalmadığı da aşikâr: Hanedan. O zaman, yıkılan ve ilga edilenin hanedan ve saltanat, devam edenin isim ve rejim değişikliğiyle memleket olduğu da açık değil mi? Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türkistan ve Türkiya / Türkiye olarak adlandırmak, hem de Osmanlılar arasında, daha imparatorluk döneminde bile bugün sanıldığından daha yaygındı. “Türkiye” adı Büyük Millet Meclisi’nin başına eklendiğinde hiç kimse, “Nereden çıktı bu isim?” dememişti. Dolayısıyla, belki biraz da ayıp olmuştur ama ne kaldı diye sormanın “çok abes bir tartışma” olduğunu da söyledim. Büyük Millet Meclisi’nin devam falan olmayıp, zamanında bu sayfada yazdığım gibi doğrudan bir Osmanlı meclisi olduğunu da söyledim. İlginçtir, bütün bu saydıklarım içinde tek itiraz hem oradakilerden hem de izleyicilerden, sanayie geldi.
Başka kapsamlı bir itiraz noktasının ise Osmanlının yıkılışı üzerine söylediklerimden kaynaklandığını düşünüyorum. Cumhuriyet tedrisatında bu konuların başından beri nasıl öğretildiğini (aslında hemen hiç öğretilmediğini) kafamın bir kıyıcığında tutarak, “Rönesans’ı, Reform’u [aslında Reformasyon], Askerî Devrim’i veya Sanayi Devrimi’ni ıskalamak ki onlar da hep tartışılır, yeni bilgiler ortaya çıkıyor, Osmanlı devletini ortadan kaldırmadı” dedim. Meşrutî bir monarşi olan Osmanlı devletini I. Dünya Savaşı’nın sonlandırdığını, Osmanlı devletinin I. Viyana’dan sonra sürekli çökerek bir gün de yıkılması gibi bir olgunun olmadığını, I. Dünya Savaşı’nın, Viyana’nın galiplerini de, Hapsburgları da, Romanofları da yıktığını, Hohenzollernleri de ortadan kaldırdığını, savaşın dönüştürücü etkilerinin iyi etüt edilmesi gerektiğini söyledim. Altaylı, hak vererek, “Onlar gidip Osmanlı kalır mıydı?” diye sordu ben de kısaca “O hâliyle kalmazdı, dönüşürdü” cevabını verdim. Aslında olan da bundan başka bir şey değildir. Bu meyanda, Osmanlı hanedanını kaldırmanın siyasî bir tercih olduğunu, Millî Mücadele’nin başında böyle bir hedef olmadığını da belirttim.
Malum, Türkiye’de bir yaklaşım, şu yukarıda Rönesans ile başlayanların mutlaka geçilmesi gereken merhaleler olduğu, Osmanlı gibi geç[e]meyenlerin de bu dünyada tutunamadığı, giderek zayıfladığı, çöküşe başladığı ve bir gün de çöktüğü görüşündedir. Bazen, araya Bilim Devrimi de katılır, böyle bir modernleşme güzergâhı çizilir. Osmanlı modernleşemediği için ortadan kalkmıştır. Bu düşünce çizgisinin bir faydası ise, Osmanlının kimse tarafından ortadan kaldırılmadığı, kendi kendine tarih sahnesinden silindiği görüşüne imkân tanımasıdır. Söylenecek çok şey var. Rönesans (İtalyan Rönesans’ı), Akdeniz- Karadeniz ticaretiyle zenginleşen Kuzey İtalya kentlerinde ortaya çıkan, sanatta ve bir ölçüde beşerî bilimlerde bir akımdı. İtalya’nın güneyine bile etkisi çok sınırlıydı. Peter Burke’ün ikna edici bir şekilde tartıştığı gibi Ortaçağların bir olgusuydu. Kaldı ki Avrupalı pek çok ülkenin Rönesans’la ilintisi, Fatih devri Osmanlı’sından daha fazla değildi.
Reformasyon derseniz, Katolik kilisesi içinde hem doktriner nitelikli, hem de kilisenin ve ruhban sınıfının örgütlenişiyle ilgili taleplerin bir kısım Hıristiyanlar nezdinde kabul görmesi sonucu Protestanlığın ortaya çıkmasına neden olan bir dinî hareket. Bizde az bilinir ama doktriner açıdan değilse de kilisenin örgütlenişiyle ilgili bir Katolik reformasyonu da vardır. Daha önemli olan ise Katolik kilisesinin Reformasyon karşıtı faaliyetleridir. Dünya Hıristiyanlarının çoğunluğunu oluşturan Katolikleri sınırlı etkileyen, Ortodoks Kilisesi’nin ve diğer kiliselerin hiç bulaşmadığı Reformasyon, nasıl olup da Budistlerin, Hinduların, Müslümanların modernleşme haritasında bir merhale oluyor? Diğer dinleri bırakın, Ortodoks Hıristiyanlar modernleşmedi mi?
Esasen, inanç ve ekonomik performans arasındaki ilişkiyi kurmak için yapılan en kapsamlı çaba Max Weber’e aittir. Çok eksik bir tarih bilgisiyle, kapitalizmin yükselişini (ama aslında ekonomik performans ve moderniteyi) Protestan çalışma ahlâkına bağlamış, kendi devrindeki konjonktürü yansıtır bir şekilde, Protestan Kuzey Avrupa ülkelerinin başarısını ve Katolik Güney Avrupa’nın başarısızlığını açıklamaya çalışmıştı. İnsan hassaten merak etmiyor değil, bugün sanayi ülkeleri olan Rusya, Çin, Japonya, Türkiye gibi çeşitli dinlere mensup ve hiçbiri Protestan olmayan ülkeleri görseydi tezini acaba gözden geçirme lüzumu duyar mıydı? Dünyanın birinci sanayi ekonomisi olan Çin, Protestanlığı bırakın, Weber’in anladığı şekilde kapitalist bile değil. Dolayısıyla, diyorum ki Bilim Devrimi, Askerî Devrim ve tabii ki Sanayi Devrimi’ni bir miktar ayrıştırsak bile modernleşme öyküleri anlatırken şu “Rönesans ve Reform” duraklarını güzergâhtan çıkarsak daha açıklayıcı ve daha az Avrupa-merkezci olmaz mı?
Konuya dönersem, Osmanlı sanayileşemediği, okullaşamadığı, modernleşemediği için aslında meşrutî monarşiden cumhuriyete geçiş ve tabii ki Arap vilayetlerini kaybediş diye özetleyebileceğimiz bir şekilde yıkılmadı. Televizyonda da vurguladım, böylesi illiyet ilişkilerini kurabilmek çok güçtür. I. Dünya Savaşı, Osmanlıya göre çok daha sanayileşmiş, modernleşmiş Hohenzollern Almanya’sını (imparatorluk rejimini) yıktı ama savaşa katılmayan veya “doğru” tarafta katılan sanayileşmemiş ve moderniteyle tanışıklığı çok daha kısıtlı olan pek çok ülkeye de hiç dokunmadı. Bundan daha can alıcı bir şey varsa, o da Osmanlının (aynen Çarlık Rusya’sı) gibi modernleşmediği için değil, modernleşirken yıkıldığı gerçeğidir. Tam öyle değil tabii ki ama sanayileşmeyi, modernleşmeyle özdeş görme gibi bir eğilimimiz var. Acaba, benim Osmanlı sanayii üzerine söylediklerim bu bağlamda mı bir sıkıntı yarattı? Öyle ya, şu yukarıda açıklamaya çalıştığım kurguya göre, Osmanlının sanayileşirken, modernleşirken yıkılmaması gerekmez miydi? Veya şöyle koyayım meseleyi; Osmanlı, sanayiinde muharrik herhangi bir güç kullanmadığı, büyük fabrikalarının hemen hiçbirini kurmadığı, devlet eliyle kamu parasını eğitime henüz harcamaya başlamadığı, okulların birkaç askerî okuldan ibaret olduğu 1820’lerin başında değil de bunların hepsinin mevcut olduğu 1920’lerin başında yıkılıyor, bunda bir garabet yok mu?
Aslında, her iki programda da çoğu tarihçinin bildiğinden daha öteye geçen pek bir şeyler söylemedim. Ne Osmanlının sanayileşmiş bir ülke olduğunu söyledim, ne de sanayiinin tam aksamıyla mevcudiyetinden bahsettim. Bilâkis, işin ucunun 19. Yüzyılda ucuz ve seri üretim yapan Avrupa sanayi ile rekabet edilememesinden dolayı kaçtığını, bu malların daha kaliteli değil, ucuz olduğu için piyasaları ele geçirdiğini, bir anlamda bugünkü Çin ürünleri gibi olduğunu söyledim. Vakanüvis Lûtfî Efendi’den, Avrupa sanayiinin Osmanlı ürünlerini nasıl taklit ederek Osmanlı pazarına girdiğine dair bir örnek verdim. Kakınç ile 19. Yüzyıl öncesi için bile anlaşamadık. Ben, 1500- 1800 yılları arasındaki diğer Erken Modern Dönem devletlerinde ne sanayi varsa Osmanlı’da da olduğunu söyledim, örnek olarak top döküldüğünü, gemi yapıldığını belirttim. O da “Yahu ne yapıyorsunuz, döktüğünüz toplar nereyi vuruyor?” şeklinde bir tepki verdi. Sadece, o dönem Osmanlı ateşli silahlar sanayiini çalışan Gabor Agoston’un, Osmanlı silahlarıyla Avrupa silahları arasında anlamlı bir fark göremediği yolundaki bulgusundan bahsettim.
Soru “Osmanlı’da sanayi var mıydı?” olunca akla gelenleri söylemezlik etmedim tabii ki. Osmanlı sanayi kollarını, işletmelerin adlarını, buhar kullanıp kullanmadıklarını, dahası Osmanlı sanayinden tasarım örneklerini, geliştirilen prototipleri söyledim. Osmanlıdan Cumhuriyet’e tabii ki bir sanayi mirası da kaldı. Bunu söylemenin, bunları konuşmanın benimle tartışanlarda neden bir infial yarattığını anlamış değilim. Halaçoğlu, “Batı’yla mukayese ettiğinizde Osmanlı devede kulak kalıyor. Boy ölçüşmek söz konusu değil” ve daha sonra da “Bunları ihraç ediyor muydu Osmanlı?” görüşlerini serdetti. Altaylı ise, herhalde “halkımız anlayabilsin” diye iki ayrı kez renkli çıkışlar yaptı. İlkinde “Osmanlı’da Wright kardeşler çıktı da uçak mı yapıldı, anlamadım ki!”, ikincisinde de “Bakın şuraya gidiyor, Newton, Osmanlı’dan çıkmıştı. Newton Osmanlıydı mı diyeceğiz?” dedi. Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi bunları lafzen söylemediğim gibi uzaktan yakından çağrıştıracak bir şey de söylemedim.
.
Osmanlı’da sanayi var mıydı, çabuk söyle!
Soruya cevabım var ama merak etmeyin bir cevabı epeyi aşmış bulunan bu mevzunun esasına girecek değilim. Hakan Erdem gibi bir tarihçi bile, ecdadın sınayi ve ticari hallerinden bahis açtığına açacağına neredeyse bin pişman iken o kadar malumatım da cesaretim de yok. Hoş, bilhassa tarih mevzuunda laf etmek, yazıp çizmek için malumat gerekmez oldu ama muhitimizde şükür ki edep diye bir şey var. Buralarda sadece, tarihi şifre çözmek ve kodları ayıklamak zannedenleri değil; kaynaksız, dipnotsuz ve kendi siyasi görüşleri namına tarih yazanları da sevmezler. Okurlarımız da affetmez, övünmek gibi olmasın…
Tarih meraklılarının bildiği gibi Hakan Hoca yeni nesil tabir edeceğimiz ve esasen eski nesilde de misalleri olduğu halde şimdilerde sayıları azalan hakikat arayıcısı bir tarihçidir. Eleştirilmeyi umursamadan bulduğunu ve bildiğini yazma cesaretine sahiptir. Şahsen bilim ahlakına, metodoloji disiplinine itimat ettiğim ve müşkül meselelerde referans kabul ettiğim bir alimdir. Öteden beri yazıları ve konuşmaları tarihçiler arasında değerli birer kaynak kabul edilir. Prof. Dr. Hakan Erdem malum KARAR gazetesindeki yazılarında da hafta sonları şahane bir anlatımla meraklılarını tarihte dolaştırıyor.
Mesele şu… Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz 10 Kasım’da “Osmanlı’da okuma yazma oranı çok düşükmüş. Osmanlı’nın kendi silah sanayisi yokmuş. Hepsi de yalandır, iftiradır” demişti. Cumhurbaşkanı böyle deyince tabiatı gereği gazete ve televizyonlar Osmanlı’da sanayi vardı/yoktu tartışması başlattılar. Hakan Hoca da bir programda Osmanlı’da sanayinin varlığı lehine bir “canlı yayın tebliği!” sundu. Sundu lakin değil mi ki Cumhurbaşkanı’yla aynı safa düştü ve değil mi ki “Osmanlı karanlık, Cumhuriyet mükemmel” ezberinin uzağında kaldı… Bir hücum başladı ki sormayın gitsin. Hakan Hoca’nın ima edilen siyasi görüşe uzaklığını bir yana bırakalım. İnanmadığı bir sözü bedeli ne olursa olsun asla söylemeyeceğini bilmeyenler, onu tarihçi namıyla ortalıkta dolaşanlarla karıştırmış olacaklar saldırıya geçtiler.
Hakan Erdem’in neyle suçlandığı ve aslında ne dediği ve kendisine saldıranlara ne cevap verdiği tekmili birden dünkü yazısında (Osmanlı’da sanayi var mıydı?) mevcut. Sadece bu polemikle sınırlı değil, Osmanlı’nın yıkılışına dair sarsıcı görüşler içeren mükemmel bir makale yazmış. Kaçıranlar, kaçırmasın; kesip saklasın hatta.
Hoca’nın karşı karşıya kaldığı haksız hücum, ülkede her seviyede kamplaşmanın ve tartışma adabının perişan halini anlatıyor. Bilim adamının, yazarın, düşünce insanının mutlaka bir siyasi kampa ait olma mecburiyetiyle yaftalanması ve müteakiben de muhakkak surette her konuda o kamp neyi emrediyorsa onu söyleme zarureti ilgili ilgisiz herkesi kuşatıyor. Demirden bir cendere çevremizde giderek daralıyor. İktidar adamıysan veya oraya yazılmışsan Osmanlı’dan bugüne cümbür cemaat eksiksiz ne deniyorsa öyle konuşacaksın, Kemalist kampın listesindeysen de tam zıddı. Siyasi kamplar senin umurunda değilmiş, arada gri alanlar varmış, bilim ahlakı yahut düşünce namusu taşıyormuşsun külahlara anlat onu. Akıl, bilim, ahlak vicdan emrettiği için kendi kampının hilafına tek kelime edersen hainsin; hatta slogan atmakta zayıf kalırsan dahi münafıksın. Ya hep, ya hiç… İki tarafta da ne dost tavsiyesine itibar vardır, ne bilime hürmet. Hakan Erdem kederlenmesin. “Osmanlı’da silah sanayisinin zerresi yoktu” deseydi aynı akıbet yine kendisini bekliyor olacaktı. Bu kez Osmanlıcı kamp hücum edecekti.
Üzerinden asır geçmiş Cumhuriyet’te farklı fikre hala saygı yok iken Osmanlı’da sanayi olsa ne farkeder, olmasa ne?
.
Osmanlı himayesindeki Araplar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup ihanete kal
Osmanlı himayesindeki Araplar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup ihanete kalkıştıOsmanlı, Basra’da Portekiz tehlikesine karşı Araplar’ı himayesine aldı. Ancak onlar, zaman zaman İngilizler’le birlik olup Türkler’e karşı ihanete kalkıştı.
Abu Dabi’nin şeyhleri İngiltere’den sağladıkları silahlar ile Osmanlı’ya sadık kalan Katar‘a saldırdı. Tarihî belgeler, Abdullah bin Zayed’in 19. asırda yaşamış olan büyük dedesi Şeyh Zayed‘in, İngilizler’in tahrikiyle Katar’a saldırdığını, cinayetler işleyip hırsızlık yaptığını kanıtladı. Bugünkü yönetimin soyu, halkı öldürüp mallarını çaldı. Saldırıya uğrayanlar ise Bahreyn’e sığınmak zorunda kaldı. İstanbul, valilerine ve kaymakamlarına emirler gönderip şeyhlerin başkaldırılarını operasyonlarla engellemeye çalıştı.
MEDİNE KAHRAMANI
400 yıl boyunca Osmanlı tarafından yönetilen bugünkü BAE, Müslümanlar’a zulüm edecek adımlar atmaya başladı. Çöl Kaplanı olarak bilinen Medine Kahramanı Fahrettin Paşa hala günümüzde BAE yöneticilerinin sözlü saldırısına maruz kaldı.
Fahreddin Paşa
Başkan Erdoğan, Şeyh Zayed’in torunlarına “Ey bize bühtanda bulunan zavallı, Fahreddin Paşa Medine korumasını yaparken senin ceddin neredeydi?” diyerek tepki gösterdi.
BAE’nin eski yöneticileri, İngilizler’le beraber hareket ediyordu.
.
Osmanlı’yı anlamak günümüzü anlamaktır’
Ünlü tarihçi Beyazıt Akman: ‘Osmanlı’yı anlamak günümüzü anlamaktır’
Tarihi romanların ünlü yazarı Doç. Dr. Beyazıt Akman, “Osman Kanunu” ve “Osman: Kuruluş” kitaplarının yazım süreçlerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Röportajın ilk bölümünde Osmanlı dönemiyle ilgili yazılan eserleri değerlendiren Akman, emperyalistlerin Türkiye’deki en büyük zaferinin “Bu Osmanlıcı, şu Atatürkçü” çatışması olduğunu belirtti.
Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’ın sorularını yanıtlayan Akman, “Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır.” ifadelerini kullandı.
“OSMANLI’NIN KURULMASI, BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ OLARAK ORTAYA ÇIKMIŞTIR”
Osmanlı tarihi üzerine yapılan çalışmalar içerisinde kaleme aldığınız “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” romanları dikkat çekiyor. Eserlerde hangi noktalara dikkat ettiniz?
Benim için bu işin iki ana ayağı var. Bunlardan birincisi elbette akademisyen kimliğimle yaklaştığım tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu dönemi anlamak demek günümüzü de anlamaktır. Asırlar boyunca tarih üzerine kalem oynatan yerli yabancı tüm araştırmacıları düşündürmüştür, küçük bir Türk beyliğinin nasıl olup da üç kıtada altı asır boyunca hükmedecek bir imparatorluk kurduğu meselesi.
Osmanlı, modern dönemin yeryüzünde en uzun süre hüküm sürmüş devletidir. Benim beş yıl boyunca izini sürdüğüm araştırmalarımdan çıkardığım sonuç şu… Osman Bey’in Osmanlı’yı kurması bir ölüm kalım meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Doğu ve Batı arasında sıkıştırılmaya çalışılan ve tek başına bırakılan bir Anadolu. Tanıdık geldi mi?
“OSMAN BEY TÜRKLERİN VARLIĞINI PERÇİNLİYOR”
Hem Türk tarihi ve medeniyeti açısından bu böyle, hem de daha genel anlamda İslam medeniyetleri tarihi açısından. Bakın, 13’üncü asrın sonlarında dünya, insanlık tarihinin görüp de görebileceği en barbar, en vahşi, en tahripkâr iki gücüyle çalkalanıyor. İnsanlık bir yok olmanın eşiğinde. Orta Doğu ve Anadolu coğrafyası bu iki gücün tam arasında kalıyor. Batı’dan kopup gelen Haçlı sürüleri ve Doğu’dan gelen Moğol belası. Türk-İslam medeniyetinin o zamanki bayraktarı Selçuklu hem Moğol güdümünde kalıyor, hem de Haçlı çapulcularıyla uğraşıyor. O zaman için bilinen dünyanın tamamı bu iki tahripkâr güç arasında sıkışıp kalıyor. Türk-İslam medeniyeti dediğimiz şey belki de tamamen yok olmak üzere.
İşte bu iki gücün arasında kalan Anadolu’dan çıkıyor Osman Bey. Ve Türklerin varlığını, tarihini ve geleceğini bir kere daha yeryüzüne perçinliyor. Ben bunu her zaman şuna benzettim; Türkler bir örsün üzerinde çekiçle dövülen kızgın bir demir gibi adeta. Bir taraftan Haçlılar, diğer taraftan Moğollar ve bu yıkıcı güçlerin içinden çıkan, medeniyet ve devlet kurucu, yeryüzüne tekrar refahı getiren bir Türk beyi.
“BİZİM SÜPER KAHRAMANLARIMIZ TARİHTE GİZLİDİR”
İşin ikinci sacayağı ise bir edebiyatçı olarak benim için Osman Gazi’nin efsanevi serüveninde gizli. Onun hayatı; çocukluğu, ilk gençliği, Şeyh Edebalı’dan öğrendikleri, onun kızı Rabia’ya âşık oluşu, sonra da yeryüzünün en büyük güçlerine kafa tutuşu, yani kısacası kendine güvenen bir ruhun, dünyaya meydan okuması, evrensel ve zamanlar arası bir hikâyedir.
Bir kahramanın doğuşu ve mücadelesi beni bir romancı olarak her zaman ilgilendirmiştir. Belki bizim Hollywood ekranlarını süsleyen süper kahramanlarımız yok ama onlardan çok daha gerçek ve yaşanmış olan gerçek süper kahramanlarımız var. Belki de bizim kültürümüzde bu süper kahraman işi bu yüzden tutmuyor ve tutmaz; çünkü bizde onlara taş çıkartacak tarihsel figürler var.
“OSMAN GAZİ’NİN DURUŞU HERKESE ÇOK ŞEY ÖĞRETİR”
Peki, “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” kitaplarında okurları neler bekliyor?
Aslında bu kitabı yazarken şimdiye kadar yazdığım en kısa, olay örgüsü en basit romanımı yazacağım diye yola çıkmıştım. Ama kitabı bitirdiğimde bin küsur sayfa yazdığımı gördüm. Osman Gazi’nin hikâyesi bir kitaba sığmadı yani, bu yüzden iki cilt oldu. Zira Osman’ın çocukluğunu, ele avuca sığmaz bir gençlikten çıkıp insan-ı kâmil olma serüvenini, önce bey, sonra gazi oluşunu tüm detaylarıyla anlatıyorum.
İlk fetihlerini, amcası Dündar Bey’le olan çatışmasını, tekfurlarla çarpışmalarını, Köse Mihal’i ve diğer alplerle olan yoldaşlığını, inancını, azmini, beylikten devlete giden yolu gergef gibi işlemeye çalıştım. Bir de rahmetli Halil İnalcık hocanın en son araştırmalarında ortaya koyduğu ve kuruluşun 1299 değil, 1302 yılını işaret ettiği Bafeus/Koyunhisar Muharebesi de romanın finalini oluşturuyor. Ki bu savaş Osman Bey’in uluslararası platformda ilk defa anıldığı savaştır. Yeryüzünün en büyük güçleri ve imparatorlukları karşısında, mütevazı ve dürüst bir adam olarak Osman Gazi’nin duruşu ve mücadelesi, onu kim okursa okusun çok şey öğretir.
“ORYANTALİST VE BATICI BAKIŞ AÇISIYLA TARİHLERİNİ ÇARPITIYORLAR”
Yakın zamandır Osmanlı tarihi üzerine çok sayıda eser üretiliyor. Bunların bir kısmı da gerçek tarihi çarpıttığı için eleştiriliyor. Bir yazar olarak bu konuda yorumunuz ne olur? Tarihi romanlarda hangi hususlara dikkat edilmeli?
Hem çarpıtma hem de bu son moda, suistimal etme! Ne yazık ki gelinen noktada işi, yani tarihi roman türünü ayağa düşürdüler. Bunu başka türlü söylemenin bir yolu yok. Sektörde öyle bir güruh var ki, onların tabiriyle “piyasada ne gidiyorsa”, hangi Türk sultanı ya da tarihi figür o sıralar konuşuluyorsa, ya da hangi sultan üzerine iyi bir eser yazıldıysa bu güruh hemen birkaç ayda birkaç yüz sayfalık bir eser ortaya çıkartıveriyor. Siparişle eser yazdırıyorlar, sözde yazarlarına. Bu kitaplar da tarihi romana olan ilgiyi soğutuyor, itici bir hala getiriyor.
Bir de tarihi kendi ideolojileri için alet haline getiriyorlar. Osmanlı ya da Türk-İslam tarihi hiç kimsenin siyasi sıçrama tahtası değildir! Bunların, tarihi Oryantalist ve Batıcı bakış açısıyla çarpıtarak kendi tarihine burun kıvıran tiplerden hiçbir farkı yok! Tarihe verdikleri zarar aynı. Hayatı riyakârlıkla, yalancılıkla, adam kayırmayla, hak yemekle geçen insanların Osmanlı’yı ağızlarına almaya hakları yok, çünkü onu da kirletiyorlar! İnanın ben kendim bile soğudum tarihi romandan bunlar yüzünden! Bir de bunu güya muhafazakâr geçinen, sözde topluma hakkı anlatarak hayırlı bir iş yapıyorlarmış pozu keserek yapmaları yok mu, işte o insanı bitiriyor. Oysaki tek dertleri kişisel çıkar. İşin daha da kötüsü, bu insanların bazılarının çıkar ilişkileri sağlam olduğu için bir de bakmışsınız ki, bu saçma kitapların müellifleri adam yerine konuyor ve ortada boy göstererek hem tarihe hem de edebiyata zarar veriyorlar.
“ATATÜRK GÜNÜMÜZDEKİ ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN YEGÂNE MİMARI”
Yeri geldi, şunu da söyleyeyim… Bazılarının yaptığı gibi, Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk bu toprakların emperyalist Batılı ülkeler tarafından sömürgeleşmesinin önünde bir dağ gibi durmuş ve günümüzdeki özgürlüğümüzün yegâne mimarı olmuştur. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Nitekim bu sömürgeci emperyalistlerin Türkiye’deki en büyük zaferi, “Bu Osmanlıcı, şu Atatürkçü” çatışmasıdır. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır. Ama buna izin vermiyorlar. Çünkü onlar asırlardır yaptıkları bu işi çok iyi biliyorlar.
“BU COĞRAFYADA HERKES KOLONİLEŞMİŞ, BİR TEK TÜRKLER TARİHE MEYDAN OKUMUŞTUR”
Sömürgecilik araştırmaları, akademisyenliğinizin ana yapısını oluşturuyor. Uzmanlık alanınız bu konulara bakışınızı nasıl etkiliyor?
Dünya atlasını açın, önünüze koyun ve sömürgecilik tarihine bir bakın. Bu coğrafyada Türklerden başka herkes ama herkes kolonileştirilmiş; İngiliz, Fransız ya da Amerikan sömürgesi haline gelmiş. Bir tek Türkler tarihe meydan okumuşlar ve bu oyunun dışında kalmışlar. Bu oyunu bozan kişi gün gelmiş Osman Gazi olmuş, gün gelmiş Fatih olmuş, gün gelmiş Atatürk olmuştur! Eğer illâ kendi aranızda düşman arıyorsanız toprak ve bayrak aidiyeti olmayan FETÖ’cülere bakın, aidiyetini başka kültürlerde arayan gönüllü sömürgeleşenlere bakın. Bu toprağın mirasını ve bu bayrağı sahiplenenlerin birbirleriyle kavgayı bırakmaları gerekir.
EGEMEN ENTELEKTÜEL KESİMİN OSMANLI DİLEMMASI
Bir kesimin Atatürk düşmanlığına son vermesi, diğer bir kesimin ise insanları söylem-önyargısı testine tabi tutmayı bırakmaları gerekir. Çünkü hala daha egemen entelektüel kesimde Osmanlı’dan olumlu bahsedince “Osmanlıcı” oluyorsunuz ama olumsuz bahsedince “objektif” sayılıyorsunuz.
Ben de diyorum ki, bir akademisyen olarak benim ilmim bana Türk-İslam tarihinden genel anlamda olumsuz bahsetmemi engelliyor. Aksi, ilmime ihanettir. Yine aynı ilim bana Atatürk’ün bu topraklarda yeryüzünde eşi benzeri görülmez bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verdiğini ve hem dışarıda emperyalist güçlere hem de içeride dini, kendi çıkarları için suistimal eden cahil güruha karşı verdiği destansı mücadeleyi gösteriyor.
“TÜRK’ÜN KUDRETİ ASYA’DAN ANADOLU’YA VE AVRUPA’YA BİR BÜTÜNDÜR”
Daha ilk romanım yayımlandığında, on yıl önce bir röportajımda şöyle demişim:
“Osmanlı’yı Cumhuriyetçi tarihin karşısına koyarak tahta kılıçları tokuşturur gibi birbiriyle çarpıştırmak çocukluktur!”
Osmanlı ve Cumhuriyeti bu şekilde karşı karşıya getiremezsiniz. On yıldır da aynı şeyi söylüyorum. Atatürk de bizimdir, Fatih de! Türk’ün kudreti ve kimliği Asya’dan Anadolu’ya ve Avrupa’ya bir bütündür.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak Osmanlı tarihini romanlaştırmanız size ne gibi bir zenginlik katıyor?
Tarihi romanlarda genel anlamda şöyle bir sıkıntı var… Bu işi hakkıyla yapmak isteyenler, yani Oryantalist olmayan bir şekilde, Avrupa’nın penceresinden kendi tarihimize bakmadan, tarihi hakkaniyetle anlatmak isteyenler ne yazık ki bu roman ve sinema diline pek hâkim değiller; yani bilmiyorlar bu işin nasıl yapıldığını.
Öte taraftan bu işi iyi bilenler ise genelde Oryantalist klişelere, “Barbar Doğu, Medeni Batı” ikilemine kayıyorlar. İşte, hem tarihi çarpıtmadan kendi gerçekliği içinde anlatmak, hem de bunu uluslararası standartlarda, sağlam bir hikâye ve edebi ölçütlerle yapabilmek… Her şeyden önce iyi bir hikâye ortaya koyabilmek büyük mesele.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak eserlerimin ardındaki motivasyonda bunu başarabilmek yatmaktadır. Bunu yaptım demiyorum, bunun kararını okur verecektir, ama böyle bir derdim vardı demek istiyorum.
.
Osmanlı nasıl geri gelsin
Toplumumuzun büyük çoğunluğu için Osmanlı ismi Türk tarihinin en parlak dönemi olarak ortak geçmişin gururla benimsenen sayfalarını ifade eder. Hatta insanlar bu gururu nesilden nesile sürdürmek üzere çocuklarına Fatih, Yavuz gibi cihangir padişahların isimlerini verirler. Ne var ki Osmanlı ismine duyulan bu derin ve samimi sevgi sayesinde hem siyasette hem ticarette Osmanlı ismi üzerinden istismar da epeyce kazançlı bir saha oluşturuyor artık.
Osmanlı isminin olur olmaz her yerde kullanılarak siyasi veya ticari çıkarlara alet edilmesi giderek toplumun Osmanlı ismine duyduğu sevgiyi ve saygıyı azaltacak bir olgu aynı zamanda. Diğer yandan ise Osmanlı ve cumhuriyet kavramlarını karşı karşıya getirerek insanların bir tercihe zorlanmaları ve toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet edilmesi çok tehlikeli bir tutum.
Bu arada, Osmanlı ailesinden birilerinin de ikide bir ortaya çıkıp birtakım münasebetsiz laflar etmeleri aynı etkiye yol açıyor. Nitekim son günlerde bir hanedan mensubunun “Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi sembolik de olsa Osmanlı saltanatının sürdürülmesi” gerektiği şeklindeki açıklaması üzerine lehte aleyhte tartışmalar yapılıyor.
İlgili haberlere baktım, sözkonusu kişi aslında tam olarak öyle söylememiş. Kurduğu cümle “Dünyada nasıl farklı hanedanlıklar varsa ülkemizde de olması gerektiğini düşünüyorum” şeklinde. Bu sözün anlamı net olmasa da -ve belki “saltanatın sürdürülmesi” anlamında sarf edilmemiş de olsa- böyle anlaşılmış olması bile problemli bir husus. Türkiye’de cumhuriyet rejiminin ihdasının o günün siyasi konjonktürü çerçevesinde yorumlanıp izahı tarihçilerin çalışma konusu olabilir ama cumhuriyet idaresinin kuruluşundan bir asır sonra meşruti monarşiye dönüşebileceğine ihtimal verilmesi birçok insanın gerçekler aleminin uzağındaki tuhaf bir hayal dünyasında yaşadığını gösterir.
Saltanatla birlikte Osmanlı’nın ihtişamlı günlerinin geri geleceğini düşünmek akıl işi değil. “Sembolik de olsa” kaydı düşülerek konunun öneminin hafifletilebileceğini düşünmek de öyle.
Ona bakarsanız, cumhuriyet ilan edildiğinde Osmanlı saltanatı zaten çok uzun süredir “sembolik” mahiyetteydi. Saltanat bu duruma da birdenbire değil, uzunca bir süre içinde gelmişti. İlk adım saltanatın babadan oğula geçme usulünün terkedilmesiydi. Hükümdarın gücünü büyük ölçüde zayıflatan bir süreçti bu.
***
Tarih boyunca birçok devletin kaderini -belirli bir soyun hakkı kabul edilen- hükümdarlığın babadan oğula geçme zorunluluğu belirlemiştir. Gelen kişi iyi çıkarsa ülkeye mutluluk, kötü çıkarsa felaket getirecektir.
Gerçi mutlakıyetin en katı şekilde uygulandığı monarşilerde bile devlet yönetiminin tamamen hükümdarın iki dudağı arasında olması sözkonusu değildir. Bilhassa hukukun, kurumların ve geleneklerin mevcut olduğu yapılarda… Ancak kötü bir yöneticinin yönettiği kurumu zamanla dejenere etmesi de imkânsız değildir. Dolayısıyla geniş yetkilerle donanmış bir devlet başkanlığı makamında kimin oturacağı önemsiz bir konu sayılamaz.
Günümüzde parlamenter demokrasi bu sorunu kökten çözmüş bulunuyor. Yönetme yetkisi hiç kimseye doğuştan verilen bir hak değil artık. Monarşilerin hâlâ yaşadığı ülkelerde bile halkın seçtiği siyasetçiler ve atanmış seçkinlerin oluşturduğu bürokrasi aygıtı yönetiyor devletleri.
***
Ama elbette bu noktaya çok da kolay gelinmedi. Yönetme yetkisine doğuştan sahip oldukları iddiasındaki hanedan üyeleri ellerindeki iktidarı sıradan insanlarla paylaşmaya yanaşmadılar. Bu süreç yüzyıllarca devam eden mücadelelerin sonucunda tamamlanabildi. Önce kısmi ölçüde birtakım yetki paylaşımları, sonra bütünüyle iktidarın devri gerçekleşti. Özellikle ortaçağın sonlarında -merkezî devlet yapısının zayıf olduğu- Avrupa ülkelerinde burjuvazi sınıfının ortaya çıkıp giderek gücünü arttırmasının sonucu olarak gerçekleşen bu gelişme bilahare bütün dünyaya örnek teşkil etti.
Biz de birçok başka ülke gibi parlamenter demokrasi rejimini Avrupa’dan görüp aldık ama Osmanlı devletinde en azından belirli bir dönemden itibaren mutlakıyet rejimi zaten eski mutlak karakterini kaybetmişti.
Türkiye’de ne feodalite ne burjuvazi ne de proletarya mevcut olduğundan hanedanın iktidar ortağı sosyal bir sınıf değil sivil ve asker bürokrasi -ve belirli bir dönemde bir ölçüde ayan zümresi- oldu. Devletin kuruluş evresinde “eşitler arasında birinci” konumunda olmalarına karşın zamanla iktidar temerküzüne yönelen ve paydaşlarını tasfiye eden padişahlar ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik şartlar kötüleştikçe, yani devletin gücü azaldıkça yeniden iktidarlarını paylaşmak zorunda kalmışlardı.
Bilhassa “tahtı kendi bileğinin gücüyle elde etmiş padişahlar” devri sona erdikten sonra iktidarı daha sınırlı olan hükümdarlar devri başladı. Padişahların gücü iyiden iyiye azaldı, bürokrasinin gücü çoğaldı. Artık tahtta kimin oturacağı konusu ülkenin kaderi için fazla bir şey ifade etmez hale geldi.
Bu konuya devam edelim…
‘Osmanlı’nın görüşü hakim olsaydı gezegen bu hale gelmezdi’
Yazar Alev Alatlı, ‘Bu dünyaya Amerika’nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı’nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi.’ dedi.
Kapadokya Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı da olan Alatlı, ‘Nasihatname’ üst başlığıyla 11 ciltte tamamlanacak serinin yeni çıkan ilk iki cildi ve kamuoyunda tartışmalara yol açan sözlerini AA muhabirine değerlendirdi.
Nasihatname’nin dünyada hakim kültürün yapı sökümü temrini olduğunu dile getiren Alatlı, Batı kültürünün kadim kodlarını çözümlemek suretiyle bugünün dünyasını anlaşılır kılmayı, böylece 21. yüzyıldaki serüvene avans sağlamayı umduğunu söyledi.
Alatlı, insanlığın yegane sılası olan ‘Mavi Gezegeni’ kaybetmek üzere olduğunu vurgulayarak, ‘İnsanoğlunun fıtratının saldırgan olduğuna dair malumat, barışçıl olmadığına dair malumattan daha bilimsel değildir. Hal buyken, insanı tanımlamaya çalışırken, ‘şer’ öncelenmek zorunda değildir. ‘Hayr’ da öncelenebilir. Örneğin, bu dünyaya Amerika’nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı’nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi.’ diye konuştu.
Arsız tüketim, sera etkisi, soykırım gibi problemlerle dünyanın taşlaştırıldığını aktaran Alatlı, ‘İnsanlık olan biteni kadermiş gibi, başka çaresi yokmuş gibi gözlemlemek zorunda bırakıldı. Böyle olmak zorunda değildi. Şer kural olmak zorunda değildir. ‘Hayr’ da kural olabilirdi. Misalen eğer bu dünyaya Amerikan değil, Osmanlı dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen taşlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı.’ ifadelerini kullandı.
‘Dünyayı tek bir pencereden görmek sakattır’
Katıldığı bir televizyon programında dile getirdiği ‘Okumuş olsaydık kargadan başka kuş, Shakespeare’den başka yazar tanımayacaktık.’ sözlerine de açıklık getiren Alatlı, kültürlerin insanlara en başta okuma yoluyla nakledildiğini vurgulayarak, şöyle konuştu:
‘Kültür, ders kitabı, müfredat, tiyatro, film gibi araçlarla, toplumsal değerlerin sürgit tekrar edilmesi esasına dayanır. Bu suretle yaşatılır. William Shakespeare için ‘İngiliz kimliğini kavramlaştıran adam.’ derler. Shakespeare günümüzde hakim olan Anglo-Amerikan kültürünün mihenk taşıdır. 550 yıl önce Shakespeare’in Globe Tiyatrosu ve çevresi, tıpkı bugünün Hollywood’u gibi bir eğlence merkeziydi. Bugün dünyanın duygu ve düşünce iklimini Hollywood nasıl şekillendiriyorsa, Shakespeare’in eserleri de Batılı dünya görüşünü o gün öyle şekillendiriyordu. Şiddet, cinsellik, siyaset, iktidar kavgaları, ihanet hatta kara büyüye bakış açıları o günden bugüne taşındı. Değişiklikler marjinaldir. Diyeceğim, Shakespeare bize Hollywood ürünlerinin dayatıldığı gibi dayatılsaydı, Batı’da üretilenin dışında bir gerçekliğe sahip olmayacaktık. Oysa dünyayı tek bir pencereden görmek sakattır. Programda söylediğim de budur.’
Alev Alatlı, Türkiye’nin bugün içerisinde bulunduğu durumu Rönesans dönemine benzeterek, ‘Rönesans, bağnaz Papalık ile Galileo, Kepler, Newton gibi bilim adamlarının arasındaki dünya görüşü kavgasıdır ve büyük çoğunlukla ölümüne kavga olmuştur.’ dedi.
Rönesans’ın süreç içinde yaşayanlar açısından derin bir mutsuzluk duygusu, hatta korku ve öfke yarattığı tespitinde bulunan Alatlı, ‘Hayli gecikmiş bir Rönesans yaşıyoruz. Bir ucu Vahhabilerde diğeri mesela Siborglarda (biyolojik veya yapay varlık) ya da yapay zekada olan çağdaş sürecin Türkiye insanını yormaması mümkün değildir. Gerilmeden yaşamayı dileyenler, dünyanın kendi öngördükleri yörüngelerden çıkmasını istemeyen statükoculardır ki, zaten mümkün de değildir. Onun için sakin olmak lazım.’ ifadelerini kullandı.
‘Türkiye’de statüko değişiyor’
.
Osmanlı’nın masonlarla imtihanı
Bazen yazı kendini yazdırıyor. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’daki sosyal yapı konusunda Âşıkpaşazade’nin zikrettiği dört zümreden biri olan Ahileri yazarken kardeşlik örgütleri bahsi açıldı, oradan masonlara geldik, bir türlü diğer üç zümreye geçemedik… Birkaç haftadır sürdürdüğümüz bu konuyu bir noktaya bağlamak üzere şimdiye kadar yaptığımız değerlendirme ve tespitleri özetleyelim istiyorum: Öncelikle hem aleyhteki propaganda ve komplo teorileri hem de bizzat masonların kendilerini yüceltmek ve olduğundan önemli ve güçlü göstermek için anlattıkları hikâyeler masonlukla ilgili gerçeklerin çok uzağında yer alıyor.
En başta Masonluğun ortaya çıkışına ilişkin anlatıların yere ayak basmadığı söylenmeli. İşin gerçeği, Avrupa Ortaçağının en güçlü “hükümetdışı örgütü” olan Templiyelerin ortadan kaldırılmasının ardından İskoçya’daki duvar ustaları (mason) loncası bu tarikata kucak açmıştı. Templiyeler yanlarında getirdikleri gelenekleri, ritüelleri, sembolleri ve örgüt modelleriyle bir zanaatkar loncasını gizemli ve gizemci bir cemiyete dönüştürmüş oldular. Ancak bugünkü masonluğu şekillendiren, eski şövalye tarikatları geleneğinden ziyade Avrupa toplumlarının gelişimine yeni bir yön veren burjuva dünya görüşü oldu.
Bilahare Aydınlanma Yüzyılı’nın ilerici veya yenilikçi fikirlerine kapılarını açıp o devrin düşünürleri, bilim adamları, sanatçıları ve hatta siyasetçileri için bir sığınak teşkil eden mason locaları hakkında bugün aynı değerlendirmeyi yapabilecek durumda olmadığımız ortada. Yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her tarafında ya “sosyalleşme” amacıyla ya da üyeler arasındaki dayanışma geleneğinden faydalanma düşüncesiyle kişisel çıkarlar peşinde bir araya gelmiş kişilerden oluşan bir cemiyet var bugün karşımızda.
***
Masonluğun aydınlanma fikriyatını ve Fransız devriminin prensiplerini temsil ediyor olması daha Tanzimat devrinde modernleşme ve hürriyet yanlısı Osmanlı aydınları açısından belli ölçüde bir cazibe oluşturmuştur ama daha sonraları mason localarının fiiliyatta gördüğü işlev rejim karşıtı veya yenilik taraftarı aydınların bir araya gelebildikleri bir ortam sunmasıyla ilgilidir. Sefaret mensupları diplomatik dokunulmazlık taşıdıkları, yabancı tüccar ve şirket çalışanları ise kapitülasyonların sağladığı kanuni muafiyetlere tabi oldukları için bunlara müdahale edilmesi mümkün değildi. Locaların siyasi muhaliflerin faaliyetleri için “emniyetli yerler” olmasının sebebi budur.
Osmanlı başkentinde ilk kurulan locaların mensupları Osmanlı vatandaşı değildi. İstanbul’daki diplomatik misyon mensupları başta olmak üzere Avrupalı tüccarlar ile burada faaliyet gösteren yabancı şirketlerde çalışan kişilerden müteşekkildi mason nüfus. Hemen ardından Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler de üye kabul edilmeye başlandı. Müslüman üyelerin sayısındaki artış önceleri çok yavaştı. İlk kurulan Fransız localarından biri Müslüman üyeleri de bünyesine almaya başlamış ama sonra nedense locada Türkçenin kullanılmasını yasaklamak suretiyle bu üyelerin ayrılması yolunda bir tavır sergilenmişti. Sebebi tam bilinmiyor ama bir tahmin yürütmek gerekirse Yahudilerin mason olmasına da başından beri muhalefet eden muhafazakâr biraderlerin locayı ilk teşekkül ettiği günlerdeki gibi bir Hristiyan tarikatı olarak sürdürme arzularını yansıtıyor olabilir bu. İkinci bir ihtimal olarak da kendi vatandaşlarının devlet denetiminden bağımsız bir yapı içinde yer almasından rahatsız olan Osmanlı yönetiminin baskısıyla bunun gerçekleştiğini söylemek mümkün görünüyor.
Ne var ki Türklerin mason localarına girmeleri hiçbir zaman yasaklanmadı. Hatta Osmanlı tarihinde mason önlüğünü giyen ilk Türkler “devlet görevi” olarak tekris olmuşlardı. Devlet görevi derken locaların içeriden kontrolünü sağlamak veya buralarda istihbarat toplamak gibi bir amaçtan söz etmiyorum. Avrupa başkentlerindeki mason localarına katılan Türk diplomatların birçoğu görev yaptıkları ülkelerin elitiyle münasebet kurma kanalı olarak bunu kullanmış görünüyorlar. İkincisi, Osmanlı yönetici eliti masonluğu o günkü “ittihad-ı anasır” politikasına hizmet edebilecek faydalı bir yapı olarak görüyordu. Tanzimat aydınlarının masonlukta -ülke için gerekli olduğunu düşündükleri- yeni ve ilerici fikirler buldukları, locaları serbest düşüncenin ve yenilikçiliğin temsilcisi olarak gördükleri de vakıa. Bunun sebebi herhalde “ecnebi” aydınlarla ve “Avrupaî”fikirlerle ancak bu mahfillerde karşılaşma imkânı bulmalarıdır.
Bu bakımdan Tanzimat ricalinin masonlukla ilişkisinin nispeten daha samimi ve daha sahici olduğu söylenebilir. Sonraki dönemde ilişkiler iyice “araçsal” hale gelmiştir. Konu hakkında çalışma yapan bütün uzmanların ortak kanaati bilhassa mason İttihatçıların masonluğunun çok büyük ölçüde göstermelik olduğu yönündedir. İttihatçılar illegal faaliyetler kapsamında kendilerine örgütlenme, haberleşme ve buluşma imkânı sunan bu yapıyı önlerinde hazır bulmuş ve kullanmışlardı. Ancak o sırada bütün localar İttihatçılarla dolup taşıyordu sanılmamalı. Tek bir loca vardır, İttihatçıların bu amaçlarına hizmet veren: İtalyan obediyansına bağlı Selanik Risorta locası.
***
Ülkemizde her taşın altında biraderlerin parmağını gören komplo teorilerinin bunca yaygınlığına karşılık Masonluğun Türkiye topraklarındaki tarihi hakkında çok sayıda ciddi çalışma yok maalesef. İttihat ve Terakki Cemiyetinin masonlukla ilişkisi üzerine de bunca spekülasyona -ve üstelik İttihat Terakki üzerine nispeten daha fazla sayıda nitelikli çalışmalar yapılmış olmasına- rağmen İttihatçılık-Masonluk ilişkisi üzerine kayda değer akademik çalışmaların sayısı çok değil.
Bu konuda Türkçede kaleme alınmış yegâne müstakil çalışma ve en kapsamlı kaynak Orhan Koloğlu’nun “İttihatçılar ve Masonlar” başta olmak üzere Türk masonluğu konusunu ele alan ve kendi içinde bir seri oluşturan hazine değerindeki kitapları.
Bunun dışında ise Ernest Ramsour’un “Genç Türkler ve İttihat Terakki” kitabının muhtelif sayfalarında, Şükrü Hanioğlu’nun “Bir Siyasal Örgüt Olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin müstakil bir bölümünde, İsmail Küçükkılınç’ın “Jöntürklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık” başlıklı eserinin yine müstakil bir bölümünde konu hakkında önemli bilgiler ve değerlendirmeler bulunabilir.
Bu noktada İtalyan bir araştırmacının oldukça küçük hacimdeki bir eseri büyük bir boşluğu dolduruyor. Angelo Iacovella’nın dilimize “Gönye ve Hilal” adıyla çevrilen çalışması özgün belgeler üzerinden yukarıda sözünü ettiğimiz İtalyan Masonluğunun 1908 Devrimine verdiği desteğin mahiyetini açıklayan çok değerli bir kaynak.
Yeri gelmişken söyleyelim: Hiç değilse Fransız obediyansına bağlı localar çerçevesinde Osmanlı masonluğu hakkında bilinmeyen bir çok detayı ortaya koyan iki eser var. Birinden geçen hafta söz etmiştim: Eric Anduze’ün “Osmanlı Türkiye’sinde Masonluk” çalışması. Bir de Paul Dumont’un “Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar ve Masonluk” adıyla yayımlanan eseri… Her ikisi de Fransız Büyük Doğusu arşivlerinde bulunan belgelerden yola çıkılarak hazırlanan eserlerin ilki belge ve bilgi bolluğuyla önem taşıyor, ikincisi ise daha az sayıda belgenin dönemi iyi tanıyan bir uzmanın vukufiyetiyle değerlendirilmesi bakımından…
Keşke benzer bir çalışma Londra obediyansına bağlı mason localarının özellikle 1908-1923 dönemindeki faaliyetleri üzerine de yapılabilse…
Yazar Alatlı, Türkiye’de statükonun değişiminden kaynaklanan gerilimi sağlıklı bulduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:
‘Türkiye’de mevcut gerilim statükonun değişmesinden kaynaklanmaktadır ve bunun olumlu sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Tez, anti-tez diyalektiği senteze ulaşacak, daha mütekamil bir noktaya gelecektir. İş ki demokratik süreç zarar görmesin. Kimse kimseye kendi doğrularını dayatmaya yeltenmesin. Taşlı sopalı olmadığı, linç kültürüne dönüşmediği, sosyal medyada maalesef sıkça rastladığımız paçozlaşmaya evrilmediği müddetçe, münakaşa iyidir. Eleştiri iyidir. Mamafih, bayağılığın da kabak tadı vermeye başladığını görüyorum.’
Türkiye’den ABD veya AB’ye göç etmek veyahut çocuklarını yurt dışında doğurma gayreti içinde olanların kendilerini kandırdıklarını aktaran Alatlı, ‘Beyin göçü yanlış konumlanmış bir hayaldir. Amerika ve Avrupa’da başarılı olabilmek için dünyanın makus talihiyle uzlaşmış olmanız, yeni dünya düzeninin mazlum halklara reva gördüğü zulümle mutabık olmanız gerekir. Yüreğiniz Aylan bebekleri, Somali açlarını, gelir dağılımı bozukluklarını kaldırıyorsa, buyurun. Şiddete, işkenceye, gasba bigane kalabiliyorsanız, buyurun, kim tutar ki sizi.’ değerlendirmesinde bulundu.
Sultan Abdulazizden 1861 de ABD’ ye destek…
İngiltere ve Fransa’nın karşısına aldığı iç savaş yaşayan ABD, aradığı desteği Osmanlı’dan buldu
TM Dijital Haber Merkezi
İç savaşla boğuşan Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyindeki birkaç eyalet 1861 yılında bir araya gelerek Amerika Konfedere Devletlerini kurdu. Abraham Lincoln 4 Mart 1861’de ABD Başkanı olduğunda, güneydeki yedi devlet çoktan Birlik’ten ayrılarak Konfederasyon’a katıldıklarını ilan etmiş, bu rakam günbegün 11’e kadar ulaşmıştı.
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Amerika Konfedere Devletleri’ne destek vermesinin ardından ülkesindeki barış ve birliği yeniden tesis etmekte zorlanan Abraham Lincoln, aradığı desteği Osmanlı İmparatorluğu’ndan bulmuştu.
ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasında tesis edilen ve Lincoln’e büyük güç veren bu ilişki ise, ABD’nin İstanbul Büyükelçisinin Lincoln mektuplarının satırlarında yer alıyordu. İşte Lincoln mektuplarında yer alan Osmanlı İmparatorluğu ve Sultan Abdülaziz…
KONFEDERASYON’A DESTEK İSTEYEN ELÇİ DEĞİŞTİRİLDİ
ABD’de 1861 yılında Sivil Savaş çıktığında, ülkesinin Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisini değiştirmek, Lincoln için büyük önem taşıyordu. Zira, Tennessee temsilcisi -yani güneyli- olan mevcut Büyükelçi James Williams, ayrılıklarını ilan eden güneyli devletler lehine yoğun bir çalışma yürüterek Osmanlı hükûmetine de ABD’nin güneyinde kurulan Konfederasyon’a destek vermesi çağrısında bulunuyordu.
Bunun üzerine dönemin ABD Başkanı Lincoln’e “Pensilvanya temsilcisi Edward Joy Morris’in İstanbul Büyükelçisi olarak atanmasını” tavsiye eden Savaş Bakanı Simon Cameron, Lincoln’den olumlu yanıt aldı.
Akademisyen Dr. Işıl Acehan’ın Global Daily News için kaleme aldığı yazıya göre, Abraham Lincoln tarafından 12 Haziran 1861 tarihinde ABD’nin İstanbul Büyükelçisi olarak atanan Edward Joy Morris’in Sultan Abdülaziz’e teslim edilmek üzere yanında taşıdığı mektupta şu satırlar yer alıyordu:
“ABD Dışişleri Bakanlığına, Türkiye’nin Sultanı olan İmparatorluk Majestelerine gönderilen bu zarfa ABD Mührü’nü basması emrini verdim. Sayın Edward Joy Morris’in itimadı, bugünden itibaren benim imzamla kendisinin güvencesi altında olacaktır.”
Sultan Abdülaziz, Büyükelçi Morris İstanbul’a ulaştığında, Sultan I. Abdülmecid’in ölümünün ardından henüz tahta geçmişti. Sultan I. Abdülmecid, ABD ordusuna hediye ettiği develer ve develerle birlikte gönderdiği deve bakıcıları aracılığıyla Osmanlı-ABD ilişkilerini üst düzeylere taşımıştı. Söz konusu deve bakıcılarından Hacı Ali, daha sonra ABD’de halk kahramanı olmuştu.
Büyükelçi Morris, 22 Ekim 1861 tarihinde Sultan Abdülaziz’e güven mektubunu sundu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı William H. Seward’a bir mektup gönderen Morris, raporunda şu ifadelere yer vermişti:
“Büyükelçi olarak güven mektubumu sunmak üzere Sultan’ın huzurunda bulunduğumu ve tahta çıkmasına ilişkin olarak ABD Başkanı’nın kendisine yönelik tebrik mesajını ilettiğimi haber vermekten onur duyuyorum.”
İNGİLTERE VE FRANSA’YA KARŞI OSMANLI’DAN DESTEK ARAYIŞI
İngiltere ve Fransa’nın Konfederasyon’a yönelik olası desteğine karşı harekete geçen ABD Başkanı Lincoln ve Dışişleri Bakanı Seward, ABD’nin Osmanlı İmparatorluğuyla ilişkilerini güçlendirmenin yollarını arıyordu.
ABD hükûmetince Sivil Savaş’ta tarafsız kalması talep edilen Sultan Abdülaziz’in ne karar alacağına ilişkin hem İstanbul’daki hem de Vaşington’daki meraklı bekleyiş sürerken, Sultan Abdülaziz, Osmanlı hükûmetinin Konfederasyon’a değil, Birlik’e tam destek vereceğine ilişkin mesajıyla Lincoln’ün içini rahatlatmıştı.
ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Morris’in Sultan Abdülaziz’e sunduğu güven mektubunda şu ifadeler yer alıyordu:
“ABD Başkanı’nın İmparatorluk Majesteleri’nin yanında hükûmeti temsil etmek için beni seçmesinden büyük mutluluk duyarak, siz majestelerine güven mektubumu sunmaktan onur duyuyorum. ABD Başkanı beni ayrıca, siz majestelerinin, seleflerinizin tahtına oturmanızdan dolayı yürekten tebriklerini iletmemle görevlendirdi. ABD devleti ve milleti, Osmanlı İmparatorluğunun refah ve mutluluğunun güvencesini karakteri ve aydınlık zihniyle yüceltecek bir hükümdarın tahta geçmiş olmasından dolayı büyük memnuniyet duyuyor.”
ABD’de yaşanan Sivil Savaş’ın Osmanlı İmparatorluğu ile ABD arasındaki dostane ilişkilere ket vurmaması için elinden geleni yapacağını belirten Büyükelçi Morris, Sultan Abdülaziz’e hitabında, “Siz majestelerinden, bütün gücümü, iki ülke arasında kurulduğu günden bu yana sarsılmaz bir ahenk içerisinde süregelen dostane ilişkileri daha da ilerilere taşımak için kullanacağıma inanmanızı rica ediyorum.” sözlerini kullandı.
İçten ve cana yakın bir karaktere sahip olan Sultan Abdülaziz’in ABD ile dostluk ilişkilerini sürdürme noktasındaki arzusunu dile getirdiğini anlatan Dr. Işıl Acehan, Sultan Abdülaziz’in, “Amerikan halkının, barışın tesis edilmesi ve birlik olma noktasında yaşadığı sorunlara karşın ABD hükûmetinin yanında olduğunu” söylediğini belirtti.
Büyükelçi Morris, ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporunda şu ifadelere yer verdi:
“Bu büyük imparatorlukta ABD’nin gerçek bir dostu bulunduğunu bildirmekten büyük mutluluk duyuyorum. Aynı duygu, kendisinin bütün bakanlarına da ilham oluyor. İnanıyorum ki, bu duygu, en az sıcaklığı ve cömertliği kadar samimidir.”
ABD’YE, EN KARANLIK DÖNEMİNDE OSMANLI’DAN DESTEK
ABD Sivil Savaşı ikinci yılına girdiğinde, 1862 yılında, Sultan Abdülaziz’in tahta çıkışının ilk yıl dönümü bütün imparatorlukta kutlandı. Böylesi bir olaya, 25 Haziran 1862’de, diplomatik personeller bireysel olarak ilk kez kabul edildi. Resepsiyon, Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirildi.
İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisi Henry Bulwer’in diplomatik personeli adına Sultan Abdülaziz’e tebriklerini sunmasının ardından, Sultan Abdülaziz bütün diplomatik personelle tek tek konuşmuştu.
Sıra ABD Büyükelçisi Morris’e geldiğinde ülkesinde yaşanan savaş durumu hakkında bilgi talep eden Sultan Abdülaziz’e yanıt veren elçi, “Bir taraftan Amerikan Anayasasını koruyan, diğer taraftan ise çatısı altında yaşayan insanların şükür kaynağı olan bir hükûmetin yıkımına yönelik başlatılan bu savaş, hem bizler için hem de dünya için büyük bir musibettir; fakat kısa süre sonra ülkenin kurumlarının özgürleşmesi ve Birlik’in tesis edilmesiyle sonuçlanacaktır.” diye konuştu.
ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporda Sultan Abdülaziz’in bu sözlere verdiği yanıtı aktaran Büyükelçi Morris, “Majesteleri, sivil savaşın bütün milletlerin tarihindeki bir olay olduğunu söyleyerek, ABD’nin birliğine ve refahına ilişkin içten dileklerini ABD Başkanına iletmemi istedi.” satırlarını kaleme aldı.
Sultan Abdülaziz’e iyi niyet dileklerinden dolayı teşekkürlerini ileten Büyükelçi Morris, “ABD’nin devleti ve milletiyle özellikle tarihin bu karanlık döneminde bu dostluğu ve iyi niyeti büyük bir minnettarlıkla karşıladığını” aktardı.
ABD Dışişleri Bakanlığına yazdığı raporda Sultan Abdülaziz’in kendisiyle konuştuğu anlara ilişkin tavrını da yorumlayan Büyükelçi Morris, “Sultan’ın tavrı son derece içten ve kusursuz samimiyetini belirgin bir şekilde yansıtır şekildeydi.” ifadelerine yer verdi.
SULTAN ABDÜLAZİZ’İN YENİLEDİĞİ ANLAŞMA, LINCOLN’E GÜÇ VERDİ
ABD’ye verdiği desteği söz ile bırakmayan Sultan Abdülaziz, iki ülke arasında 1830 yılında imzalanan “Ticaret ve Seyrüsefer Anlaşması”nı da yeniledi. 1862 yılında imzalanan bu yeni anlaşma ile iki ülke arasındaki ticaretin ve diplomatik ilişkilerin sürdürülmesi güvence altına alındı.
Dr. Işıl Acehan’ın aktardığına göre, bu anlaşmanın yenilenmesi, Sivil Savaş sürecinden geçen Lincoln hükûmetine olağanüstü bir verimlilik sağladı. 1 Aralık 1862 yılında Kongre’ye yıllık mesajını gönderen ABD Başkanı Lincoln, “ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki yeni anlaşmanın çoktan uygulanmaya başladığını” aktarmıştı
.
KUDÜS DEHASI ABDÜLHAMİD HAN
Geçtiğimiz günlerde olanlar malum. ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdı. Aynı zamanda da Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağını da ifade etti. Aslına bakılırsa bunda pek şaşılacak bir şey yok. Zira Trump bunu seçim kampanyaları döneminde vadetmişti.
Trump bu kararı açıklar açıklamaz birçok ülke buna tepki gösterdi. Zira hiçbir ülke bunu şimdiye kadar kabul etmemişti. ABD bu konuda bir ilki gerçekleştirmiş olacak. Trump’ın bu kararına en büyük tepki Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi. Öyle ki Filistin Lideri Hamas da bunu belirtmişti ve Erdoğan’ın bu açıklamasından son derece memnuniyet duyduğunu da söyledi…
Bu kısa açıklamalardan sonra biz olaya başka bir açıdan bakalım ve Kudüs’ün şimdiye kadar neden İsrail’in başkenti olarak tanınamamasından bahsedelim. Bu konuda en güzel açıklamayı Sanat Tarihçisi Talha Uğurluel katıldığı Kudüs Konferansında çok net bir şekilde dile getirdi. Şimdi ben de o konuşmayı kendi cümlelerimle özetleyerek siz değerli okuyuculara aktarıyorum…
Bilindiği gibi biz Kudüs’ü 9 Aralık 1917′de kaybetmiştik. Haliyle de 9 Aralık’a şunun şurasında bir gün kaldı. İslam Dünyasının bu konudaki hassasiyetini bilenler de biz Müslümanların bu durum karşısındaki sesini kısmak için böyle bir açıklama yaptılar. Trump’ın açıklaması da bunu gösteriyor öyle ki. Ve açıklamasında bu tanımayı “geç kalınmış bir tanıma” olarak nitelendirdi.
Peki şimdiye kadar Kudüs’ü neden İsrail’in başkenti olarak ilan edemediler. Şimdi bunun cevabını aramaya çalışalım… Sultan Abdülhamid Han dönemindeyiz. O dönemde Ayestefanos ve Berlin Anlaşmaları bizi oldukça yıpratmıştı. İşin başında da tabi Rus’lar vardı. Rusya, Abdülhamid Han’a Kudüs’te bir Kilise yaptırmak istediğini söyledi. Ruslar’ın bu isteğine Sultan’ın ne yazık ki hayır deme imkanı yoktu. Çünkü o dönemde gücümüz yoktu. Abdülhamid buna izin verdi. Rusya, Zeytindağı’na 1-2 dönümlük araziye kilise inşasını gerçekleştirdi. Rusya’nın oradaki amacı Kudüs’tü. Orayı Ortodoks Başkenti yapmak ana hedefleriydi.
İşte burada karşımıza müthiş bir zeka çıkmaktadır. ABDÜLHAMİD HAN… Sultan, buradaki oyunu çok net bir şekilde görmüştü. Çünkü İngilizler burayı Protestan Merkezi yapmak istiyorlardı. Fransızlar Katolik Merkezi yapmak istiyorlardı. (Fransa da bu karara karşı çıkan ülkelerden biridir.) Yahudiler Yahudi başkenti yapmak istiyorlardı. Ermeniler Ermeni başkenti yapmak istiyorlardı.
Şimdi, Abdilhamid’in yaptığı zeka küpü niteliğindeki hamlesine bakın. Şapka çıkaracaksınız önünde. O günlerde Abdülhamid, Almanya ile iyi ilişkiler sürdürmekteydi. Alman İmparatoru II.Wilhelm’e göz kırparak, “Sana da Davud Dağı’nda 1-2 dönüm yer vereyim, sen de bir kilise yap.”dedi. (Protestan Kilise’si-Ruslar’ın Ortodoks Kilisesinin karşısında). Fransızlara size de bir yer vereyim Katolik Kilisesi yapın dedi. Ermenilere de bir Gregoryan Kilisesi siz inşa edin dedi.
Burada açık ve net olalım. Biz o dönemde yaşıyor olsaydık neler demezdik Ulu Hakan’a. Ama şimdi anlıyoruz ki onun bir bildiği varmış, 33 yıl çökmek üzere olan Osmanlı’nın ömrünü boşuna uzatmamış…
Devam… Yahudiler, mutlak başkentimizdir dediler, hiçkimse tanımadı. Neden? Çünkü herkesin Kudüs’te bir avuç toprağı vardı. BÜYÜK DEHA ABDÜLHAMİD HAN, KUDÜS’Ü bu planıyla paylaşılamaz bir şehir haline getirdi. Her ne kadar ABD başkanı Yahudilere dayanarak bu kararı alsa da unutulmamalıdır ki orada hala herkesin arazisi var.
ABD’nin bu tanıma kararı öyle ki Hristiyan aleminin de tepkisini çekecektir. Çünkü Kudüs aynı zamanda Hristiyanlar için çok büyük önem arz etmektedir. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Dindar hiçbir Yahudi, Hristiyan’ı sevmez, dindar hiçbir Hristiyan da Yahudi’yi sevmez. Çünkü bütün dindar Yahudilere göre haşa Hz. İsa sahtekardır. Onlara göre metresi ile evlenmiştir. Çarmıha gerilip öldürülmüştür. Krallık iddia eden ve hiçbir zaman Peygamber olmayan biridir…
Bitirecek olursak ABD’nin bu kararı kısa sürede çok büyük bir tepki toplayacağa benziyor. Topladı da zaten. Burada açıkça görülüyor ki Cennet Mekan ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN’ın ektiği tohumlar meyvelerini bir asır boyunca vermiş. Yahudi alemi, Hristiyan alemi ne yaparsa yapsın hepsi beyhudedir. KUDÜS (Mescid-i Aksa) biz Müslümanların ilk kıblesi ve son kalelerimizden biridir. Onu her şeyden önce Allah koruyacaktır. Biz Müslümanlara düşen de Allah’ın ve onun nezdinde Hz. Peygamber (sav) in emanetine sahip çıkmaktır…
Selam ve dua ile…
İBRAHİM YAVUZ
.
Ulu Hakan’dan Uzun Adam’a
Bugün, tarihçilerin deyimiyle dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator, 113. İslam Halifesi ve 34. Osmanlı Padişahı cennetmekan Sultan II. Abdülhamid Han’ın 101. Vefat yıldönümü. Ulu Hakan’ı anlatmaya değil bu köşe gazeteler bile yetmez ama yine de ahde vefa kabilinden yad etmeye gayret göstermek adına bu yazımı kaleme aldım.
Büyük Sultan, padişah olduğu andan itibaren Devlet-i ‘Aliyye’de büyük bir kalkınma, imar, teknoloji, sağlık, eğitim… seferberliği başlatmış; ardından pek çoğu şahsi parasından olmak üzere, fabrika, okul, cami, köprü, hastane, yol, çeşme gibi binlerce şaheser bırakmış, kendinden önce birikmiş ne kadar hayal varsa gerçekleştirmiş ve dahi ülkeyi hayal edilemeyecek bir seviyeye ulaştırmıştı.
O dönem yokluk, kıtlık, savaş ve salgın hastalıklara rağmen her anlamda Osmanlı’nın en parlak dönemidir.
Hükümdarlığının ilk yıllarında izlediği ılımlı politikalar ve üretime yönelen devletçi anlayışı ile 252 milyon altın olan borcu 30 milyon altına kadar düşürmüştür.
İptidai denilen ilkokulları köylere kadar ulaştıran, Galatasaray Lisesi’ne hacim kazandıran,5 lise açan, kız çocuklarını eğitime dahil etme yolunda dev adımlar atan, çağını aşan bir ilim mücadelesi ile bilen ve üreten nesiller yetiştirmeye gayret gösteren odur. Pekin’de adına okul açılmış, kapısında bayrağımızı dalgalandırmıştır.
89 Genel Kamu Hastanesi, 27 Kurum Hastanesi, 74 Asker Hastanesi, 26 Hilal-i Ahmer Hastanesi, 12 Gayri Müslim Cemaat Hastanesi, 29 Yabancı Misyon/Görev Hastanesi, 8 Eğitim Hastanesi, 8 Kadınlara Mahsus Hastane, 8 Doğumhane, 1 Çocuk Hastanesi, 2 Akıl Hastanesi, 23 Frengi Hastanesi, 3 Verem Sanatoryumu, 8 Kolera Hastanesi olmak üzere çok çeşitli vasıflarda ve toplamda 300’den fazla hastane yaptırmıştır.
Kuduz aşısının mucidi Pasteur’e çalışmalarına katkı için gönderdiği 10.000 altın en zor şartlar ve imkansızlıklar içinde dahi ilme karşı bakışını ispat niteliğindedir.
Hicaz Demiryolu ile Haydarpaşa’yı Medine’ye, Ertuğrul Firkateyni ve Hamidiye Zırhlısı ile limanlarımızı dünyaya bağlamış, Taht-el Bahr (İlk Türk Denizaltı) yine ona nasip olmuştur.
Örnek çiftlikler, ziraat ve ticaret odaları ile kurduğu fabrikalarla ekonomiyi ayakta tutmuş lâkin 27 Nisan 1909’da 15 Temmuz benzeri hain bir darbe girişimiyle gidişi, her şeyin de bitişi olmuştur.
Makam, mevki ve Siyonist efendileri için Büyük Sultan’ı tahttan indirip hanedanı ile sürgün edenler koca Osmanlıyı yıktılar.
Çileli bir ömrü kutsi bir dava anlayışı ile hitamına erdiren Ulu Hakan’ı bugün dahi doğru anlayamayanın sonuçlarını ülke olarak yaşamakta, bizatihi sayın Cumhurbaşkanı’mızın ve ülkemizin maruz kaldığı ihanetler ile de anlaşılmazlığın her devrin vebası olduğunu müşahede etmekteyiz.
Geçmişte Abdülhamid’e yapılan saldırıların benzerleri bugün sayın Cumhurbaşkanımıza yapılmaktadır. O günün şer cephesi bugün torunları marifetiyle Sayın Erdoğan’a karşı birlikte hareket etmektedirler. Sadece kıyafetleri değişti, bir de isimleri. Söylemler ve ifadeler kelime kelime aynı olduğu gibi ölüm tehditleri kustukları pankartlar bile aynı aklın, aynı hastalıklı bakış açısının ürünüdür.
Bugün ondan geriye bir miras, bir anlayış ve bir istikamet kaldı. Bize düşen ise bunu idrak etmek ve bu yönde hareket etmektir. Sultan Abdülhamid Han’ı anlayan, özümseyen ve gelecek kuşaklara aktaran bir milletin inşası dileklerimle…
Rahat uyu Ulu Hakan rahat uyu.
Emeklerin zayi olmadı, sancağın yere düşmedi, kalen teslim olmadı!
Bugün kirli pençelere geçit vermeyen “Tayyib” yürekli evlatların mirasına sahip çıkıyor.
Vefatının 101. Yılında hatırası yâd, mekânı cennet ve aziz ruhu şad olsun.
Merak Ediyorum:
9 Şubat Dünya Sigarayı bırakma gününde kim, kaç kişi kendine bir iyilik yaptı ve sigarayı bıraktı?
Sağlık ve afiyet içinde kalınız.
.
Bu da Sultan Abdülhamid’in hanımının mektubu
Murat Bardakçı,Habertürk
Bu da Sultan Abdülhamid’in hanımının mektubu: “Bizi sürgüne gönderirken dört yaşındaki oğlumuz için ayırdığımız paraları bile aldılar!”
Geçen gün, Sultan Abdülhamid’in İstanbul’da çıkan 31 Mart Hadisesi’ni bastıran Hareket Ordusu’nun kumandanı Mahmud Şevket Paşa’ya Selânik’teki sürgün günlerinde gönderdiği bir dilekçeyi yayınladım…
Sultan Abdülhamid, İstanbul Büyükşehir Kütüphanesi’nin yeni satın aldığı bir evrak kolleksiyonunda bulunan 5 Temmuz 1909 tarihli dilekçesinde kendisine de tahttan indirilen ağabeyi Beşinci Murad ile ailesine gösterdiği ihtimamın gösterilmesini beklediğini söylüyor ve bazı taleplerinin yerine getirilmesi hâlinde Alman Bankası’ndaki bütün parasını orduya devredeceğini vaadediyordu. Devrik hükümdar dilekçesinde “İyi ve kötü, fakat iyi niyetle 34 yıl vallahi ve billâhi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislâm Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine aykırı hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde nüfuzumu kullanmadım. 31 Mart olayından vallahi bilgim yoktur. İşte buralarını yeminle temin ederim” diyor ve içerisinde bulunduğu vaziyeti de “…Servet ve eşyam zaptedildi. Perişan ve şâyân-ı merhamet (merhamet gerektiren) bir halde kaldım” diye anlatıyordu.
Yayınım hayli ilgi çekti ama bazı çevreler bana demediklerini bırakmadılar. “Sultan Abdülhamid gibi büyük bir insanı zayıf gösteren böyle bir belge nasıl yayınlanır?”dan “Bunu yayınlamaktan maksadın nedir?”e, “Şimdi zamanı mıdır?”dan tutun belgenin “sahte” olduğuna kadar hayli tuhaf ithama maruz kaldım.
Şu kadarını söyleyeyim: Belge yayınına karşı akıl, idrak ve ilim dışı böyle iddialara cevap vermeye lüzum hissetmek bile sadece zaman kaybıdır!
Bugün yine aynı kütüphanenin, yani Taksim’deki Atatürk Kitaplığı’nın satın aldığı evrak kolleksiyonunda bir başka belgeyi yayınlıyorum: Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi Naciye Hanım’ın, kocası Abdülhamid’i tahtından indiren Hareket Ordusu’nun kumandanı ve sonranın sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’ya 26 Mart 1912’de gönderdiği mektubunu…
Bartınlı bir aileye mensup olan Naciye Hanım, mektubunda kocası Sultan Abdülhamid ile beraberce Selânik’e sürgüne gönderildikleri sırada ellerinden alınan ve içerisinde oğlunun yegâne serveti olan paraların bulunduğu çantanın kendilerine geri verilmesini istiyor, Yıldız Sarayı’ndaki eşyalarının sabık hükümdarın büyük oğlu Şehzade Selim Efendi’ye teslim edilmesi ricasında bulunuyor ve Sultan Abdülhamid’in Maslak Çiftliği’nin küçük oğlu Âbid Efendi’ye verilmesi konusundaki talebini hatırlatıyor…
Bu taleplerin hiçbiri yerine getirilmedi ve Sultan Abdülhamid’in oğlunun istikbali için ayırdığı nakit para ile hisse senetlerinden de bir haber alınamadı!
Mektubun enteresan ama gayet acı olan bir başka tarafı: Naciye Hanım’ın imzasının altında mahkûm mektuplarını hatırlatırcasına “Görülmüştür” kaydı ve Ordu Köşkü Muhafızı Rasim Bey’in imzası var!
Naciye Hanım 1923’te İstanbul’da vefat etti, bir sene sonra bütün Osmanoğulları ile beraber sürgüne gönderilen oğlu Âbid Efendi ise zorluklarla dolu bir hayat yaşadı. Fransa’da iyi bir tahsil görmesine ve Arnavutluk Kralı Zog’un kızkardeşlerinden biri ile evlenmesine rağmen sonraki senelerde büyük sıkıntılar çekti. Fransa’da kapı kapı dolaşıp sabun sattı, sonra Lübnan’a geçti, Suudi Kralı Faysal’ın bağladığı cüz’i bir aylıkla yaşadı ve hayattan 1973’te Beyrut’ta ayrıldı.
Sultan Abdülhamid’in hanımlarından ve küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi olan Naciye Hanım, Mahmud Şevket Paşa’ya gönderdiği mektubunda günümüzün Türkçesi ile şöyle diyor:
“Aşağıdaki konularda muhtelif tarihlerde yaptığım müracaatların tamamı cevapsız kaldığı için durumu yeniden ifadeye teşebbüs ediyorum.
Zevcim sabık hâkan Abdülhamid Han Hazretleri ile beraber Selânik’e geldiğimizde içerisinde gerek benim ve gerek oğlum Âbid Efendi’nin yegâne serveti olan nakit para, hisse senetleri ve daha bazı özel evrakın bulunduğu çanta bana ait dairenin baş kalfası olan ve bugün burada yanımızda bulunan Mâhıenver Kalfa’nın elinden alınmış ve karşılığında o zaman belediye reisi olan Hâzım Bey’in başkanlığındaki komisyon tarafından bugün bende bulunan bir mazbata verilmişti.
Bu çanta ile içerisindekilerin tarafıma aynen iadesini defalarca istirham ettim ama yerine getirilmedi. Mevduatımın güzel şekilde muhafaza edileceğine emin isem de, bunların kendi elimde bulunmasını daha ziyade muvafık bulduğum için tarafıma iadesinin sağlanmasına himmet buyurmanızı rica ederim.
İkinci olarak: Yıldız Sarayı’nda kalan benim ve oğlum Şehzade Âbid Efendi ile yanımda bulunan Dilbeste Kalfa’nın eşyasının nereye teslim olunması lâzım geleceği daha önce padişahın (Abdülhamid’den sonra tahta geçen Sultan Reşad’ın) emri ile sorulmuş, Şehzade Selim Efendi Hazretleri’ne teslimi tarafımızdan cevaben bildirilmiş ve şimdiye kadar hiçbirşeyin verilmediği haber alınmıştır. Dolayısı ile bu eşyanın da biran evvel Selim Efendi’ye teslim edilmesini ve neticenin tarafıma bildirilmesini rica ediyorum.
Üçüncü olarak: Maslak Çiftliği’nin oğluma verilmesi konusunda pederi sabık hâkan hazretleri (Abdülhamid) tarafından seyahatimiz sırasında yapılan talebin neticesine ve çiftliğin devir muamelesinin yerine getirildiğine dair de henüz bir haber gelmemiştir.
İşte, mâruzatım kısaca bunlardan ibarettir. İstirhamlarının biran evvel yerine getirilmesini ve tarafıma bilgi verilmesini gerek kerîm olan zâtınızdan ve gerekse de Meşrutiyet’in adâletinden beklerim efendim.
26 Mart 1912.
Selânik’te Ordu Köşkü’nde sabık hâkan hazretlerinin zevcesi Naciye”.
Sultan Abdülhamid’in hanımı Naciye Kadınefendi’nin Mahmıd Şevket Paşa’ya gönderdiği mektup. Mektubun sonunda “Görülmüştür” kaydı var.
Naciye Hanım’ın mektubunun zarfı.
Sultan Abdülhamid’in Naciye Hanım’dan olan oğlu Şehzade Âbid Efendi.
.
Çin’in dinî jeopolitik çıkmazı
İhtilaller, darbeler, Masonlar
Mason localarının yakın tarihimizdeki bazı hadiseler içinde oynadıkları role ilişkin iki tespitte bulunmuştuk: İlki, biraderlik örgütlerinin evrensel bir ağın parçası gibi görünmelerine rağmen, aslında daima bağlı bulundukları devletin kontrolünde faaliyet gösterdikleri ve kendi ülkelerinin milli çıkarlarına hizmeti önceledikleri… İkincisi, 1908 Devrimi’nin hazırlanışı sürecinde İttihatçıların İtalyanlara ait bir mason locasını yalnızca sığınak olarak kullanmış oldukları ve devamında Türk “Büyük Doğu”sunun teşkiliyle mahfilleri “millîleştirmeye” çalıştıkları…
İlaveten, masonluğun bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumsal bir ihtiyaca cevap verebildiği devirlerde sahip olduğu önemi bugün kaybetmiş olduğunu vurgulamak gerekiyor… Günümüzde masonluk “hemşehri”derneklerinden hallice görüntüsüne rağmen nihayetinde çıkar amaçlı bir dayanışma örgütü. Gençlerin “iş ve işçi bulma kurumu” diye dalga geçtikleri bir yapı. Üyelerinin çoğu aile ilişkileri ve toplumsal muhitleri dolayısıyla dahil oldukları teşkilatın tarihinden bile habersiz, entelektüel ilgi ve merakları olmayan kişiler.
Görünen o ki yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada durum bu şekilde. Batı basınını izleyenler oralarda da Biraderlik kurumunun özellikle aydınların gözünde eski itibarından eser kalmadığını, locaların adının sık sık yolsuzluk olaylarına karıştığını, masonluk derecelerinin büyük paralar karşılığında statü meraklısı zengin kişilere satıldığı gibi eleştirilerin dile getirildiğini göreceklerdir.
Masonlar Avrupa tarihi boyunca yalnızca belirli bir dönemde devrimci veya ilerici diyebileceğimiz bir pozisyon almışlardır. O da 18. yüzyıldır. Bu yüzyılda bilim, sanat, felsefe alanlarında gerçekleşen birçok yenilikçi girişim arasında Amerikan ve Fransız devrimlerinde de masonların önemli roller oynadığı bilinir. Ne var ki Amerikan ve Fransız devrimlerini mason felsefesinin ortaya çıkardığını iddia etmek yanlış olur. Mason localarının rolü o devrin ilerici ve reformcu aydınlarına sığınak işlevini üstlenmiş olmasıydı. Tıpkı bizdeki 1908 Devrimi’nin hazırlanışında olduğu gibi…
“Cumartesi Yazıları”nın önceki bölümlerinde de açıklamaya çalıştığım üzere, İttihatçıların mason localarında doğmuş veya geliştirilmiş bir fikrin, bir idealin peşine takılıp gittiklerini söyleyemeyiz. Öte yandan ittihatçıların lider kadrosundan belirli kişilerin üye oldukları İtalyan obediyansına bağlı locanın sergilediği işbirliğine karşılık diğer ülke obediyanslarına bağlı locaların tam aksi yönde bir tutum içinde olduklarını unutmamak lazım. Özellikle İngilizlerin bu konudaki çabaları malum. Geçen hafta bununla ilgili birkaç örnek zikretmiştim, yer problemi yüzünden tekrar detaya giremeyeceğim.…
***
Bizdekine benzer bir tabloyu 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Latin Amerika ülkelerinde yaşanan devrimler ve karşıdevrimler sürecinde de gözlemliyoruz. Gerçi Latin Amerika masonluğun en faal olduğu coğrafyalardan biri. Binlerce loca bulunuyor bölge ülkelerinde. Dolayısıyla bu ülkelerdeki siyasi ve kültürel hayat üzerinde kayda değer bir etkisi var. Bu anlamda bizimle benzerliğinden pek söz edilemez. Ancak geçen iki yüzyıl boyunca buradaki masonlar arasında sergilenen rekabet ve mücadeleler “kardeşlik bağıyla birbirine bağlı aydınlanmış ruhlar”efsanesinin olduğu kadar “tek merkezden yönetilen uluslararası bir ağ”tanımlamasının da gerçekliğini sorgulatacak bir mahiyet arz ediyor.
Baştan başlayalım… Latin Amerika’da masonluk öteden beri birkaç sebepten dolayı yaygın ve canlıdır. Bu coğrafyanın Katolik kültürünün egemenliğinde olması, öncelikle kilise otoritesine karşı başkaldıran serbest düşünceli aydınları localara çeken bir faktör. İkinci faktör, bu ülkelerin sömürge geçmişinin ortaya çıkardığı kuvvetli antiemperyalist fikriyatın ancak dokunulmazlığı olan localarda güvenlik bulmuş olması. Keza sömürge devri sonrasında başa gelen dikta rejimlerine karşı şekillenen muhalefet hareketi içindeki aydınların da sığınağı ve buluşma yeri yine localar oldu. Elbette bu localarda savunulan serbest düşünce yaklaşımının ve Avrupa’dan esen yenilik havasının, yani modernlik taraftarlığının aydınlar üzerindeki cazibesi inkâr edilemez ama asıl önemlisi masonluğun o devirlerde ve o coğrafyada toplumsal ihtiyaçlara cevap veren bir nitelik taşıyor olması herhalde.
Gelgelelim masonluk derken tek bir çeşit fikirden veya tek bir örgütten de bahsediyor değiliz. İngiliz, Fransa, Kuzey Amerika ve İspanyol obediyanslarına bağlı mason gruplarının birbirleriyle mücadelesi uluslararası çıkar çatışmalarının da aynası ve sahnesidir.
Ne var ki “sosyalist halk ihtilaliyle” iş başına gelen liderin de askeri darbeyle onu devirip iktidarı ele geçiren diktatörün de mason olduğu bir coğrafya burası. Dolayısıyla masonların mı siyaseti kullandığı, yoksa siyasetin mi masonları kullandığı sorusunun cevabı kolay verilemez.
***
Latin Amerika kıtasının “el libertador”u Simon Bolivar masondu. Önce kendi ülkesi Venezuella’yı sömürge yönetiminden kurtaran efsanevi halk önderi daha sonra bugünkü Kolombiya, Peru, Ekvator, Panama gibi ülkelerin yer aldığı geniş coğrafyanın İspanyollardan kurtuluşuna liderlik etti. (Bir süre sonra Yukarı Peru parlamentosu kurtarıcısına saygı nişanesi olarak ülkenin adını Bolivya olarak değiştirecekti. Stalingrad veya İskenderiye gibi adını siyasi liderlerden alan şehirler oldu tarihte ama adı bir ülkeye verilen ilk ve tek kişi galiba Bolivar.)
İleriki yıllarda İtalyan Birliği’nin kurucusu olacak Garibaldi de bu sırada Bolivar’ın ordusunda gerilla savaşı eğitimi alıyordu. Garibaldi de masondur. Bizim Jön Türk hareketine ilham veren “Giovine Italia”nın babası Mazzini de.
Latin Amerika’ya dönersek… Şili’de ABD’nin desteklediği “mason” general Pinochet tarafından devrilen “halkın seçtiği ilk Marksist lider” Salvador Allende de masondu. Küba’nın -ve hatta bütün Latin Amerika’nın- Namık Kemal’i diyebileceğimiz devrimci şair Jose Marti de masondu. Bütün dünyanın Amerikalı müzisyen Pete Seeger’ın bestesiyle tanıdığı ünlü “Guantanamera” şiiri onundur. (“Guantanamera! Guajira!”) Küba zaten Latin Amerika kıtasında masonluğun en güçlü olduğu ülke olarak biliniyor. Hem de komünizmin kalesi olduğu sıralarda bile… (Başta Sovyetler olmak üzere 20. yüzyılda komünist yönetim altına giren ülkelerin hemen tamamında masonluğun yasaklanmış -veya locaların “kendi istekleriyle uykuya girmiş”- olduğunu unutmayın.) Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun da mason olduğu iddiası var. Bu iddianın doğrulanamadığını söylemek lazım ancak doğru olması akla uzak bir ihtimal değil. Sebebini yukarıda anlatmaya çalıştım…
Son olarak Latin Amerika masonluğunun siyasi veçhesini ve genel anmayla masonluğun uluslararası boyutunu bizzat “masonik” bir kaynaktan uzunca bir alıntıyla dikkatinize getirmek istiyorum:
“… Bu ülkelerde Masonluğun kurulması ve yayılması tamamen siyasidir. 19. yy.’ın ortalarında, bütün Latin Amerika’da işgalcilere karşı istiklâl savaşları başlamıştır. Bunların hemen hepsi, dışarıdan gelen vatanseverler tarafından idare edilmiştir. Bu vatanseverlerin çoğu da İngiltere, Fransa veya İspanya’da tekris edilmiş Masonlardı. Bu Masonlar, taraftarlarını localarda toplamış ve bu suretle, gizliliklerini koruyabilmişlerdir. Ne yazık ki, bu ülkeler istiklallerine kavuştuktan sonra, kurtarıcı Masonlar birbirleri ile anlaşamamış ve Mason grupları arasında kanlı harpler meydana gelmiştir. Kurtulan ülkelerde, sık sık ihtilaller ye rejim değişiklikleri olurdu. İhtilalleri yapanlar da devrilenler de çoğu zaman Masonlardı. Bu sebeple, obediyanslar arasında, siyasi eğilimler yüzünden kopmalar, ayrılmalar olmuş; bazan bir ülkede dört muhtelif obediyans görülmüştür. Durum halen de bazı Lâtin Amerika ülkelerinde böyledir.” (Gürses Çarkoğlu, “Orta Amerikada, Güney Amerikada ve Afrikada Masonluk”, Mimar Sinan, yıl 1997, sayı 103, sh, 71 vd.)
.
.
Tanzimat mı ıslahat mı?
Kimi ezberlerimiz vardır, gerektiğinde kolayca kullandığımız.
Mesela ‘Tanzimat’ bunlardan birisidir. Ne zaman Osmanlı’nın Batı’ya teslim olmasından, kadim değerlerden koparak modernitenin dayatmalarına boyun eğişinden söz etmeye kalksak;
Be vadide en ağır suçu Tanzimat’a yükleriz.
‘Ancak gerçekten öyle midir?’ diye sormak bile gelmez aklımıza çoğu zaman.
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyye’mizin bidayet-i zuhurundan berü ahkam-ı Celile-i Kur’aniye ve kavanin-i Seniyyemizin kuvvet-u miknet ve bilcümle teb’asının refahu ma’muriyyeti rütbe-i gayete vasıl olmuş iken yüz elli sene vardır ki gavail-i mete’akibe ve eshab-ı mütenevvi’aya mebni ne Şer-i şerife ve ne kavanin-i münifeye inkiyad u imtisal olunmamak hasebiyle evvel ki kuvvet u ma’muriyet bil’akis za’f u fukra mübeddel olmuş ve halbuki kavanin-i Şer’iyye tahtında idare olunmayan memalikin payidar olamayacağı vazıhatdan bulunmuş olup…”
Yukarıdaki satırlar bizzat 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunan Ferman’dan alınmıştır.
Ferman bu haliyle, bundan sonra yapılacak ıslahatların tamamının ‘ahkam-ı Celile-i Kur’aniyye’ ve kavanin-i Şer’iyye’ye’ uygun olmasını şart koşmaktadır.
2
Tanzimat Fermanı’ndan 17 yıl sonra 1856’da tarihte ‘Islahat Fermanı’ diye yer alacak bir metin daha yayımlanır.
Bir anlamda asıl kıyamet o zaman kopar. Bu yeni Ferman’la Osmanlı Yönetim Sistemi tamamen değiştirilmiş olup, halkın büyük bir çoğunluğu “bugün Ehl-i İslam için ağlanacak bir gündür” diye tepki göstermiştir.
O kadar ki; Tanzimat Fermanı’nı kaleme alan ve okuyan Mustafa Reşit Paşa bile Islahat Fermanı hakkında; “hainler tarafından Avrupa’ya verilmiş bir imtiyaz ve memleketi tahrip vasıtasıdır…” değerlendirmesinde bulunmuştur.
Ve dahi, Ferman o kadar yabancı ağzıyla yazılmış bir metindir ki yerli Rumlar bile isyan ederler; “devlet bizi Yahudilerle beraber etti” diye.
3
Kuşkusuz bunları Tanzimat’ı temize çekmek için hatırlatmadım.
Bütün meramım biraz daha sakin düşünebilir, biraz daha köşeleri keskin olmayan kelimelerle/cümlelerle konuşabilir miyizi hatırlatmaktan ibarettir, o kadar.
.
.
Osmanlı’nın son imparatoru Abdülhamid Han-1
AZİZ ÜSTEL-STAR
Abdülhamid Han II, onunla ilgili yazılan çizilen, onu yerden yere vuran birçok kitaba rağmen ne kan dökücüydü ne de acımasız ve zalim. Bütün bu söylentilerin tam aksine en azılı düşmanını bile bağışlayabilen, yakınlarının demesiyle “yufka yürekli” bir padişahtı.
Öylesine bağışlayıcı, şefkat ve merhamet doluydu ki, örneğin sadrazam Mithat Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’in katlinden dolayı Yıldız Mahkemesi’nin verdiği idam cezasını ömür boyu hapse çevirmiş; isyan bayrağı açan Jön Türklerle İttihatçıların önde gelenlerini bağışlamış, dahası onlara ve ailelerine maaş bağlamıştı.
Niyazi Berkes, Abdülhamid II Han’la ilgili şöyle der:
“Abdülhamid dönemi, halkın iradesine karşı tek adamın zorla koyduğu ve silahla savunduğu bir dönem asla değildir. Abdülhamid günün koşulları ve Osmanlı’ya yönelik içten ve dıştan gelen saldırıların iyice artması nedeniyle düzeni ve devleti korumak için bazı önlemler almak zorunda kalmıştır…”
Anılarında Padişah, kendisine yönelik suçlamaları şöyle cevaplar:
“Hayatımı bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, sinirleri en sağlam insanları bile sarsmaya yeter de artar. Başıma gelen onlarca olaydan sonra, her konuda titiz ve dikkatli davranmama şaşmamak gerekir. …Kardeşimden sonra tahta çıktığımda, çevremi çıkarcı, düzenbaz, sahtekar ne kadar insan varsa onlar almıştı. O zaman hayatımı ve tahtımı korumak için kurnazlara karşı kurnazca davranmam gerektiğine karar verdim.”
Babası İngiliz Konsolosluğu’nda memur olan, yirmi altı yıl İstanbul’da yaşayan (1881-1907) İngiliz yazar Dorina Neave, Abdülhamid Han’ın tehlikelerle yaşadığını belirttikten sonra ne kadar soğukkanlı ve cesur olduğunu vurguluyordu:
“Yıldız Camii’nde bomba patladığında arabasına atlayıp tek başına olay yerine gitti. Yaverlerine yaralıları hemen en yakın hastaneye yetiştirmelerini, doktor ve ilaç giderlerini kendisinin karşılayacağını söyledi. Yaralıların her biriyle ilgilendi, son yaralı da hastaneye kaldırılınca arabasına bindi. Tam o anda müthiş bir alkış koptu… Korkak denilen padişah bu muydu?! Aynı gün öğleden sonra, arka arkaya dört büyükelçiyi kabul etti. Bombayla ilgili tek söz etmedi…”
(Yarın: Kurtlar Sofrasında yapayalnız!)
Sultan Abdülhamid’in “bir kuşak bir yol” projesi
Bugün bütün dünyanın ilgisini çeken ve üzerine çokça konuşulan konulardan biri Bir Kuşak Bir Yol projesidir. Haklı olarak birçok yazar, araştırmacı, akademisyen konuyla yakından ilgilenmektedir. Çin devlet başkanı projenin tanıtımını yaptı. Onlarca ülkeyi ilgilendiren proje 1500’li yıllardan bu tarafa bütün dünyayı ilgilendiren en önemli değişimlerden biri olarak değerlendiriliyor. Doğu Akdeniz merkezli büyük sancı ve gerilimleri göz önünde bulundurursak bu değerlendirmelerin afakî olmadığı görülür.
16. yüzyıl Türk asrı olarak bilinir. Doğu’dan Batı’ya, Asya’dan Afrika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya bütün ticaret yolları Türk egemenliğindedir. Kuşkusuz Avrupalılar Hind’e ulaşmak için Türk egemenliğindeki bölgeleri bypass etmek istemişlerdi. Nihayetinde bu amaçlarına ulaştılar. Ticaret yolları değişti ve Asya’nın, Doğu’nun çöküş yılları başladı. Zenginlik Doğu’dan Batı’ya doğru kaydı. Dünyanın merkezi değişti. Osmanlı, bu değişimi çok erken bir dönemde fark edip Aden Körfezi’ne kadar ulaşmış olsa da Seydi Ali Reis’in donanması, okyanus sularına çarpa çarpa kıyılara vurdu.
Avrupalılar Hind’e ve Çin’e ulaşmak, oradaki zenginliklerden faydalanmak istiyordu. Ruslar da aynı istekle Doğuya doğru hareket ettiler. Çok erken bir dönemde, 1552’de Kazan’ı istila edip Sibirya’yı ele geçirmiş olsalar da Hind ve Çin ile doğrudan ticaret yapmanın imkânı yoktu. Rusların Türkistan’ı aşması gerekiyordu. Bunu başaramadıkları için iki yüz elli sene baskı altında tuttukları İdil Boyu Türklerinin üzerindeki ticaret yasağını kaldırdılar. II. Katerina, Doğu-Batı ticaretinde rol oynayabilmek için Kazan Türklerine kısmî serbestlik tanıdı. Kazan Türkleri de bu fırsatı değerlendirdi, Doğu-Batı ticaretinde etkili bir konum elde edip İslam burjuvazi sınıfını oluşturdu. Herhâlde Türk-İslam dünyasında milli burjuvazinin tek örneği Rusya Türkleri arasında ortaya çıkmıştır. 19. yüz yıla damgasını vuran Trans Hazar demir yolu bu gelişmelerin sonucudur. Batılıların Ümit Burnu’nu geçmelerinden sonra Doğu-Batı arasında karasal bağlantıyı ilk defa Ruslar kurar.
Deniz egemenliği İngilizlerin elindeydi. Diğer Batı ülkeleri de denizler üzerinde hatırı sayılır bir güce sahipti. Bu ülkeler 1884-85 yıllarında, dünyanın yeniden paylaşılması için Berlin’de bir araya gelip taksim müzakereleri yaptı. Emperyalizmin en büyük saldırısı bu tarihten sonra başlar. 1877-78’de, yani 93 Harbi’nde yaşadığımız acı mağlubiyet sonrası Osmanlı topraklarının paylaşılması yönünde şartlar oluşmaya başlar. Osmanlı borç içerisindedir, buna rağmen Berlin müzakerelerini yakından takip eder.
Osmanlı’nın son büyük sultanı Abdülhamid, bugünkü “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin ilk örneğini işte bu şartlar altında hayal eder. Doğu ile Batı arasında, kara üzerinden çok daha elverişli şartlarda yeni bir ticaret yolu yapmaya karar verir. Bu, elbette demir yolu olacaktır. Rusların Uralları ve Sibirya’yı aşarak inşa ettiği demir yolunu, yani demir ipek yolunu, Anadolu’yu merkeze alarak yapmak ister. Fakat bu; bilgi, teknoloji, insan ve para gücü bakımından Osmanlı’nın kendi başına başarabileceği bir şey değildir. İngiltere ve Fransa’nın desteğini alarak böyle bir işe kalkışmanın da bir anlamı yoktur. Zira Abdülhamid, bizzat bu iki emperyalist devlete karşı yola koyulmayı tasarlamıştır. Bunun için Almanlarla yakın ilişkiler kurar.
Bağdat Demir Yolları projesinin hikâyesi çok ilginçtir. Bilindiği gibi daha sonra Hicaz Demir Yolları da hayat bulacaktır. İlk başlarda İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Almanların desteğiyle yapılacak bu hatta çok önem vermezler fakat demir yolu ortaya çıkmaya başladıkça adeta kıyamet kopar.
Biz bu hikâyeyi unutmuş olsak da zaman ve olaylar onu tekrar hatırlatıyor. Erdoğan, Anadolu’yu yeniden merkez yapmak isteyince de kızılca kıyamet koptu. Çok değil, sadece beş yıl önce yaşadıklarımız tarihin tekrarından ibaretti. Ama bu defa İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika doğrudan karşımıza çıkmadı. Onların destek ve yönlendirmesiyle hareket eden gönüllü işbirlikçi güruh İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerimizin altını üstüne getirdi. Hava, kara, deniz ve demir yolları yapmayacaksınız dediler.
Abdülhamid’e “kızıl sultan”, Erdoğan’a “diktatör” diyen aynı iradedir. Her iki lider de bu coğrafyanın kaderini değiştirmek istedi. Osmanlı sonuna kadar direndi, muhteşem bir mücadele ile tarih sahnesinden çekildi. Fakat Allah’ın izniyle, Türkiye’nin başarısından hiç kimse kuşku duymasın.
..
II. Mahmud ve Kavalalı, Suudîler’in hayallerine son vermişt
Suudîler, 18. yüzyılda ortaya çıkan Vehhabîlik’e destek verip, Arabistan’a hakim olarak devlet kurma hayallerine kapılmışlardı. II. Mahmud ise Kavalalı’yı görevlendirerek Suudîler’in bölgedeki varlığına son verip, Emir Abdullah’ı 199 yıl önce İstanbul’da idam ettirmişti
Osmanlı İmparatorluğu 1517′de Memlük Devleti’ni ortadan kaldırınca Arabistan Yarımadası’nın önemli bir kısmına da hakim oldu. Kalan bölgeler de zaman içerisinde Osmanlı topraklarına dahil edildi. O yıllarda çöllerde birçok Arap aşireti yaşıyordu. Suudîler de Dir’iye bölgesindeydi.
18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun eski gücünün azalmasıyla birlikte topraklarında isyanlar çıkmaya ve imparatorluğun uzak topraklarında merkezi otoritenin etkisi azalmaya başladı. Bu dönemde İslamiyet’in kutsal topraklarında Osmanlı yönetimini tehdit eden bir gelişme yaşandı. Vehhabîliğin kurucusu Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri kısa sürede Arabistan’a yayıldı. Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri Dir’iye Emiri olan Suud oğlu Muhammed ile 1744′te tanışmasıyla daha da güçlendi. Vehhabîler aldıkları ganimetleri bedevilere dağıtarak günden güne taraftar sayılarını artırdılar. Yağma ve talanı meşru gösterecek dini kılıf Vehhabîlik esaslarıyla sunulmuştu. Vehhabîlik yayıldıkça Suudîler’in nüfuz alanı da genişledi. Osmanlı yönetimi gelişmelerden 1749′da Mekke Emiri Şerif Mesud’un gönderdiği bir yazıyla haberdar oldu. Vehhabî hareketi çok büyümediğinden başlangıçta yöneticileri çok fazla rahatsız etmemişti. Yüksel Çelik bir makalesinde Osmanlı yönetiminin Vehhabîler’le mücadelesini belgelerle anlatır. Zekeriya Kurşun’un çalışmalarından da Suudîler’le ilgili geniş bilgi bulunabilir.
HER YERİ YIKTILAR
19. yüzyılın başında Suudîler’in nüfuzu iyice artmıştı. Osmanlı yönetimi müderris Adem Efendi’yi nasihat için Necid’e gönderdi. Babasının yerine emir olan Abdülaziz tarafından Mekke’de kabul edilen Adem Efendi’nin gayret ve nasihatleri hiçbir fayda vermedi. Suudîler ise nasihat yerine kendi kafalarına göre kurdukları devletlerinin tanınmasını bekliyorlardı. Bu gelişme üzerine Abdülaziz Mekke’ye doğru harekete geçip oğlu Suud’u da Şiiler’in üzerine Kerbela’ya gönderdi. Suud, Mayıs 1802′de Kerbela’da matem törenleri yapan Şiiler üzerine hücum ederek binlerce kişiyi katletti.
Şubat 1803′te Taif’i ele geçiren Abdülaziz her yeri yağmaladı. Tekke ve türbeleri yıkıp, kitapları yaktırdı. Vehhabîler iki ay sonra da Mekke’ye hakim oldular. Mekke’de Hazreti Muhammed, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın doğduğu evler ve bütün türbeler yıkıldı. Musiki aletleri ve sanat eserleri parçalandı. Cidde saldırıları başarılı olmayınca Dir’iye’ye çekildiler. Osmanlı kuvvetleri Temmuz 1803′te Mekke’yi geri aldılar. Ekim 1803′te Abdülaziz Dir’iye’de öldürüldü. Ancak bu sonuç Suudîler’in gücünü azaltmadığı gibi daha da saldırganlaştırdı. 1805 Haziran ayında Medine’yi, 1806 Ocak ayında ise Mekke’yi işgal ettiler. Osmanlı yönetimi bu yıllarda Napolyon’un Mısır işgali, Rus savaşı, iç karışıklıklar ve diğer meselelerle uğraştığından bölgeye müdahale edemedi. Suudîler 1811′de büyük bir bölgeyi kontrolleri altına almışlardı.
BOYUNLARI VURULDU
Osmanlı yönetimi, Rus savaşının sona ermesinin ardından Mısır’da güçlü bir otorite kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘yı Vehhabîler’in tenkiliyle görevlendirdi. Kavalalı, oğlu Tosun Paşa kumandasındaki orduyu Vehhabîler’in üzerine gönderdi. Uzun mücadelelerden sonra Tosun Paşa 1812 sonlarında Medine’yi Vehhabîlerden geri aldı. Ardından 1813 başlarında Mekke ve Taif’ten Vehhabîler atıldı. Kavalalı’nın kuvvetleri Vehhabîler’e nefes aldırtmadı. Kavalalı’nın diğer oğlu İbrahim Paşa Eylül 1818′de Vehhabîler’in merkezi Dir’iye’yi ele geçirip, Emir Abdullah başta olmak üzere birçok kişiyi de esir aldı. Esirlerle birlikte Kâbe’nin anahtarları ile asilerin kutsal yerlerden ve Hazreti Muhammed’ in türbesinden aldıkları eşyalar da İstanbul’a gönderildi.
Kutsal toprakları istila ile hac ziyaretine izin vermeyen ve kutsal birçok eşyayı talan ve din büyüklerinin türbe ve evlerini yerle bir eden asiler boyunlarında kalın çifte zincirler ve ellerine kelepçeler takılmış olduğu halde ahaliye teşhir ettirilmek için Divanyolu’ndan yürütülerek hapishaneye atıldılar. Ertesi gün de hırsızlık ve yağmacılıkla itham edilip, çok sıkı şekilde sorgulandılar. 1819 Aralık ayında Suud oğlu Abdullah saray meydanında, önde gelen adamları da İstanbul’un kalabalık yerlerinde boyunları vurularak cezalandırıldılar.
Sultan Abdülhamid’in oğlunun kahır mektubu: “Bana ‘yılan yavrusu’ deyip pederime de ‘eşek’ dememi istediler!
Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu olan, İstanbul’da 1905’te doğan ve hayata 1973’te Beyrut’ta yokluk içerisinde veda eden Şehzade Mehmed Âbid Efendi, babasının Selânik sürgününde ve Beylerbeyi Sarayı’ndaki mahpusluk günlerinde yanında olmuştu. Hatıralarını sonraki senelerde tarihçi İsmail Hami Danişmend’e mektuplar şeklinde gönderen şehzade, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdığı mektubunda Selânik’teki azap dolu günlerini ve uğradıkları hakaretleri bakın nasıl anlatıyor…
DÜN, Sultan Abdülhamid’in vefatının yüzüncü yıldönümü idi…
Yıldönümü münasebeti ile günler öncesinden toplantılar yapıldı, konferanslar verildi, sergiler açıldı ve Türkiye’nin kaderine otuz küsur sene boyunca tek başına hâkim olan ve tam bir asırdan buyana tartışılanSultan Abdülhamid yeniden gündeme geldi.
Bu vesile ile seneler önce bahsettiğim bir konuyu daha doğrusu bir belgeyi tekrar gündeme getirmek istedim: Sultan Abdülhamid’in oğlu ŞehzadeMehmed Âbid Efendi’nin babasının sürgün günlerini ve uğradıkları hakaretleri anlattığı mektubunu…
Abdülhamid’in sekiz oğlunun en küçüğü olan Âbid Efendi 1905’te Yıldız Sarayı’nda doğdu. Babası 1909’da tahtından indirilip Selânik’e sürgüne gönderildiğinde beraber gidenler arasında o sırada henüz küçük bir çocuk olan Âbid Efendi de vardı.
Sonraki senelerde onun kaderi de sürgünlerden açıldı! 1924’te Osmanlı ailesiyle beraber Türkiye’den çıkartıldığında 19 yaşında idi ve memleketini bir daha göremedi…
EVLERE SABUN SATTI
Paris’te hukuk ve siyasal bilgiler okuyan Âbid Efendi 1936’da Arnavutluk Kralı Zogo’nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlendi, Arnavutluk’un Paris elçisi oldu ve her hareketi Türkiye tarafından uzun seneler izlenip Ankara’ya rapor edildi. Sonra boşandı, kayınbiraderi Kral Zogo’nun 1939’da devrilmesi üzerine işsiz kaldı ve asıl sıkıntı dolu günler de o zaman başladı. Geçinebilmek için Paris’te kapı kapı dolaşıp sabun sattı, çalışamayacak hâle gelince Beyrut’a geçti, Suudi Arabistan’ın o zamanki kralı Faysal’ın bağladığı mütevazi bir aylıkla yaşamaya çalıştı, hayata Beyrut’ta 1973’te veda etti ve Şam’daki Sultan Selim Camii’nin avlusunda bulunan hanedan mezarlığına defnedildi.
Âbid Efendi sürgün senelerinde İstanbul’daki dostları ile devamlı mektuplaşmıştı ve bu dostlarının başında meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend vardı.‘BABAMIN VEHMİ NORMALDİR’
Mektuplarında memleket hasretinden, hayat gailesinden bahseden ve ne yaptığını, nasıl yaşadığını ayrıntıları ile anlatan şehzade, İsmail Hâmi Bey’in ısrarları neticesinde kısa da olsa hatıraları kaleme almış ve yazdıklarını yine mektup şeklinde İstanbul’a göndermişti.
Meselâ, bir mektubunda babası Sultan Abdülhamid’in dillere destan vesvesesinden de bahsediyor, “Bu ‘vehim’ denilen şey her insanın ruhunda az veya çok mevcuttur. Fakat bir insanın işgal ettiği makam ve içinde yaşadığı muhit, bu vehmi mütemadiyen tahrik ve nihayet çileden çıkartacak bir makam ve muhit olursa, o zavallı insan ne yapsın?.. Acaba herhangi bir adam, şu veya bu şekilde suikaste uğrayacağına dair Allah’ın günü 15-20 mektup alırsa artık vehimden çıkamaz hale gelmez mi?” diyor.
‘SİYAH SAKALINI HATIRLIYORUM’
Âbid Efendi, ileride tamamını yayınlayacağım mektuplarından birinde, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdıklarında babasının tahttan indirilip sürgüne gönderildiği günlerde yaşadıklarını, Selânik’teki Alâtini Köşkü’nü ve Balkan Savaşı’nın çıkması üzerine İstanbul’a dönüşlerini anlatıyordu…
İşte, Şehzade Mehmed Âbid Efendi’nin bu mektubundan azap dolu günlerle ilgili küçük bir seçki:
“…Selânik’e gidişimizde üç buçuk yaşındaydım. Ondan önce yaşadığımız Yıldız Sarayı’ndaki hayatımızı tabii ki hatırlamıyorum. Zihnimde sadece, saraydan Sirkeci’ye yahut Selânik Garı’ndan Alâtini Köşkü’ne kapalı bir araba içinde gidişimize dair müphem (belirsiz) bir hayal kalmış. Karanlık bir arabada babamın karşısına oturduğumu ve siyah sakalını hâlâ görür gibiyim. Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin …vâlidesi olacak.
ÇİÇEKLERDEN SLOGAN
Alâtini Köşkü’ne duhûlümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum. Annemin kucağında uykuda imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit (subay), -ki Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galib Bey (sonra paşa) imiş- beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ demiş. Anlaşılan, tam mânâsıyla bir centilmenmiş bu kahraman-ı hürriyet! Bunu söyleyen Hareket Ordusu’nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim, lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşında idi.
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) ‘Zavallı çocuk!’ diyerek beni kucağına aldı, hattâ gözünden bir damla yaş düştü…
…Alâtini Köşkü’ne yerleştiğimiz ilk zamanlarda, bahçenin etrafında gayet alçak bir demir parmaklık vardı, sonra tuğla duvarlar yapıldı. Karaburun’a giden cadde, bu parmaklığın önünden geçerdi. Ben, ikide bir bahçeye fırlayıp parmaklığa yapışır, caddeyi seyrederdim. Bunu, pedere haber vermişler. Beni yakalayıp pedere götürdükleri vakit, fena halde tekdire uğradım. ‘Bir daha oraya gitmeyeceksin! Bir daha oraya gitmeyeceksin!’ diyerek elindeki kalın bastonu kaldırıp indirmesi hâlâ gözümün önündedir. Korkutmak için, bastonu sadece kaldırıp indirmekle yetinmiş, bir tarafıma vurmamıştı.
…Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi. Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!.. Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar. Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum:
…Bir vekilharç Hasan Efendi vardı. Haremin çarşıdan aldırdığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi. O da, dışarıdan getirdiğini zâbitlerin (subayların) huzurunda harem ağalarına teslim eder, onlar da hareme götürürlerdi. …Birgün bana yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmiş. Zâbitlerin yanında bana verecek. Ben de her nedense bu değneklere pek imrenirdim. Bahçedeyiz, tam değnekler bana verileceği sırada, zâbitler tutturdular: ‘Git babana ‘eşek’ de. Demezsen, değnekleri vermeyeceğiz’.
HAKARETİ KALFA ÖNLEDİ
Ben de bu sözün fena bir şey olduğunu hissediyordum. Fakat, değneklerde de gözüm var. Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gidiyorum. Hareme girdim. Bereket versin, karşıma Gülşen Kalfa çıkıyor, bana ‘Efendi, niçin böyle ağlıyorsun?’ diye soruyor. Ben de meseleyi anlatıyorum. O da beni ‘A, hiç öyle şey olur mu? Sana yakışır mı?’ diye bir güzel haşlıyor. Ben de o sayede babama gidip o hezeyanı etmiyorum. Maamafih, sonunda değnekler yine elime geçti. Galiba zâbitler nihayet yaptıklarına utandılar ve değnekleri verdiler. Maalesef zabitlerden hangisi idi bana bunu söyletmek isteyen, hatırlamıyorum.
…Alâtini Köşkü’nün bahçesinde yuvarlak, çiçekli bir tepecik vardı… Subaylar, bu tepenin etrafına çiçeklerle ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ yazmışlardı. Okuyabiliyordum ama, bu sözlerin ne demek olduğunu bilmiyordum. Köşkün pencerelerinden, tepenin yalnız bir tarafı görülürdü… Babam öbür tarafta ne yazdığını merak etmiş; beni çağırdı, ‘Oğlum, git bir bak bakalım, öbür tarafa ne yazmışlar’ dedi. Gittim, okuyup döndüm, söyledim. Sadece bir ‘Yaa!..’ dedi, başka tek söz etmedi. İttihatçı subaylar, ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ sözlerini toprağa yazmakla işi olmuş bitmiş zannediyorlardı.
…Haklarını yememek için şunu da ilâve edeyim: Pederime karşı bu derece saygısızlık edenler, benim iyi bir tahsil yapmamı istediler, içlerinden bazılarını beni okutmakla görevlendirdiler. İlk hocam, Nâzım Bey isminde bir yüzbaşıydı, beni altı-yedi ay okuttuktan sonra tayin olup gitti. Ondan sonra, Cumhuriyet zamanında Siirt Milletvekilliği yapan ve Milliyet Gazetesi’ni çıkartan Mahmud Bey (Soydan) hocam oldu.
CİDDÎ ÇALIŞMA GEREKİR
1913’te (Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selânik’e yaklaşınca) Almanya İmparatoru’nun eski hukuka binaen gönderdiği sefaret yatıyla İstanbul’a dönmemizi çabuk geçeceğim. O vakit yedi yaşında idim. …Geminin Alman kumandanı, pederi ‘Kimi isterse vapura almakta, kimi isterse orada bırakmakta’ muhtar (serbest) bırakmıştı. Peder eğer istese idi kendisine bu kadar yıl bir nevî gardiyanlık eden o muhafız zabitlerin hepsini orada bırakır, onlar da şehre yaklaşmakta olan Yunan ordusuna muhakkak esir düşerlerdi. Zira, karayolu Bulgarlar tarafından kesilmişti. …Yani, gardiyanlarını kendi eliyle İstanbul’a getirdi.
…Adalar Denizi’nde (Ege’de) Averof’a (Yunanlılar’ın meşhur zırhlısı) tesadüf ettik. Gemimiz Alman bandrası olduğundan isticvaba (soruşturmaya, aramaya) cesaret etmedi fakat hayli korku geçirdik. Güvertede Türkler olduğu belli olmasın diye siviller feslerini, zabitler kalpaklarını çıkardılar.
…Pederim Sultan Abdülhamid hakkında yazılacak bir eseri görebilmek için sabırsızlığım sonsuzdur ama acele etmek, böyle bir eserin mükemmelliğini engeller. Araştırma alanları çok geniştir ve okunacak kitapların, özellikle de aleyhindeki eserlerin gözden geçirilmesi zaman ister. Aradan nasıl olsa kırk sene geçti, bundan sonra geçecek zamanın birkaç ay eksik veya fazla olmasının mahzuru yoktur, büyük bir zarara uğramayız. İşte, böyle bir eserin itiraz edilemeyecek ağırlıkta olması için, acele etmeden çalışılmasını tavsiyeye cür’et ediyorum”.
.
Sultan Abdulhamit Han
Ayrıca, merhûm Mehmed Âkif de, o yıkılış döneminin bütün korkunç sosyal ve psikolojik darbelerini yediği ve 1923 sonrasında da, 16 yıl daha yaşamış olduğu halde, o ağır eleştirilerinden pişmanlık gösterdiğine dair tek kelime bile yazmamış olması, bugünün İslamcı nesillerinin de bir açmazını oluşturmuştur.
Âkif, kendisine ‘Molla Sırat’ diye saldıran ve kendisinin de kilise hizmetçilerine benzetip, ‘zangoç’ diye hitab ettiği Tevfik Fikret aleyhindeki şiirlerini bile ‘Gelecek nesillere intikal etmesin..’ diye Safâhât’ından çıkarmışken; Abdulhamîd hakkında yazdığı; ‘Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler / Ahh, o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer’; ‘Çoktan beridir vardı benim bir derdim/ Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim/ Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamîd / Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümîd’ gibi mısralarını; kezâ, Yıldız Camii’ndeki Cuma Selâmlığı’nda Abdulhamîd’e karşı bombalı bir suikasd düzenleyen ermeni teröristin eyleminden sonra, Yıldız Sarayı etrafında alınan çok sıkı tedbirler için, ‘Neye mal olmada seyret herifin bir namazı; Sâde altmış bin adam kaldı, namazsız en azı!’ diye, şeklî mantık açısından ilk planda doğru gibi gelebilecek mısralarını da Safâhât’ından çıkarmamıştı.
Halbuki, Sultan Abdulhamîd’e en ağır saldırıları yapanlardan İstanbul Dâr-ul’Funûnu(Üniversitesi) Reisi olan Feylesof Rıza Tevfik bile, daha sonra, ‘Abdulhamîd’in Rûhaniyetinden İstimdâd’ isimli şiirinde, ‘Padişahım gelmemişken yâd’a biz, / İşte geldik senden istimdâda biz..’ gibi pişmanlık mısralarını yazabilmişti.
Öte yandan, Elmalılı Hamdi Efendi de henüz sadece 30-31 yaşındayken,Abdulhamîd’in hal’inin, /tahttan indirilmesinin şer’an caiz olduğuna dair fetvâyı yazacak kadar bir cüretkârlık sergilemiş ve sonrasında da açık bir pişmanlık bile beyan etmemişti. Sâdece yakın çevresine, ‘Eğer fetva vermeseymiş, ‘Padişah’ı öldürürler’diye düşünüp, tahttan indirilmesini tercih ettiğini’söylemiş imiş, güyâ..
Bu eleştirileri bugün tekrar etmekten maksad, geçmiş kavgaları aktarıp bazılarını kötülemek veya bazılarını da temize çıkarmak değil, Müslümanların elinde bulunan ve birçok bozukluklarına rağmen yine de ıslah edilmesi mümkün 600 küsur yıllık bir devletin çökertilmesi için uluslararası planda ne gibi şeytanî entrikaların çevrildiğinin bazı seçkin Müslüman şahsiyetler tarafından bile farkedilememesinden ders almaktır.
***
Elbette, sionizm dâvasının ünlü ismi Theodore Hertzl’in İstanbul’a gelip ve Müslümanların Halifesi unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı ile görüşme imkânı bulması ve netice alamasa bile, Filistin’de bir yer tahsisini isteyebilmesi de, Abdulhamid’in büyük hatalarından birisi olarak görülmelidir. Aynı şekilde, 2. Meşrutiyet’in ilânından sonra 1909’da patlak veren 31 Mart Vak’ası’nı bastırmak adına İstanbul’a izinsiz gelen Hareket Ordusu’nu durdurmak için harekete geçmemesi ve kendisinin hal’i fetvasının kendisine tebliğ eden 5 kişilik bir heyete de teslimiyet içinde davranması ve Şazelî Tarikatı’nın şeyhi M. Fahreddin Efendi’nin, ‘Oğlum Hâmid! Buraya kadarmış!’ sözünü kabul etmesi de izahı zor durumlardandır.
Halbuki o zaman, ‘Vallahi, kanımızı da dökecekler, dinimizle de oynayacaklar!’ diye, teslim olmaması için yakaran kalemler de vardı.
HÜZÜNLERİN SULTANI ABDÜLHAMİD HAN
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en müstesna padişahlarındandır. Osmanlı Sultanları içinde en uzun süreli görev yapanlardan biri olması nedeniyle dönemin iç ve dış olayları karşısındaki tavırlarıyla dikkati çekenlerin başında gelmektedir. Tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca adeta diken üzerinde yaşamıştır. Saray hayatına dair yaşadıkları, gördükleri onun gelişiminde ve şahsiyetinin oluşumunda etkili olmuştur. Bazılarının vehimli olmakla itham ettikleri Sultan’ın bu yönü belki de bildikleri ve gördükleri karşısında aşırı temkinli davranmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle amcası Abdülaziz’in bir suikasta kurban gitmesi, onun saray hayatını çok temkinli yaşamasında en önemli faktör olmuştur. Temkinli bir saray hayatı yaşamasında ve temkinli bir yönetimde ne kadar da haklı olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır. Özellikle diplomatik zekâsıyla; Avrupa ile olan ilişkileri başarılı bir şekilde sürdürebilmesi mümkün olmuştur.
Filistin konusundaki hassasiyeti ve bunu muhafazadaki kararlılığı, düşmanlarının kin ve garezini oldukça artırmıştır. Her defasında ret cevabını alan Yahudiler ve Siyonistler, taleplerini karşılama konusunda Abdülhamid’i aşamayacaklarını anlayınca İttihatçılarla işbirliği yapmışlardır. Abdülhamid’e milyonlarca altın liraya yaptıramadıkları işleri, İttihatçılara 400 bin altın liraya yaptırmışlar ve bunu iftihar vesilesi sayarken İttihatçıların bayağılığını ve rezilliğini de ortaya koymuş oluyorlardı.
Hayatı boyunca en fazla ihsanda bulunduklarından en ağır ithamlara ve iftiralara muhatap olması hüznünü daha da artırmıştır. Ermeni suikastına maruz kalması, tahttan hal kararının bildirilmesi için gelenlerin arasında Yahudi ve Ermenilerin bulunması, İstanbul’dan ayrılmak zorunda bırakıldığında yanlarına bir tek çamaşır bile almalarına müsaade edilmemesi ve acı veren daha nice olaylar onun çocukluğundan beri gelen hüznünü daha da artırmıştır.
Peki, Abdülhamid nasıl bir sultan idi? Üstadımız Mustafa Armağan’ın ifadesiyle; sayfanın yalnız ön yüzünü değil, arka yüzünü de okuyabilen, dağın karanlık tarafını da görebilen, atacağı adımın birkaç hamle sonrasında nereye varacağını görerek hareket edebilen ve en önemlisi de bütün bu adımlarda inisiyatifi elinde bulunduran bir kafa yapısına sahipti. Cumhuriyeti kuran kadroların tamamı onun açtığı okullardan yetişmişti.
Abdülhamid İttihatçılar gibi davranamazdı, davranmadı da. Atalarının sorumluluğunu daima omuzlarında hissetmiştir. Eğer böyle olmasaydı, o da İttihatçıların yaptığını yapar, bir İstimbot’a binip istediği Avrupa ülkesine pekâlâ kaçabilirdi. Ama o, ittihatçı değildi, Abdülhamid idi. O yüzden Abdülhamid olmak zordu. Ölünceye kadar da dedelerinin sorumluluğunu üzerinde hissetmiştir. Armağan hocamız, II. Abdülhamid’in Selanik’ten İstanbul’a nakliyle ilgili şöyle bir bilgi aktarmaktadır:
1912′de Selanik’teki sürgünden, Alman İmparatoru’nun özel olarak gönderdiği Loreley adlı savaş gemisiyle İstanbul’a dönerken, İttihatçılardan kaçmak için bulunmaz bir fırsat geçmişti eline. Geminin Alman komutanı, devrik sultanın huzuruna gelerek selam vermiş, İmparator II. Wilhelm’den kendisini istediği yere götürmek için emir aldığını ve nereye gitmesini emir buyurduğunu sormuştu. “Çek Baltık denizine!” demiş olsaydı, Fethi Okyar’ın da dediği gibi engel olacak hiçbir güç yoktu.
Abdülhamid Han, bozuk tasavvur sahiplerinin seslerini yükselttikleri bir zaman diliminde ülkeyi yönetmiştir. İşte bugün, milletimizin Abdülhamid’le ilgili bilgilerinin neredeyse tamamı, bu bozuk düşünceli insanların söylemlerinden ibarettir. Bizler değerlerimizi, değerlerimize küfredenlerden öğrenemeyeceğimiz gibi, tarihimize yön veren müstesna şahsiyetlerden Abdülhamid’i de ona hakaret edenlerden öğrenecek değiliz.
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “Tarihteki baş dostumuz” odur. “Baş düşmanımız” kim mi?” Sultanın düşmanı kimlerse onlar…
Tanımadığımız birini doğru anlamamız mümkün değildir. Tanısaydık daha çok severdik. Burada Hz. Ali Efendimize atfedilen bir sözü sizlere hatırlatmak isterim: “İnsan tanımadığına hasımdır.“
Hakkıyla tanıyamadığımız ve anlayamadığımız Abdülhamid’i yeniden tanır ve anlarsak, tarihimizi yeniden sağlıklı bir şekilde değerlendirme fırsatı bulmuş olacağız.
Hünkârım!
Vefatının yüzüncü yılında sizleri rahmet ve minnetle anıyorum. Rabbimiz cennetinde buluştursun.
Ömer Naci YILMAZ
.
OSMANLI’YA SÖVMEYEN BİR SİZ KALMIŞTINIZ
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’den bizzat dinlediğim bir hikâye vardı. Kısaca paylaşmak isterim. Anlatılır ki; Osmanlı zamanında, işlerin pek de iyi gitmediği bir dönemde, yeni bir sadrazam göreve getirilir.Devlet saltanat ile yönetildiğinden, Padişah değişmeyeceğine göre, ikinci adam olan sadrazam (vezir-i azam) tüm sorumluluğu üstlenmektedir.Bu yüzden en küçük bir olumsuzlukta hemen sadrazam diyeti öder. İşte bu türden bir değişiklik yapılmaktadır. Yeni sadrazam oldukça hırslı, idealist ve biraz da çokbilmiş birisidir.Devir teslim yapılır. Eski sadrazam görevi devreder. Ancak yeni ve genç sadrazama bakar, yıllar önceki halini hatırlar.Bir kaç yıl önce, O da tıpkı bu genç sadrazam gibiydi.Devrik sadrazam önceden hazırladığı 3 tane mektubu yeni sadrazama verir. Bir, iki, üç numaralı mektuplar.Ve şöyle der: “Başın sıkıştığında bir numaralı mektubu aç bak.”Yeni sadrazam nezaketen bir şey demez, mektupları alır ve bir kenara atar. İşe başlar. Aradan bir zaman geçer.Dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemlerdir.Dolayısıyla yeni sadrazamın da bir faydası olmaz.Bizimki yavaş yavaş sıkışmaya başlar. Sağa vurur, sola vurur. Sonunda aklına eski sadrazam ve mektuplar gelir.Dediği gibi, bir numaralı mektubu açar ve okur.Şöyle denmektedir: “Yapacağın yapamayacağın bir sürü vaadde bulun, sıkışırsan ikinci mektubu aç bak.”Bizimki başlar atıp tutmaya.Bir zaman durumu idare eder. Herkes “hele durun galiba bir şeyler yapacak” diye susar ve beklerler.Ancak dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemdir diye. Yeniden itirazlar başlar “Artık ne yapacaksan yap hep vaad hep vaad.” denilmeye başlanır.Bizimki hemen iki numaralı mektubu hatırlar.Açar bakar. Şöyle denmektedir: “Kendinden öncekileri karala benim suçum yok de ve sıkışırsan üçüncü mektuba bak.”Başlar geçmiştekilere sataşmaya.“Benim bir suçum yok, ben geldiğimde şöyleydi böyleydi.” diye.Bir zaman durumu idare eder. Herkes susar, bir süre ses çıkmaz. Bu taktik de uzun sürmez. “Artık yeter, anladık senin suçun yok, ancak seni getirdik çözüm bulasın.” diye itirazlar başlar.Yeni sadrazam bu defa gerçekten çok sıkışır.Aklına üçüncü mektup gelir. Başka da çare kalmamıştır. Açar bakar. Şöyle denilmektedir:“Sen de benim gibi üç tane mektup hazırla.”
Bir zamanlar bir cümle insanımızın dilinden düşmez olmuştu. “Ağzı olan konuşuyor.” Şimdilerde ise bu deyim yerini “Ağzı olan sövüyor.” cümlesine bıraktı. Osmanlıya sövmek doksan yıllık bir devlet politikasıydı. Osmanlı’ya sövmeyi devlet bıraktı, belli bir kesim devam etti. Zaman zaman hızını alamayan Sayın Kılıçdaroğlu kaptırmaya devam ediyor. Son zamanlarda bu koroya bizim mahalleni aymazları da katıldı. “Koskoca Osmanlı bir meal bile yazmamış, bir Yunanca, bir Latince meal bile yazmamış vs. vs.” Yıllardır Pierre Loti’de çay içip Osmanlıya sövenler hep kanıma dokunmuştur. Ceylan derili fırıldak koltuklarda oturup yazanların Osmanlı’ya sövmeleri de hep kanıma dokunmuştur. Vay efendim Koskoca Osmanlı niye bir meal yazmamış? Niye falanca dile çevirmemiş vs. vs. Onlar mealleri yüreklerine yazmış, hayata aktarmış ve yaşamışlardır. Onlar konuşan meal olmaktansa yaşayan meal olmayı tercih etmişlerdir. Onlara bakmasını bilenler, onlarda Kur’an-ı okuyorlardı. Onlar yazdıkları eserlerin kapağına isimlerini yazmaktan bile utanmışlardır. Şimdikiler afişteki isimlerinin puntolarına bile müdahale eder olmuşlardır. İslam’ın fetihlerinin hiç birisinde Fatihler gittikleri yerlere meallerle gitmemişlerdir. Asya’ya giden İslam orduları atlarının terkisinde meal mi taşıyordu? Hindistan’da İslam’ı yayma faaliyetleri yürüten Timur yanında meal mi taşıyordu? Balkanların İslam’la buluşması için mücadele eden Sarı Saltuk heybesinde meal mi taşıyordu? Anadolu’nun İslamlaşması için çalışan Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum unsurları bu işleri mealle mi yaptı? Bu sorular meale ne gerek var maksadıyla sorulmamıştır. Meal kutsamacılığı yapmanın âlemi yok. Türkiye’de üç yüzün üzerinde meal var. Bin tane olsa ne yazar? Ümmetin hangi sorununu çözer. Birileri kırmızı kitabı kutsar, sen hocanın mealini kutsarsın, aranızda ne fark var?
Meal okuyunca imanın ve ahlakın mı artıyor? Başkalarına gol atmak için meal mi ezberliyorsun? Buralarda sıkıntılar var ve bu mesele biraz da derindir. Yanık bir sesle ve yürekten okunan bir Kur’an-ı Kerim’in etkisini meal yapıyor mu? Davudi sesli bir gencin okuduğu ezanın etkisini meal yapıyor mu? Emrullah Hatipoğlu hocaya sorun bakalım: “Hocam ezan sesine gelen turistlerle olan diyaloglarını bir anlat bakalım dediğinizde çok şeyler dinleyeceksiniz; fakat asla meal verdik de sonradan geldi Müslüman oldu cinsinden tek bir hikâye dinlemeyeceksiniz.”
İnsaf dinin yarısıdır derler. İşte size buram buram insaf kokan bir hikâye: Mustafa Sabri Efendi’nin (22 Haziran 1869- 12 Mart 1954 Osmanlı Müderrisi, Meclis-i Mebusan üyesi, Şeyhülislam) .öğrencilerinden Arnavut asıllı Ali Yakup Cenkçiler Hoca her namazdan sonra Osmanlı’ya dua ederdi. “Niçin ebeveyninden önce Osmanlı’ya dua ediyorsun? diye sorulduğunda; “Eğer Osmanlı Rumeli’ye gelmeseydi şimdi ben belki de bir kilisede papaz olacaktım.” der.
Meal yazılmasından ve okunmasından asla rahatsız değiliz. Getirildiği noktaya baktığımızda rahatsızlık duymaktayız. Mezheplerle, cemaatlerle, tarikatlarla, vakıflarla, derneklerle, çay ocaklarıyla, hocalarla bölük pörçük olmadık mı? Şimdi de mealler üzerinden bölük pörçük olmuyor muyuz? Beşeri olan her türlü kutsamaya hayır.
Ömer Naci Yılmaz
.
Sevr Antlaşması İmzalandı Diyenler Cahildir “1”
Ağustos ayı çok da gündem de olmasa da esasında tarihimizn acı bir vesikası olan ve Sultan Vahideddin Han tarafından “tüm musibetlerin anası” şeklinde isimlendirilen “Sevr Barış Projesi” ayı.
Bu belgeyi asla unutmayalım, unutmayalım ki sendelediğimiz an emperyalizmin bize hangi musibet belgeyi dayatacağını iyi belleyelim. Dört sene süren ve bizim mağlubiyetimiz ile sonuçlanan 1. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupanın vahşi devletleri bize bir idam fermanın sundular ve imzalayıp kabul etmemizi istediler.
Ana hatları 24 Nisan 1920′de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920′de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti’ne verildi. Antlaşması’nın kabulünü kolaylaştırmak ve Sevr hükümlerini uygulamak üzere, İtilaf Devletleri’nin teşvik ve desteği ile Yunan ordusu da 23 Haziran 1920′de Anadolu’da ve Trakya’da saldırıya geçti. Bursa’nın, Balıkesir’in, Uşak’ın ve Nazilli’nin ardı ardına işgali ile Sevr’in uygulanmasını sağlamak ve Antlaşma maddelerinde herhangi bir değişikliğe meydan vermemek, Osmanlı Sultan’ı ve Hükümetini zora sokup boyun eğdirmek bu saldırıda esas amaç olmuştu.
Sevr Antlaşması’na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti de yaşama hakkından yoksun bırakılıyordu. Rumeli sınırımız aşağı yukarı İstanbul vilayetine sınır olarak tayin olunuyordu. Batı Anadolu ( İzmir ve havalisi) Yunanlılara verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye’nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa’ya bırakmakta idi. Doğuda Bayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak’ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı.
İstanbul’da ise hükümet ve padişah oturacak fakat, İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlar’da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, hâkimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre, memleket dâhilinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk tâbiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk tâbiyetine de giremeyecekti.
Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı. Diğer taraftan malî ve iktisadî hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclisin yetkilerini hiçe saydıracak şekilde sınırlayıcı ve külfet teşkil eder mahiyette olup, Osmanlı Devleti’ni İtilaf Devletleri’nin müşterek sömürgesi haline, getiriyordu. İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini düzenlemekte ve devletin yetkilerini devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde bağlamakta idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son Hükümdarı Sultan Mehmed Vahideddin Han, bu antlaşmayı kabul ettiği, onayladığı iddiasıyla hainlik vasfını kazanmış bulunmaktadır. Peki, ama Sultan gerçekten böyle rezil bir belgeyi onayladı mı? Ya da onaylamadıysa ortada bulunan bu mevcut ihanet kavramı da nereden çıktı. Şimdi gelin hep beraber bu konu üzerinde duralım ve “Sevr” denilen ucube hakkında ne düşünmüş bir bakalım.
Türk Milleti’nin varlığını yeryüzünden ebediyen silebilmek için bir “ölüm fermanı” olarak hazırlanan Sevr Anlaşması, İtilaf Devletleri tarafından 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır.
Bu sırada büyük bir telaşa kapılan Sadrazam Damat Ferid Paşa da, “Reddedersek hemen Yunanlılar İstanbul’u istila edecek.” iddiasının hâsıl ettiği derin kaygı ve korkunun ve “ne kurtarabilirsek kârdır.” düşüncesinin tesirinde kalarak, kendini antlaşmayı onaylamak mecburiyetinde görmüştür.[1] Fakat fevkalâde ağır maddeler içermesi, padişah kendi isteği ile ya da zorla imzalasa dahi geçerlilik kazanabilmesi için antlaşmayı onaylayacak bir Osmanlı Meclisi’nin bulunmaması (Çünkü Kanun-i Esasi’ye “Anayasaya” göre padişahın onayından evvel meclisin onayı gerekiyordu. Oysa İngilizler tarafından çalışamaz hale getirilen meclis, 11 Nisan’dan beridir kapalıydı.) çok önemliydi. Antlaşma, Türk tarafı adına fiilen kabul edilmemiş, ölü doğmuş ve gerçekleşme imkânı bulunamamıştır.[2]
Birinci Bölümün Sonu.
Sevr Antlaşması’na göre Türkiye
[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C;2, Sf; 20, İstanbul,1989
[2] İsmail Çolak, Sultan Vahideddin Han., Sf; 50.
Osmanlı Barışı ve Filistin
Mehmet Ocaktan, Karar
Edward Said, Filistin Sorunu isimli kitabında, Osmanlı hâkimiyetinin Filistin’de ne verimi azalttığını, ne de bu ülkeyi daha az Arap yahut Müslüman yaptığını ifade ettikten sonra, bir İngiliz şairinin, George Sandys’in şiirini hatırlatır:
“Süt ve bal akan ülke; yaşamaya elverişli bir dünyanın ortasında ve ılıman bir iklimde, güzel dağlar ve zengin vadilerle süslenmiş, mükemmel sular fışkırtan kayalar; hiçbir bölgesi esenlik ve servetten yoksun değil!”
***
Osmanlı Devleti’nin uyguladığı “millet” sistemi, hâkimiyet tesis edilen topraklarda yaşayan halkların, dillerini konuşmada, inançlarını ve kültürlerini yaşamada serbest bırakılmalarını gerektiriyordu. Bu sistem, emperyalist Avrupa devletleri çomak sokuncaya kadar başarıyla uygulanmış, Ortadoğu ve Balkanlar, daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha yaşanması mümkün olmayan bir huzur ve sükûnu tatmıştı.
Gerçek Arap birliğinin Osmanlı asırlarında gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir. Ortadoğu’nun dinî ve etnik bakımdan en karışık bölgelerinden biri olan Lübnan’da bile Osmanlı hâkimiyetinin güçlü olduğu dönemlerde sağlıklı bir iç barış kurulmuş, bu barış belli ölçüde Fransız manda rejiminin kurulduğu 1920 yılına kadar devam etmişti.
Osmanlı topraklarına ve bu topraklardaki zenginliklere göz diken emperyalizmin yaptığı ilk iş, asırlardır farklı ırk, din ve mezheplere mensup toplulukları bir arada tutan prensiplerin altını oymak, başka bir ifadeyle, ırk, din ve mezhep farklılıklarını düşmanlıklara dönüştürmekti. Bunun için, oryantalizm bir “keşif kolu” olarak kullanıldı. Napolyon, Mısır seferine çıkarken, yanına bir düzine oryantalist almıştı.
***
Balkanlar’da kavmiyetçiliği körükleyerek, Ortadoğu’da ise Arapları kışkırtarak Osmanlı Devleti’ni sarsmaya başlayan emperyalistler, bir yandan da Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı planlıyorlardı. Yahudilerin uzun tarihleri boyunca, en rahat ettikleri, bırakın soykırımı, düşmanlıkla bile karşılaşmadıkları ve sıkıştıklarında sığınabildikleri tek ülke, Osmanlı ülkesiydi. Avrupa, Yahudilerin Filistin’e göçünü teşvik ederek kendi hastalıklarından biri olan antisemitizmi İslâm dünyasına ihraç etmiştir.
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması, Avrupa’da tırmanan antisemitizmin yarattığı problemler dolayısıyla, Almanya ve Çarlık Rusya’sı da dâhil olmak üzere, bütün Avrupa tarafından desteklenmişti. Açıkçası, Ortadoğu’da huzursuzluğun ve istikrarsızlığın temel sebeplerinden biri olan İsrail, antisemitizmin çocuğu olarak doğdu.
***
Ortadoğu’da dört asır boyunca “Osmanlı Barışı”nın (Pax Ottomana) yaşandığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu bölgeyi sürekli patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiren süreç, Avrupa devletlerinin menfaatlerinin bu bölgede kesişmesi ve kritik bir madde olarak petrolün önem kazanmasıyla başladı. Üç büyük dinin de mukaddes saydığı Kudüs’ü bağrında taşıdığı için ayrı bir önem taşıyan Filistin ise sürekli misyonerlik faaliyetlerine sahne oluyordu. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya, burada kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri kurmuşlardı. Filistin, İngiltere için aynı zamanda Hint ulaşım yollarında stratejik bir önem taşıdığı için vazgeçilmezdi.
Filistin’de Yahudiler tarafından bir devlet kurulmak istenmesi ve özellikle İngiltere’nin bu isteğe sempatiyle yaklaşması, Ortadoğu’daki hiç bitmeyecek bir problemin kaynağı olmuştur. Dünya Siyonist Teşkilâtı’nın kuruluşu, Filistin’in kaderini belirleyen bir gelişmedir. Bu teşkilatın ikinci kongresinde Filistin’de devlet kurma kararı çıkmış ve Yahudiler bütün güçleriyle meselenin üzerine gitmeye başlamışlardır. Theodor Herzl’in Osmanlı Devleti nezdindeki teşebbüsleri biliniyor.
Sultan II. Abdülhamid ve daha sonra İttihatçılar, Filistin’e Yahudi göçünün önüne geçmeye çalışmışlardır. Ne var ki Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları bütünüyle önlenebilmiş değildi. Filistin’e asıl büyük Yahudi göçü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin yıkılması sayesinde gerçekleşmiş, böylece Araplar, Avrupa devletleri tarafından bir kere daha hayal kırıklığına uğratılmıştı.
***
Avrupa devletleri, özellikle İngiltere, Osmanlı’nın aşağı yukarı dört asır boyunca, kendine has metotlarla bir arada tuttuğu, peygamberin kavmi oldukları için “kavm-i necip” olarak kabul edip bağrına bastığı Arapları, kısa sürede bölmüş, çil çil altınlar döküp kabile asabiyesini tahrik ederek ayaklandırmışlardır.
Araplar, nasıl bir oyuna getirildiklerini, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı arasında 1916 yılında yapılan, Ortadoğu bölgesinin paylaşılmasına yönelik gizli anlaşma Bolşevikler tarafından açıklanınca anlamışlardı, ama iş işten geçtikten sonra… Osmanlı Barışı, Ortadoğu’da artık bir daha görülmesi mümkün olmayan güzel bir rüya idi. Ve Filistin’in -ah güzel Filistin- kaderinde artık hep acı vardı, kan vardı, barut kokusu vardı.
.
OSMANLI’YA SÖVME ADİLİĞİ
Yılandaki kuyruk acısı, İttihatçı gelenekteki Osmanlı acısı bitecek gibi görünmüyor. Zaman zaman buna dair öfkelerini bastırma gayreti içinde olsalar da kimi zaman açık veriyor, içlerindeki dillerine yansıyor. Osmanlı’nın bir toplu iğne dahi üretemediğinden bahseden siyasetçi, üniversite talebeleriyle çay içerken üretimden dem vurarak sakız üretmemiz lazım demiş. Kapasite meselesi çok görülmez.
Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızların sayısının neyi temsil ettiği ilkokullarda öğretilmektedir. Daha önce kurulmuş on altı Türk Devleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sembolize eder.
Resmî kaynaklar 16 yıldız için tarihteki 16 büyük Türk imparatorluğunu, ortadaki güneş için ise Türkiye Cumhuriyeti’ni simgelediğini belirtmektedir. Bu Türk imparatorlukları şunlardır: Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu, Avar İmparatorluğu, Hazar İmparatorluğu, Uygur Devleti,Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Harzemşahlar, Altınordu Devleti, Büyük Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu. 17. Devlet “Türkiye Cumhuriyeti“dir. Türkiye Cumhuriyetini temsil eden simgeye ek olarak vurgulayan resim ise bayrağın ortasında yer alan Ay-Yıldız resmidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin on beşinci Türk Devleti olmadığını kendisi hariç herkes bilir. Osmanlı Devleti’ni bir tek toplu iğne üretememekten bahisle on dört tane Türk Devleti’nin de bu yüzden yıkıldığını söylemeye getiriyor. Yaşadığı toprakların Osmanlının milyon kilometre kareleri aşan topraklarının küsuratı olduğunu ve bakiyesi olduğunu unutunca sallayıp duruyor. Osmanlı’nın neler yaptığını anlatmak bu yazının hacmini aşar. Birkaç noktaya değindikten sonra İttihatçı gelenekteki kuyruk acısına döneceğim.
Fatih zamanında açılan Sahn-ı Seman medreseleri İslami ve pozitif bilimlerin gelişmesinde etkili olmuştur. Ali Kuşçu, Fatih döneminin önemli astronomi ve matematik bilginidir. Osmanlı Devleti’nin ilk tıp medresesini, Yıldırım Bayezit, Bursa’da kurmuştur. Fatih zamanında tıp alanında önemli bilim insanları yetişti. Dönemin büyük tıp bilgini Sabuncuoğlu Şerafettin’dir. Cerrahiyefül Hâniye isimli eserinde ameliyat tekniklerini göstermiştir. Molla Lütfi, Sinan Paşa ve Müslihüddin bin Sinan, Bayezit döneminin önemli bilginlerindendir. Yüzyılın ünlü matematik ve coğrafya bilgini Matrakçı Nasuh, eserini Yavuz’a sunmuştur.Kanuni, Mimar Sinan’a İstanbul’da Süleymaniye Camii’ni ve medreselerini yaptırdı. Kanuni döneminde Piri Reis, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde dünyanın yuvarlaklığını, pusulanın kullanımını, Amerika kıtasının varlığını anlatmıştır. 500 yıl önce çizdiği dünya haritası günümüz bilim insanlarını şaşırtmaktadır. İstanbul’da bir rasathane kuran Takiyüddin Mehmet, Güneş ve Ay tutulmalarına ilişkin gözlemler yapmıştır. Osmanlılarda ilk otomatik makineler üzerine ilk eseri Takiyüddin Mehmet yazmıştır.Takiyüddin’in astronomi gözlemleri çağdaşı olan Avrupalı bilginlerden daha net ve dakiktir. 17. yüzyıllarda önemli tarihçiler olarak, Enveri, Amasyalı Şükrullah, Tursun Bey, Kemal Paşazade, Aşık Paşazade, Hoca Sadeddin, Neşri ve Mustafa Selaniki akla gelir. Osmanlı mimarisinde Klasik Dönem denen 15. ve 16. yüzyıllarda pek çok eser ortaya konmuştur. Topkapı Sarayı ve içinde yer alan Revan ve Bağdat köşkleri, İstanbul’daki Kürkçü Han, Sivas’ta bulunan Yeni Han en özgün eserler olarak dikkat çeker.Askeri mimarinin en güzel örnekleri, Yıldırım Bayezit’in yaptırdığı Anadolu Hisarı, Fatih’in yaptırdığı Rumeli Hisarı ve Topkapı Sarayı surlarıdır. Osmanlı Devleti’nin klasik dönemdeki en büyük mimarı Mimar Sinan’dır. Mimar Sinan yaşamı boyunca 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 26 dârülkurra, 17 imaret, 3 dârüşşifâ, 7 su kemeri, 8 köprü, 18 kervansaray, 6 mahzen, 33 saray, 35 hamam, 17 türbe yapmış büyük bir ustadır. Mimar Sinan çıraklık döneminde Şehzade Camii’ni, kalfalık döneminde Süleymaniye Camii’ni, ustalık döneminde Selimiye Camii’ni yaptı.
İstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerekliliğini kavrayan Fatih Sultan Mehmed, bu amaçla Edirne’de dökümhaneler kurdurmuştu. Saruca Usta, Muslihiddin Usta, Urban Usta ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman kişilerin çalıştığı bu dökümhanelerde kendisi de balistikçi gibi bizzat çalışarak topçuluğa katkıda bulunmuştu.
İçeride İttihatçı hainler, dışarıda bilumum İslam düşmanları elbirliği ile Osmanlı’yı yıktılar. Fakat Osmanlı’nın enkazı altında kaldıklarından ikide bir inleyip durmaktadırlar. Geleceğe dair tasavvurları olmayanlar geçmişten intikam almaya çalışırlar. Bunu yaparken de saçmalayıp dururlar. İttihatçı geleneğin temsil ettiği siyasi zihniyetin Osmanlı ile kavgası bitmeyecektir. Zira her seçimde yenildikleri siyasi gelenek, Osmanlı’nın misyonuna sahip çıkan gelenektir. Samimi olarak düşünsünler diyeceğim; fakat onlarda o samimi bir düşünüş erdemi de görmek mümkün değildir. Yıktık, kurtulduk dedikleri Osmanlı misyonunu temsil edenleri, ona sahip çıkan siyasi geleneği bir kez olsun serbest bir seçimde yendikleri, geçtikleri ve siyaseten zafer kazandıkları görülmüş müdür? Elbette hayır. Görünürde belki Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı yenilip duruyorlar; aslında Osmanlının siyasi geleneğine sahip çıkanlara yenilip duruyorlar. İkide bir Osmanlı’ya karşı dil uzatmalarının ve sövmelerinin sebebi budur. Yıktık, kurtulduk dedikleri Osmanlı’nın gölgesiyle bile baş edemeyenlerin ahvali perişanlıktır vesselam. Osmanlı ile uğraşanların, ona dil uzatanların sosyolojik olarak iki yakasının bir araya geldiği ve güldüğü nerede görülmüştür? Bundan sonra da görülmeyecektir. Selçuklumuza, Osmanlımıza ve o geleneğin sahiplerine selam olsun.
Ömer Naci YILMAZ
..
ULUHAKAN, ABDULHAMİD HAN’A KIZIL SULTAN DEMEDİNİZ Mİ?
Bizlere kurmuş olduğunuz eğitim sistemiyle öğretmediğiniz ATA’larımız hakkında söylediklerinizi ve onlara yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz!
Size LİDER gelsede bişey ifade etmez, sizin beslendiğiniz zihniyetler, peygamber olan Hz. EŞ’İYA a.s.’ ı nasıl testere ile kestiğini, gönderilen peygamberlere nasıl zulüm ettiklerini, en son gönderilen peygambere HZ.MUHAMMED (sav)’e iman etmediklerini çok iyi biliyoruz.
Sizler PEYGAMBER beğenmiyorsunuz ki LİDER mi beğeneceksiniz!
Sizler üç kıtada konsolosluk, büyükelçilik değil İMPAROTORLUK kuran OSMANLIYI, ATALARIMIZI sarayda harem düşkünü olarak göstermiyor musunuz?
Allah rızası için Ümmetin selameti için CİHAD için kıtalar koşturan atalarımızı, uçkur peşinde koşturan ecdad olarak göstermediniz mi?
Sizler Uluhan , Sultan, Cennetmekan AbdulHamid Han’a VATAN HAİNİ, KIZIL SULTAN demediniz mi?
Bizler İdamla yargılayıp hastanede vefat eden ESAD’I ERBİLİ HZ.’ Ni cenaze namazını kıldırmayıp, mezar taşı dikmediğinizi çok iyi biliyoruz…
Bizler Milli Şair Mehmet Akif ERSOY’un evini ablukaya alıp geleni gideni tehdit ettiğinizi, kimi kimsesi yokmuş gibi yansıttığınızı, alelacele kimseye haber vermeyip cenazesini gömmeye çalıştığınızı iyi biliyoruz…
KORKAK diyorsunuz KAÇAK diyorsunuz ya.. Bizler halk iradesinden korkup AÇIK OY, GİZLİ SAYIM’larla gerçeklerden nasıl kaçtıklarınızı, nasıl yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz…
Altın Tepsilerde sizlere sunulan İKTİDAR nimetini çok iyi biliyoruz…
DARBE’ lerle iktidara gelip, Halka nasıl zulmettiklerinizi, Kuran öğrenen büyüklerimizi karakollarınızda nasıl sorguladıklarınızı, samanlıklar içine nasıl saklanmak zorunda bıraktıklarınızı çok iyi biliyoruz…
Kalkmışsınız Kıbrıs beşparmaktan, Kıbrıs zaferinden bahsediyorsunuz. Kıbrıs Fatihi ERBAKAN HOCA’ nın 5 partisini nasıl kapatıp, neden siyasi yasaklı yaptığınızı çok iyi biliyoruz..
Kütahya Dumlupınar, Afyon Karahisar, Uşak, Salihli, Ahmetli, Turgutlu ve İzmir zaferlerinden bahsediyorsunuz, Bizler LOZAN’da neler verildiğini çok iyi biliyoruz.
Türbe Sevginiz artmış, bizler Vefatında TÜRBE yapılacak ECDAD’ımızı nasıl DAR ağaçlarında İDAM ettiklerinizi çok iyi biliyoruz.
Büyük Şeflerinize özenip maazallah iktidara gelirseniz , BASIN’ a neler yapacaklarınızı ağzımız açık izliyoruz…
Sanki Aklı, Mantığı , vatanseverliği, milliyetçiliği ALLAH sadece size vermiş, Bizler bunlardan mahrum kalmışız
ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ TARİH GİZLİ KALMIYOR, VE BİZ ÇOK ŞEYLER ÖĞRENİYOR, SİZLERİ DAHA DA YAKINDAN TANIYORUZ….
Faruk ÖZBAY
.
Seyahatnamelerin Masalsı Ülkesi
16. yüzyıldan başlayarak muhtelif devirlerde başta İstanbul olmak üzere Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerini ziyaret eden seyyahlar, birbirinden çok farklı zamanlarda birbirine çok benzeyen hadiselere şahit olmuş ve bunları da yine birbirine çok benzeyen cümlelerle ifade etmişlerdir. Aslında seyyahların şahitlik ettiği bu hadiseler, Osmanlıların gündelik yaşamına ait sıradan olaylardır; fakat bu sıradan olaylar, Osmanlı’yı, Türk’ü, yani bizi “biz” yapan ruhtur.
Örneğin, dört yüz yıllık uzun bir zaman diliminin herhangi devresinde kapalı çarşıya uğrayan seyyahlar, burada “siyah şapkalarıyla Ermenilerin, kuzu postu içindeki Bulgarların, siyah türbanlarının üzerine eski püskü şallar sarmış Yahudilerin, süslü Rumların” ve sair milletten tüccarların malını satmak için feryad edercesine bağırıp çağırdığını fakat bütün bu hengame içerisinde Türklerin gayet sakin bir şeklide oturup rızıklarını beklediğini söylerler. Rızkını bekleyen Türkler, kahve ve nargile içerler, günlük yevmiyelerini çıkaracak kadar satış yaptıklarında memnun olurlar ve namazı vaktinde kılmayı önemserler. Çünkü Türklerin önceliği, bu dünya değil öte dünyadır.
Seyahatnamelerin ortak özelliklerinden biri de Türklerin alış-verişlerinde bozuk mal, eksik tartı ya da benzeri hilelere tesadüf edilemeyeceği yönündeki şahitliklerdir. Yine Türklerin kendilerine has gururla diğer din mensuplarıyla ne kadar iyi geçindikleri, İstanbul’un birlikte yaşama örneği olarak ne kadar özel bir şehir olduğu asırlık seyahatnamelerin müşterek paragraflarındandır.
Bu ve benzeri örneklerin kısa bir özetini yapmak bile ciltlerce yazı yazmayı gerektir. Bu sebeple kendinden önceki seyyahların görüşlerine de atıfta bulunan eserlerden biri olan Vicente Blasco İbanez’in seyahatnamesinden örnek vermek istiyorum. Şöyle diyor İbanez; “Türkiye’ye yolculuk eden tüm yazarlar bu milletin ne denli haksızca yargılanmış olduğunu görerek öfkelenmiştir. Türk insanı iyi yürekli ve dürüsttür.” İbanez, bu görüşünü desteklemek için çok küçük bir örnek veriyor; “Huyunun yumuşaklığı hayvanlara karşı gösterdiği büyük saygıyla ortaya çıkar. Onlara kötü davrandığı görülmemiştir.”
İstanbul’un köpekleri de seyahatnamelerin değişmez kahramanlarındandır. İstanbul’a gelen, Galata Köprüsü’nden geçen, Yüksek Kaldırım’dan yukarıya çakan tüm seyyahlar, sokaklarda saltanat kuran köpeklerden bahsetmişlerdir. İbanez bu hususta da şöyle diyor; “Ünlü köpekler, burada işte, eski zamanlarda olduğu gibi sokakları dolduruyor, kaldırımları kapatıyor, taşıtların yolunu tıkıyor; sahipleri yok, Türk insanının bütün hayvanlara karşı duyduğu geleneksel sevgi ve şefkattan başka geçimlerini sağlayan şey yok.”
Sokak köpeklerini çirkin, tüyleri dökülmüş ve sokaklarda yürümeyi imkansız hale getiren şehir canavarları olarak hayal eden fakat İstanbul’a geldiğinde onları, pırıl pırıl nazik ve oyunbaz gören birçok seyyah gibi İbanez de şaşırır ve halkın köpeklere olan ilgisini şu örnekle özetler; “Sayıları yüzbinleri bulan sokak köpekleri için bir Fransız tüccar, Osmanlı hükümetine köpekleri itlaf edip postlarından yararlanmayı teklif etmiş, mahallelerdeki Türk halkı öfkelenmiş. Köpeklerini öldürmek ha!”
Ben, seyahatnamelerdeki bu gibi parıltılı cümleleri okuyup bugüne bakınca seyyahların, hayali bir ülkenin masallarındaki kahramanları ve onların başından geçenleri hikaye ettikleri duygusuna kapılıyorum. Sokaklarında köpeklerin saltanat kurmasına izin veren, ticareti vahşice bir yaşam tarzı olarak görmeyen, sürekli kazanmak gibi bir derdi olmayan ve öte dünyayı bu dünyaya tercih eden insanlar, ecdadımız değil de Binbir Gece Masalları’nın kahramanları olmalılar. Yoksa bu kadar kısa zamanda böylesi bir dönüşüm, başkalaşım pek mümkün gibi görünmüyor?
.
Osmanlı sarayında Ramazan
M. Yahya COŞKUN
Hilal görülüp Ramazan ilan edildiğinde camiler, minareler, mahyalarla süslenir; kapkaranlık İstanbul geceleri bu ışıklarla aydınlanırdı. 17. asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ve bir Türk icadı olan mahyalar için yabancı seyyahlar, “gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne indirilmesi” derlerdi. Yahya Kemal Beyatlı’nın mahyanın yüklendiği manayı anlattığı hatırası bu bahsi özetleyecek kuvvettedir. Mütareke yıllarında, Yunanlılar ve Rumlar ellerinde mavi-beyaz bayraklarla ve çeşitli nümayişlerle İstanbul’un kadim bir Yunan kenti olduğunu haykırmakta, deyim yerindeyse şehri, mavi-beyaza boyamaktadırlar. Türklerin büyük kederler içinde olduğu o günlerde -bir Ramazan akşamı- Yahya Kemal, ecnebi bir arkadaşıyla birlikte Moda’da oturmuş, İstanbul’u izlemektedir. Karşılarında minarelerin aralarına gerilmiş mahyalarla süslenmiş bir İstanbul vardır. Ecnebi arkadaşı bu manzaraya bakıp “Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa, insaniyet güzelliğinden bir alem kaybeder… Rumlar, bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurdular, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlakini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lakin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamen gösterir” demiştir.
Önceki yazımızda da işaret ettiğimiz üzere Osmanlı’da Ramazan’ı dört başlık altında tasnif etmiştik. Bu başlıklardan ilki, Sarayın Ramazan’ı. Bu bahsi açmadan evvel saraydaki Ramazan’ın da devirlere göre farklılıklar arz ettiğini hatırlatmak gerekir. Adet üzere genellikle Recep ayının on ikinci günü Surre Alayı, Kabe-i Muazzama’ya doğru İstanbul’dan yola çıkar; bu vesileyle Ramazan hazırlıkları daha üç aylardan başlardı. Ramazan yaklaşırken sarayda hummalı bir çalışma başlar, özel temizlikler yapılır, mutfakta hazırlıklar tamamlanırdı. Malum, Osmanlı mutfağı çok özel bir mutfaktır ve bu özel ay için de hususi hazırlıklar yapılırdı.
Sarayın Ramazan’ının en belirleyici özelliklerinden biri huzur dersleridir. Genellikle İkindi vakti, padişah huzurunda yapılan ve huzur bulmak ümid edilen bu dersler, devrin en önemli alimlerinin, din adamlarının katılımlarıyla gerekleşir; başta Beyzavi Tefsiri olmak üzere tefsirler okunur, ders bitiminde de hocalara bohçalar, hediyeler takdim edilirdi. Tayyâr-zade Atâ, Tarih-i Enderun’unda huzur derslerinin, devletin kurulduğu zamanlardan itibaren daimi suretle icra edildiğini yazar.
Elbette sarayın iftarı da diğerlerininkinden farklıydı. Başta padişah sofrası olmak üzere, haremde ve diğer devlet ricalinin önünde kurulan sofralar, çok zengindi. Çeşit çeşit iftariyelikler, büyük sürahiler içinde envai çeşit şerbetler, şuruplar ve tabii yazmakla bitiremeyeceğimiz diğer yemekler bulunurdu. Sarayda iftarlar verilirdi; elbette kimin geleceği, kaç kişinin yemek yiyeceği önceden hesaplanır ve güvenlik tedbirleri de alınırdı. Ramazan’ın ilk gününden nihayetine kadar devlet erkânı, ümera, zabitan, askeri mektep öğrencileri ve diğerleri yüzlerce yuvarlak tahta sofranın etrafına oturur, yemeklerini yer, ayrılırken de diş kiralarlını alırlardı. Malum, diş kirası “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” demektir. 2. Abdülhamit devrinin donanma zabitlerinden Emin Efendi, hatıratında, bir yıl zabitlerin hem Ramazan başında hem de sonunda iftar-ı seniyyeye davet edilip iki defa diş kirası aldıkları söyler ve bunun neredeyse bir servet demek olduğuna dikkat çeker.
Saray Ramazan’ına belki de en büyük manayı veren ise teravih namazıdır. Sarayda teravih, dışarıdaki gibi hızlı kılınmaz, bilakis aheste aheste ve her dört rekatın ardından neredeyse bir dört rekatlık namaz vakti beklenilerek, musiki icra edilerek kılınırdı. Enderun teravihi denen her rekatte ve aralarda farklı makamlarda ilahiler okunarak, musiki icra edilerek kılınan bu namaz, saray Ramazan’ının en önemli cüz’üdür. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, saraydaki teravih namazlarıyla alakalı şöyle latif bir hikaye paylaşır: Sultan İkinci Mahmut, teravih namazının ilk dört rekatı kılındıktan sonra müezzinlik makamında bulunan Dede Efendi’ye, sonraki ilahinin şevkefza makamında okunmasını istediğini bildirir. O zamana dek henüz şevkefza makamında bir ilahi yapılmamış olduğundan diğer müezzinler ne yapacaklarını şaşırırlar. Dede Efendi ise “Hele namazı kılalım” der. Dört rekat tamamlanıp imam selam verdiğinde Dede Efendi, mezkur makamda bir ilahi söylemeye başlar. O dört rekatta şevkefza makamında bir ilahi bestelemiştir. Ziyadesiyle musiki bilgisi bulunan 2. Mahmut da bu besteyi fark etmiş, beğenmiş ve Dede Efendi’yi taltif etmiştir.
Ramazan denilince akla ilk gelen fakat maalesef günümüzde neredeyse kadim oyunlardan hiçbirinin oynatılmadığı Hacivat ile Karagöz’ü de analım. Yine Ali Rıza Bey şöyle anlatır: Hayalî Hafız, Sultan 3. Selim’in huzurunda Karagöz’ün Ağalığı isimli bir oyun oynatmaktadır. Oyundaki ağa, kölelerinden birine “Selim!” diye seslenir. Sultan Selim de latife olsun diye “Buyurun!” diye mukabele eder. Bunun üzerine Hayalî, Hacivat’ı Karagözün önüne getirir, “Huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki, affı kabil değildir. Tövbe edip Hacca gideceksin” deyip mumu söndürür. Sultan, alınmadığını söylese de Hayalî, “Ben böyle bir gaf yapmamalıydım. Madem yaptım; bu, sanatımı icra edemiyorum demektir” der ve bir daha Küşteri Meydanı’na çıkmaz.
Ramazan-ı Şerif’in on beşinci günü Hırka-i Saadet’i ziyaret etmek, saray Ramazan’ın değişmez merasimlerinden biriydi. Padişah, şehzadeler, sultanlar, kadın efendiler, ikballer, daha sonraları devlet ricali, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet’i ziyaret edip yüzlerine sürerlerdi. Bu adet-i kadime, sultanlar ve harem, Topkapı Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra da devam etmiş hatta daha mutantan hale gelmiştir. Bu husustaki ayrıntılar birçok hatıratta mevcuttur.
Yine Şehr-i Şerif’in on beşinci günü Yeniçerilere baklava ihsan edilir, her on kişilik nefere bir tepsi baklava verilerek Hırka-i Saadet’in ziyaret edildiği gün, askerlerin ağızları tatlandırılırdı. Kadir Gecesi’nde ise yine bir alay düzenlenir ve alâ-yıvâlâ ile Ayasofya Cami-i Şerif’ine gidilirdi. Sonraki dönemlerde Tophane’deki Nusretiye Camii ile Yıldız’daki Hamidiye Camii’ne gidildiği de olmuştur.
.
Osmanlı konaklarında Ramazan
M. Yahya Coşkun
Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın ikinci başlığı, zenginlerin Ramazan’ı. Bu Ramazan’lar, genellikle konaklarda yaşanır. Ve konaklardaki Ramazan’ın en özel parçası da şüphesiz, iftarlardır. İnsanlar, birbirlerini iftara davet eder, birbirinden güzel sofralar kurar; yemeklerini ise bol tutarlardı. Çünkü iftara kaç kişinin geleceği genellikle önceden tahmin edilemezdi. Fakir fukara, davet beklemeden konaklara gidip iftar yapabileceğini bilir, bir kapıyı çaldığında hiç kimse ona hiçbir şey sormazdı.
Konaklarda iftarlar, Şehr-i Şerif’e uygun olarak seremonilere dönerdi. İnsanlar sofraların başına oturur; hizmet edenler, sofranın başından her biri, oturanların tam dizlerine gelecek şekilde peşkirleri atarlar; fincan ve çubukları hazır ederlerdi. Hizmetçinin, peşkiri uzak mesafeden başarılı bir şekilde atması onun maharetini, ev sahibinin de ne kadar mahir hizmetçilere sahip olduğunu gösterirdi. Top patlayıp ezan okununca önce envai çeşit iftariyelikler yenir, çorba içilir; sonra yemeğe ara verilirdi. Bu ara, namaz arasıdır. Namazlar kılınır, bu arada tiryakiler tütünlerinden birer nefes çekerler; sonra tekrar sofraya oturup yemeklerine devam ederlerdi. Bu, aslında bu gün bile doktorların teşvik ettiği yeme biçimidir. İftar sofralarında her daim sirke bulundurulur; iştah açıcı olarak sirke içilirdi.
Konaklarda da sarayda olduğu gibi diş kirası verilir, iftara gelen misafirlere, “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” diyerek kadife keseler içinde paralar verilirdi.
Konak iftarlarını birkaç tarihi hatıra ile zenginleştirelim. Bir gün Yusuf Kamil Paşa, kabine üyelerini Bebek’teki yalısına iftara davet eder. Yemeğin sonunda da misafirlerine güzel çilekler ikram eder. Fakat kendisi dalgınlıkla çileği tuza bandırıp öyle yer. Yüzü buruşan Sadrazam, kabine üyelerinin haline güldüğünü görünce, “Aslında iyi oluyor, siz de deneyin” der. El mecbur, çileklerini tuza bandırıp yiyen kabine üyelerinden birkaçı, “Hakkınız varmış efendim, pek güzel oluyormuş” derler. Sadrazam, yüzünü buruşturup somurtan musahibe, “Sen ne diyorsun?” diye sorar. “Aman paşam! İftar sofrasında neyse ama bunlar, kabinede de aynısı yapıyorlar” der.
Sultan 2. Mahmut devrinin şeyhülislamlarından el açıklığı, kibarlığı ve cömertliğiyle bilinen Dürrizade Abdullah Mola’nın konağında verilen iftarlar da şehrin dilindedir. Şeyhülislamın iftar sofraları hakkındaki methiyeler 2. Mahmut’un da kulağına gelmiş; sultan da anlatılanları pek mübalağalı bulduğunu söylemiştir. Fakat sultanın aklına takılmış olmalı ki, bir gün maiyetiyle birlikte dolaşırken iftar vakti Abdullah Molla’nın Doğancılar’daki konağına giriverir. Başta sultan olmak üzere böylesi bir kalabalığın konağa gelmesiyle telaşa kapılan kahya ve uşaklar ne yapacaklarını şaşırırlar. Dürrizade, çalışanları teskin eder, ardından yemekler yenir. Sultan, yemeklerin nefasetini takdir ettiği gibi yemek kaplarının da çok zarif olduğunu söyler; yalnız hoşafın kabının diğerleri gibi müzeyyen olmadığını ifade eder. Dürrizade ise, “Kulunuz, hoşafın lezzetini bozmasın diye buz hoşafın içine attırmıyorum. Buzdan kase yaptırıp hoşafı içine koyduruyorum; bu sebeple kase pek müzeyyen değildir” der. Sultan, kasenin buzdan yapıldığını anlamadığı için “Pek utandım” demiş ve Dürrizade’ye “Sizin aşçı pek mahir; istersen sizin aşçı ile bizimkini değiştirelim” diye iltifat eder.
..
Osmanlı’da halkın Ramazan’ı
M. Yahya Coşkun
Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın üçüncü başlığı, fukaranın Ramazan’ı. Fukaranın Ramazan’ını anlatırken fakirleri de ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bâbta, el açıp dilenen dilencilerle, zengin sınıfının altında bulunan, konaklarda yaşamayan ama kendi yağıyla da kavrulan geniş halk kitlesini birbirinden ayırmak gerekir. Öncelikle bu kesimden bahsedelim.
Geniş halk kitlesini oluşturan bu insanlar, Ramazan’dan önce evlerini temizledikleri gibi kendilerini de temizlemek için hamama giderler. Ramazan’da, kendisini manevi olarak temizleyeceğine inananlar, Şehr-i Şerif’e hürmeten bedenlerini temizlemek için hamam yolunu tutarlar. Osmanlı devrinde her zaman özel olan hamama gitme hadisesi, Ramazan öncesinde ise törene dönüşüyor desek mübalağa etmiş olmayız. Hanımlar, hamam öncesi bohçalarını, temiz elbiselerini, orada yiyecekleri yemekleri hazırlarlar. Eğer varsa evin küçük çocuğu, yoksa bakkal çırağını hamama gönderip hamam sorumlusuna ertesi gün hamama geleceklerini söyletirler ve hamamda ailenin yeri ayrılır. Eğer evde yaşlı bir hanım varsa onu da götürebilmek için araba çağrılır; araba mahalleye geldiğinde o ailenin hamama gidişi bir anda mahallenin mevzuu haline gelir. Mahalleli, biraz da imrenerek bu hadiseyi konuşur ve tez zamanda kendilerinin de hamama gitmesi gerektiğine karar vererek bu mevzuu bitirirler.
Ramazan-ı Şerif’de halk, imkanı nispetinde misafir ağırlamak ister. Gücü yetenler birilerini davet edip onları ağırlar, gücü yetmeyenler ise başkalarına misafir olurlar. Halkın sofrasında genellikle bulgur pilavı, ayran ve işkembe çorbası bulunur, halk özellikle Ramazan’da işkembeye pek rağbet ederdi. Yine pastırmalı yumurta, iftar sofralarında, çok meşhurdu. 16. asırdan itibaren domates, patates gibi sebzeler piyasaya girmeye başlayınca onlar da iftar sofralarında kendilerine yer bulmaya başladı.
Fakat Ramazan’ın halktaki karşılığı, iftar sofrası değil bizatihi dinin kendisidir. Halk, bu ayı en iyi şekilde değerlendirebilmenin derdindedir. İnsanlar sabah nazmından sonra uyur, öğlen vakti kalkıp camiye gider, orada mukabele takip eder, cami önlerindeki sergileri izler ve ikindi sonrası maaile türbe ziyaretlerinde bulunurdu.
Cami önlerinde açılan sergilerde, Kuran-ı Kerim, hat levhaları ve başkaca sanat eserleri ile İran’dan ve Çin’den gelen çay takımları, halılar ve kumaşlar satışa sunulurdu. Müslim, gayr-i müslim ahali buraya gelip alışverişini yapar, cami önleri de müşterisi bol sergilere ev sahipliği yapmış olurdu.
Türbe ziyaretleri, halkın gündemini epey meşgul eder; İstanbul’daki evliya protokolüne uygun olarak veliyullah ziyaret edilirdi. Önce mihmandar-ı Rasul Ebu Eyyub El-Ensari, Hz. Yuşa, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Sinan Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri ve diğerleri sırayla ziyaret edilirdi.
Halkın gündemi Ramazan olduğu için gündelik konuşmaların merkezinde de hangi camide hangi müezzinin bulunduğu, hangi müezzinin sesinin daha tesirli olduğu, hangi vaizin daha iyi hitap ettiği gibi meseleler olurdu. Nüktedan hocaların vaazları özellikle tercih edilir, böyle hocaların şöhretleri çok çabuk yayılırdı. Bir gün mahallenin kadınları toplanıp böyle bir hocanın vaazını dinlemeye gitmişler. Hoca, kelamın şehvetine kapılmış; erkeklere, “eğer cennetlik olursanız şöyle hurileriniz olacak” diye anlatıyormuş. Bu esnada perdenin arkasında bulunan kadınlardan biri perdeyi aralayıp “Hocam peki biz ne olacağız?” diye sormuş. Hoca, kadına şöyle bir bakmış, “Otur kadın, otur! Seni de bir alan bulunur elbet” demiş.
Ramazan’dan önce evkaf nezareti, cami ve mescitlere aydınlatmada kullanılmak üzere bol miktarda zeytinyağı gönderirdi. Fukaranın biri, Ramazan’da, her gece eline kocaman bir somun alıp camiye girer ve ekmeğini zeytinyağına bandırıp yermiş. Bir gün müezzin, zeytinyağının çok çabuk eksildiğini fark etmiş ve gece camide kalıp neler olduğuna bakmak istemiş. Bakmış ki, gece bir fukara gelmiş, bir taraftan ekmeğini banıp zeytinyağını yiyor, bir taraftan da tekerleme söylüyor. Fukaranın tekerlemesi şöyle: “Zeyt, zeytullah. Beyt, beytullah. Ene Abdullah” (Zeytin, Allah’ın zeytini. Ev, Allah’ın evi. Ben de Allah’ın kuluyum) Kendince yaptığı işi de meşrulaştırırken müezzin eline bir sopa alıyor ve tekerlemeye şu cümleyi ilave ederek fukarayı uzaklaştırıyor: “mintarafillah” (Bu da Allah tarafından)
Kahvehaneler, fukaranın Ramazan’ında önemli bir yerde durur; özellikle teravih sonrası kahvehaneler çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Kimi kahvelerde Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı okunur, kimisinde ise Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Hem kahvelerde hem de sokaklarda bulunan dilencileri de anmazsak olmaz. Çünkü “Ramazan, dilencinin bayramıdır” denir.
İstanbul’da dilencilik ise kesinlikle ayrı ve özel bir bahistir. İstanbul dilencileri ikiye ayrılır. Birincisi yerli, İstanbullu dilenciler, ikincisi, taşradan gelenler. İstanbullu dilenciler de sabit ve seyyar olanlar diye ikiye ayrılır. Sabit olanlar, genellikle cami ya da türbe önünü mesken bellemiş ihtiyarlardır. Seyyarlar ise kaside ve maval okuyan kimselerdir. Namaz çıkışlarında, kahvehanelerde kasideler okuyan bu dilenciler, yüzlerce beyti ezberden okuyabilirlerdi.
.
Osmanlı’da çocukların Ramazan’ı
Gece, çocuğun bilinmezidir. Çocukların hayallerini süsleyen kahramanlar da korkularını besleyen canavarlar da geceleri yaşar. Erken yatıp erken kalkmak mecburiyetinde olan çocuklar, geceleri hep büyüklerin zamanı olarak kabul eder. Ancak Ramazan geldiğinde, çocuklara büyüklerin esrarlı zamanın kapıları açılır. Hele bir de çocuk, sahur zamanı uyanır ve büyüklerin, gecenin bir vakti bir şeyler yaptığını görürse onun için Ramazan geceleri daha da esrarengiz bir hal alır.
M. Yahya Coşkun
En genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız Osmanlı’da Ramazan bahsinin diğer bir başlığı da “Çocukların Ramazan’ı” olmalıdır. Asırlar evvelki çocuklar, Ramazan-ı Şerif’in gelmesini dört gözle beklerdi desek mübalağa etmiş olmayız. Evvela Ramazan geldiğinde okul hafifler, mektepler yarım azad olurdu. Bu bile tek başına çocukların Ramazan’ı beklemesi için yeterliyken buna bir de gece oyunlar oynama serbestliğini ilave edince çocukların niçin Ramazan’ı sevinçle beklediği anlaşılmış olur.
Gece, çocuğun bilinmezidir. Çocukların hayallerini süsleyen kahramanlar da korkularını besleyen canavarlar da geceleri yaşar. Erken yatıp erken kalkmak mecburiyetinde olan çocuklar, geceleri hep büyüklerin zamanı olarak kabul eder. Ancak Ramazan geldiğinde, çocuklara büyüklerin esrarlı zamanın kapıları açılır. Hele bir de çocuk, sahur zamanı uyanır ve büyüklerin, gecenin bir vakti bir şeyler yaptığını görürse onun için Ramazan geceleri daha da esrarengiz bir hal alır.
19. asrın sonlarına kadar sokaklarında ışık bulunmayan, insanların ellerinde fenerlerle ancak gözünün ucunu aydınlatabildiği kapkaranlık ve ıssız İstanbul geceleri, Ramazan gelince canlanır; insanlar, gece yaşamaya başlardı. Binlerce insanın ellerinde fenerlerle karanlık sokaklarda yürümesi, yıldızların yeryüzündeki dansına dönüşür, seyyahlar bu tabloya hayran kalırdı. İşte çocuklar da bu efsunlu dünyaya adım atarlardı.
Gündüz sokaklardan çanak, kiremit toplayıp fişek ve mehtaplar alan çocuklar, gece bu malzemelerle ışıklı bir yol oluştururlardı. Uzaktan feneriyle gelen birini gördüklerinde “Bakkalda üzüm, fenerde gözüm” diye bir tekerleme tuttururlar, yolcuyu kendi ışıklı yollarına çekerlerdi. Ahali de bu oyunu bildiğinden çocukların ışıklı yolundan geçer, onlara fişek ve maytap parası vererek bu mübarek ayda çocuk sevindirirdi. Ancak ara sıra acelesi olan ya da yeteri kadar yardımda bulunduğuna inananlar da olur, onlar çocukların ışıklı yoluna girmezdi. İşte o zaman çocuklar bu gibi yolculara saldırır, onların fenerlerini kırarak gece vakti ışıksız bırakırlardı. Kimi zaman bu hadiselerin büyüyüp karakola taşındığı bile olmuştur.
Bu gibi hadiseler yaşanınca kimi çocuklar, aşırı gidildiğini düşünür, arkadaşlarına kızarlardı. Arkadaşları da onları “muhallebi çocuğu” olmakla suçlardı. Malum muhallebi, baş üstündeki tabla ve kutularda seyyar satıcılar tarafından satılan tatlılara göre daha pahalıdır. Bu sebeple muhallebiyi biraz daha zengin olan çocuklar yer, fukara çocukları da onları muhallebi çocuğu diye çağırırdı.
“Yukardan geliyorum Memo
Aç kapıyı göreyim kim o
Hemiaspro, hemikokkino
Vay ne güzeldir keten helva” diye bağıran helvacı, hem Ramazan’da hem de diğer zamanlarda çocukların en sevdiği satıcıdır ve çocukların en çok tükettiği tatlı, helvadır desek yanılmış olmayız.
Okulları hafifleyen, geceleri sokaklarda oynama şansına erişen çocuklar, Ramazan’da aileleri ile birlikte İstanbul’u da gezer ve bundan memnun olurlardı. Aileler, türbe ziyaretleri vesilesiyle muhakkak Eyüp’e uğrar, Eyüp’e gidince de çocuklarına oradaki meşhur oyuncakçılardan oyuncaklar alırlardı. Yine çocuklar, yatsıdan sonra camilere gider, teravihte türlü yaramazlıklar yaparlardı.
İnsanların herkese yardım etmek istediği ve özellikle de çocuk sevindirdiği zamanlarda Şehr-i Şerif’te çocuk olmak muhakkak ki çok keyifliydi.
..osmanlı 'da ilk nüfus sayımı 1831 yılında askeri ve vergi toplama amaçlı olarak; ii.mahmut zamanında yapılmıştır. bu dönemden sonra da yapılan sayımlar genelde aynı amaçla yapılmıştır. bu sayımlarda kadınlar sayılmamıştır. bu tüm dünyada olan bir durumdu. askerlik bir erkek mesleği iken vergi alınabilecek ticaret, esnaf ve çiftçilerde erkeklerden müteşekkildi. tarihi bugünle okumak hep yanlışa çıkar.
.OSMANLI’DA MODERN ANLAMDA YAPILAN İLK NÜFUS SAYIMINA GÖRE DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI Hasan YÜKSEL* Osmanlı İmparatorluğu’nda daha önce gerçekleştirilen nüfus sayımlarında sadece erkek nüfusunun tespitine yönelik sayımların yapıldığı ve ancak, 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımda kadınlara yer verildiği belirtilmektedir. Halbuki, halen Cumhuriyet Üniversitesi Tarih Bölümü Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divriği’ye ait iki ciltlik 1870(H.1286) tarihli Esas Nüfus Defterleri’ne bakıldığında, 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımın aslında, 1870’te gerçekleştiği ve bu sayımda kadınların da nüfusa yazıldığı görülmektedir. İşte burada, İmparatorlukta modern anlamda yapılan bu ilk nüfus sayımında yer alan verilerden hareketle, o günkü bir Anadolu kasabasının hane nüfusunun sayısal olarak büyüklüğüne; kadın erkek nüfus oranına, nüfusun yaş ortalaması ile doğurganlık ve ölüm oranlarına dair bilgi edinilmeye çalışılacaktır. Ayrıca defterlerde başta hane reisi olmak üzere hanede çalışan veya çalışabilir durumdaki nüfusun mesleği, meşgalesi yıllık kazancı ve bu yıllık kazançtan alınan vergi nispeti belirtilmiş olduğundan bu veriler de değerlendirilecektir. Böylece, imparatorlukta modern anlamda ilk kez yapılan bir nüfus sayımındaki verilerden hareket edilerek 1870’lerde bir Anadolu kasabasının kırsal alanındaki yaşamının genel görüntüsü verilmeye çalışılacaktır. GİRİŞ Osmanlı İmparatorluğu’nda başlangıçtan itibaren, tımar sisteminin bir gereği olarak, XVII. yüzyıla değin belirli periyotlarla tahrir denilen bir sayım ve yazım uygulanmıştır. Bu yüzyıldan itibaren de bu uygulamanın düzensiz yapılan bazı yoklamalarla sürdürüldüğü görülmektedir. Ancak 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin kurulduğu tarihe kadar, imparatorlukta artık benzeri bir sayım ve yazım faaliyetine rastlanmaz. Fakat yeni kurulan orduya insan ve mali kaynak temini gibi bazı sorunların yeni bir nüfus sayım ve yazım gereğini ortaya çıkardığı; bunun üzerine 1830 sonlarında tamamlandığı söylenilen sayımda Sivas Eyaleti’nin sayımının da yapıldığı belirtilmektedir1 . Ancak, Sivas İl Nüfus Müdürlüğü Arşivi’nde yer alan defterlere bakıldığında, bu nüfus sayımına ilişkin en erken tarihli nüfus sayım defterinin 16 Nisan 1831 (15 Zilka’de 1246) tarihli Gelmüfad Kazası’na ait olduğu görülmektedir. Tanzimat’ın ilanından sonra askeri ve mali alanda yapılan düzenlemelerin, yeni bir nüfus sayımını gündeme getirmesi üzerine 1843’te imparatorlukta yaşayan müslim ve gayrimüslim erkek nüfusunun tespiti kararlaştırılmıştır. Bu karar üzerine 1262/1845’te yapılan nüfus sayımında daha önceki uygulamalarda olduğu gibi sadece erkek nüfusun yazıldığı görülmektedir ve bu sayım defterleri Mart 1873(Mart 1289) tarihine kadar kullanılmıştır (bkz. Yüksel &Yüksel, Kış 1995, s. 29-31). Bu tarihten sonra yeni bir nüfus sayım ve yazım gereğinin ortaya çıkması üzerine 1874’te Şura-yı Devlete yeni bir Sicil-i Nüfus Nizamnamesi hazırlatılıp, 5 Temmuz 1881’de II. Abdülhamid’e onaylatılıp yürürlüğe konulduğu ve bu nizamnameye dayanılarak 1882’de yapılmaya başlanan sayımda, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez kadınların da sayımı yapıldığı ve sicile yazılan herkese bir nüfus tezkeresi verildiği belirtilmektedir (Bkz. Akbayar, 1985, s. 1241). * Prof. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, 58140, Sivas. E-mail: yuksel@cumhuriyet.edu.tr 74 H. YÜKSEL Halbuki burada üzerinde durulan ve halen Cumhuriyet Üniversitesi Tarih Bölümü Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divriği’ye ait iki ciltlik Esas Nüfus Defterleri’nin 1870(H.1286) tarihinde tutulduğu görülmektedir. Daha doğrusu böylece söz konusu nizamnameye dayanılarak ancak 1882’de modern anlamda yapıldığı söylenilen sayımın aslında, 1870’te gerçekleştiği ve bu sayımda kadınlara da yer verildiği görülmektedir (DEND.1286, C.2, No: 137; C. 3, No:143). SEKA’ya giden miadı dolmuş resmi evrak arasında, Cumhuriyet Üniversitesi İnkılâp tarihi okutmanı Faruk Aburşu’nun gayretiyle ayıklanarak Tarih Bölümü Kütüphanesi’ne kazandırılan 28 cilt defter arasında yer alan bu iki ciltlik büyük boy nüfus defterlerinin üzerindeki numara ve kayıt sırasına bakıldığında üç cilt oldukları anlaşılan bu sayım defterlerinin birinci cildi kayıptır ve muhtemelen SEKA’ya gitmiştir. Elde ikinci ve üçüncü ciltleri kalan bu sayım defterlerinin ikinci cildi, “Divriği kazasının Cami-i kebir Mahallesi bakiyesi” ile başlamakta ve devamında 34 hanesi bulunan Bahçe Mahallesi ile 23 haneli Küçük Hüseyin Mescidi Mahallesi yer almaktadır. Bu ikinci defterde Divriği’ye ait 63, üçüncü defterde ise 64 olmak üzere; toplam 127 köyün nüfusu hane hane kaydedilmiştir. Burada, İmparatorlukta modern anlamda yapılan bu ilk nüfus sayımında yer alan verilerden hareketle, o günkü bir Anadolu kasabasının hane nüfusunun sayısal olarak büyüklüğüne; kadın erkek nüfus oranına ve hanedeki fertlerin kuşak ve akrabalık açısından birbirleriyle olan ilişkisine bakılacaktır. Hakeza, hane fertlerinin doğum ve ölüm kayıtları ve yaşlarına dair mevcut verilerden nüfusun yaş ortalaması, doğurganlık ve ölüm oranlarına ilişkin bilgiler edinilmeye çalışılacaktır. Defterlerde başta hane reisi olmak üzere her hanede çalışan veya çalışabilir durumdaki nüfusun mesleği, meşgalesi yıllık kazancı ve bu yıllık kazançtan alınan vergi nispeti belirtilmiş olduğundan bu veriler de değerlendirilecektir. Bu defterlerde kadınlardan ziyade erkek nüfusun çok sıkı bir şekilde takip edildiğine dair veriler üzerinde durulacak; ayrıca defterlerdeki mektûm (saklı) nüfustan söz edilecektir. Böylece, imparatorlukta modern anlamda ilk kez yapılan bir nüfus sayımındaki verilerden hareket edilerek 1870’lerde bir Anadolu kasabasının öncelikle kırsal alanındaki yaşamın genel görüntüsü verilmeye çalışılacaktır. Çünkü az önce değinildiği üzere eldeki defterlerde kaza merkezine ilişkin 85 hane gibi çok az bir kayıt yer almakta; halbuki bu döneme ilişkin 1308/1890 Tarihli Sivas Vilayet Salnamesi’ndeki kayıtlarda kaza merkezinin 2032 haneden oluştuğunu görülmektedir3 . Bununla beraber kaza merkezine ilişkin bu veriler de araştırmaya dahil edilmiştir. DEFTERLERDEKİ KAYIT SİSTEMİ Divriği kırsalına ilişkin bu 127 köyün nüfus kayıtlarını irdelemeden önce, 1870’te gerçekleştirilen sayım sistemi hakkında genel bir kanaate varmak için söz konusu defterlerdeki kayıt sistemine dair bazı bilgilerin verilmesi gerekir. 1870’te gerçekleştirilen bu sayıma ilişkin Esas Nüfus Defterlerindeki kayıt usulüne bakıldığında, sayıma tabi tutulan yerleşim birimlerindeki nüfusa ilişkin bilgilerin, kaydedilen nüfusun tespit ve takibinde kullanılabilecek bilgiler olduğu görülmektedir. Söz gelimi yazımı yapılan hanenin eğer varsa aile lakabı, hane reisinin baba adı ve daha sonra ailede yer alan fertlerin isimleri, doğum tarihleri, yaşları; ayrıca birbirleriyle olan akrabalık dereceleri ve yine en başta hane reisi olmak üzere çalışabilir durum ve yaştaki erkek nüfusun mesleği, sanatı, temettu denilen yıllık DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 75 kazancı ve bu kazançtan alınan vergi miktarı; başka bir yere gitmiş ise gittiği yerin adı; keza alil, malul, mecnun, kötürüm gibi amel-mânde (çalışamaz) durumdaki erkek nüfusun da mevcut durumunu açıklayıcı bilgilere yer verilmiştir. İmparatorlukta, 1870 sayımından daha önce 1830, 1831 ve 1845 tarihlerinde gerçekleştirilen bütün sayımlarda da her ne kadar kadınlara yer verilmemiş ise de, aynı amaçlar doğrultusunda benzeri yöntemler kullanılmıştır (bkz. Gökçe, 1991; Çadırcı, 2002; Mert, 1993; Yüksel &Yüksel, Kış 1995 ). İkinci defterin yarısına kadar, (Kesme karyesinin 25. hanesine (Adet-i Umumi: 4541) hane fertlerinin hem doğum tarihleri ve hem de yaşları rakamla kaydedilmişken buradan itibaren sadece doğum tarihleri yazılmış ve yaşlarının yazılmasından vazgeçilmiştir4 . Defterlerdeki nüfus tespitine yönelik bu temel bilgilerden sonraki, “melhuzât” (yani muhtemelen olabilir durumlar) kısmındaki bilgiler ise terk-i vatan edenler, yeni doğanlar, daha önce çalışmak veya askerlik için bir yere gidenler veya evine dönebilenler ya da iskân için yeni gelenler veya muhtemelen askere gitmemek için sayım sırasında saklı kalanlar (ketim) ile ölenlere dair kayıtlardan oluşmaktadır. 1870 (1286)’te gerçekleştirilen bu sayıma ilişkin defterlerin daha doğrusu sayım kütüklerinin üzerindeki ölüm kayıtlarına bakıldığında bu defterlerin 1909 (1327) tarihine değin işlem gördüğü anlaşılmaktadır 5 . Gerçekten bazı nüfus müdürlüklerinde 1327’de köylere ilişkin yeni bir sayımın yapıldığı görülmektedir (KEND, 1327)6 . 1830’larda veya 1845 (1266) tarihlerinde gerçekleştirilen nüfus sayımları 7 ile 1870(1286)’te yapılan sayım arasındaki en belirgin fark, sonuncusunda kadınların da kayıt altına alınmaları olmuştur. Daha doğrusu bu defterlere bakıldığında, yazım esnasında sayımı yapılan hanedeki yaşayanların cinsiyet ayırımına tabi tutulmadan kayıt altına alındıkları görülmektedir. Ancak, bu sayımdan sonra vuku bulan doğum, ölüm, evlenme veya muhtelif sebeplerle başka bir yere giden veya gelenlere ilişkin, daha sonra yapılan kayıt ve işlemlere bakıldığında 1870’ten önce yapılan sayımlarda olduğu gibi sadece erkek nüfusun sıkı bir şekilde takip edildiği daha doğrusu kayıt altında tutulmak istendiği anlaşılmaktadır. Daha doğrusu, önceki nüfus sayımlarında olduğu gibi (bkz. Bingöl, 2001, s. 60) burada da temel amacın askerliğe elverişli Müslüman erkek nüfusun saptanmasıdır. Kadınlara ilişkin doğum ölüm, evlenme gibi işlemlere ait kayıtlar azalmaktadır. İlk sayımdan itibaren doğum, ölüm, çalışmak veya başka bir gaye ile nereye gittikleri ya da nereden ve ne için geldikleri sıkı bir şekilde takip edilen erkek nüfusun, sonradan vuku bulan evlilik işlemlerinin takip edilmediği görülmektedir. Mesela, Kal’adibi Karyesi’nde 51 yaşında olan Kara Musa oğlu Ahmet b. Musa yılda 500 kuruş geliri (temettüsü) olan bir keresteci, zevcesi 49, Sadık adındaki oğlu 16, Hasan 7, Hüseyin 3, Sanem 1 Hanım 10 ve Elif 5 yaşlarında olan erkek ve kız çocukları var. Sadık adındaki oğlunun ne zaman evlendiği kaydedilmemiş fakat 1305 tarihinde ketim olduğu anlaşılan 1296 doğumlu Veli adındaki bir oğlu nüfusa işlenmiştir. Kara Musa oğlu Ahmed’in diğer oğlu Hüseyin’in de 1312’de bir oğlu olmuş ve nüfusa kaydedilmiştir. Hâlbuki Hüseyin’in de ne zaman ve kiminle evlendiğine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır (DEND.1286, C.2, AU. 1181, H. 15)8 . Bununla beraber, 1870’te gerçekleştirilen bu nüfus sayımı daha önceki nüfus sayım uygulama ve anlayışına göre belki biraz daha modern bir uygulama ve sayım sistemi olarak nitelendirilebilir; ancak, defterdeki kayıt sistemine bakıldığında, ataerkil toplum anlayış ve bakışıyla nüfus kayıt ve sayımının yapıldığı görülür. Söz gelimi, defterdeki kayıt sistemindeki öncelik sırasında hane reisi, zevcesi, sonra eğer varsa erkek çocukları ve ondan sonra kızlar kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU. 9328, H. 28)9 . Keza eğer hane reisi ölmüş ise, hanedeki erkek çocuk sabi de olsa ilkin onun hane reisi sütununa yazılmış, kısacası hane reisi olarak erkek 76 H. YÜKSEL çocuk kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU. 277, H. 30). Örneğin Divriği’nin Hamo Karyesi’nde, 18. hanenin nüfus kayıt sıralamasında, muhtemelen hane reisi ölmüş, hane reisi sütununa 4 yaşındaki Hüseyin, ikinci sırada 16 yaşındaki hemşiresi Esma ve en son sırada ise 46 yaşındaki valideleri Gülistan kaydedilmiştir. Bir başka ifadeyle hane kayıtları yaş sıralamasına göre değil, cinsiyet esasına göre kaydedilmiştir10. DEMOGRAFİK YAPI Yukarıda da söz konusu edildiği üzere 1870 tarihinde Divriği’nin kırsal alanında 3397 hane nüfusu olan irili ufaklı 127 köy (karye) bulunmaktadır 11. Ne var ki, 1960’lardaki bir uygulamayla tamamen değiştirilen ve bugünkü haritalarda rastlanmayan bu köylerin isimlerine bakıldığında % 43.30 (127’nin 55’i)’unun Türkçe ve % 56.69’unun (127’nin 72’si) ise Türkçe dışında, belki Bizans belki daha önceki dönem ve devirlerden kalan isimler olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu 127 köyün nüfus kayıtları incelendiğinde, % 88.97’sinin (127 köyün 113’ü) sekenesinin Türk ve Müslüman ahaliden; % 6.29’unun (127’nin 8’i) gayrimüslimlerle Müslümanlardan12 ve % 4.72’sinin (yalnızca 6 köy) gayrimüslimlerden oluştuğu 13 görülmektedir. Hal böyle iken sanki büyük bir ayıbın üstü örtülürcesine bu köy isimlerinin topluca değiştirilmesinin, araştırmacıların işini yokuşa sürmek ve Türk tarihini coğrafyadan koparmaktan başka bir işe yaradığı söylenemez. Ayrıca bu uygulamanın en vahim taraflarından biri de, Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma aşamalarına ilişkin izleri böylece tamamen yok etmiş olmasıdır. 127 köyü detaylı incelemek pek de kolay olmadığından bu araştırma, sadece 15 köy ile kaza merkezine ait 3 mahalleden oluşan 18 yerleşim birimiyle sınırlı tutulmuştur. Örneklem olarak alınan bu yerleşim birimlerinden yalnızca birinde, Pingan karyesinde, gayrimüslimler yer almakta; diğer yerleşim birimlerinin bütün nüfusu Türk ve Müslüman ahaliden oluşmaktadır. 150 haneden oluşan ve 1870’lerde Divriği köyleri arasında en büyük gayrimüslim yerleşimi olan Pingan köyünün de 15 hanesi Müslüman sekeneden ibarettir14. İncelemeye alınan bu 18 yerleşim biriminde yer alan 536 hanede yaşayan toplam 2971 kişinin % 49.47’si (1470’i) erkek ve % 50.52’si ise kadındır (Tablo: 2). 1321/1905 tarihli Sivas Vilayet Salnamesi’nde de Divriği’deki Müslüman ahali nüfusunun 13.273’ünün, (diğer bir ifadeyle % 48.65’i) erkek ve 14.009’nun (% 51. 34’ü) kadın olduğu görülmektedir(SVS,1321, s. 236)15. Bu 18 yerleşim biriminin toplam 2971 kişilik nüfusunu hane sayısı olan 535’e böldüğümüzde, 1870’te Divriği’de hane ortalamasının 5.55 olduğu anlaşılmaktadır. Bu oran daha önceleri Ömer Lütfü Barkan ile Nejat Göyünç’ün ortaya koymuş oldukları araştırma sonuçlarıyla örtüşmektedir (Barkan, 1953, s. 21; Göyünç 1979, s.331-348; Göyünç 1997, s.553). Ayrıca incelemeye tabi tutulan yerleşim birimlerindeki toplam 536 hanenin % 44’ünün (236 hane) anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileler olduğu; % 50.37’sinin ise (536 ailenin 270’i) aynı çatı altında en azında üç kuşağın bir arada barınmasından müteşekkil olan geniş aile yapısını gösterdiği gözlenmektedir16. Ancak daha önce 1845 tarihli sayım defterlerine dayanılarak Çorum’un Alaca Kazası üzerinde yapılan bir araştırmada olduğu gibi (Yüksel & Yüksel, Kış 1995, s. 31) burada da büyük baba, oğul ve torunlardan oluşan standart bir geniş aile yapısı özellikleri dışına taşan ve belki de o günkü Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu koşullar sonucunda ortaya çıkan; baba, üvey baba, oğul, torun, kardeş, üvey kardeş, kardeş oğlu, damat, amca, amca oğlu ve bunların eşlerinden müteşekkil, yer yer ve zaman zaman, bu unsurlara dayalı değişik kombinasyonlar oluşan aile yapılarıyla karşılaşılmaktadır. Örneğin, Kürtlarlı karyesinin 11. DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 77 hanesindeki Haydar oğlu Şahin b. Veli 31 yaşında, zevcesi Ayşe 34, kızı Rukiye 4, biraderi Haydar 28, biraderinin zevcesi Nergiz 29, amcası Hasan b. Haydar 57, amcası Hasan’ın kerimesi Fatma 14, hane reisinin üvey annesi Altun 61 yaşlarındadır ve hep beraber aynı çatı altında yaşamaktadırlar. Başta hane reisi Şahin olmak üzere biraderi ve amcası dahil üçü Deraliye’de oldukları yazılıdır. Kısacası hanenin erkekleri İstanbul’dadır ve muhtemelen hamaldır. Harput Sancağı’ndan iskan için gelen Abbas adındaki birinin de iç güveyisi olarak haneye dahil olduğu ve Adıgüzel, Hasan ve Hüseyin adında üç çocuğunun dünyaya geldiği ve hatta 1300’de doğan Adıgüzel’in de 1320’de Hasan adında bir oğlunun olduğu görülmektedir (DEND. 1286, C.2, AU.: 1470/11.). İkinci bir örnek; Kafirdamı karyesinde hane reisi Hasan oğlu Yusuf 41 yaşında, 3 yaşında bir oğlu ve biri 10 diğer 6 yaşlarında iki kızı vardır. Aynı hanede 41 yaşındaki biraderinin, biri 13 ve biri 5 yaşında iki oğlu ve 16 yaşlarında bir kızı bulunmaktadır. Müteveffa Ali adındaki biraderinin 31 ve 19 yaşlarında iki oğlu 13,10 ve 8 yaşlarında üç kızı ile müteveffa biraderinin hafidi (torunu) 4 yaşındadır. Hanede yaşayan zevceler ise nüfus yazımı sırasında ailedeki erkek ve kız çocuklarından sonra kaydedilmişlerdir. Buna göre müteveffa birader zadesi Hasan’ın zevcesi Reyhan 26, diğeri İsmail zevcesi Zehra 16, müteveffa biraderi Ali zevcesi Elif 46 ve biraderi İbrahim zevcesi 51 yaşlarında ve hepsi berber aynı çatı altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir (DEND.1286, C.2, AU: 1049/4). Verilen her iki örnekte de görüldüğü üzere, muhtelif sebeplerle himayesiz kalmış bir takım çekirdek aile bakiyelerinden müteşekkil bulunan bu karmaşık aile yapısı, başta ekonomik ve güvenlik kaygısıyla oluşmuştur ve bu yapı hem Müslüman ve hem de gayrimüslimler arasında yaygın bir şekilde gözlenmektedir. Ayrıca incelemeye tabi tutulan 536 hanenin 15’inde hanede erkek olmadığı 17 ve 6 hanenin sadece yetim çocuklardan, 9 hanenin ise bekârlardan ibaret olduğu görülmektedir. Yine bu dönemde poligaminin, diğer bir ifadeyle birden çok kadınla evliliğin incelemeye tabi tutulan nüfus içerisinde, kayıtlara yansıdığı kadarıyla, sadece 8 vakayla sınırlı kaldığı görülüyor. Geleneksel olarak birden çok kadınla evlenenler olduğu 18 gibi; sadece birinci eşlerinden çocuğu olmadığı için ikinci kez evlenenlere rastlanmaktadır 19. Bu dönemde ihmal veya askere gitmemek için nüfusa kaydedilmeyen saklı (eski tabirle ketim) kalan nüfus bir yana bırakılacak olursa, kayıt altına alınan nüfusun % 39.2’si 0-14 yaşlarındaki çocuklardan oluşurken % 45.6’sının ise 15 ile 49 yaşları arasında yer aldığı; diğer bir ifadeyle toplam nüfusun % 84.8’inin 50 yaşın altında kaldığı; 50 ile 69 arasındaki dilimde % 11.4 ve 70 yaş üstündeki geri kalan nüfusun ise % 3.1 olduğu görülmektedir (Tablo: 3). Her ne kadar kadınları kapsamıyor ise de, Ankara ve Denizli’ye ait 1830 tarihli nüfus sayımlarında saptanan yaş grupları ile burada ortaya konulan verilerin hemen hemen örtüşmekte olduğu söylenebilir (Bingöl, 2001, s. 71; Çadırcı, 1980, s.114; Gökçe, 1991, s. 175). Divriği’de halk arasında bir söz vardır: “Sakalı ağarasıca!” çok yaşayasın demek. Bu sözü duyduğumda anlamsız bulmuştum. “Sakalı ağarasıca!” da dua mı? 40 yaşından itibaren herkesin sakalı ağarabilir, diyerek, bu yöresel halk temennisini küçümserdim. Ne var ki, 1870 tarihli Divriği’ye ait bu nüfus defterlerini görüp inceleyince, bu sözün anlamsız olmadığını gördüm ve anlaşılan bir zamanlar belki bütün Anadolu’da olduğu gibi Divriği’de de 50 yaşına kadar yaşamak büyük bir mucizeymiş; çünkü o devirlerde henüz bugünkü gibi koruyucu hekimlik ve aşının olmadığı; taun denen veba hastalığı, çiçek hastalığı ve verem gibi dehşet uyandıran ve toplu ölümlere sebebiyet veren bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği ve büyük nüfus kayıplarına yol açtığı gibi hayat şartlarının da insan ömrünü sakalları ağarmadan tükettiği anlaşılmaktadır. 78 H. YÜKSEL Yukarıda da değinildiği üzere hane fertlerinin doğum ve ölüm kayıtlarından bu dönemde Divriği’deki nüfusun doğurganlık ve ölüm oranlarına ilişkin bilgiler edinilmeye çalışıldı ise de pek sağlıklı bir sonuca varılamamıştır. Çünkü, ilk sayımdan sonra, kadınlara ilişkin hemen hemen hiçbir kaydın tutulmadığı, hele hele sayımdan sonra yeni doğan kız çocuklarının nüfusa neredeyse hiç kaydedilmediği ve sadece erkek nüfusun sıkı bir şekilde takip edildiği anlaşılıyor. Bunlara rağmen 1286 tarihinden 1327 tarihine kadar 41 sene içerisinde bu defterler üzerinde kaydedilen doğum (tevellüt) ve ölüm (fevt) kayıtları sene be sene düzenli olarak derlenip tasnif edildi ise de pek anlamlı bir dizi oluşturulamamıştır; ancak 1314/1898 senesinde Divriği’nin 20 köy ve 2 mahallesinde20 felaket boyutunda toplu ölümlere yol açan bir salgın olduğu bu seneye ait ölüm kayıtlarının yoğunluğundan sezilmektedir (Tablo: 4). Haritada isimlerini saptayabildiğimiz kadarıyla, bugünkü idari taksimata göre Divriği’nin merkez bucağı ile Gedikbaşı bucağına bağlı yerleşim alanlarında vuku bulan bu toplu ölümler mevzii bir bulaşıcı hastalık olması ihtimalini akla getirmektedir. Hâlbuki tanımlanan bölge dışında yer alan köylerde bu seneye ait ölüm kayıtlarına hemen hemen rastlanmamaktadır. Keza doğum kayıtları belli bir seyir içinde akarken, her on senede bir neredeyse doğum kayıtlarının iki katı ölüm kayıtlarıyla karşılaşılmaktadır. Bu durum her on senede bir yapılan yoklamaların yansımaları olarak değerlendirilebileceği gibi; o dönemde her on senede bir vuku bulmuş toplu ölümlerin olması da muhtemeldir. KETİM (SAKLI) NÜFUS SORUNU Bu nüfus sayımında, daha önceki sayımlarda olduğu gibi (Karal, 1943, 12; Çadırcı, 1980, 110; Bingöl, 2001, 60), halktan gizlenen ve daha doğrusu halka hissettirilmemeye çalışılan asıl amacın, Müslüman ahalinin askere elverişli erkek nüfusunun ve gelir miktarlarının belirlenmesi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak halkı ürkütmemeye özen gösteren ve nüfus yazımındaki temel amacını saklamaya çalışan Osmanlı yönetimine karşı halkın pek de ikna olduğu söylenemez. Halk, devletin nihai amacının askere elverişli erkek nüfusu ve gelirlerini tespite çalıştığını görmüş ve buna karşın elden geldiği ölçüde, erkek çocuklarının ve mallarının bir kısmını devletten gizlemiştir. Buna ilişkin veriler, bu işin geniş boyutlara vardığını ve hatta kimi köylerde ve ailelerde bu tutumun bir alışkanlık haline geldiğini göstermektedir. Söz gelimi, Kürtlarlı köyünde, Bektaş oğlu Nebi 61, zevcesi Rukiye 31, kızı Nergis 15 yaşında. Hane reisi sayım sırasında Deraliye’de (İstanbul’da) ve ilk bakışta hanede erkek olmadığı, sadece iki kadının bulunduğu intibaı uyanmaktadır. Halbuki 1305’te yapılan bir yoklama veya şikayet neticesinde, 1269 doğumlu 36 yaşındaki damadı Bayram’ın iç güvey olarak hanede saklı (mektum) bulunduğu ve hatta 1309’da yapılan ikinci bir yoklama veya şikayette de 1292 ve 1295 tevellüt tarihli Nebi ve İsmail adında biri 17 ve diğeri 14 yaşlarında iki erkek çocuğunun ketim olduğu ortaya çıkarılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1512/19). Hamu karyesinde ise, Kara Osman oğlu İsmail b. Osman 96, üvey oğlu Osman 47, gelini 44, üvey torunu Bekir 5 ve üvey kız torunu Emine 11 yaşındadır. 1305 senesinde yapılan bir yoklamada bu hanede sırasıyla 1280, 1290, 1298 ve 1301 doğumlu İsmail, Ömer, Zeynel ve Mehmet adında dört mektum (saklı) nüfus ortaya çıkarılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.985/19). Keza aynı köyün 21. hanesinde mukim Hasan oğlu Mehmet ailesinde yine beş kişinin ketim bırakıldığı görülmektedir (DEND.1286, C.2, AU.: 994/21). Sayım sonrasında, zaman zaman yapılan yoklama veya şikayetler neticesinde saptanan bu mektum (saklı) erkek nüfus iki şekilde defterlere yansımıştır. Birincisi doğrudan doğruya “ketm, mektum” (saklı) başlığı altında deftere kaydedilmiş ve hatta bazen bu duruma ilişkin şerh de düşülmüştür. Örneğin, Hasan b. Şükrü “merkum 1297 tevellüdlü olarak ketimden ihraç kılınmıştır” açıklaması ile 1311’de nüfusa kaydedilmiştir (DEND.1286, C.2, AU.: 1489/14). İkincisinde ise, bu saklı nüfusun bir kısmı, sayım sırasında sehven kaydedilmediğine ilişkin mazeret beyanıyla not düşülerek sonradan yazılmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1202/17). Ancak bazen de mazeret beyan DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 79 edilmeden sadece, “esna-yı tahrir-i nüfusta yazılmadığında bu kez ithal kılındı” şeklinde kayıt altına alınmışlardır (DEND.1286, C.2, AU.: 1031/1). Bu ikinci uygulama, ilgili memurların su-i istimal ve rüşvete dayalı bir uygulaması intibaını çağrıştıran emareler taşımaktadır. 1286 tarihinde gerçekleşen ilk yazımdan 1327 senesine kadar geçen 41 sene bu defterler üzerinde takip edilen nüfus içerisinde ketim bırakılanlara ilişkin kayıtlar Divriği merkezde (Bahçe mahallesinde 2, Küçük Hüseyin mescidi mahallesi’nde bir, Camii kebir mahallesi’nde yok.) üç vaka ile sınırlı iken; kırsal alanda özellikle bazı köylerde sayı giderek büyümektedir. Söz gelimi Ağıldere’de 16, Kayadibi’nde 28, Kürtlarlı’da 17, Zanzant’ta 13, Avrenk’te 8, Hamu’da 13, Merendi’de 8, Hamu Çemeni’nde 6, Sağırtaş Fengi’nde 5 ve araştırmaya dahil edilen diğer köylerde de birer ikişer toplam 128 mektum erkek nüfusu saptanarak deftere kaydedilmiştir. Mektum olarak kaydedilen bu nüfusun yanı sıra, yine muhtelif köylerde ilk yazımdan sonra veya daha sonra vuku bulan ve fakat zamanında yazılmamasından mütevellid 65 kişi de, “ esna-yı tahrirde sehven nüfusa yazılmadığından muahharen sept-ı defter olmuştur” şeklinde şerh düşülerek kaydedilmiştir. 1856 Islahat Fermanı ile cizye yükümlülükleri kaldırılan ve fakat bu kez askerlik mükellefiyetleri yerine 1907’ye değin kendilerinden askerlik bedeli alınan gayrimüslimlere ait (İnalcık, 1993, s.48) nüfus arasında saklı (ketim) nüfusa iki vakayı saymazsak, hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Ancak, her ne kadar askeri bir mükellefiyetleri bulunmasa da, belki de askerlik bedeli (bedel-i askerî) ödememek veya başka bir gaye ile gayrimüslim nüfusun bu hususta daha farklı bir yola başvurduğu görülmektedir. Divriği kırsalında yaşayan gayrimüslim Osmanlı uyrukları arasında bazıları, nüfusa kaydedilen veya daha sonradan yeni doğan erkek çocuklarını yahut kendilerini bir süre sonra nüfusa ölü (fevt) olarak bildirilip kayıtlarını terkın ettirdikleri görülmektedir, Örneğin, Pingan köyünde, Palulu oğlu Osep veledi Bedros biraderiyle beraber aynı çatı altında yaşayan 18 nüfuslu bir ailenin reisidir. 1275 doğumlu biraderinin oğlu Keyfrok 1290’da yani 15 yaşında iken öldü (fevt) diye nüfusta kaydı terkın edilmiştir. Ne var ki, 1304’te yapılan bir yoklamada “fevtten ber hayat” olduğu kaydedilirken, “her ne kadar merkuma fevt denilmiş ise de ber hayat olduğu tebeyyün etmiştir” şeklinde düşülen bir açıklama ile kaydı yenilenmiştir (DEND.1286, C.2, AU.: 2167/85). Keza, 1290 tevellüt tarihli Mihran 1314’te yani 24 yaşında iken nüfusa ölü (fevt) olarak kaydedilmiş, ancak 1317’de ölmediği (ber hayat olduğu) saptanmıştır (DEND.1286, C.2, AU.: 1796/21). Bu araştırmaya dahil edilen 135 hane gayrimüslim nüfus arasında bu tür 18 vaka tespit edilmiştir. Gayrimüslim nüfus arasında saptanan bir diğer olay da, nüfus yazımı sırasında mefkut (kayıp) olarak kaydedilen birinin bir süre sonra ortaya çıkarılmasıdır (DEND.1286, C.2, AU.: 2465/124). EKONOMİK VE SOSYAL YAPI Osmanlı yönetimi 1831’de gerçekleştirdiği ilk nüfus sayımından itibaren tebaasını adeta bu nüfus kayıt sistemi üzerinde denetim altında tutmaya çalışmıştır. Her hanede çalışabilir durumdaki erkek nüfusun nereye gittiği, mesleği, yıllık kazancı ve vermekle mükellef olduğu vergi miktarı, hastalık ve sair gibi sebeplerden ötürü çalışamaz durumda ise bunlara ilişkin açıklayıcı bilgilere bu nüfus kayıtlarında yer verilmiştir. Bu bilgilerden hareketle 1870’lerdeki Divriği’nin ekonomik ve sosyal yapısının silueti ortaya konulmaya çalışılacaktır. Çalışabilir erkek nüfusunun % 19.16’sının (835’in 160’ı) Deraliye’ye yani İstanbul’a gittiği kaydedilmiştir (Tablo: 5) ve muhtemelen bunlar İstanbul’da hamallık vs gibi işlerde çalışıyorlardı. Ele alınan örneklem içerisinde 14 kişinin Rumeli’ye, dördüünün Varna’ya, birinin 80 H. YÜKSEL Tekfurdağı’na, ikisinin ise Burgaz’a gittikleri görülüyor. Kısacası bu, çalışabilir nüfusun % 3.71’i demektir. 1870’lerde Divriği’den İstanbul’a yoğun bir iş gücü akışı pek şaşırtıcı bir hadise olmasa da, Rumeli’ye giden bu iş gücünün ilginç ve araştırılması gereken bir olgu olduğu söylenebilir. Yular sürücü, bargirci veya katırcı olarak tanımlanan toplam 67 kişi nakliyat işlerinde çalışmakta; öte yandan üzerinde yaşadığı toprağın kendisine sunduğu şartlara göre geçimini köyünde sağlamaya çalışanlardan 14’ü bahçıvanlık, 69’u rençberlik, 25’i ortakçılık, 39’u amelelik, 48’i kömürcülük ve 64’ü de kerestecilikle uğraşmaktadır (Tablo: 5). Köşker, semerci, çerçi, ahz ata (alış veriş işiyle uğraşan demek, yöresel bir deyim.) çoban, terzi, bezzaz, tellak, azap ve teb’a (erkek hizmetci) ile berberlik gibi işlerde geçimini sağlayanların yanı sıra yıllık 500 kuruş kazancı olan bir gayrimüslim tabibin de Divriği köylerinde hekimlik yaparak geçimini sağladığı görülmektedir. Ancak 1314’teki toplu ölümlerde bu tabibin de iki çocuğunu kaybettiği ölüm kayıtlarından izlenmektedir. Mesleği ve temettü miktarları belirtilmeyenler 68; iş göremez durumda bulunan amel-mande 45 kişi ve mecnun denilen akıl hastaları (2 kişi) ile çalışacak yaşta erkek nüfus olmadığından 23 hane vergiden muaf tutulmuştur. Keza, müderris, mektep hocası, talebe, imam, derviş ve kizir (köy muhtarı, köy kahyası) gibi eğitim ve dinî hizmetler ile idari işleri deruhte edenler de vergiden muaf bırakılmıştır. Çalışabilir durumdaki erkek nüfusa, yerleşim birimleri üzerinden bakıldığında, her köyde farklı iş veya meslek alanında yoğunlaşıldığı görülmektedir. Söz gelimi, Ağıldere ve Zanzant’ta 21 ve 27 kişinin meşe kömürü üreterek geçimlerini sağladıkları; Avrenk, Ekrek, Merendi, Sağırtaş ve Sağırtaş Fengi’nde (sırasıyla 29, 8, 18, 4 ve 8 olmak üzere) toplam 67 kişinin rençberlik yani çiftçilik ile uğraştıkları belirtilmektedir. Öte yandan Ekrek Çemeni’nde 11, Hamo Çemeni’nde 6 ve Kafir damı karyesinde ise 4 kişinin meslek hanelerine katırcı olarak kaydedildikleri; Pingan’da 25 ve Kürtlarlı’da 13 kişinin yularsürücü diğer bir deyiş ile taşımacılık işleri ile nafakalarını temin ettikleri, Kal’adibi köyünde ise 61 kişinin kerestecilik ve Çaltı karyesinde 8 kişinin de bahçıvanlık yaptıkları kaydedilmiştir. Pingan’da 26 ve Ekrek Çemeni’nde 7, toplam 33 kişi amele olarak kaydedilmişken; Hamo karyesindeki 15 şahıs ise ortakçı olarak yazılmıştır. Divriği köylerinde yıllık 3000 kuruş iradı olanların, meslek hanelerine “ ehl-i servet” olarak kaydedildikleri görülmektedir (Tablo: 6). Yıllık 1000 ve 3000 kuruş serveti olan iki kişinin meslek hanesine de “murabahacı” yazılmış, diğer bir ifadeyle yasal faizci olarak gösterilmiştir. Yıllık temettü kazancı 2000 kuruş tutarında olan 10 vergi mükellefi ile 1500 kuruş olan 16 ve 1000 kuruş olan 56 kişi kırsal alandaki toplumsal piramidin en üst kesimlerinde yer alan gurubu oluşturmaktadır. Buna karşın yıllık temettü miktarları 200 ile 750 kuruş arasında değişen 323 kişinin Divriği köylerindeki toplumsal sınıfın orta tabakasını temsil eden bir kesim olduğu anlaşılmaktadır (Tablo: 6). Eğer defterde yer alan veriler bizi yanıltmıyor ise, Divriği kırsalında, Müslüman ahalinin ekonomik bakımdan gayrımüslimlerden biraz daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Söz gelimi, 150 hanelik Pingan köyünün 135 hanesi gayrimüslimlerden oluşmaktadır. 179 vergi mükellefinin % 37.40’nın (67 kişi) muhtemelen çalışmak için başta İstanbul olmak üzere başka yerlere gittiği için yıllık kazançlarına dair her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. % 22.90’ının (179’un 41’i) ise hiçbir gelirleri olmadığı ve temettu hanesi boş bırakıldığı ve % 5’i ise İş göremez (amelmande) olduğu görülmektedir. Ancak, senelik bir geliri olanlardan % 48’inin (86 kişi) yıllık 100 ile 400 kuruş arasında değişen bir gelirleri bulunduğu ve 500 ile 800 kuruş arasında bir kazancı olanların ise sadece % 16’lık (8 mükellef) bir oran oluşturdukları görülmektedir. SONUÇ Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğunda 1830’lardan itibaren birkaç kez yapılan nüfus sayımları ile bu sayım sonuçları ve dökümleri üzerinde, birkaç istisna dışında, henüz detaylı nüfus DİVRİĞİ’NİN DEMOGRAFİK YAPISI 81 araştırmaları bulunmamaktadır. Ne var ki, bu yetersizlik araştırmacıların konuya ilgisizliğinden öte bu sayımlarda tutulan defterlerin araştırmacılardan esirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü 1830’lardan itibaren imparatorlukta gerçekleştirilen nüfus sayımlarına ilişkin tutulan defterler başta Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde olmak üzere, henüz ne tam tespit edilmiş ve ne de bir tasnife tabi tutulmuştur. Çadırcı, Gökçe ve Bingöl’ün üzerinde araştırma yaptıkları 1830’lu sayımlara ilişkin defterlerin bir kısmı şeriyye sicilleri arasında yer alırken, büyük bir kısmı, halen muhtelif illerde ve hatta kazalardaki nüfus müdürlükleri mahzenlerinde çürümeye terk edilmiş vaziyette tutulmaktadır. Ayrıca, buralarda mevcut olan defterler de iyi muhafaza edilmemektedir. Söz gelimi, Divriği’ye ait 1831 tarihli iki ciltlik nüfus sayım defterlerinin ilgili kazadan Sivas İl Nüfus Müdürlüğü’ne intikal ettikten bir süre sonra kaybolduğu söylenmektedir. Aynı şekilde, zamanla muhtelif kaza ve illerdeki hükümet konaklarında vuku bulan yangınlarda telef olanlar veya SEKA’ya gönderilenlerin dışında kalan, 1870 sayımına ilişkin mevcut defterlerin tümü de ait oldukları nüfus müdürlükleri elinde önceki sayım defterleriyle aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Diğer taraftan, bu defterler üzerinde araştırma talebinde bulunulduğunda, bunların nüfus kütüğü olduğu, yasa gereği bu defterlerin ilgili nüfus memurları dışında araştırmacılar dahil herkese kapalı olduğu söylenir. Fakat, “bunlar nüfus kütüğü değil nüfus sayım defteridir, bu defterler üzerinde araştırma ve incelemede bulunmak kanuni bir sınırlamaya tabi değildir”, şeklinde verilen cevaplar da; maalesef bu memurları kararlarından vazgeçirmeye yetmemektedir. İlgili memurların söz konusu defterleri bu kadar sıkı bir şekilde araştırmacılardan esirgemelerinin daha başka nedenleri olmalıdır. İşte bu tutum ve düşünce değişmediği sürece XIX. yüzyılda Anadolu’da gerçekleştirilen nüfus sayımları ve sonuçlarına ilişkin sağlıklı bir takım bilgilere ulaşmak ve genellemelere varmak mümkün görünmemektedir. Bu makalede üzerinde incelemelerde bulunulan defterler gibi ancak tesadüfler neticesinde ele geçirilen kaynaklar bir katkı sağlasa bile, dönemin genel bir panoramasını ortaya koymak için henüz yeterli olmadığını hatırdan çıkarmamak gerekir.
.