ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Resûlullah efendimiz, İslâm bilgilerini ikiye ayırdı: Fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîflerdir. His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlışalamaz veya yanlış anlaşılır. Bundan başka, insanların hissetme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan daha zayıftır. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlıyamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yâhut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, peygamberlere tâbi' olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmıyan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir. Misâlleri çoktur. Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. ^Ahıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allâhü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir
Akıl, insanoğluna bahşedilen en büyük nimetlerden biridir. Akılla iyi ile kötüyü ayırt edebiliriz. Akıl, ne her şeydir, ne de hiçbir şey. Aklı her şey kabul edenlerle, hiçbir şey kabul edenler hüsrandadır, derin yanılgı içindedir. Anlama, idrak etme kuvveti, melekesi olan akılla ne, ne kadar anlaşılabilir? Peki, her akıl; bu temyiz gücüne, bu ayırt edici özelliğe sahip mi? Daha açık ifadesi ile akıl, evvel emirde haddini biliyor mu? Nereye kadar kulaç atabilir; nerede boğulur? O halde; aklı, başlıca iki tür olarak düşünebiliriz. Birincisi, gayesini idrak etmiş olan "selim akıl"; ikincisi ise bu idrakten yoksun "kuru akıl"dır... Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu; benim aklıma göre şöyle veya böyle demenin ne kadar mantıksız olduğu?! Kuru akıl, meseleleri kendine göre fehmedip, anlayıp değerlendirdiğinde, akıl sayısı kadar gerçekle karşı karşıya kalınır ki, bu durumun muhal üstü muhal olduğu apaçık bir hakikattir. Üstad Necip Fazıl, "kuru aklın selim akla ulaşabilmesi için, önce sınırlarını ve kavrayamadığı, bilemediği, ölçemediği unsur ve değerlerin bulunduğunu gösteren bir vasıta olması gerektiğini; ardından Hakka teslim olması ve teslim olan bu aklın sahibine gerçek akıl olarak iadesiyle tabi olunan değil, tabi olan akıl olması gerektiğini" söyler... İmam-ı Gazali; "aklımı o kadar gerdim, gerdim; kopacak hale getirdim. Ve, baktım ki, akıl mahduttur. Kurtuluşu Resulullah'ın (aleyhisselam) ruhaniyetine iltica etmekte buldum. Öyle yaptım ve kurtuldum" der... Akılla akılcılık mesleğini yıkan ve bu durumu kendisine soranlara Bergson; "Demek ki aklın en son merhalesi ve nihai faaliyeti, kendi metoduyla kendini tahrip etmekmiş" şeklinde cevap verir...
20.08.2009
.
Akıllı kimdir
Sual: "İslamiyet akıl dinidir. Bundan dolayı aklımın almadığı şeye inanmam" demek doğru mudur? CEVAP Bu sözün ikinci kısmı yanlıştır. İslamiyet akıl dinidir. Hadis-i şerifte(Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruluyor. Fakat akıl eşit değildir. Akıl akıldan üstündür. Bir cahil ile bir âlimin aklı aynı değildir. Akıllar eşit olsaydı, herkes aynı şeyi düşünürdü. İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Zaten (İslamiyet akıl dinidir) demenin manası da budur.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslam ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslam âlimi denir. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikatı göremez. Görmesi için İslam ışığı gerekir. Eğer İslam, hak ile bâtılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Şu halde hak ile bâtılı ayıramayana akıllı denmez.
Akıllı kimdir? Hadis-i şerife, (Akıllı, Allah’a ve Peygambere inanıp ibadetlerini yapandır) buyuruluyor. Demek ki dinsiz, imansız kimse veya inandığı halde ibadet etmeyenin aklı tam değildir. İnanıp ibadet edenler arasında en akıllı kimdir? Hadis-i şerifte, (En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkandır) buyuruluyor. Kur’an-ı kerimde ise mealen, (Allah’tan en çok korkan âlimlerdir) buyuruluyor. Şu halde âlimler en akıllı kimselerdir. Peygamber efendimize sual edildi ki:
-Ya Resulallah en âlim kimdir? -En akıllı olandır. -En çok kim ibadet eder? -Aklı en çok olan -En faziletli kimdir? -Aklı en üstün olandır.
Demek ki ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz,(Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır) buyurdu.
Âişe validemiz sual etti ki:
-Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir? -Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür. -Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi? -Ya Âişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükafatını alır.
İbni Abbas hazretleri de, (Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır) buyurdu. Hadis-i şerifte, (Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz) buyuruldu. Hikmet ehli, ibadetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belalara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir.
Zeka, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları anlama ve düşünebilme kabiliyetidir. Her akıllı zeki olmayabilir. Her zeki de akıllı değildir. Zeki kimse, tecrübelerle, akıllı kimselerden öğrendiği bilgi ve usullerle büyük işler başarabilir. Nitekim birçok gayrı müslimin zeki olduğu bilinmektedir. Bir aslanın zekası, insan zekası kadar kuvvetli olsaydı, bu aslan, öteki aslanlardan on bin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, zekasının çokluğu kadar topluma büyük tehlike olur. Aklın çok çeşitli dereceleri vardır. Müminin dini ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin de dini ve dünyevi aklı vardır. Kâfirin dünya işlerine eren aklı, ahiret işlerine eren aklından daha üstündür.
Sual: Yaşlandığı halde, hâlâ dünya peşinde koşana akıllı denebilir mi? CEVAP Dünya, Allahü teâlânın rızasına mani olan haram ve mekruhlardır. Akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimsedir.
Risale-i Münire’deki hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Akıllı, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler.)
(40 yaşını geçtiği halde, iyiliği, kötülüğünden çok olmayan Cehenneme hazırlansın!)
(Dünyayı seven, ahiretine, ahireti seven dünyasına zarar verir. Devamlı olanı geçici olana tercih edin!)
(Ateşle su bir kapta bulunamayacağı gibi, dünya ve ahiret sevgisi de bir müminin kalbinde birlikte bulunmaz.)
(Sonunun ne olacağını bilmeyip dünyaya aldanan insan, ipek böceği gibidir. İpek böceği kendine yuva örer ve sonunu bilmez. Bir müddet sonra oradan çıkmak ister, çıkacak yer bulamaz, ördüğü yuvada ölür ve çalışması başkalarının işine yarar.)
(Akıllı, Allah’a ve Resulüne inanan ve ibadetini yapan kimsedir.)
Sual: Bir kimsenin akıllı olup olmadığı nasıl bilinir? CEVAP Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayette kim daha titiz ise o daha akıllıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Biri camiye gider, namaz kılar, Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olmaz. Başka birinin de kıldığı namaz, sevap bakımından Uhud dağı kadar kıymeti olur, sebebi, bunun daha akıllı olmasıdır. Haramdan daha çok sakınan daha akıllıdır.)[Hakim]
Sual: Akıllı kime denir? CEVAP Her Müslüman, Cennet ve Cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, Cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hazır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber efendimiz, (Akıllı kimse, kendisini hesaba çekip ölüm için hazırlanan kimsedir) buyuruyor. Bir şey için hazırlanmak, onu sık sık hatırlamakla olur. Hatırlamak ise, hatırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gafildir. Bir âyet-i kerimede mealen,(Hesap görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar) buyuruluyor. (Enbiya 1)
Dünyanın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber efendimiz, (Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder) buyuruyor. Allahü teâlâ da, (Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlaka yakalanacaksınız) buyuruyor. (Cuma
Günahlardan kaçıp ibadetlerini yapan, ölümü istemese, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü, o kusurlarını telafi peşindedir. Birine sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, traş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgul olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yani ölümden hoşlanmamasında mazurdur. Çünkü ölüme hazırlanmaktadır.
Ebu Süleyman Darani hazretlerine salih bir zat dedi ki:
(Ben ölümü sevmem. Çünkü birine karşı bir kabahat işlesem, onun yüzüne bakmaya utanırım. Onu görmek istemem. Bu kadar günah içinde iken, günahlardan kurtulmadan, nasıl olur da Allah’ın huzuruna çıkmayı isterim?)
Arifler ise, ölümü devamlı hatırlar. Çünkü onlar ölüme her zaman hazırdır. Ayrıca onlar bilir ki, ölüm sevgili ile buluşma zamanıdır. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Bu köprüden geçmeyen sevgiliye kavuşamaz. Arifler bunun için ölümü severler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ölümü çok hatırlayanın kalbi ihya olur, ölümü de kolaylaşır.)[Deylemi]
(Demir paslandığı gibi, kalbler de günahla paslanır. Kalblerin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.)[Beyheki]
(Ölümü çok anmak, insanı dünyadan çeker, günahlardan sıyırır.)[İbni Lal]
“Ölümü çok anıp günahlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günahlara dalan kimsenin kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyan-ı Sevri)
Hazret-i Mevlana da, Hazret-i Azraile, (Tez gel, haydi canımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur) dedi. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarır mı, o günün bir an gelmesini arzu etmez mi? Hatta ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir an önce ona kavuşmaya can atar.
Hazret-i Huzeyfe, ölüm döşeğinde, (Dost âni bir baskınla geldi, pişmanlık faydasızdır. Ya rabbi, yaşamak hakkımda hayırlı ise yaşamamı nasip eyle, ölüm, hakkımda hayırlı ise, ölümü bana kolaylaştır) diye dua etti. İşte ölümü de, yaşamayı da değil, hangisi hakkında hayırlı ise onu tercih eden, yani işi Allah’a havale eden, Allah’ın takdirine rıza gösteren, en üstün rütbeye kavuşmuş olur.
Dünyanın faydasız zevklerine sımsıkı sarılan kimse bile, ölümü anmakla dünyanın kirli işlerinden uzaklaşmaya başlar. Zamanla dünya, ona ağır gelir, zevklerinden hoşlanmaz. Böylece dünyanın faydasız işlerinden soğutan her şey, bir kurtuluş sebebidir. Bir zat, bir kimseden bahsederek onu çok övdü. Orada bulunan Peygamber efendimiz, (O kimse ölümü hatırlar mı?) buyurdu. O zat da, (Ölümü hatırladığını duymadık) dedi. (Ölümü anmayanın değeri olmaz)buyurdu. Demek ki değerli olmak, ölümü hatırlamakla da anlaşılıyor. Ölümü hatırlamak, ölüme hazırlanmakla olur.
Hesaba hazırlanmak Allahü teâlâ yegane mülk ve kudret sahibidir. Nasıl istiyorsa öyle yapar.
Cennet müminler için ebedi mükafat yeri, Cehennem de kâfirler için ebedi ceza yeridir. Cennet, hatıra, hayale gelmeyen nimetlerle doludur. Cehennem de, akıl almayacak azaplarla doludur.
Mükafat ve ceza büyük olduğu için sorgu-sual işi de büyük olacaktır. Allahü teâlâ, (Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatta hatıra gelmeyen, hayal edilemeyen nimetler hazırladım) buyuruyor. (Müslim)
Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki: (Artık onlar için yaptıklarına mükafat olarak göz aydınlatıcı ne nimetler saklandığını [hazırlandığını] hiç kimse [Hatta melekler ve peygamberler bile] bilemez.) [Secde 17 Beydavi]
Cehennem azabının şiddeti de çeşitli âyet-i kerimelerle bildirilmiştir. Böyle büyük mükafat ve büyük ceza için elbette büyük imtihan olacak ve ince şeyler sorulacaktır. Âyet-i kerimede buyuruluyor ki: (Zerre kadar hayır yapan sevabını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir.) [Zilzal 7,8]
Haksızlık yapılmayacak ama, mükafat verilirken de bol bol ihsan edilecektir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki: (Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Zerre kadar bir iyiliğin sevabını da kat kat artırır, kendinden de büyük mükafat verir.) [Nisa 40]
İlkokul imtihanı ile üniversite imtihanı aynı olmadığı gibi, her fakültenin imtihanı da farklıdır. Çöpçülük imtihanında da fizikten, cebirden sorulmaz. Kuyumculardaki küçük terazilerde küçük ağırlıklar tartılır. Ona niçin beş on kiloyu tartmadın diye sorulmaz. Kırk elli tonluk büyük basküllere, kantarlara da niye beş-on gramı tartmadın diye sorulmaz. Herkes gücüne göre imtihana tâbi tutulur. Herkese ne nimet verilmişse, onun hesabı sorulur. A’maya göz nimetinden sorulmaz. Dilsize dilden sorulmaz. Başbakanın mesuliyeti ile odacınınki farklıdır. Âlim ile cahilinki de farklıdır.
Her insanda bulunan kiramen katibin melekleri, insanların yaptığı bütün işlerin resmini çekmekte, her anını filme almaktadır. İnsanların yapacağı işleri Allahü teâlâ ezelde bildiği için levh-i mahfuza da kaydetmiştir. En ufak bir yanlışlık ve haksızlık olmayacaktır. Âyet-i kerimede buyuruluyor ki: (Hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlası ile yükümlü kılmayız. Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.) [Müminun 62]
Milyarlarca insanın hesabı çok kısa bir zamanda yapılacaktır. Kur'an-ı kerimde "Vallahü seriulhisab" ifadeleri geçmektedir. (Allah, hesabı çok çabuk görür) demektir. Herkes hesaba hazırlanmalıdır!
Akıllı olmanın ölçüsü nedir?
Sual: Bir kimse, kendinin akıllı olup olmadığını anlayabilir mi? CEVAP Evet, anlayabilir. Akıllı, kârını zararını bilene denir. Dünya kârını düşündüğü gibi, âhiret kârını da düşünendir. En fazla 100 yıllık dünya hayatını düşünüp de, sonsuz âhiret hayatını düşünmeyene akıllı değil, ahmak denir. Akıllı olmak çok kıymetlidir. Üç hadis-i şerif: (Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazâlî]
(Aklı olmayanın dini de yoktur.) [Tirmizî]
(Aklı olan kimse, iman eder.) [Beyhekî]
Demek ki iman eden, sonsuz hayatını düşünen kimse akıllıdır. Birkaç hadis-i şerif: (Akıllı şudur ki, Allah’a ve Peygambere inanır ve ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.) [İ. Maverdî]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizî]
(Her şeyin bir direği vardır. Müminin direği ise akıldır. Kişi aklı nispetinde ibadet eder.) [İ. Gazâlî]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükâfatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebu-ş-şeyh]
(Akıllı olan, Allah’a ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî]
Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, akıllı, doğru iman sahibi olan ve sonsuz hayatı için hazırlık yapan kimsedir. O hâlde aklımızı azaltan şeylerden uzak durup, aklımızı parlatmaya çalışmalıyız. Bir hadis-i şerif: (Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın! Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun.) [İbni Muhber]
Demek ki, farzları yapıp haramlardan sakınanın aklı artar. Haram işleyenin aklı azalır. Bir hadis-i şerif: (Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazâlî]
O hâlde akıllı olmak için, iman edip ibadetleri yapmak ve haramlardan sakınmak gerekiyor. İbadetleri çoğalttıkça iman ışığı parlar. Günah işledikçe iman ışığı sönmeye başlar. Günah işlemeyi çoğalttıkça bu ışık temelli sönebilir. Bir hadis-i şerif: (Günah işlemek, insanı küfre sürükler.) [Mektubât-ı Masumiyye 2/110]
Günah işleyen kâfir olmaz, ama zamanla günahlar kalbi karartır, günahlara önem vermez olur, bu da insanı kâfir edebilir. Bu bakımdan büyük küçük her günahtan sakınmaya çalışmalıdır.
.
Akıl herkeste eşit mi?
Sual: Akıl herkeste eşit mi? CEVAP
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazen doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlakları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile'ye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allah’ın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Halbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Akıl dinde delil değildir.
Dinimizde delil dörttür: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha.
Bid'at ehli, (Aklın ve dinin yolu birdir. Dört mezhebi bire indirmelidir! Akla ve dine uygun olanlarını toplayıp bir mezhep haline getirmek gerekir) diyor. Halbuki Peygamber efendimiz farklı ictihadların rahmet olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, Peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır.
Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Her Peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
.
Aklın dinde önemi büyüktür
Sual: İnsan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulabilir mi? CEVAP Tarih incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, Ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Herbiri için bir suret, simge yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır. Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh]
(Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.) [Deylemi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu haldeAklın yolu birdir demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları Peygamber bildirir. Peygamber, uzman bir tabip gibidir. İlaçların tesirlerini iyi bilir. Halk arasında, akla dayanarak, uzun tecrübelerle bazı ilaçların tesiri bilinirse de, akıl sahibi kimseler, bunu bilinceye kadar tehlike ve zararlara düşer. Bunları bilmeleri için, yorucu, uzun zaman gerekir. Aklını, başka lüzumlu işleri yapmak için kullanmaya vakit kalmaz. Tabibe az bir şey vermekle ilaçların faydalarına kavuşurlar. Hastalıktan kurtulurlar. Peygambere lüzum yoktur demek, tabibe lüzum yok demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdikleri teklifler, Allahü teâlâdan vahiy olduğu için, hepsi doğrudur. Hepsi faydalıdır. Tabibin bilgileri, düşünce ve tecrübe ile olduğu için, hepsinin doğru olduğu da söylenilemez.
Akıl, göz gibidir, İslamiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
.
Peygamber gönderilmeseydi
Sual: Peygamber gönderilmeseydi, akılla, Allah’ın varlığı, helal ve haram bilinebilir miydi? CEVAP İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın Peygamberler göndermesi, bütün mahluklara rahmet ve ihsandır. Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi aciz insanlara, bu büyük Peygamberleri ile haber verdi. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden bunlar vasıtası ile ayırdı. İnsanlara dünya ve ahirette faydalı şeyleri zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırt etti. Eğer Peygamberler gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, Onun büyüklüğünü kavrayamazdı. Nitekim, kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allahü teâlânın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her şeyi zaman yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazret-i İbrahim ile çekişmesi Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Firavun da "Benden başka tanrınız yoktur" demiş ve Hazret-i Musa’yı "Benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim" diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nimeti anlayamaz. Bir Peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dini, aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]
Eski Yunan felsefecileri, "Akıl hiç şaşmaz, her şeyin doğrusunu anlar" diyor, aklın her şeye erdiğini sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlar. Halbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, Peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, Peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir.
Peygamberlerin haber verdikleri, Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, Peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra herkesin dirileceği, Cennette sonsuz nimetler ve Cehennemde azaplar bulunduğu ve İslamiyet’in bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz.
Bunlar, Peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz.
[Lise, üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbette faydalıdır. Bunlar, aklı kendi sınırı içinde yanılmaktan korur. Dünyada insanların rahat yaşamalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına yararlar. Dünya işlerinde, akıl ile bulunabilecek şeylerde bu bilgilerden istifade edilir. Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo, sesten hızlı uçak, nükleer deniz altıları ve casus peykler ve ay yolculuğu gibi nice başarılı şeyler bulunabilir.
Bunlar, İslamiyet’e karşı değil, İslamiyet ile beraber olan ve imanı kuvvetlendiren şeylerdir. Çünkü İslamiyet, aklın sınırı içinde olan bütün bilgilerde fenne uygundur. Akıl, bu bilgilerin doğrusunu bulabildiği için, İslamiyet’e uygun olur. Müslümanların bunları da öğrenmesi, istifade etmesi gerekir.]
Fen bilgilerinden dünya işlerinde faydalanıp da, Ahiret bilgilerini anlamakta bunlardan faydalanamamak, hatta bunları öğrenince, kendini beğenip, aklına uyup, ahiret bilgilerini de akıl ile çözmeye kalkışarak dinden çıkmak, insanlar için yüzkarasıdır. Bütün fen bilgileri, aklın erdiği şeylerde işe yaramaktadır. Ebedi saadete ve felakete sebep olacak işleri, bu bilgilere dayamak ve ahiret işlerini bu bilgilerle çözmeye kalkışmak doğru olmaz. Bu en mühim işler aklın ve fen bilgilerinin sınırı dışındadır. Bu en lüzumlu bilgileri, Peygamberlerden öğrenmeyip, yalnız dünya bilgileriyle çözmeye uğraşmak, lüzumsuz vakit geçirmek olur. Çünkü o bilgiler, aklın ermediği işlerde faydalı olamaz, bunlar ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılabilir. (c.3, m.23)
İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, Peygamberlere lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Sual: Peygamberler olmasaydı insan, Allah’a nasıl ibadet edileceğini, nasıl şükredeceğini bilebilir miydi? CEVAP İnsanları var eden ve varlıkta kalabilmeleri için gereken her nimeti gönderen, Allahü teâlâdır. İyilik edene şükretmek gerektiğini herkes bilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine Peygamberler gerekir. Onların bildirmediği şükür ve saygı, Ona layık olmaz. Ona nasıl şükür olunacağını, insan bilemez. Ona karşı saygısızlık olan bir şeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Allahü teâlâya nasıl şükredileceği, ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır.
Evliyanın kalblerine doğan (İlham) denilen bilgiler de, Peygamberlere uymakla hasıl olmaktadır. İlham, akıl ile hasıl olsaydı, yalnız akıllarına uyan eski Yunan felsefecileri yoldan sapmazlardı. Allahü teâlâyı herkesten iyi anlarlardı. Halbuki, Allahü teâlânın ve Onun üstün sıfatlarının varlığını anlamakta, insanların en cahilleri, bu felsefecilerdir. Bunlardan birkaçı, Peygamberlerden işiterek ve mümin olan tasavvufculardan görerek, riyazet ve mücahede yapmış, nefslerine sıkıntı vererek onu parlatmışlar, böylece birkaç şey bulabilmişler ise de nefsin safasının, parlatılmasının ve bu yoldan ele geçenlerin sapıklık olduğunu anlayamamışlardır.
Kalbi parlatmak, temizlemek gerekir. Kalb temizlendikten sonra, nefs temizlenmeye başlar. Nurlar önce temiz kalbe girer. Kalb temizlenmeden nefsi parlatmak, gece düşmanın yağma yapması için, ona ışık yakmaya benzer. Nefsin yardım ettiği düşman, İblistir. Evet, açlıkla, nefsin istediklerini yapmamakla, ona sıkıntı vermekle ve akıl ile aramakla da, doğruya ve saadete kavuşulabilir. Fakat, bu ancak Peygamberlere ve bunların Allahü teâlâdan getirdiklerine inandıktan sonra mümkün olabilir. Çünkü Peygamberlerin her sözü, yanılmayan meleklerle bildirilmiştir. Bu bilgilere, şeytan düşmanı karışamaz.
Bu büyüklere uymayanlar ise, şeytanın aldatmasından kurtulamazlar. Felsefecilerin büyüklerinden olan Eflatun, İsa aleyhisselamın zamanında bulunmak şerefine kavuşmuştu. Fakat, kaba cahillik yaparak, kendisinin kimseden bir şey öğrenmeye ihtiyacı olmadığını sandı. O yüce Peygamberin bereketlerinden mahrum kaldı.
Sual: Dünya ve ahirette saadete kavuşmak isteyen ne yapmalı? CEVAP Sonsuz saadete kavuşmak isteyenin, Ehl-i sünnet itikadını kısaca öğrenip, bunlara iman etmesi, sonra dört mezhepten öğrenmesi mümkün ve kolay olan birini seçip, günlük işlerini ve ibadetlerini, sırası geldikçe, o mezhebin kitabından öğrenerek yapması gerekir. Her ülkede, bir mezhebin bilgilerini bildiren doğru ilmihal kitabları vardır. Ele geçirilmeleri kolaydır. Bu kolaylık, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammede olan büyük ihsanıdır. Mezhebsizlerin, dinde reformcuların ve para kazanmak için konuşan ve yazan cahillerin yaldızlı sözlerine ve yazılarına aldanmamak için, çok uyanık olmalıyız!
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dini hükümleri kendi aklı ile anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir.
Ehl-i sünnetin dört mezhebi de âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Birbirlerine muhalif görünen ictihadlarından yalnız biri doğru ise de, yanlış olanlarını taklit edenlere de sevap verileceği hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bunun için, dört mezhebin ittifak ile bildirdikleri yapılınca, sahih ve makbul olacağı gibi, ihtilaflı yerleri yapılınca da, sahih ve makbul olacaktır. O halde, müctehid olmayan her müslümanın, her işinde dört mezhepten birini seçip taklit etmesi ve mezhep imamının delilini aramaması gerekir. Çünkü, Tabiinden yeni imana gelenler, Eshab-ı kiramı taklit ederler, delillerini hiç sormazlardı. Her müslüman, beğendiği, seçtiği mezhebin her meselesini yaparken, Kur'an-ı kerime veya hadis-i şerife uymakta olduğuna inanmalıdır.
Bugün müctehide de lüzum yoktur. Çünkü, din bilgilerinde, açıklanmamış bir şey kalmamıştır. Kemale gelmiş olan bu dine ilave edilecek bir şey de yoktur. Resulullah efendimiz, kıyamete kadar olacak her şeyin hükmünü bildirmiştir. Mezhep imamları da bunları açıklamıştır. Bunların günlük olaylara tatbiklerini, müctehid olmayan âlimler yapar. Her asırda gelecek olan müceddidler, bu işi yapacaklardır. Fakat, ictihad ile yine hükümler çıkarmayacaklardır. Çünkü, buna lüzum kalmamıştır. Helal ve haram ve her delil açıklanmıştır.
Septisizm [şüphecilik]
Sual: Bir arkadaş, “Sen Allah’a körü körüne inanıyorsun. Sen kitaplardan farklı söyleyecek, her şeyden, hatta Allah’tan şüpheleneceksin” diyor. Buna nasıl bir cevap vereyim? CEVAP Anlamadan inanılacak şeyler olduğu gibi, inceledikten sonra inanılacak şeyler de vardır. Muhammed aleyhisselamın Peygamber olarak bildirdiği şeylere akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, Peygamber efendimizi değil, aklı tasdik etmek demektir. İman, gayba inanmak demektir. Kur’an-ı kerimin baş tarafında, Allahü teâlâ, salihleri övüyor, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekât ve her türlü hayır hasenat için]harcarlar) buyuruyor. (Bekara 3)
Gayb, his organları ile, tecrübe ve hesapla anlaşılamayan şeyler demektir. Peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Mesela Cennet, Cehennem ve meleklerin varlığı böyledir. Bunlar akıl ile bilinmez.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Çünkü akıl bir kararda kalmaz. Herkesin aklı birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akılların yanıldığı çok görülmüştür. En akıllı sanılan bir kimse bile, mütehassısı olduğu dünya işlerinde hata eder. Nerde kaldı ki, din işlerindeki hikmetleri çözebilsin? Böyle yanılan bir akılla, sonsuz olan ahiret işlerinin hikmeti anlaşılamaz. Ancak Allah’ın varlığını anlamada aklın ve ilmin rolü çoktur. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini iyi anlayamaz.)
Ahirete ait bilgilerde şüphecilik çok yanlıştır. Felsefede, başıboş düşüncede her şeyden şüphe etmeye septisizm, şüpheciye de septik [sceptique] deniyor. Septiklerle düşüp kalkmanızı tavsiye etmeyiz.
Allahü teâlâyı tanımak Hemen herkes Allahü teâlâyı tanıyor ve Allah vardır diyor. Ama Allah’ı tanımak nasıl olur? İyi bir şeyi tanıyan onun iyiliklerinden istifade etmeye çalışır. Kötüyü tanıyan kötülüklerden uzak durmaya çalışır. Bunlara riayet etmeyenin tanıması yanlış demektir. Yılanın sokacağını bilen yılanla oynamaz. Aslanın parçalayacağını bilen onun yuvasına giremez. Bombanın patlayacağını bilen onu elinde patlatmaz. Allahü teâlâyı tanıyan onu sever. Onu seven de dinin emirlerini yapar. Haramlardan kaçınır. Bunlara yani emir ve yasaklarına riayet etmeden ben Allah’ı tanıyorum, Onu seviyorum demek yanlış olur. Sevmenin bir tarifi de itaat etmek demektir. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür. Tarihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde anladı. Fakat ona giden yolu bulamadı.
Peygamberleri işitmeyenler, Halıkı, yani yaratıcıyı önce etraflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Her biri için bir suret, alamet yapmaya kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar zuhur etti. Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni hadise karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet zuhur ettiği zaman Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. Kısacası insan, bir, ezeli ve ebedi olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalı! Çünkü, rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azap yapıcı değiliz.) [İsra 15]
Akıl ve din
Sual: Bir arkadaş, “Ben ateist değilim ama, dine inanmak için peygambere ve kutsal kitaba ihtiyaç yoktur. İnsan akıl yoluyla Allah’ın varlığını anlar ve Onun emirlerini yerine getirebilir. Çünkü aklın yolu birdir” diyor. Bu mümkün mü? CEVAP Hiç mümkün olur mu? O zaman hâşâ, Allahü teâlâ, Peygamberleri ve kitapları lüzumsuz yere mi göndermiş oldu? Allah’ın emirlerinin ne olduğu nereden bilinecek? Mesela en önemlisi iman nedir? İmanın esasları nelerdir? Bu bilinmedikçe nasıl iman edilir ki? Namaz, zekât gibi emirler zaten bilinemez. Ama imanı bile bilmek imkansızdır. İmanın altı esası bildirilmeden nasıl bilinir ki?
Hatta, insan kendisini de bilemezdi. Kimdir, ihtiyacı nedir, saadeti felaketi nededir? Ne yapacak, ne yiyip içecek, niye yaratıldı, başına neler gelecek, bunların hiç birini bilemezdi. Peki, bunları bilemeyen insanın hayvandan ne farkı kalırdı?
Aklın yolu bir olsa idi, dünyadaki insanlar hep aynı inanışa sahip olurlardı.
Aklın ermediği şeyler
Sual: (Din-i İslam’da aklın ermediği şeyler çoktur. Ama akla uymayan bir şey yoktur) deniyor. Bir şeye akıl ermezken nasıl akla uygun olur? CEVAP Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine gerek kalmazdı. Demek ki insan, doğruyu bulmak için, Peygamberlerin yol göstermesine muhtaçtır. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğendiği şeyler, akıl ile bilinemez ama, Peygamberler bildirince, bunların selim akla aykırı olmadığı görülür.
.
Akıl büyük nimettir
Sual: Büyük bir nimet olan akıl ile gerçekleri görmek mümkün olur mu? CEVAP Selim olan akıl ile gerçekler görülür. Selim olan akıl ise ancak Peygamberlerde bulunur. Selim olmayan kendi aklımıza uyarsak doğruyu bulmak çok güç, hatta imkansızdır. Çünkü her gruptaki insan, “Bu grup doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte, selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, bu kadar grup meydana çıkmazdı. Bu gruplara girenler de, aklına göre bu grupları tercih etmişlerdir. Akla uyulduğu için sayısız grup, sayısız hizip meydana çıkmıştır. Hatta akla uyulduğu için, beşeri dinler uydurulmuştur. Akla uyulduğu için, bu ümmetin arasından da 72 sapık fırkanın çıkacağını Resulullah efendimiz haber vermiştir. “Hangi grup çoğunlukta ise doğru odur” mantığı ile hareket edilirse, yine doğruyu bulmak mümkün olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. (Enam 116)
Bu girişten sonra sanki doğruyu bulmak zor zannedilebilir. Hiç de zor değildir. Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız bir işte, âlimlere uymamızı, âlim olanların da, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymalarını emrediyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, doğruyu bulur. Doğru olan bir taife her zaman bulunur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Her devirde doğru yolda olan bir taife bulunur. Bunlara, hiç kimse zarar veremez.) [Mişkat]
Kitapçılarda bulunan İslam kitapları arasında bozuk olanları çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır.
Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlerin vârisleri olan âlimlere dil uzatan, onları âlim oldukları için kötüleyen kimsenin imanı gider. Bir de İslam âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan dinde reformcular vardır. Bunların ihanetlerini bildirmek, kötülemek olmaz. Dinin emrine uymak olur. Kötüye kötü, kirliye pis demek yanlış değildir. Temize pis demek kötülemek olur. Kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları, onların zararından korumaya çalışmak farzdır. O halde bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. İslamiyet’i yanlış anlatan kötü din adamları, büyük vebal altındadır. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır.
Kötü din adamları için, (Bu kimselerin hiç iyi tarafı yok mudur?) denilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak, imansızların yol, köprü, cami, yaptırmak gibi hiçbir ameline sevap vermiyor, Cehenneme atıyor. Böyle kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(İlmini ticarete alet eden kötü âlimlere yazıklar olsun. Devlet adamlarına yaklaşır, menfaat temin etmeye çalışırlar. Bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]
(Bir zaman gelir ki, camiler ve hâfızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) [Ebu Nuaym]
.
Akıl ve Mutezile
Sual: Mutezile fırkasının akıl hakkındaki görüşü nedir? Akıllı daha mı çok sevap kazanır? CEVAP 72 sapık fırkadan biri olan mutezile, aklı ön plana almış, aklın almadığı, Sırat köprüsü, kabir azabı, Cennette Allahü teâlâyı görmek gibi birçok hususu inkâr etmiştir. Aklın yolu bir demiş, kendi aklını esas almıştır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Yetmiş iki fırkaya ayrılacak ümmetimin içinde, dini aklı ile ölçen kadar zararlısı yoktur. Neticede, helale haram, harama da helal demiş olurlar.) [Taberani]
Akıl ile ahiret bilgileri ölçülmez. Fakat aklın dindeki yeri büyüktür. Aklı olmayanın dini yoktur. Akıllının ibadetine daha çok sevap verilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İki kişiden birinin kıldığı namaz, ötekinden efdal olur. Zira, o ötekinden daha akıllıdır. Akıl ise vera ile alakalıdır.) [İbni Sünni]
Akıllı olan vera ve ihlas sahibi olur. Akıllının imanı daha parlaktır. İbadetlerin kıymeti, imanın derecesi ile ölçülür. İbadetlerin parlaklığı da “İhlas”ın miktarına bağlıdır. İman ne kadar kuvvetli olursa, ihlas da o kadar çok olur. İmanın kuvvetli ve ihlasın tamam olması hakiki imana bağlıdır. Kimin fena [evliyalık] derecesi çok yüksek ise, onun imanı daha kâmildir. Bunun için hadis-i şerifte, (Ebu Bekrin imanı, bütün ümmetimin imanı ile tartılsa, hepsinden daha ağır gelir)buyuruldu. Çünkü onun makamı bütün ümmetten yüksek idi.(Yürüyen ölü görmek isteyen, Ebu Bekre baksın) hadis-i şerifi bunu göstermektedir. Eshab-ı kiramın tamamı, hakiki imana kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebu Bekri Sıddıkın seçilmesi, onun derecesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. [Mektubat-ı Masumiyye c.2, m.61]
İbadetlerin değeri, imanın derecesine göredir. Hakiki imana kavuşan evliyanın verdiği az bir şey, diğer müslümanların verdiği milyonlardan, milyarlardan daha kıymetlidir. Eshab-ı kiramın tamamı hakiki imana kavuştuğu için onların az bir iyilikleri, çok değerlidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar sadaka verse, Eshabımın verdiği bir avuç arpanın sevabına kavuşamaz.) [Buhari, Müslim]
Not: Mutezile hakkında geniş bilgi için, Doğru İman Bilgileri maddesinde, Kaza ve Kadere iman kısmında Cebriye ve mutezile bahsine bakınız.
.
Akla olan ihtiyaç
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu? CEVAP Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur'ana] ve Resulüne[Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allahü teâlânın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)} (Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim, Allahü teâlâyı en iyi tanıyor ki, Ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım)buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.} (Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullah efendimizin ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Akıllı olan, Allah’a ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emirlerine en güzel uyandır.) [İbni Muhber] (Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
Dinin temeli Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Akıl, dünya işlerinde bile çok kere yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makamına inanmamak olur. Dinin temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabul edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabul etmiş olur.
Allahü teâlâ, aklımızdan istifade edebilmemiz için Peygamber ve kitap gönderdiğine göre, artık bunlara inanmamak için bir mazeret ileri sürülemez. Bugün Kur'an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu Batılı bilginler bile itiraf etmektedir. Ayrıca tecrübi ilimlerle de ispat edilmiştir. Bir kelimesi değişse, insan sözü karıştığı ehlince kolay anlaşılır. Allahü teâlâyı kabul edip de, emir ve yasaklarını kabul etmemek akla uygun değildir. Güneşe inanıp da, ışık ve ısısına inanmamak, doğuma inanıp da ölüme inanmamak gibi abestir.
Akılla izah etmek
Sual: Allahü teâlânın varlığını ve dinimizin hükümlerini daha iyi anlamak ve kalbimizin tatmin olması için, bunları akılla izah eden kitapları okumak gerekmez mi? CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kalbi itminana kavuşturan tek yol vardır. Bu da, Allahü teâlâyı zikretmektir. Akılla, kalb itminana kavuşamaz, yani tatmin olmaz. Bir âyet-i kerime meali: (Biliniz ki, kalbler ancak zikirle itminana kavuşur.) [Rad 28]
Allahü teâlânın ismini söyleyip onu hatırlarken, onunla bir bağlılık kurulamaz; ama hatırlayanla, hatırlanan arasında, az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin, kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itminan hâsıl olur. Kalbde itminan hâsıl olması, insanı sonsuz saadetlere kavuşturur. (1/92)
Burada delil aramanın yeri yoktur; çünkü Allahü teâlânın varlığı meydandadır. Meydanda olmasında hiç şüphe yoktur. Her şeyden daha açıktır. Ancak, kalbi hasta, gözünde perde olan anormal kimse göremez. Her şey, açıktaki beş duygumuzla anlaşılır. Hepsinin varlığı, Allahü teâlâdandır. (1/247)
Aklın Peygambere kolay inanması, kalbde tam iman hâsıl olması için, en yakın yol Allahü teâlâyı zikretmektir. Böylece tam imana kavuşur. Düşünerek, akılla ölçerek bu yüksek makama kavuşmak çok güçtür. Dini hükümleri kendi aklıyla anlamak isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. (1/214)
Sual: Mümin veya kâfir iken deliren, deli iken ölse, delirmeden önceki durumuna göre mi muamele edilir? CEVAP Evet.
.
Din ne diyor o önemli
Sual: Benim şahsi kanaatime göre eğer insanlara zarar vermiyorsan, etrafındakilerle iyi geçinip kargaşa çıkarmıyorsan, sayılı biri olmaya çalışıyorsan, yalan söylemiyorsan yani kısaca iyi biri olmaya çalışıyorsan örtünmek o kadar önemli değil. Aklıma da bu uygun geliyor. Acaba bu düşüncelerim sizce doğru mu? CEVAP Bence sizce diye bir şey olmaz, o zaman insan sayısı kadar din olur. Din ne diyor o önemli. Allah ne diyor o önemli. Eğer akıl ile din olsa, herkese göre din farklı olur. Mesela nataşanın biri gazetelerde şöyle diyordu: (Ben yalan söylemem, hırsızlık etmem, kimseye zararım olmaz, saygılı biriyim, kimseye zarar vermeden az içki içerim, erkeklerin gönlünü yaparım, erkeklerle buluşmama niye karışan oluyor ki?) Eğer ortada din ve Allah’ın hükmü olmasa, nataşa doğru söylüyor. Ama Allah öyle demiyor. Kimseye zararı olmasa da bir damla içki içmek haram diyor. Kimseye zararı olmasa da kadın, saçının telini gösterse haram diyor. Evet kadın saçını göstermekle size göre bir şey olmaz. Nataşaya göre de zina edince bir şey olmaz.
Ölçü başkalarına zararlı olup olmamak da değildir. Ölçü Allah’ın emrine uymakta olur. Besmelesiz kesilen kuzu eti de yenmez. Ha besmeleli kesilmiş, ha besmelesiz demek yanlış olur? Kadın ha başını açmış, ha açmamış ne fark eder denmez. Denirse Allah’ın emrine inanılmamış olur. Ya Allah’a inanılır veya inanılmaz. İnanılırsa Onun dediklerine uymak gerekir. İnanılmazsa, bu daha kötü. Sonsuz ahiret hayatında şiddetli azaplara kim nasıl dayanabilir ki? Bu insanların yoktan yaratılması, hayvanların, çiçeklerin yoktan yaratılması tesadüf müdür? Ya Allah’a inanılacak ya Allah’a inanılacak, başka yol var mıdır?
Kıbleye doğru yatmak caiz mi?
Sual: Bid'at ehli biri, (Yatarken ayakları kıbleye doğru uzatmak gerekir. Böylece insan kalkınca, yüzü kıbleye gelmiş olur. Bunun gibi, ölüleri de, ayakları kıbleye gelecek şeklinde defnetmeli ki, Kıyamet günü dirildiğinde yüzü kıbleye gelsin) dedi. Bu arkadaş bid’at ehli ama bu düşüncesi bana da mantıklı geldi. Böyle hareket edilse, doğru olmaz mı? CEVAP Hayır, doğru olmaz. Mazeretsiz ayakları kıbleye doğru uzatmak tahrimen mekruhtur. Cenazelerin de, ayakları değil, yüzü kıbleye gelecek şekilde, sağ yan üzerine defnedileceği din kitaplarında bildirilmiştir. Mantıkla, akılla dînî hüküm konmaz.
Size, bid’at ehlinin söylediği mantıklı gelir. Bir başkasına da, başka bir şey mantıklı gelebilir. O zaman da, insan sayısı kadar din kuralı ortaya çıkar. Mesela biri de çıkar, ölüler için derin çukur açıp, yüzü kıbleye gelecek şekilde dikine defnetmek daha uygundur der. Hem böylece, yüzü devamlı kıbleye karşı olur diyebilir. Bunun için Hazret-i Ali, (Din, nakle dayanır. Akılla, mantıkla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim. Hâlbuki Resulullah’tan gördüm, o, mestlerin üstünü mesh ederdi) buyurmuştur. Demek ki, herkesin aklı ve mantığı, dinde ölçü olmuyor. Din kitaplarının yazdığına uymak gerekir.
Peşin namaz kılmak
Sual: Bir arkadaş, sabah vaktim oluyor diye, o günkü öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılıyormuş. Ben kaza kıldıktan sonra, bu arkadaşa sordum. (Vakti gelmeden kılınan namazlar sahih olmaz) dedim. O da, (Sen veresiye kılıyorsun kabul oluyor da, ben peşin peşin ödesem niye kabul olmasın ki?) dedi. Peşin kılınan namaz sahih olmaz, değil mi? CEVAP
Elbette sahih olmaz. Vakit, namazın farzlarındandır. Vakit girmedikçe namaz farz olmaz. Farz olmadan kılınırsa nafile olur. Din nasıl emretmişse öyle yapılır. Akılla dinî hükümler konmaz. Bir kimsenin yengesi dinen yabancı kadındır, yani namahremdir, fakat yengesinin kızları ona mahremdir. Anası niye yabancı da, kızları değil diye sorulmaz. Din öyle bildirmiştir. Aklımıza değil, dinimize tâbi olmamız gerekir.
Namazı boykot
Sual: Bir arkadaşa, niçin namaz kılmadığını sordum. (Hazret-i Ali camide namaz kılarken öldürüldüğü için, biz camiyi de, namazı da boykot ettik) dedi. Bu boykotta bir mantık var mıdır? CEVAP Hazret-i Ali, evinde su içerken şehit edilseydi, eve girmeyecek ve su içmeyecek miydik? Nitekim mübarek oğlu Hazret-i Hasan evinde yemek yiyip su içerken, yemeğine zehir konarak şehit edilmiştir. Burada evin, yemeğin ve suyun suçu nedir? Ev, yemek ve su boykot edilir mi? Camiyi ve namazı boykot etmenin bundan farkı nedir?
Kur'an-ı kerimde namaz, bütün Müslümanlara emredildiği için Hazret-i Ali de, çocukları da namaz kılmıştır. Ehl-i beytten ve 12 imamdan, hiç namazı boykot eden olmadığı gibi, Hazret-i Fatma’nın soyundan gelen seyyidlerden ve şeriflerden, namazı boykot eden de olmamıştır. Boykot edilmesi gerekseydi, önce kendi çocukları ve torunları boykot ederdi. Hazret-i Ali'yi sevenin, onun sevdiği camiyi, namazı, orucu ve dinimizin diğer emirlerini sevmesi lazımdır. Seven insan, sevdiğinin yolunda gider. Hazret-i Ali'nin severek yaptığı şeyleri yapmamak, onu sevmek midir, yoksa ona düşmanlık mıdır?
İbadet yerine para
Sual: (Namaz, oruç gibi bazı ibadetleri yapmayıp yerine fakire para verilmesi, mesela kurban kesmeyip yerine depremzedelere yardım yapılması daha uygun olur) diyenler çıkıyor. Parası olanlar ibadet etmeyip parayla işini yürütürse, fakirin hâli ne olacak? CEVAP İbadet yerine para vermek, dini içten yıkmak isteyen reformcuların dînî yıkma planlarından biridir. Herkes fakirlere istediği kadar yardım yapabilir, o ayrıdır. Ama bin koçun parası, bir fakire verilse, vacib bir kurbanın sevabına kavuşulamaz; vacib terk edildiği için günah da olur. Üstelik dinimizin emrini beğenmeyip değiştirildiği için suçlu duruma da düşülür. Aklımıza uygun gelse de, gelmese de, dinimizin emrine uymamız şarttır.
Akıl ölçü olmaz
Sual: Seferilikte sıkıntı olduğu için, dört rekâtlı namazlar iki rekât kılınıyor. Peki, seferde çok rahat olsak yine namazları kısaltmamız gerekir mi? CEVAP Elbette kısaltmak gerekir. Seferde, babasının evinde, hattâ kendi evinde olsa bile, yine namazlarını kısaltması gerekir. Tersine, mukim olduğu yerde, çok sıkıntılı olsa, su bulması, abdest alması zor olsa da, yine namazlarını kısaltamaz. Namazı kısaltmak için sıkıntılı olmak değil, seferi olmak şarttır.
Bunun gibi, 70 yaşındaki kadının kocası ölse veya kocasından boşansa, yeniden evlenebilmesi için iddet beklemesi gerekir. Aklı ölçü alarak, (70 yaşındaki kadın hâmile olamaz, iddet beklemesi gerekmez) demek yanlış olur.
Yine bunun gibi, ihramdan çıkmadan önce, başın en az dörtte birini veya en az üç santimetre kadar saçını, kendisinin veya başkasının tıraş etmesi vacibdir. Peki o kişinin saçı yoksa, kel ise ne olacak? Akıl ölçü alınıp, bu hüküm yok sayılamaz. Başında saç olmayanın veya başı yara olanın da, usturayı, değdirmeden baştan geçirmesi vacib olur.
Demek ki ibadetleri, kendi aklımıza göre yorumlayıp değiştiremeyiz. Dinimiz ne emrediyorsa onu aynen uygulamalıyız.
.
Kadın, erkek ve akıl
Sual: Kadının erkekten daha akıllı olduğunu, bu bakımdan, kadına daha çok hak verilmesi gerektiğini söyleyenler var. Her kadın, her erkekten akıllı olur mu? CEVAP Önce, aklın ne olduğunu bilmek gerekir. Cenab-ı Hak, aklı, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratmıştır. Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, bütün mahlukatı yoktan var eden Allahü teâlânın bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi bir şey iken, bazı dinsizlere göre saçmadır! Bu bakımdan dinimiz akıllıyı nasıl tarif ediyorsa ona göre karar vermek gerekir. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Akıllı şudur ki, Allah’a ve Peygambere inanır ve ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanlar, tarağın dişleri gibi eşittir. Üstünlükleri, ibadet farkından ileri gelir.) [İbni Lal]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh] (Her şeyin bir direği vardır. Müminin direği ise akıldır. Kişi aklı nispetinde ibadet eder.) [İ. Gazali]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akılca en üstün olan kimse de, dinin emir ve yasaklarına riayet edendir. Kişinin ibadeti de aklı nispetinde olduğu, itikadı ve ameli en düzgün olan, diğerine göre daha akıllı demektir. Erkeklerden ve kadınlardan Cennetlik olanlar olduğu gibi, Cehennemlik olanlar da vardır. O halde, kadının erkekten veya erkeğin kadından daha akıllı olduğu söylenemez.
Şunu da açıklayalım ki, akıl ile zeka ayrıdır. Birbirine karıştırılmamalıdır. Bir gayrı müslim, bir müslümandan daha zeki olabilir; fakat akıllı olamaz.
Allahü teâlâ, kadınla erkeğin vücut yapılarını farklı şekilde yaratmıştır. Bir tankla taksinin mukayesesi yapılamaz. İkisinin vazifesi ayrıdır. Herkes vazifesini bilir, ona göre hareket ederse, düzensizlikler önlenmiş olur. Kadınla erkek arasında fark olduğu gibi, erkekle erkek, kadınla kadın arasında da fark vardır. Herkes aynı kabiliyette değildir. İnsanlar robot gibi yaratılmamıştır.
Kadın-erkek eşitliği ileri sürülerek, kadınların yapamayacağı işleri onlara vermek, mesela maden ocaklarında çalıştırmak kadın haklarına bir saygı değildir. Kadını, asker yapmamak da ona hakaret değildir. Kadına, bünye, akıl, zeka, his ve kabiliyetine uygun işler vermelidir.
Bugün kadın haklarını savunur görünenler, samimi değildirler. Samimi olsalardı, önce kadını sömürü vasıtası yapan, ticari malların tanıtımında kullanan zihniyete karşı çıkarlardı. Halbuki kadının bu yolla, şeref ve haysiyeti düşürülmekte, basit bir mal haline getirilmektedir. Bu üzücü duruma karşı çıkmayanların, kadın hakları konusunda samimi olmadıkları açıktır.
.
Ahmaklık nedir
Sual: Akıllı kime denir yazılarınızdan öğrendik. Peki ahmak kime denir? Ahmaklığın çaresi var mıdır? CEVAP Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz.
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur.
Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
(Akıllı, Allah’a ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakim]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.)[Deylemi]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemi]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13]
Ahmaklığın çaresi var mıdır? Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim:
İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir.
Salih amel işlemeden yani Cehennem tohumu ekip, Cennet beklemek ahmaklıktır.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allah’ın var olduğunu anlar, bir yaratıcının varlığına inanır. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur.
Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır.
Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyor. Bu ahmaklık değil mi?
Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikayesi şöyledir:
Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Biri bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım.
Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde mealen, (Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizi)
Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Her şey Allahü teâlânın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.)[Buhari]
Hazret-i İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile bâtılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile bâtılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de, (Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu.
Ahmaktan uzak durmak
Sual: Bir arkadaşım var, iyilik olarak yaptığı şeylerin bana zararı dokunuyor. İyi niyetle yaptığı için, bana ahmak gibi geliyor. Ondan uzak durmam gerekir mi? CEVAP Verdiği zararlarının nasıl bir şey olduğunu bilmeden bir şey söylenmez.Belki zarar değil de siz zarar sanmış da olabilirsiniz.
Ahmaklık, kârını zararını bilmemek, iyiyi kötüyü ayıramamak, körü körüne bir şeye saplanıp gitmektir. İyilik yapıyorum sanarak kötülük eder, fitneye sebep olur. Susulacak yerde konuşur. Çeşitli zararlara sebep olur. Atalarımız, (Ürümesini bilmeyen it, sürüye kurt getirir)demişlerdir.
Bir ayı, kendisine faydası dokunan kişiye iyilik etmek ister. O kişi uyurken, yüzüne konan sinekler rahatsız etmesin diye, onlara taşla vurur. Tabii, o kişinin yüzü de parçalanır. Bunun için, (Akıllı düşman, ahmak dosttan iyidir) demişlerdir. Böyle dostlardan, iyilik yerine zarar gelir. Onlardan uzak durmalıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Ahmakla ilgini kes.) [Beyheki]
Ahmak insanı iknaya çalışmak da boşunadır. Ona ne söylense faydasızdır. Fayda yerine zararı olur. Tartışmaya hiç gelmez. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: (Ahmağa cevap verilmez.) [İslam Ahlakı]
Hadis imamlarından İbni Hibban hazretleri de, (Ahmağa verilecek en güzel cevap susmaktır) buyurmuştur. Tartışmak sadece ahmakla değil, herkesle de zararlıdır. (Tartışma, dostların dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır) demişlerdir.
Ahmakla görüşmek
Sual:(Ahmaklardan uzak durmak gerekir) deniyor. Ahmaklık, bir kimsenin elinde midir? Bir de, herkes ondan uzak durursa, yalnızlığa itilmiş olmaz mı? CEVAP Uzak durun demek, hiç görüşmeyin, yalnız bırakın, tamamen irtibatı kesin demek değildir. Ahmak olan kimse, iyilik ettiğini sanarak kötülük eder, fitneye sebep olur. Susulacak yerde konuşur. Çeşitli zararlara sebep olur. Bundan dolayı, (Fazla samimi olmamalı, ona sır vermemeli ve onunla konuşurken çok dikkatli olmalı) denmek isteniyor.
Sakalı çok uzatmak Sual: S. Ebediyye’de, (Sakalı bir tutamdan fazla uzatmak, aklın az olmasına alamet olur) deniyor. Uzun sakallı olup da ahmak olmayan insan yok mudur? CEVAP Uzun sakal bırakmanın dindeki yeri nedir? Ahmaklık ve aklın az olması ne demektir? Önce bunları bilmek gerekir.
Sakalı sünnete uygun olmayan, yani çenedeki ile birlikte bir tutam uzun olmayan kimse, bid’at sahibi olur. Sakalın sünnete uygun olmasına ehemmiyet vermeyen, kâfir olur. (S. Ebediyye)
Ahmaklık, kârını zararını bilmemek, iyiyi kötüyü ayıramamak demektir. Akıllı olmak da bunun tam tersidir. Yani kârını, zararını bilmek, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırabilmektir. Aklı az olan bunu yapamaz, ahmak olur.
Sünnete uymayan sakal sahibi, bid’at yani günah işliyor demektir. Aklı az olan günah işler. Akıllı günah işlemez. Günah işliyorsa aklı az, yani ahmaktır.
Ne kadar zeki görünse de, günah işlemekte ısrar eden kimse, ahmaktır. Bu konuda bir menkıbe de var:
Uzun sakallı biri, kitaplardaki, (Sakalı bir tutamdan fazla uzatmak, ahmaklık alametidir) yazısını okuyunca, eliyle bir tutam ölçüyor. (Fazlasını yakıp ahmaklıktan kurtulayım) diyor. Sakalın fazla kısmını yakmaya çalışırken, sakalın tamamı yanıyor, cascavlak çıkıyor. Sonra, yazdığı kitaba, (Sakalı sünnetten fazla uzatmanın ahmaklık olduğu, kendi tecrübemle de sabittir) diye yazıyor. Böylece ahmaklığını tecrübeyle belirlemiş oluyor.
.
Doğruyu bulmak için güzel bir dua
Sual: Akılla doğruyu bulamaz mıyız? CEVAP Aklımıza uyarsak doğruyu bulmamız çok güç olur. Her fırkadaki insan, “Bu fırka doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Dini veya dinsiz fırkalara girenler de, aklına göre bu fırkaları tercih etmişlerdir. Akla uyulursa, insan sayısı kadar fırka meydana çıkar.
Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğini vâd buyurmuştur. Rabbimiz vâdinden dönmez. Bunun için,Ya Rabbi! Sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru diye dua etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.
Bütün Müslümanların da, aynı şekilde dua etmekten çekinmemeleri gerekir. Ya Rabbi hangi fırkadaki Müslümanlar doğru yolda ise, senin rızan hangisinde ise, bana onu nasip eyle diye dua etmelidir. Dua ederken, duanın şartlarını gözetmelidir. Şartlarına uygun dua edilince, dua kabul olur. Dua kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur.
.
Aklın tefsiri
Sual: Bazı kimseler, (S. Ebediyye’de, insanların, cinlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabilecekleri yazıyor. İnsanların içinde Peygamberler de olduğuna göre, Peygamber nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir? CEVAP O yazı, Ondördüncü asrın müceddidi Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S. Ebediyye’den okunursa iddia sahiplerinin cahilliği iyice anlaşılır. Yazıda; Akıl ikiye ayrılıyor, selim akıl, sakim akıl diye. Selim akıl Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: (Selim akıl),(Sakim akıl) Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
.
Akılla nakil çakışırsa
Sual:(Akılla nakil çakışırsa, akla uyulur) veya (Akılla nakil çelişirse akıl esas alınır, nakil akla göre tevil edilir) sözleri muteber midir? CEVAP Evet, sözler muteberdir; fakat açıklamasını İslam âlimlerinin kitaplarından almak lazımdır. Selim aklın gösterdiği bir hakikat, hiç değişmez. Selim akılla, nakil zaten çelişmez.
Aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı gibi şeyler böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akılla nakil çakışırsa, çelişirse nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman ise, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır.
(Akılla nakil çakışırsa, akla uyulur) sözü sanki bir kural olarak söylenmiş, bir örnek gösterilmesi imkânsız gibidir. Bunun gibi, (Allahü teâlâyı dünyada görmek caizdir, fakat gören olmamıştır. Gördüm diyen zındıktır) buyuruluyor. Caiz olmak ayrı şey, gördüm demek ayrı şeydir. Akılla nakil çakışırsa, akla uymak caizdir, ama akılla çelişen bir nakil varsa da biz bilmiyoruz.
Akılla nakil çatışırsa
Sual:(Akılla nakil çatışırsa, akla uyulur) kuralı nerelerde geçerlidir? CEVAP Mecelle’nin (Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz) hükmü, Dürer-ül-hükkam şerhinde şöyle açıklanıyor: (Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait ahkâm değişebilir. Fakat Nassa, delile dayanan ahkâm, zamanla değişmez.)
İslam bilgileri ikiye ayrılır: Fen ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakille anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerimle hadis-i şeriflerdir.
His organlarıyla anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımızla anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır. His organlarımızla anlayamadığımız şeyleri, akılla anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı gibi din bilgileri böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akılla nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Aklın bittiği yer
Sual: (Mirac, aklın bittiği, imanın başladığı yerdir) deniyor. Bu ne kadar yanlıştır. Akıl bitince her şey biter. Akılsız iman olur mu hiç? CEVAP Bir saniyede, Mekke’den Kudüs’e oradan da göklere, cennete, cehenneme gidip geri gelmek aklen mümkün mü?Aklen mümkün olsaydı, bütün müşrikler iman ederdi. Aklen mümkün olmadığı için, sahabe hariç, diğer iman edenler inanmayıp mürted oldular. (Bu kadarı da olmaz) dediler; ama Hazret-i Ebu Bekir aklı devreden çıkarıp, (O demişse elbette doğrudur, bir anda gider gelir) dedi. Bu akılla değil, imanla söylenmiş bir sözdür. Akılla söylenmiş söz olsaydı, kendisine (Sıddık) denmezdi.
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, hocasını tanıdıktan sonra, onu çok sevmesine rağmen, onun işlerine, sözlerine aklı ermiyordu. Baktı, iş felakete gidiyor, aklına değil hocasına uydu. En sonunda gerçeklere vakıf olunca, (Aklımı bıraktım, hocama tâbi olup kurtuldum)buyurdu.
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz; çünkü akıl bir kararda kalmaz. Herkesin aklı birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl bazen doğruyu bulur, yanılması ise daha çok olur. En akıllı denilen kişi, uzman olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde akıl tam bir ölçü olamaz. Ancak akılla din birlikte olursa, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvetse de, her işte ölçü olmaz. Allah’a ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Aklı almasa da, Resulullahın bildirdiklerine inanıp amel eden kurtulur.
.
İman ve akıl
Sual: Gayba inanmak, yani görmeden inanmak doğru değildir. İnsan anlamadığı şeye nasıl inanır? İlk gelen emir, oku değil mi? Burada da akla hitap var. Mesela şimdi biri, ben peygamberim, bana vahiy geliyor dese, akılla incelemeden ona hiç inanılır mı? Aklı olmayan mükellef olur mu? Aklın görevi nedir? CEVAP
Aklı olmayan kimse, zaten mükellef yani sorumlu olmaz, fakat bu ayrı bir konudur. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve Resulullah’ın Peygamber olduğunu anlamakta, aklın, felsefi ve tecrübi ilimlerin yardımı büyüktür, fakat bunların yardımıyla Resulullah’a inandıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye ve tecrübi ilimlere danışmak doğru olmaz, çünkü akılla, tecrübe ve felsefe yoluyla elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değiştiğini, yenileri bulununca, eskilerinin atıldığını gösteren örnekler literatürlerde az değildir.
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri, imanı şöyle tarif ediyor:
(İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan, tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.)
İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’an-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Allahü teâlâ Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu bulabilirdi. Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Aklın görevi, naklin sağlam yerden, yani Peygamberden geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.
Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Öyle olsa herkes aynı şeyi söyler, herkes aynı düşünür. Herkes aynı dine, aynı mezhebe inanır, herkes aynı partili olur, farklı görüşe rastlanmaz. Farklı dinler, farklı partiler, farklı görüşler olduğuna göre, akılların da farklı olduğu anlaşılır. Böyle farklı olan akla nasıl güvenilir ki? Onun için nakil şarttır. Nakle inanmak için de, aklı kullanmak şarttır.
Mesela akıl, asırlardır doğup batan güneşe bakar, hiç ısısının ve ışığının eksilmediğini görür. Kâinattaki yıldızlara, gezegenlere, insanın vücut yapısına, meyvelere, hayvanlara bakar. Buradan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar ve ona inanır. Bu da, gayba inanmak demektir. Yoksa yaratıcıyı görmesi mümkün değildir. Yaratıcıyı, ancak eserleriyle anlar. Yine akılla, peygamberlere, kitaplara inanır. Orada bildirilenlere inanır. Akılla, Kur’an-ı kerimdeki şeyler doğru mu diye ölçemez. Aklın buradaki görevi, (Bu kâinatı yoktan yaratan Allah, Kur’an-ı kerimde de yanlış şey bildirmez) diye inanmaktır, akıl gerisine karışmaz. İnandıktan sonra da, artık akla değil, nakle itibar eder.
Nakilden öğreniyoruz ki; akıl hakla bâtılı, eğriyle doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ Kur’an-ı keriminde, Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde, şu doğru, şu yanlış diyor. Akılla bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette sorumludur. Onlara niye öğrenmedin diye sorulacak. Öğrenmişsen öğrendiğini niye yapmadın diye sorulacak. Naklî bilgilerle doğruyu eğriyi niye bulmadın diye sorulacak. İşte kitap burada, niye bununla amel etmedin diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir. Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir. Akıl kendi başına, kitap olmadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap gönderilmezdi. Kitap gönderildiği halde öğrenmeyip doğruyu eğriyi bilmeyen sayısız insan var. Akılla bunları bilemiyorlar, bulamıyorlar. Demek ki, kitaptan, nakilden öğrenmekten başka çare yoktur.
(Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) diyen çıksa, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, (Ben peygamberim, bana vahiy geliyor)dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı. Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı olduğu için inanmadık. Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik. Aklımızı değil, naklimizi kullandık. Aklını kullanan binlerce insan, o sapık adamı resul olarak kabul etti.
(Ben resulüm) diyen gibi, (Ben mehdiyim) diyen de çıktı. Nakli değil de, aklını kullananların çoğu onu tasdik etti. Biz nakle baktık. Mehdi’nin vasıfları var. Adı Muhammed, babasının adı Abdullaholacak. Gökten bir melek, (BuMehdi’dir) diyecek, bunu herkes duyacak. İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdiliğine inanmadık. Aklımızı kullansaydık, diğer cahiller gibi biz de, onun Mehdi olduğuna, sapık fikirlerine inanırdık.
Oku emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, nakli bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek demektir. Hatta nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır. Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda kendi aklıyla ölçmeye çalışır. Ne kadar akıllı olursa olsun, bir kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek demektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur.) [Taberani]
Hazret-i Ali buyuruyor ki: (Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim.)[Ebu Davud]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)
.
Din kitabı okumak
Sual: Ateist bir dayım var,(Din kitabı okuma, çok ibadet etme, aklını kaybedersin)diyor. Din kitabı okumak ve ibadet etmek akla zarar verir mi? CEVAP
Asla zarar vermez, aksine zihnin açılmasına ve aklın kuvvetlenmesine sebep olur.
Kötü huydan kurtulmak için, İslamiyet’e uyarak kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lazımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslam bilgilerini okuyup öğrenmekle mümkündür. Kalbin kuvvetlenmesi yani temizlenmesi de, İslamiyet’e uymakla olur. (İ. Ahlakı)
Vesveseli kimseler, yanlış yaptım sanarak durmadan ibadet ediyorlar. Bunun Müslümanlıkla ilgisi yoktur. Din kitabı okuyup da doğrusunu öğrenmedikleri için vesveseye kapılıyorlar.
Sırf Allah'ın varlığını ispat için deliller arayan da, vesvese ve şüphe içine girer. Bu da dine aykırıdır.
Namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetler insanın ufkunu açar, hafızasını kuvvetlendirir. Bunları terk eden günah işlemiş olur. Günah işleyen deunutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Çünkü Peygamber efendimiz, Ebudderda hazretlerine buyuruyor ki: (Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın! Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun.) [İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
Peygamber efendimiz akıllıyı şöyle tarif ediyor: (Akıllı, Allah’a ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
.
.31 Ekim 2003 Cuma..RAMAZAN AYVALLI
Aklın mâhiyeti
Son zamanlarda, bazı basın organlarında, medyada akıl ile vahiy mukayese edilmiştir. Bu münâsebetle biz, bu makalemizde, çok kısa olarak “akıl” ve “vahiy”den bahsedeceğiz.
Cenâb-ı Hak, diğer vücud uzuvlarımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. İyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl, yalnız başına ma’neviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların akıldan faydalanmaları için, Peygamberleri, din ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Girdâba düşebilirler
Sadece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Dinimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Allahü teâlâ, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, en son Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber gibi son nebî ve resûl olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Vahyin tarifi ve şekilleri
Şimdi gelelim vahye: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “vahiy”, ilmî bir terim olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyaya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâil aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi. Bu durumda Resûlullah efendimiz, meleği görmezdi. Vahiy ba’zan sâdık rü’yâ ile, ba’zan da dehşet saçan bir uğultu ile gelirdi. Vahyin Sevgili Peygamberimize en ağır ve çetin geleni bu sonuncu şekil idi. Böyle hâllerde Resûlullahın, en soğuk günde bile mübârek alnından terler dökülür, deve üzerinde ise, vahyin ağırlığından deve yere çökerdi. Yanında bulunan sahâbîler de vahyin ağırlığını hissederlerdi.
Cebrâil aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber efendimize vahyetmiştir. Bu hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur. Meselâ Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazifeli olan kâtiplerine yazdırırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi aynı anda birçok kimse yazardı. Makalemizin sonuna doğru bazı vahiy kâtiplerini zikredeceğiz.
Peygamber efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke’deki Hirâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı! Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen benim insan ve cinnîlere peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.
Sevgili Peygamberimize peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada inmişlerdir.
Onları ezberlerdi
Resûlullah efendimiz kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim A’lâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah efendimiz kendisine gelen âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi.
Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur. Başlıcaları şunlardır: Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Âmir b. Füheyre, Amr b. Âs, Muğîre b. Şu’be, Abdullah b. Revâha, Hâlid b. Velid, Huzeyfe b. Yemân, Muâviye b. Ebî Süfyân, Zeyd b. Sâbit, Übey b. Ka’b, Abdullah b. Sa’d. Görüldüğü üzere bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okudular. İnşâallah diğer bir makalemizde Kur’ân-ı kerimden genişçe bahsederiz.
.
29 Temmuz 2005 Cuma Aklı maksada uygun kullanmak
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
30 Temmuz 2005 Cumartesi Aklımızın kapasitesi
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır. Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
23 Şubat 2007 Cuma RAMAZAN AYVALLI
Her işte akla güvenilmez
“AKIL”: “Doğruyu-yanlıştan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırmaya yarayan bir meleke [kuvvet], bir ölçü âleti”dir.
Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabîî (içgüdü) denilen bedenlerinin arzû ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
Aklın insan hayâtındaki yeri
Aklın insan hayâtındaki yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karâr vererek yaparlar. İnsanların yaptıkları işlerden dînen ve hukûken mes’ûl (sorumlu) olmaları akılları sebebiyledir.
Peygamber Efendimiz “akıl” ile ilgili olarak buyurdular ki:
“Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.”
“Akıllı insan, Allah’a itâat eden insandır.”
“Kişinin aklı tamâm olmadıkça îmânı tamâm olmaz. Dîni de müstakîm (doğru) olamaz.”
“Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise aklıdır. Kişinin ibâdeti aklı nispetindedir.”
“Aklı olmayan, güzel ahlâka sâhip olamaz.”
“Aklın alâmeti (işâreti) nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.”
Akıl, dünyâ işlerinde ve kullar arasındaki münâsebetlerde iyiyi-kötüden ayırmada, bir ölçü âletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dînimiz işlerimizi yaparken, istişâre etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz; daha önceki makalelerimizde de işâret ettiğimiz gibi, “İstihâre yapan aldanmaz; istişâre eden pişmân olmaz; iktisâd eden darlık görmez” buyurmuştur. Aklın dünyâ işlerinde isâbetli, doğru karar vermesinde istişârenin faydası büyüktür. İstişâre, geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur.
Akıl dîn bilgilerini bulamaz
Dünyâ işlerinde bile yanılan akıl, Allahü teâlâya ve âhirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Dîn bilgileri akıl ile bulunamaz. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. İslâmiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabûl etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur.
İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibi Allahü teâlânın varlığını aklı sayesinde anlayabilmiştir. Fakat O’na giden yolu bulamamıştır. Bu yol, Peygamberler ve onların getirdikleri dînlerden öğrenilir. Âhiret bilgileri, Allahü teâlânın beğenip-beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimâğının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, Peygamberlerin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özür ve bahâne göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusûrsuz, tâm değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delîl) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir.
Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevî şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahü teâlâ, Peygamberleri ve dîn ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünyâ ve âhirette râhat etme ve huzûra kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslâmiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara “İslâm âlimi” denir. İslâm âlimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, “aklımız ermediği için anlıyamadık” dediler. Dinimizin bildirdiklerini, akıl ersin-ermesin isbât ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azâbına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâzîye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîfe uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Yalnız akla uyan, yalnız ona güvenen, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse “felsefeci”dir. Eski Yunan felsefecileri, akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkûmdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler, öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir. Bazı “İslâm filozofu” denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde, akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikâdının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.
22 Ağustos 2003 Cuma
Akıllı ile ahmağın kısa bir mukayesesi
Önce, “akl”ın ne olduğunu bilmek ve anlamak gerekir. Cenâb-ı Hak, aklı, hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır.
Akıl, insan beyni vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytân ve nefisten kalbe gelen arzûları inceleyerek, iyilerini, kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa, bu akla “akl-ı selîm” denir.
Akıl, yalnız başına maneviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, Peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, akılla bulunamazdı. Bizler tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. İslâmiyete uymayan veya aklı az olan bir kimse, Peygamberlerden faydalanamaz; zararlardan kurtulamaz.
Hangisi hak, hangisi bâtıl
Şu bir vâkıadır ki, hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinir ve anlaşılır. O hâlde, Allahü teâlânın görevlendirdiği Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan hiçbir şey yoktur. Ahıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. O zaman insanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediği için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir.
Peygamberlere tâbi olmak
Allahü teâlâ, en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Aslında, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakikatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir.
Aklı hiç olmayana “deli” denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana “ahmak” denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz kimsedir.
Hz. İsa (aleyhisselâm), “Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurdu.
“Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır.” (Sırrî-yi Sekatî)
“Hatâsında ısrâr eden ahmaktır.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Hikmet ehli kimseler de buyuruyorlar ki:
Ahmaklığın en kötüsü
“Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alâmetidir.”
“Akıllı ile istişâre gâlibiyet, ahmakla istişâre mağlûbiyettir.”
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
“Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günâh işler, sonra Allâh affeder diye ümitlenir.” (Tirmizî)
“Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.” (Deylemî)
“Ahmaklığın en kötüsü ve dalâletin (sapıklığın) en büyüğü, müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.” (Deylemî)
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir buğday tanesini, bir karıncayı yaratmaktan âciz olanın, kâinâtın tesâdüfen meydâna geldiğini, bir Yaratıcı’nın bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu?.
-----------
AKIL NEDİR ?
.Alm.Verstand (m.), Vernunft (f.), Fr. Raison (f.), Sagesse (f.),İng. Wisdom, Reason, Mind. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet, ölçü aleti. Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabii (iç güdü) denilen bedenlerinin arzu ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır. Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dinimiz işlerimizi yaparken, istişare etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber efendimiz; “İstişare eden pişman olmaz, iktisad eden darlık görmez.” buyurmuştur. Aklın dünya işlerinde isabetli, doğru karar vermesinde istişarenin faydası büyüktür. Geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur. Dünya işlerinde bu durumda olan akıl, Allahütealaya ve ahirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Din bilgileri akıl ile bulunmaz. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lazımdır. İslamiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabul etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibi Allahütealanın varlığını aklı sayesinde anlayabildi. Fakat O’na giden yolu bulamadı. Bu yol peygamberler ve onların getirdiği dinlerden öğrenilir. Ahiret bilgileri, Allahütealanın beğenip, beğenmediği şeyler ve O’na ibadet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimağının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özr ve bahane göstermeleri önlenmiştir. Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delil) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahüteala gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahüteala peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahiretde rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir. Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkumdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir (Bkz. Aristo). İbn-i Sina, Farabi gibi İslam filozofu denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikadının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse felsefecidir. Eski Yunan felsefecileri akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar. Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslamiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara da “İslam alimi” denir. İslam alimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Dinimizin bildirdiklerini akıl ersin ermesin isbat ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azabına, sırat köprüsüne, kıyametteki teraziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’an-ı kerime ve hadis-i şerife uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Aklın insan hayatında yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karar vererek yaparlar. Yaptıkları işlerden dinen ve hukuken mesul (sorumlu) olmaları akıl sebebiyledir. Akıl birkaç çeşittir. Akl-ı mead: Ebedi rahata kavuşmak, Cennet’te ebedi kalmak ve Cehennem azabından kurtulmak için halini ıslah etmeyi, düzeltmeyi düşünen ileri görüşlü akıl. Dünyaya değil ahirete değer veren akıl.Akl-ı mead, peygamberlerde (aleyhimüssalevatüvetteslimat) ve evliyada bulunur. Ölümü düşünmekahirette olacak şeyleri öğrenmek ve ahiret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmak akl-ı meadıkuvvetlendirir. Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca, yani bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslamiyetinemirlerine baş kaldıramaz hale gelince, aklı da, akl-ı mead olur. Akl-ı meaş: Yemek, içmek, evlenmek, helal, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünüp, ahireti düşünmeyen akıl; akl-ı meadın zıddı. Akl-ı meaş, dünyanın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) halleri kalp hastalığı saymaz. Akl-ı meaş kısa görüşlüdür. Akl-ı meaşı, mala düşkün ve dünyaya bağlı olanlar beğenir. Akl-ı sakim (Sakim akıl): Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve pişmanlığa sebep olan akıl; hastalıklı, illetli, kısa görüşlü akıl. Akl-ı sakim, bazan doğruyu bulur, bazan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Bu sebeple din ve sonsuz olan ahiret işlerinde sakim akla güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur. Akl-ı selim (Selim akıl): Hiç yanılmayan, hata etmeyen akıl. İşlerde huccet (delil) olan ve doğruyu gösteren bu akıldır. İslamiyetin hak ve doğru olduğu bu akıllar için pek meydanda, aşikar ve apaçıkdır.İsbat etmeğe lüzum olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de ihtiyaç yoktur. Selim akıl, pişman olacak, zarar görecek iş yapmaz. Her başladıkları işde muvaffak olurlar. Selim akıl, en üstün derecede peygamberlerde aleyhimüsselam bulunur. Onlardan sonra, Eshab-ı kiramda (Peygamberimizin arkadaşları), Tabiin (Eshab-ı kiramı gören büyükler), Tebe-i tabiin (Tabiini görenler) de peygamberlere yakın derecede bulunur. Akıl ve zeka: İsviçreli Claparede, zekayı; “Yeni icab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uymasıdır.” diye tarif etmiştir. Amerikalı Terman ise; “Zeka, umumi fikirlerle düşünebilmektir.” demiştir. Alman psikolog ve pedagoglarından William Stern; “Zeka, problemleri çözebilme kuvvetidir.” diye tarif etmiştir.Bergson ise şöyle demiştir: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları; tabiata uymak, hayvanlar ve kendileri arasında ilişki kurmak için aletler yapmıştır. Bu aletler, zeka ile yapılmıştır.” Buradan anlaşılıyor ki, alet yapmak, teknikte ilerlemek akla değil, zekaya alamettir. Görülüyor ki, zeka, düşünebilme kuvvetidir. Bu kuvvet yardımı ile insan bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri bir araya toplayarak aranılan şeyleri bulur. Bu melekeyi (zekayı, düşünebilme alışkanlığını) kazanmak için malum (bilinen) şeyler yardımı ile meçhul olan (bilinmeyen) şeyleri bulmağa çalışmak, matematik, geometri problemleri çözmek lazımdır. İnsanların zekaları birbirinden farklıdır. Zekanın en üstün derecesine (Deha) denir. Zeka, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, test usulü ile zeka ölçmesini ilk olarak Osmanlılar yaptı demektedir. Düşünebilme kuvveti olan zeka, düşüncelerinde isabetli ve doğru olabilmesi için akıl lazımdır. Zeki insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Akıl bu prensipleri idare eder. O halde, her zeki insan akıllı değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı insanlardan öğrendiklerini yeni harp şekillerine uydurarak büyük zaferler elde edebilir. Fakat aklı az ise, bir hata ile başarıları felakete dönebilir. Napolyon’un zeka fışkıran askeri planları, zaferleri herkes tarafından bilinir. Akılsız hareketlerinin sonucu olarak Suriye’den nasıl kaçtığı da tarihlerde yazılıdır. Avrupa’da bugünkü modern kimyanın babası denilen Fransız Lavoisier de öyle yanlış şeyler söyledi ki, mütehassısı (uzmanı) olduğu kimya ilmine yaptığı zarar, hizmetlerini aşmaktadır. (Bkz. Zeka) Peygamber efendimiz akıl ile ilgili olarak buyurdular ki: Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır. Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam olmaz. Dini de müstakim (doğru) olamaz. Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklı nispetindedir. Aklı olmayan, güzel ahlaka sahib olamaz. Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır. Aklın alameti (işareti) nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamakdır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.
* MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI *
ZEKÂ NEDİR ?
.Alm. Intelligenz, Klugheit (f), Fr. Intelligence, İng. Intelligence. En genişmânâsıylebir genel zihin gücü. PsikologTerman’agöre, zekâ “mücerret (soyut) düşünme yeteneği”dir.Davis, zekâyı, “edinilen bilgilerden faydalanarak meseleleri halletme kâbiliyeti” olarak açıklar.Sternise, “yeni karşılaşılan hallerin gereklerini, düşünme yeteneğinden faydalanarak karşılayabilme, yeni hayat şartlarına uyabilme gücü” olarak görür.Bergson’unklâsik târifine göre zekâ, “evvelce elde edilmiş tecrübe ve bilgilerden istifâde ederek bugünkü hayat meselelerini çözmek ve hayat şartlarına uymak kâbiliyeti”dir.Hinsieise zekâyı, üç ana grubaayıraraktârif etmektedir. Bu müellife göre, abstre (mücerret, soyut) fikir ve sembolleri anlama ve kullanma kâbiliyeti teorik zekâyı; muhtelifmakinave âletleri anlama, çalıştırma ve keşfetme kâbiliyeti mekanik zekâyı, insânî münâsebet veictimâîhâdiselerle ilgili durumlarda akıllı ve mantıkî bir şekilde hareket etmek kâbiliyeti ise sosyal zekâyı teşkil etmektedir.
Zekâ, akılla karıştırılmamalıdır. Zekâ, bir meleke, bir alışkanlıktır. Bu kuvvet yardımı ile insan, bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri toplayarak aranılan şeyleri bulur. Zekâ, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamaktır. Akıl anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. İsviçreli Clapare de zekâyı, “yeni icap ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uyması”dır diye anlatmıştır. Yâni muhite uymayı sağlayan bir kuvvettir. Tek hücreli hayvanlar, muhitin yalnız tesir etmesi ile hal değiştirerek bu tepkiye uyar. Daha ileri olan eklembacaklılarda, tepkilere sevkitabiî (içgüdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhite uymak için yeni bir faaliyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: “Her asrın geri kalmış kısımları, tabiate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmıştır. Bu aletler, zekâ ile yapılmıştır.” Alet yapmak, teknikte yükselmek akla değil, zekâya alâmettir. Zekâ, içgüdüden yukarı, akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır. Aklın tatbikçisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıllı kişiler, teorik yollar ve kâideler ortaya koyar. Zeki kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Zekâ düşünebilme kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zeki insan düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Bu prensipleri idâre eden akıldır.
Her zeki kimseyi akıllı sanmak doğru değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı kimselerden öğrendiği usûlleri, yeni harp vaziyetlerine uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları felâkete döner. Meselâ Napolyon’un zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydandadır. Üçüncü Selim Han zamânında, Napolyon’un, Suriye’de, İslâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçtığı târihlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, on bin kat daha çok korkunç olurdu.
Zekâ, yeni doğmuş bir çocukta potansiyel olarak vardır, zamanla olgunlaşır. Fikrî gelişimin en hızlı olduğu zaman onuncu yaşa kadar olan dönemdir. Zekânın gelişmesi, beynin ve sinir sisteminin olgunlaşmasına dayanır.
Normal olarak, zekâ, doğuştan îtibâren şahsın olgunluğa erdiği 15-25 yaşlara kadar devamlı olarak artmaktadır. Fizikî ve bedenî büyüme ve gelişmede de olduğu gibi, zekâdaki gelişmenin ilk beş senesinde çok süratli olmasına mukâbil, 10-16 yaşlarda gitgide yavaşlamakta ve 15-20 yaşından sonratamâmiyle durmaktadır. 20 yaşına kadar gelişen zekâ, ondan sonra 7-8 senelik bir duraklamayı tâkiben hızla zayıflamakta ve düşmektedir. Zekânın ölçülmesi: Zekâ birtakım testler aracılığıyla ölçülebilir. Bu gâyeyle birçok test geliştirilmiştir. Târihte bilinen ilk zekâ testi Osmanlı Devletinde uygulanmıştır. O zaman saraya bağlı olan Enderun adlı mektebe, Müslüman ve gayri müslim çocukları bir çeşit zekâ testiyle seçilerek alınırlardı. Enderun, idâreci ve devlet adamı yetiştirirdi (Bkz. Enderun). Batıda kullanılan ilk zekâ testini bir Fransız psikologu olan AlfredBinet ve Dr. TheodorSimon yapmıştır. “Binet-Simon Testi” adı altında 1905 yılında yayınlanan bu test, Paris ilkokullarında başarısız kalan öğrenciler arasında zekâca geri olanlarla zekâca normal olup, olumsuz çevre faktörlerinden dolayı başarısız kalanları ayırt etmek gâyesiyle meydana getirilmiştir.
Zekâ testleri muhtelif yaşlardaki çocukların normal olarak (yâni % 50’sinin) yapabilecekleri işlerden, çözebilecekleri problemlerden ve cevaplandırabilecekleri sorulardan meydana getirilmiştir. Bu tipik sorular, problemler ve işler, etraflı incelemelerden sonra tespit edilmiştir. Binet-Simon Testi son yıllarda revizyondan geçirilerek Stanford-Binet Testleri adı altında hâlen çocuklarda geniş ölçüde kullanılmaktadır. 8 yaşındaki bir çocuğa kendi yaşından iki yıl öncesine âit olandan başlanarak testler uygulanır. Çocuk bunları bildiği gibi, 8 yaşına âit problemleri de çözebilir, daha ileri yaşlara âit olanları yapamazsa normal zekâlı sayılırlar. Böyle bir çocuğun doğum yaşı gibi zekâ yaşı da sekizdir. Şâyet 8 yaşındaki bir çocuk kendi doğum yaşının problemlerini çözemeyip, ancak 7 yaş seviyesine kadar olan problemleri halledebiliyorsa zekâ yaşı 7 olarak kabul edilir. Dokuzuncu yaşa kadar olan problemleri çözüyorsa, 9 zekâ yaşında sayılır. Buna göre çocuğun zekâ yaşı, doğum yaşından üstün veya düşük oluşuna göre zekâsının üstün veya düşük olduğu anlaşılır.
Zekâ yaşının doğum yaşına bölünmesiyle zekâ derecesi tespit edilir. Kesirden kurtarılması için 100 ile çarpılarak elde edilen rakama “zekâ bölümü” (IQ) adı verilir. Yâni:
İnsanları zekâ derecelerine göre düşükten yükseğe doğru sıralarsak, normal dağılma eğrisi (çan eğrisi) elde edilir.
Zekâ bölümlerinin (IQ) mânâları şunlardır:
IQ 0- 25 arası “ağır gerilik” (idio)
IQ 26-50 arası “orta gerilik” (embesil)
IQ 51-75 arası “hafif gerilik” (debil)
IQ 76-90 arası “sınır zekâlılar”
IQ 91-110 arası “normal zekâ”
IQ 111-125 arası “ileri zekâ”
IQ 126-140 arası “üstün zekâ”
IQ 140-155 arası “çok üstün zekâ”
IQ 156-ve üzeri “dehâ”
Üstün zekâlılık: 1000 rastgele çocuk alınırsa, ancak 10 tânesinin bölümü 140 ve biraz üzerinde olur. 160 ve 160’ın üzerinde olanların oranı ise binde birden bile azdır. Bir bakıma yeryüzündeki tekniğin bulucuları ve taşıyıcıları bu zekâlardır. Üstün zekâlı çocuklar üzerinde yapılan geniş araştırmalar, bunların özellikleri hakkında bize şu bilgileri vermektedir: Her şeyden önce, bu çocuklar vücut sağlığı bakımından normalden üstün bulunmaktadırlar. Öyle ki, doğdukları zamanki boy ve ağırlık ölçüleri normalin üstündedir. Bebeklik devresinde daha az hastalık geçirmekte ve öteki bebeklerden daha fazla uyumaktadırlar. Bu çocuklar erken diş çıkarmakta, erken yürümekte ve erken konuşmaktadırlar. Okulda çabuk ilerleme göstermekte ve teorik konulara daha fazla ilgi duymaktadırlar. Genel olarak el mahâretini gerektiren konulara, beden eğitimi ve resim derslerine fazla ilgi göstermemektedirler. Vakit geçirmek için yaptıkları faaliyetlerde okuma büyük yer almaktadır. Oyun oynarken kendilerinden büyük arkadaşları tercih etmektedirler. Ergenlik çağına akranlarından daha erken girmektedirler.
Şurası da muhakkaktır ki, sâdece üstün zekâya sâhip olmak her şey demek değildir. Çok zeki oldukları halde hayatlarını cezâevlerinde geçiren kimseler de çoktur (Bkz. Psikopati). Zekânın üstünde akıl dediğimiz kuvvet vardır ve zekânın iyi yönde kullanılması önemlidir. Dînî ve ahlâkî terbiye, çevre şartları ve hayat tecrübeleri zeki doğmuş olmanın yanısıra büyük ehemmiyet taşır. Öte yandan, okulda ve okul sonrası yaşayışta elde edilen başarılar tabiî ki, alınan eğitimle de ilgilidir. Eğitim ancak mevcut olan bir kâbiliyeti geliştirir.
Üstün zekâlı çocuklar yalnız kendileri, âileleri veya memleketleri için değil, bir bakıma bütün dünyâ için önem taşımaktadırlar. Çünkü, özellikle ilim dallarında onları bekleyen çözülmemiş problemlerin cevapları; yapılacak keşifler, bulunacak ilâçlar bütün insanlığın malı olacaktır. Zekâ geriliği: Çocukluk çağlarının en sık görülen rûhî şikâyet konusu, zekâ geriliğidir. Dünyâ Sağlık Teşkilâtı bunu, “zihin kâbiliyetlerinin eksik veya yetersiz gelişmesi” diye târif etmektedir.
Zekâ geriliğinin sebepleri:
1. İrsî (soyaçekim) zekâ gerilikleri: Hafif derecedeki zekâ geriliklerinin büyük bir kısmını bu grup meydana getirir. Anne ve babanın geri zekalı olması hâlinde çocuk da geri zekâlı olabilecektir. Alkolizm,toksikomani, aşırı yaşlılık buna etken olabilir.
2. Gebelik sırasında annenin ve bebeğin karşılaştığı tehlikeler, önemli birer sebep sayılabilir: Çocuğu düşürme denemeleri, özellikle hâmileliğin ilk üç ayında annenin kızamıkçık, çiçek, toksopalsmosis, kabakulak, kızamık, çocuk felci, su çiçeği, mikrobik sarılık, grip, boğmaca, tifüs, kızıl, sıtma geçirmesi gibi. Bu hastalıklardan birine yakalanan kadının, doğacak çocuğunun muhakkak geri zekâlı olması söz konusu değildir. Gebelikte röntgen çektirme, sigara ve alkol kullanma yine zekâ geriliğine sebep olabilir.
3. Doğum sırasında çocuğun beyninin zedelenmesi, beynin oksijensiz kalması yine önemli sebeplerdendir.
4. Dört-beş yaşına kadar beyin ve sinir sistemi hızlı bir olgunlaşma (tekâmül) hâlindedir. Bu olgunlaşmayı engelleyen sebepler (enfeksiyonlar, kafa travmaları ve zehirlenmeler), zekâ gelişiminin duraklamasına veya aksamasına yol açabilirler. Beynin, daha çok virüs adı verilen mikroplarla ortaya çıkan, ansefalit dediğimiz iltihâbî hastalığında hayâtî tehlikeleri olabilir. Hastalığı atlatanların bir çoğunda zekâ geriliği görülür. Küçük yaşlardaki boğmaca diğer bir sebeptir. Menenjit, ciddî kafa darbeleri, ağır orta kulak iltihapları, beyni etkileyen zehirlenmeler zekâ geriliğine yol açabilirler.
5. Beynin gelişmesini doğuştan veya erken çocukluk çağında engelleyen mühim sebeplerden biri de kafatasının yapı anormallikleridir. Mikrosefali (küçük beyin) bunun tipik örneğidir. Kafa içi sıvılarının basınç artması sonucu başın büyümesi ve gelişmekte olan beynin sıkışması şeklinde meydana gelen, hidrosefali denen hastalıkta zekâ geriliği oldukça sıktır. Bütün bunların dışında, kromozom anormallikleri yine irsî (soyaçekim) bir başka zekâ geriliği sebebidir. Mongolismus denen, Moğol ırkını andıran çocuklar, geri zekâlıların önemli bir kısmını meydana getirirler. Zekâları hafif veya orta derecede geridir. Normalde 46 olan kromozom sayısı 1 artarak 47 olmuştur. Daha çok ileri yaşlarda doğum yapan annelerin çocukları arasında da rastlanır. Zekâ geriliğinin sıralanması: Zekâ gerilikleri, zekâ bölümlerine göre şu şekilde sıralanır: IQ’su 0-25 olanlar ağır geridir (idio): Bütün zekâ faaliyetleri hemen hemen yok gibidir. Buna ilâveten birtakım bedenî gelişme kusurları da vardır. Kurumlarca korunması gerekir. Bâzı basit alışkanlıkları bile kazandırmak mümkün değildir. Bâzıları birkaç cümleyle konuşma öğrenebilir. Büyük kısmı konuşmaz. Çoğu tuvalet, beslenme alışkanlıkları kazanamaz. Büyük bir kısmında yürüme bile gelişemez. Çoğu erken yaşta ölür. IQ’su 26-50 arası olanlar orta geridir (embesil): Normal bir çocuğun kâbiliyetinin yaklaşık en fazla yarısı kadar kâbiliyeti gelişeceğinden, konuşmaları ve sosyal intibakları daha sınırlı ve geç olacaktır. Çok az bir kısmı 10-12 yaşından sonra basit okuma yazma öğrenebilir. Kelime hazineleri kıttır. Günlük yaşantıları için gerekli olan basit uyum ve alışkanlıkları kazanabilirler. Fazla sorumluluk taşımayan basit el zanaatlerinde veya tarla-bahçe işlerinde 13-14 yaşından îtibâren çırak niteliğinde çalıştırılırlarsa, işe uyum sağlayabilirler. Esâsen en doğru yol da budur. Çevrelerince geri oldukları kolayca fark edildiklerinden, alay konusu edilmemeleri, bilakis korunmaları, desteklenmeleri gerekir. IQ’su 51-75 arası olanlar hafif geridir (debil): Zorlukla da olsa ilkokul öğretimine başlayabilirler, bir kısmı okulu bitirebilir, bir kısmı ise okula hiç devam edemez. Bu seviyedeki gerilerin kendine mahsus, hafif ve yavaş ilerleyen eğitim programı çerçevesinde, özel alt sınıflarda eğitim görmeleri gereklidir. Büyük şehirlerimizin bâzı ilkokullarında böyle sınıflar vardır. Bu çocuklarda dikkat, muhâkeme, hâfıza, irâde zayıf gelişir. Fikir üretimi kıttır. Heyecanları değişken olup, telkine kolayca yatkın olduklarından gençlik ve yetişkinlik yaşlarında kolayca suça yönelebilirler, şaka kaldırmazlar. Geri oldukları kolayca fark edilemez, uyumsuzlukları terbiyesizlik sayılabilir. Yetişkin çağa vardıklarında 11-12 yaşındaki bir çocuğun zekâsına sâhip olabilirler. IQ’su 76-90 arası olanlar sınır zekâlıdırlar: Normalle geri arasındaki kişilerdir. Zekâ geriliğinin oranları: Bu bölümlenmeye göre, zekâ bölümü (IQ) 75’ten aşağı olan çocuklar geri zekâlı sayılır. Bunların çocuk kesimindeki oranı % 3 dolayındadır. Sınır zekâlılar ise % 10-15 arasındadır. Zekâ bölümü 90’ın üstünde olanlar normal zekâlılardır. Bütün geri zekâlıların yaklaşık % 75’i hafif, % 20’si orta, % 5’i ağır gerilerdir. Zekâ geriliğinde tedâvi: Şâyet bir çocukta zekâ geriliği ortaya çıkmışsa, bunun giderilerek tedâvisi mümkün değildir. Burada esas tedâvi, mevcut zekâ kâbiliyeti ile en yüksek verimde, çocuğun aktivitesini ve topluma uyumunu sağlayabilmek, mümkün olan seviyede öğretimini sürdürebilmektir. Yâni eğitimini yapmaktır. Psikomotor eğitim (yürüme, denge, koşma hareketleri, ince el becerileri) önceleri önemlidir. Konuşma eğitimi özel bir yer tutar. Ayrıca günlük hayatta gerekli olan bilgiler ve alışkanlıkların (beslenme, tuvalet, tehlikelerden sakınma gibi) kazandırılması gerekir. Bu uygulamalarda müsbetdavranış ve fiilleri teşvik, tasdik etme ve mükâfatlandırma, daha sonra da tekrarlayarak pekiştirme başlıca prensiptir. Menfi davranışlar engellenmeli ve doğrusu öğretilmelidir. Âile ile de işbirliği yapılarak, evdeki yaşayışın da tedâvinin paralelinde tesirini sağlamak gereklidir. Zekâ testleri: Zekâ testlerinden sık kullanılanlardan bâzıları şunlardır: Cattell Zekâ Testi: Kültürden arınmış bir testtir. Bütün toplumlara uygulanabilir. Üç çeşidi vardır: Birincisi 4-8 yaş arasındaki çocuklar ve debiller (hafif zekâ gerisi olanlar) için; ikincisi 8-12 yaş arası çocuklar ve bütün yetişkinler için; üçüncüsü yüksek seviyedeki genç ve yetişkinler için hazırlanmıştır. Sorulan soruların belli bir zaman içinde cevaplanması istenir. Alexander Pratik Zekâ Testi: Bu testle ilkokulu bitiren çocukların teknik kâbiliyetlerini ölçmek ve onları daha ileri sınıflara (özellikle sanat okullarına) yöneltmek maksadıyla hazırlanmıştır. Test aynı zamanda özel sınıflarda okutulması icab eden çocukların tespitinde çok işe yaramaktadır. Testte tahta kutulardan, boyalı küplerden çeşitli problemler çözülmesi istenir. PorteusLabiret Testi: Zekâ fonksiyonunun özel bir şeklini ölçer. Meselâ, bâzı vaziyetlerde temkinli davranmak, ileriyi görmek, çeşitli engellerden kendini korumak gibi. Bu test bilhassa bir insanın bugünkü hayâtındaki davranışlarda gösterdiği kâbiliyeti tespit eder. Binet-Terman Testi: Sözlü bir testtir. Okul, âile bilgisine ve kültürüne dayanır. Binet-Termantestinden bâzı örnekler:
Yaş 4:
1) Anlayış: “Ne yaparsın?”
-Uyku gelince
-Üşüyünce
-Acıktığın zaman
2) Dört rakamı ezberden tekrarlamak: -4-3-7-9 -4-8-5-6 -9-1-5-7
Yaş 7: 1) Farklarını söylemek: -Sinekle kelebek -Taşla yumurta -Tahtayla cam
Yaş 10: 1) Saçma cümleler: “Burada saçma olan nedir?”
a) Adamın biri diyor ki: “Öyle bir yol biliyorum ki, evimden şehre doğru yokuş aşağı, şehirden evime doğru da yokuş aşağı.”
b) Dün polisler vücûdu parçalara ayrılmış bir ceset buldular. Bu şahsın kendini öldürdüğü zannediliyor.
c) Bir mühendis diyor ki: “Trende ne kadar çok vagon varsa tren o kadar çabuk gider.”
d) Dün bir tren kazâsı oldu, fakat çok önemli değil, yalnız 48 kişinin öldüğü söyleniyor.
Yaş 12: 1) Benzeyişleri kavramak: “3 şey nasıl birbirine benzer?” a) Yılan, inek, serçe b) Kitap, öğretmen, gazete c) Yün, pamuk, deri d) Bıçak, kuruş, demir tel e) Gül, patates, ağaç
Binet-Terman zekâ testinin değerlendirmesi ise şöyle olur: 140 ve üstü deha 120-140 yüksek zekâ 95-120 normal zekâ 80-95 orta zekâ 70-80 aşağı zekâ 50-70 debil 20-50 impesil 0-20 idio
* KAYNAK :YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI
.
Akl-ı selim, insana doğruyu gösterir 03.12.2007
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, doğruyu eğriden ve faydalıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet yaratmıştır. Bu çok kıymetli kuvvete, akıl denmektedir. Şaşmayan, yanılmayan akla ise, akl-ı selim denir.
Akıl; selim akıl ve sakim akıl olmak üzere iki kısımdır. Bunların her ikisi de akıldır. Selim akıl, hiç yanılmaz, pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz ve düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Bunların aklına yakın, Eshab-ı kiramın, Tabi’in ve Tebe-i tabi’inin ve müctehid âlimlerin akıllarıdır.
Sakim akıllar ise, bunların tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılırlar. Hepsi üzüntüye, pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Akıl sahipleri, teorik yollar ve kaideler ortaya koyar. Zeki kimseler ise, bunların pratiğe tatbikini sağlarlar. Bunun için aklı ve zekayı birbirine karıştırmamalıdır. İslam âlimleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ insanda üç şey yarattı. Bunlar; akıl, kalb ve nefstir.”
Bunların hiçbiri görülmez. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dinimizin bildirmesi ile anlarız. Akıl ve nefs dimağımızda yani beynimizde, kalb, göğsümüzün sol tarafındaki yüreğimizdedir. Bunlar, madde değildir ve yer kaplamazlar.
İslamiyet’i bilen ve uymak isteyen akla, akl-ı selim denir. Aklı az olan, hep şaşıran kimseye ahmak, aklı hiç olmayana da mecnun denir.
Selim olan akıl, İslamiyet’in bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalb de, bunları yapmayı irade ederek, beyinden çıkan hareket sinirleri vasıtası ile, organlara yaptırır.
Nefs, dünya zevklerine, lezzetlerine düşkündür. Bunların iyi, kötü, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. İslamiyet’in yasak ettiği şeyleri yapmak, nefsi kuvvetlendirir. Nefs, kötü, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanarak, kötü huylu olmaması için, kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lazımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslam bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi, yani temizlenmesi de, İslamiyet’e uymakla olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Bu dünyada, her mahlukta, her şeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahır, gadab sıfatı tecelli etmektedir. Su, insanların, hayvanların, nebatatın yaşamaları, temizlik, yemek, ilaç yapmak için lazım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakta, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek, kışın ısınmak için lazım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. [Elektrik, çok yerde işimize yaradığı halde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir.] Her ilaç, bir derde deva olduğu halde, fazlası zararlı olmaktadır. Her şey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi, dünya ve ahiret için çalışmaları, sevap kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydaları için yaratmıştır. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hakim olup, zararlı arzularını önlemeleri için, akıl da yarattı. Akıl, insan beyni vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytandan ve nefsten kalbe gelen arzuları inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa akl-ı selim denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin faydalı, iyi, hangi şeylerin zararlı, fena olduklarını ve nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini tercih ederse, nefsin arzularını yapmayı irade etmez.
Kalb, İslamiyet’in iyi dediklerini tercih eder ve yaptırırsa, insan saadete kavuşur. İnsanın hareket organları, beynine, beyin de, kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb; his organlarından, akıldan, melekten, nefsten ve şeytandan gelen tesirlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile cihad-ı ekber olur. Nefs, insanların cihad sevabına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebep olmaktadır.”
Netice olarak, insanın doğruyu bulabilmesi için, akl-ı selim sahibi olması lazımdır. Buna kavuşabilmek için de, akl-ı selim sahipleri ile yani ölümü unutmayan, yüzünü ahirete çevirenlerle beraber olmalı, onların kitaplarını, hayatlarını okumalıdır. Din Büyüklerinin buyurduğu gibi:
“Kurtulmak için, kurtulmuş olanlarla beraber olmak lazımdır.”
Akıllı insan olmanın alâmetleri
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati: Ey oğul! Akıllı ol! Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Ey oğul! Önünde çıkılması ve geçilmesi pek güç bir basamak vardır. Orada yükü hafif olanlar ağır olanlardan daha kolay geçer. Üzerinden zorla geçenler çabuk geçenlerden daha zararlıdır. Bu basamağa ulaşan her insan ya Cennete veya Cehenneme gider. Bu menzile ulaşmadan önce kendi nefsine dön ve hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek. Oraya ulaşmada yolunu düzelt. Ölümünden sonra Allahı razı etmek için sana hiç fırsat verilmez.
Ey oğul! Yerin ve göklerin içinde bulunan her şeyi elinde tutan Rabbimiz, sana kendisinden istemek ve dua etme nimeti verdi. Duana icabet edeceğine de söz verdi. Sana bir şey vermesi için kendisine dua etmeni emretti. Ondan rahmet dile ki sana rahmet etsin. O, seninle kendisinin arasına bir perde koymadı ve seni korumak için başkasına teslim etmedi.
O seni ayıplamaz!
Ey oğul! Bir kötülük işlediğin zaman O’na dön ve tevbe et. O, kendine döndüğün için seni ayıplamaz. İşlediğin günahın cezasını vermekte acele etmez. Yaptığın suçu başkalarına bildirmez. Tövbe etmeni de zorlamaz. Günahları niçin işlediğin hakkında seninle münakaşa etmez.
Ey oğul! Allahın rahmetinden ümidini kesme. Ancak O, günahtan dönmeyi sevapla mükâfatlandırır. Kötülüğün karşılığını bir, iyiliğin karşılığını da on misli kabul eder.
Sana dönme ve tevbe kapısını açık bıraktı. O’na hitap edersen hitabını duyar, içinden bir şey istersen, ne istediğini bilir. O, gizliyi açık olan şey gibi bilir. İstediğini arz etmeden, içini Ona dökmeden dertlerini ve sıkıntılarını bildirmeden O bilir. İşlerinde muvaffak olmak için Ona sığın.
Ey oğul! Yapacağın işler senin ve dinin için hayırlı olsun. Sana günah yükleyecek işleri yapmaktan sakın. Mal yanında kalmaz, sen de malın yanında kalmazsın. Dünya için değil, âhiret için yaratıldın. Ölüm için yaratıldın, burada yaşamak için değil.
Ne zaman terk edeceğini bilmediğin bir menzildesin. Âhiret için kâfi derecede azık hazırlayabileceğin bir yerdesin. Âhiret yolunu tutmuş, gitmek üzeresin.
Nereye kaçarsan kaç, seni takip eden ölümden kurtulamazsın. Onun seni bir kötülük üzerinde iken yakalamasından ve tövbe etmemekten kork.
Şayet böyle bir şekilde yakalanırsan kendi kendini helak etmiş olursun. O zaman seni hiçbir kimse kurtaramaz. Ölümü çok hatırla. Bugün ele geçirmek için çırpındığın ve âhirette kendisinden hesaba çekileceğin şeyleri şimdiden düşün. Hesap için hazırlıklı ol.
Ey oğul! İnsanların dünyada uzun süre yaşamaları ve istedikleri gibi gezip tozmaları seni aldatmasın. Dünya, havlayan köpek ve vahşî hayvanlar gibidir. Birbirlerine saldırırlar. Zengin fakiri yer, büyük küçüğü ezer, kahreder.
Bazıları konaklamış kervanın hayvanları gibi bağlı, bazıları da bağından boşanmış, başıboş, sonu meçhul bir yolun yolcusu olmuştur ki, bunlardan birinci grup fakirler ve hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıflar; ikincisi ise, kuvvetli olanlardır.
Bil ki, bunlar sarp bir vadide bela ve âfete uğramış sürüler gibidir. Kendilerini güdecek bir kimse olmadığı gibi, bu vadiden kurtuluş yolunu gösterecek de yoktur.
Bunlar, dünya denizinin içine girerek dalgalarla ölüm kalım savaşı verdiler. Dünyayı bir kurtarıcı sandılar. Oynadılar, oynaştılar, fakat ondan sonrasını düşünmediler.
Bu gafletten uyanıldığı zaman cehaletin haktan gizlediği şeyler şüphesiz meydana çıkacaktır. Bütün insanlar bineklere binmişler, pek kısa bir zaman sonra da bu neticeye ulaşacaklardır.
İlim maldan hayırlıdır!
Ey oğul! Her isteyen isteğine kavuşamayabilir. Her kötülük işleyen de mahrum olmayabilir. Bir kötülük seni en üstün mertebelere ulaştıracak olsa bile kendi nefsini ondan alıkoy. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. İnsan, malı kendisini korumak için toplar. Fakat malı toplarken kendini onun yolunda harcamaktan sakın. Aksi takdirde kaybettiğin şey topladığından çok daha hayırlı ve iyidir.
Allah ile aranda bir perdenin olmasını istemiyorsan açgözlülükten sakın. Tamahkârlık seni felâkete götürür. Sen kendine düşen payı idrak edebilir ve ona uyabilirsin. Allahtan gelen az da olsa kullardan gelen çok şeylerden daha iyidir.
Ey oğul! Ahmak adamın seninle irtibatı kesmesi, akıllıya kavuşmaya denktir.
Ey oğul! Susarak kaçırdığın bir şeyi telâfi etmek konuşarak gücendirdiğin bir kalbi tamir etmekten daha kolaydır. Tulumdaki suyu muhafaza etmek, ağzını sıkı bağlamakla olur...
İslamiyette aklın ve naklin yeri
Yaklaşık iki asırdır bu konu tartışılır. Batılı felsefeciler ve Hıristiyan din adamları her fırsatta,”akıl” meselesini gündeme taşırlar. Geçenlerde Papa 16.Benediktus’un, Peygamber efendimizi ve dinimiz İslamiyeti hedef alan sözlerinde de yine bu konu dile getirildi. Bu konuşmasında Papa özetle, İslamiyetin bir şiddet dini olduğunu, Peygamber efendimizin dini şiddet ile yaydığını ve İslamiyette aklın yeri olmadığını iddia etti. Şimdi, kısaca aklın dinimizdeki yerini bildirelim.
İslamiyette aklın yeri yoktur, demek açık bir iftiradır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde pek çok yerde, “Akletmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi ifadeler geçmektedir. Peygamber efendimizin de aklın önemini anlatan sayısız hadisi vardır. “Aklı olmayanın dini yoktur.” , “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.”, “Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” , “Akıl imandandır.” , hadis-i şerifleri bunlardan birkaçıdır.
Görüldüğü gibi dinimizde aklın çok önemli bir yeri var. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, kitaplara âlimlere lüzum kalmazdı..
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile yani vahiy ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir. Ahıret bilgileri, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Fen bilgilerinde ise, akıl ve tecrübe esas alınmıştır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, tevil edilerek akla uygun olarak açıklanır.
Şimdi gelelim, Papa’nın niçin böyle bir konuşma yaptığı konusuna: Birincisi, Müslümanları şiddet yanlısı göstermek. İslam karşıtlığında birliği sağlamak, haçlı zihniyetini canlandırmak.
İkincisi, “akıl” konusunu ortaya atarak demek istiyor ki, “Biz nakli yani vahyi atıp, her şeyde aklı, felsefeyi esas aldık, dinde reform yaparak bu güce ulaştık. Siz de böyle yaparsanız, vahyi terk edip, sadece aklı esas alırsanız sizler de gelişirsiniz.”
Aslında bu söylediğine kendisi de inanmıyor. O da biliyor ki, Batı’nın gelişmişliği ile Hıristiyanlığın hiçbir ilgisi yok. İslam aleminin geri kalmasının da İslamiyetle bir ilgisi yok. Gelişmişlik, gelişmemişlik insanların çalışması ve yaşayışıyla ilgili bir mesele! Papa da bilir ki, asıl aklın yeri olmadığı din bugünkü Hıristiyanlıktır. Teslis, yani üçlü ilah inancı, her doğan masum yavrunun günahkar kabul edilmesi, para karşılığı günahların affedilmesi gibi daha nice akla, mantığa ters inaç var Hıristiyanlıkta.
İnanmadığı halde niçin söylüyor? Müslümanların dinlerini sorgulamasını istiyor. İKT, Ezher, Diyanet ve daha birçok dini kuruluş, şimdi bu konuda Papa’ya cevap hazırlığında. Cevapları da, nakle önem vermeyen Batı yanlısı ilahiyatçılar hazırlayacağından nakilden yana değil akıldan yana bir tavır sergilenecek. Bu cevaplar, tartışılacak, kafalar karıştırılacak, böylece Papa’nın istediği gibi, İslam aleminde vahy inancı sarsılacak, akılcılık ön plana çıkacak. Nihayet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, tarihselcilik öne çıkartılacak, din akla göre yeniden yorumlanacak, sorgulacak; ortaya İslamiyetle ilgisi olmayan fakat adı İslam olan bir din ortaya çıkacak. Batı’nın, Papa’nın da en büyük arzusu da bu zaten. (Yarın da, İslamın şiddet dini olduğu iftirasına değinelim inşaallah)
Müslüman olmada zorlama yoktur
Dün, aklın ve naklin dinimizdeki yerinden kısaca bahsetmiştik. Papa’nın ezeli İslam düşmanlığını yansıtan konuşması bir bakıma faydalı da oldu, denebilir. Çünkü Müslümanların uyanmalarını, gerçeği görmelerini sağladı. Bundan önceki Papa 2. John Paul’un Müslümanlara sinsice yaklaşımları, İslam alemine yönelik sözde hoşgörü ve barış mesajları Vatikan’a, Papalığa karşı bir sempati uyandırmıştı. Hıristiyanlığın da hak din olduğu, mensuplarının Cennete gideceği iddiaları yayılmaya başlanmıştı. Çok şükür Diyanet’in, “Hak din sadece İslamiyettir, diğer dinler batıldır, geçerliliği kalmamıştır” açıklaması ve hutbelerde bu konuya geniş yer verilmesi Vatikan’ın bu sinsi oyunu bozdu.
Aslında bundan önceki Papa’nın İslam düşmanlığı şimdikinden daha fazlaydı. Müslümanların Hıristiyanlara karşı 14 asırlık bakışını, inancını değiştirmek, böylece İslamiyeti içerden yıkmak için dostmuş gibi göründü. Yeni Papa’nın son çıkışı ile, “Küfür tek millettir” hadis-i şerifinin hükmü bir defa daha tecelli etti. Müslüman alemi, Hıristiyanlaların Müslümanlara bakışında değişiklik olmadığını, düşmanlıkta azalma değil artma olduğunu, bunlardan dost olamayacağını açıkca anladı. İmanın alameti olan “Hubbi fillah ve Bugd-ı fillah” inancını tazeledi.
Dün, bugün için, İslamiyette zorlamanın, şiddetin olmadığından bahsedeceğiz, demiştik. İslamiyette şiddet, zorla Müslüman yapma olsaydı, bugün Ortadoğdu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da hiçbir gayrimüslimin olmaması lazım gelirdi. Müslümanlar, geçmişte bu bölgelerde bunu yapacak güçteydiler, hiçbir devlet gücü buna mani olamazdı. Buna rağmen, bunlara din değiştirmeleri için zorlama yapılmadı, sadece İslamiyet tebliğ edildi, Müslüman olan oldu, olmayan korkusuzca dinini yaşamaya devam etti.
Buna karşılık Hırisityanlar ne yaptı? Avrapa’ya insanlığı, Medeniyeti getiren ve İspanyada 800 yıl hüküm süren Endülüs devletini yıkıp, Müslüman olan halkı Hıristiyan olmaya zorladılar, kabul etmeyenleri bir kişi kalmayana kadar katlettiler. Müslümanlıktan iz bırakmadılar. Sadece Müslümanları değil, Yahudileri hatta farklı mezhepten olan dindaşlarını bile hunharca katlettiler.
Sadece Endülüs mü ne gezer? Haçlı seferlerinde, İstanbul’da yüz binlerce Ortodoks Hıristiyanı, Kudüs’te yüz binlerce Müslümanı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçiren onlardı. Roma meydanında insanları diri diri yakan da onlardı. Bunların hepsinin arkasında da Vatikan vardı.
Müslümanlar arasındaki Hıristiyanlar ise, Peygamber efendimiz zamanından beri her devirde, devlete baş kaldırmadıkça, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içinde yaşamışlar, Müslümanlar her zaman onların hakkını hukuku korumuş, hatta gayrimüslimin hakkı Müslüman hakkından daha önemli tutulmuştur. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Mesela, Belgrad’ın fethinde Şeyhülislam, yerli halka zarar verilmemesi için padişahın karşısına dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allaha veremeyeceğini, halkın kendisine Allahın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahtan askerin halka zarar vermesine mani olmasını istemiştir.
Bursa müzesi arşivinde ise ikiyüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında şöyle ibretli bir hadise anlatılıyor: Altıparmak’ta bir Yahudinin arsasına câmi yapılıyor. İş mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahûdiye ait olduğu anlaşılınca mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karâr veriyor.
Adâlete bakınız! Bütün bunlar, gerçek ahlâkın, yüksek ahlâkın eseridir. Bu yüksek ahlâkın kaynağı da Resûlullah efendimizdir.
Akıl, kalb, nefs ve beyin
Sual: Akıl, kalb, beyin ve nefsin görevleri nelerdir? Yerleri neresidir ve bizi idare eden beyin mi kalb midir?
CEVAP: Allahü teâlâ insanda görülmeyen üç şey yarattı: Akıl, kalb ve nefs. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dinimizin bildirmesi ile anlıyoruz. Akıl ve nefs beynimizde; kalb, yüreğimizdedir. Buralarda bulunmaları, elektriğin ampulde bulunması gibidir. Enbiya ve evliya hariç, herkesin nefsi, çok kötüdür, kâfirdir. Bu kötü nefse, (nefs-i emmare) denir. Kötülüklere sürükleyen nefs demektir, insanın en büyük düşmanıdır. Daha sonra kötü arkadaş ve şeytan gelir.
Şeytan, verdiği vesveseye uyulmadığını görünce, bundan vazgeçer, başka bir vesvese verir. Şeytan köpeğe benzer, kovalanınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs-i emmare ise kaplana benzer, saldırması ancak öldürmekle biter, ölünceye kadar yakamızı bırakmaz. Bir âyet meali:
(Nefs-i emmare, elbette günahları, kötülükleri emreder.) [Yusuf 53]
Edeb-üd-dünya isimli kitaptaki ha-dis-i şeriflerden birkaçının meali şöyledir:
(İnsanın en kuvvetli düşmanı nefsidir, sonra çoluk çocuğu gelir.)
[Deylemi]
(Asıl kahraman, nefsini yenendir.) [El-Askeri]
(Aklın alameti, nefse galip gelmek ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir.) [Tirmizi]
Akıl, beyin vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytan ve nefsten kalbe gelen arzuları inceleyip, iyilerini, kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa Akl-ı selim denir. Akıl, nefsin isteklerini Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini tercih ederse, nefsin arzularını yapmayı irade etmez. Yani beyin vasıtası ile, hareket uzuvlarına bunu yaptırmaz.
Kalb, dinimizin iyi dediklerini, seçip yaptırırsa, insan saadete kavuşur.
İnsanın hareket organları, beynine, beyni de kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, beyin vasıtası ile his organlarından ve ruh vasıtası
ile taraf-ı ilahiden ve akıldan, melekten, hafızadan, nefsten ve şeytandan gelen tesirlerin toplandığı bir merkezdir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kalb, organların hükümdarıdır. Hükümdar iyi olunca emrindekiler de iyi olur. Bozuk olunca emrindekiler de bozulur.) [Beyheki, İbni Adiy]
Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile (Ciha-d-ı ekber) olur. Allahü teâlâ cihad edenlere, Cennette yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Bir âyet meali:
(Allah’tan korkup, nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer, muhakkak Cennettir.) [Naziat 40, 41]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(En üstün cihad, Allah yolunda nefsle yapılan cihattır.) [Ebu Davud, Taberani]
Nefs, insanların cihad sevabına kavuşmalarına meleklerden üstün olmalarına sebep olmaktadır.
Akıl edesiniz diye!..
Sual: Bekara, 63, 242, Nisa 82, Kehf 54, Zuhruf 3. âyetleri düşünen kimselerin Kur’anı anlayacaklarını açıkça bildirmiyor mu?
CEVAP: Bildirilen âyetlere bakalım:
(Akıl edesiniz diye, onu Arapça bir Kur’an yaptık.) [Zuhruf 3]
Burada vurgulanması, düşünülmesi gereken şey, Kur’an niye Arapça indi? Arapça’nın diğer dillere göre bir özelliği vardır. Maksadı en iyi şekilde anlatabilen bir dildir. Bu âyetin tefsiri şöyledir:
Kur’an-ı kerimi herhangi bir dil ile değil, en geniş, en açık, en ahenkli olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, Müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhi bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.
Demek ki âyetteki akıl etmek, bunun ilâhi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkâmını anlamak değildir. Ahkamını herkesin anlaması mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44)
(Hani [Tevrat ile amel edeceğinize dair] sizden sağlam söz almıştık; Tur dağını da, üstünüze kaldırıp, “Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın, içindekilerden gafil olmayın, onları hatırlayın” demiştik.) [Bekara 63]
(Akıl edesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır.) [Bekara 242]
Bundan önceki âyetlere bakıyoruz. Evlenme, boşanma ile ilgili bilgiler veriliyor. Kimlerle evlenilir, kimlerle evlenilmez gibi birçok husus Kur’an-ı kerimin çeşitli yerlerinde bildiriliyor. Allahü teâlâ, (Ne yapmanız gerektiği bildiriliyor. Bu emirlere uyun) buyuruyor.
(Hâlâ Kur’anı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilseydi, mutlaka onda birçok çelişki bulunurdu.) [Nisâ 82]
“Anlayamadınız mı?”
Bu âyette Kur’an-ı kerimi Resulullahın yazmadığı, Allah tarafından indirildiği vurgulanmak isteniyor. Allah tarafından indiğini hâlâ anlayamadınız mı deniyor. Yoksa âyetlerden herkes hüküm çıkarabilir denmiyor.
(Biz bu Kur’anda insanlar için misallerin her çeşidini açıkladık. Ama insan cedele [münakaşaya] çok düşkündür.) [Kehf 54]
Bundan önceki âyetlerde, müşriklerin Cehenneme gideceği, son pişmanlığın fayda vermeyeceği gibi örnekler veriliyor. Allahü teâlâ, (Biz size ahirette nelerle karşılaşacağınızı açıkça bildiriyoruz, ama insanoğlu düşmanlıkta çok ileri gidiyor) buyuruyor. Bu dünyadan sonra Cennetin Cehennemin olduğu açıkça bildiriliyor. Yoksa Kur’anda her şey açıktır, çoban da her şeyi anlar, istediği gibi hüküm çıkarır denmek istenmiyor.
Akıl ve din
Sual: Bir arkadaş, “Ben ateist değilim ama, dine inanmak için peygambere ve kutsal kitaba ihtiyaç var mı? İnsan akıl yoluyla Allahın varlığını anlar ve onun emirlerini yerine getirebilir. Çünkü aklın yolu birdir, diye düşünüyorum” diyor. Bu mümkün mü?
CEVAP: Hiç mümkün olur mu? O zaman hâşâ, Allahü teâlâ, peygamberleri ve kitapları lüzumsuz yere mi göndermiş oldu? Allah’ın emirlerinin ne olduğu nereden bilinecek? Mesela en önemlisi iman nedir? İmanın esasları nelerdir? Bu bilinmedikçe nasıl iman edilir ki? Namaz, zekat gibi emirler zaten bilinemez. Ama imanı bile bilmek imkansızdır. İmanın altı esası bildirilmeden nasıl bilinir ki?
Hatta, insan kendisini de bilemezdi. Kimdir, ihtiyacı nedir, saadeti felaketi nededir? Ne yapacak, ne yiyip içecek, niye yaratıldı, başına neler gelecek, bunların hiçbirisini bilemezdi. Peki, bunları bilemeyen insanın hayvandan ne farkı kalırdı?
Aklın yolu bir olsa idi, dünyadaki insanlar hep aynı inanışa sahip olurlardı. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
İnsanların yaratılış gayesi
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.
Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun.
Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir.
Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma.
Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun mâlâyani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır.
Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar.
Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım” diye kıl.
Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç.
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı.
Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir.
Hastalıklar, mü’minlere, îmânı olanlara Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşîdir (güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azâba mâruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.
Akla olan ihtiyaç
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu?
CEVAP: Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur’ana] ve Resulüne [Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allah’ın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)}
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] {Bilmeyenin âlimlere sorması Allah’ın emridir.}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim Allah’ı en iyi tanıyor ki, ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım) buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.}
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullahın ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birisine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
Akıllı kimdir?
(Akıllı olan, Allaha ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
Selim akıl
Sual: Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz deniyor. İctihadda yanılmak bundan farklı mıdır?
CEVAP: İctihadda yanılmak, farklıdır. Eshab-ı kiram, Resulullah efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları, hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi.
Hayrın şerrin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğu gibi, Peygamberlerini yanıltan da Allahü teâlâdır. Resulullah efendimiz bir namaz kılarken yanılıyor. Sonra, (Yanıltıldım, unutturuldum) gibi ifadelerle cevap veriyorlar. Bir dini hükmün ortaya çıkması için, Allahü teâlânın yanılttığı veya unutturduğu meydana çıkıyor.
Esirlerin öldürülmesi olayında da, Resulullahın amcası Abbas ve daha bazı esirler daha sonra Müslüman oldular. Sadece Hazret-i Abbas’ın soyundan binlerce âlim, büyük zatlar geldi. Eğer öldürülmüş olsaydı, bu nesil gelmeyecek ve kendisi de Cehennemlik olacaktı. Buradaki yanılmanın ne kadar rahmet olduğu meydana çıkıyor.
Aklın tefsiri
Sual: Bazı kimseler, (S.Ebediyye’de, insan, cin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabileceği yazıyor. Peygamber de insan olduğuna göre, nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir?
CEVAP: O yazı, Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S.Ebediyye’den okunursa mesele anlaşılır. Yazıda akıl, selim akıl ve sakim akıl diye ikiye ayrılıyor. Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için, yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de, yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği, aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl, sakim akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde, asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte, muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
Akılla izah etmek
Sual: Allahü teâlânın varlığını ve dinimizin hükümlerini daha iyi anlamak ve kalbimizin tatmin olması için, bunları akılla izah eden kitapları okumak gerekmez mi?
CEVAP: İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kalbi itminana kavuşturan tek yol vardır. Bu da, Allahü teâlâyı zikretmektir. Akılla, kalb itminana kavuşamaz, yani tatmin olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Biliniz ki, kalbler ancak zikirle itminana kavuşur.) [Rad 28]
Allahü teâlânın ismini söyleyip onu hatırlarken, onunla bir bağlılık kurulamaz; ama hatırlayanla, hatırlanan arasında, az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin, kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itminan hâsıl olur. Kalbde itminan hâsıl olması, insanı sonsuz saadetlere kavuşturur. (1/92)
Burada delil aramanın yeri yoktur; çünkü Allahü teâlânın varlığı meydandadır. Meydanda olmasında hiç şüphe yoktur. Her şeyden daha açıktır. Ancak, kalbi hasta, gözünde perde olan anormal kimse göremez. Her şey, açıktaki beş duyumuzla anlaşılır. Hepsinin varlığı, Allahü teâlâdandır. (1/247)
Aklın Peygambere kolay inanması, kalbde tam iman hâsıl olması için, en yakın yol Allahü teâlâyı zikretmektir. Böylece tam imana kavuşur. Düşünerek, akılla ölçerek bu yüksek makama kavuşmak çok güçtür. Dinî hükümleri kendi aklıyla anlamak isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. (1/214)
Akıl hakkında birkaç kelime...
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Zîrâ akıl, göz gibidir; İslâmiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık.
Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek de yanlıştır. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirir. Peygamber, ilaçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabip gibidir. “Peygambere lüzûm yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
Akıllı kimselerin fazileti
Akıllı kimseler hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî)
“Aklı olan kimse îmân eder.” (Beyhakî)
“Aklı olmayanın dîni de yoktur.” (Ebu’ş-şeyh)
“Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.” [İmâm Gazâlî]
“Kişi, ilmi ve aklı sâyesinde kurtulur.” [Deylemî]
“İnsanların yaptıkları hayırların mükâfâtı, akılları nisbetinde verilir.” [Ebuşşeyh]
“Akıllı, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.” [Tirmizî]
“Akıllı, Allahtan en çok korkan, O’nun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.” [İbn-i Muhber]
“Ahmak” ta’bîri hakkında:
Aklı az, görüşü kısa olan kişiye “ahmak” denilir. Sırrî Sekatî’nin de (kuddise sirruh) bir ahmak tarîfi vardır: “Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır.”
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de: “Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte: “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler” buyurulmuştur. (Berîka)
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: “Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.” “Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister.”
Hazret-i Îsâ aleyhisselâm da: “Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurmuştur.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in şu tavsiyesi de çok câlib-i dikkattir: “Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur.”
Büyük İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri: “Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” (İbn-i Hibbân)
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) efendimiz, dirilmeye inanmayan bir ateiste:
“Biz inanıyoruz. Diyelim ki senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibâdet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru ise -ki kesinlikle öyledir- sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın” buyurmuştur.
? İhtiyâtlı ve tedbîrli olmak
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak, İslâmiyet’e göre ise, Cehennem’de sonsuz azâp görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini yanî îmânı seçer.
Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, âhiret hayâtı, bir ihtimâl değil, apaçık bir gerçektir. 6 “Ülü’l-azm” peygamber, 313 “Resûl” ve 124.000’den fazla “Nebî” âhiret hayâtının varlığını bildiriyorlar. 100’ü küçük, 4’ü büyük olmak üzere 104 semâvî kitapta da şeksiz-şüphesiz bir tarzda Cennet ve Cehennem’in mevcûdiyeti bildirilmiştir.
O hâlde azıcık aklı ve ilmi olanın, Allah’a, Kitâba, Peygambere ve âhirete inanması gerekir. İnanmamak, ahmaklık olur.
Başına gelecek işlerden dolayı bir tedbîr almayan, istikbâlini düşünmeyen kimseye akıllı denir mi? Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, ihtiyâtlı, tedbîrli olmak mı akıl kârıdır, yoksa sonsuz tehlikeyi göze almak mı?
Akıl ile vahyin kısa bir mukâyesesi
Son zamanlarda, bazı kimseler, akıl ile vahyi kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî ve gelişigüzel sözler söylemektedirler. Bu münâsebetle biz, bu makâlemizde, birer nebze “akıl” ile “vahiy”den bahsedeceğiz.
Aklın mâhiyeti
Cenâb-ı Hak, diğer vücûd uzuv(organ)larımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle ma’neviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhirette râhat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sâdece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhiret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Vahyin tarifi ve vahiy şekilleri
Allahü teâlâ, bütün dünyâya, en son Peygamber olarak ve kıyâmete kadar da değiştirmemek üzere, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her Peygamber gibi son “Nebî” ve “Resûl” olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Şimdi gelelim “Vahy”e: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “Vahiy”, ilmî bir ıstılâh (terim) olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde Peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün Peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâîl aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan çok güzel yüzlü olan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi; bu durumda Resûlullah Efendimiz, meleği görmezdi. Cebrâîl aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Başka vahiy şekilleri de vardır. Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber Efendimize vahyetmiştir. Meselâ böyle bir hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur; Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah Efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazîfelendirdiği kâtiplerine yazdırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi, aynı anda birçok kimsenin yazdığı da olurdu.
İlk gelen vahiy
Peygamber Efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke-i mükerreme’deki Hırâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâîl aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir; insan(lar)a bilmediklerini öğretir” meâlindeki “Alak sûresi”nin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah Efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen, benim, insan ve cinnîlere Peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.”
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm, takrîben 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada indirilmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim “A’lâ sûresi”nin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâîl’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz, kendisine gelen âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine de yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur; bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrâr ederdi. Resûlullah Efendimizin âhirete teşrîf edeceği sene iki kere gelip tamâmını okudular.
Aklın mâhiyeti
Son zamanlarda, bazı basın organlarında, medyada akıl ile vahiy mukayese edilmiştir. Bu münâsebetle biz, bu makalemizde, çok kısa olarak “akıl” ve “vahiy”den bahsedeceğiz.
Cenâb-ı Hak, diğer vücud uzuvlarımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. İyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl, yalnız başına ma’neviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların akıldan faydalanmaları için, Peygamberleri, din ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Girdâba düşebilirler
Sadece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Dinimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Allahü teâlâ, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, en son Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber gibi son nebî ve resûl olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Vahyin tarifi ve şekilleri
Şimdi gelelim vahye: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “vahiy”, ilmî bir terim olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyaya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâil aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi. Bu durumda Resûlullah efendimiz, meleği görmezdi. Vahiy ba’zan sâdık rü’yâ ile, ba’zan da dehşet saçan bir uğultu ile gelirdi. Vahyin Sevgili Peygamberimize en ağır ve çetin geleni bu sonuncu şekil idi. Böyle hâllerde Resûlullahın, en soğuk günde bile mübârek alnından terler dökülür, deve üzerinde ise, vahyin ağırlığından deve yere çökerdi. Yanında bulunan sahâbîler de vahyin ağırlığını hissederlerdi.
Cebrâil aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber efendimize vahyetmiştir. Bu hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur. Meselâ Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazifeli olan kâtiplerine yazdırırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi aynı anda birçok kimse yazardı. Makalemizin sonuna doğru bazı vahiy kâtiplerini zikredeceğiz.
Peygamber efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke’deki Hirâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı! Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen benim insan ve cinnîlere peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.
Sevgili Peygamberimize peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada inmişlerdir.
Onları ezberlerdi
Resûlullah efendimiz kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim A’lâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah efendimiz kendisine gelen âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi.
Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur. Başlıcaları şunlardır: Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Âmir b. Füheyre, Amr b. Âs, Muğîre b. Şu’be, Abdullah b. Revâha, Hâlid b. Velid, Huzeyfe b. Yemân, Muâviye b. Ebî Süfyân, Zeyd b. Sâbit, Übey b. Ka’b, Abdullah b. Sa’d. Görüldüğü üzere bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okudular. İnşâallah diğer bir makalemizde Kur’ân-ı kerimden genişçe bahsederiz.
Aklı maksada uygun kullanmak
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz.
İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı.
Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı.
İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa:
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz.
Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır.
Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık.
Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.
Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Aklımızın kapasitesi
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır.
Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.
Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı.
Aklın dindeki yeri
“Aklım almazsa Allaha da inanmam” diyenleri işitiyoruz. Akla bu kadar önem vermek çok yanlıştır.
Önce aklın ne olduğunu açıklayalım. Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmıyan akıl, bazan doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez. İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilmleri de farklıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Selim olmıyan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile’ye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allahın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Hâlbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allaha ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, anlıyamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır. Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla isbata kalkardı. Allahın varlığını, birliğini 99 delil ile isbat eder ve hep bu konu üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedani hazretlerine birşey sordu. O da, (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince, hıristiyan oldu. Hıristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allahın 3 olduğunu isbata kalkıştı.
Dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz.Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba iman ederler) buyuruyor. Resulü de, (Dini aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu.
Din akla değil nakle dayanır!
İslâm alimleri zamanlarındaki bütün fen bilgilerini okuyup öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde nakle uyarak doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. Dini bilgilere felsefeyi sokmamışlardır. Bunun için İslam âlimlerine felsefeci denilemez.
Çünkü, felsefeciler, kendi başına hakikatı bulması mümkün olmayan, kendi kısa aklının esîri, mahkûmu zavallı kimselerdir... Hiç böyle bir kişiyi İslâm âlimiyle kıyaslamak mümkün mü?
Felsefeciler aklın dar kalıbında sıkışıp kalmış kimselerdir. Zaten, bunun için gerçeğe ulaşamamışlardır. Çünkü aklın ve rûhun mahiyetini bilmezler. Bunlar bilinmezse neticeye varılamaz. Netice zarar ve hüsran olur. İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler dine felsefeyi soktukları için kendilerine ve arkalarından gidenlere büyük zarar vermişlerdir.
Mesela, Farabi nübüvveti rüya olarak gördüğü için Filozofu peygamberlerden üstün tutmaktadır. İbni Sina ise peygamberlerde üç özellik bulunduğunu bunlara sahip olan herkesin peygamber olabileceğini söylemektedir. 1- Peygamber ilahi veya başkasından öğrenim görmeden ilme nail olur. 2- Bilgisini nefsinde hayal eder, nurani şekiller görür, tıpkı rüya gibi, kendinde sesler duyar. 3- Kendisinde faal bir kuvvet vardır. Onunla garip şeyler. (Mucizeler) gösterir. Bunlar sihirbazların gösterilerinden farklı değildir. (Kitabün nübüvvet, 4, 22, 168, 210)
İbni Sina ve bununla beraber olan diğer felsefeciler, Hz. Peygamberin bildirdikleri kendi düşüncelerine ters olunca, Hazret-i Peygamberin hayal ile söylediğini iddia ederek, gördükleri bu halleri halka vahiy olarak bildirdiklerini, peygamberi haşa insanları aldatan bir münafık olarak takdim ederek ağır küfür ve cehaletin içine düşmüşlerdir (Mearücül vusul 181)
Şu tespitler de felsefecilerin dinden ne kadar uzak olduğunu göstermesi bakımından ibretlidir:
“Müslümanlar arasında musiki yoktu. Hicri 2. asrın sonlarına kadar, tasavvufçular arasında def, ney, dümbelek, raks gibi şeyler bulunmuyordu. Dört mezheb imamına göre eğlence, müzik aletleri külliyen haramdır. Böyle olduğu halde, bu bidata, bu harama teşvikte bulunanlar olmuştur ki, bunlar: İbnür Ravendi, Farabi, İbni Sina gibi zındıklardır” (Mecmuül fetava, XI.570)
“İbni Sina, Putperest Aristo’nun vezirlik yaptığı Makedonyalı İskender’i Kur’an-ı kerimde geçen Zülkarneyn olarak takdim etmiştir.” (Mecmuül fetava, XI.171,172)
“İbni Sina, harika bir zekaya sahipti. Kısa aklı peşinde gidip Hz. Peygambere muhalefet etmiş bir filazoftur.” (Tarihül islam, XXIX 232)
İbni Teymiyye’nin talebesi olup onun gibi bozuk fikirlere sahip El Cevziyye de bu felsefecilere şiddetli tepki göstermiştir. Hulagu’nun veziri Nasureddin Tusi’den bahsederken şöyle söylüyor: “Tusi, mülhidler (Dinsizler) için medreseler yaptırdı ve mülhidlerin imamı İbni Sina’nın İşarat kitabını Kur’an’ın yerine koymak istedi, ama buna muktedir olamadı.” (İğasetül lehfan, 370)
Aklımız yalnız başına ahıret bilgilerini anlayamadığı için Allahü teâlâ peygamberleri gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bu yolu bulamaz, o zaman da bir işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun için İslam âlimleri, Resûlullahın ve Eshâb-ı kiramın bildirdiklerine uymuşlar, felcefecilerin bunlara uymayan fikirlerini delilleriyle reddetmişler, böylece İslâm dînini, Hıristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır.
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri
Son yıllarda çok kimse, “İslamiyet akıl ve mantık dinidir” deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar.
Bunun için Kur’an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur.
İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir.
Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir.
Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır.
Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
Yaratılan yaratanı anlayamaz!
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır.
Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilir.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu.
Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlayamadılar.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu...
Câhil kimselerin alâmetleri
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
Akıllı kimselerin alâmetleri
Dün cahil, ahmak kimselerin özelliklerinden bahsetmiştik. Bugün de akıllı kimselerin alâmetlerinden bahsedelim...
Hikmet ehli zatlar akıllı kimselerin özelliklerini şöyle bildirmişlerdir:
Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir.
Akıllı, ileriyi gören, düşünen, zararını kârını bilen sonunda pişman olacağı işi yapmayan kimsedir.
Akıllı kimse, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır.
Akıllı, şehvetten kendini koruyan, âhireti dünya ile değişmeyendir.
Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhiretinin ıslâhı için çalışır.
Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıp işlerden uzak durur. Günâhlarını tövbe ile örter.
Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir.
Akıllı kimse, dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
Akıllı kimse, kendisine bir şey söylendiği zaman, söyleyenin sözü bitmeden, cevap vermez. Cevapta acele etmez. Soruyu dikkatle dinler, soru bittikten sonra düşünüp öyle cevap verir. Önce düşünür, sonra söyler. İhtiyaç olmadan konuşmaz.
Akıllı kimse, adımını atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar.
Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.
Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbîrli olur.
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü, bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur.
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikrâm görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermâyesi yoktur.
Bir kimse, öldükten sonra, malının zamanın en akıllı olanına verilmesini vasiyet etse, dünyaya düşkün olmayana vermek lazımdır. Çünkü onun dünyaya kıymet vermemesi, aklının çok olduğunu gösterir.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseleri şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir”
“Akıllı ve tedbirli kimseler, yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulundukları ânı en iyi değerlendiren, bu yolda gayret sarf edenlerdir.”
“Akıllı kimse için dört saat vardır: Biri Rabbine yalvardığı saattir. İkincisi kendi nefsini hesâba çektiği saattir. Üçüncü saat, Allahü teâlânın kudretini kâinâtta görüp hissettiği, tefekkür ettiği saattir. Dördüncü saat ise, yiyip içtiği saattir.”
“İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur.”
Akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. Ya öğretir, ya öğrenir!
Akıl nimeti...
Akıl, büyük nimettir ancak, tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Aklımızın ermediği şeyler pek çoktur...
Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur...
Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez.
Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle... Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi...
ONLAR BİLDİRMESEYDİ!..
Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O’nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..
Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü’yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir.
Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı...
Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu.
Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; “Nuh kavmi peygamberleri yalanladı” ifadesi kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti...
Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı “peygamberleri inkâr ettiler” ifadesi Kur’an-ı kerimde geçer.
Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:
1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek, O’ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek.
2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik?
3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O’nu tanıyıp O’na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.
4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik.
EN GÜZEL ÖRNEK!..
Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik?
Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar. İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi davranmamızı mümkün kılmaktadır.
En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam).
O’nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır...
Ahmak nefsinin peşinde koşandır 25.07.2005
Aklı az olup hep şaşıran kimseye, Ahmak denir. Aklı hiç olmayan kimseye ise, Mecnun denmektedir. Ayrıca, aklı az ve kötü huylu olana da Ahmak dendiği kitaplarda yazılıdır. İbn-i Semmak hazretleri; "Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennemden kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir" buyurmuştur.
Ahmaklık; iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama, aklın az, anlayışın kıt olması hâlidir. İmam-ı Gazali hazretleri; “Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler” buyurmuştur.
Akıllı kimse, yapacağı herhangi bir işin neticesini bilir ve buna göre adımını atar. Bu sebeple Peygamber efendimiz; (Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır) buyurmuşlardır. Akıllı kimse, ölümü ve ahireti unutmaz, nefsinin esiri, kölesi olmaz. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmediği gibi, gadabından da korkar. Hadis-i şerifte; (Akıllı, kendini kontrol edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da nefsinin arzuları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümit bağlayan kimsedir) buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
“Akıllı o kimsedir ki, nefsine hakim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Aciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hakim-i mutlak olan Allahü teâlâya karşı boş ümitlere kapılır.”
Aklı kıt olanlar yani ahmaklar, nefslerinin peşinde koşup, yaptıklarının neticesini bilemezler. Bu sebeple, geçici dünya zevklerinin peşinden koşarlar ve kendilerini de, çevrelerindekileri de felakete sürüklerler.
Şumeyt bin Aclan hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyaya düşkün olanlar, akılları kısa ve ahmak olanlardır. Onların arzuları, yiyecekleri, şehvetleri ve kendilerini süslemeleridir. Onlar şöyle derler: “Ne zaman sabah olacak. Sabah olsun ki, yiyelim, içelim, oynayalım. Ne zaman akşam olacak? Akşam olsa da uyusak.” Onların geceleri, pislik içerisindedir, günah işlerler. Gündüzleri ise tembeldirler."
Nefs, insanın ve Allahü teâlânın düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lazımdır. Nefs öldürülmez fakat zayıflatılır. Allahü teâlâ nefsi, insan için bir hizmetçi olarak yaratmıştır. Ancak nefs, ahmak ve cahil bir hizmetçidir. Nefsin bu özelliği iyi bilinir ve ona karşı dikkatli olunursa, bu ahmak ve cahil hizmetçi, insanın yükselmesine sebep olur. Aksi olursa, insan zillete düşer.
Ahmed Rıfai hazretleri buyurdu ki:
“Kulluk esasının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabul edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabul edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sahipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal'aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hatta anlamak istemeyen için ise, tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, marifet sahibi olunmaz."
Akıllı kimseler, kendi ayıp ve kusurları ile meşgul olurlar. Ahmak olanlar ise, başkalarının hata ve kusurlarını araştırırlar. Bunun için Sırri-yi Sekati hazretleri; "Bir kimsenin ahmak olduğuna alamet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır" buyurmuştur.
Ahmaklarla, nefsine uyanlarla arkadaş, dost olmak da, aklın azlığındandır. Zira akıllı kimse, nefsine uymaz ve ahmakla da dost olmaz. Muhammed Murad Efendi buyuruyor ki:
“Şu üç sınıf kimseden sakınmak lazımdır:
Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefslerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünya rahatı kazandırır ne de ahirette rahmete kavuşturur!
İkinci grup, yalancı ve hain olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felakete sebep olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır..
Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri ise, faydalıdır."
İslam âlimleri; bile bile hatada ısrar eden kimsenin de ahmak olduğunu bildirmişlerdir. Eğer akıllı olsa idi, yaptığı hatada ve işlediği günahta ısrar etmezdi. İmam-ı Gazali hazretleri; “Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve cahil denir” buyurmuştur.
Netice olarak, Ca'fer-i Sadık hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.”
Akıl ahireti göz dünyayı görür 25.03.2005
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl bir ölçü aleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden, daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Süfyan-ı Servi hazretleri; “Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır” buyurmuştur.
Akıl göz gibidir. Din de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir alet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Veki' bin Cerrah hazretleri; "Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyanın hile ve desiselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir" buyurmuştur.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefahettir. Aklı az olan da ahmaktır. İbn-i Semmak hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennemden kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir."
Akıllı olan ve büluğ çağına giren erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarında yazdıkları iman bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyamette Cehennem azabından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir.
İbn-i Hafif hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce itikadını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini halis yapar, işlerini temiz kılar. İbadetini güzel yapar ve ahiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.”
Dünya yani haram ve mekruhlar, görünüşte hoştur. Aslında ise, öldürücü bir zehirdir. Ona müptela olmak, tutulmak ise, faydasızdır. Çünkü ona sarılan perişan, hor ve hakir olur. Aklı az olanlar dünyaya meyleder.
Cafer bin Süleyman Dabii hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyayı süt anneniz, ahireti de öz anneniz kabul ediniz. Küçük çocuk süt annesine gitmek için feryat edip çırpınır. Akıllandığı zaman ise öz annesine gitmeyi çok ister. Siz de akıl sahibi iseniz öz anneniz olan ahirete yöneliniz."
Akıllı kimse, kıymetsiz, geçersiz olan dünya malına kapılıp ona köle olmaz. Bu kısa dünya hayatında, Allahü teâlânın rızasını ele geçirmeye gönül verir ve ahiret amelini hazırlar. Dünya hayatında, akıllı kimselerden istenen şey, kulluk vazifelerini eda etmek ve Hakkın marifetini ele geçirmektir.
Fudayl bin İyad hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyanın tamamı altından olsaydı, yine yok olurdu. Ahiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine baki olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyayı, altın da olsa reddeder. Baki olan ahireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabul eder. İşin aslı, ahiret baki ve altın gibi kıymetlidir. Dünya ise, fani ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir."
Akıllı insanların, geçici, yok olucu şeylere gönül vermesi, pek yazık olur. İmam-ı Gazali hazretleri nefsine hitaben buyuruyor ki:
“Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddia ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idam edeceklerini bildiği halde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu?”
Bişr-i Hafi hazretleri de sevenlerine hitaben; "Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir" buyurmuştur.
Şeytana ve nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını unutmamalıdır. Sıhhat yerinde ve ecel henüz gelmemiş iken, Allahü teâlâyı çok zikretmeli, Kur’an-ı kerim okumalı, ibadet için zaman ayırmalıdır. Zira nefs-i emmare ve alçak dünya, aldatıcıdır ve insana ahireti, Cennet nimetlerini unutturur. Şeytan ise, dünyaya teşvik etmekte, fakirlik ve yoksullukla insanı korkutmaktadır.
Dünya ve içindekiler, gelip geçicidir, elde kalmaz. Ahiret ise, sonsuzdur, elden gitmez. İnsan, tercihine göre, ya Cennet nimetlerine kavuşacak veya Cehennem azabını tadacaktır. Onun için insanın, dünyada iken meşgul olduğu şeylere çok iyi dikkat etmesi gerekmektedir. İnsan, ya nefsine tâbi olur ebedi felakete gider veya kalbinin selameti için çalışır ebedi saadete kavuşur. Akıllı olan kimse, dünya ihtiyaçları için ahiret işlerini geriye bırakmaz. Ahiret işlerinde tedbir ise, çalışmaktır. Kıyamet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutanlar, kendilerine verilen ömrü oyun, eğlence ile geçirenler, ecel geldiği zaman çok âh ederler ama, onların bu iniltilerine kimse kulak vermez. Bunun için Ebu Osman Hiri hazretleri; "Akıllı kimse, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çaresine bakandır" buyurmuştur.
Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.)
Akıllı yüzünü ahirete çevirendir 11.07.2005
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teâlâ gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır.
Akıl, yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamayacağından, Allahü teâlâ Peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahirette rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir. Hadis-i şerifte; (Akıllı kimse ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir) buyuruldu. İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki:
"Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır."
Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar talihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evladını tanımayacağı o gün için, hazırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyada da, ahirette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Aklın alameti, nefse galip ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.) İbni Hibban hazretleri buyurdu ki:
"Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sahibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve faziletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir haya, utanma duygusu. Asalet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak."
Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerimede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir.
İbn-i Hafif hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce itikadını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini halis yapar, işlerini temiz kılar. İbadetini güzel yapar ve ahiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir."
Cenab-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibadetlere sonsuz nimetler ihsan edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, İslamiyet’i beğenmeyenlere de, sonsuz azap yapacaktır. Hadis-i şerifte; (Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibadet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler) buyuruldu.
Ahiret için lazım olan şeyleri, bu fani dünyada hazırlamak lazımdır. İbni Hibban hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz."
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri Peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet, delil olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacat eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticarette çalışıp helal para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mubah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.)
Ahmed Bican hazretleri; "Akıllı kimseler kışın ihtiyacını yazdan hazırlar. Ölümün hazırlığını da diri iken yaparlar” buyurmuştur. Bişr-i Hafi hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir."
Ebu Osman hiri hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çaresine bakandır."
Fudayl bin İyad hazretleri buyurdu ki:
"Dünyanın tamamı altından olsaydı, yine yok olurdu. Ahiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine baki olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyayı, altın da olsa reddeder. Baki olan ahireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabul eder. İşin aslı, ahiret baki ve altın gibi kıymetlidir. Dünya ise, fani ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir."
Akıllı kimse, doğruyu anlayıp ona tâbi olan kimsedir. Veki' bin Cerrah hazretleri buyururdu ki:
"Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyanın hile ve desiselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir."
Hakkı batıldan ayırabilmek 25.06.2006
Hak; Allahü teâlânın isimlerindendir. Ayrıca Hak kelimesi; İslamiyet manasında kullanıldığı gibi, gerçek, doğru gibi anlamalara da gelmektedir. Bâtıl ise; geçici, abes, boş, şirk gibi anlamlara gelmektedir.
Hak olan, ancak Allahü teâlânın bildirdiğidir. Çünkü her şeyi doğru olarak ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın bildirdiklerinin dışında, insanların doğru diye sarıldıkları her şey, bâtıldır, boştur, gerçek dışıdır. Cenab-ı Hak, kullarına çok merhametli olduğundan, onlara, doğruyu eğriden ayırmak için akıl denen bir kuvvet vermiştir. Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır.
Aklın orta miktarına Hikmet denir. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvettir. Bu kuvvetin lüzumundan fazla olmasına ukalalık denir. Ukala insan, mümkün olmayan şeyleri anlamaya kalkışır. Bu kuvvetin lüzumundan az olmasına ise, ahmaklık denir. Böyle bir kimse, hayrı, şerri birbirinden ayıramaz.
Akıl, iyiyi kötüden ayırmaya yarayan bir kuvvet olmasına rağmen, tek başına hakkı bâtıldan ayıramaz. Akla yol gösteren bir rehber lazımdır. Bu rehberler ise, Peygamberler ve Onların vârisleri olan âlimlerdir.
Hak ile bâtılı ayıran alamet, Resulullah efendimize uymaktır. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Amir bin Abdullah hazretleri anlatır:
"Bir gün babamın yanına gittim. Bana nerede ve kimlerle beraber olduğumu sordu. Ben de;
-Bir kısım insanlar buldum ve onlardan daha hayırlısını görmedim. Onlar hep Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Hatta onların her biri titriyor ve Allah korkusundan bayılıp kendinden geçiyordu. Onlarla beraber oturdum dedim. Benden bunları dinleyen babam Abdullah bin Zübeyr hazretleri, benim onlarla olmamı hoş görmedi ve;
-Resulullah efendimizi, hazret-i Ebu Bekir'i, hazret-i Ömer'i Kur'an-ı kerim okurlarken gördüm; onlarda böyle bir hâl olmadı. Sen onların, hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer'den daha mı fazla Allahü teâlâdan korktuklarını zannediyorsun buyurdu. Yani onların Allahü teâlâdan korkuları, senin gördüğün kimselerden pek fazla olduğu halde onlar, böyle yapmadılar demek istedi. Babamdan bunları dinleyince, işin doğrusunu öğrendim ve onları terk ettim."
Aslında hak bâtıldan, nur zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsra suresinin seksen birinci âyet-i kerimesinde mealen; (Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir)buyurmaktadır.
Hak ile bâtılı birbirine karıştıran veya bunları birbirinden ayıramayan insandır. İnsan, nefsinin tesiri altında kalarak, kendisine verilen akıl ile her şeyi doğru olarak anlayacağını zannetmekte ve bu zannı da onu bâtıla yani yanlışa sürüklemekte ve helak etmektedir. Ayrıca cahillik ve tenbellik gibi iki büyük düşman da, akla ve dine uymaya, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırmamıza mani olmaktadır.
İnsan, Allahü teâlâ tarafından gönderilen Rehbere, bilgiye tâbi olsa, rahat edecek, doğruyu bulacaktır. Çünkü ilme, bilgiye, Allahü teâlâ kıymet vermektedir. Fakat nefsine uyup dünyaya meyledenler, hakiki din âlimlerinin kitaplarını okumayanlar, doğru ile eğriyi birbirine karıştırmaktadırlar. Böyle kimseler, itikadlarının bozuk ve dinlerinin noksan olmasından korkmadıkları gibi, hakiki din âlimlerinin kitaplarını da okumaz ve öğrenmek için gayret de sarf etmezler. Bunların tek düşünceleri, para kazanmak, mal toplamak ve mevki elde etmektir. Bu paraların, malların helalden mi, haramdan mı geldiğini hiç bakmazlar. Hakkı bâtıldan ayıramazlar. İlmin ve hakiki din âlimlerinin kıymetini bilemezler. Hakiki din adamlarının vaazları, kitapları, bunların nazarında, hayvan pazarında güzel kokular satan attar ve a’malara ayna satan kimse gibidir. Ebu Leheb gibi bir kimseye Taha suresini okumak ve sokak serserisinin cebine inci, mercan doldurmak ve bir a’maya sürme hediye etmek, akıllı kimsenin yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, böyle kimseler için; (Bunlar hayvan gibidir, hatta daha aşağıdırlar) buyurmuştur ki bunlar, doğru ile eğriyi birbirinden ayıramazlar.
Netice olarak hakkı bâtıldan ayırmak dünyada en zor şeydir. Bazıları ahirette hak diye sarıldıklarının bâtıl olduğunu görecekler ve yandık diyeceklerdir. Bazıları da, hakka bâtıl diye hücum edecekler, saldıracaklar ve hüsran içinde kalacaklardır. Bazıları ise, bâtıla hak diye sarılacaklar ve kahru perişan olacaklardır. Bu yüzden, her Müslümana öğretmek için Peygamber efendimiz buyurmuşlardır ki: (Ya Rabbi bana doğruyu doğru olarak bildir ve doğruya uymayı nasip et. Allah’ım eğriyi de eğri olarak bildir ve ondan kaçınmayı nasip et. Ben bâtıla hak diye sarılmayayım.)
Ahmaklık nedir?
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz. Âlimler buyuruyor ki:
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer)
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hz. Ali)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Ebu Bekir Sıddık, S. Abdülkâdir-i Geylânî )
Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî)
Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibbân)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. (Muhammed Masum)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur.
Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî]
(Akıllı, Allaha ve Peygamberine inanıp ibâdetini yapan kimsedir.) [İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakîm]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî]
(Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.)
[İ. Maverdi]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemî]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13] (Devamı var)
Ahmaklığın çaresi var mıdır?
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim: İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir.
Salih amel işlemeden yani cehennem tohumu ekip, cennet beklemek ahmaklıktır.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahın var olduğunu anlar. İmana kavuşur. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur.
İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın!
Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır.
Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyorsun. Bu ahmaklık değil mi?
Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikâyesi şöyledir: Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Birisi bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım.
Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde, (Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizî)
Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadisi şerif meali şöyledir: (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî]
Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile batılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile batılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehli sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de, (Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu
Ahmak olana verilecek cevap
Sual: Bid’at işlemekle meşhur bir arkadaş, Hak Sözün Vesikaları isimli kitaptaki, (Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût) ifadesinin yanlış olduğunu ve bunun, (Ahmağın cevabı ancak sükûttur) anlamına geldiğini söyledi. Dediği doğru mudur?
CEVAP: Bu söz, hadis imamlarından İbni Hibban hazretlerine aittir. Bu sözün manası şöyledir:
(Ahmağa verilecek hiçbir cevap, cevap olamaz; ona ancak susmak cevap olur.)
Türkçe’de o şekilde değil, (Ahmağa susmaktan iyi cevap olmaz) şeklinde söylenir.
Kur’an-ı kerimde, böyle (Ve ma... illâ) ifadeli birçok âyet-i kerime vardır. Birkaçını bildirelim:
1- (Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemin) [Enbiya 107]
Tercümesi şöyledir:
(Biz seni göndermedik, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)
Yani seni peygamber olarak göndermemiz, başka bir maksatla değil, Müslüman kâfir herkese rahmet içindir. (Beydavi)
2- (Ve me’l hayat-üd-dünyâ illâ metâ-ül gurûr.) [Al-i İmran 185]
Tercümesi şöyledir:
(Dünya hayatı ancak bir gurur metaıdır.) veya (Dünya hayatı, gurur metaından başka şey değildir.) [Meta=eğlence, mal, varlık. Gurur=aldatıcı, yanıltıcı]
Meali şöyledir:
(Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten, bir eğlenceden başka bir şey değildir.)
3- (Ve mâ yeıdühüm-üş-şeytânü illâ gurûra) [Nisa 120]
Meali şöyledir:
(Şeytan, aldatmak için onlara vaatlerde bulunuyor.)
(Şeytanın vaatlerde bulunması, aldatmaktan başka şey değildir.)
4- (Ve mâ erselnâke, illâ mübeşşiren ve nezira) [İsra 105]
Tercümesi şöyledir:
(Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.)
Meali şöyledir:
(Seni yalnız [inanıp itaat eden Müslümanları Cennet nimetleriyle] müjdeleyici ve [inkâr edip isyan eden kâfirleri cehennem azaplarıyla] korkutucu olarak gönderdik. [Başka bir maksatla göndermedik.])
Ahmak olana verilecek cevap -2-
5- (Ve mâ enzeler-rahmânü, min şey’in in entüm illâ tekzibûn) [Yasin 15]
Meali şöyledir:
(Rahman hiçbir şey indirmedi. Siz, yalancılardan başkası değilsiniz.)
Âyet-i kerimenin tamamı şu mealdedir:
(Kâfirler dedi ki: Siz de bizim gibi bir insansınız, bizden ne üstünlüğünüz var ki? Allah kitap falan göndermedi, siz yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz.)
6- (Ve ma yechadü bi âyâtinâ, ill-el kâfirun) [Ankebut 47]
Meali şöyledir:
(Âyetlerimizi kimse inkâr etmez, ancak kâfirler inkâr eder.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakilleri de, bid’at ehlinden başkası inkâr etmiyor.]
7- (Ve ma yezîdihüm illâ nüfûra) [İsra 41]
Tercümesi şöyledir:
(Hiçbir şeylerini arttırmaz, ancak nefretlerini artırır.)
Mealleri şöyledir:
(Ancak onların nefretini artırır.)
(Onların nefretinden başka bir şeylerini arttırmaz.)
(Kur’anı kerimdeki öğüt verici açıklamalar, kâfirlerin, nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmaz.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakiller de, bid’at ehlinin nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmuyor.]
Bu yedi örnek gösteriyor ki, İbni Hibban hazretlerinin sözü çok güzel ve doğrudur. Yanlış olan bid’at ehlinin anlayışıdır. Zaten bid’at ehli, Kur’an-ı kerimi de, âlimlerimizin sözlerini de doğru anlayamaz. Anlayamadığı için de 72 sapık fırka meydana çıkmıştır.
Biz yine İbni Hibban hazretlerinin sözünü tekrar ediyoruz:
Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût
(Ahmağa verilecek en güzel, en isabetli cevap, susmaktır.)
Dört gruba ayrılan insan
Bilgi yönünden insanlar dört gruba ayrılır: 1- Bildiğini bilen: Böyle kimseler makbuldür. Kendinden emindir, cesurdur, birçok işi başarır.
2- Bildiğini bilmeyen: Böyle kimseler ikaza muhtaçtır. Çekingendir. Ben bu işi başaramam diye korkar. Gerekli ikaz yapıldığında o işi rahat başarır.
3- Bilmediğini bilen: Böyle kimseler haddini bilir. Her şeye burnunu sokmaz. Kendi işi ile meşgul olur. Böyle kimseler her zaman takdir görür.
4- Bilmediğini bilmeyen: Böyle kimseler hem kendine, hem topluma zarar verir. Hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Yani hem kel, hem foduldur. Her şeye burnunu sokar. Burnu da pislikten kurtulmaz.
Kendileri ile ilişki kurmak yönünden de insanlar dörde ayrılır:
1- Gıda gibi olan: Kendine ve topluma faydalı olur. Dünya ve ahiret saadeti için çalışır. Herkesin her zaman ihtiyaç duyduğu kimsedir. Böyle kimseleri arayıp bulmalı, bulunca da, kaybetmemek için gerekli tedbirleri almalı.
2- İlaç gibi olan: Ancak ihtiyaç olunca işe yarar. Bunları da ihmal etmemeli. Bir gün işe yarayabilir.
3- Ne kokan, ne bulaşan: Böyle kimselerin hiç kimseye yararı ve zararı dokunmaz. Varlıkları ile yoklukları arasında fark yok gibidir. Yer içer yatıp kalkar. Bir gayesiz yaşar. Bunlardan ne köy olur ne kasaba...
4- Hastalık gibi olan: Kendilerine ve topluma zararlı kimselerdir. Kendilerinden hep kötülük görülür. Bu tip insanlara hiç ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olur, bulaşırlar. Bunların zararından kurtulmak için, mudara etmek gerekir.
Aklını beğenmek!..
İnsanlar sahip oldukları nimetleri çoğunlukla “az” görürler. Beğenmez ve daha “çok” olmasını isterler.
Bir kimse İstanbul’un tapusuna sahip olsa, bununla yetinmeyip gözünü bir başka ilin de tapusuna diker. İnsanın gözünü ancak “toprak” doyurur. Bu husus şu beyitte ne kadar güzel ifade edilmiştir: “Altından ağacın olsa, gümüşten yaprak/Âkıbet gözünü doyurur bir avuç toprak...”
Kanâat de olmayınca zengin olmak mümkün değildir... Bir adam İbrahim bin Edhem hazretlerine gelir ve kendisine bir cübbe hediye etmek ister. O da “Bir şartla kabul ederim. Zenginsen tamam, fakirsen kabul edemem!” buyurur. Adam da “ben zenginim” diye cevap verir. İbrahim bin Edhem hazretleri sorar: “Ne kadar servetin var?” O da “ikibin dinar” der. “Peki sen bunun dört bin olmasını ister misin?” O da “elbette” diye cevap verir. Bunun üzerine “Cübbeni kabul edemeyeceğim, çünkü sen fakirsin, daha gözün doymamış” diye karşılık verir...
Fakat ne hikmetse; insanlar kendi akıllarını çok beğenir ve bununla yetinirler. Artırılmasını pek isteyen çıkmaz.
Dualarında “Ya Rabbi aklımı artır!” diyen çok az insana rastlanır. Akıllar taksim edildiğinde, en çok kendisine verildiğini zanneder.
En kıymetli insan
Bir gün sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi vesellem) sordular: “En kıymetli insan kimdir ya Resulallah?”
Cevaben buyurdular ki: (Takvâsı en çok olan, ibadetlerini yapan ve haramlardan sakınandır.)
Daha sonra; “En akıllı insan kimdir?” diye sorduklarında ona da şöyle buyurdular: (Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için çalışandır.)
Bir gün Peygamber efendimiz Ebudderda’ya (radıyallahü anh) şöyle buyurur: (Aklını artır, Rabbine yakın olursun.) Ebudderda hazretleri sorar: “Aklımı nasıl artırayım?”
Ona da şöyle cevap verirler: (Fazları yapar, haramlardan sakınırsan akıllıca hareket etmiş olursun.)
İnsanoğlu kendisine bahşedilen “akıl” ile dünyadaki diğer varlıklara hakim olabilmektedir. Hayvanlarda “akıl” olmadığından, hayatlarında bir değişme, bir gelişme olmamaktadır.
Meselâ: İlk yaratılan karıncalar toprağın altında nasıl yuva yaptılarsa, bugünkü karıncalar da aynı işi yapıyor. İlk karınca da kendisinden büyük yük taşıyordu, elde ettikleri gıdaları yuvasında biriktiriyordu ve topladıklarının onda birini yiyemeden ilkbaharda yeryüzüne çıkıyordu. Bugünkü de aynı...
İlk yaratılan arılar da; önce petek yapıyor ve peteğini de altıgen şeklinde meydana getiriyordu, daha sonra içini bal ile dolduruyordu. Bugünkü arının da yaptığı iş aynı...
Fakat insanlarda durum çok farklıdır. Her geçen gün biraz daha ilerleme elde ediliyor. Yüz sene önce vefat etmiş bir kimse dirilip günümüz dünyasına baksa, hayretler içinde kalır, gözlerine inanamaz.
Aklımızı kullanırsak dünyada da, ahirette de saâdete kavuşuruz. Tebâreke sure-i celilesinin şu ayeti kerimesi (meâlen) “Dediler ki; eğer bize anlatılanlara kulak verseydik ve aklımızı kullansaydık, bu azabı çekmezdik” her şeyi açıklıyor.
Akıllı insan, ahiret hayatını dünya hayatından daha önemli görür. Birisi, geçici, fani, rüyâ gibi bir hayat, diğeri ise ebedi ve sonsuz.
Akıllı adam, güzel bir hayat yaşamayı gaye edinir, kısa da olsa ömrünü iyi değerlendirir. Kendisine, ailesine, memleketine, milletine hizmet eder.
Akıllı adam, dostunu düşmanını tanır. En büyük düşmanının nefis ve şeytan olduğunu bilir ve onlardan sakınır.
Yırtıcı hayvanlar bile!..
Akıllı adam, kimseye zulmetmez, hele kendi cinsinden olan insanlara hiç etmez. Yırtıcı hayvanlar bile hemcinslerine saldırmazlar.
Meselâ: Arslan, arslanların içinde arslan değildir. Kaplan, ininde kaplan değildir.
Fakat insanlar çok acımasızdır. Yaptıkları nükleer silâhlar keklik avlamak için değildir, insanları öldürüyorlar. Hem de acımasızca.
İkinci Cihan Harbinde elli milyon insanın öldürüldüğü söylenir. Bu rakam, Âdem aleyhisselamdan günümüze kadar vahşi hayvanların parçaladığı insan sayısından daha çoktur.
.....
10 Kasım 2001 Cumartesi
Aklın çok olmasının alâmeti
Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek değerlerindendir. Fakat Allah korkusu da dinimizin esaslarındandır. Çünkü, akıllı olmak bile Allah korkusu ile ölçülmektedir. Hadis-i şerifte, “Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur” buyuruldu. Buna rağmen, dünyaya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saadetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir.
İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, “Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim” buyuruyor. Bu hadis-i şerif ve bu mealdeki diğer hadis-i şerifler, Allah korkusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedirler.
Allah’tan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Biri eksik olursa saadete kavuşulamaz
Allah’tan korkan bir kimse, O’nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikrâm eder.
Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Herkese iyilik etmek ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez.
Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah’tan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimse, Allah’tan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allah’tan korkmazsa, herşeyden korkar olur. “
Allahü teâlâdan korkmalı, O’nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümit, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda ümidin daha fazla olması lâzımdır denildi. Hastalarda ümit fazla olmalıdır.
Hadis-i şeriflerde: “Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez” ve “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruldu.
Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği hâlde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur.
Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetin tefsirinde, “Görüşleri kısa, akılları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevki ve hürmet gibi dünya rahatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yaptıklarının karşılıklarını dünyada kendilerine tamamen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretteki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünkü, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmıştır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yaptıkları iyilikleri âhırette kendilerine yaramayacak, bunları Cehennemden kurtaramayacaktır” buyuruldu.
Sadece Allah sevgisinden, merhametinden bahsedip, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin ahırette nasıl perişan hale düşeceklerini bu ayet-i kerime açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
17 Ocak 2004 Cumartesi
,
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri
Son yıllarda çok kimse, “İslamiyet akıl ve mantık dinidir” deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar.
Bunun için Kur’an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur.
İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir.
Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir.
Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır.
Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
06 Şubat 2004 Cuma
,
Dostun ahmak ise vay haline!
Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından biri de, güvenilir, gerçek bir dost bulamamasıdır. Hele bir de dost edindikleri ahmak ise vay o kimsenin haline. Ahmak dostla ilgili Mesnevî’de ibretli bir hikaye var. Bugün sizlere bu kıssayı arz etmek istiyorum:
Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı.
Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören iyi niyetli birisi, “Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor.”
Bunun üzerine iyi niyetli kimse şöyle bir ikazda bulundu: “Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır!”
Adam bu ikazı yanlış anladı: “Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir?” dedi. İyi niyetli kimse ikazını şöyle şürdürdü: “Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç!”
Adam ayı ile dostlukta ısrarlıydı: “Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım?” diyerek iyi niyetli kimseyi yanından uzaklaştırmak istedi. İyi niyetli kimse son olarak şunları söyledi: “Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme!
Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, aralarındaki konuşmasına şöyle devam etti: “Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum.” “Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım.” “Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum.” “Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım.” “Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme!”
Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti.
Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu.
Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti.
Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir taşı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı Kelime-i şehadet bile getiremedi.
Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir...
07 Şubat 2004 Cumartesi
,
Ahmak adamın başına gelenler!
Bugün de yine Mesnevî’den ibretli bir hikaye ve bununla ilgili Mevlana hazretlerinden nasihatler nakletmek istiyorum...
Ahmağın biri, İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki:
- Ne olur, “ism-i a’zam” duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim.
İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi:
- Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır.
- Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret.
Adam çok ısrar edince, kendisine “ism-i a’zamı” öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a’zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı.
İsa aleyhisselam “Neden önce bu adamı parçaladın?” diye sorunca, aslan şöyle cevap verdi: “O buna layıktı. Çünkü, duayı iyi niyetle öğrenmedi ayrıca sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu.”
Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki:
- Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm?
Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır.
Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme!
Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla!
Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz.
Hz. Ali Hendek Savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.
Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:
- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum...
09 Temmuz 2004 Cuma
,
Aklın çok olmasının alameti
Bir toplumda Allah korkusu azalmışsa veya yok olmuşsa o toplum için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Allah korkusu da millete din adamlarından yayılır. Son yıllarda ülkemizdeki din adamlarına baktığımızda, bu korkunun neredeyse kalmadığını açık bir şekilde görüyoruz. Bunun delili de, basına yansıyan konuşmalar, TV’lerdeki tartışmalardır. Din adına konuşmak Allah adına konuşmak demektir. Dolayısıyla bu konularda konuşurken, insanın tüylerinin ürpermesi, ağzından yanlış bir söz çıkmaması için titremesi gerekir.
Ama ne gezer; konuşmalara, tartışmalara bakıyorsunuz tam tersine, sanki din kendisine inmişcesine fütursuzca ahkam kesebiliyor din adamları. Her biri ayrı bir telden çalıyor. Birinin ak dediğine diğeri beyaz diyebiliyor. Örneğin, ebedi olarak Cehennemde kalacaklarını bildiren açık ayeti kerimelere ve hadis-i şeriflere ağmen, bir ilahiyatçı çıkıyor: Kitap ehli yani Hıristiyanlar da Yahudiler de Cennete gidecek, diyor. Bir başka ilahiyatçı hızını alamıyor: Hayır, sadece onlar değil, neye inanırsa inansın; ister budist, ister zerdüş inanan herkes Cennete girecek, diyebiliyor.
Misalleri çoğaltabiliriz. Hemen hemen her konuda böyleler. Bu kargaşayı gören halk da, hangisine göre amel edeceğini bilemiyor; din adamlarından dolayısıyla dinden soğuyor. İnsanın ister istemez aklına geliyor: Acaba esas maksat da bu mudur?
Halbuki Allah korkusunun dinimizde önemli bir yeri vardır. Akıllı olmak bile Allah korkusu ile ölçülmektedir. Hadis-i şerifte, “Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur” buyuruldu.
İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, “Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim” buyuruyor. Bu hadis-i şerif ve bu mealdeki diğer hadis-i şerifler, Allah korkusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedirler.
Allah’tan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların sevgililerine karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beytleri az değildir. Sevgilisini, kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye lâyık görmiyerek, hislerini böyle korku ile anlatmaktadır. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Biri eksik olursa saadete kavuşulamaz.
Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez.
Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiplerine yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sahiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur.
Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Hadis-i şerifte “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruldu.
Bütün bunlara rağmen, bir kimse çıkıp fütursuzca konuşabiliyorsa, ya ayet-i kerimelere, hadis-i şeriflere önem vermiyordur; ya da, inanmıyordur. Her iki şık da ne büyük felaket! Allahü teala ıslah etsin demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
04 Eylül 2004 Cumartesi
,
Yaratılan yaratanı anlayamaz!
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır.
Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilir.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu.
Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlayamadılar.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu...
25 Eylül 2004 Cumartesi
,
Din akla değil nakle dayanır!
İslâm alimleri zamanlarındaki bütün fen bilgilerini okuyup öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde nakle uyarak doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. Dini bilgilere felsefeyi sokmamışlardır. Bunun için İslam âlimlerine felsefeci denilemez.
Çünkü, felsefeciler, kendi başına hakikatı bulması mümkün olmayan, kendi kısa aklının esîri, mahkûmu zavallı kimselerdir... Hiç böyle bir kişiyi İslâm âlimiyle kıyaslamak mümkün mü?
Felsefeciler aklın dar kalıbında sıkışıp kalmış kimselerdir. Zaten, bunun için gerçeğe ulaşamamışlardır. Çünkü aklın ve rûhun mahiyetini bilmezler. Bunlar bilinmezse neticeye varılamaz. Netice zarar ve hüsran olur. İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler dine felsefeyi soktukları için kendilerine ve arkalarından gidenlere büyük zarar vermişlerdir.
Mesela, Farabi nübüvveti rüya olarak gördüğü için Filozofu peygamberlerden üstün tutmaktadır. İbni Sina ise peygamberlerde üç özellik bulunduğunu bunlara sahip olan herkesin peygamber olabileceğini söylemektedir. 1- Peygamber ilahi veya başkasından öğrenim görmeden ilme nail olur. 2- Bilgisini nefsinde hayal eder, nurani şekiller görür, tıpkı rüya gibi, kendinde sesler duyar. 3- Kendisinde faal bir kuvvet vardır. Onunla garip şeyler. (Mucizeler) gösterir. Bunlar sihirbazların gösterilerinden farklı değildir. (Kitabün nübüvvet, 4, 22, 168, 210)
İbni Sina ve bununla beraber olan diğer felsefeciler, Hz. Peygamberin bildirdikleri kendi düşüncelerine ters olunca, Hazret-i Peygamberin hayal ile söylediğini iddia ederek, gördükleri bu halleri halka vahiy olarak bildirdiklerini, peygamberi haşa insanları aldatan bir münafık olarak takdim ederek ağır küfür ve cehaletin içine düşmüşlerdir (Mearücül vusul 181)
Şu tespitler de felsefecilerin dinden ne kadar uzak olduğunu göstermesi bakımından ibretlidir:
“Müslümanlar arasında musiki yoktu. Hicri 2. asrın sonlarına kadar, tasavvufçular arasında def, ney, dümbelek, raks gibi şeyler bulunmuyordu. Dört mezheb imamına göre eğlence, müzik aletleri külliyen haramdır. Böyle olduğu halde, bu bidata, bu harama teşvikte bulunanlar olmuştur ki, bunlar: İbnür Ravendi, Farabi, İbni Sina gibi zındıklardır” (Mecmuül fetava, XI.570)
“İbni Sina, Putperest Aristo’nun vezirlik yaptığı Makedonyalı İskender’i Kur’an-ı kerimde geçen Zülkarneyn olarak takdim etmiştir.” (Mecmuül fetava, XI.171,172)
“İbni Sina, harika bir zekaya sahipti. Kısa aklı peşinde gidip Hz. Peygambere muhalefet etmiş bir filazoftur.” (Tarihül islam, XXIX 232)
İbni Teymiyye’nin talebesi olup onun gibi bozuk fikirlere sahip El Cevziyye de bu felsefecilere şiddetli tepki göstermiştir. Hulagu’nun veziri Nasureddin Tusi’den bahsederken şöyle söylüyor: “Tusi, mülhidler (Dinsizler) için medreseler yaptırdı ve mülhidlerin imamı İbni Sina’nın İşarat kitabını Kur’an’ın yerine koymak istedi, ama buna muktedir olamadı.” (İğasetül lehfan, 370)
Aklımız yalnız başına ahıret bilgilerini anlayamadığı için Allahü teâlâ peygamberleri gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bu yolu bulamaz, o zaman da bir işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun için İslam âlimleri, Resûlullahın ve Eshâb-ı kiramın bildirdiklerine uymuşlar, felcefecilerin bunlara uymayan fikirlerini delilleriyle reddetmişler, böylece İslâm dînini, Hıristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır.
29 Temmuz 2005 Cuma Aklı maksada uygun kullanmak
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
30 Temmuz 2005 Cumartesi Aklımızın kapasitesi
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır. Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
13 Mayıs 2006 Cumartesi
,
Ahmaklığın alâmeti
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belalara, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte, “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur” buyuruldu.
Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki:
“Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, “Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir” demelisiniz.”
Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki:
“Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi.”
Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun.”
“Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır.”
“İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!” (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.)
İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına,
- Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca,
- Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki:
- Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır.
İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur.
Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.”, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır.”
Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir” buyuruldu.
01 Eylül 2006 Cuma
,
Câhil kimselerin alâmetleri
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
------
02 Eylül 2006 Cumartesi
,
Akıllı kimselerin alâmetleri
Dün cahil, ahmak kimselerin özelliklerinden bahsetmiştik. Bugün de akıllı kimselerin alâmetlerinden bahsedelim...
Hikmet ehli zatlar akıllı kimselerin özelliklerini şöyle bildirmişlerdir:
Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir.
Akıllı, ileriyi gören, düşünen, zararını kârını bilen sonunda pişman olacağı işi yapmayan kimsedir.
Akıllı kimse, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır.
Akıllı, şehvetten kendini koruyan, âhireti dünya ile değişmeyendir.
Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhiretinin ıslâhı için çalışır.
Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıp işlerden uzak durur. Günâhlarını tövbe ile örter.
Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir.
Akıllı kimse, dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
Akıllı kimse, kendisine bir şey söylendiği zaman, söyleyenin sözü bitmeden, cevap vermez. Cevapta acele etmez. Soruyu dikkatle dinler, soru bittikten sonra düşünüp öyle cevap verir. Önce düşünür, sonra söyler. İhtiyaç olmadan konuşmaz.
Akıllı kimse, adımını atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar.
Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.
Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbîrli olur.
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü, bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur.
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikrâm görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermâyesi yoktur.
Bir kimse, öldükten sonra, malının zamanın en akıllı olanına verilmesini vasiyet etse, dünyaya düşkün olmayana vermek lazımdır. Çünkü onun dünyaya kıymet vermemesi, aklının çok olduğunu gösterir.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseleri şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir”
“Akıllı ve tedbirli kimseler, yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulundukları ânı en iyi değerlendiren, bu yolda gayret sarf edenlerdir.”
“Akıllı kimse için dört saat vardır: Biri Rabbine yalvardığı saattir. İkincisi kendi nefsini hesâba çektiği saattir. Üçüncü saat, Allahü teâlânın kudretini kâinâtta görüp hissettiği, tefekkür ettiği saattir. Dördüncü saat ise, yiyip içtiği saattir.”
“İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur.”
Akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. Ya öğretir, ya öğrenir!
13 Ekim 2006 Cuma
,
İslamiyette aklın ve naklin yeri
Yaklaşık iki asırdır bu konu tartışılır. Batılı felsefeciler ve Hıristiyan din adamları her fırsatta,”akıl” meselesini gündeme taşırlar. Geçenlerde Papa 16.Benediktus’un, Peygamber efendimizi ve dinimiz İslamiyeti hedef alan sözlerinde de yine bu konu dile getirildi. Bu konuşmasında Papa özetle, İslamiyetin bir şiddet dini olduğunu, Peygamber efendimizin dini şiddet ile yaydığını ve İslamiyette aklın yeri olmadığını iddia etti. Şimdi, kısaca aklın dinimizdeki yerini bildirelim.
İslamiyette aklın yeri yoktur, demek açık bir iftiradır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde pek çok yerde, “Akletmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi ifadeler geçmektedir. Peygamber efendimizin de aklın önemini anlatan sayısız hadisi vardır. “Aklı olmayanın dini yoktur.” , “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.”, “Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” , “Akıl imandandır.” , hadis-i şerifleri bunlardan birkaçıdır.
Görüldüğü gibi dinimizde aklın çok önemli bir yeri var. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, kitaplara âlimlere lüzum kalmazdı..
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile yani vahiy ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir. Ahıret bilgileri, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Fen bilgilerinde ise, akıl ve tecrübe esas alınmıştır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, tevil edilerek akla uygun olarak açıklanır.
Şimdi gelelim, Papa’nın niçin böyle bir konuşma yaptığı konusuna: Birincisi, Müslümanları şiddet yanlısı göstermek. İslam karşıtlığında birliği sağlamak, haçlı zihniyetini canlandırmak.
İkincisi, “akıl” konusunu ortaya atarak demek istiyor ki, “Biz nakli yani vahyi atıp, her şeyde aklı, felsefeyi esas aldık, dinde reform yaparak bu güce ulaştık. Siz de böyle yaparsanız, vahyi terk edip, sadece aklı esas alırsanız sizler de gelişirsiniz.”
Aslında bu söylediğine kendisi de inanmıyor. O da biliyor ki, Batı’nın gelişmişliği ile Hıristiyanlığın hiçbir ilgisi yok. İslam aleminin geri kalmasının da İslamiyetle bir ilgisi yok. Gelişmişlik, gelişmemişlik insanların çalışması ve yaşayışıyla ilgili bir mesele! Papa da bilir ki, asıl aklın yeri olmadığı din bugünkü Hıristiyanlıktır. Teslis, yani üçlü ilah inancı, her doğan masum yavrunun günahkar kabul edilmesi, para karşılığı günahların affedilmesi gibi daha nice akla, mantığa ters inaç var Hıristiyanlıkta.
İnanmadığı halde niçin söylüyor? Müslümanların dinlerini sorgulamasını istiyor. İKT, Ezher, Diyanet ve daha birçok dini kuruluş, şimdi bu konuda Papa’ya cevap hazırlığında. Cevapları da, nakle önem vermeyen Batı yanlısı ilahiyatçılar hazırlayacağından nakilden yana değil akıldan yana bir tavır sergilenecek. Bu cevaplar, tartışılacak, kafalar karıştırılacak, böylece Papa’nın istediği gibi, İslam aleminde vahy inancı sarsılacak, akılcılık ön plana çıkacak. Nihayet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, tarihselcilik öne çıkartılacak, din akla göre yeniden yorumlanacak, sorgulacak; ortaya İslamiyetle ilgisi olmayan fakat adı İslam olan bir din ortaya çıkacak. Batı’nın, Papa’nın da en büyük arzusu da bu zaten. (Yarın da, İslamın şiddet dini olduğu iftirasına değinelim inşaallah)
------
14 Ekim 2006 Cumartesi
,
Müslüman olmada zorlama yoktur
Dün, aklın ve naklin dinimizdeki yerinden kısaca bahsetmiştik. Papa’nın ezeli İslam düşmanlığını yansıtan konuşması bir bakıma faydalı da oldu, denebilir. Çünkü Müslümanların uyanmalarını, gerçeği görmelerini sağladı. Bundan önceki Papa 2. John Paul’un Müslümanlara sinsice yaklaşımları, İslam alemine yönelik sözde hoşgörü ve barış mesajları Vatikan’a, Papalığa karşı bir sempati uyandırmıştı. Hıristiyanlığın da hak din olduğu, mensuplarının Cennete gideceği iddiaları yayılmaya başlanmıştı. Çok şükür Diyanet’in, “Hak din sadece İslamiyettir, diğer dinler batıldır, geçerliliği kalmamıştır” açıklaması ve hutbelerde bu konuya geniş yer verilmesi Vatikan’ın bu sinsi oyunu bozdu.
Aslında bundan önceki Papa’nın İslam düşmanlığı şimdikinden daha fazlaydı. Müslümanların Hıristiyanlara karşı 14 asırlık bakışını, inancını değiştirmek, böylece İslamiyeti içerden yıkmak için dostmuş gibi göründü. Yeni Papa’nın son çıkışı ile, “Küfür tek millettir” hadis-i şerifinin hükmü bir defa daha tecelli etti. Müslüman alemi, Hıristiyanlaların Müslümanlara bakışında değişiklik olmadığını, düşmanlıkta azalma değil artma olduğunu, bunlardan dost olamayacağını açıkca anladı. İmanın alameti olan “Hubbi fillah ve Bugd-ı fillah” inancını tazeledi.
Dün, bugün için, İslamiyette zorlamanın, şiddetin olmadığından bahsedeceğiz, demiştik. İslamiyette şiddet, zorla Müslüman yapma olsaydı, bugün Ortadoğdu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da hiçbir gayrimüslimin olmaması lazım gelirdi. Müslümanlar, geçmişte bu bölgelerde bunu yapacak güçteydiler, hiçbir devlet gücü buna mani olamazdı. Buna rağmen, bunlara din değiştirmeleri için zorlama yapılmadı, sadece İslamiyet tebliğ edildi, Müslüman olan oldu, olmayan korkusuzca dinini yaşamaya devam etti.
Buna karşılık Hırisityanlar ne yaptı? Avrapa’ya insanlığı, Medeniyeti getiren ve İspanyada 800 yıl hüküm süren Endülüs devletini yıkıp, Müslüman olan halkı Hıristiyan olmaya zorladılar, kabul etmeyenleri bir kişi kalmayana kadar katlettiler. Müslümanlıktan iz bırakmadılar. Sadece Müslümanları değil, Yahudileri hatta farklı mezhepten olan dindaşlarını bile hunharca katlettiler.
Sadece Endülüs mü ne gezer? Haçlı seferlerinde, İstanbul’da yüz binlerce Ortodoks Hıristiyanı, Kudüs’te yüz binlerce Müslümanı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçiren onlardı. Roma meydanında insanları diri diri yakan da onlardı. Bunların hepsinin arkasında da Vatikan vardı.
Müslümanlar arasındaki Hıristiyanlar ise, Peygamber efendimiz zamanından beri her devirde, devlete baş kaldırmadıkça, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içinde yaşamışlar, Müslümanlar her zaman onların hakkını hukuku korumuş, hatta gayrimüslimin hakkı Müslüman hakkından daha önemli tutulmuştur. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Mesela, Belgrad’ın fethinde Şeyhülislam, yerli halka zarar verilmemesi için padişahın karşısına dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allaha veremeyeceğini, halkın kendisine Allahın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahtan askerin halka zarar vermesine mani olmasını istemiştir.
Bursa müzesi arşivinde ise ikiyüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında şöyle ibretli bir hadise anlatılıyor: Altıparmak’ta bir Yahudinin arsasına câmi yapılıyor. İş mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahûdiye ait olduğu anlaşılınca mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karâr veriyor.
Adâlete bakınız! Bütün bunlar, gerçek ahlâkın, yüksek ahlâkın eseridir. Bu yüksek ahlâkın kaynağı da Resûlullah efendimizdir.
20 Mart 2007 Salı
,
Kâr-zarar hesabını iyi yapmalıyız!
Akıllı insan hesabını hep kâr üzerine yapar. Zarar üzerine hesap yapanın aklından şüphe edilir. Zamanımızda, dünyaya yönelme eğiliminde hızlı bir artış görülmektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu manayı bir tarafa bırakıp, madde için yani dünyalık şeyler için yaşamakta ve bu uğurda ölmektedir. Manayı, maneviyatı bir tarafa bırakamayanların da, bunlarla ilgileri şekli, sathi boyutta kalmaktadır. Çok kimse, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor, çalışıyor ve didiniyorlar da, sonsuz bir saâdet ve felâket karşısında bulunduklarına önem vermiyorlar; yarına çıkacakları garantisi olmamasına rağmen 15-20 sene sonrasının planlarını yapıyolar. Bu, akıllıca bir iş değildir çünkü kârlı bir yatırım değildir.
Akıllı insan ahiret yatırımına öncelik verir. Dünya işlerinde tevekkül emir edildi. Ahiret işlerinde emir edilmedi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emir olundu. Burada, Allahü tealanın azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. İslamiyete uymamız, yani emir edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur.
Bu ahmaklık değil mi?
Hal böyle iken, tersine ahiret işlerinde tevekkül ediliyor, dünya işlerinde tevekkül edilmiyor. Örneğin, günümüz insanı, dinimizin emir ve yasakları karşısında, Allah affeder diyor, fakat dünya işlerinde kılı kırk yarıyor. Bu akıllılık mıdır, ahmaklık mıdır?
Mutlaka öleceklerini bildikleri hâlde, âzâmî 70-80 yıllık ömür için ne akıl almaz sıkıntılara, meşakkatlere katlandıkları hâlde, sonsuz âhiret hayatı için az bir çalışmaya, zahmete katlanamıyorlar. Bu, kişinin kârını, zararını bilmemesinin alâmetidir. Her işinde, âhireti düşünen, buna göre hareket eden, hep kârdadır. Âhireti düşünmeden yaptığı her iş zararınadır.
Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Canlı cansız her şeyi onun emrine bıraktı. Buna karşılık, onlara dünya ve âhirette yine kendileri için faydalı olacak vazîfeler yükledi. Bunları bildirmek için, Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler gönderdi.
İnsan, dünyaya gönderilmesinin sebebini, dünyadaki hayat mücâdelesini ve yaşama kurallarını bilmezse, yâhut bilip de onlara göre hareket etmez ise, elbette zararı kendine olacaktır. Bunları yerine getirip getirmemenin Cenâb-ı Hakka bir faydası, bir zararı olmaz.
Dinin kurallarını yani, emir ve yasaklarını yerine getirmede, eksiği kusuru varsa hiç olmazsa, kabahatini bilip saygıda kusur etmemelidir. Bunlarda, eksiklik, yanlışlık aramamalıdır. Peygamber efendimize, “İslamiyet nedir?” diye sorulunca, (Ettazim-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah) diye cevap buyurmuştur. Yani, Allahü tealanın emirlerine tazim ve hürmet ve mahluklarına şefkattir. Yapamasa bile dinin emirlerine inanıp saygı gösteren imanını muhafaza etmiş olur.
Dünyaya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan insanın, Allahın dünya ve âhiretteki kanunlarına dil uzatmağa ne hakkı vardır? Kulun vazifesi, bu kanunlara, emirlere uymaktır. İnsan bu kanunlara uyduğu oranda, dünyada ve ahirette saâdete kavuşur.
İslam ahlâkını ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenen akıllı bir kimse, İslama ve Peygamberimizin güzel huylarına, başarılarına âşık olur.
Yüz binlerce insanın, Peygamberimize candan bağlandıklarını, O’na karşı edeblerini, itâatlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını O’nun için fedâ ettiklerini gösteren vak’a ve olaylar, dünya tarihlerinin binlerce sahîfelerini doldurmaktadır.
Zarar ihtimali yok
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayatını ve İslâm dîninin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın O’na hemen inanması, O’na âşık olması, iman edip seve seve Müslüman olması, insanlık îcâbıdır. Akıl da, mantık da bunu emreder. İnanmamak akılsızlık olur. Çünkü inanan ve inandığı gibi yaşayan her zaman kârdadır. Zararda olma ihtimali yoktur.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Müslümanlar, ahirete inanıyor. Kıtapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azab çekeceklerdir.”
İslam âlimleri, ahiretin varlığını isbat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azabda kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Kârını zararını bilmek olur. Kârını zararını bilmeyen de, bedbaht olur.
Her işinde, kârını zararını düşünen, maddeye değil manaya öncelik veren ise, hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur.
17 Ekim 2007 Çarşamba
,
Akıllı insan olmanın alâmetleri
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati: Ey oğul! Akıllı ol! Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Ey oğul! Önünde çıkılması ve geçilmesi pek güç bir basamak vardır. Orada yükü hafif olanlar ağır olanlardan daha kolay geçer. Üzerinden zorla geçenler çabuk geçenlerden daha zararlıdır. Bu basamağa ulaşan her insan ya Cennete veya Cehenneme gider. Bu menzile ulaşmadan önce kendi nefsine dön ve hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek. Oraya ulaşmada yolunu düzelt. Ölümünden sonra Allahı razı etmek için sana hiç fırsat verilmez.
Ey oğul! Yerin ve göklerin içinde bulunan her şeyi elinde tutan Rabbimiz, sana kendisinden istemek ve dua etme nimeti verdi. Duana icabet edeceğine de söz verdi. Sana bir şey vermesi için kendisine dua etmeni emretti. Ondan rahmet dile ki sana rahmet etsin. O, seninle kendisinin arasına bir perde koymadı ve seni korumak için başkasına teslim etmedi.
O seni ayıplamaz!
Ey oğul! Bir kötülük işlediğin zaman O’na dön ve tevbe et. O, kendine döndüğün için seni ayıplamaz. İşlediğin günahın cezasını vermekte acele etmez. Yaptığın suçu başkalarına bildirmez. Tövbe etmeni de zorlamaz. Günahları niçin işlediğin hakkında seninle münakaşa etmez.
Ey oğul! Allahın rahmetinden ümidini kesme. Ancak O, günahtan dönmeyi sevapla mükâfatlandırır. Kötülüğün karşılığını bir, iyiliğin karşılığını da on misli kabul eder.
Sana dönme ve tevbe kapısını açık bıraktı. O’na hitap edersen hitabını duyar, içinden bir şey istersen, ne istediğini bilir. O, gizliyi açık olan şey gibi bilir. İstediğini arz etmeden, içini Ona dökmeden dertlerini ve sıkıntılarını bildirmeden O bilir. İşlerinde muvaffak olmak için Ona sığın.
Ey oğul! Yapacağın işler senin ve dinin için hayırlı olsun. Sana günah yükleyecek işleri yapmaktan sakın. Mal yanında kalmaz, sen de malın yanında kalmazsın. Dünya için değil, âhiret için yaratıldın. Ölüm için yaratıldın, burada yaşamak için değil.
Ne zaman terk edeceğini bilmediğin bir menzildesin. Âhiret için kâfi derecede azık hazırlayabileceğin bir yerdesin. Âhiret yolunu tutmuş, gitmek üzeresin.
Nereye kaçarsan kaç, seni takip eden ölümden kurtulamazsın. Onun seni bir kötülük üzerinde iken yakalamasından ve tövbe etmemekten kork.
Şayet böyle bir şekilde yakalanırsan kendi kendini helak etmiş olursun. O zaman seni hiçbir kimse kurtaramaz. Ölümü çok hatırla. Bugün ele geçirmek için çırpındığın ve âhirette kendisinden hesaba çekileceğin şeyleri şimdiden düşün. Hesap için hazırlıklı ol.
Ey oğul! İnsanların dünyada uzun süre yaşamaları ve istedikleri gibi gezip tozmaları seni aldatmasın. Dünya, havlayan köpek ve vahşî hayvanlar gibidir. Birbirlerine saldırırlar. Zengin fakiri yer, büyük küçüğü ezer, kahreder.
Bazıları konaklamış kervanın hayvanları gibi bağlı, bazıları da bağından boşanmış, başıboş, sonu meçhul bir yolun yolcusu olmuştur ki, bunlardan birinci grup fakirler ve hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıflar; ikincisi ise, kuvvetli olanlardır.
Bil ki, bunlar sarp bir vadide bela ve âfete uğramış sürüler gibidir. Kendilerini güdecek bir kimse olmadığı gibi, bu vadiden kurtuluş yolunu gösterecek de yoktur.
Bunlar, dünya denizinin içine girerek dalgalarla ölüm kalım savaşı verdiler. Dünyayı bir kurtarıcı sandılar. Oynadılar, oynaştılar, fakat ondan sonrasını düşünmediler.
Bu gafletten uyanıldığı zaman cehaletin haktan gizlediği şeyler şüphesiz meydana çıkacaktır. Bütün insanlar bineklere binmişler, pek kısa bir zaman sonra da bu neticeye ulaşacaklardır.
İlim maldan hayırlıdır!
Ey oğul! Her isteyen isteğine kavuşamayabilir. Her kötülük işleyen de mahrum olmayabilir. Bir kötülük seni en üstün mertebelere ulaştıracak olsa bile kendi nefsini ondan alıkoy. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. İnsan, malı kendisini korumak için toplar. Fakat malı toplarken kendini onun yolunda harcamaktan sakın. Aksi takdirde kaybettiğin şey topladığından çok daha hayırlı ve iyidir.
Allah ile aranda bir perdenin olmasını istemiyorsan açgözlülükten sakın. Tamahkârlık seni felâkete götürür. Sen kendine düşen payı idrak edebilir ve ona uyabilirsin. Allahtan gelen az da olsa kullardan gelen çok şeylerden daha iyidir.
Ey oğul! Ahmak adamın seninle irtibatı kesmesi, akıllıya kavuşmaya denktir.
Ey oğul! Susarak kaçırdığın bir şeyi telâfi etmek konuşarak gücendirdiğin bir kalbi tamir etmekten daha kolaydır. Tulumdaki suyu muhafaza etmek, ağzını sıkı bağlamakla olur..
9 Nisan 2008 Çarşamba
,
Hizmet, hezimete dönüşmesin!
Herkes kendine göre, kendine, çevresine topluma faydalı olmak ister. Fakat hizmet etmek, faydalı olmak kolay değil. Bazen insan, kaş yapayım derken göz çıkarır, faydalı olayım derken zararlı olabilir. Hizmet hezimete dönüşebilir. İnsanlara faydalı olabilmek, İslâmiyete hakkıyla hizmet edebilmek için üç şart vardır. Bu üç şarttan ne kadar çok istifâde edilirse, o kadar faydalı hizmet verilmiş olur. Bu üç şart şunlardır:
1- İlim ve tecrübe:
İlimsiz zâten hizmet olmaz. Nerede ilim varsa orada İslâmiyet var demektir. Çünkü, İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim öğrenmek emredilmekte, ilim adamları övülmektedir.
Bir husûsu bilen bir kimsenin anlatması ile yarım yamalak bilen kimsenin anlatması bir olmaz. İnsanlara faydalı olabilmek için önce dîni çok iyi bilmek lâzımdır. Bunun için dînimiz, ilim sahibine ve ilme çok önem vermiştir.
Ancak ilimle beraber tecrübeden de istifade etmek lâzımdır. Bir operatörün, mesleğini sadece ilmiyle icrâ etmesi mümkün değildir. Defalarca ameliyatlara iştirak etmesi, ilmini tecrübe ile birleştirmesi lâzımdır.
AKILSIZ DOSTUN OLACAĞINA
2- Akıl ve siyâset:
Ahmak kimse hangi işte olursa olsun, işine zarar verir. Bunun için, dîni anlatacak kimselerin akıllı ve zekî olması lâzımdır. Meşhur bir atasözümüz vardır: “Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun.” Hizmette, akıl ile birlikte ilm-i siyâseti de devreye sokmak lâzımdır. Buradaki siyâset, bugünkü politikacıların yaptığı siyâset değildir. Kendisine ve başkasına zarar vermeden en iyi hizmeti yapabilmektir. Bunun için Müslüman, soğukkanlı olmalıdır. Duygularının, heyecanının esiri olmamalıdır. Nerede nasıl hareket edeceğini iyi bilmelidir.
Evliyâdan bir zât, bir gün câmide akıl ve siyâset ile ilgili vaaz ederken buyurdu ki: “Diyelim ki içinizden birisi evine vardığında, bir de baktı ki küçük çocuğu evin çatısında tam kenarda yürümekte, düştü-düşecek durumdadır. Böyle durumda hemen heyecanlanıp çocuğa bağırıp çağırılmaz. ‘Mâşâallah, sen ne güzel yürüyorsun. Aşağıya in, sana bak ne getirdim’ denir. Aşağıya indikten sonra, onun anlayacağı şekilde, bir daha öyle tehlikeli yerlerde dolaşmaması için bağırır, çağırır azarlar. İşte bu bir siyâsettir...”
Eskiden medreselerde, ilm-i siyâset dersi gösterilirdi. Talebenin biri, sıra ilm-i siyâsete gelince, “Buna lüzûm görmüyorum, ben artık gidebilirim” demiş ve medreseden ayrılmış. Yolda bir köye uğramış. İmâmın vaazını dinlemiş. Bakmış ki, bozuk i’tikâdlı biri. Namazdan sonra hemen ayağa kalkıp, cemâate, “Sizin bu imâmınız bozuk i’tikâdlı birisidir. Namazlarınız boşa gidiyor, bunun arkasında namaz kılmayın” demiş.
İmâm kendini köylülere çok sevdirmiş biriymiş. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. İmâmın bir işâreti üzerine, adamı hemen dışarı atıp iyice bir dayak atmışlar. Talebe hatâsını anlayıp hemen medreseye geri dönmüş. İki sene de siyâset dersi aldıktan sonra, aynı köye tekrar gitmiş. Bu defa cemâate demiş ki: “Sizin bu imâmınız az bulunur bir insandır. Kıymetini bilin, her kim bunun sakalından bir tel koparır yanında bulundurursa, başına belâ gelmez.”
HER DOĞRU HER YERDE SÖYLENMEZ
Bunun üzerine, cemâat imâmın sakalını yolmak için hücum eder. İmâm kendini dışarı zor atar, canını zor kurtarır ve köyü terk edip gider. Böylece bozuk i’tikâdlı imâmdan köylüleri kurtarmış olur. İşte bunlar siyâsete birer misâldir.
Bundan anlaşılıyor ki, dîni anlatacak kimsenin, karşısındakilerin dînini ve dünyasını iyi bilmesi lâzımdır. Bu talebe cemâatin durumunu bilseydi önceki hâdise başına gelmezdi.
3- İhlâs:
Yapılan bütün işlerin kabûl edilmesi ve âhirette faydası olması için bunların ihlâsla, yanî Allah rızâsı için yapılmış olması lâzımdır. İhlâs, dünya menfaatlerini düşünmeyip amellerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet ederken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun için âlimlerimiz, ilim, amel ve ihlâsın beraber olmasını şart koşmuşlardır. Bunlardan biri eksik olursa maksada kavuşulamaz.
20 Ağustos 2008 Çarşamba
,
Kâr-zarar hesabını iyi yapmayan kaybeder!
Akıllı insan hesabını hep kâr üzerine yapar. Zarar üzerine hesap yapanın aklından şüphe edilir. Zamanımızda, dünyaya yönelme eğiliminde hızlı bir artış görülmektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu manayı bir tarafa bırakıp, madde için yani dünyalık şeyler için yaşamakta ve bu uğurda ölmektedir. Manayı, maneviyatı bir tarafa bırakamayanların da, bunlarla ilgileri şekli, sathi boyutta kalmaktadır. Çok kimse, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor, çalışıyor ve didiniyorlar da, sonsuz bir saadet ve felâket karşısında bulunduklarına önem vermiyorlar; yarına çıkacakları garantisi olmamasına rağmen 15-20 sene sonrasının planlarını yapıyolar. Bu, akıllıca bir iş değildir çünkü kârlı bir yatırım değildir.
Akıllı insan ahiret yatırımına öncelik verir. Dünya işlerinde tevekkül emir edildi. Ahiret işlerinde emredilmedi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emir olundu. Burada, Allahü tealanın azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. İslamiyete uymamız, yani emir edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur.
BU AHMAKLIK DEĞİL Mİ?
Hâl böyle iken, tersine ahiret işlerinde tevekkül ediliyor, dünya işlerinde tevekkül edilmiyor. Örneğin, günümüz insanı, dinimizin emir ve yasakları karşısında, Allah affeder diyor, fakat dünya işlerinde kılı kırk yarıyor. Bu akıllılık mıdır, ahmaklık mıdır?
Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Canlı cansız her şeyi onun emrine bıraktı. Buna karşılık, onlara dünya ve âhirette yine kendileri için faydalı olacak vazîfeler yükledi. Bunları bildirmek için, Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler gönderdi.
İnsan, dünyaya gönderilmesinin sebebini, dünyadaki hayat mücâdelesini ve yaşama kurallarını bilmezse, yâhut bilip de onlara göre hareket etmez ise, elbette zararı kendine olacaktır. Bunları yerine getirip getirmemenin Cenâb-ı Hakka bir faydası, bir zararı olmaz.
Dinin kurallarını yani, emir ve yasaklarını yerine getirmede, eksiği kusuru varsa hiç olmazsa, kabahatini bilip saygıda kusur etmemelidir. Bunlarda, eksiklik, yanlışlık aramamalıdır. Peygamber efendimize, İslamiyet nedir? diye sorulunca, Ettazim-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah, diye cevap buyurmuştur. Yani, Allahü tealanın emirlerine tazim ve hürmet ve mahluklarına şefkattir. Yapamasa bile dinin emirlerine inanıp saygı gösteren imanını muhafaza etmiş olur. İslam ahlakını ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenen akıllı bir kimse, İslama ve Peygamberimizin güzel huylarına, başarılarına âşık olur.
ZARAR ETME İHTİMALİ YOK
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayatını ve İslâm dîninin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın O’na hemen inanması, O’na âşık olması, iman edip seve seve Müslüman olması, insanlık îcâbıdır. Akıl da, mantık da bunu emreder. İnanmamak akılsızlık olur. Çünkü inanan ve inandığı gibi yaşayan her zaman kârdadır. Zararda olma ihtimali yoktur.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Müslümanlar, ahirete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azap çekeceklerdir.”
İslam âlimleri, ahiretin varlığını isbat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini ispat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Kârını zararını bilmemek olur. Kârını zararını bilmeyen de, bedbaht olur. Her işinde, kârını zararını düşünen, maddeye değil manaya öncelik veren ise, hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur...
13 Şubat 2000 Pazar
Akıl ve zekanın önemi
“İslâmiyet akıl dinidir. Aklımın almadığı şeye inanmam” diyenleri işitiyoruz. Bu sözün ikinci kısmı yanlıştır. İslâmiyet akıl dinidir. Hadis-i şerifte (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruluyor. Fakat akıl eşit değildir. Bir cahil ile bir âlimin aklı aynı değildir. Akıllar eşit olsaydı, herkes aynı şeyi düşünürdü.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslâm ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslâm âlimi denir. Akıl göz gibidir. İslâmiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikati göremez. Görmesi için İslâm ışığı gerekir. Eğer İslâm, hak ile batılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile batılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Şu hâlde hak ile batılı ayıramayana akıllı denmez. Akıllı kimdir? Hadis-i şerife, (Akıllı, Allaha ve Peygambere inanıp ibâdetlerini yapandır.) buyuruluyor. Demek ki dinsiz, imansız kımse veya inandığı hâlde ibâdet etmeyenin aklı tam değildir. İnanıp ibadet edenler arasında en akıllı kimdir? Hadis-i şerifte, (En akıllı, Allahtan en çok korkandır) buyuruluyor. Kuran-ı kerimde ise, (Allahtan en çok korkan âlimlerdir) buyuruluyor. Şu hâlde âlimler en akıllı kimselerdir. Peygamber efendimize suâl edildi ki:
- Ya Resulallah en âlim kimdir?
- En akıllı olandır.
- En çok kim ibâdet eder?
- Aklı en çok olan
- En faziletli kimdir?
- Aklı en üstün olandır.
Demek ki ilmi ve ibâdeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği suâl edildiğinde Peygamber efendimiz (Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır) buyurdu.
Âişe validemiz suâl etti ki:
- Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir?
- Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür.
- Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi?
- Ya Âişe insanlar, akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.
İbni Abbas hazretleri de, (Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır.) buyurdu. Hadis-i şerifte, (Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz) buyuruldu. Hikmet ehli, ibâdetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belâlara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir.
Zeka, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları anlama ve düşünebilme kabiliyetidir. Her akıllı zeki almayabilir. Her zeki de akıllı değildir. Zeki kimse, tecrübelerle, akıllı kimselerden öğrendiği bilgi ve usullerle büyük işler başarabilir. Nitekim birçok gayri müslimin zeki olduğu bilinmektedir. Bir aslanın zekası, insan zekası kadar kuvvetli olsaydı, bu aslan, öteki aslanlardan on bin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, zekasının çokluğu kadar topluma büyük tehlike olur. Aklın çok çeşitli dereceleri vardır. Müminin dini ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin de dini ve dünyevi aklı vardır. Kâfirin dünya işlerine eren aklı, ahıret işlerine eren aklından daha üstündür.
14 Şubat 2000 Pazartesi
,
Aklın dindeki yeri
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazan doğruyu bulur, yanılması ise daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilimleri de farklıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile’ye göre aklın yolu birdir. Akıl herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allahın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Halbuki haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Akıl dinde delil değildir. Dinimizde delil dörttür: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha.
Bid’at ehli, (Aklın ve dinin yolu birdir. Dört mezhebi bire indirmelidir! Akla ve dine uygun olanlarını toplayıp bir mezhep haline getirmek gerekir) diyor. Halbuki Peygamber efendimiz farklı ictihadların rahmet olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de her işte ölçü olmaz. Allaha ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. İslâm âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu dünya işlerine benzetmeye kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır. Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde acemi kaptanın pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
15 Şubat 2000 Salı
,
Akletmek ne demek?
Kur’an-ı kerimde, birçok yerde (Akletmez misiniz) ifadesi geçmektedir. Bid’at ehli kimseler, felsefeciler, bu âyet-i kerimeleri istismar ediyorlar. (Allah akledin, düşünün, diyor, kimisi bizi düşünmekten, akletmekten, akılla Kur’anı anlamaktan, dini hükümler çıkarmaktan bizi alıkoymaya çalışıyor) diyorlar. Akletmekle ilgili ayetlere bakın, hiç birinde, (Kur’anı anlamak için akledin veya dini hüküm çıkarmak için akledin diye bir ifade yoktur. Akletmekle ilgili birkaç örnek verelim:
(Ey kavmim, buna karşlıkı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz?) [Hud 51]
Peygamber efendimiz, dini bildirirken ücret istemiyor, makam istemiyor, padişahlık istemiyor. Yani benim bu işte dünyalık bir menfaatim yok. Ben işi sırf Allah rızası için yapıyorum. Bu kadarını da akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz anlamındadır. Akletmek, akıl ile hüküm çıkarmak demek değildir.
(Geceyi gündüzü, güneşi ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır.) [Nahl 12]
Gecenin gündüzün gelişinde, ayın güneşin insanlara sağladığı faydalar ve yıldızlar Allahın emri ile var oldukları, hareket ettikleri akleden, düşünebilen kimseler için ibret dersleri vardır deniyor. Akıl ile hüküm çıkarın denmek istenmiyor.
(İbrahim: “Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara niçin taparsınız? Size de, taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?” dedi. [Enbiya 66-7]
Ellerinizle yaptığınız putların size bir fayda ve zarar vermediği meydanda iken, onlara tapmanın vereceği zararı akletmiyor musunuz deniyor. Yoksa aklını kullan da dini hükümler çıkar denmiyor.
(Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha iyi ve devamlıdır. Akletmez misiniz?) [Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?] {Kasas 60}
Dünya hayatındaki şeyler ne kadar kıymetli olursa olsun, hepsi bir gün yok olacak, ama ahirette verilecek olanlar ise devamlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz deniyor. Yoksa akledin de akıl ile hüküm çıkarın denmiyor.
(Akledesiniz diye Kur’anı Arapça okunan bir Kitap kıldık.) [Zuhruf 2-3]
Kur’an-ı kerimi herhangi bir dil ile değil, en geniş, en açık, en ahenkli olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhî bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız. Demek ki ayetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44)
Bazıları da, (insanın namazda okuduğunu anlaması gerekir, onun için Kur’anın tercümesini okumalı) diyorlar. Böyle demek, ibâdetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmayı gösterir. Çünkü, namazı, insanın kendisi tertip etmemiştir. Her ibâdetin nasıl yapılacağını Allahü teâlâ Peygamberine bildirmiştir. O da, bunları öğrendiği gibi Eshabına bildirmiştir. Din imamlarımız bunların hepsini Eshab-ı kiramdan anlamışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki: Namazda okunacak Kur’anın, Allah kelamı olması gerekir. Tercümeleri Allah kelamı olmaz. Namaz dışında Müslümanlar, kendi dilleri ile de duâ edebilir.
16 Ocak 2001 Salı
,
Din konusu dikkat ister
İslâmiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslâmiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allaha ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsaydı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilseydi, Peygamberlere lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulabilirdi ve Allah, hâşâ Peygamberleri boş yere göndermiş olurdu. Bunlar bilinemeyeceği için, Allah, her asırda, Peygamber göndermiş ve son olarak da bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Din yeni inmedi. Dinimizde eksiklik yoktur. Yeni bir şey ilave etmek veya çıkarmak dini bozmak olur. Sanki asırlardır gelen İslam âlimleri yanlış hüküm vermişler gibi, âyetler ve hadisler yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bu çok kötü bir durumdur. Milliyet Gazetesinden Doğan Heper bile, bu durumu beğenmemiş, “TV’lerdeki din savaşları” isimli yazısında diyor ki:
“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.”
Bugün bu sözün anlamını daha iyi kavrıyoruz.
Birçok kişi gibi TV’leri yakından izlerim. Beğenelim, beğenmeyelim TV’ler güncel haber, bilgi kaynağımızdır. Ukalalık bilenin hakkıdır.
Temel bilgi eğitimdeyse, güncel bilgi medyada, yani TV ve gazetelerdedir. Hele bizim gibi işi gazetecilik, habercilik olanlar için TV izlemek bir lüks değil, görevdir. En basitinden; kameralar 24 saat, gece gündüz dünyanın her yerinde olayların peşindedir. Onlara takılırsanız siz de dünyadan haberdar olursunuz.
TV’lerde bir gecedeki 5-6 adet tartışma, haber programı, 18-20 uzmanın görüşü eder.
O uzmanların güncel olaylar hakkındaki birbirine zıt veya paralel görüşlerini anında öğrenmek ancak TV’lerin bu programlarını izlemekle mümkündür.
Kur’an’da; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diyor.
Din ve İslam konusu da TV’lerin tartışma konularının başında geliyor.
Önceki gün bıçaklanan Prof. Zekeriya Beyaz’ı da, daha İlahiyat Fakültesi Dekanı olmadan o programlarda aykırı fikirleriyle tanıdık.
Bilimsellik şüphe temeline oturur, bilimsel olan akıl yürütmeyle ilgilidir. Din; inanç meselesidir, fazla tartışma kaldırmaz.
Ama TV çıktı, din, İslam, itikat ve ibadet öyle tartışılır hale getirildi ki, bu tartışmaları izleyenler neredeyse dinden, imandan çıkar hale getirildi.
Önüne gelen, uzman veya uzman zannedilen, kendine göre bir içtihat yaratır oldu. Birinin söylediğini öteki tekzip eder oldu.
Yalnız, “Kur’an” diyenler. “Kur’an ve hadis” diyenler. Sahih hadis ve uydurma hadis diyenler. Tarikatlara ve din ulemasına göre birbirine zıt çeşitli tefsir ve yorumları ortaya koyanlar. Konuşmacıların kendi farklı görüş ve yorumları, derken sade vatandaş şaşırdı, kör kuyuya atılmış gibi oldu, etrafını göremez oldu. Bazılarının inancı sarsıldı.
Zaman zaman bu tartışmalarda kavgalar da çıktı.
Konca Kuriş öldürüldü. Prof. Beyaz bıçaklandı.
Bu kadar nazik bir konuyu, inanç konusunu, bilenin bilmeyenin her gün tartıştığı bir sorun haline getirirseniz olacağı budur. (Doğan Heper, Milliyet 10 Ocak 2001)
21 Nisan 2003 Pazartesi
,
Akıl büyük nimettir
Büyük bir nimet olan akıl ile gerçekleri görmek mümkün olur mu? Selim olan akıl ile gerçekler görülür. Selim olan akıl ise ancak peygamberlerde bulunur. Selim olmayan kendi aklımıza uyarsak doğruyu bulmak çok güç, hatta imkansızdır. Çünkü her gruptaki insan, “Bu grup doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte, selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, bu kadar grup meydana çıkmazdı. Bu gruplara girenler de, aklına göre bu grupları tercih etmişlerdir. Akla uyulduğu için sayısız grup, sayısız hizip meydana çıkmıştır. Hatta akla uyulduğu için, beşeri dinler uydurulmuştur. Akla uyulduğu için, bu ümmetin arasından da 72 sapık fırkanın çıkacağını Resulullah efendimiz haber vermiştir. “Hangi grup çoğunlukta ise doğru odur” mantığı ile hareket edilirse, yine doğruyu bulmak mümkün olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. (Enam 116)
Bu girişten sonra sanki doğruyu bulmak zor zannedilebilir. Hiç de zor değildir. Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız bir işte, âlimlere uymamızı, âlim olanların da, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymalarını emrediyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, doğruyu bulur. Doğru olan bir taife her zaman bulunur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Her devirde doğru yolda olan bir taife bulunur. Bunlara, hiç kimse zarar veremez.) [Mişkat]
Kitapçılarda bulunan İslâm kitapları arasında bozuk olanları çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır.
Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlerin vârisleri olan âlimlere dil uzatan, onları âlim oldukları için kötüleyen kimsenin imanı gider. Bir de İslâm âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan dinde reformcular vardır. Bunların ihanetlerini bildirmek, kötülemek olmaz. Dinin emrine uymak olur. Kötüye kötü, kirliye pis demek yanlış değildir. Temize pis demek kötülemek olur. Kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları, onların zararından korumaya çalışmak farzdır. O halde bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. İslamiyeti yanlış anlatan kötü din adamları, büyük vebal altındadır. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır.
Kötü din adamları için, (Bu kimselerin hiç iyi tarafı yok mudur?) denilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak, imansızların yol, köprü, cami, yaptırmak gibi hiçbir ameline sevap vermiyor, cehenneme atıyor. Böyle kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(İlmini ticarete alet eden kötü âlimlere yazıklar olsun. Devlet adamlarına yaklaşır, menfaat temin etmeye çalışırlar. Bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]
(Bir zaman gelir ki, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) [Ebu Nuaym]
(Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan daha önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberânî]
(İlmi ile amel etmeyen âlim, kıyamette en şiddetli azaba düçar olur.) [Beyhekî]
(Kıyamette, ilmi ile amel etmeyen âlimin cehennemde çıkardığı kötü kokudan, cehennem ehli rahatsız olarak şöyle seslenir: “Ey kötü kimse, çektiğimiz eziyet ve bu acı durum yetmiyormuş gibi, bir de senin çıkardığın kötü kokuya mı katlanalım? Sen ne yaptın da bu duruma düştün?” Âlim ise, “İlim sahibi idim, fakat ilmimle amel etmezdim” diye cevap verir.) [İ. Ahmed]
8 Ekim 2003 Çarşamba
,
Aklın dinde önemi büyüktür
Bir insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahın bildirdiği doğru yolu bulabilir mi?
CEVAP: Tarih incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Herbiri için bir suret, simge yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır. Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı, Allahtan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh]
(Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.) [Deylemi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları Peygamber bildirir. Peygamber, uzman bir tabip gibidir. İlaçların tesirlerini iyi bilir. Halk arasında, akla dayanarak, uzun tecrübelerle bazı ilaçların tesiri bilinirse de, akıl sahibi kimseler, bunu bilinceye kadar tehlike ve zararlara düşer. Bunları bilmeleri için, yorucu, uzun zaman gerekir. Aklını, başka lüzumlu işleri yapmak için kullanmaya vakit kalmaz. Tabibe az bir şey vermekle ilaçların faydalarına kavuşurlar. Hastalıktan kurtulurlar. Peygambere lüzum yoktur demek, tabibe lüzum yok demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdikleri teklifler, Allahü teâlâdan vahy olduğu için, hepsi doğrudur. Hepsi faydalıdır. Tabibin bilgileri, düşünce ve tecrübe ile olduğu için, hepsinin doğru olduğu da söylenilemez.
Akıl, göz gibidir, İslamiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
15 Eylül 2004 Çarşamba
,
Akla olan ihtiyaç
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu?
CEVAP: Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur’ana] ve Resulüne [Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allah’ın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)}
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] {Bilmeyenin âlimlere sorması Allah’ın emridir.}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim Allah’ı en iyi tanıyor ki, ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım) buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.}
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullahın ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birisine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
Akıllı kimdir?
(Akıllı olan, Allaha ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
7 Ağustos 2005 Pazar
,
En akıllı kimdir?
Sual: Bazı hadislerde şu on kısım, dokuzu şöyle deniyor. Bunlar kesinlik bildirir mi? Mesela (Hayâ on kısımdır. 9’u kadında, biri erkektedir) hadisi de aynen böyle mi, yoksa bir açıklaması var mı?
CEVAP: Genelde bu ifadeler çoğunluğu bildirir. İlla on olması gerekmez. Bu genel bir oranlamadır. Genelde kadın, erkekten daha hayâlıdır anlamındadır. Hayâsız kadın olmaz veya kadından daha hayâlı erkek olmaz anlamında değildir. Mesela Eshab-ı kiram, Peygamber efendimiz için, (Resulullahın hayâsı, bâkire İslam kızlarının hayalarından daha çoktu)buyuruyorlar. Aşağıdaki hadis-i şeriflerde bilinenleri bu açıdan anlamak gerekir:
(İbadet on kısımdır; dokuzu helal kazanmak, biri de diğer ibadetlerdir.) [Beyheki] (İbadetlerin kabul olması için helal kazanmanın önemi bildiriliyor. Helal kazan da ibadet etmesen de olur denmiyor.)
(Hayâ on kısımdır; dokuzu kadında, biri erkektedir.) [Deylemi] [Kadınların daha hayâlı olduğu bildiriliyor, kadın bozulunca, ailenin, cemiyetin bozulacağına işaret vardır.]
(İlim on kısımdır; dokuzu Ali’de, biri diğer insanlardadır.) [Ebu Nuaym] (Hz. Ali’nin ilminin çok olduğu bildiriliyor.)
(Hikmet [faydalı şeyler], on kısımdır. dokuzu uzlette, biri susmaktadır.) [Beyheki] (İnsanlardan uzak duran, az konuşan insanın daha az günah işleyeceği bildiriliyor.)
(Cimrilik on kısımdır; dokuzu Fars’ta, biri de diğer insanlardadır. Cömertlik ondur; dokuzu Sudan’da biri diğer insanlardadır. Kibir on kısımdır; dokuzu Rum’da, biri diğer milletlerdedir.) [Hatib] (Cimriliğin Fars’ta, cömertliğin Sudan’da, kibrin ise Rum’da daha çok olduğu bildiriliyor.)
(Rızkın dokuzu ticarette, biri de hayvancılıktadır.) [İbni Sa’d] (Ticaretin önemi bildiriliyor. Bunların dışında da ticaret yolları yok demek değildir. Mesela çiftçilik, terzilik, marangozluk, demircilik, hizmetçilik vs.)
(Hayrın dokuzu Şam’da, biri diğer ülkelerde. Şam da fesada uğrarsa sizde artık hayır kalmaz.) [Hatib] (Şam o zaman en uygun yerlerden imiş. Şimdi Şam da bozuldu, Bağdat da...)
Tefsir-i kebir’de diyor ki:
Haset on kısımdır; bunların dokuzu din adamlarında bulunur. (Din adamlarının daha çok haset ettikleri bildiriliyor.)
Dünya sıkıntıları on çeşittir; bunların dokuzu salihlerde bulunur. (Salihlere daha çok sıkıntı, bela geleceği bildiriliyor.)
Zillet on kısımdır; 9’u Yahudilerdedir. (O devirde Yahudilerin zillet içinde yaşadıkları bildiriliyor.)
Tevazu on kısımdır; 9’u Nasara’dadır. (O devirde Hristiyanların genelde alçakgönüllü oldukları bildiriliyor.)
Şehvet on kısımdır; dokuzu kadında, biri erkektedir. (Şehvetin kadında daha çok olduğu anlaşılıyor. Ama hayâsı da çok olduğu için birbirini dengeliyor. Kadın hayâsızlaşınca denge bozulur.)
Akıl on kısımdır; dokuzu erkekte, biri kadındadır. (Erkeklerin genelde daha akıllı olduğu bildiriliyor. Bu, her erkek, her kadından akıllı demek değildir.) Peygamber efendimiz, (En akıllınız, Allah’tan en çok korkan, dinimizin emir ve yasaklarına en güzel şekilde riayet edendir) buyurdu. Bir başka hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(En akıllınız, ölümü çok hatırlayan, ahiret için azık toplamakta acele edendir. Ölümü çok hatırlayan dünya ve ahiret saadetine kavuşur.) [Taberani]
Kısacası sonsuz saadetini düşünen ve buna göre tedbirini alan daha akıllıdır.
20 Temmuz 2007 Cuma
,
Selim akıl
Sual: Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz deniyor. İctihadda yanılmak bundan farklı mıdır?
CEVAP: İctihadda yanılmak, farklıdır. Eshab-ı kiram, Resulullah efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları, hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi.
Hayrın şerrin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğu gibi, Peygamberlerini yanıltan da Allahü teâlâdır. Resulullah efendimiz bir namaz kılarken yanılıyor. Sonra, (Yanıltıldım, unutturuldum) gibi ifadelerle cevap veriyorlar. Bir dini hükmün ortaya çıkması için, Allahü teâlânın yanılttığı veya unutturduğu meydana çıkıyor.
Esirlerin öldürülmesi olayında da, Resulullahın amcası Abbas ve daha bazı esirler daha sonra Müslüman oldular. Sadece Hazret-i Abbas’ın soyundan binlerce âlim, büyük zatlar geldi. Eğer öldürülmüş olsaydı, bu nesil gelmeyecek ve kendisi de Cehennemlik olacaktı. Buradaki yanılmanın ne kadar rahmet olduğu meydana çıkıyor.
3 Ağustos 2007 Cuma
,
Aklın tefsiri
Sual: Bazı kimseler, (S.Ebediyye’de, insan, cin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabileceği yazıyor. Peygamber de insan olduğuna göre, nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir?
CEVAP: O yazı, Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S.Ebediyye’den okunursa mesele anlaşılır. Yazıda akıl, selim akıl ve sakim akıl diye ikiye ayrılıyor. Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için, yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de, yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği, aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl, sakim akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde, asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte, muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
Saat, bilezik ve yüzük
Sual: Kadınların saat, bilezik, yüzük takarak sokağa çıkmasında bir mahzur var mıdır?
CEVAP: Evet, mahzurludur. Dışarıda yabancılara görünmeyecek şekilde takılabilir.
Kaza kılarken mekruh vakit girse
Sual: Bir kimse, ikindiden sonra kaza namazı kılarken, secde-i sehvi gerektiren bir hata yapsa, selam verirken akşama kırk dakikadan az kaldığını anlarsa, secde-i sehvi yine yapması gerekir mi?
CEVAP: Bir kimse, ikindiden sonra kaza namazı kılarken selam verir vermez, güneş kızarmışsa [yani akşama kırk dakikadan az kalmışsa] secde-i sehiv sakıt olur, yani yapmaz.
19 Nisan 2001 Perşembe
,
Ahmak kime denir?
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz kimsedir. Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım.) buyurdu. Âlimler de buyuruyor ki:
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklıktır. (Hz. Ali)
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti vermek ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir... (İmâm-ı Rabbânî)
Kaza borcu var iken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî)
Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükuttur. (İbni Hibbân)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. Nefs ahmaktır, her istediği kendi zararınadır. (Muhammed Masum)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
İmran bin Husayn hazretleri, hadis-i şeriflere ve diğer delillerden değil de, (Bana yalnız Kur’andan bildir) diyen birine, (Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin) buyurdu.
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı-koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler sonra Allah affeder diye ümitlenir.) [Tirmizî]
(Ahmak, ahmaklığından fasıkın [Açıktan günah işleyenin] günahından daha büyük bir derde düşer.) [Hakîm]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî]
(Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî]
(Ahmaklığın en kötüsü ve dalâletin [sapıklığın] en büyüğü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir. [Deylemî]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir buğday tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’anı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Sefihlerin, ahmakların inandığı gibi mi inanalım?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13
6 Şubat 2004 Cuma
Dostun ahmak ise vay haline!
Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından biri de, güvenilir, gerçek bir dost bulamamasıdır. Hele bir de dost edindikleri ahmak ise vay o kimsenin haline. Ahmak dostla ilgili Mesnevî’de ibretli bir hikaye var. Bugün sizlere bu kıssayı arz etmek istiyorum:
Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı.
Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören iyi niyetli birisi, “Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor.”
Bunun üzerine iyi niyetli kimse şöyle bir ikazda bulundu: “Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır!”
Adam bu ikazı yanlış anladı: “Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir?” dedi. İyi niyetli kimse ikazını şöyle şürdürdü: “Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç!”
Adam ayı ile dostlukta ısrarlıydı: “Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım?” diyerek iyi niyetli kimseyi yanından uzaklaştırmak istedi. İyi niyetli kimse son olarak şunları söyledi: “Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme!
Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, aralarındaki konuşmasına şöyle devam etti: “Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum.” “Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım.” “Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum.” “Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım.” “Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme!”
Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti.
Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu.
Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti.
Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir taşı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı Kelime-i şehadet bile getiremedi.
Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir...
07 Şubat 2004 Cumartesi
,
Ahmak adamın başına gelenler!
Bugün de yine Mesnevî’den ibretli bir hikaye ve bununla ilgili Mevlana hazretlerinden nasihatler nakletmek istiyorum...
Ahmağın biri, İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki:
- Ne olur, “ism-i a’zam” duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim.
İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi:
- Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır.
- Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret.
Adam çok ısrar edince, kendisine “ism-i a’zamı” öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a’zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı.
İsa aleyhisselam “Neden önce bu adamı parçaladın?” diye sorunca, aslan şöyle cevap verdi: “O buna layıktı. Çünkü, duayı iyi niyetle öğrenmedi ayrıca sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu.”
Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki:
- Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm?
Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır.
Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme!
Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla!
Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz.
Hz. Ali Hendek Savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.
Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:
- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum...
13 Mayıs 2006 Cumartesi
,
Ahmaklığın alâmeti
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belalara, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte, “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur” buyuruldu.
Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki:
“Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, “Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir” demelisiniz.”
Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki:
“Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi.”
Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun.”
“Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır.”
“İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!” (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.)
İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına,
- Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca,
- Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki:
- Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır.
İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur.
Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.”, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır.”
Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir” buyuruldu.
1 Eylül 2006 Cuma
,
Câhil kimselerin alâmetleri
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
------
25 Mayıs 2009 Pazartesi
,
Ahmak olana verilecek cevap
Sual: Bid’at işlemekle meşhur bir arkadaş, Hak Sözün Vesikaları isimli kitaptaki, (Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût) ifadesinin yanlış olduğunu ve bunun, (Ahmağın cevabı ancak sükûttur) anlamına geldiğini söyledi. Dediği doğru mudur?
CEVAP: Bu söz, hadis imamlarından İbni Hibban hazretlerine aittir. Bu sözün manası şöyledir:
(Ahmağa verilecek hiçbir cevap, cevap olamaz; ona ancak susmak cevap olur.)
Türkçe’de o şekilde değil, (Ahmağa susmaktan iyi cevap olmaz) şeklinde söylenir.
Kur’an-ı kerimde, böyle (Ve ma... illâ) ifadeli birçok âyet-i kerime vardır. Birkaçını bildirelim:
1- (Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemin) [Enbiya 107]
Tercümesi şöyledir:
(Biz seni göndermedik, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)
Yani seni peygamber olarak göndermemiz, başka bir maksatla değil, Müslüman kâfir herkese rahmet içindir. (Beydavi)
2- (Ve me’l hayat-üd-dünyâ illâ metâ-ül gurûr.) [Al-i İmran 185]
Tercümesi şöyledir:
(Dünya hayatı ancak bir gurur metaıdır.) veya (Dünya hayatı, gurur metaından başka şey değildir.) [Meta=eğlence, mal, varlık. Gurur=aldatıcı, yanıltıcı]
Meali şöyledir:
(Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten, bir eğlenceden başka bir şey değildir.)
3- (Ve mâ yeıdühüm-üş-şeytânü illâ gurûra) [Nisa 120]
Meali şöyledir:
(Şeytan, aldatmak için onlara vaatlerde bulunuyor.)
(Şeytanın vaatlerde bulunması, aldatmaktan başka şey değildir.)
4- (Ve mâ erselnâke, illâ mübeşşiren ve nezira) [İsra 105]
Tercümesi şöyledir:
(Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.)
Meali şöyledir:
(Seni yalnız [inanıp itaat eden Müslümanları Cennet nimetleriyle] müjdeleyici ve [inkâr edip isyan eden kâfirleri cehennem azaplarıyla] korkutucu olarak gönderdik. [Başka bir maksatla göndermedik.])
5- (Ve mâ enzeler-rahmânü, min şey’in in entüm illâ tekzibûn) [Yasin 15]
Meali şöyledir:
(Rahman hiçbir şey indirmedi. Siz, yalancılardan başkası değilsiniz.)
Âyet-i kerimenin tamamı şu mealdedir:
(Kâfirler dedi ki: Siz de bizim gibi bir insansınız, bizden ne üstünlüğünüz var ki? Allah kitap falan göndermedi, siz yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz.)
6- (Ve ma yechadü bi âyâtinâ, ill-el kâfirun) [Ankebut 47]
Meali şöyledir:
(Âyetlerimizi kimse inkâr etmez, ancak kâfirler inkâr eder.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakilleri de, bid’at ehlinden başkası inkâr etmiyor.]
7- (Ve ma yezîdihüm illâ nüfûra) [İsra 41]
Tercümesi şöyledir:
(Hiçbir şeylerini arttırmaz, ancak nefretlerini artırır.)
Mealleri şöyledir:
(Ancak onların nefretini artırır.)
(Onların nefretinden başka bir şeylerini arttırmaz.)
(Kur’anı kerimdeki öğüt verici açıklamalar, kâfirlerin, nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmaz.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakiller de, bid’at ehlinin nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmuyor.]
Bu yedi örnek gösteriyor ki, İbni Hibban hazretlerinin sözü çok güzel ve doğrudur. Yanlış olan bid’at ehlinin anlayışıdır. Zaten bid’at ehli, Kur’an-ı kerimi de, âlimlerimizin sözlerini de doğru anlayamaz. Anlayamadığı için de 72 sapık fırka meydana çıkmıştır.
Biz yine İbni Hibban hazretlerinin sözünü tekrar ediyoruz:
Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût
(Ahmağa verilecek en güzel, en isabetli cevap, susmaktır.)
YENİ ÜMİT DERGİSİ
KUR'ÂN'DA AKIL -1
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
34
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
Ayrıca bu âyetler, aklı kullanmadan, araştırma yapmaksızın herhangi bir hükme körü körüne inanılmasını ayıplamaktadır. Dolayısıyla Allah'a ve diğer iman esaslarına imana çağıran Kur'ân-ı Kerîm'in insanların akıllarını kullanmadan aklî kuvvelerini bir kenara iterek inanmalarını istediğini var saymak büyük bir yanlışlıktır. Zaten din, aklı olana hitap etmektedir. Bundan dolayıdır ki "aklı olmayanın dini de yoktur" denilmiştir.
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446. İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
.
KUR'ÂN'DA AKIL -2
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
11
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
M.ŞEVKET eygi yazıları
Akıl dinin kaynaklarından değildir, dini anlamak için alet ve vasıtadır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Mükellef olmanın temel şartı akıl sahibi olmaktır.
Sadece akılla hiçbir din hükmü ortaya konulamaz.
Dinin temeli, ana iki kaynağı Kur'ân ve Sünnet'tir. Akıl onları anlamak, yorumlamak için vasıtadır.
Aklın türleri vardır:
Sıradan akıl.
Selim akıl.
Hendesî akıl (geometri aklı).
İncelik aklı (edebiyata, sanata, hikmete, keyfiyete yönelik akıl).
Muhammedî hedy (yönlendirme, kılavuzluk) olmazsa dünyanın en parlak, en keskin, en üstün aklı tek başına gerçeği bulamaz, doğru yolda gidemez.
Tarih boyunca ve bugün İslâm dünyasında aklı din kaynağı olarak gösterenler bid'atçidir.
Müslüman çocuklar ve gençler içinde çok akıllı, çok zeki, çok istidatlı, çok kabiliyetli, çok vasıflı, çok üstün gençler vardır. Bunlara özel paralel ve alternatif eğitim verilerek; İslâm'a, insanlığa, Türkiye'ye, dünyaya, ülkemize, halkımıza hizmet etmeleri sağlanmalıdır.
İlimsiz aklın fazla kıymeti yoktur.
Akıl iki şekilde ilimle techiz edilebilir (ilim silahı ile silahlandırılabilir):
1. Kişi âlet ilimlerini ve 'âlî ilimleri öğrenir, icazet alır, din âlimi ve fakih olur.
2. Din âlimi olmazsa, icazetli din âlimlerine tâbi olur, onları taklid eder, onların mukallidler için yazdıkları muteber kitaplardaki bilgileri öğrenir; münevver (aydın, nurlu, ziyalı) bir Müslüman olur.
Müslümanın ayrıca, sosyal seviyesine, Ümmet hiyerarşisi içindeki rütbesine göre genel kültür ve çağdaş kültür birikimi olması gerekir.
Her hâl ü kârda Müslümanlar sırf kendi akıllarıyla din hakkında uluorta konuşamazlar, kendi heva ve re'yleriyle din hükmü koyamazlar.
Müslümanlıkta din konusunda en ayıp ve çirkin şey, "Bana göre...Ben bu konuda öyle veya böyle düşünüyorum..." demektir.
Şu anda Türkiye'de ictihad yapacak derecede hiçbir din âlimi ve fakih yoktur.
Bazı icazetsiz ilâhiyatçıların ictihada yeltenmeleri gülünçtür. İcazetleri olmadığı için onlar fetva bile veremez.
Tasavvuf ve ahlâk boyutu olmadan, kişi fakih de olsa eksik kalır.
Selim, olgun, olumlu bir akıl nasıl anlaşılır:
1. Böyle bir akla sahip olan Müslüman sahih bir itikada sahip olur.
2. Namazı dosdoğru şekilde kılar.
3. Faydalı ilim öğrenir, zararlı ilme talib olmaz ve onu öğrenmez.
4. Ahlâk ve fazilet sahibi olur.
5. Dünya tuzaklarına düşmez, zahid olur.
6. Benliğini en büyük düşman bilir. Benliğinin yap dediklerini yapmaz, yapma dediklerini yapar.
7. Dünyayı bir imtihan (sınav) yeri bilir. Ahiret için azık toplar.
8. Allah'ı Rab, Hz.Muhammed'i (Salat ve selâm olsun O'na) nebi, İslâm'ı din, Kur'ân'ı düstur ve imam, Şeriatı nizam olarak kabul eder.
9.İyiliğe yönelik olur, kötülükten kaçınır. İyilik yapamıyorsa, hiç olmazsa kötülük yapmaz.
10. Bütün ömrü boyunca Allah'ı kendisinden razı ve hoşnud etmek için çalışır, davranır, hareket eder.
Bu yazdığım fazilet ve hasletlere sahip olabilmek için rabbanî ulemâya ve fukahaya, kâmil mürşidlere tâbi olmak, onların yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamak, gerekir.
Ulemâ ve fukaha ikiye ayrılır:
Gerçek, rabbanî, ilmi ile 'ameli birbirine uygun hakiki âlimler.
Ulemâ-i su', yani kötü âlimler. Bunlar Allah'ın ayetlerini, İslâm mukaddesatını ucuza satarlar. Zalimlere yağcılık ve yalakalık yaparlar. Kendilerini seven Müslümanların paralarını devşirirler. Böyle insî şeytanlardan uzak durmak gerekir.
Rabbanî, icazetli, gerçek âlimlere ve fakihlere tâbi olanlar, onları taklid edenler inşaallah ebedî saadete nail olurlar.
Ulemâ-i su'a tabi olanlar, onların peşlerinden gidenler imanlarını ve dinlerini tehlikeye atar, şeytanın tuzaklarına düşer.
Gerçek mürşid-i kâmilin bazı özellikleri şunlardır:
1. Nefsini yenmiş, kemal derecesine ulaşmıştır.
2. Şeriattan kıl kadar ayrılmaz.
3. Sahih itikadlıdır.
4. Başta beş vakit namaz olmak üzere ibadetlerini güzelce ve dosdoğru eda eder.
5. Peygamberimizin Sünnetine sarılmıştır.
6. Kendisini sevenlerden para toplamaz.
7. Onda hubb-i riyaset yoktur.
8.Dünya fâniliklerinin, dağdağalarının, kıyl ü kalinin, boş koşuşturma ve telâşların dışında ve üstünde kalır, entrikalara karışmaz.
Velhasıl akıl nassa, nakle, gerçek âlimlere, gerçek fukahaya, gerçek mürşidlere tabi olmadığı müddetçe serseri mayın gibidir.
Din hükümlerinin ve bilgilerinin kaynağı ve delili dörttür:
Kur'ân... Sünnet... İcmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha...
Akıl kaynak değildir.
Mutlak müctehidler dışında hiçbir Müslüman kendi kafasına, hevasına, re'yine göre ictihad yapamaz. Yaparsa dâll ve mudil olur yani sapıtır ve sapıttırır.
Cenâb-ı Hak cümlemize selim akıl nasip etsin.
Bir salağın not defterinden
İyice anladım ki, çevremdeki herkes salak, bir ben akıllıyım.
O gece Filibit'lerin evinde herkes bana hayran oldu, yıldız gibi parladım...
Raziş bana çılgınlar gibi aşık ama hiç yüz vermiyorum....
Neroş'a kur yaptım, ilgilenmedi. Bu kızın kafasını kör testere ile kesmeli. Benden iyisini mi bulacak?
Bu gidişle ben adam olmam, bir şişe şarap içtim, küp gibi sarhoş oldum, sabahtan ikindiye kadar kendimi bilmeden uyumuşum.Adam dediğin beş şişe içmeli, yalpalamadan yürümeli, saçmalamadan konuşmalı...
Tamu restoranda yumurtada kızartılmış salyangoz ve kurbağa bacağı yedim. Tadı tuzu olmayan iğrenç şeylerdi ama renk vermedim, nefisti dedim.
Profesör Argon Tolgaç'ın "SosyalDebreyaj" kitabını okudum. Ben ondan iyisini yazarım ama kadrimi bilen yok.
Sesimin güzel olduğunu söylüyorlar. Acaba Şantöz Mimi Velosipet'ten ders mi alsam? Bakarsın, on sene sonra Pavarotti gibi bir âlem olurum.
Babamgilin dev inşaatı çökmüş, fazla harçlık veremedi. Beyaz işine gireceğim, korkuyorum.
Cuma günü bir yerden geçiyordum. Cemaat camiye sığmamış, yollara taşmıştı. Ah Atam, bu günleri de mi görecektik?
Yeliz, Neliz ve Martoloj hep birlikte Bayramda Lesbos adasına gidip sakız rakısı içeceğiz. Tabiî başka haltlar da yiyeceğiz. Heh heh heh...
Yazdığım son şiiri arkadaşlara okudum, güldüler, eşekler hoşaftan ne anlar!..
Babamdan yeni lüks bir Mini istedim, ihale alamıyormuş, rantlar çok kısıtlıymış alamam dedi. Babam olmasa onu boğardım.
Dün gece geç vakitlere kadar Cafe Çandragupta'da bizim ekiple düşünsel ve filozofik tartışmalar yaptık. Ben Dadaizm'in Kubizm'in bir çeşidi olduğunu söyledim, ötekiler hayır ikisi ayrıdır dediler. Sonunda ben galip geldim ama kabullenmediler. Ne olacak salaklar.
Bayram yaklaşıyor. Ne garip ülke... Ramazan'da Müslümanlar oruç tutuyor, aç kalıyor, çile çekiyor. Bayramda dinsizler keyif sürüyor.
İlk denemem "Lökorbô" dergisinin Ekim ayında yayınlanacak. Kültür hayatına bir güneş gibi doğacağım.
Ah Semiramis!.. Bana yaptıklarını ölünceye kadar unutmayacağım. (Konunun ne olduğu bir sırdır...)
Perşembe günü Kadıköy'e gittik, Tuvazon Dor'da yemek yedik, Saylan'da Kup Griye... Hayat ne hoş, hayat ne boş...
Mezuniyet Albümü için toplanan paraları yemiştim, matbaa albümleri vermedi. Arkadaşlardan biri beni savcılığa vermekle tehdit ediyor. Alçaaak!..
Zincirlikuyu Mezarlığı'nın önünden geçiyordum. Ana kapının üzerine, "Her canlı ölümü tadacaktır" diye yazmışlar. Gericilik aldı yürüdü. Ölümü düşünmek bile istemiyorum. Yaşasın hayat!..
Neşo, Moşe, Zerduz ve ben Montralon klübüne üye olacağız. Herkesi almıyorlarmış. Babam baskı yapacak. Klüb üyelerinin geleceği parlak oluyormuş. Evet aydınlık ufuklara açık ve temiz alınla koşar adım yürümek ne kıvançlı bir şey...
Ben ne Raskolnikov'um ne de Sibirya'ya gitmek isterim. Martılar gibi özgür olmak isterim. Sibirya çok soğuk, Altınkum'da güneşlenmek ne hoş.
Bugünlük bu kadar...Bende cevher tükenmez, doğurgan bir zihnim ve kalemim var. Yaz yaz bitmez... Güneşe selam, Ay'a selam ey Mirkelam!..
ALLAH'A İNANMAYANLARA CEVAPLAR.
3 Soru ve 1 Cevap...
Çok eski zamanlarda bir şehirde çok kötü bir adam vardı. Geçimsiz, huysuz ve kafirdi. ALLAH’a inanmazdı. Her gördüğü çocuğa ‘ALLAH yoktur olsa idi onu görmemiz gerekirdi’ derdi.
Çok akıllı olduğunu söylerdi.
- ‘Senin aklın varmı’ diyenlere,
- ‘Elbette var’ derdi.
- ‘Haydi aklını göster, deyincede gösteremezdi. Oysa göremediği için ALLAH’ı inkar ediyordu. Aklını ise göremediği halde inkar etmiyordu. Kafirdi. İnkarcı idi. Kendisini yaratan ALLAH’a inanmazdi işte...
Bu Kafir adamın birde komsusu vardı. Çok iyi bir ihtiyardı. ALLAH’a inanır, namazını kılar, küfretmez, kötü sözler hiç söylemezdi. Herkese karşı iyi davranırdı. Mahallenin çocuklarını başına toplar, onlara:
Seni kim yarattı? Diye sorardı. Eğer bilmiyorlarsa öğretirdi.
Seni ALLAH yarattı evladım, derdi.
Peygamberimizin ismi Hazreti Muhammed, dinimiz islam, kitabımız Kur’an, mezhebimiz Ehli-sünnet vel cemaat, diye çocuklara ezberletirdi. Ezberleyenlere şeker alıverir, para verirdi. Oyuncaklar alırdı.
Bir gün kafir komşusu bu iyi ihtiyarın yanına geldi. Beraberinde de kendisi gibi ALLAH’a inanmayan bir sürü adam vardı. O iyi ihtiyara:
Sana tam üç soru soracağız. Fakat cevapları çok zor. Bakalım cevap verebilecek misin? dedi.
Sorun bakalım dedi, o iyi ihtiyar, sorunda alın cevabınızı dedi. Kafir adam söze şöyle başladı:
Birinci sorum: ALLAH vardır diyorlar, fakat ne görüyor ne de gösteriyorlar. Onun için ben yoktur diyorum. Ne dersin?
İkinci sorum: Cehennemde şeytan da yanacaktır, diyorlar. Halbuki şeytan ateşten yaratılmış. Ateş ateşi nasıl yakar?
Üçüncü sorum: Madem ki kader vardır. Herkes yaptığından niçin sorguya çekilsin? dedi.
O iyi adam kafir adama:
- İşte üçüne birden cevabım, dedi. Yerden bir kuru toprak parçası alıp kafirin kafasına vurdu. Herkes şaşırdı kaldı.
- Bu nasıl cevap?! dediler. Kafirin kafasından kanlar aktı. Doğru karakola gitti. O iyi ihtiyarı
şikayet etti. Mahkemeye çıktılar. Hakim iyi ihtiyara:
Bu adamın başına toprak parçası ile vurmuşsun, eğer vurdu isen niçin vurdun, dedi. O iyi ihtiyar: Evet hakim bey onun kafasına tezekle vurdum. Yalnız benim bu hareketim onun bana sorduğu üç sorusuna cevabı idi.
Birinci sorusu şu idi: Madem ALLAH vardır, niçin göremiyoruz. Göremediğimize göre yoktur, buna ne dersin? dedi. Benim cevabım ise şu oldu: Kafasına tezekle vurdum. Şimdi başında acıma olduğunu söylüyor. Bana başındaki acıyı göstermedikçe başının acıdığına inanmam. Madem görmediği her şeyi inkar ediyor, ben de başının acıdığını kabul etmiyorum.
İkinci cevabım da bunun içindedir. Demişti ki, şeytan ateşten yaratıldı. Cehennem de ateş olduğuna göre ateş ateşi nasıl yakar?
İnsanın da aslı topraktır. Ateş ateşi yakmayacağına göre attığım toprak parçası da aslı toprak olan insanı acıtmaması lazımdır.
Üçüncü sorusu da, Madem herkes kaderine göre hareket ediyor; hiç kimse yaptığı işten sorulmamalı demişti. Öyle ise onun kaderinde kafasına tezekle vurulmak varmış, niçin şikayetçi olup mahkemenizi meşgul ediyor, dedi. Hakim o kafir adama baktı:
Bu anlatılanlara ne dersin, dedi. Kafir şöyle söyledi:
Bu komşumun söylediklerinin hepsi doğru ve o haklı. Ondan şikayetçi değilim.
Şimdi ben de ALLAH’ın varlığına inanıyorum. Bazı şeyler bizim şu gözlerimizle görülmezler. Çünkü bizim gözlerimizin yapısı her şeyi görecek şekilde yapılmamıştır, öteki dedikleri de doğrudur.
Şimdi bana da mahallemizdeki çocuklara öğrettiği gibi Müslümanlığı öğretsin, dedi.
Hep beraber mahkemeden çıkıp evlerine gittiler. Çok iyi komşu oldular, Artık birbirlerine hep iyi davrandılar.
Âhıret bilgileri, aklın dışındadır. Bunlara akl ermez
24 —(Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında diyor ki: Akl ile anlaşılan şeyler, his uzvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, ya’nî his uzvlarımız, akl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi yokdur. Akl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karâr verebilir?
Nakl yolu ile anlaşılan, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb olur. Akl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır veyâ bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile anlaşılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir mi’yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, aklları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni’ olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir) yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla uymayan birşey yokdur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şeklleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler, akl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emr ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin, insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felesof maskesi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir kâfirin, tâm olmayan aklı ile, ortaya atdığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se’âdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş, ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet ve hayranlıkda bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamış olan, emrleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tâm akl, şaşmıyan, yanılmayan akldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddi’â edebilir mi? Böyle bir iddi’âya, kimse inanır mı? Değil bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en akllıları olarak, seçdikleri meb’ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri ile, başbaşa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri beğenmeyip değişdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfleri, ya’nî mubârek sözleridir.
Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramış ve bugünkü medeniyyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının târîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete karşı durmamış, dâimâ ona uygun bulunmuşdur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî’ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerlerinde,(Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gitdikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araşdırınız. Bütün bunlarda yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emrler buyurmakdadır.
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın var olduğuna inanmakdır. Fen bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. Îmânın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder diyor. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz).
Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra düşmanları tarafından sinsice değişdirilmişdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etdi. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işitdiklerini yazarak, İncîl adında dört kitâb meydâna geldi ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karışdı. Barnabas [Barnabée] adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zemânla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde(Barnabas) ismine bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp i’mâr etmiş ve Kostantiniyye ismini vermişdi. Bütün İncîllerin birleşdirilmesini emr etmiş, mîlâdın 325. ci senesinde, İznikde 319 papazı toplayıp, yazdırdığı yeni İncîle eski dîni olan putperestlikden de birçok şey sokdurmuşdu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuşdu. Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde ve Barnabasın yazdığı İncîlde Allahın bir olduğu bildirilmişdi. Eflâtûnun ortaya atdığı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört bozuk İncîlde yer almışdı. Kostantin, bu teslîs fikrini de yeni İncîle koydurdu. Aryûs ismindeki bir papaz, bu yeni İncîlin yanlış olduğunu, Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın, Onun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi ise de, bunu dinlemediler, hattâ aforoz etdiler. Aryûs Mısra kaçdı ve orada tevhîdi neşr etdi ise de, öldürüldü.
Kostantinden sonra gelen krallar, Aryûsün mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında şaşkın oldu. İstanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde beşinci ve İstanbulda altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papazı, Luther Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son değişiklikleri yapdı. Bu yeni İncîle inanan hıristiyanlara (Protestan) denildi. Böylece, hıristiyanlık dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekl aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, İslâmiyyete karşı nasıl tevcîh olunabilir?
Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi’ olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak se’âdetine erer. Dünyâya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi’ olmağı istemişdir. Mûsâ “aleyhisselâm” Onun zemânında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi’ olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi’ oldukları için, bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesden önce gireceklerdir.
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler” buyuruldu.
Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur’an-ı kerimde de mealen, “Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar” (Fatır 28) buyuruldu.
Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O’na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, “Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım” diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
Peygamber efendimize sual edildi ki: “Ya Resulallah en âlim kimdir?”, “En akıllı olandır”, “En çok kim ibadet eder?”, “Aklı en çok olan”, “En faziletli kimdir?”, “Aklı en üstün olandır.”
Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, “Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te’mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni’metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni’metidir.
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler” buyuruldu.
Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur’an-ı kerimde de mealen, “Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar” (Fatır 28) buyuruldu.
Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O’na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, “Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım” diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
Peygamber efendimize sual edildi ki: “Ya Resulallah en âlim kimdir?”, “En akıllı olandır”, “En çok kim ibadet eder?”, “Aklı en çok olan”, “En faziletli kimdir?”, “Aklı en üstün olandır.”
Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, “Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te’mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni’metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni’metidir.”
Akıllı Müslüman, tedbirli, ihtiyatlı olur. Sebeplere yapışır, önce devesini bağlar sonra tevekkül eder. Müslümana güvenilir, fakat bu güven onu tedbir almaktan alıkoymaz. Ödünç verince senet yapılır. Mal çalınacak yere konmaz. Her işte tedbir alınır.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Zebur’da bildirildi ki; akıllı kimse, diline sahip olur, işine yönelir ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olur.”
“Sevdiğin kimseyi itidalli sev, bir gün düşman olabilir, sevmediğine de itidalli ol, bir gün dost olabilir.”
Akıllı kimse, her işte orta yolda olmayı tercih eder. Arkadaşına, ne haddinden fazla güvenir, ne de ona hep güvensizlik içinde olur. Onun da insan olduğunu şeytana uyabileceğini düşünerek tedbiri elden bırakmaz.
Buyuruldu ki:
“Akıllı kimse, hastalık ve tehlike gibi bir musîbet gelmeden önce tedbirini alandır.”
“Akıllı kimse, konuşması istenmeden konuşmaya başlamaz. Bir zarûret olmadan, cevapta acele etmez.”
“Akıllı olan, hiç kimseyi küçük görmez. Çünkü sultânı hor gören, dünyâda rahatını bozar. Sultân olmadan emniyet ve güven olmaz. Sâlih kimseleri hor gören, dîni husûsunda zarara uğrar. Çünkü, böyle kimseler, insana Allahü teâlâyı ve âhireti hatırlatır. Dostlarını ve arkadaşlarını küçümseyen, vakar ve asâletini kaybeder. Diğer insanları beğenmeyip, onları aşağılayan, onların kötülüğünden emîn olmaz.”
“Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.”
“Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir.”
“Akıllı kimse, korktuğu başına gelmeden önce, onun çaresine bakar.”
“Akıllı olan kimse, ihtiyâcı olduğu kadar konuşur ve fazlasından vazgeçer.”
“Akıllı kimse dünyâsının harap olmasına aldırmaz, âhiretini mamûr etmenin yollarını arar. Akılsız kimse ise, âhireti vîrân edip, dünyâsını mamûr eder.”
İslam büyüklerinin bir özelliği de herkesle iyi geçinmeleridir. Çünkü herkesle iyi geçinmek akıllılık alametidir. Ancak akıllı kimse iyi geçinir. Hadis-i şerifte, “İyi geçinmek aklın başıdır. İyi geçinmek aklın yarısıdır” buyuruldu.
Akıllı kimse, iyi insanla zaten iyi geçinir. Kötü insanı da, idare ederek, ona müdarada bulunarak iyi geçinir. Onun düşmanlığını kazanmaz. Fakat müdahene etmez. Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, farzları emrettiği gibi, müdara etmemi de emretti” buyuruldu.
(Müdara, İslamiyet’in dışına çıkmadan, dünyalık vererek gönlünü almaktır. Müdahene, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, dinden taviz vermek günaha girmektir.)
Akıllı kimse, müdara ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olur. Herkesle müdara ederek sohbet eder. Yani, hep tatlı dilli ve güler yüzlü olur. İyi ve kötü, herkes ile karşılaşınca, böyle davranır. Fakat, kötülere ve sapıklara müdahene etmez, onun sapık yolundan razı olduğunu zan ettirmez.
İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, insanlarla iyi geçinmemizi emrederek hadis-i kudside, “Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “İnsanlara, sözlerinde ve işlerinde dâima muhalefet edip karşı çıkmak, karşıdakinin kızgınlık ve kin beslemesine sebeb olur. Bu, münâkaşa gibidir. Münâkaşa insana düşmanlık kazandırır. İnsanların sözlerine ve işlerine devamlı muhalefet edip karşı çıkmanın zararı, faydasından çoktur. Zaten insanların birbirine sövüp, çirkin sözler söylemesi de bu gibi davranışlardan ileri gelmektedir. İnsanların birbirine sövüp sayması daha ileri bir seviyeye varınca, öldürme hâdiseleri de doğabilir. İki kişi arasında münâzara ve birbirinin sözüne ve işine karşı çıkma olunca, mutlaka ikisinin de kalbi birbirine karşı bozulup, aralarında bir soğukluk hâsıl olduğu gibi, gizli bir düşmanlık da meydana gelir.”
Sırrı gizlemek, iyi kimselerin ahlâkındandır. Sırrı gizlemek, yapılan işlerin zarardan en uzak olanıdır. Sırrı gizlemek, insanın kötülüklerden uzak kalmasını temin eder. Sırrını herkese söylemek ise, pişmanlık meydana getirir.
Hikmet sahipleri; “Sırrını dirayetli bir kimseye veren zelîl olur. Sırrını câhil bir kimseye bırakan kaybeder. Kim de sırrı ile baş başa kalırsa, ganimete konar.”, “Akıllı kimse, sır küpüdür” demişlerdir.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Sırrın senin esîrindir. Onu açıklarsan, sen onun esîri olmuş olursun.”
Sırrını muhafaza eden, kötülüklerden korunur. Sırrı başkasına söylemekte pek çok zararlar vardır. Gizli sırlardan öyleleri vardır ki, o ortaya çıkınca baş gider. Böyle bir sırrı ifşa eden kimseye ne kadar ceza verilse yeridir. Sırları, sırrı açmaya lâyık olmayan dostundan gizle. Böyle bir dost, sırrını senin düşmanına açabilir.
Peygamber Efendimiz; “Kim, bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allahü teâlâ da onu kıyamet günü sıkıntılardan korur. Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünya ve ahirette aybını örter. Kişi, arkadaşına yardımcı olduğu müddetçe, Allahü teâlâ da onun yardımcısı olur.” buyurmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Han, “Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bilse, onu kopartırım” demiştir. Sırrını söyleyen ekseriya pişman olur.
Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, âdeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz!
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“İki kişiden birinin, diğerinin duyulmasından hoşlanmadığı, aralarında konuştukları bir şeyi, başkasına söylemesi helal olmaz.”
“Allah indinde, insanların en kötüsü, birbirinin sırrını başkasına söyleyen karı-kocadır.”
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Bir Müslüman, kardeşinin kendisine emanet ettiği sırrını ifşa etmemesi gerekir. İfşa etmemek için o sırrı inkâr edebilir. Kişinin, sır ve ayıplarını örtmek için yalan söylemesi nasıl caiz ise, Müslüman kardeşi hakkında da aynı şeyi yapabilir. Çünkü kardeşi ile kendisi arasında fark yoktur. İkisi ancak bedenle ayrılırlar, hakikatte ise bir şahıstırlar. İşte kardeşliğin hakikati budur.
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Müslüman kardeşinin ayıbını örten bir kimse sanki diri diri gömülen bir kız çocuğunu kurtarmıştır.”
“Kişi etrafına bakınarak konuşursa, o konuşma oradakiler için bir emanettir.”
“Aynı mecliste oturan iki kişi emanetle otururlar; (manevi teminat almış olurlar). Bu bakımdan hiç kimse için helâl değildir ki arkadaşının ifşa edilmesi hoşuna gitmeyen herhangi bir sırrını ifşa etsin.”
Ediblerden birisine denildi ki: “Senin sır saklaman nasıldır?” O edib de şöyle cevap verdi: “Ben sırrın mezarıyım!” Denilmiştir ki: “İnsanların göğüsleri sırların mezarlarıdır.”
Yine şöyle denildi: “Ahmak bir insanın kalbi ağzındadır, akıllı bir kimsenin dili ise kalbindedir.” Yani ahmak kimse nefsindekini gizlemeye gücü yetmez ve bilmediği halde açığa vurur. İşte bundan dolayıdır ki ahmak bir kimsenin dostluğunu kesmek ve onun sohbetinden uzak durmak gerekir. Hatta ahmakları görmekten bile kaçınmalıdır.
İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: “Ey Müslüman! Din kardeşlerinin ve başkalarının sırlarını ifşâ etmekten sakın. ‘Ben bunu kasdetmemiştim!’ diye kendini mazur göstermeye kalkma. Unutma ki sen fitne ve garabetlerle dolu olan onuncu hicret asrının ikinci yarısında bulunuyorsun...”
Hadis-i şerifte, “Müslümanların aybını araştıran, onlara kötülük etmiş ve onları kötülüğe itmiş olur” buyuruldu.
İnsanın başına gelen işler, genelde dili sebebiyledir. Dilini tutanın, başı selâmette olur. Nitekim Resûlullah Efendimiz, “Diline sahip olan ve kusûrlarına gözyaşı döken kimseye ne mutlu!” buyurmuştur.
Evliyânın büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri dili şöyle anlatır:
Akıllı, hikmet sâhibi insanın dili, kalbinin ötesindedir, kalbi öndedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, önce kalbine gelir. Eğer faydalı bir şey ise konuşur. Değilse konuşmaz. Kalbi onu dile bırakmaz. O da konuşamaz. Câhillerin ise kalbi, dilinin ötesindedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, o şey geriye doğru kalbe gitmez. Diline geleni hemen konuşur.
Resûlullah Efendimiz, Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine şöyle buyurdu:
- Aklı olan bir kimsenin dilini tutması gerekir. Konuştuğu her sözün hesabını vereceğini bilen bir kimse az konuşur. Ne dünyasını ve ne de âhiretini ilgilendirmeyen sözler sarf etmez.
Hazret-i Ali buyurdu ki: Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu:
- Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhireti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.
İlim bir kemâldir, bir zînettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur.
Bunun için “Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir” demişlerdir. Yiğit, dilinin hatâsı sebebiyle değerini düşürür.
Hapsedilmeye dilden daha lâyık bir şey yoktur. Kişinin dilinde, konuşmasında, kendisini hiç ilgilendirmeyen nice sözler bulunur. Onu ağza sağlam bir kilitle kilitlemek gerekir. Şakacı kimselerden çıkmış nice sözler vardır ki, âdetâ yaydan fırlamış bir ok gibi sâhiplerini ansızın mahvetmişlerdir. Başkasını güldüreyim derken kendisi küfre düşmüş, dinden çıkmıştır!..
19 Kasım 2005 Cumartesi
Akıl hakkında birkaç kelime...
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Zîrâ akıl, göz gibidir; İslâmiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık.
Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek de yanlıştır. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirir. Peygamber, ilaçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabip gibidir. “Peygambere lüzûm yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
Akıllı kimselerin fazileti
Akıllı kimseler hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî)
“Aklı olan kimse îmân eder.” (Beyhakî)
“Aklı olmayanın dîni de yoktur.” (Ebu’ş-şeyh)
“Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.” [İmâm Gazâlî]
“Kişi, ilmi ve aklı sâyesinde kurtulur.” [Deylemî]
“İnsanların yaptıkları hayırların mükâfâtı, akılları nisbetinde verilir.” [Ebuşşeyh]
“Akıllı, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.” [Tirmizî]
“Akıllı, Allahtan en çok korkan, O’nun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.” [İbn-i Muhber]
“Ahmak” ta’bîri hakkında:
Aklı az, görüşü kısa olan kişiye “ahmak” denilir. Sırrî Sekatî’nin de (kuddise sirruh) bir ahmak tarîfi vardır: “Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır.”
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de: “Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte: “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler” buyurulmuştur. (Berîka)
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: “Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.” “Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister.”
Hazret-i Îsâ aleyhisselâm da: “Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurmuştur.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in şu tavsiyesi de çok câlib-i dikkattir: “Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur.”
Büyük İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri: “Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” (İbn-i Hibbân)
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) efendimiz, dirilmeye inanmayan bir ateiste:
“Biz inanıyoruz. Diyelim ki senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibâdet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru ise -ki kesinlikle öyledir- sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın” buyurmuştur.
? İhtiyâtlı ve tedbîrli olmak
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak, İslâmiyet’e göre ise, Cehennem’de sonsuz azâp görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini yanî îmânı seçer.
Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, âhiret hayâtı, bir ihtimâl değil, apaçık bir gerçektir. 6 “Ülü’l-azm” peygamber, 313 “Resûl” ve 124.000’den fazla “Nebî” âhiret hayâtının varlığını bildiriyorlar. 100’ü küçük, 4’ü büyük olmak üzere 104 semâvî kitapta da şeksiz-şüphesiz bir tarzda Cennet ve Cehennem’in mevcûdiyeti bildirilmiştir.
O hâlde azıcık aklı ve ilmi olanın, Allah’a, Kitâba, Peygambere ve âhirete inanması gerekir. İnanmamak, ahmaklık olur.
Başına gelecek işlerden dolayı bir tedbîr almayan, istikbâlini düşünmeyen kimseye akıllı denir mi? Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, ihtiyâtlı, tedbîrli olmak mı akıl kârıdır, yoksa sonsuz tehlikeyi göze almak mı?
TAM İLMİHALDEN AKLIN TEFSÎRİ
Akl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl yaratılmışdır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karışdırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, hakkı bâtıl ile karışdırmak mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak isti’dâdı olmadığından, akl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yokdur.
Akl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etdi ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gâibe istidlâl [bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Ya’nî, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmekdedir. Akl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçdür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:
(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yokdur. Cemşid gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Ya’nî, Cemşiddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan üstün değildir.
(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunmıyan sıfatdır. İlm gibi. İlm, âlimlerin ba’zısında çok, ba’zısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur ve dahâ geniş, dahâ parlakdır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona i’timâd elbette dahâ çok olur.
Akl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir. Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akl ile en aşağı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?
Akl, başlıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de akldır. Tam selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akl, ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işde muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet genişledi. Müslimânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm akllar, bunların aksi, tam tersi olan akllardır. Düşündükleri şeylerde ve yapdıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.
Bu iki kısm akl arasında, çok ve çeşidli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’minlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklından üstün olduğu gibi, mü’minin âhıret işlerini anlıyan aklı, dünyâ işlerini anlıyan aklından üstündür. Fekat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akl, devâmlı olan, bitmiyen işlere yarayan akldan dahâ kıymetli olamaz.
[Aklı ve zekâyı birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır. İsviçreli Claparede, zekâyı (Yeni îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi şeklde uymasıdır) diye anlatmışdır. Ya’nî muhîtimize uymamızı sağlıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız te’sîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: (İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmışdır. Bu âletler, zekâ ile yapılmışdır). Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya alâmetdir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düşünebilmekdir) demişdir. Bütün bu ta’rîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akldan aşağı, bir şü’ûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce teşekkül etmekdedir. Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbîkını sağlar. Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Ya’nî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fekat, düşüncelerin doğru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan öğrendiği üsûlleri, yeni harb vaz’ıyyetine uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve aklsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].
Bu yazılar dikkatle okunursa, her işde ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.
Din işleri, akl üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan doğruyu bulur, ba’zan da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
İnsanların şekl ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir. Birinin tabî’atine uygun olan birşey, başkasının tabî’atine uymaz. O hâlde, din işlerinde, akl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet, birlikde, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:
(Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.
Evet, akl huccetdir, doğru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl değil.
Demek oluyor ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda, âşikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe, haber vermeğe de lüzûm yokdur.
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
(buradaki akıl muhatap olmak içindir yoksa aklını kullanarak hüküm çıkarın demek değildir)
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
(BİZİM GİBİLERİN KANAATİ OMAAAAAZ)
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446. İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
"Hakîkat Araştırması" en başta, 'hakîkat'in araştırılmasında "küllî (holistik) bir 'usûl'ün (metodoloji) gerekliliği" ön kabûlüne dayanmaktadır. Bütün geleneksel din ve düşünce akımlarında bu "küllî usûl" hâkimdir. Diğer bir ifadeyle; kâinat (gerçeklik, şehâdet âlemi) ile Mutlak Hakîkat'in (Allah cc) isimleri (Esmâ) arasında tam bir mutabakat, denklik ve bunların tecellilerinin kâinâta yansımasında bir âhenk, bütünlük ve gayelilik vardır (Hikmet). İşte, bu mutabakat ve bütünlük, küllîliğin araştırılması, bilinmesi, yine küllî bir bakış, ilmî ifadeyle, bir "küllî usûl" gerektirmektedir.
Çin, Hind, Fars, Yahudi ve Hristiyan inanç ve düşünce geleneklerinde olduğu gibi, İslâm kültür ve medeniyeti geleneğinde de, "Tevhîd Akidesi" temeline dayalı "hakîkat araştırması usûl'ü diyebileceğimiz bir anlayış ve arayış hâkim olmuştur. "Diyebileceğimiz" diyoruz, çünkü bu isimlendirme, henüz tam olarak şekillenmemiş olan ilmî ıstılâhımıza (literatür) yerleşmemiş, bu konuda mutâbakat sağlanamamıştır.
Daha açık belirtmek gerekirse, bizim "hakîkat araştırması" mefhumuna yüklemeye çalıştığımız mânâ; hem İslâmî ilimlere (özellikle; fıkıh usûlü, usûlü'd-dîn) ve tasavvuf ilmine (ma'rifet, yakîn..) dayanan, hem de modern Batılı bilimin (epistemoloji, metodoloji) tecrübesinden istifade etmek isteyen bir anlayışa sahiptir. Bu düşüncemiz de; bir yandan İslâmî ilim ve düşüncenin ihyâ ve inşâsını gerçekleştirmeye çalışmak; bunu yaparken de mevcut beşerî bilgi birikiminden, bu arada zamanımızda tesirli olan modern Batı kaynaklı metodoloji ve felsefenin, 'doğru veya 'yanlış' ('zararlı' veya 'zararsız'), tecrübelerinden, özellikle de düştüğü hatalardan kaçınıp 'hakikat'e uygun olanlarını bilmenin ('almanın' değil) gerekliliği düşüncesine dayanmaktadır. Kısaca; eklektik (seçici) olmayan, aksine 'kendini inşâ eden' bir 'düşünce usûlü'nden yana olduğumuzu ifade etmemiz gerekiyor.
Yukarıda verdiğimiz -özet- kanaat ve fikirlere şunu da ekleyerek asıl konumuza geçebiliriz: Bizim bu yazıda sunmaya çalıştığımız nazarî bilgi seviyelendirmesi, sadece -Batılı ıstılahtaki- bilgi felsefesine (epistemoloji) karşılık gelmemektedir; ayrıca, hakîkat mesleğinin tasavvufî ıstılâhı ile birleştirilmiş bir 'usûl denemesi' (mülâhaza)'dir. Bu yüzden 'denememiz', kısmen veya tamamen 'hatalı' veya 'bâtıl' olabilir, ancak, konu üzerinde yapılan tartışmalara az da olsa bir katkısının olabileceğini ümid ediyoruz.
BİLME'NİN ÜÇ SEVİYESİ
Bir 'bilgi'yi; akletmenin, müşahede etmenin ve tam bir idrâkle (yakîn) öğrenmenin, üç seviyesi (kategori) vardır. O halde, -buna paralel olarak- herhangi bir 'nazariye'yi, 'mefhum'u bir zihnî durumu (state of mind) veya ilmî bir mes'eleyi (problem; konu) araştırmanın ve derinlemesine 'bilme'nin de -buna göre- üç aşaması vardır:
1- Öğrenme, akletme (akla mâletnıe), tefekkür, bilgi ile bilme, (ilme'l-yakîn):
Ele alınan konuya ait; temel bilgi ve düşünceleri (ansiklopedik bilgi), bunların farklı literatürlerde (ıstılah) ne anlama geldiğini (kavram ve literatür bilgisi) ve sahanın uzmanlarının eserlerinde aktardıkları veya vaz'ettiklerini (kitabî bilgi); okuma, dinleme veya mütalâa ve tartışma yollarıyla öğrenmek. Fakat bu öğrenme, Öğrenilen şeye karşı tavırsız (nötr), yani başka herhangi bir şey katmaksızın yapılmalıdır. Sadece ve sadece o kişi veya kaynağın ne gibi bilgi ve düşünceleri aktardığını öğrenmek gayesiyle yapılmalıdır.
Burada anlatmak istediğimiz, "araştırmacının 'objektif (tarafsız) olması gerektiği" fikri değildir. (Bu noktada, kısaca, ölçünün 'hakkâniyet' olması gerektiğini belirtmekle yetinelim). Çünkü, 'araştırmacı'nın zaten belirli bir 'dünya görüsü' / 'hayat felsefesi' vardır veya olmalıdır.
Tekrar konumuza dönecek olursak, öğrenilmiş malûmâtın (şuur haline gelmiş bilgilerin) akla mâl edilmesi, üzerinde tefekkür (reflection, derin düşünce) edilmesi ile mümkündür. (Burada tefekkürden Önceki; tasavvur, tahayyül gibi safhalar üzerinde durmayacağız.) Tefekkür ise, kısaca; aklın, 'bilinenden bilinmeyene varma faaliyetidir ve malûmâtın 'bilgi' haline getirilmesi sonucunu verir. Batılı felsefenin tesiriyle, zannedildiği gibi tefekkür neticesinde 'yem , 'orijinal' (insan zihninin ürettiği varsayılan) 'fikir'ler elde edilmez. Bilâkis; bilinenler arasında; benzerlik, farklılık, tezatlık gibi bağlar kurarak Kâinat'taki şeyler hakkında 'bilgi' edinmemizi sağlayarak 'yakın ilim" e, oradan da 'Hakikate varma" ameliyemizin birinci safhasını tamamlar.
Bir hatırlatmada bulunacak olursak, tefekkür için lâzım gelen ve 'öğrenme' ile elde edilen bilgi, tabiî olarak, 'kaynağa ait bilgi', 'devralınmış' / 'hazır bilgi'dir; kaynağa göre 'mamûl' (işlenmiş), bize göre ise 'ham' (işlenmemiş) bilgidir. Buradan hareketle; kaynak, semâvî (nass) veya beşerî olabilir. "Semâvî Bilgi'nin beşerî bilgiden farkı, araştırmacıya 'mutlak me'haz' (temel-bağlantı; referans) teşkil etmesidir."
Bu birinci seviyedeki bilgilenme, bilme, 'bilgi' ile ve 'bilgi' seviyesinde olduğu için -tasavvuf ıstılâhındaki karşılığı- 'ilme'l-yakîn'dir. Fakat, bu bilgi 'yakın' ifade etmez, çünkü doğruluk derecesi ve 'hakikat"a (gerçeklik değil, 'Mutlak Hakikat' manâsında) uygunluğu henüz test edilmemiş, sadece akıl ile öğrenilmiş, bilinmiştir. Semâvî kaynaklı bilgi, bizzat (kaynağı Hakk'a ait olan) hakîkattır, ancak biz bu seviyede onun hakkında müşâhede ve yakîn sahibi olmadığımızdan, bize, 'bizim şu anki anlayışımıza göre' yakînî değildir. Diğer bir ifadeyle, bundan sonraki test etme işi, semâvî bilgi için değildir; bizim 'anlayışımızın doğru/ hakîkata uygun olup olmayışının test edilmesidir.
2- Deneme, müşâhede ile bilme (ayne'l-yakîn)
Birinci aşamada elde edilen bilginin; doğru-yanlış, tutarlı-tutarsız, (hak-bâtıl) olup olmadığını belirlemek için; deney, dış görme/gözlem (görme organı ile, dış dünya/gerçekliğin müşahedesi) ve iç görme/ gözlem (ruh, kalp, hisler, lâtifeler gibi manevî aletler ile, iç dünyanın müşahedesi; introspection) usullerini kullanmak gerekir. Bu, ele alınan bilgiye göre iki şekilde yapılır:
a- Amelî (pratik) bilgi için fen bilimlerinde kullanılan, deney, (dış) gözlem (müşâhede) ve sonuçların değerlendirilmesi işlemleri (mantıkî/aklî kıyas, tümevarım, tümdengelim vs.) yapılır. (Bunların uygulanması ilgili eserlerde mevcuttur.)
b- Nazarî (teorik) bilgi için de; insan hafızasındaki, önceki -aynı türden- bilgilerle karşılaştırma (aklî kıyas) ve hakîkat değerini ölçmek için 'temel ölçüler'e uygunluğunu (ontolojik olarak kabul edilmiş/îmân edilmiş 'gerçek''/''doğru'lar, 'nass') test etmektir. Fakat, anlaşılacağı üzere, burada sözkonusu olan 'nazarî müşâhede'dir. 'Nazarî müşâhede' ise insanın manevî boyutu (ruh; mind, karşıtı: beden; body)nun bir faaliyetidir ve bunun merkezi ve yönlendiricisi olarak kalp kabul edilmektedir. Ve kalbin 'nazarî müşâhede'ye ehil hale gelebilmesi için; zikir, fikir, riyazet vs. gibi, tasavvuf ehlinin manevî mücahede usulleri takip edilerek, kalbin 'selim akıl'a ulaşması gerekir. 'Selim akıl'da, ele alman bilgi/konunun 'nefsü'l-emir'deki gibi, yani hakîkatıyla müşâhede edilerek 'ayne'l-yakîn bilinmesini sağlar. Bu ise 'iç müşâhede' veya 'nazarî müşâhede' usulü ile 'bilgi'nin sıhhat derecesinin (hakîkat değeri) testi neticesini verir.
Hakkında temel bilgilerin öğrenildiği, bu bilgiler üzerinde tefekkür edilerek akledildiği ve dış ve iç müşahede yollarıyla doğruluk değerinin test edildiği bilgi, aslında insanoğlunun erişebildiği -çoğu defa- son noktayı oluşturur. Yani buraya kadar aktarmaya çalıştığımız safhalar, insanın -belirli bir miktardaki- çalışmasına, kesbine bağlıdır. Fakat, bir bilgi veya konunun hakîkatını bilme, yine insanın kesbiyle bildiklerinin üzerine, Alîm olan Allah'ın (cc) bildirmesi (ilham) ile mümkündür. Konumuzla bağlantı kurarak ifade etmek gerekirse, hakkında hiçbir şüphe duyulmayan yakînî bilginin elde edilmesi, bilgi'nin tek ve gerçek kaynağı olan, gerçekliği/kâinatı Yaratan'ın bize o bilgiyi ulaştırması, kalbe ilham etmesi ile gerçekleşebilir. Kalbe gelen ilhamın tam olarak anlaşılması ve araştırılan konuya tam tatbikî ise meselenin çok önemli bir başka buududur.
Buraya şöyle bir mülâhaza eklemek -belki- mümkündür: Selim akıl, kazandığı 'semavî meleke' sayesinde, karşılaştığı bilgileri, -yine Yaratıcı'nın yardımıyla- bir tür 'manevî hakîkat testi'ne tâbi tutabilir ve bir şekilde 'tasdik edilme' derecesine çıkarabilir ki bu durum yine bir seviyeye kadar kesbî, bundan sonra da 'vehb veya 'kesbe bağlı vehb olarak isimlendirilebilir.
BİR İZAH ve HİMMETE DAVET
Bu mülâhazamızda, insanın (araştırmacı), bilemez (agnostisizm'den) olduğunu değil, aksine bilebileceğini, fakat bu bilmenin nereye kadar kendi gayreti ile (kesb) ve nereden sonra da ancak kendisine 'bildirilmesi' (vehb-ilhâm) ile mümkün olabileceğini kısaca göstermeye çalıştık.
Araştırma usûlü ve düşüncesi (felsefesi) çalışmalarında, ıstılah (terminoloji) olarak, tasavvufî ıstılâhı kullanmaya ihtiyaç duyduğumuzda ise 'modern' ve yaygın karşılık ve kullanımlarına yer veriyoruz. Bir deneme çalışmasının sınırlan içinde, zannımızca, takip edilmesi gereken yol da budur. Konu üzerinde çalışmalar yaygınlaşır ve yeni bir ıstılah oluşursa bu gibi mahzurlardan ve kısıtlamalardan kurtulabileceğimiz aşikârdır. Zira ne dünya çapında ne de memleketimizde Müslüman mütefekkir ve ilim adamlarının sürdürdüğü çalışmalar, henüz ortak bir (İslâmî) terminoloji ortaya koyamamıştır.
Diğer taraftan, aktardığımız bilme safhalarını Modern Batı Felsefesi ile karşılaştırdığımızda; birinci safha, rasyonalizm (akılcılık), ikinci safha da empirisizm (deneycilik)'e karşılık gelmektedir. Fakat bu felsefî ekoller, yukarıda görüldüğü gibi, inşa edilmeye çalışılan 'hakikat araştırma usûlü'nden önemli noktalarda ayrılmaktadır.
Ayrıca, yine giriş kısmında sözünü ettiğimiz 'inşa etmek' meselesi, hayatî bir ihtiyaç olarak görülen 'İslâmî dünya görüşü'nün bütün ilmî ve fikrî çalışmalara me'haz teşkil edecek ilmî bir temele oturtulması meselesidir. İslâmî ilim ve/veya 'bilim' üzerine fikir beyan eden eserler, bu ihtiyacı en iyi şekilde vurgulamaktadırlar.
Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey, hakikatin araştırılması meselesini, 'okuduğumuz eserler ve ilim ve fikir erbabının sohbet ve mütalâaları'nı -Rabbimizin bize lütfettiği kadarıyla- kendi anlayışımız ve ifademiz ölçüsünde biraraya getirerek okuyucuya sunmaktır. Mevzunun düzenlenmesi ve 'bilme'nin 'hiyerarşi'si kaynaklarımıza ait olmakla birlikte, bu hiyerarşik yapının detaylandırılması ve farklı yorumların tahlil edilerek irtibatlandırılması bize aittir. Ve elbette doğru (hak) olan kısımlar sahih kaynaklarımıza, eksik ve yanlış (bâtıl) olanlar bize ve bizi yanlış yönlendirmiş olabilecek kaynaklara aittir. Bize düşen cehlimizi ikrârdır.
Bunun ötesinde, bu hayâtı mes'elede, bütün hakikat ve hikmet ehlinin, himmet ve gayretlerini de -hakikat ehli adına- istirham ettiğimizi de bir kere daha ifade ediyoruz.
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
1 Açıkgenç, Alparslan; Bilgi Felsefesi, İnsan Yay. İst. 1992.
2 Alan, Yusuf; Lisan ve İnsan; TÖV Yay. İzmir, 1994.
3 Attas, M. Nakib; Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, terc. Erol Kılıç, İnsan Yay. İst. 1989.
4 ; 'İslam and the Philosophy of Science" , İslâmî Araştırmalar, v.3., n.4,, (pp. 165-187), 1989.
5 Aydın, Selim: Bilgi Çağında İnsan, TÖV Yay. İzmir, 1994.
6 Aune, Bruce; "Thinking" Encyclopedia of Philosophy, v.8., Mc Millan and Free Press, New York, 1967.
7 Blanshard, Brand; The Nature of Thought (II.v.), George Allien and Unwin. London, 1964.
8 Capra, Fritjof; Batı Düşüncesinde Dönüm Nokrası, terc. Mustafa Armağan, İnsan Yay. İst. 1989.
9 Copletson, Frederİck, S.J.; History of Philosophy, Image, New York 1963.
10 Descartes, Rene; Metod Üzerine Konuşma, terc. Mehmet Karasan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1962.
11 Fakhry, Majid; History of Islamic Philosophy Columbia University Press, New York 1983.
12 Faruki, İsmail R.; Bilginin İslâmîleştirilmesi, terc. Fehmi Koru. Risale Yay. 1985.
13 Gazzali, (Zeynü'd-Din); İhya-u Ulûmi'd-Dîn, terc. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay. İst.
14 ----; Dalâletten Hidayete, haz. ve terc. Ahmet Suphi Furat, Şamil Yay. İst. 1978.
15 Guenon, Rene; Modern Dünyanın Bunalımı, Trc. Mahmut Kanık, Risale Yay. İst. 1986
16 Guitton, Jean; Düşünme Sanatı, terc. Cevdet Perin, Remzi Kitabevi, İst. 1955.
17 Izutsu, Toshihiko; İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, terc. Selahaddin Ayaz, Pınar Yay. 1984.
18 İbn Arabî, Muhyiddin; Nurlar Risalesi-İtühadü'l-Keyni Risalesi, terc. Mahmut Kanık, İz Yay. İst. 1991.
19 Armağan, Mustafa (Haz.); İslâm Bilimi Tartışmaları, İnsan Yay. İst. 1990.
20 Kant, Immanuel; Critiaue of Pure Reason, trans. N.K. Smith, Martins Press, New York 1965.
21 Kutluer, İlhan; İki Denizin Birleştiği Yer, Nehir Yay. İst. 1987.
22 Marmura, Michael (ed.); Islamic Theology and Philosoph, State University of New York Press, New York, 1984.
23 Nasr, S. Hüseyin; Modern Çağda Geleneksel İslâm, İnsan Yay. İstanbul 1989.
24 ----; Molla Sadra ve İlâhî Hikmet, İnsan Yayınlan, İstanbul 1990.
25 Nesefî, Azizüddin; Tasavvufta İnsan Meselesi, terc. Mehmet Kanar, Dergâh Yay. İst. 1990.
26 Nursî, B.S., Mesnevi-i Nuriye, Envar Nşr. İstanbul 1984.
27 ----; Sözler, Envar Nşr. İst. 1985.
28 ----; Mektubat, Envar Nşr. îst. 1986.
29 ----; Lem'alar, Envar Nşr. İst. 1986.
30 Paul K. Moser and Amold Vander Nat (ed.); Human Knowledge, Oxford University Press. New York, 1987.
31- Qadir, C.A.; Philosophy and Science in the Islamic World, Routledge, London 1990.
32 Fazlurrahman; Major Themes of the Qur'an, Menneapolis, Biblioteka Islamica 1989.
33 Russel, Bertrand; History of Western Philosophy, George Ailen and Unwin, London 1961.
34 Sardar, Ziyauddin; An Early Crescent, Mansell Publishing, London 1989.
35 ----; İslâm Medeniyetinin Geleceği terc. Deniz Aydın, İnsan Yay. İst. 1986.
36 Schumacher, E.F.; Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, terc. M. Özel, İz Yay. İst. 1992.
37 Sharif, M.M.; A History of Müslim Philosophy, v.2., Otto Harrassowtz, Wiesbaden 1966.
38 M. Fethullah Gülen; Kalbin Zümrüt Tepeleri, Nil Yay. İzmir, 1994.
39 ----; İnancın Gölgesinde, C. I, TÖV Yay. İzmir, 1991.
40 Sühreverdî, Ebu Hafs Şihabuddin; Tasavvufun Esasları, terc. haz. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz, Erkanı Yay. İst. 1990.
41 Türkdoğan, Orhan; Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, MEB Yay. İst. 1989.
42 Uzunoğlu, Selim (Haz.); İlim ve Bilim, TÖV Yay. İzmir, 1992.
43 Ünal, Ali, Kur'ân'da Temel Kavramlar, Beyan Yay. İst. 1986.
44 Ünal, Taha F.; Yolların Ayrılış Noktası, Işık Yay. İzmir 1993.
45 Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985.
5 Ocak 2007 Cuma
Akıl ile vahyin kısa bir mukâyesesi
Son zamanlarda, bazı kimseler, akıl ile vahyi kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî ve gelişigüzel sözler söylemektedirler. Bu münâsebetle biz, bu makâlemizde, birer nebze “akıl” ile “vahiy”den bahsedeceğiz.
Aklın mâhiyeti
Cenâb-ı Hak, diğer vücûd uzuv(organ)larımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle ma’neviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhirette râhat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sâdece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhiret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Vahyin tarifi ve vahiy şekilleri
Allahü teâlâ, bütün dünyâya, en son Peygamber olarak ve kıyâmete kadar da değiştirmemek üzere, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her Peygamber gibi son “Nebî” ve “Resûl” olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Şimdi gelelim “Vahy”e: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “Vahiy”, ilmî bir ıstılâh (terim) olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde Peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün Peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâîl aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan çok güzel yüzlü olan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi; bu durumda Resûlullah Efendimiz, meleği görmezdi. Cebrâîl aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Başka vahiy şekilleri de vardır. Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber Efendimize vahyetmiştir. Meselâ böyle bir hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur; Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah Efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazîfelendirdiği kâtiplerine yazdırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi, aynı anda birçok kimsenin yazdığı da olurdu.
İlk gelen vahiy
Peygamber Efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke-i mükerreme’deki Hırâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâîl aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir; insan(lar)a bilmediklerini öğretir” meâlindeki “Alak sûresi”nin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah Efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen, benim, insan ve cinnîlere Peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.”
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm, takrîben 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada indirilmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim “A’lâ sûresi”nin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâîl’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz, kendisine gelen âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine de yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur; bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrâr ederdi. Resûlullah Efendimizin âhirete teşrîf edeceği sene iki kere gelip tamâmını okudular.
ışığını güneşten alır" gibi. Bunlar, zarûrî ilim ifade ederler.[1]
[1]
Sâdeddîn et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, Mısır (t.y.), I, 232-235; Bekir
Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1988, 71. Mehmet Bulut, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/91.
Zanniyat:
Kesinlik ifade etmeyen aklî delîllere de
zanniyyât denir. Bunların da altı çeşidi vardır
1) Müsellemât:
İlmî münâkaşada karşı tarafın kabul ettiği hükümlerdir. Peygamberimizin mîrâcını
inkâr eden hıristiyana karşı Hz. İsâ'nın mîrâcını delil getirmek gibi.
2) Meşhûrât:
İnsanların hepsinin veya büyük çoğunluğunun kabul ettiği hükümlerdir. "Adalet
güzeldir. Zulüm çirkindir" gibi.
3) Makbûlât:
Yalan söylemeyeceğine dair kendilerine hüsn-i zan beslenilen büyük âlimlerin ve
mürşidlerin sözleri bu kategoriye dahildir.
4) Karînelerle hüküm vermek:
Yoğun bulut görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi.
5) Muhayyelât:
Psikolojik olarak arzu uyandırmak veya nefret ettirmek için tahayyül edilen
hükümlerdir. "Bal, iğrenç bir kusmuktur", "Şarap, akıcı bir yâkûttur" gibi.
6) Vehmiyyât:
Duyular âleminin ötesinde kalan hususlar için duyulan âlemle kıyas edilerek
verilen hükümlerdir. "Kâinâtın ötesi sonsuz bir fezâdır", "Var olan her şey
görülebilir" gibi .
Bu tür delîller, insanı kesin bilgi edinmeye
götürmeyen aklî deliller olduğundan zannî deliller adını almışlardır.[1]
[1]
el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h., 76; et-Tehânevi, Keşşâf, II,
939; Bekir Topaloğlu, a.g.e., 75. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi:
1/91.
Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim
Y. c. 1, s. 467-471; 203-207
Fî Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c.
1, s. 317-319
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir,
Çağrı Y. c. 3, s. 654-667
Tefsîr-i Kebir, Mefâtihu'l-Gayb, F. Râzi, Akçağ
Y. c. 4, s. 177-179
İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 2,
s. 238-247
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s.
83-85
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c.
2, s. 112-125
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar
Y. s. 398-400
Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural
Y. s. 51-85
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y. s. 38-40
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y.
s. 42-44
Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-77
İhyâu Ulûmi'd-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 1,
s. 209-225
Kur'anla Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal,
Birleşik Y. s. 33-38
İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s.
97-113
Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
s. 59-71
İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy,
Buruc Y. s. 77-110
Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan
Y. s. 82-86
Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y.
I/166-176, II/30-32
Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik
Y. s. 30-31
Kur'anî Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tûba Y.
c. 1, s. 55-74
Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-75
Akıl ve Din, M. Müştehir Şebüsteri, Objektif Y.
Akıl ve Gönül, Seyyid Ahmed Arvasi, Burak Y.
Akıl ve İman, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
Akıl ve İtikad, İlhan Kutluer, İz Y.
Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, Mehmet
Erdoğan, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Y.
Akılcılık, John Cottingham, Sarmal Y.
Aklı Karışıklar İçin Klavuz, E. F. Schumacher,
İz Y.
Aklını En İyi Şekilde Kullan, Tony Buzan, Arion
Y.
İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı, Ahmet Yüksel
Özemre, Denge Y.
Akıl ve Gerçek, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
Kur'an'a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya, Vural Y.
Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
Arap Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Âbid
Câbirî, Kitabevi Y.
İslâm'da Siyasal Akıl, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
‹ Zanniyat
AHMAKLIK NEDİR
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz. Âlimler buyuruyor ki:
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hz. Ali)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sadık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. (İmam-ı Rabbani) Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Hz. Ebu Bekir, Seyyid Abdülkadir-i Geylani)
Ahmaklığın alameti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrı-yi Sekati)
Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibban)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur. Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
(Akıllı, Allaha ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakim] (Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyheki] (Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.) [İ. Maverdi]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccar]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.)[Deylemi]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemi] Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13] Ahmaklığın çaresi var mıdır?
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim:
İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir. Salih amel işlemeden yani cehennem tohumu ekip, cennet beklemek ahmaklıktır. Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahın var olduğunu anlar, bir yaratıcının varlığına inanır. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur. İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın! Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır. Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır. Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyorsun. Bu ahmaklık değil mi? Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikayesi şöyledir: Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Birisi bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım. Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde,(Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizi) Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhari] Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile batılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile batılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehli sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de,(Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu.
Ölüme hazırlık [Büyüklerin sözleri] Ölmek felaket değil, öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.
Dünya, zıll-i zâildir, yani yok olan bir gölge, bir görüntüdür. Aynadaki görüntü gibi. Bu görüntü ahiretin görüntüsüdür. Ahirette ne var, cennet, cehennem. İbadetlerimiz, iyiliklerimiz, cennetin dünyadaki görüntüsüdür. Günahlar, kötü yerler, karanlık sıkıntılı izbe yerler de Cehennemin görüntüsüdür. Cennetlik, Cennetlik işleri, Cehennemlik olan da Cehenneme götürücü işler yapar. Demiri çürüten, kendi pası olduğu gibi, insanı Cehennemlik eden de kendi günahlarıdır. Mıknatıs demiri nasıl kendine çekiyorsa, haramlar Cehenneme, ibadetler Cennete çeker. Kıyamette nereye gitmek istiyorsak, ona göre hazırlık yapmalıyız. Ahirette Cennet ve Cehennemden başka yer yoktur. Cennete girmek için, doğru iman sahibi olmak ve dine uymak gerekir. Cehenneme götürücü tuzaklara yakalanmamalı. Bu tuzaklar şöyle bildiriliyor:(Dünya hayatı ancak bir laib [oyun], lehv [eğlence], ziynet [süs], aranızda tefahür [övünme] ve mal ve evlâdı çoğaltma isteğinden ibarettir.) [Hadid 20] Bunların bir tanesine yakalananın gönlü ölür. Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, buyuruyor ki:
(O gün [kıyamette] herkes, dünyada ne hayır yapmışsa, onu karşısında hazır bulacak, ne kötülük yapmışsa, onlarla kendi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu edecektir. Kullarına karşı şefkatli, esirgeyici olan Allah size kendinden korkmanızı emreder.) [Al-i imran 30] O halde, Allah'tan korkun, yani Onun emir ve yasaklarına riayet edin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Unutmayın ki, yarın küçük büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Rızk mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helalden gelir, isteyene haramdan. Gelen miktar aynıdır. Ecel mukadderdir. Yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır. Kaza ve kader, hayır ve şer, zaten imanın şartlarındandır. Peki, daha ne diye isyan ediyorsun, daha ne diye şükretmiyorsun? Rızkın belli, ömrün belli, başına gelenler Allah'tan. İster isyan et, ister şükret. Değişen bir şey yok. İsyan edenin yeri Cehennem, şükredeninki Cennet. Yani aynı şeyler için, ya Cennete gideceksin ya Cehenneme. Dünya misafirhanedir. Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. Göğsünü kıbleden çevirenin namazının bozulduğu gibi, yüzünü İslamiyet'ten çevirenin hem dünyası hem ahireti bozulur. Laf ile Müslümanlık olmaz. Dinin emir ve yasaklarına önem vermeyenin imanı gider. Önem vermemek, işlediği günaha üzülmemek demektir. Dinin en büyük düşmanı cehalettir. Cahillik Cehenneme götürür. Kıyamet derdini bilseydiniz, dünyada dert diye bir şey tanımazdınız. Bütün geçimsizlikler, ölümü unutmaktandır. Dini, nakli esas alan ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli, yoksa şeytanın oyuncağı, kötü din adamlarının kuklası oluruz. İnsanların çokluğu, istediklerini yapmaları, gafletleri, sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen, tek olarak ölecek, tek olarak kabre girecek, tek olarak hesabını vereceksin. Sen unuttun ama unutulmadın.
İnsanların yaratılış gayesi [Büyüklerin sözleri]
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir. 2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir. 3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin. Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun. Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir. Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma. Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun malayani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır. İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren! Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır. Müslüman için en büyük felaket, ehl-i sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur. Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et. Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar. Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi? Her namazı “bu son namazım” diye kıl. Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç. Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur. Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı. Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir. Hastalıklar, müminlere, imanı olanlara Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşidir (güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azaba maruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.
Sen unuttun ama unutulmadın [Büyüklerin sözleri]
Hepimiz ahiret yolcusuyuz, inkârı mümkün değil. Herkes bir sefere giderken yolda ve gittiği yerde kendine lazım olanları alır, diğerlerini almaz. İhtiyaç olmayanı almak ahmaklık olur. Dünyadan da, ahirete lazım olanlar tedarik edilir. En akıllı insan, ölüme hazırlanandır. En ahmak, dünyaya tapandır. Ahmaklar olmasaydı, dünya harap olurdu.
İnsan bir yere gitmek için, bir yerde vasıtaya biner, başka yerde iner, dünya buna benzer. Yalnız, vasıtayı iyi seç. Son durakta ya cennet ya cehennem vardır. Şeytan; uzaklaştırıcı demektir. Allahü teâlanın sevgisinden, merhametinden uzaklaştıran şeydir. Üç türlü şeytan vardır. Birinci şeytan bilinen İblis ve torunlarıdır. İblis; Allah rahimdir affeder diye, günahları vesvese verir, insan bunu dinlemezse çeker gider, bu şeytanın hileleri zayıftır. İkinci şeytan nefistir; bu daha kuvvetlidir. Şeytan gibi çekip gitmez. Çok inatçıdır, tekrar tekrar aldatıncaya kadar uğraşır. Üçüncüsü daha da kuvvetlidir. Bu kötü arkadaştır. Dünyada rezil eder, âhirette cehenneme götürür. İnsanın imanını öyle çalar ki, o şahsın ruhu bile duymaz. Her türlü bozuk yayınlar da kötü arkadaştır. (Kitap, gazete, dergi, tv, v.b.) İnsanı çevreleyip imanına musallat olan dört düşman vardır; Sağında şeytan, solunda nefs, arkasında kötü arkadaş, önde ise dünyadır. Dünya bu zararda rehber olmuştur. İnsanlar düşmanı dışarıda arıyorlar, halbuki düşman kendi içimizdedir. Bu düşman da nefstir. Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin. Kim neye benim demişse o şey ona düşman olmuştur. Dünyanın en cahil, en ahmak mahluku, insanların nefsidir. Her isteği kendi aleyhinedir. Gıdası haramlardır. Nefs, daima zararlı şey ister. Allahü teâlâ buyuruyor ki; Ey insanlar nefsinize düşman olun. Çünkü nefsiniz, benim düşmanımdır. Emrime uyan cennete, uymayan ise cehenneme gidecektir. İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allaha bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıl işi değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olabilir mi? Kur’an-ı kerimde sık sık, (Hiç mi düşünmüyorsunuz?) diye ikaz edilmektedir.
Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris’e giden uçağa binen Kâbe’ye varamaz. İnsanların çokluğu, dilediklerini yapmaları, gaflet içinde yaşamaları sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen tek olarak öleceksin, tek olarak kabre gireceksin, tek olarak hesabını vereceksin. Sen dini, imanı, Allahın emir ve yasaklarını unuttun. Sen unuttun ama unutulmadın.
Sırat köprüsünde herkese 7 şeyden sual sorulacaktır, cevap veremeyen düşecektir. Bunlar; iman, namaz, oruç, zekat, hac, gusül ve kul hakkındandır. Yedinci soruya kadar gelebilmek çok zordur. Yedinci soru da çok zordur. Peygamberler masum oldukları halde, günahsız oldukları halde burada korkarlar.
Akıl doğruyu bulabilir mi? 10 EYLÜL 1997 Hiçbir akıl, âhiret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada ve âhirette rahat ve huzur içinde olmalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur, saadet yolunu göstermiştir. Allahü teâlâ, kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği Peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saadete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine, fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete veya felâkete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece, âhirette kimse, ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemeyecek, mâzeret gösteremeyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îman etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi Hz. Âdem’dir. Sonuncusu ise, Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îman etmek lâzımdır. Hepsi mâsum, yâni günahsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Çünkü, hepsi aynı îmanı bildirmiştir. Yâni, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îman edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar Peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akıl ile anlaşılabilseydi, Peygamberler gönderilmezdi. Âhiret azâbları, Peygamberler gönderilerek En güzel ilâç... Saadete kavuşmak için... Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, (Biz, Peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz) buyurdu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. İnsan, Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup, ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, Peygambere değil aklına inanmış olur. Hâlbuki, îman gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat herşeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne ileri sürmeleri önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, (Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makâmına inanmamak olur. Dînin temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabûl edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur.
Allah Teala bize hayır ve şer yolunu açıklamış, hayır yoluna teşvik edip bu yolu tutanlara büyük bir sevap vaad etmiş, kötülük yolunu tutmaktan sakındırmış, kötülük işleyenlere de büyük bir azap vaad etmiştir: “Şüphesiz ki emrettiğim bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O halde bu yola uyun. Başka aykırı yollara tabi olmayın. Yoksa o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (Enam, 153)
Allah (c.c.) ayette bize, bu din ve şeriatın Allah’ın yolu olduğunu teyitli bir şekilde haber vermektedir. Allah’ın dini açık ve nettir, onda kapalılık yoktur. Bu din, sırat-ı müstakimdir, buna uyun, şeytanın yolu olan diğer yollara uymayın,şayet şeytanın yollarına uyarsanız Allah’ın yolundan çıkarsınız, denilmektedir.
Allah (c.c.) yine başka bir ayette bunu teyit etmektedir: “Şüphesiz ki şeytan size düşmandır, öyleyse siz de onu kendinize düşman edinin! O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateş ehlinden olsunlar diye çağırır.” (Fatır, 6)
Allah’ın (c.c.) ikram ettiği dışındakiler hariç, birçoğumuz akıl ve anlayış kıtlığımızdan mıdır yoksa temyiz etme yeteneğimizi kaybettiğimizden midir,hayırla şerrin, dostla düşmanın arasını ayıramıyor! Rabbimizin yolunu bırakıp lanetlenmiş şeytanın yolunu tutuyoruz.“Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine, her kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhinedir, sonra hep döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz.” (Casiye, 15)
AllahTeala (c.c.) salih ameller işleyenleri ve Allah’ın emirlerini yerine getirenleri mükâfatlandıracaktır, fısk ü fücur işleyip kötü ameller işleyenlere de yaptıklarının karşılığını verecektir.
Müminin-ne kadar küçük de olsa- hayrı küçümsememesi gerekir. Belki de Allah’ın rızası Resulullah’ın (sav.)-küçük gibi görülen- sünnetlerinden bir sünneti yapmakla kazanılabilir. Müridin hayırlı amellere ve Allah’a (c.c.) itaata kendisini ağır ağır alıştırması, tarikatın adaplarını yerine getirmeye çabalaması, zikir ve adapları tatbik etmeyi terk etmemesi gerekir.
Tarikatın adapları müridi, zamanın şerlerinden ve şeytanın aldatmalarından koruyan bir kaledir. Müminin, günah ve masiyetlerden -küçük de olsa- bir şeyi küçümsememesi ve bu önemsiz bir şey dememesi gerekir, belki de Allah (c.c.) onu, bu iş için zor bir hesaba çeker. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı şer işlerse onu görecek.” (Zilzal, 7-8)
Küçük gördüğümüz bir amel bizi cennete sokabilir ve -Allah korusun- bizim nazarımızda küçük olan kötü bir şey de bizi cehenneme götürebilir. Bu yüzden Resulullah (sav.), “Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun.” buyurmuştur. Yani, küçük de olsa hayırlı işler yap, yarım hurma da olsa sadaka ver, buyurmaktadır. Bu sadaka seni cehennemden kurtarabilir. Hz. Peygamberin (sav.) başka bir hadis-i şerifi de mana olarak şöyledir: “ Bir kadın, bir kediyi ölünceye kadar hapsettiği, ona yiyecek vermediği ve yeryüzündeki haşeratı yemesi için onu bırakmadığından cehenneme girmiştir.”
Kendinizi küçük günahlardan uzaklaştırın, çünkü küçük günahlar birikince büyük günah olur. Babamızdan çoğu kez şu şiiri duyuyorduk:
“Damla damla üstüne toplanınca bir nehir,
Nehir nehirle birleşince de deniz olur.”
Resulullah (sav.) bir adamı örnek verdi ve, “Bir kimse ki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve haramla beslenmiştir, o kimse elini açıyor ve ‘Ya Rab! Ya Rab!’ diyor, ona nasıl icabet edilecek? ” buyurdu.
Hayatını günah işleyerek, gıybet ve söz taşımayla geçiren, Allah’ın (c.c.) kelamıyla ilgilenmeyen, hadis-i şeriflerden etkilenmeyen, selef-i salihinin nasihatlerinden öğüt almayan, ölüm ve ölümden sonraki olacaklara önem vermeyen ve Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmak için hazırlanmayan kimsenin,-Allah korusun-imanının çekilip alınmasından korkulur.
Resul-i Ekrem (sav.),“Kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanırsa, Allah da (c.c.) ona kavuşmaktan hoşlanır.” buyurmuştur. Ölüm sözünü duyunca çoğu kimsenin aklı başından gitmekte, dünya kendisine dar gelmektedir. Ölüm hakkında hiçbir şey duymak istemiyorlar. Neden? Çünkü ölüme hazırlanmadılar, çünkü onlar Allah’ın huzuruna kara bir yüzle çıkacaklarını biliyorlar da bundan korkuyorlar. Fakat itaatkâr mümin ölüm hakkında bir şey duyunca ferahlık duyar, çünkü o can sıkıcı şeylerle dolu olan bu fani dünyadan göçeceğini ve ölümden sonra Allah’la (c.c.) mülaki olma imkanını yakalayacağını bilir.
Bu yüzden büyüklerimiz müritlerine olan sevgilerinden dolayı, müritleri için ölümü düşünmeyi, tarikata intisaptan sonra sıkı sıkıya tatbik edilmesi gereken adaplardan kıldılar. Ölümü düşünmek, Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmak için daima hazır olmayı sağlar, dolayısıyla ölümü düşünen bir kimse haramlara ve günahlara dalamaz.
Şöyle bir kıssa anlatılır: Dönemin Şam valisi Süleyman bin Abdülmelik Medine’ye geldi. Buradan Mekke-i Mükerreme’ye gitmek istiyordu. Medine’de, büyük velilerden Ebu Hazim’e (r.a.) gitti. Ebu Hazim’le buluşunca ona, “Ey Ebu Hazim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu. O da cevap olarak, “Çünkü siz ahiretinizi harap edip dünyanızı mamur ettiniz, mamur edilmiş bir yerden harap olmuş bir yere gitmek istemiyorsunuz.” dedi.
Süleyman: “Ey Ebu Hazim, Allah’ın yanına nasıl varacağız?”dedi. O da, “İyi işler yapan kimse ailesinden uzakta olan birinin ailesinin yanına gelişi gibi gelir, kötü ameller yapan ise efendisinden kaçan bir kölenin sahibine gelişi gibi gelir.” dedi. Bunun üzerine Süleyman ağladı ve “Keşke Allah’ın yanında benim için ne olduğunu, makamımın ne olduğunu bilseydim.”dedi. Ebu Hazim’de (r.a.),“Kendini Allah’ın kitabına arz et, orada şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz ki iyiler nimetler içindedir ve şüphesiz ki günahkârlar şiddetli alev tabakasındadır.’ (İnfitar, 13-14) Yani hangi gruptan olduğunu bilmek için şimdiki ameline bak. O zaman cennet ehlinden mi yoksa cehennem ehlinden mi olduğunu bileceksin.”
Süleyman: “Allah’ın rahmeti nerededir?” dedi. Ebu Hazim şu ayeti okudu: “Şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (Araf, 56) Süleyman: “Ey Ebu Hazim, Allah’ın (c.c.) hangi kulları daha kerimdir?” diye sordu. Ebu Hazim de,“İyilik ve takva ehli kimseler.” dedi. Yine, “Hangi amel daha üstündür?” diye sordu. “Haramlardan kaçınmakla birlikte farzların yerine getirilmesi.” dedi. “Müminlerin hangisi daha akıllıdır?” diye sordu Süleyman bin Abdülmelik. “Allah’a itaat eden ve insanları buna çağıran kimse.” şeklinde cevapladı, Ebu Hazım.
Selef-i salihin akıllı kimselerdi; dünyaya bakıyorlar, onun yok olup giden bir gölgeden ve geçici bir yerden ibaret olduğunu görüyorlardı. Dolayısıyla dünyadaki günlerini, ibadetleri yapmak için bir ganimet bildiler ve meyvelerini ahirette toplayacakları salih amelleri ektiler.
İtaatsizlikten, günah ve isyandan kaçınıp salih ameller işlemeye yönelmemiz için, Allah’tan, bizi akıl nimetiyle nimetlendirmesini istiyorum. Bu nimet sayesinde, Allah (c.c.) ile buluşmayı sevenlerden ve Allah’ın onlarla buluşmayı sevdiklerinden olalım.
Rabbimiz her şeye kadirdir.
Akıl ve Kalbin Birleşme Noktası İSLÂM
Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî
AddThis Sharing Buttons
43
Allah insanı yaratmış, onu akıl ve kalb gibi iki büyük hakikatle donatmıştır. O, bunlardan her birisine öyle bir vazife vermiştir ki, onu ondan başkası yerine getiremez ve onu gerçekleştirmeksizin dünya ve ahiret işlerinden hiçbir şey düzgün olmaz.
Aklın vazifesi, eşyaya yönelip onların hakikatını/mahiyetini idrak etmek, hâdiselerin görünen kısmıyla eşyanın mâverâsına delil getirmek ve bunun verâsından şanı yüce Allah’ın marifetine ve O’ nun birliğine ve mutlak rubûbiyetine inanmaya ulaşmaktır.
Kalbe gelince, onun vazifesi ise, aklın rehberliğiyle yürüyüp onun iyilik olarak kabul ettiği iyiliği sevmek, kötülük olarak kabul ettiği kötülüğü de sevmemek ve bunların hepsini şanı yüce Allah’ın rızası ve O’nun mesajına tabi olma yolunda yapmaktır.
Kâinatı mamur hale getirmek ve orada düzeni gerçekleştirmek için bu iki cihazdan her birinin çalışması lâzımdır. Şâyet akıl olmasaydı, nefsin arzu ve istekleri, kalbin atışları ve hisleriyle karışır; alçaklık ve yücelik, her şeyi ifsat etme özelliğine sahip yaygın bir kötülüğü tutuşturma üzerinde buluşurdu. “Gerçek onların keyiflerine tabi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılır giderlerdi.” (Mü’minûn, 23/71). Ve eğer kalb olmasaydı, iyilik sadece vehim ve hayal dünyasında var olur, faziletler ve idealler binası, kâğıt üzerindeki mücerred şekiller ve çizgiler veya dudaklarda tatlı kelimeler ve cümleler olarak varlığını sürdürürdü.
Bu durumda akıl, keşfedici ve planlayıcı kudret; kalb ise itici ve hareket ettirici kuvvettir. Elbette her bir çalışma veya yapıda önce onu düzenleyen bir plan, sonra ikinci olarak onu uygulamaya koyan bir cihaz gereklidir. İslâm’ın, bütün faziletleri muhtevi olması göz önüne alındığında elbette bu fonksiyonunu yerine getirmesi için bu iki büyük cihazın her ikisine de dayanması gerekir. Bundan dolayıdır ki İslâm, akıl ve kalbe bir arada hitap eder olarak gelmiştir: Akla, idrak etmesi ve düşünmesi için hitap eder; kalbe de sevmesi ve etkilenmesi için hitap eder. Şüphesiz sen, apaçık Kitab’ın âyetlerinin aklın algılama gücünü uyarmaya yöneldiği aynı anda, kalbin damarlarını da harekete geçirmeye yöneldiğini görürsün. Bu, her birinin kendi fonksiyonunu yerine getirmesi ve bu iki şeyden her birinin, insanın insanlığını gerçekleştirmede, sonra da insanı şanı yüce Allah’a tam kulluk etme zirvesine oturtmada katkıda bulunması içindir.
Şüphesiz sen bunu Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve selem) hadislerinde de görürsün. Allah’ın salât ve selâmı O’ nun üzerine olsun, O devamlı olarak aklî imanı kalbî muhabbetle ısrarla ilişkilendirirdi. O’nun, üzerinde ittifak edilen bir hadiste şöyle dediğini işitmedin mi?: “Ben kendisine malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça hiçbiriniz iman etmiş sayılmaz.” Üzerinde ittifak edilen başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Şu üç özellik kimde bulunursa, o kimse imanın gerçek tadını almış demektir: Allah ve Resûlü’nün kendisine bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha sevimli olması, bir kimseyi sadece Allah rızası için sevmesi ve Allah, kendisini imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkması.”
İmanın Hakikati
Diğer taraftan sen bu manayı, imanın artıp eksileceğine, müslümanın, imanını güçlendirmek ve artırmak için amelle mükellef olduğuna dair Müslüman âlimlerinin çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği hususlarda misallendirilmiş olarak da görürsün. Apaçıktır ki, bu artışın alanının akıl olması imkânsızdır. Bu, aklın bir şeyi idrak etmede tasdik ve iz’an derecesine yükseldiğinde, aşmasının mümkün olmadığı sona ulaşmış olmasındandır. Çünkü bir şeyi idrak etmek, tasavvur veya tasdikten başka bir şey değildir. Tasdik ise, zıtlık ve şüphelendirme kabul etmeyen aklî yüce bir sondur. Bu durumda aklî tasdik kesinlikle her hangi bir artma veya eksilmeyi kabul etmez. Ancak bu artmanın alanı kalbdir. Kalbde neredeyse basamakları sonsuz olan, duygulardan bir merdiven vardır. Onda şiddetli arzu ve isteklerden oluşan müthiş bir yakıt vardır ki, onu nitelemeye hiçbir kalemin veya beyanın gücü yetmez. İşte bu potada iman olgunlaşır ve serpilir. Ve yine bu kalbde geçmişte ne kadar uzun zaman işittiğimiz ve günümüzde hayatımızdan silinip giden iman mucizeleri doğar. İlâhî beyana bak, imanı güçlendirmek ve artırmak için bu kalbî alanı nasıl tasvir ediyor! Ve Yüce Allah’ın şu sözünü tefekkür et! “İyi düşününüz ki Allah’ın Resûlü sizin aranızda bulunmaktadır. Şayet o birçok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fasıklıktan ve isyandan sizi iğrendirdi. İşte doğru yolda yürüyenler onlardır.” (Hucurât, 49/7). Ve sen iyi bilirsin ki, “hubbibe” ve “züyyine” kelimelerini ancak kalblerin kamusu bilir. Öyle ki, bu iki kelime, akıl ve aklın iz’anının ötesinden gelir.
Sevginin Hakikati
Bir de bu sevginin hakiki manası, bazı insanların düşünebileceği gibi, tâbi olma ve pratik izleme değildir. Bilakis o, bizzat hakiki manasında kullanılmamıştır. Tâbi olmak ise sadece onun eserlerinden biridir. Allah ve Resûlü’nün sevgisi nasıl pratik bir tâbi olmaktan ibaret olur?! Şüphesiz, tabi olmanın bizzat kendisi, aklî yakînin ötesinde itici kalbî bir sevgiye ihtiyaç duyar. Şu bir gerçektir ki, sahabenin mal veya canla ortaya koyduğu muhteşem fedakârlık örneklerinden olan herhangi bir şey, sevginin kendisi değildir; ancak kalblerinin kendisiyle dolup taştığı muazzam sevginin eserlerinden birdir. Yoksa herhangi bir şeyi mücerred tasdik, yalnızca o şey uğrunda ortaya konan fedakârlığın sırrı olurdu. Bu durumda feragat ve fedakârlık gibi hasletlerde Müslümanların hepsinin eşit olması aklın gereği olurdu. Bunu kim söylemektedir? Sadece aklî meselelerin duygular ve kalblerde müessir olma özelliğine sahip olduğunu kim benimsemektedir? İnsanlardan her hangi birinin, inanarak, matematikle alakalı bir kaide veya cebirle ilgili meselelerden biri sebebi ile hayatını feda ettiği işitilmiş midir?!
Fazilet ve Alçaklık
Jean Jacques Russo, fazilete mücerred inanmanın fazilet için bir zaferi ve ilkelerini gerçekleştirme sayılacağı görüşünü benimseyen kimseleri alaya almaya başladığı gün ne kadar haklı idi. O şöyle der: “Faziletin sadece akla dayandırılması konusundaki arzu ile ilgili ne kadar görüş belirtildi ve bu görüşler tekrarlandı. Ne sağlam temel! Hangi temel bu?! Fazilet –söylediklerine göre- düzenden ibarettir, ancak düzene inanma, benim özel mutluluğuma hakim olabilir mi? Bu iddia edilen ilke, lafızlarla oynamaktan başka bir şey değildir. Alçaklık ise, farklı bir şekilde düzen sevgisidir.”
Dikkat et, Amerika, günün birinde, içkide bulunan çeşitli büyük zararlarını kavramış, buna, muhtelif tecrübî ve ilmî kesin delillere dayalı olarak rasyonalist bir inançla inanmış, bu sebeple Amerikan hükümeti içkinin yasaklanmasına dair bir kanun çıkarmaya teşebbüs etmiştir… Ancak bundan sonra ne oldu? Aradan çok geçmeden bizzat bu kanunları çıkaranların başındakiler mahrumiyetin acısından sendelemeye başladılar.. Sonra çok sürmedi onlar ökçeleri üzerinde geri döndüler, çıkarmış oldukları kanunu yırtıp attılar ve yeniden doldurarak kadehlerine sarılmaya koyuldular. Medine-i Münevvere’de ise –ümmilerden oluşan hem de ondört asır önce, hayatları uzun senelerden beri içki, güneş, su ve hava üzerine kurulu, insanların buğday çuvallarını azık yaptıkları gibi, şarap testilerini azık yapan bir topluluğun bulunduğu yerde-, birkaç kelimeyi geçmeyen bir tek âyetin sırrı ile mu’cize orada gerçekleşmiştir.
O mü’minler o âyeti ve şanı yüce Rablerinin o âyetin sonundaki “Artık bu şeylerden vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 5/91) sözünü işitir işitmez şarap testileri boşaltıldı, kadehler kırılıp parçalandı ve haykırşlar şöyle yükseldi: “Vazgeçtik Ey Rabbimiz!” Tek bir saat içinde hayatın unsurlarından biri olan içki –ki, güneş, su ve hava gibi zaruri sayılıyordu- iğrenç, çirkin bir pisliğe dönüştü. Ve yine tek bir saat içinde, kökleşmiş, yerleşmiş bir âdet, sanki dün yokmuş gibi, sanki uzak ve derin bir kısım kökleri yokmuş gibi silinip gitti.
Buna göre tecrübe, dirâyet ve bilgiye dayanarak iman eden Amerika ile, anlayış olarak emre boyun eğen ve Efendimize gaybî olarak iman eden ashâbı arasındaki fark nedir?!
Orada, nefsin peşinden gitmediği, hevanın desteklemediği münferit fikrî tek başına kalmış bir kanaat; burada ise, düşüncede istikrara kavuştuktan sonra kalbde yerleşen bir şey söz konusudur. Kalb ise, bu insanî varlığın bütününün efendisidir. Ona istediği gibi ve dilediği yolda rehberlik eder.
Diğer taraftan kalb, ayna gibidir, onun yüzünde görünen suretten yoksun olması imkânsızdır. Ya onda ya dünyanın bulanıklığı ve dine aykırı meyilleri ve düşünceleri yer alır, ya da o, ilâhî samimi sevgiyle ışıldar. Eğer kalb; şehvet, ihtiras ve arzuların bulanıklığıyla ve dine aykırı meyillerle dolup taşarsa, tek başına inancın, sahibini varını yoğunu ortaya koyma veya fedakârlık gibi amellerden herhangi birine sevk edici olması mümkün değildir.
İlâhî Sevgi
O halde kalbin temizlenmesine ve onda ilâhî sevgiyi dikmeye götüren yol nedir? Ta ki, bu yolla iman artsın, fedakârlık, cömertlik ve cihadın dinamikleri varlığını hissettirsin?
Bunun cevabı şudur: Senin için buna götürecek çok yollar vardır. Bu yolların en önemlilerinden biri, senin arasıra bir süre nefsinle baş başa kalıp bu süre içerisinde kendi nefsini, onun hakikatini ve menşeini, hayatın her anında Allah’ın inayetine ve tevfikine olan ihtiyacının boyutunu ve senin sair hallerinde ve şartlarında, Allah’ın sana ikram ettiği çok, çeşitli nimetleri; sonra insanları, onların şanı yüce Yaratıcı’ nın huzurundaki zaaflarının boyutunu, onların övmesinin veya yermesinin yahut da onlara dayanmanın hiçbir fayda sağlamadığını düşünmen; sonra şanı yüce Yaratıcı’nın azametinin boyutunu, nimetlerinin tezahürlerini, farklı sayısız görüp gözetmesini, sana nasıl örtmesiyle ilgili ridayı/elbiseyi bolca lutfedip insanların senin ayıplarını görmelerini engellediğini, onları seninle Kendisi arasında bir sır olarak geriye bıraktığını, sonra –senin bu konuda hiçbir kastın olmaksızın- insanlar içinde senin menkıbelerini ve faziletlerini yaydığını tefekkür etmen; sonra da bunu, O’nu çokça zikretmekle, kalb ve dille O’nu tesbih etmekle/eksikliklerden tenzih etmekle, bol bol Kur’ân okumakla sürdürmendir.
Bu yolların en önemlilerinden biri de, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü aleyhi ve selem) hayat-ı seniyyelerini, ahlâkını, hayat tarzını, insanlarla ilişkilerini çokça düşünmendir. Zira bunların hepsi, O’nun (sallallahü aleyhi ve selem) peygamberliğinin tezahüründen bir parçadır. Bu hususlarda düşünmek, imanın güçlenmesine ve kalbde perçinleşmesine sebep teşkil eder.
Bir de kalbin özelliği, faziletler sevgisi ve en ulvi ideallerle atmaktır. Ne kadar araştırırsan araştır, fazilet ve ulvi ideallerin, incelik görüntülerinin, ruhî ve ahlakî güzelliğin tamamıyla yaratıkların en faziletlisi olan Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve selem) varlığı dışında herhangi bir varlıkta toplandığını kesinlikle göremezsin. Dolayısıyla O’nun (s.a.s.), düşünürlerin ve kafa yoranların gönüllerinin ilgi odağı ve bütün insaflı akıl sahiplerinin önderi olması şaşılacak şey değildir.
Yine bu yolların en önemlilerinden biri de, genel olarak ibadetleri ve özel olarak da namazları çokça ifa etmek ve saygı ve huzur içinde onlara devam etmektir. İşte inanç üzerinde kalıcı kılan, onu büyüten ve nefsi ve kalbde onun köklerini güçlendiren o gıda budur. Hayır! Allah’a yemin ederim ki, nefisle ilgili muhtelif afetlerin peyderpey yok olması ve kalbin sevgi ve irfan nuruyla hayat bulması ancak, müslümanın hayatında gerçek kulluk ve kendini Allah’a vermenin artmasından sonra olacaktır; nihayet bunların etkisi nefis ve kalbe kadar uzanıp her ikisini de iyice harekete geçirir, onları korku ve ümit arasında med ve cezir halinde iter; işte ancak bu sırada nefse ilişkin o belâlar peyderpey yok olur ve kalb sayfasına kadar uzanan o bulanıklık dağılır.
Müslüman bu yolda yürüdüğü ve kendisi için bu vazifenin yerine getirilmesi mümkün olduğu zaman, bundan dolayı kalbinde öyle muazzam ilâhî bir sevgi filizlenir ki, bu onu hiçbir güçlüden korkmaz, kışkırtıcı, akıl çelici her cazibedar şeyi hakir görür, hiçbir eza ve cefayı önemsemez, bütün istihza veya aşağılamanın üstüne çıkar hale getirir. Hayatım üzerine yemin ederim ki, bu, Allah’ın, İslâm dâvetinin yükünü omuzlayabilmesi için Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ı techiz ettiği donanımdır. Ve yine bu, O’ndan sonra her Müslümanın donanması gereken donanımdır.
Zikrettiğim bu şeylerden sonra dikkatini, bugünkü İslâmî hayatımızda amansız hastalığın gizlendiği yere çekmek istiyorum.
Amansız Hastalık
Şüphesiz yerleşmiş amansız hastalığımız, bizim sevgi ve kalb ile değil, düşünce ve akılla Müslüman olmamızdır. Yani biz, Kalbin cezb edici ve etkileyici unsurlarından uzak mücerred akılcı bir İslâm uyguluyoruz. İslâmî hayatın bu türü, belki büyük fikrî bir zenginliği veya geniş bir İslâmî kütüphaneyi kazandırır fakat terennüm edilen İslâmî saadeti asla kazandırmayacaktır. Söylediğim bu hakikata dair en küçük canlı örnek: Meselâ sen, düşüncede ve İslâmî önderlikte öncü konumundaki Müslümanlardan bir cemaatle, bulundukları bir mekânda birliktesin. Aralarında İslâm’dan, ona dâvetin keyfiyetinden, onu yüceltmekten, bu asırda Müslümanların görevinden söz açılır; onlar aşkla, şevkle ve hamasetle konuşmaya dalarlar, yakınlarında namaza çağıran müezzinin sesi yükselir, konuşma hala devam eder! Konuşmanın gürültü ve patırtıları içinde ezanın sesi biter ve kaynar!
Bundan sonra uzun zaman geçer, topluluk ezana icabet etmekten ve namaza durmaktan uzak bir haldeyken İslâm’dan ve öneminden söz etmeye devam eder. Namazın vakti geçmek üzeredir topluluk meşguliyet ve konuşmasını sürdürür. Sonunda içlerinden biri namaz için birkaç dakikalık istirahat önerir. Bazen sadece farzın rekâtlarına hasredilen hızlı bir namaz başlar. Sen onların namazının görüntüsünü düşünürsün de hiç şüphe etmezsin ki, onlardan her biri düşüncesinde, yapmış oldukları konuşmaya yönelmiştir.
Ve fazla sürmez; onlar sağ ve sollarına selam verir vermez tekrar birbirlerine dönerler, biri konuşma esnasında unutmuş olduğunu namazda hatırlamıştır, bir diğerinin zihninde fatiha okurken tasavvur ettiği bir problem ortaya çıkmıştır… Aralarında İslâm ve problemleri hakkındaki söz tekrar açılır; halbuki onlar bitirdikleri namazın akabinde tesbihin, zikrin ve duanın bunduğunu, namazın tamamlayıcısı sünnet ve nafilelerin var olduğunu, ve de dalıp gittikleri bütün konuşmaların ancak bu büyük gayeye götüren bir vesile olduğunu unutmuşlardır. Ve bu böylece devam eder gider. Başka benzer şeyleri buna kıyas et.
Ne var ki bizzat bu durumdan daha önemli olan şey şudur: Bugün Müslümanların çoğu bu durumu savunurlar, buna davet konusunda felsefe yaparlar; İslâm’ın sadece şeklî, fikrî araştırmalar, teorik tartışmalar ve şeklî düzenlemelerde belirlenen hareketli bu görüntüden ibaret olduğuna inanırlar ve inandırırlar; ibadet, taat ve zikirlerin önemini azaltmaya devam ederler ve bunların işi gücü olmayan halk tabakasının ve cahillerin boş vakitlerini dolduracakları şeyler olduğu zannını verirler.
Ben, Arap ülkelerimizden birinde kalabalık bir toplantı hatırlıyorum. Orada hazır bulunanların biri de bendim. Seçkin âlimlerden bir düşünce adamının bu toplantıda konuşma yaptığını hatırlıyorum. Söylediği şeylerden biri şuydu: “Bugün Müslümanların birçoğunun problemi, İslâm’ın, insanın çokça namaz kılmasından veya çokça ibadet etmesinden ibaret olduğunu zannetmesidir. Halbuki İslâm çalışmak ve yapmaktır.”
O anda, hazır bulunanların yüzlerine bakarak sağıma ve soluma dönmeye başladım. Sonra bütün o şehir ahalisinin karakterini kendi kendime düşünmeye başladım. Orada ibadet ve namaz için uzak mağaralara çekilip de dünya hayatından kopan bir kısım toplulukların olduğunu ne gözlerim bana gösterdi, ne de hafızam bana hatırlattı. Düşündüm ve de gördüm ki, onların içinde en iyi ibadet eden o kimsedir ki, farzını devam ettirir, onu vaktinde cemaatle eda eder. Bazen de onu mütemmimi olan birkaç hafif rekâtlı nafileleriyle sürdürür.
Tuhaf olan bundan sonra çalışmaya,yapmaya ve fedakârlığa dâvet etmemizdir. Peki, şehvet, arzu ve istek ve çeşitli dünyevî beklentiler zinciri ve bukağılarıyla bağlı iken Müslümanları bütün bunları yerine getirmeye itecek şey nedir! Kalbim arzu ve isteklerin sevgisiyle ve ilgisiyle atarken beni onlara sırt çevirmeye sevk edecek şey nedir?
Şüphesiz bu iş, bir destekçiye ve yardımcıya muhtaçtır. Peki o destekçi ve yardımcı nerededir ve nedir? Buna İlâhî beyan cevap vermiş ve önümüze destekçiyi ve yardımcıyı koymuştur O da şanı yüce Allah’ın şu sözündedir: “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin. Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygıyla ürperenlere değil.” (Bakara, 2/45). Şanı yüce Yaratıcı, başı sıkıştığında, zorluklarla karşılaştığında ve içinde bazı beşerî duygular uyandığında Habibi Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem’ in önüne bu yardımcı devayı ne kadar çok koymuştur. Meselâ Yüce Allah’ın, Nebisi aleyhissalâtü vesselâm’a yönelik şu sözünü düşün: “O halde sen onların sabrettiklerine karşı sabret. Gerek güneşin doğuşundan, gerek batışından önce Rabbine hamd ederek ibadet et. Geceleyin de, secdelerin peşinden Ona ibadet et.” (Kâf, 26/39-40).
Şu diğer âyetlere de bir bak: “O halde Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme. Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O’na secde et, geceleyin uzun bir süre de Ona tesbih ve ibadet et.” (İnsan, 76/24-26).
Allah’a sığınırım ki, kahramanlıkları, cihadları ve fedakârlıklarıyla bu dinin binasını yükselten Müslüman seleflerimiz -ibadet ve taat silahıyla ve sıcak gözyaşları dökerek, huşu içindeki dua ile yalvararak ve güm güm atan kalble Allah’ı zikrederek gecenin karanlığında uzun saatler boyunca Rablerinin huzurunda ayaklar üzerinde durmakla arzu ve isteklerinin ağırlıklarını, dine aykırı meyillerinin bukağılarını kendilerinden uzak tutmalarının dışında- bunlarla ilgili herhangi bir şeyde başarılı olmuş olsunlar!
Hayır! Allah’a yemin ederim ki, kalblerini kara sevda sarmadıkça, ilâhî sevgiler gönüllerinde tutuşmadıkça, kadehlerini bu arzu ve isteklerin, dine aykırı meyillerin zifiri karanlıklarından kurtaracak o yüce şarapla doldurmadıkça ve vicdanlarıyla yüce hakikatın seviyesine yükselmedikçe bugünün Müslümanları, dünkü atalarının izinde yürüyemeyeceklerdir.
Şüphesiz sadece sevgi karasevdası itici bir güç ve harekete geçirici bir akımdır. Seven ise, sadece o kişidir ki, sevgiliye özlem duyarak çaba sarfeder. Bu suretle zor, kendisine kolay hale gelir, uzak ona yakın olur, güçler onun yanında yok olur, hayat onun içinde erir ve kendisi sevgi ahdine vefa göstermiş veya nimete şükür görevini yerine getirmiş olduğunu düşünmez.
Bu sevginin bugünün Müslümanlarının kalblerini dolduracağı gün, bütün yapılar tamamlanır, bütün çalışmalar başarıya ulaşır ve fedakârlık, feragat ve cihad mûcizeleri tecelli eder, zafer, izzet ve yardım mûcizeleri indikçe iner.
* Hira Dergisi’nin 4. Sayısında neşredilen Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî’nin makalesinin Tercümesidir.
Tercüme: Doç. Dr. H. Hüseyin Tunçbilek
htuncbilek@yeniumit.com.tr
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Akıl İle Gerçeğe Varılabilir mi? 10 OCAK 1995.M. ORUÇ
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, ba'zı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, ba'zıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceliyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâ'be'de 360 put vardı. Bugün bile Güneş'e ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü, Peygamber olmadan yâni rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanabilmemiz için, Güneş'i, ışığı yaratmıştır. Güneş'in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, Güneş'ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş'e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiğini ni'metlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yanlız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaradılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Aklımız da, yalnız başına ma'neviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymıyan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mes'ûd olamaz. Ne kadar neş'eli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mes'ûd yaşıyanlar, ancak, peygamberlere uyanlardır. Şunu da bilmelidir ki, rahata ve saâdete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Aklımızın Kapasitesi 11 OCAK 1995
Herşeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahıret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarıyan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmıyan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmiyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır. Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahıret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz, Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. "Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır." dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu. Diğer felsefeciler ve buların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlıyamadılar. Bakırla karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi zararlı halden kurtarıp faydalı hale getirmek için, peygamberlere uymak lâzımdır. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Saâdete Kavuşmanın Yolu 12 OCAK 1995
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermiyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saâdete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece ahırette, kimse ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemiyecek, mazeret gösteremiyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdem'dir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsi ma'sûm, yâni günâhsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı îmânı bildirmiştir. Yâni, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îmân edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlıyamıyacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhıret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, (Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz) buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat herşeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, (Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmiyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. Dînin temeli, peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabûl edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur.
İnsan, sahip olduğu nimetleri az görür, daha çok olsun ister; ancak aklının artması için dua edenler azdır. Akıl taksim edilirken en büyüğünün kendisine verildiğini zanneder!
İlimler; fen bilgileri ve din bilgileri olarak ikiye ayrılır. Din bilgileri yalnız nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı Kur'ân-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir...
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır... His organlarımız ile anlayamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz... Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda zor giden yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya canı çıkar veya arabayı devirir, eşyalar harap olur...
Akıl da, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır ve başkalarını da aldatır. O hâlde, peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çare yoktur. Aklın gereği de budur...
İslâm dininde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve ona ibâdet şekilleri, aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı...
Akıl, büyük bir nimettir. Onunla Rabbimize muhatap olma şerefine kavuştuk.
İnsan, sahip olduğu nimetleri az görür, daha çok olsun ister. Ama aklını beğenir. Aklının artması için dua edenler azdır. Akıl taksim edilirken en büyüğünün kendisine verildiğini zanneder.
Kimin akıllı olduğu Hadis-i şerifte bildirilmiştir:
"Akıllı insan, ölümü çok düşünen ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapandır."
Çok acıdır ki, insanların çoğu akıl nimetinden yeteri kadar faydalanamıyor. Böyle olanların kıyâmet günü çok pişman olacaklarını Tebâreke suresi onuncu ayet-i kerimesinden öğreniyoruz. Meâlen; "Bize anlatılanlara kulak verseydik, aklımızı kullansaydık bugün bu elim azâbı çekmeyecektik" diyecekler...
12.05.2016
KUR'ÂN'DA AKIL -1
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
AddThis Sharing Buttons
57
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
Ayrıca bu âyetler, aklı kullanmadan, araştırma yapmaksızın herhangi bir hükme körü körüne inanılmasını ayıplamaktadır. Dolayısıyla Allah'a ve diğer iman esaslarına imana çağıran Kur'ân-ı Kerîm'in insanların akıllarını kullanmadan aklî kuvvelerini bir kenara iterek inanmalarını istediğini var saymak büyük bir yanlışlıktır. Zaten din, aklı olana hitap etmektedir. Bundan dolayıdır ki "aklı olmayanın dini de yoktur" denilmiştir.
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446. İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
.
KUR'ÂN'DA AKIL -2
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
AddThis Sharing Buttons
11
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
xxxxxxxxxxxxxx
Akıl İle Gerçeğe Varılabilir mi? 10 OCAK
.1995 Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, ba'zı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, ba'zıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceliyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâ'be'de 360 put vardı. Bugün bile Güneş'e ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü, Peygamber olmadan yâni rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanabilmemiz için, Güneş'i, ışığı yaratmıştır. Güneş'in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, Güneş'ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş'e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiğini ni'metlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yanlız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaradılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Aklımız da, yalnız başına ma'neviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymıyan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mes'ûd olamaz. Ne kadar neş'eli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mes'ûd yaşıyanlar, ancak, peygamberlere uyanlardır. Şunu da bilmelidir ki, rahata ve saâdete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
.Aklımızın Kapasitesi 11 OCAK 1995
.Herşeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahıret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarıyan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmıyan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmiyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır. Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahıret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz, Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. "Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır." dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu. Diğer felsefeciler ve buların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlıyamadılar. Bakırla karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi zararlı halden kurtarıp faydalı hale getirmek için, peygamberlere uymak lâzımdır. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
.Saâdete Kavuşmanın Yolu 12 OCAK 1995
.Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermiyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saâdete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece ahırette, kimse ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemiyecek, mazeret gösteremiyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdem'dir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsi ma'sûm, yâni günâhsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı îmânı bildirmiştir. Yâni, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îmân edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlıyamıyacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhıret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, (Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz) buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat herşeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, (Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmiyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. Dînin temeli, peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabûl edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur
.
Akıllı İnsanın Hâli 10 MART 1995 Yûsüf Nebhânî hazretleri, (Hülâsat-ül-kelâm) kitabında buyuruyor ki: Aklı olan, insâflı bir kimsenin, inâdı bırakıp, insanı sonsuz saâdete götürecek, hak din olan islâmı kabûl ederek, bu dinin bildirdiği emir ve yasaklara uyması şarttır. Dünya hayâtı çok kısadır. Her geçen gün hayal olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da ya sonsuz azâb veya sonsuz ni'mettir. Herkes bu iki sonsuzdan birine her gün biraz daha yaklaşmaktadır. Ey insan! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi ol, sarıl! Vereceğin karar, çok büyük ve mühimdir. Vakit ise çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hazırlan! Hakka tâbi olmadıkça, sonsuz azâbdan kurtulamazsın! Son pişmanlık fayda vermez. Öldükten, gerçeği gördükten sonra tevbe kabûl olmaz. O gün Allahü teâlâ, (Kulum, sana akıl nûrunu vermiştim. Bunun ile beni anlamanı, bana ve Peygamberin Muhammed aleyhisselâma ve O'nun getirdiği islâm dinine îmân etmeni, emirlerimi yerine getirmeni emretmiştim. Bu peygamberlerin geleceğini, Tevrat'ta, İncil'de haber vermiştim. İsmini ve dinini her memlekete yaydım. işitmedim, diyemezsin. Gece gündüz, dünya kazancı için, dünya zevkleri için çalıştın. Âhırette başına gelecekleri hiç düşünmedin! Gaflet içinde iken, ölümün pençesine düştün!) derse ne cevap vereceksin? Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden aklını başına topla! Etrafında gördüklerin, konuştukların sevdiklerin, korktukların, birer birer öldüler. Yok oldular. Birer hayâl gibi, gelip gittiler. İyi düşün! Sonsuz ateşte yanmak, ne demektir? Sonsuz ni'metler içinde yaşamak ne büyük nimettir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnettir. Akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvettir. Kötüyü terketmek, iyiyi tedkik etmek lâzımdır. Tedkik etmek için de, Peygamber efendimizin, Eshâbının ve âlimlerin, din büyüklerinin yaşayışlarına bakmak lâzımdır. Ey insan! Aklın gösterdiği doğru yola uyup, nefsin kötü arzularını terket! Îmân edip, dinin emir ve yasaklarına uymak nefse çok zor gelir. Çünkü, nefis hak olan dîne her zaman karşıdır. Ona düşmandır. Nefis, şeytan, kötü arkadaş insanı dinden uzaklaştırır. Bunun için, daha küçükken çocukları kötü kimselerden uzak tutup, kötü ahlâk edinmelerine mâni olmalıdır. İslâm büyükleri, (Çocuğa öğretmek, taşa yazmak gibidir) demişlerdir. Çok uyanık olup, bu üç düşmanın şerrinden insan kendini korumalıdır. Bu üç düşmandan en tehlikelisinin de kötü arkadaş olduğu unutulmamalıdır. İnsana alışık olduğu şeyleri terketmesi, bırakması zor gelir. Doğunca süt emmeğe alışır, büyüyünce de bundan ayrılmak zor gelir. Sonra, gördüğü dine, evine, mahallesine, şehrine alışır. Daha sonra, san'atına, işine alışır. Bunlardan ayrılmak çok zor gelir. Çocuk daha küçükken, temiz kalbine iyi, güzel şeyleri yerleştirmelidir. İnsan, kendisini kurtardığı gibi, çoluk çocuğunu da ateşten korumalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Evlerinizde ve emirleriniz altında olanları, Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz!) buyuruldu
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek, idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin* iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir: "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira akletmezler. " (el-Bakara, 2/171)
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır. (Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342)
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur. (İbn Mace, Zühd, 31)
İmam Gazâlı* aklı dört turlu târif eder:
a) İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki, insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b) Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak, gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c) Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir.
d) Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs*in bir kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar, gibi bilgilerdir.
Nazarı bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a) Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede kesinlik ifade etmez.
b) Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı mantıkı veya sadece kıyâs* denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden (el-Bakara, 2/163) Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder. Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi, iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde edilmiştir.
c) Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ' denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan,müsbet ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir. İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü,bütün cüz'lere yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır, tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads" denilir. Hads da iki kısımdır:
1) Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2) Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da "kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın, basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur. " "Allah'ın ilk yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır. " buyurmuştur. Akıl için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan, fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır." (Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. Allah akla, nûr adını verir. (en-Nûr, 24/35) Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir, (eş-Şûrâ, 42/52), (el-En'am, 6/122).
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var; âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur. Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler arasında olmazdık. " (el-Mülk, 67/10). ayeti bu tür insanların durumunu dile geçirdiği gibi çevremizde her gün yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler. Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur. Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı, akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi, rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için, tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı vekusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy* yolu ile bilinebilir. Dinin bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma halindedir.
Cengiz YAĞCI
.
Akıl nedir ve nasıl kullanılmalıdır?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 09.05.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Bu soruyu sesli dinle
00:00
-06:52
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Akıl için, “Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır.
Felsefeciler aklı değişik mânâlarda anlamış, farklı şekillerde tarif etmişler; ama üzerinde anlaştıkları tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoğlu henüz aklının mahiyetini anlamış değil.
Akıl hakkında yapılan güzel bir tarif:
“Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”
Hem maddeden mücerret hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olur? Şu misal konuya açıklık getirebilir.
Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmıyor. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akıl ile beyin arasında da aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardır.
Aklın vazifesi üzerinde çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu: “Akıl anlama âletidir.”
Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu da ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “Aklını kullan!..” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz.
İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili.
Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki hâlde de âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.
İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da.
Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, nedense, sıra akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanın bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini keşfetmeye çabalar. Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir.
Aklın, rehbersiz dolaşamayacağı nice sahalar var. Bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratılmıştır?
Akıl ancak“kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar. İnsan, bu vadide, sadece aklı ve kâinatı yaratan Allah’ın kelâmını dinleyecektir.
İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama yaratıcısına, Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez.
Aklın tek başına yanaşamayacağı bir başka saha, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtıdır." İnsan bu konuda izinsiz konuşmaya nasıl cesaret edebilir ki, daha aklının ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmiş değildir.
Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır.
“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
Kur’an güneşinin altına girenler, aydınlığa kavuşur, yeni doğmuş gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genişlenir. Görmeyen gözleri açılır. Daha önce bir adım olsun atamadıkları sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya başlarlar. Ama elbette, belli bir sınıra kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar.
Gerçekte, akıl için yol birdir. O da ne şunun, ne bir başkasının sözüne değil, vahyin ta kendisine uymaktır.
“Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru tektir. Ama, cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülen eğri çizgiler sonsuzdur.” (Kınalızade)
Felsefe tarihi, akıl üzerinde yapılan münakaşalarla doludur. Bu tartışmalarda aklın ne olduğu üzerinde uzun uzun durulmuş, ama onun nasıl kullanılması gerektiği çoğu zaman dikkate alınmamıştır. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir.
Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayı bildiği takdirde, ondan rahatlıkla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çoğu zaman, gerekmiyor.
Şu âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalım:
“Bir de sana ruhtan soruyorlar: De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”(İsra, 17/85)
Bu İlâhî haber, akıl için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akıl” kelimeleri çoğu zaman aynı mânâda kullanılıyor. Bazı zâtlar, aklı ruhun bir sıfatı olarak kabul ederken, diğer bir kısmı da, akıl, kalp ve ruh kelimelerini, aynı mahiyetin değişik isimleri olarak değerlendiriyorlar.
Evet, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek hadis-i şeriflerde aklın mahiyetinden çok, nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durulur. Sema ve arzın yaratılışı, insanın yaratılış safhaları, dağların nehirlerin faydaları, arının ilhama mazhariyeti, baharın haşire benzerliği gibi nice ibretli tablolar insan aklına takdim edilir. Ve ondan düşünmesi, anlaması ve şükretmesi istenir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Din ve akıl arasında bir çelişki söz konusu mudur?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 01.05.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur.Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet, aklın tek başına idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme yeteneğine sahip olduğu gibi Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşfedemediği noktalarda çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile her şeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir.
"Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin."
İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir. Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:
"Fikrin sönük ise; Kur'an'ın güneşi altına gir, imanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir."
İslâmiyet'in temel fikir olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.
Aklın İslâm dinindeki yeri şöyle dile getirilir: Kitap, sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akıl da öyle bir delil-i şer'idir. Binenaleyh aklın kesinlikle iptal ettiği şeye şeriat izin vermez. Şeriatın izin verdiği şeyi de akıl iptal eylemez. Bunun içindir ki aklen muhal olan şer'an mümkün olamaz. Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksat ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan son derecede nasiplerini almışlardır. Dinin telkin ettiği hükümler akıl doğrulamazsa kalp ve vicdan tatmin olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez. İşte bu yönüyle de İslâm mezhepleri, Hristiyanlıktaki mezheplerle mukayese edilemezler.
Hristiyan aleminde ruhanî reislerin akıl ve hikmetle bağdaşmayan itikat ve iddialarda bulunmaları, akıl ve fikrî muhakemeden engellemeleri ve ilim erbabına zulmedip onları öldürmeleri, birtakım felsefecileri Hristiyanlık dinine ve onun şahsında bütün dinlere cephe almaya sevketti. Bunlar vahye tamamen gözlerini kapayarak sırf akıl ile hareket etme yolunu tuttular.
Ruhbanların, aklı tamamen azledip, hesaba katmayarak tefrite düşmelerine karşı, felsefeciler de aklı tek rehber ittihaz ettiklerinden dolayı ifrat ederek, metafizik konularda hakikati yakalayamamışlardır. Yıldız böceği olan akıllarına güvenip, nübüvvet güneşinin altına giremediklerinden dolayı, o yıldızlı gecelerin derin sükutu içinde o nur saçan cisimleri temaşa edip, kudret-i İlâhinin daimî şahidi olan o yıldızları dinleyip, dillerini anlayamamışlardır.
Evet. akıl deneme ve tecrübeye dayanan fizikî sahada bir şeyler söyleyebilse bile, manevî ve metafizik sahada yetersiz kalır. Bu filozoflar ancak ilahî vahiyle aydınlanabilecek meseleleri sırf akıl ile halletmeye kalkıştıklarından hataya düştüler.
Halbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet ekolünü de dikkate almaları gerekirdi. Bu insanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? Sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kesinlik damgasını taşıyamamıştır. Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.
Tecrübeye ait metotlar ile manevîyata ait meseleler halledilmez. Dinî meseleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır. Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın üstünde ve ötesindedir. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatleri de izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar. Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikirlerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.
Netice olarak özetlersek,ilim ve fennin gelişmesinde tecrübe ve akıl ne ise, manevîyat sahasında da Kur'an odur.Yani söz ve hüküm onundur. Hayatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe dayandığı gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara dayanır. İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, manevîyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimat etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.
İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder. Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.
Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait meselelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez. Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onları dinleyen İmâm-ı Gazali gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.
İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri'dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.
"Bil ki: Nev'-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir. Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir."
Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye'ye istinad eder.
Vahyin yoludaha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle insanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder. İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi ızdırap ve buhranlardan halas olabilir.
Hulasa; İslâm dinindeki mezheplerle Hristiyan mezheplerinin ayrıldıkları en önemli noktalar şunlardır:
1. İslâmî mezheplerde akıl önemli bir esastır. Hristiyanlıkta ise ruhbanların saltanat ve tahakkümleri söz konusudur. Halkın inançlarını ruhbanlar tayin ve tespit ederler. Onlara şuursuzca tâbi olanlar taklit zincirini boyunlarından çıkarıp kıramamışlardır. Ruhbanları delilsiz olarak taklit etmişler ve onların tahakkümü altında yürümüşlerdir. Hiçbir fert inancında hür değildir. Kilisenin vaftiziyle Hristiyan olur, afarozu ile de dinden çıkar. Ancak İslâmiyet'te ruhani bir tahakküm, bir saltanat yoktur. Hiçbir alim veya bir mürşidin başka birinin itikat ve inancı üzerinde tahakkümde bulunmaya salahiyeti yoktur.
2. Hristiyanlık'ta ruhanî reislerin helal dedikleri helal, haram dedikleri de haram olur. Reisler neye karar verirse, -haşa- Allah'da o karara uyar. İşte onların bu tahakkümlerini ve hurafelerini, İslâmiyet kökünden yıktı ve mahvetti.
İslâmiyet'te yalnız Allah'ın haram kıldığı haram, helal dediği helal olur.Allah'dan başka hiçbir fert haramı helal, helali haram edemez. Hiçbir alim ve müçtehidin emriyle başka birisi dinden çıkamaz. Bir alim, derecesi ve rütbesi ne kadar büyük olursa olsun insanlara karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka Mâlik değildir. Çünkü İslâmiyet'te Hazret-i Muhammed (asm.) Allah'ın kulu ve Resulüdür. Alimler de peygamberin vârisidirler. Hristiyanlıkta ise peygambere uluhiyet isnad edilir. Papazlar ise böyle bir peygamberin vekili olmakla günahları affetme, helale haram, harama helal deme selahiyetini kendilerinde buluyorlar.
3. Hristiyanlık'taki mezhepler birbirini tekfir ederler. Herbiri müstakil bir din gibidir. İslâmiyet'teki mezheplerin ise tamamı bir tek fırka olup Ehl-i sünnet olarak yad edilir.
4. İslâmiyet'teki mezheplerin müstakil mâbedleri yoktur. Hepsi aynı camide namaz kılar ve birbirlerinin imamlarına uyarlar.
5. Bir Müslüman istediği mezhebe girebilir. Meselâ Şafiî iken Hanefi, Hanefî iken Şafiî olabilir. Hiçbir mezhep imamı bunu engelleyici bir hüküm getirmemiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İslam akıl dini mi?
Sesli dinle
00:00
-02:49
- Kimi hocalar da "İslam akıl dinidir." diyorlar... Ne demek bu? Sanırım akılcı bunlar...
…
Eskiden bir adam tanımıştım... Kariyer sahibi bir bilim insanıydı... Dini reddetmiyordu, fakat kendine özgü bir din anlayışı geliştirmişti...
Hocaların gibi bu adam da “İslam akıl dinidir.” diyor, aklına uyanı kabul ediyor, uymayanı reddediyordu...
“Belagat, muhataba göre hitaptır.” diye düşünerek onu daha iyi anlamak istedim... Niçin böyle düşündüğünü sordum, anlattı... Sonuna kadar sabırla dinledim...
“Bilmem farkında mısın, sen Mutezile adlı bir ekolün temel tezini savunuyorsun.” dedim.
“Mutezile mi? Kimdir o? Tanımam etmem.” dedi.
Kısaca anlattım... “Nakil yerine aklı egemen kılan sapkın bir ekoldür, akılcıdır... Felsefedeki rasyonalizm akımına benzer.” dedim.
“Haksız da sayılmazlar... İslam için akıl o kadar önemli ki, akıldan yoksun olanlar sorumlu tutulmuyor... İslam akıl dini değil mi yani?” dedi.
“Hem evet, hem hayır.” dedim...
“Hayır, çünkü İslam vahiy dinidir, vahye dayanır... Evet, çünkü Kur’an ne söylemişse akla uygundur, fakat akıl kendi başına ona yetişemez, vahyin aydınlatıcı nuruna muhtaçtır...”
“Bu sözün hangi anlamda kullanıldığı son derecede önemli... ‘İslam akıl dinidir.’ sözü ‘aklın buldukları dinin verileri olabilir’ manasına kullanılırsa, yanlış...”
“Üstelik akıl yok, akıllar vardır... Her akıl da başka şeyler bulabilir, nitekim buluyor...”
“Kendi aklıyla bulduğunu sarsılmaz gerçek sanmak zihinsel bir sapmadır...”
“Bir alettir akıl, anlamaya yarar... İmanın yeri başka... İnsanın kalbidir imanın mahalli... Aklın verilerini kullanır kuşkusuz, ama onunla sınırlı değildir...”
“Kalbin kendi sezgileri vardır... Bazen birden kavrar gerçeği... İnsan, aklıyla bilir, ölçer, tartar, muhakeme eder, kalbiyle de inanır ya da inanmaz...”
“Aynı bilgileri alan iki insandan biri iman ederken öteki inanmayabiliyor...”
.
İslam'da akıl ve kalp ne demektir?
Soran : celik503
Tarih: 07.03.2007 - 16:20 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Kalp mi merkez yoksa akıl mı?
- Akıl mı kalbe, kalp mi akla bağlıdır?
- İslam'da akıl ve kalp kavramları nasıl anlatılır?
- Akıl kalp ittifakı ne demektir?
- Ayrıca Kur'an mahluk mu degil mi tartışması nedir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Duyular, akıl ve sezgi (vahiy ve ilham) başlıca bilgi kaynaklarımızdır. İnsan, bunlarla gerçeğe ulaşmaya çalışır. Duyular bizi dış aleme muhatap eder. Meselâ, gözümüzle renkler alemine, kulağımızla sesler alemine açılırız. Aklımız, duyularla bize gelen intibaları değerlendirir, bunlardan hareketle bazı sonuçlara ulaşmaya çalışır. Söz gelimi, gözümüz su içindeki kaşığı kırık olarak algılar. Akıl ise, bunun bir algı yanılması olduğunu söyler. Duyuları sınırlı olan insanın aklı da sınırlıdır. Gerçeğe ulaşmada akıl çok şeydir, ama her şey değildir. Aklın uzanamadığı alanda sezgi devreye girer. Bu sezgi, bilim adamlarında kevnî sırları bulmak, Allah'ın veli kullarında ilham, peygamberlerde ise vahye mazhariyet şeklinde kendini gösterir. Şimdi, bu bilgi kaynaklarımızı daha yakından görmeye çalışalım.
Akıl
Nuranî bir cevher olan akıl,1 insanın en kıymettar cihazıdır.2 Bu akıl, İlahî, kudsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.3 Yani, insan bu akılla Allah'a muhatap olur, O'nun isim ve sıfatlarını tanır. Keza, yine bu akılla insan kâinatın sırlarını keşfeder, ondaki kanunların farkına varır, istifadeye çalışır. Ayrıca akıl, insanı ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşittir.4
Yeri geldiğinde akıl, dinin nasslarında bir hakem olur. Şöyle ki: Ayet veya hadisle bildirilen bir şey, zahirde aklın ulaştığı gerçekle çatışabilir. Böyle bir durumda nakille bize bildirilen şeyi nasıl anladığımızı yeniden gözden geçirmek gerekir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,
"Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te'vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir."5
"Dünya öküz ve balık üzerindedir." rivayeti buna bir misal olabilir. Bazıları, bu rivayetin zahirinden hareketle, dünyanın altında cismani bir öküz ve balık var zannetmişlerdir. Halbuki, bu ifadenin bir mecaz olduğunu nazara almakla mesele halledilmektedir. Yani, dünyada başlıca iki kısım vardır: Karalar ve denizler. İnsan hayatı, tarımın esası olan öküzle ve denizden çıkan balıkla devam etmektedir.6
Sezgi (vahiy ve ilham)
Vahiy ve ilham,insan kalbinin iki mazhariyetidir. Allah'a muhatap olarak yaratılan insanın kalbi, O'ndan gelen mesajlara hassas bir alıcıdır. Bu kalb, eğer bir peygamber kalbiyse gelen mesajın adı vahiy, eğer bir veli kalbiyse ilhamdır.Bu iki kavramı daha iyi anlayabilmek için insan kalbinin mahiyetine biraz daha yakından bakmakta yarar olacaktır.
Kalb
Mânevî alemimizin merkezi kalbtir. Kalb, Rabbanî bir latifedir. Hissiyatının görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer dimağdır.7 Kalb, kâinatın hadsiz hakikatlarının mazharı, medarı, çekirdeğidir.8 Meselâ, bazan gündüz gibi aydınlık, bazan gece gibi karanlıktır. Bazan yaz gibi semeredar, bazan kış gibi kuraktır. Onda, denizin dalgalanması ve sükuneti gibi inişler, çıkışlar vardır. Keza o kalbde hem fırtınalar eser, hem de ilham meltemleri... Bu gibi noktalardan bakıldığında kalb, "binler alemin mânevî bir haritasıdır".9
Kalb, Allah'a en nurlu bir ayna,10 insanın mânevî hayatının menbaı ve makinesidir.11 İnsan bu kalbiyle Allah'a muhatap olur. Bu yönüyle kalb, mahall-i imandır.12 İnsan kalb telefonuyla doğrudan doğruya Allah'a halini arzedebilir.13 Kalb penceresiyle gayp alemlerine bakabilir.14
Vahyin Lüzumu
Bediüzzaman, vahyin gerekliliğiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"Şu kâinatın sahibi ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak, elbette zişuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nevi ile konuşacaktır. Madem insan nevi ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak..."15
Vahiy-İlham Farkı
Allah'tan gelen vahiy ve ilham, mazharların kabiliyetlerine göre farklılık arzeder. Meselâ, bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren meseleleri konuşurken, raiyyetinden birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi telefonla görüşmesi yeterlidir. Onun gibi, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlerle konuşması bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde hususiyet arzeder.
"İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: 'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor'. Demiyor, 'Rabbülaleminden haber veriyor'. Hem der: 'Kalbim Rabbimin ayinesidir, arşıdır'. Demiyor 'Rabbülaleminin arşıdır'."16
Bediüzzaman, vahiyle ilham arasındaki farklara şu şekilde işaret eder:
1. İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasızdır.
2. Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir; melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşittir.17
İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir. İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise kendisine gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kaşifse, insanlığa yeni bir eser takdim eder. Eğer bir alim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar.
Kendisine ilham gelen kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa, daha sonra uğraşsa bile aynı hali yakalayamaz. Bediüzzaman, Kastamonu'da sürgünde iken yaşadığı bu tarz bir tecrübesini şöyle anlatır:
"Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler."18
İlhamda Vartalar
İlham yoluyla elde edilen bilgi bazan insanı yanıltabilir. Bediüzzaman, ehl-i keşif bazı zatların, keşfiyatlarında şu alemin ölçülerine uygun düşmeyen tasvirlere girişmelerini şöyle değerlendirir:
"Alem-i maddi ile alem-i ruhaniyi birbirinden fark etmek lazım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kaplayacak dört büyük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen 'odamı geniş bir meydan kadar geniş görüyorum', doğru dersin. Eğer 'odam bir meydan kadar geniştir' diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü, alem-i misali alem-i hakikiye karıştırırsın."19
Benzeri bir durum, ilhamın bir türü olan sadık rüyalar için geçerlidir. Bazı rüyalar, Rahmanî menşeli olmakla beraber zahirine göre amel etmek doğru olmayabilir. Bediüzzaman'ın dediği gibi,
"Keşfiyat te'vile, rüyalar tabire muhtaçtır."20
Bediüzzaman'a göre, bu gibi meselelerde ölçü şudur:
"Bütün ahval ve keşfiyatın, ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri Kitap ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-ı muhakkikinin kavanin-i kudsiyeleridir."21
Yani, böyle hallerde Allah'ın kitabı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (asm)'in sünnetine ve bir de muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları mukaddes kanunlara müracaat edilmelidir.
İlhama mazhar kişilerin karşılaşabilecekleri en tehlikeli bir hal,"kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'i mânâları 'kelamullah' tahayyül edip 'ayet' tabir etmeleridir...Vahiy ve kelamullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur'ân'ın necimlerine ism-i has olan 'ayet' namı öyle ilhamata verilmesi hatay-ı mahzdır... Elimizdeki boyalı ayinede görünen küçücük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa, öyle de, o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelam-ı İlahî olan Kur'ân güneşinin ayetlerine nisbeti o derecededir."22
Akıl-Kalb İlişkisi
Kalb bir genel merkez, akıl ona bağlı bir anlama merkezi durumundadır.
"Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı? Ta ki, bu kalplerle akıl etsinler."23
ayetinde akıl-kalp ilişkisinin esasını görmek mümkündür. Kur'ân-ı Kerim'de güneş için 'ziya', ay için 'nur' denilmesinden24 mülhem olarak, kalbi güneşe, aklı aya benzetebiliriz. Ay nurunu güneşten aldığı gibi, akıl dahi nurunu kalpten alır. Bediüzzaman, "nur-u akıl kalpten gelir" serlevhalı ifadesinde buna şöyle dikkat çeker:
"Zulmetli münevverler, bu sözü bilmeliler:
Ziyay-ı kalbsiz olmaz, nur-u fikir münevver."25
Yani, karanlık aydınlar şunu iyi bilmeliler ki, kalbin ziyası olmadan fikrin aydınlanması mümkün değildir.
Şu ifadeler de aynı gerçeği dile getirir:
"Nur-u fikir ziyay-ı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa basiretsizdir."26
Yani, görme olayı asıl itibariyle gözün siyah noktasıyla olduğu gibi, anlama olayı da esas olarak kalble ilgilidir.
Bir şeyi sadece aklen bilmek yeterli değildir. Zira, "İlimde iz'an-ı kalb olmazsa cehildir."27 Yani, aklın vardığı neticeleri kalb tasdik etmelidir. Yoksa gerçek mânâda bir ilimden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Meselâ, akıl "alem yaratılmıştır" derken kalb bunu kesin olarak onaylamıyor, meseleye tereddütle bakıyorsa, henüz iz'an mertebesine ulaşamamış demektir. Bu durumda kalb onu kabul etse bile, ancak takliden kabul edebilir.
Bediüzzaman'ın şu ifadesi, akıl-kalb ilişkisinin bir başka boyutunu gösterir:
"Hissiyat güzel olursa, efkar müstakim olur."28
Kalb hissiyat merkezidir. Akıl ise fikirlerin menbaıdır. Kalb güzel hislerle coşarsa, bu hal aklı da etkileyecek, istikametli fikirlere vesile olacaktır.
Akıl-Vahiy İlişkisi
Nice gerçeklere akılla ulaşılmakla beraber, gerçeğin tek ve değişmez ölçüsü akıl değildir. Bazan akıl, insana köstek olan bir bağ olur. kâmil mânâda insanın gerçeğe ulaşması ise, ancak nakille, yani İlahî vahiy sayesindedir.29 Bazıları, "İslâmiyet akıl dinidir." şeklinde hatalı bir cümle kullanırlar. İslâmiyet akıl dini değil, vahiy dinidir. Fakat, vahiyle gelen bu dinin bütün meseleleri makuldür. Akıl tek başına o yüksek hakikatlere yetişemese de, inkâr dâhi edemez.30 İlmin hiçbir katî hakikatı, İslâm'ın getirdiği esaslara aykırı olamaz.
Bütün felsefî ekollerin temelinde akıl vardır. İlahî dinlerin menşei ise, vahiydir. Orta Çağ'da kilisenin hür düşünceye uyguladığı baskı sonucu nice ilim adamı kiliseye cephe almış ve Hristiyan dünyasında 'din-ilim çatışması' meydana gelmiştir. Tahrif edilmiş bir dinin "dogma"larıyla bilimin ulaştığı gerçeklerin çatışması son derece tabii olmakla beraber, maalesef yanlış bir kıyasla, bu çatışma İslâm alemine de sıçratılmıştır.
Halbuki İslâmiyet, fenlerin seyyidi ve mürşidi; gerçek ilimlerin reis ve pederidir. "Köle efendisine, hizmetkar reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?"31
Nasıl ki, görme olayının olması için sağlam bir göze, görülecek eşyaya ve bir de ışığa ihtiyaç vardır. Onun gibi, bir takım meselelerde anlama olayının olması için, selim bir akla, anlaşılacak gerçeklere ve bir de vahiy güneşine ihtiyaç vardır. Meselâ, akıl tek başına ilk yaratılışı anlayamaz. Tekrar dirilişi idrak edemez. Keza, Allah'ı bilse bile O'nu isim ve sıfatlarıyla tanıyamaz. Allah'a karşı görevlerinin ne olduğunu bilemez. Eşyanın nereden gelip nereye gittiğini, ne gibi vazifeler gördüğünü ihata edemez. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
"Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lazım ki ihata etsin."32
Yani, mutlak hakikat sınırlı nazarlarla kuşatılamaz. Kur'ân gibi küllî bir nazar lazım ki, kuşatsın. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle bir temsille anlatır (sadeleştirilmiş olarak):
"Bir denizde hesapsız cevherlerin kısımlarıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmasdan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevherleri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, füsus ve nakışlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer. Başkası dört köşeli bir kehribar bulur ve hakeza... herbiri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyük parçası itikat edip işittiklerini o hazinenin fazlalığı ve teferruatı zanneder. O vakit hakikatların muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakiki rengini görmek için te'villere ve tekelllüflere muztar kalır. Hatta bazan inkar ve ta'tile kadar giderler. İşrak felsefecilerinin kitaplarına ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimat eden tasavvufçuların kitaplarını dikkatle okuyan, bu hükmümüzü şüphesiz tasdik eder. Demek Kur'ânî hakikatlar cinsinden oldukları ve Kur'ândan ders aldıkları halde, böyle nakıs geliyor."
"Hakikatlar denizi olan Kur'ân'ın ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin, onların gözleri açık olduğundan, defineyi kuşatır, definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüp, intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakiki hüsün ve cemali gösterir."33
Vahyin nuruyla aydınlanmış bir akıl, tek başına işin içinden çıkamadığı nice meseleleri kolaylıkla halledecektir. Bediüzzaman bunu şöyle belirtir:
"Fikrin sönük ise Kur'ân'ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir ayet-i Kur'ân birer yıldız misüllü sana ışık verir."34
Şu ifadeler de aynı mânâyı kuvvetlendirir:
"Nasıl ki, yıldız böceği kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder."35
Bu ifadelerde yer alan yıldız böceği, sadece aklına itimad eden kimseleri, bal arısı ise vahyin ışığında yol alanları sembolize etmektedir.
Vahyin Rehberliği
Gerçeğe ulaşmada rehberin seçkin bir yeri ve önemi vardır. Rehber, 'yol gösteren' anlamındadır. Uzun bir sefere çıkan göçmen kuşların bir rehber önderliğinde yol almaları gibi, gerçeğe ulaşmak isteyenler de rehberlerle yol katedebilirler.
Gerçek mânâda rehber, Cenab-ı Hakk'tır. Cenab-ı Hakk'ın 'Hadî' ismi yol göstermekle alakalıdır. Ancak Cenab-ı Hakk'ın yol göstermesi bir takım sebeblerle olmaktadır. Meselâ, Kur'ân, Peygamberimiz (asm), alimler, mürşitler... hepsi İlahî hidayete birer vesiledirler.
"Keza o, en âlâ mürşit, en mukaddes üstad ve mürşid-i hakikidir."37
"O, kalblere kut ve gıda, akıllara kuvvet ve ğına, ruha mâ ve ziya, nefislere deva ve şifadır."38
Bediüzzaman, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat isimli eseriyle tefe'ül eder. Bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı vardır. Birden o iki mektup Bediüzzaman'a açılır. Mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılıdır. İmam-ı Rabbanî bu iki mektubunda şunu demektedir:
"Tevhid-i kıble et! Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma!"
Babasının ismi Mirza olan Bediüzzaman, bu tevafuklu mesaj karşısındaki tavrını şöyle anlatır:
"Bunun arkasından mı, yoksa ötekisinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim, tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyyürde iken Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki,'Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakim'dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur.' ."39
Kur'ân'ın rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman, şu ince noktaya da dikkat çeker:
"Müctehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli, yoksa gölge, vekil olmamalı...Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."40
Hz. Peygamber
Peygamberimiz (asm), kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanıdır.41 Keza, en mükemmel bir insan-ı kâmil, bir mürşid-i ekmeldir.42 Keza, rehber-i ekber, muallim-i ekmel, dellal-ı a'zamdır.43 Keza, bütün resullerin seyyidi, bütün mukarrebinin akrebi, bütün mahlukatın ekmeli, bütün mürşitlerin sultanıdır.44 Keza, bütün ehl-i imânâ imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzakiridir.45 Keza, en mükemmel üstad, şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehberdir.46
Hz. Peygamber (asm)'in irşadı genelde sohbet şeklinde olmuştur. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,
"Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr u süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. ve inikas vardır."47
Yani sohbet edenin boyası, manevî rengi, sohbette bulunanlara bulaşır ve akseder.
Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinin, yani gittiği yolun rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman şöyle der:
"Bu fakir Said, eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet mühiş ve mânevî bir fırtına içinde, aklım ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkalanıyorlardı."
"İşte o zaman müşahede ettim ki, sünnet-i seniyyyenin meseleleri, hatta küçük adapları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum."
"Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bu teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem bakıyordum tazyikat çok. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum."48
Dipnotlar:
1. Muhakemat, s. 15.
2. Şuâlar, s. 16.
3. Şuâlar, s. 16.
4. Sözler, s. 25.
5. Muhakemat, s. 10.
6. bk. Lem'alar, s. 86-89.
7. İşaratu'l- İ'caz, s. 78.
8. Mektubat, s. 443.
9. Mektubat, s. 443.
10. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 98.
11. İşaratu'l-İ'caz, s.90.
12. age. s. 78 ve Lem'alar, s. 9.
13. Sözler, s. 121.
14. Muhakemat, s. 103.
15. Mektubat, s. 89.
16. Sözler, s. 121.
17. Şuâlar, s. 124-125.
18. Kastamonu Lâhikası, s. 9.
19. Mektubat, s. 82.
20. Kastamonu Lahikası, s. 249.
21. Mektubat, s. 83.
22. age. s. 448.
23. Hacc, 46.
24. Yunus, 5.
25. Sözler, s. 658.
26. Mektubat, s. 471.
27. Mektubat, s. 471.
28. Asar-ı Bediiyye, s. 388.
29. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 137.
30. bk. Sözler, s. 358.
31. Muhakemat, s. 8.
32. age. s. 409.
33. age. s. 409-410.
34. Sözler, s. 594.
35. age. s. 196-197.
36. Mektubat, s. 311.
37. age. s. 356.
38. Sözler, s. 351.
39. Mektubat, s. 356.
40. Sünühat, s. 22-23.
41. Sözler, s. 221.
42. Lem'alar, s. 57.
43. age. s. 30.
44. Sözler, s. 57.
45. age. s. 219.
46. Şuâlar, s. 220.
47. Sözler, s. 458.
48. Lem'alar, s. 48.
İslâm literatüründe, bilimde ne kadar çok terakki edilse, yani varlıklar hakkında ne kadar geniş bilgi sahibi olunsa, O’nun kâinattaki tasarrufunun, hikmet ve hâkimiyetinin bilinmesini sağlayacağı, dolayısıyla Allah’ın o kadar daha iyi tanınmış olacağı vurgulanır. Cisimlerdeki bu ölçülü, bir maksat ve gayeye göre plânlı yaratılışın düşünülmesi de “tefekkür” fikir ve akıl yürütme, yorumlama olarak ifade edilir. Böyle bir saatlik akıl yürütme ve düşünmeyi, İslâmiyet birsene nafile ibadetten üstün görmektedir
Kur’an;“Düşünmüyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" diyerek akla havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder;
"...Bu inceliği, ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”(Al-i İmran, 3/7) der.
Allah’tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler: “Rabbim, ilmimi arttır.” de. Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir.
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? "Düşünesiniz diye gerçekten size âyetleri açıkladık." Bilinmeyen bir şeyin sorulup araştırılarak öğrenilmesi istenmektedir.
Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorun denmektedir. Hadislerde de ilme teşvik vardır:
“İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.”(Tirmizî İlim 2, 2649; İbn Mâce, Mukaddime 17, 227)
“Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur.” (Tirmizî İlim 2, 2650)
“Hikmetli söz mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya ehaktır.” (Tirmizî, İlim, 19, 2688)
İlmin azalması, cehaletin artması dünyanın sonu olarak belirtilmiştir. İslâmiyet’te âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün tutulmuştur.
Böyle bir din, ilme karşı olabilir mi? Zaten bütün ilimler, Allah’ın kâinat kitabının tefsiri ve açıklaması değil midir? Kur’an da O’nun kitabı, kâinat da. Kur’an’a ters düşen, ilim değil, ancak bir takım teori ve hipotezler veya ideolojik yaklaşımlar olabilir.
- Allah-ü teâlâ’nın varlığını, birliğini, sıfatlarını ve isimlerini akılla mı biliriz, vahiyle mi biliriz?
- Nereye kadar akılla biliriz, nereden sonara vahiyle bilebiliriz?
- Nereye kadar akılla biliriz, nereden sonara vahiyle bilebiliriz?
- Mesela, bir çiçeği Allah-ü teâlâ’nın yarattığını, akılla nereye kadar anlarız?
- Aklın vazifesi nereye kadardır?
- Vahiy olmadan, akıl nereye kadar iş görebilir?
- Nereden sonra vahyin ışığı, aciz kalan akla rehberlik yapar?
- Ve biz vahyin rehberliğiyle, Allah-ü teâlâ bu çiçeği yaratmıştır, deriz? Buna inanırız.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Ehl-i sünnetin iki itikadi mezhebine göre konunun özeti şudur:
İmam Matüridiye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir. Allah'ı bilmenin gerekliliğini idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez.
Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir. Beyazî'nin açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için, Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz." demiştir. (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78)
Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin gerekliliğini emreden akıl değil, Allah'tır. Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar.
Matürîdîler de Allah'ı bilmenin gerekliliğini emreden Allah ise de akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, “akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terk etmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terk eden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah'ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutuldukları hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar.
Bu kısa bilgiden sonra, konuyu iki cevap şeklinde açmaya çalışalım:
Cevap 1:
Allah'ın varlığının, güç ve kudret sahibi olduğunun bilinmesi, teolojik olduğu kadar ontolojik ve fıtri bir hadisedir; yani bir yönüyle inançla, diğer yönüyle apaçık olgularla ilgilidir.
Kelam ve felsefi ilimlerin Allah’ın varlığının ispatı konusunda ileri sürdükleri deliller, akli melekeleriyle birlikte işitme ve görme gibi diğer bütün melekeleri ve organları selim olan kimselere yöneliktir. Bu deliller arasındaki fıtrat delili bizatihi kişinin yaratılışıyla ilgilidir. Selim insan fıtratı, bedihi düşüncesi ve fıtratı gereği her şeyi bilen bir Yaratıcı’nın ve her şeye hükmeden bir Kadir-i Mutlak'ın varlığına şahadet etme özelliğine sahiptir.
İnsanın yeryüzünde karşılaştığı olgular ve olaylar, fıtratta saklı olan inancın ortaya çıkmasına vesile olur. Rum suresi 30. ayet, insanın yaradılışı gereği Allah’ın tevhidini kemal sıfatlarıyla ikrar edecek nitelikte olduğuna işaret eder.
İnsan için Halik’ı kemal sıfatlarıyla ikrar etmek fıtri ve zaruri bir olgusallıktır. Hz. Peygamber'in "Her doğan fıtrat üzere doğar."(Buhari, Kader, 56/3) buyurduğu gibi, Yaratıcı'nın ikrarı fıtri olduğundan fıtrat, Allah'ı ikrar etmeyi ve O'na yönelmeyi gerektirir.
Şehristani "Selim insan fıtratı, bedihi düşüncesi ve fıtratı gereği her şeyi bilen bir yaratıcının ve her şeye hükmeden bir ‘kadir-i mutlak'ın varlığına' şahadet eder.” der. (Şehristani, Abdulkerim, Kitabu Nihayeti’l İkdam fi İlmil-Kelam, Tashih: A. Guillaume, Londra 1934, s. 124-25)
Selim bir insan birçok yönden Allah’ın birliğine delil bulma imkanına sahiptir. Kendisine peygamberin tebliği ulaşmayan kimse İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Maturidilere göre akıllarıyla Allah'ı bilmeleri gerekir.
Bunlara göre hiçbir kimse, yaratanını bilmemede mazur sayılamaz. Zira yer, gökler, diğer yaratıklar (verdiğiniz örnekte olduğu gibi mesela bir çiçek) ve insanın yaratılışı gibi deliller, yaratıcı, kadir ve alim bir zatın varlığına delalet etmektedir.
Bununla birlikte eski çağlardan beri Yüce Yaratıcının varlığının ispatı için, filozof ve teologlar tarafından çeşitli akli izah yöntemleri geliştirilmiştir. İslam düşüncesinde gerek kelam alimleri gerekse filozoflar Allah’ın varlığını ve birliğini ispat konusunda hudus, nizam ve imkan delillerini önemli deliller olarak ileri sürmüşlerdir.
Ancak Kur’an’da ve hadislerde işaret edildiği üzere Allah’ın varlığının akli delillerinden olan fıtrat delilinin, özellikle son dönem ilahiyatçıları ve filozoflar tarafından da öne çıkarıldığı görülür.
Cevap 2:
"İslam akılcılığı" hareketi olarak değerlendirilebilecek olan Mu'tezile hareketin hicretin ikinci yüzyılı başlarında sistematik bir düşünce disiplini olarak gelişti. Amaçları başlangıçta imani konuların aklileştirilmesi, İslam'ın farklı nas ve öğretilerine tutarlı akli yorumlar getirerek İslâm'ın temel ilkelerini aklî bir temele oturtmaktı.
Ancak Mu'tezilî rasyonalistler Yunan fizikçi ve filozoflarının eserlerini incelemeye başladıklarında, Yunan felsefî yöntem ve fikirlerini İslâm'ın temel ilkelerinin açıklanmasında da kullanılabileceğini savunarak bu yöntemden etkilenmeye başladılar. Zamanla hem yöntem hem içerik olarak Helen medeniyetinden geniş ölçüde etkilendiler. Etkilenme sadece fikrî düzeyde kalmadı siyasal alana da sirayet etti.
Mu'tezile gerçeğe ulaşmada aklı tek belirleyici kaynak olarak gördü. Onlara göre fiiller güzel ve çirkin olarak iki kısma ayrılıyordu. Bunlardan bir kısmının güzel ve çirkinliği akıl yürütmeye bile ihtiyaç duymadan akli zaruretle biliniyor, bir kısmı ise akıl yürütme yoluyla bilinebiliyordu. Denizde batan veya ateşte yanan kimsenin kurtarılması, dürüstlüğün iyi, yalancılığın kötü olması, adaletin iyi zulmün kötü olması, bilginin iyi cehaletin kötü olması vahye ihtiyaç olmadan akılla bilinecek şeylerdir.
Akıl yoluyla bilinebilecek şeylere misal ise sonunda zarar olan doğruluğun güzelliğini, aynı şekilde sonunda fayda olan yalanın çirkinliğinin bilinmesi olgularıdır. Akıl yoluyla bilinemeyecek, bilinebilmesi için vahyî bilgiye ihtiyaç olacak şeyler de vardır. Onlarda namazın, haccın ve diğer ibadetlerin güzelliğinin bilinmesidir.
Mu'tezile'ye göre güzellik ve çirkinlik zaman, mekan ve kişiye göre değişmeyen özsel niteliklerdir (zati). Çölde tek başına yolculuk yaparken kör ve ölmek üzere olan bir kişiyle karşılaşan bir dinsiz insan örneğini verirler. Etrafta kimse yoktur, ölmek üzere olan kişi de hiçbir şeyden haberdar değildir. Bu dinsiz adamın kör adama yardım edip etmeyeceğini sorarlar. O dinsizin kesin olarak yardım edeceğini herkesin kabul edeceğini ifade ederek, o dinsizin neden yardım ettiğini irdelerler. Bir menfaat beklentisinden dolayı olamaz, çünkü kör adam ölmek üzere ve işe yarar hiçbir şeyi yok. Yardım ettiğinden dolayı insanlar kendisini alkışlasın amacıyla olamaz, çünkü onları gören kimse yok. Allah'ın rızasını kazanmak için olamaz, çünkü Allah'a inanmıyor. O zaman ona bu fiili yaptıran salt akıldır. Dolayısıyla salt akıl tek başına doğruyu ve güzeli bulabilmektedir.
Doğruluğun, ihsana karşı teşekkürün, bilgili olmanın, adil olmanın güzelliği evrenseldir, vahiyden önce de güzeldir sonrada. Zaten bunlar güzel oldukları için Allah emretmiştir. Bunların tersi nitelikler ise kötü ve çirkin oldukları için Allah yasaklamıştır.
Mu'tezile aklın sınırlarını aşan vahyin haber verdiği bazı ilkeleri kabul etmemiştir. Sırat, Allah'ın görülmesi, haşr-i cismani gibi meselelerde olumsuz bir tavır takınmıştır.
Allah'ın emirlerinin güzel olana, nehiylerinin de çirkin olana bağlı olmasından Mutezile "En iyiyi yaratma" konusunda Allah'ın tercihinin bulunmadığı yaklaşımını kabul ederek Allah'ın küllî iradesini inkâr etmiştir.
Her şeyi salt akılla yorumlama arzusu yüzünden Allah inancına ciddi ölçüde zarar vermiş ve O'nu tanımlanamaz bir evrenselliğe ya da soyut bir birliğe indirgemiş oldular. Bu şahsiyeti olmayan, soyut, mutlak Allah fikri Müslümanlara hitap edemezdi. Zamanla halkın sünni kesimi Mu'tezili akılcılığa karşı güçlü bir tepki gösterdi ve Mutezilileri sapık olarak görmeye başladı.
Eşari yaklaşım, Mu'tezilenin aşırı akılcılığının karşısına tam bir vahiycilikle çıktı.
Eşari yaklaşımda iyi ve kötü, güzel ve çirkin salt akılla bilinemezdi. Çünkü iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik özsel değil izafi kavramlardı; zaman, mekan ve kişiye göre, kişinin içinde bulunduğu ortama göre değişmekteydi. A şahsı için iyi olan B şahsı için iyi olmayabilir, A şahsı için zulüm olan B şahsı için zulüm olmayabilirdi.
Mesela, öldürme olayı farklı konumlarda iyi ve kötü olabilmekteydi; av hayvanlarının öldürülmesi genel de mübah fakat bu hac zamanında mübah değildi; savaş esnasında düşmanın öldürülmesi sevap, fakat ülke içinde herhangi bir insanın öldürülmesi haramdı; insanların kısas için öldürülmesi iyi, fakat ülke fakat suçsuz öldürülmesi tüm insanlığın yok edilmesine bedel bir cinayetti.
Bu gerçeklerden hareketle Eşariler fillerin beyazlık ve siyahlık gibi zati nitelikte olmadıkları, tersine ortama ve duruma göre değişebildiklerini savunuyorlardı. O zaman bu düşünürlere göre vahiy gelmeden önce şu iyi, şu kötü demek mümkün değildir. Allah'ın emrettikleri iyi, nehyettikleri kötüdür. Salt akılla iyi ve kötünün belirlenmesi mümkün değildir. (Gazali, Kitabü'l Mustasfa, c.1)
Maturidi yaklaşım, aklın etkinliği konusunda Eş'ari yaklaşımdan ayrılıyor, fakat Mu'tezili yaklaşımı da tam olarak benimsemiyordu. Yani Maturidi yaklaşım kendi ifadeleriyle orta yolu benimsiyor. Ne ifrata giden Mutezileyi ne de tefrite düşen Eşari yaklaşımı benimsemiyordu.
Maturidi yaklaşımın teorisyenlerinden olan Ebu'l Muın en-Nesefi bu konuyu ayrıntılı olarak incelediği kitabında Eşari yaklaşımdan önemli ölçüde farklılaşarak akla ayrı bir vurgu gerçekleştiriyordu.
Ona göre akıl iyiyi ve kötüyü bilebilirdi; adaletin iyi, zulmün kötü, bilginin iyi cehlin kötü, ihsanın iyi nankörlüğün kötü olduğunu bilmek için vahye ihtiyaç yoktu. Vahiy gelmeden de aklı selim sahibi insanlar bunları bilebilirdi. Zaten vahiy gelmese de insanların akıllarını kullanarak Allah'a inanmak zorunlulukları vardı. İnanmadıkları takdirde mesul olacaklardı.
Maturidi alimleri, Eşarilerin kendileri için önemli bir delil olarak ileri sürdükleri "Rasul göndermeden insanlara azap vermeyiz."(İsra, 17/15) ayetindeki "rasul" kelimesinin "akıl" anlamında olduğunu ileri sürerler ve ayeti; "insanlara akıl vermeden onları mesul tutmayız" şeklinde tefsir ederler. (Muhammed İzmiri, Şerh-i Miratü'l Usul)
Nesefi akıl-vahiy ilişkisini değerlendirirken, aklın gerçekten iyi ve kötüyü bilebileceğini vurgular, ancak insanların içinden aklını kullananların sayısının çok sınırlı olduğunu ifade ederek vahye ihtiyacın olduğunu söyler.
İnsanların genelde üçe ayrıldıklarını; bir kısmının sürekli maişetlerini temin için koşturduklarını, bunların para ve servetten başka bir şeyi düşünecek zamanlarının olmadığını, bunların akılları olsa da akıllarını sadece maddi şeylere tahsis ettiklerini, dolayısıyla iyi-kötü, güzel-çirkin konusunda düşünecek zamanlarının olmadığını, o zaman bunların hayatlarını düzen altına alacak, iyi ve güzel yaşantı tarzlarını bunlara kazandıracak vahyi ilkelerin olması gerektiğini ifade eder.
İkinci kesimin ise, akıl ve zeka bakımından yetersiz olduklarını, genellikle bunların okumamış cahil kimseler olduklarını, kendi yaşantılarını zor geçindirdiklerini, dolayısıyla zaten bunlardan akıl yürütme beklenemeyeceğini, bunların kendilerinin hazır ilkelere muhtaç olduklarını, vahyi ilkelerin bunlar için de zorunlu olduğunu vurgular.
Üçüncü kesimin ise, akıl ve zeka sahibi kimseler olduğunu, bunların akıllarıyla iyi-kötü, güzel-çirkini bilebileceklerini, fakat bunların sayısının son derece sınırlı olduğunu, aynı şekilde her akıl sahibi olan kimsenin aklını bağımsız olarak kullanamadığını, birçok akıl sahibi düşünürün aklını şehvetinin, hazzının ve çıkarının etkisi altında körlettiğini, dolayısıyla bunlarında iyi kötü hakkında körelmeyen bir aklın rehberliğine muhtaç olduğunu söyler.
Kadının, dininin ve aklının eksik olduğu konusunda bir hadis-i şerif olduğu doğru mudur? Eğer doğruysa bu kadınlara hakaret ve haksızlık olmaz mı?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 09.05.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
Kadınların aklı ve dini noksandır ve kadınlar cehennemde daha fazla yer teşkil etmektedir, hadislerini açıklar mısınız?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Önce bu meseleye esas teşkil eden bir hadis-i şerifin mealini okuyalım. Sonra da konuyla ilgili sorulara cevap vermeye çalışalım:
Ashab-ı Kiramdan Ebû Said el-Hudri anlatıyor: Bir Ramazan veya Kurban Bayramıydı. Resul-i Ekrem Efendimiz bayram namazlarını kıldığımız namazgaha geldi. Bir tarafta kadınlar da bulunuyordu. Onların yanından geçti ve şu hitapta bulundu:
"Ey kadınlar, sadaka veriniz istiğfarı çok yapınız. Çünkü bana cehennemlikler gösterildi, çoğu sizler idiniz."
Bunun üzerine o kadınlar: "Ya Resulallah, bizler ne yaptık da cehennemliklerin çoğu bizden olmuş." diye sordular.
Resulullah (a.s.m.) şöyle cevap verdi:
"Çünkü sizler ötekine berikine çokça lanet eder, kocalarınıza karşı nankörlükte bulunursunuz. Ne gariptir ki, kendine hakim akıllı ve dinine bağlı bir kimsenin aklını, sizin kadar eksik dinli hiçbir kimsenin çelebildiğini görmedim."
Kadınlar tekrar sordular: "Aklımızın ve dinimizin noksanlığı nedir, Ya Resulullah?"
Resulullah (a.s.m.) "Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir?" diye sordu.
Kadınlar "Evet!.." cevabını verdiler. Resul-i Ekrem Efendimiz izah etti ve tekrar sordu:
"İşte bu aklın eksikliğinden hayız gördüğü zaman [günlerce bekler] namaz kılmaz, Ramazan`da bir müddet oruç tutmaz değil mi?"
Hadis-i şerifte kadınların aklı ve dini noksan olduğuna işaret edilmiştir. Akıllarının noksanlığına delil olarak, malî konularda iki kadının şahitliğini bir erkek yerine sayan ayet (Bakara, 2/282) gösterilmiştir. Dinlerinin noksanlığına ise, aybaşı gören ve loğusa olan kadının bu halinde namaz, oruç gibi ibadetlerden uzak kalması, delil getirilmiştir. (bk. Buharî, Hayız, 6).
Bu hadisi doğru anlamaya ihtiyacımız vardır. Çünkü, pratikte bazı kadınların bazı erkeklerden daha akıllı olduğu ortadadır. Bu nedenle konunun anlaşılması için birkaç noktaya işaret etmekte fayda vardır:
a. Hadisin içinde geçen bazı noktalar, burada söz konusu edilen aklın noksanlığı, geri zekâlı olma anlamında olmayıp, duygusal taraflarının daha fazla olduğuna işarettir. Hadiste bu konu açıklanırken, kadınlara hitaben: “Siz çok lanet okuyorsunuz, kocanızın/yakınlarınızın iyiliklerini inkâr ediyorsunuz.” şeklindeki ifade bunu göstermektedir. Çünkü, kızgınlık anında başkasına lanet okumak veya gördüğü iyiliğini inkâr etmek, duygusal hareket edildiğinin en bariz göstergesidir.
b. Kadınların duygusal olarak yaratılmasının hikmeti ise, onların annelik özelliklerinde saklıdır. Çünkü, çocukların kahrını çekmek, onları büyütmek, ancak, ciddi bir fedakârlık, denizler gibi çağlayan bir şefkat, bir sevgiyle mümkündür. Bunlar da birer duygudur. Annelerin birer şefkat kahramanı olmaları için verilen bu duyguların, elbette yan etkileri de olacaktır. İşte onların, o ince ruhları, o fedakâr vicdanları, o sevecen gönüllerinin tamamen aksi istikametinde cereyan eden, aşırı duygusallılarının sonucu ortaya çıkan durumlar ise bu yan etkinin bir negatif yansımasıdır.
c. Hadiste kadınların akıllarının noksanlığına delil olarak gösterilen ayette geçen “Tedılle” kelimesi, ”unutma”yı ifade etmektedir.(bk. Kurtubî, III/397).“Unutkanlık” gerekçesi ise, işin başka boyutunu da ortaya koymaktadır. Yani burada gerçekten akılları noksan kadınlar değil, büyük çoğunlukla karşılaşacakları, gebeliğin, loğusalığın, özellikle de her ay söz konusu olan ay hâlinin, kadının psikolojisi üzerindeki tesiri inkâr edilemez. Bununla birlikte, psikoloji ve özellikle de jinekoloji bilim dalı uzmanlarınca yapılacak ciddi bir araştırma, bu konuda önemli gerçekleri ortaya çıkaracaktır.
d. Hükümler çoğunluğa göredir. Bu gün yüzde doksan aile bireyleri, erkek ve kadın olarak, kadınların daha alıngan, daha sabırsız, daha duygusal, işine gelmediği zaman, bazı iyilikleri, güzellikleri -bile bile- inkâr etmeye daha meyyal, ufak meseleleri bile büyütüp problem hâline getirmeye daha yatkındır. İşte, duyguların öne çıktığı bir durumda, akıl devreden tamamen veya kısmen çıkar. Bu da aklın noksanlığı olarak ifade edilir.
e. Bu duygusal tarafın pozitif bir ayrımcılığı da vardır. İşin ehli olan âlimler, bir erkeğin, kırk yılda ancak varacağı bir velayet mertebesine, bir kadının kırk günde yetişebildiğini söylemektedir.
“Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadisinde de bu pozitif ayrımcılığı görüyoruz.
Demek ki, Allah’ın adaletinden şüphe etmemek gerekir. Mükâfat ve ceza ile, yapılan fiiller arasında adil bir ölçüden ziyade, merhamet dolu bir ölçü vardır.
Buna göre her insan maddi ve manevi konumuna, içinde bulunduğu şartlara göre hesaba çekilecektir. Öyleyse kadın kadınlığına ve kendine verilen diğer özelliklere göre; erkek de yine erkekliğine ve kendine verilen diğer özelliklere göre hesaba çekilecektir. Hiç kimse yapmadığından hesaba çekilmeyeceği gibi, yapamayacağı şeyden de sorumlu tutulmayacaktır. Her insanın kendine özel bir hesabı, bu hesaba göre de bir karşılığı vardır.
“Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez.”(Nisa, 4/40)
“Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.”(Yunus, 10/44)
Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azi-müşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz.
Cevap 2:
Hadis-i şerifte açıkça görüleceği üzere, Peygamber Efendimiz (asm), kadının dininin eksik oluğunu âdet gördüğü zaman bazı ibadetleri yapamaması olarak izah ediyor. Bu hâl kadının yaratılışında mevcuttur. Her kadın her ay belli günler âdet görür. Bu günlerde bazı ibadetleri yapamaz. Bu ibadetlerin bir kısmından muaf tutulmuş, bir kısmını da daha sonra kaza edebileceği esası getirilmiştir.
Âdet günlerinde kadın namaz kılamaz, oruç tutamaz, hac ibadetini eda ederken farz olan ziyaret tavafını yapamaz. Oruç ve tavafı daha sonra kaza ederken, kılamadığı namazlardan muaf tutulmuştur. Bu arada bir çeşit ibadet olan Kur'an'ı ele alma, okuma ve camiye girme gibi işleri de yapamaz.
Malum günler içinde bu ibadetleri yapamayan kadın, belli bîr müddet için de olsa bazı dinî hizmetlerden, vazifelerden ayrı durmaktadır. Görünüşte dinî yaşayışında bir eksiklik bulunmaktadır. Çünkü namaz, oruç ve hac İslâm dininin beş esasından üç mühim rüknünü teşkil etmekte, dolayısıyla bazı vakitler bunları yapamayan kadın erkeğe göre eksik olmaktadır.
Demek ki, buradaki noksanlık nisbîdir. Senenin bütün günü beş vakit namazı kılabilen, Ramazan boyu bir aylık orucu tutabilen Müslüman bir erkek, Müslüman kadına göre bu ibadetleri eksiksiz yapma bakımından mükemmel olmakta; kadın da nakıs kalmaktadır. Yani, meselâ her ay bir hafta âdet görebilen bir kadın sene içinde yaklaşık üç ay namaz kılmamakla, bu hususta erkeğe nisbetle nakıs kalmaktadır.
Ancak bu noksanlık keyfiyet bakımından değil, kemiyet bakımındandır. Yani kadın bu zaman zarfında namaz kılmamakla aynı zamanda bir farzı yerine getirmektedir. Çünkü kadının âdet günleri içinde sözünü ettiğimiz ibadetleri yapmaması farz, yapması ise haramdır. Demek ki, kadın namaz kılmazken de bir çeşit ibadet yapmakta; yine Allah'ın emrine uymakta, dolayısıyla sevabını o cihetten almaktadır.
Meseleye bu cihetten baktığımızda, kadının ibadetteki eksikliği başka bir yolla telâfi edilmektedir.
Diğer taraftan hadis-i şerifte kadınlar kötülenmiyor, erkekler dikkate sevk ediliyor. Aklı başında, dinine bağlı erkeklerin kadınlar vasıtasıyla fitneye kapılmamaları, imanlarına zarar vermemeleri istenmektedir. Çünkü günümüzde pek çok örneklerini gördüğümüz gibi, erkeklerin bir kısmı kadınlara uyarak dinî yaşayışlarında eksiklik göstermektedir.
Cevap 3:
Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.
Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.
Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder.”(Bakara, 2/286)
buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.
Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.
Allahü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulundukları şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır.
Cevap 4:
Konuyla ilgili hadisden çıkarılacak bazı dersler:
1. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde kadınları manen en ziyade ziyana atan fıtrî zaaflarına dikkat çekmektedir. "En ziyade" diyoruz, çünkü cehennemdeki çokluklarının sebebi bu zaafa bağlanmaktadır. O zaaf da: Kötü sözü çabukça, çokça sarfetmeleri, kocalarına karşı nankörlükleri, erkeklerin aklını çelici olmalarıdır. Erkekleri günaha attıkları için, sebep olmadan dolayı kendilerine mesuliyet gelmektedir.
Aynı durum karşı cins için de geçerlidir. Yani erkelerin de kadınlar adına yapacakları hatalardan dolayı sorumlu olmaları söz konusudur.
2. Hadis, ilk nazarda, kadınlara karşı her zaman her yerde görülen hafife alıyor bir tavır taşıyor gibi gelebilir. Fakat aslında, bunu söylemek hadisteki inceliği kavramamak olur. Resulullah, kadınlarda tabii olarak mevcut, fakat farkında olamadıkları zaaflarını göstererek, şuurlu olarak o zaaflarının üzerine gidilmediği takdirde hasıl edecekleri zararın büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Şöyle ki:
Kadınlar annelik gibi, şefkat ve hissilik gerektiren bir vazife üzere yaratıldıkları için, birkısım hissiliklerde erkeklere göre daha üstündürler. Bu hissi güçlülüğün, beraberinde getirdiği yan zaaflar var. Bu zaaflar hususunda şuurlu olunmaz, irade ile yönlendirilmez ve tabii hâllerine bırakılırsa, sahibini zarara atıcı olumsuz sonuçları olacaktır. Resulullah cehennemdeki sayı çokluğunun bu fıtrî zaaftan ileri geldiğini belirtmiştir.
Sözünü ettiğimiz fıtrî zaaf ayet-i kerime ile gündeme getirilmiştir: Onların şehadeti, birçok meselede erkeğin şehadetinin yarısına denktir:
"...Erkeklerden iki şahid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa, o hâlde razı (ve doğruluğuna emin) olacağınız şahidlerden bir erkekle iki kadın (yeter. Bu suretle) kadınlardan biri unutursa öbürünün hatırlatması (kolay olur)..." (Bakara, 2/282).
Alimler, ayette geçen "biri unutursa diğerinin hatırlatması" ibaresinin, kadınların hadiseyi zabt yönüyle zayıf olduklarına delil olduğunu, Cenab-ı Hakk'ın bu ibare ile onların zaafına dikkat çektiğini söylerler. Mülk suresinde her şeyin gerçeğini, yaratanın bileceği belirtilir: يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ "Yaratan mı bilmeyecek?"(Mülk, 67/14).
3. Kadınların aklen nakıs olduklarını söylemek; onları levmetmek, kınamak veya onlara herhangi bir hakaret manası taşımaz. Çünkü bu, yaratılıştan gelen bir hususiyettir. Bunun zikri, o zaafın getireceği fitneye karşı uyarma, tedbirli olmaya çağırma gayesini güder. Nitekim, abdest sırasında hususi dikkat sarfedilmediği takdirde, kuru kalma tehlikesine maruz olan ökçeler için Aleyhissalâtu vesselam "Ateşte yanacak o ökçelere yazık!" demiştir. Aslında sadece ökçeler değil, diğer abdest uzuvlarına da "ateşten yazık" vardır. İyi yıkanmazlarsa, diğer organlardan dolayı da aynı sakıncalı durum söz konusuudr. Bu "iyi yıkanma" riskinin acı neticesi, iyi yıkanmama tehlikesine en ziyade maruz olan ökçeler zikredilerek gündeme getirilmiş, dikkatlere arzedilmiştir.
Kadınlar, kendilerini çokça ateşe atan zaaflarından habersiz olduklarını "Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor?" şeklindeki sorularıyla ortaya koymuş olmaktadır.
4.Dikkat çekeceğimiz bir incelik, hadiste kadınların aklen nakıs olmaları sebebiyle ateşle tehdit edilmemiş olmalarıdır. Ateş tehdidi, "kötü sözü çok yapmaları", "kocalarına karşı küfranları", "erkeklerin aklını çelici olmaları" sebebiyle yapılmıştır. Yani kadın olduklarıdna dolayı değil, sayılan bu özellikleri yapmalarıdnan dolayı kınanmışlardır. Öyleyse bu kınama sadece bu günahları işleyenleredir.
Aynı şey dinî noksanlık için de söylenebilir. Bu da fıtrî bir durumun neticesidir. Hayız hâlinde Allah'ın yasaklaması ile namaz kılmazlar, oruç tutmazlar, dolayısıyla bu hâl dahi onlar hakkında bir levm, bir ayıplama tahkir ifade etmez. Kâmil ve nakıs olma işi nisbî bir durumdur. En mükemmele göre "kâmil-mükemmel" de noksan sayılır. Öyleyse hayız halinde namaz kılmayan kadın, kılana nisbetle dinen nakıstır. Ancak kadınlar hadiste tavsiye edilenleri yapmak suretiyle bu eksikliklerini telafi edeceklerdir.
5. İmam, halka sadaka verme emrinde bulunabilir.
6. Kadınlar namazgâhta hususi bir kısımda bulunabilir.
7. İmam kadınlar topluluğuna özel olarak va'z ve nasihat edebilir.
8. Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmek haramdır.
9.Kötü sözü (lanet, beddua, kehanet, kırıcı kelam..) çokça kullanmak da haramdır. Nevevî bu hadise dayanarak nankörlük ve kaba sözlülüğü büyük günahlardan saymıştır.
10.Lanet, yani Allah'ın rahmetinden uzak olmasını temenni etmek, muayyen bir şahıs hakkında ise caiz değildir.
11. Dinden çıkarmayan bir kısım günahlar hakkında "küfür" kelimesini kullanmak caizdir. Bu kullanış tağliz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağliz (ağır sözlerle caydırma) işi, hadislerde bazan imanın olmadığı şeklinde yapılmıştır. Bunlar da aynı maksatla korkutmak ve ilgili hatadan sakındırmak içindir.
12.Nasihatta, reddedilen, ayıplanan vasfın yok edilmesi için, ağır tabirler kullanılabilir (tağliz). Ancak bunun belli bir şahsa yönelik olmaması gerekir.
13.Sadaka, yardım ve iyilik yapmak, azabı yok eder, kullar arasındaki günahlara kefaret olur.
14. Akılda, fazlalık noksanlık olabilir. Herkesin aklı eşit değildir. Bunu, kadınlar hakkında kabul etmenin, onlara bir levm olmadığını. Azab da akıl noksanlığına değil, nankörlük, kötü söz, insanların aklını çelme gibi davranışlara bağlıdır.
15. Dinin noksanlığı sadece günaha sebep olan davranışlardan ileri gelmez. Dinin noksan oluşu, (Nevevî'ye göre) izafi bir hâldir.
16. Talebe hocasına, tabi olan metbuuna (tabi olduğu amirine) anlamadığı şeyi sorabilir, itiraz edebilir.
17. Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüce ahlakını, müsamahasını, insanlara karşı rıfk ve mülayemetini de göstermektedir. (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İslam dini mantık dini midir?
Bu ifade iki manada kullanılmış olabilir.
Birincisi:İslam dininin hükümleri, prensipleri insan fıtratına uygun, insan aklının kabul edebileceği şekildedir. Bu tespit doğrudur. İslam’da çok az bir kısmı “taabbudî” olup teslimiyeti gerektiren prensipler dışında, bütün hükümler “makulu'l-mâna” olup akıl ve mantık açısından anlaşılabilir durumdadır.
İslam’da emir ve yasakların erginlik çağına gelmiş, aklı başında olan insanlar için söz konusu olması, aklı olmayan kimselere herhangi bir sorumluluğun yüklenmemesi de İslam’ın akla önem verdiğini, akla hitap ettiğini ve bu açıdan “bir mantık dini” olduğunu göstermektedir.
Örneğin, İslam’da zekât kurumu, zenginlerin fakirlerin yardımına koşması, paylaşma kültürünün gelişmesi, sınıfsal çatışmayı körükleyen ve katmanlar arasındaki kin ve nefreti arttıran adaletsizlikleri ortadan kaldıran, zengin-fakir çatışmasını sevgi-saygı ve barışa çeviren, sosyal hayatın dengelerini sağlayan bir müessesedir. Zekâtın bu fonksiyonu kolaylıkla anlaşılabilen çok makul ve mantıklıdır.
Yine, İslam dinine girmenin ilk şartı Allah’a ve resulüne iman etmektir. İmanın yeri kalptir. Kalp ise, ulvî hisler, ilhamlar, hadsler yanında aklı da içine alan bir genişliktedir. Aklı olmayanın iman etmekle mükellef tutulmaması bunun açık göstergesidir.
Kur’an-ı Kerim’in üslubu baştan sona hakikatleri akla kabul ettirmek için gereken aklî, mantıkî delillerle doludur. Allah’ın birliği, Hz. Muhammed (asv)’in hak peygamber olduğu, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu, ölümden sonra dirilmenin varlığı anlatılırken hep aklî delillere, mantıkî misallere yer verilmiştir.
Aslında herhangi bir emir veya yasak insan aklını tatmin etmiyorsa, orada adil bir imtihandan da söz edilemez. İlköğretim öğrencisini üniversite veya doktora çalışmalarında geçerli olan bilim dallarına ait sorulara muhatap tutarsanız zulmetmiş olursunuz. Bu sebepledir ki, Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir.
İkincisi:“İslam dini mantık dinidir.”demekle, kendi aklını, kendi mantığını esas alan kimsenin kastettiği düşüncedir. Bu tespit yanlıştır. Bu kimseye göre “Madem aklın yolu birdir”, öyleyse onun aklının almadığı şeyler doğru değildir. O halde, İslam adına ne varsa, kendi aklına aykırı olan her şey yanlıştır. Çünkü, İslam akıl dinidir. Aklın almadığı şeyler dinde de yoktur.
Bu gibi, insanların aklı “akıl” kavramını anlamaktan da âcizdir. Çünkü akıl, kendi başına -dış etkenlerden uzak olarak- her şeyi kavrayamaz; bilakis akıl eğitildiği bilgiler, fikirler doğrultusunda konuları kavramaya çalışır. Gerekli eğitimi almamış bir kimsenin aklı ne kadar yüksek olursa olsun, ondan akılca çok daha geride olan bir mühendisin, bir doktorun, bir müftünün yaptığı işi kavrayamaması, yapamaması, becerememesi, bu gerçeğin açık delilidir.
Burada söylenmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Bazı kimselerin akıl erdiremediği bir meselenin “mantıkî olmadığını” söylemeleri doğru değildir. Bir çoğumuz, fizik, kimya, astronomi, matematikle ilgili bir çok meseleyi bilmiyoruz, aklımız ermiyor. Fakat, hiç kimse bazı insanların aklı ermez diye bu ilimlerin aklî, mantıkî olmadığını iddia etmez. Çünkü, akıl kendi başına her şeyi keşfedecek güçte değildir. Böyle olsaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Her işin uzmanlık alanı vardır. Başkasının akıl erdiremediği ilgili alanın meselelerine uzmanlar kolaylıkla akıl erdirebilirler. Bunun gibi, bazı kimselerin İslam’ın, Kur’an’ın hakikatlerine aklı erdirememeleri o hakikatlerin aklî, mantıkî olmadığını göstermez.
Diğer bir nokta da şudur: İslam’da “taabbüdî” olarak anılan ve zahiren akıl ile anlaşılamayan bazı meselelerin varlığı, kulluğun test edilmesine yöneliktir. İman esasları ilmîdir, aklîdir. İslam esaslarının az bir kısım meseleleri ise aklı tatmin etmek için değil, teslimiyeti test etmek için vardır. İman esasları kabul edildikten sonra aklın kolay koloy kavrayamadığı bazı hususlar da olmalıdır ki, insanın sadece aklına mı yoksa iman ettiği Kur’an’a mı teslim olduğu ortaya çıksın.
Özetle, “Madem Kur’an Allah’ın kelamıdır, öyleyse -aklım almazsa bile- söylediği her şey doğrudur.” diyen imtihanı kazanır. “Kur’an’daki şöyle bir meseleyi aklım almaz.” deyip tereddüt gösteren kimse ise imtihanı kaybeder. Çünkü, bu ikinci şahıs imanında samimî değildir veya çok cahildir.
Mesela, sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Ancak, domuz eti ve içki neden haram kılınmıştır v.s. gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir.
.1. Gazali’de Dinî Bilginin Kaynağı Olarak Akıl Gazalî’nin dinî bilginin kaynağı olarak akla ne ölçüde değer verdiği konusu önem arz etmektedir. Çünkü Gazali’de dinî bilginin elde edilmesinde garazi aklın tek başına yeterli olmadığı ileri sürülmüştür. Gazalî bu eksikliği gidermek için kelamcıların akıl anlayışına filozofların akıl anlayışını ve sufilerin kalp anlayışını eklemek suretiyle yeni bir bakış açısı getirmiştir. Gazalî’nin ortaya koymuş olduğu bu akıl anlayışı, her insanda doğuştan var olan garazi aklın geliştirilmesi ve yetkin hale getirilmesi düşüncesidir. Öte yandan Gazali dinî bilginin kaynağı ile ilgili olarak kelamcı, filozof ve sufilerin görüşlerine yer vermek suretiyle değerlendirmeye çalışmıştır. Nihayet Gazali’de akıl ile bilgi arasındaki ilişki, onun akıl kelimesine yüklediği farklı anlamlar, mülk ve melekût âlemlerini anlamada aklın rolü gibi başlıklar Gazali’nin felsefe-din ya da akıl-vahiy ilişkisini ele aldığı ve derinlemesine incelediği konular arasındadır. Daha sonra bilginin elde edilme yöntemleri konusundaki değerlendirmeleri ile akıl konusundaki düşüncelerinin dinî bilgi ve iman ile nasıl ilişkilendirildiği tartışmaları, konunun aydınlatılmasında önemli yer tutmaktadır. Dini bilginin anlaşılmasında ilk kelamcılar olan Mutezile alimleri, üzerine dinin kurulacağı asılların istidlal yöntemiyle nasıl elde edildiğini ortaya koymaya çalıştılar. Onlar âlem araştırmasında bazı küllî (tümel) kavramlara ulaştıklarını ve bu küllî, bedihî kavramlardan da tümdengelim metoduyla dinî bilgilere vardıklarını ileri sürerler. Gazalî, Mutezilîler’in marifetullaha ulaşmak için geliştirdikleri bu yöntemin tutarlı olmadığı gerekçesiyle eleştirmiştir. Kelâm grupları ya da kelamcılarla filozoflar arasında marifetullaha ulaşma noktasında yapılan tartışmaların hepsi, ispatlamanın tutarlı bir şekilde yapılıp yapılmadığına yöneliktir. Burada tutarlılık, nastan bağımsız olarak ortaya konan marifetullah 149 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a ile düşünce sisteminin diğer ögeleri arasındaki uyumdur. Burada en genel bir manada “Marifetullah” tan kastedilen şey, “Allah’ın varlığı ile onun âlem ve insan ilişkisini bilmektir.” Bu konuda filozoflar ilk neden, ilk muharrik gibi kanıtlarla aklî olarak “Vacibu’l-Vücud” olan Allah’ı bilmeyi kastederler. Sufiler ise, Allah ve onun sıfatları, filleri ve tecellileri hakkında manevi tecrübeyle elde edilen bilgiyi kastederler. Düşünce sisteminin diğer ögelerinden kastımız ise, onun âlemi ve insanı açıklamada kullandığı teorileridir. Örneğin kelamcılar âlemi cevher-araz teorisiyle açıklarken, filozoflar maddesuret teorisiyle açıklarlar. Marifetullah ile âlem ve insanın kendisiyle izah edildiği teoriler arasında sıkı bir ilişki vardır. Sistemin kabul edilebilir olması bu ilişkisinin tutarlı olmasıyla doğru orantılıdır. Dolayısıyla marifetullah ne olduğu ve bunun hangi yolla elde edildiği her grubun düşüncesinin en önemli konusudur. Gazalî aklî ilkelerden yola çıktığı halde farklı sıfatları olan bir Allah anlayışına ulaşırken filozoflar aynı ilkelerden sıfatları kendisinin aynısı olan bir Allah anlayışına ulaşmışlardır. Çünkü her ikisinin aklın yetkinlik sınırını aynı çizgide tuttuklarından bahsedemeyiz. Şu hâlde her grubun marifetullaha ulaşmaya nasıl imkân buldukları ve bunu hangi yöntem ve kaynakla yaptıkları önemli bir konudur. Çünkü hem imkânı sağlayan şeyin hem de süreçte takip edilecek kaynak ve yöntemlerin, sistemin tamamıyla uyumlu olması gerekmektedir. Bu konuda Gazalî, kelâmın temel kabullerinin mantıksal zorunlu sonuçlarını sonuna kadar takip etmeye çalışan ve problemli gördüğü yerlerde “İhya” adı altında yeni çözümler üreten bir düşünürdür. O, nedensellik veya tabiat araştırması üzerinden marifetullaha ulaşmanın Eşari düşüncesinin temel kabulleriyle uyuşmadığını görmüş, bunun yerine sırf akli ilkelerden yola çıkarak marifetullaha ulaşmanın bir yolunu bulmaya çalışmıştır. Akli ilkelerden yola çıkma konusunda Eşarilerin akıl anlayışının uygun olmadığını görünce de filozofların akıl anlayışını kendi sistemine taşımıştır. Daha sonra felsefeden aldığı “nefs” teorisini tasavvufun Dr. Hamdi ONAY | 150 marifetullaha tecrübi yolla ulaşma yöntemleriyle birleştirerek metafizik bilgiye ulaşmanın keşfi yolunu açmıştır. a. Gazali’de Aklın Önemi Gazalî ilim bahislerine, aklın bilgi elde etme konusunda ne kadar önemli olduğunu görmüş ve ifade etmiştir.170 Aklın önemi, bilginin kaynağı ve bilgiyi meydana getiren kurucu unsur olmasından kaynaklanır. Gazali’ye göre akıl ile bilgi arasındaki ilişki, ışığın güneşe nispeti veya meyvenin ağaca nispeti gibidir. Aklın önemine dikkat çekmek için Gazalî’nin kullandığı bazı ayet ve hadislerin yorumunda filozofların etkisini görmek mümkündür. Ancak hemen peşinden bu hadisin kelâm anlayışında araz olarak değerlendirilen akılla uyuşmayacağını söyleyerek, gelebilecek itirazların farkında olduğunu belirtir ve bununla ilgili bir açıklama için İhya kitabının uygun olmadığını ifade eder. 171 Buna mukabil Faysalu’t-tefrika adlı eserinde ise Allah’ın ilk yarattığı şeyin akıl olduğu hadisindeki akıl kelimesini “melek” şeklinde tevil ettiğini görülmektedir. Dolayısıyla melek, eşyanın bilgisine zatıyla sahip olmasından dolayı akıl, peygamberlerin kalbine bilgiyi ulaştırmasından dolayı ilham veya vahiy diye isimlendirilebilir. Nitekim başka bir hadiste “Allah’ın ilk yarattığı şeyin kalem” olmasını değerlendiren Gazalî, bunu meleğin farklı bir itibarla isimlendirilmesi olarak yorumlar.172 Alexander Treiger, Gazalî’nin akıl konusunda felsefi ve tasavvufi teorileri Eşari anlayışla birleştirdiğini ve bunu yaparken de dinî çağrışımları dikkate alarak farklı kavramsallaştırmalara başvurduğunu söylemektedir. Dinî çağrışımı olan kavramlar, felsefi teorilerin Eşari ulema arasında da kabul görmesine hizmet ettiği de 170 Gazalî, İhya, Daru’l-Minhac Yay., c.1, Cidde, 2011, s.305. 171 Gazali, İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1974, c.1, s.211,212. 172 Gazalî, Faysalu’t-tefrika beyne'l-İslâm ve'z-Zenadika, thk Mahmut Bicu, Cidde, 1993, s. 37. 151 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a söylenebilir. Dolayısıyla onun insan idrakiyle ilgili açıklamalarında merkez kavram kalptir. Ona göre kalp kavramı yerine bazen ruh, akıl, nefs ve basiret (gönül gözü) gibi kelimeler de kullanılmışsa da çoğu zaman kalp merkezi bir konumda olup bu diğer kavramlar onun farklı seviyelerdeki tezahürüne denk gelir. Bu tür durumlarda örneğin akıl, kalbin teorik algısına ruh, insanın canlılığına basiret, onun mükaşefeyle elde ettiği idraklere denk gelebilir. Ancak bütün bu idraklerin birleştiği yer olan kalp insandaki fiziksel kalpten farklı olarak insan hakikatine karşılık gelir. Bu anlamda kalp, kendisinde marifetullahın gerçekleştiği yerdir. Her ne kadar Gazalî kalp kavramını birçok farklı bağlamda farklı anlamlarda kullanmış olsa da bu kavramın filozoflardaki “nefs-i natıkaya” denk geldiğini söylemek daha doğru bir yorum olacaktır.173 Gazalî’nin akıl konusundaki görüşlerini sistematize etmenin zorluğu, onun değişik kitaplarında akılla ilgili farklı görüşleri dile getirmiş olmasından kaynaklanır. Onun akılla ilgili görüşlerinin çelişki barındırıyor görünmesi, onun düşüncelerin inişli çıkışlı, daha açık bir ifadeyle düşünce kaynaklarının farklılığına bağlamak gerekir. Bu görüşler dikkatle takip edildiğinde farklılığın bazı sebepleri tespit edilerek bu çelişkinin açıklanabilir olduğu ortaya konabilir. Örneğin Gazali’ye göre bir akıl tanımı yapmak gerekirse, onun aklı kaç kısma ayırdığını ve yaptığı tanımı hangi tür akıl için yaptığına dikkat etmek gerekir.174 Aynı şekilde bilgi elde etmede aklın rolünü tespit etmeye çalışılıyorsa bilgi türlerinin dikkate alınması gerekir. Aksi takdirde Gazalî’nin bilgi elde etme hususunda bazı yerlerde aklın yetkinliğinden bahsederken, bazı yerlerde ise aklın yetersizliğinden bahsetmesi anlaşılmaz bir durum oluşturur. Bu tespit bir hakikat araştırmacısı olarak nitelendiren Gazalî’nin araştırmalarının sonucunda anlayışının farklı aşamalardan geçmiş olduğu anlamına gelmektedir. Örneğin, bazı eserlerinde ruh kavramını aklı da içine alacak şekilde geniş 173 Alexander Treiger, Inspired Knowledge in Islamic Thought, New York, Routledge Yay., 2012, s.17,18. 174 Gazalî, İhya, Daru’l-Minhac Yay., c.1, s.312-315. Dr. Hamdi ONAY | 152 anlamda kullanır.175 Bu durumda onun ruh için yaptığı ayırımları dikkate aldığımızda onun akıl anlamına gelebilecek ruhtan nebati ve hayvani ruhu kastetmediğini, bu durumda insani ruhu, yani nefs-i natıkayı kastettiğini anlayabiliriz. Gazali’ye göre, insanın hakikatini temsil etmesi için farklı disiplinlerin kullandıkları kavramların ortak bir noktası vardır. Bu nokta da bütün bu kavramların aynı anlama isim olarak verilmiş olmasıdır. Örneğin filozofların nefs-i natıka dedikleri şeye sufiler kalp, kelamcılar ise cism-i latif derler. Ona göre bu farklılık, ya insan hakikatini karşılaması için tercih edilen kavramın farklı olmasından ya da verilen ismin insan hakikatinin bir mertebesine denk gelip diğerlerini dışarıda bırakmış olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin filozofların insan hakikatine nefs demeleri ile sufilerin kalp demeleri arasında sadece farklı kelimenin tercih edilmesi sebep olmuştur. Bu durumda sufilerin nefs dedikleri şey, filozofların hayvanî ve nebatî ruh dedikleri şeye karşılık gelir. Kelamcıların insan hakikatine cism-i latif demeleri de yine insana canlılık veren ruh anlamına gelir ki bu, insanın hakikatini tümüyle temsil eden bir şey değildir. Aklî ilimlerden insanı manevi anlamda bilgilendirmeyi amaçlayan bir ilim, kalbi maddi açıdan değil, onun manevi yeteneklerini dikkate alarak tanımlamak zorundadır. Bu ilmin kendi amacına uygun olarak ruhu algılama ve bilgi elde etme yetisi olarak tanımlaması ise onun ikinci anlamı olur. Gazalî zikri geçen kavramları da aklî ilimlerin manevi alanıyla ilgili tanımı olan ikinci anlamlarında kullandığını ifade eder.176 Gazalî’nin âlem anlayışına bakıldığında, onun âlemi mülk ve melekût olmak üzere iki kısma ayırdığını görülür.177 Onun bu taksimatı kendisini hem bu muhtelif âlemlerle ilgili bilgilerin farklı taksimatına hem de ruhun bu farklı âlemlerle ilgili bilgileri elde 175 Gazali, İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, c.3, s.9-12. 176 Gazalî, İhya, Daru’l-minhac Yay., c.5, s.13-19. 177 Gazalî, Mearicü’l-Kuds fî Medarici Marifeti'n-Nefs, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye Yayınları, Beyrut, 1988, s.74-76. 153 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a etmesinde çeşitli yetilerinin olması anlayışına götürmüştür. Bu sebepten dolayı o öncelikle adına ruh veya akıl dediği şeyin kendisini ve melekût âlemini kavrayabilecek niteliklerini ispat etmeye çalışır. Ona göre ruhun varlığı, öncelikli olarak başka delile ihtiyaç duymayacak açıklıkta bazı ayet ve hadislerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Bununla beraber o, ruhun varlığının aklî olarak izahının şöyle yapılabileceğini söyler. Var olan şeyler birtakım hususlarda ortak olmakla beraber, onları bireyselleştiren diğer birtakım niteliklerde farklı olmaları gerekir. Tüm cisimler cisim olmaları bakımından müşterek oldukları halde bazıları hareket etme ve idrak etme özelliklerine sahip olmaları bakımından diğerlerinden ayrılırlar. Onların bu özelliklerinin cisim olmalarından kaynaklanması düşünülemez. Çünkü böyle bir durumda bütün cisimlerin hareket etme ve idrak etme yeteneklerine sahip olmaları gerekirdi. O halde onların bu özellikleri diğerlerinde olmayan başka hususiyetlerinden kaynaklanmaktadır. İşte bu hususiyet onların ruh sahibi olmalarıdır. Örneğin bitkilerin beslendiklerini, büyüdüklerini, çoğaldıklarını ve kendilerine özgü birtakım hareketlerde bulunduklarını görmekteyiz. Onların bu şekildeki hareketleri cisim oluşlarından kaynaklanıyor olsaydı bütün cisimlerde bu hareketlerin görülmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre demek ki onların bu hareketleri cisim olmalarının ötesinde taşıdıkları bir manadan kaynaklanmaktadır. Gazali’ye göre bitkilerdeki bu farklılığı sağlayan, onlara özgü olan ve hareket etmeyen cisimlerde bulunmayan şey nebati ruhtur. Bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da bitkilerin bu farklılıklarına ek olarak başka niteliklerin görülmesi, onların nebati ruha ilave bir şey taşıdıklarını gösterir. Bu ise hayvanî ruhtur. İnsanlarda ise bütün bunlara ek olarak eşyayı idrak etmede küllileri (tümel) kavrama yeteneği vardır. İnsanların küllileri kavraması, onun diğer varlıklarda olmayan bir yetisinin varlığına işaret eder ki, bu da insanî ruh anlamına gelen nefs-i natıkadır. 178 Doğal olarak, aklın tanımı ve hakikati konusunda yapılan birçok tartışma o kavramın 178 Gazalî, Mearicü’l-Kuds, s.42,43. Dr. Hamdi ONAY | 154 birden fazla anlama sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Akla farklı isimlerin verilmesi bazen idrak edilecek eşyanın akla nispetine göre farklılık arz etmesinden kaynaklanırken, bazen de nefsin sahip olduğu farklı yetilere karşılık gelmesi yönünden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde nefsin bir yetisinin heyulanî akıl diye isimlendirilmesi de bulunduğu mertebe açısından diğer akıllardan farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Gazalî filozofların bu farklılıkları dikkate alarak aklı sekiz farklı anlamda kullandıklarını söyler. Bu isimlerden birincisi; fıtrî (garazi) akıl olup kelamcıların da akıl dediklerinde kastettikleri şey bu akıldır. Gazalî, akıl dediklerinde insandaki fıtri yeteneği ve zorunlu fıtrî bilgileri kastettiklerini kelamcılara dayandırarak şöyle ifade eder: “Akıl kendisiyle mümkünü (câiz) mümkün olarak, imkânsızı (müstahil) imkânsız olarak bildiğimiz zaruri bilgidir”. İkincisi; ise teorik bilgileri idrak eden nazarî akıldır. Aklın aldığı diğer isimlerden dört tanesi nazarî aklın bulunduğu hallere karşılık gelir. Bunlar ise şunlardır: Heyulanî akıl, bi’l-meleke akıl, bi’l-fiil akıl ve aklı müstefâd, yedinci isim nefsin hareketlerini idrak eden ve yöneten amelî akıldır. Sekizincisi ise faal akıl olup bu, nefs-i natıkanın güçlerinin dışındaki bir akıldır.179 Aklın bütün bu anlamlarını içine alabilecek bir tanım yapmak mümkün olmadığı için Gazalî aklın tanımını akıl için tespit ettiği dört farklı anlam üzerinden ayrı tanım yapmaya çalışır. Buna göre aklın birinci anlamı, insanı diğer canlılardan ayırt eden bir vasıf olmasıdır (garize). Bu vasfı sayesinde insan düşünce mahsulü olan ilim ve zanaatları elde etmeye elverişli bir durumda olur. Gazalî aklın insanda fıtri bir özellik olduğunu hayat (canlılık) ve ayna örnekleriyle açıklar. Ona göre nasıl ki hayat canlı olan cisme cansız olan cisimden farklı bir şeyler temin ediyorsa akıl da canlıları düşünülerek elde edilmesi mümkün olan bilgileri elde etmeye uygun hale getirir. Ayna da nasıl ki bir özelliğinden dolayı diğer cisimlerden ayrılıp başka şeyleri gösterebiliyorsa, insanın akıl 179 Gazalî, Miyaru’l-İlim, Beyrut: Daru’l-Endülüs Yay., Beyrut, thz, s.208-210. 155 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a özelliği de ona başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye edebilme imkânını verip onu diğer varlıklardan ayırır. Aklın ikinci tanımı: Gazali’ye göre insandaki ilk bilgilere de akıl demek mümkündür. Çünkü bu bilgiler sayesinde insan imkânsızı imkânsız olarak, mümkünü de mümkün olarak bilir. Aklın birinci tanımını kabul etmeyip sadece bu tanımla yetinen kişi onu doğru tanımlamış sayılmaz. Ama birinci tanımı asıl kabul edip bu ikinci tanımı ona eklerse, o zaman bu ikinci tanım da doğru kabul edilebilir. Gazalî bazı eserlerinde akla sadece zaruri, külli bilgiler anlamı yükler. Bu durumda akıl melekût âleminin bilgilerine ulaşma imkânına sahip olmadığı için insana bu bilgiye ulaşma imkânı sunan başka bir gücün ihdasına ihtiyaç duyar. Bu güç aklın ötesinde, akla görünmeyeni görebilen kutsî güçtür. Gazali’ye göre insanların dinî inançları da onların sahip oldukları güçlere göredir. Yani insan dinî inançlarıyla ilgili bilgilerini hangi gücüyle temin ediyorsa, bu elde etme gücüne göre o bilginin bir değeri olur. Örneğin müşahede yöntemi ile elde edilmiş ilme dayanan iman ile istidlal yöntemiyle elde edilmiş ilme dayanan iman derece bakımından birbirinden farklıdır. Çünkü müşahede yöntemiyle elde edilen bilgide kalbin tatmin olması, istidlal yöntemiyle elde edilen bilgiye duyulan güvenden daha fazladır. Mücerret taklitle elde edilmiş olanı ise bu ikisinden derece bakımından daha alt kategoridedir.180 Üçüncü tanım: Tecrübeyle elde edilmiş bilgilere de akıl demek mümkündür. Yukarıda ikinci tanımın doğru kabul edilmesi için gerekli olan şart, bu tanım için de geçerlidir. Dördüncü tanım: İnsanda bulunan fıtri kuvve (birinci anlamdaki akıl) öyle bir noktaya ulaşır ki bu aklı elde etmiş kişi, tedbirini işlerin geçici lezzetlerine göre değil sonuçlarına göre alır. Gazali’ye göre bu dört tanımı da akıl için kullanmak mümkündür. Ancak bunlardan birincisiyle, herkeste zorunlu olarak var olan aklın temel ve en 180 Gazali, Mişkatü’l-Envar, çev. Şadi Eren, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, s.62. Dr. Hamdi ONAY | 156 genel anlamının, fakat diğer üç anlamla ise daha sonra bir çabayla elde edilenin kastedildiğini söyleyebiliriz. Frank Griffel, Gazalî hakkında yazdığı Al-Ghazali’s Philosophical Theology adlı kitabında akıl insanın özü ya da nefsi anlamındaki düşüncelerinde Gazalî’nin Eşari ve felsefî anlayışlar karşısında çekimser kaldığını söyler. Ona göre Eşariler, insan aklını bedenindeki atomlarda yerleşik olan bir araz olarak kabul etmişlerdir. Filozoflar ise insan aklını kendisiyle kaim gayri maddi bir cevher olarak düşünmüşlerdir. Gazalî ise bu iki farklı açıklamadan filozoflara ait olanı savunmaktadır.181 Gazalî’nin yukarıdaki açıklamalarına bakarak, diğer kelamcılardan farklı, insanda aklın bir cevher olarak varlığını kabul ettiğini söyleyebiliriz. O, insanda bulunan bu cevherin aklın sahip olacağı farklı aşamaların meydana gelebilmesi için bir temel oluşturduğunu söylemektedir. Aklın insanda bulunan bir cevher olması anlamında Gazalî’nin yaptığı izahları ve verdiği örnekleri, son dönem Gazalî araştırmacıları olan Abdurrahman Bedevi ve Wensinck, Platoncu hatırlama teorisine benzetir. Her ne kadar Gazalî bunun açıklamasını Kur’an’daki ayetlere dayandırsa da bunu Farabi veya İbn Sina kanalıyla öğrenip öğrenmediğini sormak gerekir. Çünkü Gazalî, akıl cevherinde bütün bilgilerin saklı olarak bulunmasını yerin altında bulunan bir suyun bir vesileyle ortaya çıkarılması örneğiyle açıklamaktadır. Tıpkı bunun gibi aklî suretlerin akıl veya kalpte doğal olarak bulunduğunu; bu suretlerin ortaya çıkarılması, başka bir ifadeyle metafizik bilginin elde edilmesini aklın bedensel faaliyetlerden veya kalbin kötülüklerden arındırılmasıyla ortaya çıkacağını söylemektedir. Akılda veya kalpte fıtrî olarak saklı bulunan bilgilerin bir sebeple açığa çıktığını söylemek, bu anlamda Sokrates veya Platonun hatırlama teorisini akla getirir. Bu izahını temellendirmek için Gazali, zikrettiği ayetleri bu manada yorumlamaktadır. Örneğin 181 Frank Griffel, Al-Ghazali’s Philosophical Theology, New York: Oxford University Press, 2009, s.285. 157 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a “…Allah insanları bir fıtrat üzerine yaratmıştır”182 mealindeki ayet gibi. Gazali’ye göre bu ayette geçen fıtrattan maksat, Allah’ın her insanı kendine iman etmeye uygun bir şekilde hatta belki de her şeyi olduğu gibi anlamaya ve bilmeye uygun bir şekilde yaratmış olmasıdır. Bu noktada sözlerine açıklık getirerek bu ayette kastedilen hususun insanın sahip olduğu marifet ve bilginin potansiyel olarak aklın tabiatında mevcut olduğunu ileri sürmektedir. Bu düşüncelerden yola çıkarak Gazalî, insanları iki gruba ayırır. Birinci grup, yaratılışta kendisinde tabiat olarak bulunan bilgileri hatırlayıp Müslüman olurlar. İkinci grup ise bu saklı bilgilerden yüz çevirmek suretiyle unutup kâfir olurlar. Gazalî sahip olduğumuz bilgilerin, en azından Allah ile ilgili olanların akıl cevherinde tabiat olarak bulunduğuna “...Umulur ki hatırlasınlar”183 ile “…Akıl sahipleri hatırlasın diye”184 gibi ayetleri delil getirmektedir. Gazalî’nin son dönem akıl anlayışında her ne kadar filozofların nefs teorisinin izleri açık bir şekilde görülebilse de onun felsefi bazı kavramları bilinçli olarak değiştirdiğini ileri sürenler de olmuştur. Bu anlayışa göre Gazalî’nin, felsefi teorileri felsefi olmayan kavramlarla anlatmasının sebebi, bu düşünceleri ulema arasında felsefi olanın kötü olduğu zehabını ortadan kaldırma psikolojisiyle gerçekleştirmiştir. 185 Gazalî bazı eserlerinde ise nefs, kalp, akıl ve ruh kelimelerinin farklı disiplinlerde farklı anlamlarda kullanıldığını ama kendisinin bu dört kelimeyi aynı manayı kastetmek üzere müradif olarak kullanacağını şöylece ifade eder: Bilmiş ol ki, insanın kalbinde (diğer duyularımızın eksikliklerine oranla) kemal sıfatlara sahip bir gözü vardır ki buna kimi zaman akıl, kimi zaman ruh, kimi zaman da insanî nefs ismi verilmektedir. Şimdi bir tek mana için kullanılan bu muhtelif isimleri, isimler 182Kur’an, 30/ 30 183 Kur’an, 2/ 169. 184 Kur’an, 5/7 185 Treiger, Inspired Knowledge in Islamic Thouth, s.18. Dr. Hamdi ONAY | 158 çoğalınca anlamların da çoğalacağını düşünecek olanın kafasının karışma ihtimaline karşın, bir kenara bırakalım. Biz bütün bu kelimelerle karşılanan anlamla kastettiğimiz, akıllı kimseyi emzikteki bebekten, hayvandan ve deliden ayıran anlamı kastediyoruz. Biz bu anlama cumhurun ıstılahına (genel kullanım) uyarak akıl diyeceğiz.186 Gazalî’nin akılla ilgili değerlendirmelerinden anlaşılıyor ki, ona göre bilgi sadece zihinde bazı algıların tertip ve düzenlemesinden ibaret değildir. Belki de bunlardan daha üstünü bilginin sağlam olması bakımından insanın iradî olarak elde ettiği bilgiye kalbin onay vermesidir. Bu değerlendirmelerin ışığında onun iki tür bilgi elde etme yolunu birbiriyle kıyasladığını söyleyebiliriz. Bunlardan birinci yol, daha çok formel bir yöntemle kesin bilgiye ulaşacağına inanır. Yöntem olarak daha çok cedel, safsata ve münazarayı kullanır. Bu yöntemler ise hakikatin ortaya çıkarılmasından ziyade aradaki tartışmada bir tarafın yenilgisiyle sonuçlanmasına götürür. Bu yöntem insanlar arasında zıtlaşmayı daha da arttıracağı için her iki tarafı da hakikate ulaşma amacından uzaklaştırır. Gazali’ye göre bu yöntemin bazı faydaları olsa da halk için bu yöntemin zararı daha fazladır. Çünkü bu yöntemde amaçlanan hedef doğru bilgiye ulaşmak değil, aksine sahip olduğu bilgileri hakikat olup olmadıklarına bakmaksızın onları cedel sanatının inceliklerine göre tertip etmek suretiyle haklılığını ispat etmektir. Bu şekilde haklılığını ispat etmeye çalışan kişi hem kendine hem de muhatabına zarar verir. Çünkü onun haklılığına kanıt olan şey, söylediklerinin hakikati değil yöntemi kullanmadaki ustalığıdır. Savunduğu görüşlerin doğruluğu yöntemle belirlenince onun görüşlerinde eğer bir hakikat varsa bile o buna varoluşsal düzeyde bir katılımla değil daha yüzeysel bir katılımla onları tasdik eder. Çünkü onların onayı tertip ve düzenindeki ahenge bağlıdır. Durum böyle olunca bütün dikkatler hakikatten ziyade düşünceleri haklı çıkaran tertip ve düzene, yani cedel sanatındaki inceliklere 186 Gazalî, Mişkâtü’l-Envâr, s.122. 159 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a kaymaktadır. Bu durum doğruyu savunanda samimiyeti ortadan kaldırmakta muhatabını bağnazlaştırmaktadır. 187 Gazalî, her durumda cedel yöntemini kullananları kendi ifadesiyle şöyle eleştirir: Bu yöntemin sahiplerini nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu bütün kalbini kapsamış ve hakkın idrakinden öyle uzaklaşmıştır ki böyle bir insana: “Allah’ın kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle, gözle görülürcesine hakikatin muhatabın fikirlerinde olduğunu sana göstermesini ister misin?” diye sorulduğu zaman hasmının sevinmesinden korkarak bu hakikate razı olmayacaktır. Dolayısıyla bu yöntemin amacı hakikati keşfedip onu olduğu gibi bildirmek değildir.188 Gazali’nin düşüncelerini toparlayacak olursak: Bu düşünce yapısı, filozofların ve sufilerin kozmoloji anlayışlarından alınan öğelerle yeni bir safhaya ulaşmıştır. Her ne kadar Eşari anlayışın geleneksel kadim-hâdis (sonradan olma) ayırımına dayanan kozmoloji anlayışını sürdürse de bu anlayışa filozofların aklîheyulanî (ay üstü-ay altı) ve sufilerin mülk-melekût anlayışlarını katmak suretiyle geliştirmiştir. Filozoflardan alınan bu anlayışlar Gazali’yi Eşari anlayışın kozmolojisini sürdürebilmede zor durumda bırakmıştır. Örneğin o Eşarilerin “vesilecililik” anlayışında Allah’ın aracısız yaratmasının yanında aracı vasıtalarla da yaratabileceği kabulünü eklemiştir. Aynı şekilde âlemde Allah’ın fiillerini açıklama konusunda bir açıdan baktığımızda her şeyin irade edicisinin ve yaratıcısının Allah olması yönüyle kelamî izler taşıdığını, diğer bir açıdan baktığımızda onun hareketlerinin birbirilerine sebep olması bakımından felsefi izler taşıdığını görebiliriz. Eşari kelâmın Allah’ın dışındaki her şeyi cevher-araz ayırımına tabi tutan anlayışının yerine, âlem mülk-melekût veya ay altı-ay üstü olarak taksim edildiğinde bunun beraberinde düşüncenin birçok alanında değişimler getireceği muhakkaktır. Gazalî’nin 187 Gazali, İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, c.1, s.245-246. 188 Gazalî, İhya, Daru’l-Minhac Yay., c.1, s.355. Dr. Hamdi ONAY | 160 düşüncesine kattığı bu yeni öğelerin ortaya çıkardığı sonuçlara baktığımızda, bunu düşünceyi geliştirmekten ziyade bir değişim olarak yorumlamak da mümkündür. Çünkü bu değişimlerle beraber hem insan tanımı hem bilgi tanımı hem de iman tanımı değişmiştir. Gazalî’nin daha önceki anlayışında, akıl insanda bilgileri kendisinde araz olarak taşıyan bir yetenek iken, felsefi ve tasavvufi etkilerden sonra artık akıl birçok yetisiyle farklı âlemlerden mahiyetlerin bilgisine ulaşabilen, insanın özü ve mahiyeti denilen bir karakter kazanmıştır. Yeni anlayışta artık her türlü aklî bilgi ya filozoflarda olduğu gibi faal akıldan taşması, ya da sufilerin ileri sürdüğü gibi müşahede yöntemiyle kalbe doğan ilhamlar neticesinde elde edilir olmuştur. Akıl ve bilgideki bu değişimin kendini dinî bilginin imkân ve kaynağında da göstermesi beklenir. Nitekim Gazalî, âlem, akıl ve bilgi konusunda yaptığı taksimata uygun bir ayırımı iman konusunda da yapmıştır. Bu ayırıma göre mülk âleminden edinilen bilgiye dayalı iman ile melekût âleminden elde edilen bilgiye dayalı imanın aynı olmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Böylece ona göre biri taklidî olmak üzere üç türlü imanın olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlardan taklidî iman, tahkik edilmiş bir bilgiden ziyade var olan bilgilerin araştırılmaksızın olduğu gibi kabulüne dayanan sıradan halkın imanıdır. İkinci iman türü mülk âlemindeki varlıkları nazarı itibara alarak istidlal yöntemiyle ulaşılan bir iman türüdür ki Gazalî bu iman türü için avamın taklidi imanına yakın bir mertebe olduğunu söyler. Üçüncü iman türü ise bilgi kaynağı melekût âlemi olan, yöntem olarak da müşahede yöntemi kullanılarak elde edilen bir iman türüdür. Gazali’ye göre bu iman türü ariflerin yakîn nuruyla elde ettikleri bir iman olup, kendi içinde birçok derecesi olan, diğer iman türlerine nazaran mertebesi en yüksek ve en kuvvetli olan iman türüdür. 161 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a 2. İbn Rüşd ’de Akıl-Vahiy İlişkisi Akıl-vahiy ilişkisi meselesi, İslam düşüncesinin erken dönemlerinden itibaren en hararetli tartışma konularından biridir; özellikle Gazali’nin Meşşaî filozofları ağır biçimde tenkit etmesi ve bunu yaparken belli konularda onları dini açıdan suç kabul edilen “küfür” ile itham etmesi, İslam düşüncesinin seyrinin akıl alanında görece daralmasına ve akıl konusunda daha mesafeli bir tutumun benimsenmesine sebep olmuştur. Genel anlamda böyle bir düşünce yapısının egemen olduğu bir ortamda yetişen İbn Rüşd’ün akıl-vahiy ilişkisi konusundaki yaklaşımının mevcut yanlış anlayışları gidermeye ve doğrudan Kuran metnine yapılan referanslarla bizzat Kuran’ın öngördüğü çerçevede bir akıl-vahiy ilişkisi tasavvuru geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. İbn Rüşd’e göre, akıl ile vahiy arasında bir çelişki bir zıtlık olması bir yana bunlar arasında tam bir örtüşme ve uyumluluk söz konusudur.189 O, bu iddiasını temellendirmek için akıl ve aklın en üst biçimde iş gördüğü etkinlik alanı olan felsefe ile vahyin toplandığı ilahi metin olan Kuran’ın nihai anlamda neyi amaçladığı sorusunun cevabını araştırarak işe başlar. Din-felsefe uzlaşması konusunda İslâm düşüncesinde zirveyi temsil eden İbn Rüşd’e göre dinin gayesi ve işlevi insanlara gerçek bilgi ile doğru davranışı öğretmektir. Din insanın gerçek anlamda mutluluğu açısından büyük önem taşıyan ilim-amel, teorik-pratik bütünlüğünü amaçlamaktadır. Felsefenin nihai amaç ve işlevi ise var olanları, Allah’ın varlığını, Onun hikmet ve kudretini göstermeleri bakımından incelemek ve yorumlamaktan ibarettir. Bu da felsefeyi teorik ve pratik açıdan dinin hedeflediği gaye ile ortak noktada buluşturmaktadır. Nitekim din-felsefe ilişkisi bağlamında felsefeyi bir fıkıhçı gözüyle değerlendiren İbn Rüşd, felsefeyle meşgul olmanın vacip olduğunu söyleyerek, insanların hatalarından dolayı bu bilgiyi reddetmenin doğru olmayacağını düşünmektedir. 189 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, (Çev. N. Ayasbeyoğlu), İbn Rüşd’ün Felsefesi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay. Ankara: 1955, 30. Dr. Hamdi ONAY | 162 Ona göre halktan kimselerin felsefî konulara bakması nedeniyle sapıttıklarının zannedilmesinden dolayı bazı kimselerin hikmet kitaplarına bakmayı yasaklamaları; bir topluluğun su içerken suyun boğazında kalıp ölmesi nedeniyle susamış kimseyi tatlı ve soğuk suyu içmekten alıkoyan kimsenin tutumu gibidir. Çünkü su içerken suyun boğazda kalmasından dolayı ölmek arızi bir haldir, susuzluktan ölmek ise zatî ve zarurî haldir.190 Felsefî bilgi derinlemesine inceleme denilen nazar bilgisini verdiği için bu bilgiden insanları alıkoymak bilgisizliktir ve Allah’tan uzaklaşmakla aynı anlama gelir. “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Ve en güzel olanla tartış (Nahl, 125).” ayetini, felsefî yöntem için delil olarak gösteren İbn Rüşd’e göre felsefe dine aykırı sonuçlara götürmez. Çünkü hakikat, hakikate ters düşmez. Aksine uygun olur ve onun lehine şahitlik yapar. Dolayısıyla vahyin anlaşılması ve doğru yorumlanması ancak akılla mümkün olabilir ve yöntemini de felsefe verebilir. Bu sebeple İbn Rüşd adına vahyin özünü kavrayacak ve anlatacak ne halk ne kelamcı ne de fıkıhçıdır, yalnız filozoftur demek yanlış olmayacaktır. Çünkü felsefe, dinin arkadaşı ve sütkardeşidir. Tabiatları itibarıyla kardeş, cevherleri ve özleri bakımından dost olan bu iki alan birbiriyle uyum içindedir ve çelişmeleri mümkün değildir.191 İbn Rüşd’e göre, felsefenin mahiyeti, en genel anlamda, yaratıcıya delalet etmeleri bakımından var olanları incelemektir; benzer biçimde din/ Kuran, insanlardan evrenin var oluş özelliklerini araştırmalarını ve aklî kıyasta bulunarak yaratıcı fikrine ulaşmalarını talep etmektedir.192 İbn Rüşd Kuran’daki birçok ayete atıfta bulunarak, Allah’ın insanları düşünmeye, bilinenden kıyas yoluyla bilinmeyeni çıkarmaya çağırdığını ifade etmektedir. Dolayısıyla, akletmek ve bunun en doğru yolu olan kıyas hem felsefe hem de dinin en temel ortak özelliğidir.193 Kıyasın neliğinin ve türlerinin daha önce Müslüman olmayan filozoflar tarafından 190 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.71-72. 191 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.75. 192 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s. 1. 193 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.2-3. 163 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a ortaya konmuş olması, kıyasın dini bağlamda kullanması konusunda herhangi bir meşruiyet sorunu doğurmaz. Zira kurban kesmek için kullanılan bir bıçağın Müslüman olmayan insanlar tarafından yapılmış olması, bu aletle kurban kesmenin sahih olmadığını göstermez; önemli olan bıçağın kesici olup olmadığıdır. Benzer biçimde, kıyas ve kıyasın en üst şekli olan “Burhan”, bilinenden evren ve Tanrı’ya ulaşılabileceğini gösterir ve bu, Kuran’ın talepleri ile örtüşen bir sonucun ortaya çıkmasına sebep olur. İnsanların akıllarını kullanırken kimi durumlarda yanlış sonuçlara ulaşması, özsel değil ilintisel bir durumdur; yanlış örneklerden hareketle akletmenin kötü bir fiil olduğunu düşünmek, su içerken boğulan bir insana bakarak suyun zararlı olduğunu söylemek kadar yanlıştır; doğası gereği yararlı olan bir şeyi ilintisel zararları sebebiyle terk etmek akıl dışıdır. Dolayısıyla, insanlar akıllarını doğru kullandıklarında, dinin onlardan talep ettikleri ile uyumlu sonuçlara ulaşacaklardır; akıl/ felsefe ile vahiy/din arasında uzlaşmazlık olduğu düşüncesi, insanların din ve felsefenin mahiyeti konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklanır, dinin ve felsefenin özünden değildir.194 Tanrı’nın peygamberden, insanları hikmet ve güzel öğütle Tanrı’nın yoluna çağırmasını ve bu konuyu onlarla değerlendirmesini istemesi, vahyin akla uygunluğunun en önemli kanıtlarından biridir. Kuran’ın öngördüğü Tanrı tasavvuru bütünüyle rasyonel bir özellikte olduğu için, insanları meydan okuyucu bir yolla Tanrı’ya inanmaya çağırmaktadır. Tanrı, insanları sadece vahiyle bildirdiklerini onaylamaya değil, akıllarını kullanmaya, evren üzerinde düşünmeye ve ulaşılan metafizik sonuçlar konusunda ahlaki bir tutum benimsemeye davet etmektedir. Daha açık bir anlatımla, Tanrı Kuran’da kendi varlığını akıl sahibi muhatapları için tartışmaya açmakta ve insanların rasyonel bir yolla kendisine ulaşmalarını beklemektedir. İbn Rüşd’e göre, bu durum Hz. Muhammet’in son peygamber olması ile de 194 Fehrullah, Terkan, Çatışmanın Dinamikleri: Din ve Felsefe Uzlaşmazlığı Üzerine, Elis Yayınları Ankara, 2007, s. 89. Dr. Hamdi ONAY | 164 yakından ilişkilidir. Ona göre, Hz. Muhammet’in en son peygamber olması, ona bildirilen vahyin insanları Tanrı’ya ulaştıran bütün rasyonel kanıtları içermesi sebebiyledir. İslam vahyi, daha öncekilerle karşılaştırıldığında, insanları mucize türünden doğaüstü yollarla değil aklını kullanarak Tanrı’ya inanmaya çağırdığı, Tanrı’nın Hz. Muhammet’ten sonra tekrar bir vahiy göndermesini gerektirmeyecek ölçüde evrensel bir özelliğe sahip olduğu için olgunluk dönemine karşılık gelmektedir.195 İbn Rüşd’ün yukarıda genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız akıl-vahiy uygunluğu anlayışı, onun, başta Tanrı olmak üzere, peygamberlik, ahiret, insan özgürlüğü (kader) ve kötülük meselesi gibi dinin temel kavram ve konularını açıklayış biçiminde etkili olmaktadır. O, bir anlamda, akıl-vahiy ilişkisi konusundaki temel yaklaşımını ortaya koyduktan sonra, değişik örnekler üzerinden bu uyumu göstermeye çalışmaktadır. Biz burada İbn Rüşd’ün Tanrı’nın varlığının ispatlanması konusunda benimsediği deliler ile peygamberlik ve mucize ilişkisi konusundaki görüşlerine, akıl-vahiy ilişkisi anlayışına kısaca temas etmeye çalışacağız. Bilindiği üzere İbn Rüşd, Tanrı’nın varlığını ispatlamak için filozoflar tarafından ortaya konulan imkân delili ile kelamcıların savunduğu hüdus delilini tenkit etmektedir. İbn Rüşd bu delillerden farklı olarak kendisinin “inayet” ve “ihtira” olarak adlandırdığı ve Kuran’daki Tanrı tasavvuru ile daha uyumlu olduğunu ileri sürdüğü ardışık iki delilli savunmaktadır. İnayet deliline göre, evrende mevcut olan her şey gerek tek tek gerek bir bütün olarak düşünüldüğünde içinde insanın hayatını sürdürebileceği en uygun özelliklere sahiptir; yerin ve göğün, gece ile gündüzün, bitkilerin, mevsimlerin evrendeki her şeyin, insanın hayat sürmesini sağlayacak bir ahenk içerisinde olması tesadüfen gerçekleşmiş olamaz. Bütün bunlar evrenin bir yaratıcısı olduğunu ve bu yaratıcının insan için bir inayette bulunduğunu göstermektedir.196 195 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.21-22, 41. 196 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.53. 165 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Benzer biçimde ihtira delili ise Tanrı dışında var olan her şeyin Tanrı’nın yaratması ile meydana geldiğini; var oluş özellikleri yakından incelendiğinde her bir var oluşun yaratıcıya muhtaç olduğunu içermektedir. İbn Rüşd’e göre, Kuran’daki birçok ayet, evrendeki değişik varlıkların birbirinden ayrı yaradılış özelliklerine ve bunlar arasındaki ahenge insanların dikkatini çekmekte; bütün bu düzenin insanlar için kurulmuş olduğuna vurgu yapmaktadır. İbn Rüşd’ün imkân ve hüdus delilleri yerine yukarıda zikredilen delillerin benimsemesi, özellikle inayet delili konusundaki yaklaşımı, onun akıl-vahiy anlayışı ile yakından ilişkilidir. Ona göre evren, en temel özelliği düşünmek olan bir varlığın (insan) içinde yaşamasını mümkün kılacak en elverişli özellikte yaratılmıştır. İnsan aklını kullandığı, evrenin yapısal özellikleri üzerinde derinlemesine düşündüğünde, bütün her şeyin kendisi için yaratıldığını ve bu durumun kendisini Tanrı’ya karşı sorumlu kıldığını anlayacaktır. Evrendeki her şey insanın böyle bir akıl yürütmeyi yapmasını sağlayacak bir düzenlilik içerisindedir ve bu akıl yürütme ile ulaşılacak olan sonuç tam da vahyin insandan talep ettiği şeydir. Dolayısıyla, evrenin rasyonel yapısal özellikleri sadece içinde insanın yaşamasını sağlamakla kalmamakta aynı zamanda insanın akıl yürütmesinin doğru sonuçlara ulaşmasının zeminini de teşkil etmektedir. Dolayısıyla, evrenin insan için yaratılmış olması ve bunlar üzerinde düşünen insanın vahyin beklentileri ile örtüşen sonuçlara kaçınılmaz olarak ulaşması, akıl ile vahiy arasında tam bir uyumluluk olduğunu göstermektedir. İbn Rüşd’ün akılla vahiy arasında gördüğü koşutluk fikrinin arka planındaki en önemli etkenlerden biri de İslam vahyinin evrensel bir öz taşıdığı inancıdır.197 O, vahye konu olan, Tanrı’nın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü, insanın bu dünyadaki hayatının anlamı gibi pek çok konuyu bu tümel bakış açısıyla yorumlamaktadır. Onun evrensellik anlayışının en açık biçimde kendini gösterdiği konulardan biri de peygamberlik hakkındaki görüşleridir. İbn 197 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.21-22. Dr. Hamdi ONAY | 166 Rüşd’e göre, peygamberlik iddiasında bulanan kişi açısından önemli olan onun doğaüstü olaylarla desteklenmesi değil, kendisine bildirilen vahyin muhtevasının ne ölçüde rasyonel olduğudur. Bu sebeple, tarihsel, duyusal ve olumsal bir olgu olan mucize, peygamberlik iddiasının ispatlanmasında sağlam bir dayanak oluşturmaz. İbn Rüşd bu düşüncesini açıklamak için doktor olduğunu iddia eden iki kişinin durumunu örnek verir. Bunlardan biri doktorluğunu, suyun üstünde yürüdüğünü; diğeri ise verdiği ilacın hastayı iyileştirdiğini söyleyerek ispatlamaya çalışmaktadır. İbn Rüşd’e göre, birincisinin doktorluğu kanaat ile ikincisininki ise burhan ile bilinir. Sıradan insanlar, birincisin suyun üstünde yürümesine bakarak, onun hastayı da iyileştirebileceği kanaatine varabilirler. Ancak, görünüşten çok gerçeğe değer veren bilgi sahibi insanlar ikincisinin doktor olmayı daha çok hak ettiğini kesin bir bilgiyle bilirler. İslam vahyini insanlara bildiren peygamberin asayı yılana dönüştürme, ölüleri diriltme gibi hissi mucizeler göstermemiş olması, onun getirdiği vahyin sahih olmadığını değil, esasen bu vahyin hiçbir biçimde hissi mucizelerle desteklenmeye ihtiyaç duymayacak kadar evrensel ve aklî olduğunu gösterir.198 İbn Rüşd’e göre, nasıl tıp biliminin delaleti hastaları iyileştirmek ise İslam vahyi de insanları dünya ve ahirette mutluluğa eriştirecek en doğru ilkeleri içermesi sebebiyle kendi içinde bir mucize olma özelliği taşımaktadır. Görüldüğü üzere İbn Rüşd akıl ile vahiy arasında tam bir uyum olduğunu kabul etmekte ve bunu değişik delillere dayalı olarak göstermeye çalışmaktadır. Ona göre, akıl ile vahiy sütkardeşi olacak kadar birbirine yakındır. Aynı yerden beslenen bu iki bilgi kaynağı arasında hiçbir çelişki/zıtlık olamaz. Çünkü ona göre, “hak hakka karşı zıt düşmez.” Ancak burada, İbn Rüşd’ün akıl ile vahiy ilişkisini açıklarken vurgu yaptığı bir hususa değinmek yararlı olacaktır. İbn Rüşd, her ne kadar akıl ile vahiy arasında tam bir uyum olduğunu kabul etse de bütün insanların bunu idrak edemeyeceğinin farkındadır. Bu durum hem vahyin farklı anlam 198 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.21-23. 167 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a katmanlarına hem de insanların değişik kavrayış düzeylerine sahip olmasının doğal bir sonucudur. Ona göre, vahyin bir görünen bir de derin anlamı vardır.199 Sıradan insanların görünen anlama bağlı kalması zorunludur. Buna karşılık, bilgi ve hikmet sahibi seçkin insanların, vahyin derin anlamlarını araştırmaları gerekir. İbn Rüşd, ilke olarak, aynı kaynaktan gelen akıl ile vahiy arasında çelişki olamayacağını kabul etmekle birlikte, görünüşte çatışma olduğu düşünülen durumlarda vahyin akla göre tevil edilmesini ancak bunu sıradan insanların değil hem din hem dünya konusunda derin bilgi sahibi kimselerin yapması gerektiğini ve onların bu çabasının başarılı sonuçlar doğuracağını ısrarla vurgulamaktadır. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak akıl ile vahiy birbiriyle çelişirse, ilimde derinliği olanlar bu çelişkiyi doğru yorumla ortadan kaldırabilirler. Bu açıklamalar gösteriyor ki bu dünyada var olan ilahi düzen ve nizamı anlayacak ve ona göre çıkış yolu bulacak yetkin bir insanın aklıdır. Çünkü insan ancak akıl ve buna bağlı duyularını kazandığı zaman Allah'ın teklifine muhatap olmuştur. Yapıp ettiklerinden sorumlu olmak ta o zaman kendisine yüklenmiştir. İslam dininde zaten akıl kuvveti fonksiyonunu icra edemeyen kimseler, ilahi emirler karşısında sorumlu tutulmamıştır. Görülmektedir ki, insanın en belirgin özelliği düşünen bir varlık olmasıdır. Kur'an, ısrarla insanların düşünmesini, aklını kullanmasını, ibret almasını istemektedir. Düşünmeyen aklını kullanmayan kimseleri şiddetle eleştirmektedir. Bu sebeple dünya hayatında insan aklı her alanda etkin olmak durumundadır. Akıl devre dışı kaldığı zaman ne insanlıktan ne de dinden söz edilebilir. İnsanın fıtratına uygun din olan islam dininde aklın önemli bir yeri vardır. Bu bağlamda vahiy, insan için olduğuna göre, akıl olmadan vahiy anlaşılmaz; vahiy olmadan da akıl dar kalıplar içine hapsedilmiş olur. Akıl ve vahyin beraberliği, insanın mükemmele yaklaşabilmesi için gerekli olan gerçek hürriyetin kapılarını açar. 199 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s.12-35. Dr. Hamdi ONAY | 168 İnsanın inancı, hürriyeti, bilgisi, tarihi varlık oluşu ondaki akıl sayesindedir. İnsan bu özelliğe sahip olduğu için Allah meleklerden insana saygı göstermelerini istemiştir. İnsan, düşünme ve bilme yeteneği sayesinde kendi öz benliğini ve Rabbini tanır. Dolayısıyla bilerek inanan bir varlık haline gelir. Kur'an insanın iyiliği kötülükten ayırma gücünün bulunduğunu ve tabiat güçlerinin onun hizmetine verildiğine işaret etmektedir.200 Allah insanı inanma kabiliyeti ile birlikte yaratmıştır. Fakat onu inanıp inanmamada serbest bırakmıştır. Eğer böyle bir hürriyet olmasaydı, inanmak bir zorunluluk olacak böylece insanın meleklerden farkı kalmayacaktı. O zaman da insanın üstünlüğünden söz etmenin bir anlamı olmayacaktı. 200 Kur’an, İsra/70. 169 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a İKİNCİ BÖLÜM İSFAHAN MERKEZLİ İSLAM DÜŞÜNCESİ (İşraki Felsefede Akıl/Vahiy-Felsefe/Din İlişkisi) Gazalî’nin Felasife (Farabî ve İbn Sina) nin bazı metafizik görüşlerine yönelttiği geniş kapsamlı ve sistematik eleştiriler, kendisinden sonra gelen alimler tarafından gerek onu anlayamadıklarından ve gerekse kasıtlı olarak bizzat felsefeye reddiye olarak görülmesi veya gösterilmesi, başka sebeplerle de birleşerek İslâm'da felsefi düşüncenin gerilemesine sebep olmuştur. Hâlbuki Gazalî’nin bu eleştirisi, yöntemi farklı olsa da tıpkı Aristoteles’in hocası Eflatun'u, Farabi’nin de Galen'i eleştirmesi gibi herhangi bir filozofun bir başka filozofu eleştirmesi şeklinde doğal görülmesi gerekirdi. Elbette ki burada cevap verilmesi gereken soru, Gazalî’nin bir disiplin olarak felsefeyi reddetmediği halde, onun filozofları eleştirisi niçin "felsefeye reddiye" olarak değerlendirilmiştir. Bu sorunun cevabını ağırlıklı olarak Gazali’de Dr. Hamdi ONAY | 170 aramak gerekir: Gazali filozofları eleştirirken yöntem hatası yaparak felsefi ve bilimsel eleştirilerine bir de dini yönü eklemiştir. Farazi düşüncenin doğru olması için her şeyden önce, zahiren de olsa dinin açık öğretileriyle çelişmemesi gerektiğini düşünen Gazali’nin eleştirilerinde dinî ciheti de işin içine katması, kendinden sonraki birçok kimsede sanki onun felsefeyle dinin tam bir zıtlık içinde gördüğü zehabını doğurmuştur. Genel manada İslami ilimlere bakıldığında, hemen hepsinde gizli açık akıl-din/vahiy karşıtlığı görülmektedir. Bu karşıtlık o derece ileri boyutlara ulaşmıştır ki yaşanan kafa karışıklığı günümüzde hala aşılabilmiş değildir. Bir taraftan vahyi anlamak için “akıl” ilk ve tek şart olarak görülürken diğer yandan aynı akıl “doğru” yu bulmakta yetersiz görülmüş, vahye muhtaç olduğu kabul edilmiştir.1 Oysa başta Kur’an olmak üzere bizim geleneğimizde hem Felasife hem mutezile hem de Maturidilik anlayışları incelendiğinde görülecektir ki aynı kaynaktan gelen akıl ile vahyi birbirine karşıt görmenin doyurucu ve ikna edici bir anlayış olamayacağı muhakkaktır. Çünkü akıl, Allah’ın insana dünya hayatıyla baş etmek ve kendi tekamülünü gerçekleştirmek için verdiği bir yetidir. Aklı yetersiz ve güvensiz görmek, onu insana bahşedene karşı belki farkında olmadan yapılan büyük bir kusurdur. Dolayısıyla vahiy ne kadar ilahi ise akıl da en az o kadar ilahidir. Onları birbiriyle yarıştırmak ve karşıt olarak konumlandırmak ancak hastalıklı bir ruh halinin ve dengesi bozulmuş aklın eseri olabilir. 1 Ali Özek, İslami İlimlerde Metodoloji IV. Ensar Yayınları, İstanbul, 2013, s. 2,3. 171 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Peygamber Allah’tan aldığı vahyi tebliğ ettiğinde, nihai belirleyici yine “Akıl” dır. Çünkü peygamberin gerçek ya da sahte olduğuna, gelen vahyin güvenilir olup-olmadığına karar verecek odur. Dolayısıyla hem vahyin Allah’tan geldiğine hem de vahyi tebliğ edenin doğru sözlü ve güvenilir olduğuna karar verme makamında olan aklın, vahye karşıt ve onunla çelişen bir konumda gösterilmesi açık bir çelişkidir. Tarih boyunca kendi kendini test eden ve kendi kendisini düzeltip doğrulayan yegâne kaynak akıldır. Kendi üzerine düşünen ve kendisini kritik eden bu akıl, insana aklı lütfedenin, akla verdiği apriorik mahiyeti çok iyi analiz etmelidir. Doğal olarak böyle bir akılla din arasında bir çatışma söz konusu değildir. İslam düşüncesi geleneğinde; “akıl ile nakil/vahiy çelişirse akıl esas alınır, nakil o asla uygun olarak tevil edilir” prensibi geliştirilmiştir.2 Ancak tarihi süreçte bu prensip hak ettiği konumu ve değeri tam olarak bulamamıştır. Ayrıca böyle bir prensibe ulaştıran vasıtanın akıl olduğu gerçeği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. İslam düşünce tarihinde “akıl” kadar mağdur edilmiş, hak ettiği yeri bir türlü bulamamış, hemen her konuda rehberliğine baş vurulmuş hem de görmezden gelinmiş başka bir değerden söz etmek imkânsız gibidir. Elbette ki bu genel tavır içerisinde az da olsa ona gerçek değerini ve konumunu vermeye çalışanlar de olmuştur. Bireysel olarak bazı bilginlerle beraber Mutezile ve Felasifeyi zikredebiliriz. Her iki ekolü de gelenek içerisinde “heretik” akımlar olarak dışlanıp önemli ölçüde tarih sahnesinden kaldırıldıkları düşünüldüğünde, bu çabaların da tıpkı aklın kendisi 2 Özek, İslami İlimlerde Metodoloji IV, s. 3 vd. Dr. Hamdi ONAY | 172 gibi mağdur edildiğini söyleyebiliriz. Ortaçağ boyunca uzun ömürlü bir medeniyetin temel dinamiği ve kurucu ögesi olan İslam anlayışı, dini ilimlere konu olduktan sonra akli ve felsefi ilimleri üreten aklın Müslüman toplumdan uzaklaştırılmasına sebep olmuştur. Aslında bu temel problemin nedenlerini tespit edebilir hem vahye tabi olup hem de aklımızla barışık yaşamayı başarabiliriz. İslâm filozofları aklı, ‘varlığın hakikatini kavrayan basit bir cevher‛, aklın eylem alanı olan felsefeyi de beşerî aklın ürünü ve felsefenin amacının Allah’a varma çabası olarak görmelerini sağlamıştır. Artık onlara göre Mantık yöntemine dayan felsefe değerli bir faaliyet ve aklın görevini de gerçeği bulma çabası olarak kabul görmektedir. Akılla kavranan varlığın ilkelerini birleştiren Müslüman filozoflar, vahyin güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu göstermeye çalışmışlardır.3 Nitekim vahiy üzere kurulan dinin, temelde felsefe ile çelişmeyeceğini ortaya komaya çalışan Meşşaî filozoflara göre, gerçekte varlığın bilgisi, rububiyetin bilgisinden ayrı bir şey değildir. Çünkü birliğin bilgisi (Vahdaniyet) insanı doğrudan erdem bilgisine götürür. Onlar, sonlu, sınırlı ve pek çok bakımdan yetersiz bir varlık olan insanın, dünyanın yok iken varlığa çıkması (yaratılışı), ölümden sonra dirilişin nasıl gerçekleşeceği ve peygamberlik müessesesi gibi aklî diyalektik ile üstesinden gelemeyeceği bazı konularda vahyin kılavuzluğunun gerekli olduğunu kabul etmişlerdir. Meşşaî felsefenin temsilcileri, vahiy ile felsefenin birbirinden bağımsız olarak nasıl anlaşılıp değerlendirileceğini tespit etmeyi ve 3 Mehmet, Kubat, “İslâm Düşüncesinde Aklın Vahiy Karşısındaki Konumu”, MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi cilt 8, sayı 1, Ocak – Nisan 2011, s. 84. 173 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a buna bağlı olarak ikisi arasında birinin diğerini geçersiz kılmayacak biçimde sağlam bağlantılar kurmayı amaçlamışlardır. Din ile akıl veya farklı bir ifadesiyle şeriat ile hikmet arasında aramaya çalıştıkları uzlaşma zeminin kaçınılmaz bir sonucu olarak, akıl ve dini metinler arasında temelde bir çelişki görmemiş, her ikisinin, kategorik olarak farklı biçimlerini temsil ediyor olsalar da aynı hakikatin; evrensel, küllî (tümel) ve nihaî gerçekliğini ifade ettiklerini dile getirmektedirler. Çünkü onlara göre hakikat, hakikate ters düşmez; bilakis hakikat hakikate uygun olur ve onun lehine şahitlik eder yani biri diğerini doğrulayıp pekiştirir.4 Bununla birlikte İslâm filozofları insanın görme, işitme, duyma gibi duyu organlarının ve bilgi elde etme kabiliyetlerinin sınırlı olduğunu, dolayısıyla insan aklının da bir sınırının olduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre eğer hakikatler sadece akılla ortaya çıkabilseydi, o zaman ne peygamberlere ne de ilâhî kitaplara ihtiyaç kalırdı. Çünkü insan aklı, kendisine ulaşan doğru bilgiyle akletmektedir. Akla yanlış bilgi ulaştığında veya aklı örten durumlar yaşandığında, aklın da yanılması kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca soyut ve somut bütün gerçeklerin akıl tarafından algılanmaları mümkün olsaydı bu durumda insan aklının ‚mutlak‛ olması gerekirdi. Oysa insan sınırlı kabiliyetlere sahip ve çoğu kez sorunlar karşısında acze düşebilen eksik bir varlıktır. Mutlak olanla ilgili bilgi, aklı aşar ve artık akıl böyle bir bilgiye ancak vahiy sayesinde ulaşabilir. O halde sonlu, sınırlı ve her bakımdan âciz bir varlık olarak insanın, aklî diyalektik ile üstesinden gelemeyeceği, yani akıl erdiremeyeceği 4 Kubat, “İslâm Düşüncesinde Aklın Vahiy Karşısındaki Konumu”, s. 86. Dr. Hamdi ONAY | 174 konularda vahyin kılavuzluğuna ihtiyacı vardır.5 Dinin ve aklın ilkelerini birleştirmeye çalışan İslâm filozofları, dinin temelde akla dayanan felsefe ile çelişmediğini göstermek istemişlerdir. İslam dünyasında aklî hareketin adeta öncülüğünü yapan Mutezile aklı, hakikatin bilinmesini sağlayan kaynak, insanı diğer varlıklardan ayıran ve nazarî bilgilerin öğrenilmesini sağlayan güç, insandaki anlama ve kendisini zararlı şeylerden koruma gücü, kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgi şeklinde tanımlamaktadır.6 Bu nedenle Mutezile kelamcıları ilk temsilcilerinden itibaren, akla büyük önem vererek, sağlam ve doğru bilginin akıl yoluyla bilinebileceğini öne sürmüşlerdir. Ayrıca bazı Mutezile kelamcıları, tıpkı kendilerinden sonra gelen filozoflar gibi aklı, ‘bilgi‛ ile özdeş kabul etmişlerdir. Nitekim hakikatin bilinmesini sağlayan kaynağın aklî deliller olduğunu öne süren Mutezile bu anlamda bilgi de sahibini akıl dışı şeyler yapmaktan alıkoyar, anlayışını benimsemişlerdir. Mutezilenin Aklı, insandaki anlama ve kendisini zararlı gördüğü şeylerden koruma gücü olarak betimlemesi, Felasifenin aklı, ‘kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgidir‛ şeklindeki fikirleri birbiriyle oldukça örtüşmektedir. Kuşkusuz Mutezileyi diğer kelam ekollerinden ayıran en önemli nokta, aklı önceleyerek oluşturdukları Kelâm Metodudur. Ne var ki Mutezilenin aklı öne çıkaran tutumlarından dolayı onların, dini yani vahyi ihmal etmiş oldukları sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü onlar, aklın alanına giren hususlarda aklı, vahyin alanına giren konularda da dini metinleri (nasları) kullanmışlardır. 5 Kubat, “İslâm Düşüncesinde Aklın Vahiy Karşısındaki Konumu”, s. 87. 6 Cemalettin Erdemci, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul, 2009, s. 96. 175 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Mutezile, akletmenin insana ait bir fiil olduğunu kabul ettiğinden, insanın diğer fiilleri gibi aklın da yanılabileceğini kanaatini taşımaktadır. Akıl toplumdaki örf ve âdetlerden yanlış etkilenebilir. Nitekim bu görüşü benimseyen en-Nazzam, bazı olgu ve olayları bu düşünceye dayanarak açıklamaya çalışmıştır. O, cinlerin insanlara görünmesinin psiko-sosyal durumlardan kaynaklanan bir tür yanılgı olduğunu öne sürerek, insandaki şüphe, zihin dalgınlığı ve psikolojik bozukluklar sebebiyle görmediğini görmüş, duymadığını duymuş gibi zanneden insanların bu tecrübeleri, başkalarından dinlenen bir şiir veya atasözüyle teyit edilince, kendisinde oluşan bu vehimler inanç haline gelmektedir. Yeni yetişen nesillerin bu inançlarla büyütülmesi ve terbiye edilmesi neticesinde de bâtıl inançlar birer hakikatmiş gibi topluma yer etmeye başlamaktadır. 7 İslam dünyasının büyük düşünürlerinden Ebû Mansur Maturidi ise aklı, ‘birleşebilenleri bir araya getirme ve ayrılması gerekenleri de ayırabilme yetisi‛, yani insanda var olan temyiz (ayırma) gücü olarak kabul ederek8 , kavramların insanda oluşumunun akıl tarafından gerçekleştiğine işaret etmiştir. Doğal olarak akıl, dış dünyada algılanan varlıklarda bulunan aynı nitelikleri bir araya getirmekte; aynı zamanda onların birbirlerinden farklı olan yönlerini de ortaya koyarak tek tek tikel nesnelerden kavramlar oluşturmaktadır. Ona göre akıl, bu faaliyeti tefekkür ve nazar yolunu kullanarak meydana getirmektedir. Maturidi’ye göre, 7 Ayhan Tekineş‚ İlk Devir İslâm Dünyasında Akıl Üzerine Tartışmalar, İstanbul, 2001, s. 212. 8 Ebû Mansur Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, (Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), Ankara, 2003, s.6. Dr. Hamdi ONAY | 176 insanın gerek iyi ve kötü olanı bilmesi, gerekse de toplum içinde diğer canlılar üzerinde hâkimiyet kurması akıl ile gerçekleşmektedir. Akılla iyilik ve kötülüğü tanıyan insan, onunla diğer canlılardan üstün olduğunu bilir ve onunla bütün kâinatı yönetmek için gerekli bilgiye sahip olur.9 İnsan akını böyle bir konuma yerleştirmek, gerçekte Kur’an’ın akla yüklediği işlevselliği devam ettirmek anlamına gelir. Gerçekte aklı tanımanın ancak onun eylemlerinden hareketle işlevselliğini, yani görev ve fonksiyonları açısından aklın tanınabileceğinin mümkün olduğu söylenebilir. Aklın eylem alanlarının başında var olanları, olay ve olguları anlama ve açıklama gelirken onun görevlerinden bir diğeri ise Allah’ı bilme (marifet)dir. Ancak Kur’an ayetlerini inceledikten sonra bazı dilcileri yanımıza alarak aklın eylemlerinin sonuçlarının değerlendirilme ve sonuca bağlama yerinin kalp olduğunu söylemek mümkündür. Bu sebeple bazı dini metinlerde akletmenin anlamlarından biri de kalben ikna olmaktır. Bundan ötürü bazı İslam âlimleri aklın, duyuların mahalli olan beyinde bulunduğunu öne sürerken, diğerleri hayatın özünün kalpte bulunduğunu ve aklın mahallinin kalp olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim İmam Maturidi, iman etmekle sorumlu kılınmanın akla bağlı bulunduğunu, imanı oluşturan şeyin hakikatinin bilinmesinin ise tefekkür ve nazar yoluyla gerçekleşebileceğini ifade ederek, bu eylemi gerçekleştirmenin kalplerin işi olduğunu açıklamaktadır. Bu 9 Ebu Mansur, Maturidi, Tevilatu’l-Kur’an, (Thk Bekir Topaloğlu), İstanbul, 2006, V/171. 177 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a açıklamasından hareketle Maturidi düşünce geleneğinde akletmenin kalpte gerçekleştiği anlayışı hakimdir.10 Ne var ki İslam dünyasında aklın fonksiyonelliği ve işlevselliği bir zaman sonra bazı iç ve diş sebeplerle beraber, birtakım problemlerin çözümü noktasında yerini, düz bir nakilciliğe bırakmıştır. Özellikle Abbasilerin zayıflamaya başlamasıyla Müslüman coğrafyada irili ufaklı birçok devlet ve siyasi güç merkezleri oluştu. Öte yandan bu gelişmelere bağlı olarak bazı mezhep ve dini gruplar arasındaki çekişmeler hat safhaya ulaştı. Bu arada bir de "Batınîlik" gibi bazı cereyanların günden güne büyüyerek, İslâm inançlarının bozulmasına varacak kadar tehlikeli boyutlara ulaşması Müslüman toplumu fazlasıyla tedirgin etmekteydi. Bu siyasî ve dinî gidişat neticede, İslâm âleminde ta başlangıçtan beri var olan ve genel olarak adına "Selefilik" dediğimiz akımların yeniden canlanmasına sebep oldu.11 Bunun için Selefiler, genelde naklî ilimlerle yetinmeyi esas alarak, aklî ilimler olarak görülen felsefe, tasavvuf ve hatta müspet ilimlerle uğraşmayı bidat sayarak, bu ilimlere karşı oldukça katı bir tutum takınmışlardır. Başlangıçta ne siyasîlerin ne halkın ne de din adamlarının çoğunluğu nezdinde kabule şayan bir dünya görüşü olarak rağbet görmedi. Ne var ki, İslâm âlemi, kısaca yukarda işaret etmeye 10 Sönmez Kutlu, ‚Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Maturidi‛, İmam Maturidi ve Maturidilik içinde, Ankara, 2003, s. 31. 11 Bilindiği üzere Selefilik, Kur’an ve Hadis metinlerinin sadece zahiri anlamlarından bir dünya kurmanın yeterli olduğunu, insanın ne onları yorumlamanın ne de onlara ilâve olarak başka öğretilerden yararlanmanın gereksiz bir çaba olduğunu öne süren bir anlayıştır. Dahası onlar, insan aklının ortaya koyacağı her türlü fikir ve düşünceyi din dışı (bidat) olarak gören bir gruptur. Dr. Hamdi ONAY | 178 çalıştığımız gibi tarihî, siyasî ve dinî çalkantı içine girdiği her dönemde selefi anlayış yeniden canlanarak Müslüman toplumların kalkınması ve ilerlemesinin önünde bir engel teşkil ediyordu. Şöyle ki, Selefi anlayışa göre, İslâm âleminin bu problemli duruma düşmesinin sebebi iman zayıflığından kaynaklanmaktadır. Felsefe ve müspet ilimlerin gerçekten bir faydası olsaydı, zaten İslâm âlemi böyle durumlara düşmezdi, şeklinde yorumlandı. Başımıza gelen bu durum bilim ve felsefeden kaynaklanan iman zayıflığıdır. O halde bu durumdan kurtulmak için Selefiliğe dönmekten başka yapılacak bir iş yoktur. İslâm âleminin çöküntüden kurtuluşunun tek çaresi olarak gösterilen bu görüş, yavaş yavaş bu duruma çare arayan bazı devlet adamları ve ulema ile beraber halk kitlelerince de gerçek sebeb olarak rağbet görünce, artık toplum felsefe ve bilimle uğraşan kimselere rağbet etmemekle kalmadı, onlardan yüz çevirdiler. Bununla beraber eskisi gibi, filozofları koruyan hükümdarlar, vezirler, bilimsel ve felsefî araştırmaları maddî bakımdan destekleyen zenginler de görülmez oldu. Hatta halk kitlelerine filozof ve bilim adamları düşman olarak gösterildi. Meselâ bir Şehabettin Sühreverdi’nin katline, Selâhaddin Eyyubi ve bazı ulema grubunun iş birliği sebep oldu. Aynı şekilde İbn Rüşd'e birçok eziyet yapıldı, sürgün reva görüldü. İbnü’l-Arabî'nin Şam'da öğretimi yasaklandı ve bir nevi göz hapsinde tutuldu. Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür
.Bütün bunların neticesi olarak önceki dönemlerde, bilim ve felsefeye verilen değer kaybolup gitti. Artık bilhassa XIII. yüzyıldan itibaren, İbn Teymiye ve Selef ekolünün görüşleri, bütün ilmî çalışmaların genel çerçevesi haline gelince ve onların tesiriyle 179 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a yetişen ulemanın zaman zaman iman zayıflığını gündeme getirmeleriyle felsefe ve bilim gelişme gösteremedi. Sonraki dönemlerde farklı coğrafyalarda bazı küçük uyanışlar oldu ise de onlar da geçici hareketlenmeler olarak akim kaldılar. Hâlbuki İslâm âleminin çöküşünün asıl sebebi, ne felsefe ve bilime verilen değer ve ulemanın gösterdiği rağbet, ne de onlardan kaynaklandığı düşünülen iman zayıflığıydı. Asıl sebep hiç şüphesiz zaman zaman dini ve mezhep gruplarının aralarındaki görüş ayrılıklarından, bazen de zamanın hükümdarları arasındaki siyasî taht kavgalarından kaynaklanan siyasî ve ideolojik bölünmelerdir ki başlangıcını ta İslam'ın ilk devirlerine kadar gerilere götürmek mümkündür. Selçuklular zamanında özellikle II. Kılıçarslan ve I. Alâeddin Keykubat dönemlerinde, Anadolu'nun da içinde bulunduğu coğrafyada moda haline gelen yeni bir felsefe gelişir. Bu felsefe epistemolojik olarak hakikatin, akılla kavramaktan ziyade, doğrudan doğruya sezgi veya genel bir iç aydınlanmayla elde edileceği esasına dayanan İşraki felsefedir. İslam filozofları arasında Farabi ile başlayan İbn Sina ve İbn Tufeyl ile devam eden yeni bir İslami felsefe kurma çabaları Gazali’nin çıkışıyla iyice belirgin hale geldi. Elbette ki bu konuda son aşamayı doğu hikmeti veya doğu felsefesi adıyla Sühreverdî gerçekleştirdi. İşrakilik, bireysel sezgiyle aydınlanmaya dayanan felsefi, fikri, dini ve batini öğretilerin genel adıdır. İslam dünyasında XII. asırda yaşamış ve genç yaşta öldürülmüş olan Şehabettin Sühreverdi'nin ortaya koymuş olduğu ve bunu takip edenlerin felsefe-sine İşrakilik (Işıkçılık) denir. İşrak kelimesi, lügat anlamı itibariyle güneşin Dr. Hamdi ONAY | 180 doğmasını, ışığın ortaya çıkmasını ifade eder. Işık ise, ta ilk düşüncelerden beri kutsallığın ve iç aydınlanmanın simgesidir. Bu felsefenin ileri gelen düşünürleri, başta kurucusu Sühreverdî ve onun talebesi Şemseddin Şehrezuri, İbn Kemmûne (öl. 1284) Nasıreddin Tusi’ dir. Şeyh Ali İbn Muhammed (Musannifek, öl. 1366), Celaleddin Devvanî (öl. 1501), Mir Da-mad, Gıyaseddin Mansur Şirazi (öl. 1542), Vedûd-i Tebrizi (öl. 1524), Molla Sadra Şirazi (öl. 1640) diğer önemli İşrakiler arasında yer alırlar. Gazali’nin felasifeyi eleştirmesinden sonra İslam dünyasında felsefi düşüncenin durma noktasına geldiği yorumlarının aksine, İslam toplumunda özellikle Meşşaî felsefenin durma noktasına gelmesinin tek sebebinin Gazali olduğunu öne sürmek, dönemin şartları ve yeni bir felsefe kurma çabalarını görmezden gelmek manasını taşımaktadır. Buna bir de Gazali taraftarlarının onun düşüncelerini yeterince anlamadıklarını, dolayısıyla doğru temsil edemedikleri gerçeği de göz önüne alındığında, böyle bir tavrın haksız bir yargılama olacağını belirtmek gerekir. Gazali’nin eleştirileri elbette felsefeye karşı toplum üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştır. Ancak bu etki, İslam dünyasında bir felsefe karşıtlığının oluşmasına sebep olsa da felsefenin tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Çünkü toplumların hayatında bir anlayışın birdenbire ortaya çıkması ya da var olan bir anlayışın bir anda kaybolup gitmesi düşünülemez, bu değişimlerin gerçekleşmesi için uzun yıllar almaktadır. Bağdat merkezli bir İslam medeniyetinden sonra felsefe ve akli ilimler İslam coğrafyasında yer değiştirmiştir. Bugün adına “İsfahan okulu” dediğimiz birazda “ezoterik” bir anlayışla meczolmuş bir felsefe geleneği günümüzde 181 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a varlığını İran’da hala devam ettirmektedir. Bu bolümde ağırlıklı olarak İsfahan merkezli gelişen felsefenin akıl- din anlayışını ele almaya çalışacağız. Konu edineceğimiz felsefenin geliştiği coğrafya Batıni düşüncelerin kök saldığı bir coğrafya olması sebebiyle, bu düşüncelerle beraber felsefe yapmanın zorluğunu da dikkate alarak, bu felsefenin yetkin filozoflarından olan Molla Sadra’nın düşünceleri etrafında yoğunlaşacağımızı ifade etmek isterim. Zaman zaman Çağdaş İranlı yazarlardan Allame Mustafa Tabatabai’nin yorumlarıyla da destekleyeceğimiz Sadra XVI. Yüzyıl sonlarında yaşadığı için yine bölüme İslam tarihinden bir girişle başlamak uygun olacaktır. A- İSLAM TARİHİNDE AKIL VE DİN TARTIŞMALARI Her ne kadar da nakli ilimlerde aklın delil olması üzerinde önemli vurgulamalar olsa da tarihte bazı gurup ve mezhep farklılıkları aklın delil olması ve itibarı konusunda tereddüte kapılmış neredeyse onu görmezden gelip inkâr etmeye kadar gitmişlerdir. Bu doğrultuda bazı dini guruplar, İslam’ın öğretilerinde akla bu denli önem verilmesini şiddetli bir şekilde kınamış ve tenkitlerde bulunmuşlardır. İkinci yüzyıldan itibaren "hadis ehli" diye bir gurubun ortaya çıkması ile genel olarak İslami öğretilerde (hatta İslam kelamında) akli konulara muhalefet başlamış ve bu konuları bidat ve haram saymışlarıdır. Onlar, dini konularda her türlü sorgulama ve eleştiriyi hatta soru sormayı yasaklamış bu yüzden mutezile, Eşariler ve Maturidiler ile ihtilafa düşmüşlerdir. Bunun nedeni ise, adı geçen fikir akımlarının akli konulara olan Dr. Hamdi ONAY | 182 temayülleridir. Hadis ehli, mantık kelam ve felsefenin haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. Hadis ehlinin başında Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet b. Hanbel ile Malikî mezhebinin kurucusu Malik b. Enes’i saymak mümkündür. Hicri 661-728 yılları arasında yaşamış ve kendisinden geriye birçok eser bırakmış olan İbn Teymiye de hadis ehlinin ciddi savunucularından olmakla birlikte onlar gibi mantık ve kelam ilminin haram olduğuna fetva vermiştir. Yine bir hadisçi olan Celaleddin Suyutî, Kelam ve Mantık konularını inceleyen eserler kaleme almıştır. O, kitabında, kelam ve mantık ilmini tenkit etmiş ve onlara yönelenleri şiddetle eleştirmiştir. Konuyu daha da ileri götürerek, mantık ve kelam ilmini reddeden ve bu ilimlere olumsuz yaklaşan şahsiyetlerin isimlerini Ṣavnü’l-Manṭıḳ ve’l-Kelam an fenneyi’l-Manṭıḳ ve’l-Kelâm adlı eserinde zikrederek aklî ilimleri kabul etmediklerini açıkça beyan etmiştir.12 Hadis ehlinin bu konudaki temel görüşlerini şöyle ifade edebiliriz. Bize ulaşan hadislerin zahirini almalı ve onları akli olarak tevil ve yorumlamaktan kaçınmalıyız, yine aynı şekilde bu gurubun hadisleri aklî olarak eleştirme ve tenkit etme konusundaki çalışmaları da hoş karşılamadıklarını söyleyebiliriz. Bu sebeple onlar bütün rivayetleri hiçbir yoruma başvurmadan, akla ters olsa bile, kabul ettiklerini söyleyebiliriz. Örnek olarak Ehl-i Hadisin ilk savunucularından olarak bilinen Ahmed b. Hanbel'in es-Sünne kitabı ile İbn Hazime’nin et-Tevhid adli eserinde Allah'ın elinin, 12 Murtaza Mutahhari, Aşinayı Ba Ulum-i İslami, Sadra Yayınları, Kum,1368, c. 2, s. 26. 183 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a ayağının, kollarının, parmaklarının göğsünün, yüzünün, gözlerinin ve nefesinin olduğunu gösteren rivayetler dile getirilmiştir. Hadis ehlinin inançları olarak bilinen ve akılla çelişen rivayetleri şöylece sıralamak mümkündür: 1. Kıyamet günü Allah insana benzer bir bedenle görülecektir. 2. Allah arşın üzerinde gökyüzüne yerleşmiştir. 3. İnsanın bütün iyi ve kötü amelleri Allah'ın iradesinde olan kaza ve kader ile belirlenir. 4. İnsan kendi eylemlerinde mecburdur, seçme hakkına sahip değildir. 5. Peygamberin bütün sahabeleri istisnasız bir şekilde adildirler. 6. Sultanlara yani toplumu yöneten kimseler ister adil ister zalim ister Mümin isterse fasık olsunlar, onlara itaat etmek farzdır. 7. Peygamberden sonra gelen halifeler dindeki faziletlerine göre halifelik yaptılar ve onların Fazilet ve üstünlükleri halife oluş şekillerine göredir.13 Ehl-i Hadis topluluğuna zaman içerisinde, Sünnet Ehli, Hanabile ve Selefiye de denmektedir. Bu dönem itibariyle her türlü aklî, kelamî ve felsefi konuları bidat ve haram sayan hadis ehli 13 Naklî Cafer Subhanî, El-Milel ve-Nihal, Tebligatı İslami Yayınları, 1374,1.c, s. 130 Dr. Hamdi ONAY | 184 karşısında mutezile yer almaktadır. Mutezilenin en önemli özelliği dini öğreti ve inançları da aklî konular olarak özgür bir şekilde ortaya koyması ve tartışmasıdır. Aslında Mutezilenin yöntemi dinin sosyal hayattaki inceliklerini anlama, açıklama, kavrama konusunda mantık ve istidlal (kanıtlama) den yararlanma metodudur, onlar aklın delil olmasına, bağımsızlığına ve özgürlüğüne inanan, İslam'ı anlamaya, onu yaymaya; Dehrilerin, Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin ve Sabiilerin karşısında onu savunmaya adanmış kimselerdir. Bu ekol, ideallerini İslam adına yerine getirmek amacıyla öğrenciler yetiştirip onları tebliğ amaçlı farklı bölgelere gönderirdi. Mutezile ekolu itikadi konularda akılın delil olma durumunu ve bağımsızlığını kabul etmenin yanı sıra ahlakî ve amelî konularda “Hüsün ve Kubuh” yani insanın akıl yoluyla iyiliği ve kötülüğü anlama kabiliyetinin olduğunu kabul eder. Onlar bütün varlıkların iyilik ve kötülüklerinin olduğunu ve aklın da büyük ölçüde o iyilik ve kötülükleri anlayıp kavrayabileceği anlayışını savunurlar. Bunun ötesinde Mutezile, başta Kur'an olmak üzere dini metinleri de akıl yolu ile tefsir edebileceklerini öne sürerler. Onlara göre akılla uyuşmayan ayetlerin zahirî akıl yoluyla tevil edilmesi, yorumlanması gerekir. Hadisler, daha genel bir ifadeyle rivayetlerin akılla çeliştiği yerlerde akla öncelik verirlerdi. Dönemin şartları gereği sahabeye yönelik eleştirilerin caiz ve hatta gerekli olduğuna ve bununla birlikte bütün sahabenin akıl ve bilinç seviyeleri bakımından aynı bilgi ve kültür düzeyinde olmadığından adil olmadıklarını kabul etmektedir. 185 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Mutezile, ehli hadis ile hemen her konuda farklı görüşe sahip bir topluluktur, onlar Allah'ın sıfatları konusunda Tevhid teorisine ve hayatın işleyişi bakımından da ilahi adalet ilkesine bağlılıkları sebebiyle “Tevhid Ehli” veya “Ehlü’l Adl” olarak isimlendirilmişlerdir. Mutezilenin ortaya çıkışı hicri I. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Bu grubun temsilcisi Vasıl bin Ata, hocasının fikirlerini tartışmaya açıp ondan ayrılınca, hocası Hasan-ı Basri - Vasıl bizden ayrıldı (itizal etti) dediği için, Vasıl’ın öğretilerini kabul edip ardından gidenlere, ayrılanlar manasında “Mutezile” adı verilmiştir. Vasıl b. Ata’nın arkasından gelenler onun fikirlerini hem geliştirdiler ve hem de İslam toplumunda yaydılar. Daha sonraki dönemlerde bir kelam ekolü olan mutezile felsefeden de güç alarak Müslüman toplumda Kelamdan felsefeye geçişi kolaylaştıracak çalışmalar gerçekleştirildiler. Abbasilerin iktidara gelmesiyle birlikte, mutezili alimler, oluşturulan özgür ortamın avantajlarını kullanarak Müslüman toplumda entelektüel çabaların artmasını sağlayarak adeta İslam medeniyetine giden yolun ilk habercileri oldular. Çünkü mutezilenin fikir ve düşünceleri yaşadıkları toplum ve çağın üzerindeydi. Zamanla yoğun eleştiriler alsa da mutezile aklın ve doğru bilginin ışığında yürümeyi ısrarla sürdürdüler. Mutezilenin tebarüz ettiği dönemlerde Huzeyl b. Allâf, İbrahim b. Nazzam ve meşhur “Canlılar Kitabı” nın yazarı Cahız, mutezilenin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerdir.14 Mutezilenin sonraki dönemlerde yetiştirdiği bazı şöhretli şahsiyetleri şöyle sıralayabiliriz: Kabî adıyla tanınan 14 Subhanî, El-Milel ve-Nihal, 1.c, s, 135 Dr. Hamdi ONAY | 186 Ebu'l Kasım Belhi (ö. h. 217), Ebu Ali el-Cubbaî (ö. 303), Kadı Abdulcebbar (ö. 415), Ebu'l Hüseyin Hayyat, Sahip b. Abbad, Zemahşeri (ö. 582), Ebu Cafer Eskafî, Ahmed Bin Ebî Davut, Muammer b. Abbad es-Sülemi. Hicri 4. yüzyılın başlarına kadar mutezileye rakip olabilecek bir kelam ekolü yoktu. O zamanlar Ebu’l Hasan Eşari adıyla bilinen ve yıllarca mutezili alimlerden eğitim almış ve itizal düşüncesini iyi kavramış bir şahsiyet yetişti. Daha sonraları bu zat Ehl-i hadis çizgisine yaklaşarak, mutezili anlayıştan uzaklaştı, bir farkla ki o, ehli hadisin usulüne istidlal (kanıt getirme) metodunu ekleyerek bu anlayışı kelamî bir ekol haline getirdi. Ebu’l Hasan Eşari geçmişte bilinen ehli hadisin aksine akli istidlalleri kullanmayı dinin usulünde uygun görerek bu doğrultuda Kur'an ve sünnetten faydalanmanın temellerini atmıştır. Ona ait olan meşhur eserin adı Risalet’un Fi İstihsan el Havz fi-İlmi’l Kelam’ dır. Ebu’l Hasan Eşari’ nin ortaya çıkışıyla ehli hadis iki gruba ayrıldı, bir kısmı Hanbeliler, başka bir deyişle, selefiler olarak akli delilleri ve istidlalleri dinin usulünde haram gören Ahmed bin Hanbel'in takipçileri, diğer kısım ise Eşariler diye bilinen kelam ilmini ve akli konuları dinin inanç boyutunda kullanmayı uygun gören Ebu’l Hasan Eşari’ nin takipçileri olarak bilinen kimselerdir. Aynı dönemde Semerkant’ta ehl-i sünnetin bir başka ekolü olan ve Maturidilik olarak bilinen kelam ekolü, nasların akıl ile bilinebileceğini ön gören anlayış ta oldukça dikkat çekici bir şekilde gelişiyordu. Ebu’l Hasan Eşari’ nin vefatından sonra (yaklaşık h.330) bu ekol de seçkin şahsiyetler yetiştirmiştir. Bunlardan 187 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a bazılarını şöylece sıralayabiliriz: Ebubekir Bakıllani Ebu İshak İsferayani, İmamu’l Harameyn Cuveynî (Gazalî’nin hocası) İmam-ı Gazalî (ö. h.505) ve Fahreddin’i Razi. Eşari ekolünün (mezhep) Gazalî döneminde önemli ölçüde değişime uğradığını söyleyebiliriz. Zira bu anlayış zamanla kelamî ekol olma özelliğini kaybederek İşraki, İrfani bir felsefeye dönüşmüştür. Aslında Gazalî anlayışın Eşari kelamı ile Platoncuların düşüncelerinde yer alan irfani akımın bir tür birleşimi olduğunu söylemek mümkündür.15 Gazali’nin akıl hakkındaki fikirleri, açıkçası bir filozoftan ziyade entelektüel seviyeden uzak bir din adamı seviyesindedir. Ona göre Akıl sadece şeriatın sınırlarında kalarak yani imanın gölgesinde hakikatleri idrak etme başarısına ulaşabilir. Bu doğrultuda onun salt akıl ve felsefe insan için hakikati idrak etme konusunda yetersiz olduğuna inandığını görmekteyiz. Hakikatin bilinmesi sadece şeriat ve mükaşefe yoluyla mümkündür. Akıl ancak şeriatın ve İrfan'ı keşiflerin gölgesinde insanın yol rehberi olabilir. Bundan dolayıdır ki Gazalî, “Tehafütü'l Felasife”, “Mekasidü’l Felasife”, “el Munkız Mine Dalal” adlı eserlerinde filozoflara şiddetle hücum etmiş ve onların felsefelerinden ziyade inançlarını eleştirerek bazılarını küfürle yaftalamıştır.16 Eşari kelamı Fahreddin Razi vesilesi ile felsefeye yaklaşmış, aklî ve istidlali konular daha belirgin hale gelmiştir. Daha sonra gelen Nasreddin Tusî’nin yazmış olduğu özellikle Tecrid’ul İtikad adlı eseriyle kelam ilmi felsefi mahiyete bürünmüştür. Bundan 15 Murtaza, Mutahhari, Mecmua-î Asar, Sadra Yayınları, Kum, 1380, s. 885. 16 Mutahhari, Aşinayı Ba Ulum-i İslami, c. 2, s. 26-30. Dr. Hamdi ONAY | 188 sonra yetişen Eşari ve mutezile kelamcıları bu büyük filozofkelamcının yolunu takip etmişlerdir.17 Bu coğrafya XII. Yüzyıl başlarından itibaren yoğunluklu olarak batıniliğin etkisiyle belirgin olarak ehl-i sünnet (Sünni) ve Şia (Şii) ayrışmasına yol açmıştır. Şia’nın, dini derinliğe sahip konuların masum imamlar ve onların başı Hz. Ali tarafından ortaya atılması düşüncesi, Şia ekolünde aklın çok öncelerden felsefî diyalektiğe olmasa da istidlali akıl olarak şekillenmesine sebep oldu. Zira Şia’nın önde gelen alimleri tarafından miras bırakılan ilmî eserler, Şiî âlimlerin inanç ve itikat konularında aklî ve istidlali delillere yönelmelerini sağlamıştır.18 Bunun yanında Ehlisünnet kelamcılarının ilk alimleri ister Eşariler ister Maturidiler ister mutezililer, ilmi yönden Şia ekolünün ilk imamı olarak kabul ettiği Hz. Ali'ye dayanmaktadır. Alim sahabelerden kalan eserlere vâkıf olan kimselerin bildikleri gibi bu eserlerden hiçbiri felsefî yöntemle yazılmadığı söylenemez. Sadece müminlerin emiri Hz. Ali’nin ilahiyatın derin felsefi konularında oldukça cazip beyanatları vardır. Sahabe ve onları takip eden tabiîlerin, ondan sonra gelen Araplarının felsefî düşünce ve fikir yapısı konusunda hiçbir pratikleri yoktu. Hicri II. yüzyıldan günümüze ulaşan İslam düşünürlerinin yazılı ve sözlü ifadelerinde felsefî mahiyette bir araştırmanın ve incelemenin olmadığı görülmektedir. Ancak Şii anlayış birazda tarafgir davranarak, Şia’nın önderlerinden olan birinci imam Hz. Ali ve sekizinci imamın 17 Mutahhari Mecmua-î Asar, c. 3, s. 65-101 ve c. 6, s. 883-887. 18 Allame Tabatabai bu konuda şöyle yazmaktadır: Mutezile akımının yayılması ile hicri II. yüzyılda kelam ilminin gelişmesi en yüksek seviyeye ulaştı. Şiî âlimleri, özellikle Ehlibeyt mektebinin öğrencileri bu akım içerisinde kelamcıların ön saflarında bulunmaktaydılar. 189 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a (Ali b. Musa Rıza) ifadelerinin felsefi mahiyet arz ettiğin ifade eder. Hatta biraz daha ileriye giderek, bu zengin felsefî hazineye sahip olan açıklamalarla seçkin öğrencilerini bu tür düşüncelere aşina bir şekilde yetiştirdiklerini öne sürmektedir. Şia ekolü islam toplumunda felsefî düşüncenin ortaya çıkışında etkili olduğu gibi bu düşüncenin gelişmesinde, aklî ilimlerin Müslüman toplumda yayılmasında da etkili rol oynamıştır. Bu yüzden her ne kadar İbni Rüşd'ün vefatıyla ehlisünnettin çoğunluğu felsefeden uzaklaşmış olsa da Şia toplulukları arasında felsefe ve akli ilimler var olmaya devam etmiştir. XII. Yüzyıldan sonra Şii anlayışın baskın olduğu coğrafyalarda NasreddinTusî, Şemseddin’i Türki, Mir Damat, hadi Sebzevari, Sadru’l-Müteellihin (Molla Sadra) gibi seçkin filozoflar ve birbiri ardına yetişerek, toplumda felsefenin öğreniminde ve felsefi metinlerin yazılışında çaba gösterdiler. Bütün ilimler özellikle İrfani felsefe Şii alimlerin yorgunluk bilmeyen çabalarıyla büyük derinliklere ulaştı. Ancak Şii anlayışın önde gelen alimleri, Felsefî ve aklî düşüncenin Şia’da ve Şia vesilesiyle diğer toplumlarda oluşmasında ve onları etkilemesinde en önemli etken Şia’nın imam ve önderlerinden kalan ilmî hazinelerdir, ifadelerini sık sık kullanmaktadırlar. Bu düşüncenin devamında Şia ekolünün kalıcı olması ve devam etmesini yine bu ilmî hazinelere bağlamaktadırlar.19 Bu yüzdendir ki Şia her zaman o kaynaklara saygı ve ihtiram gözüyle bakmıştır. Şia alimlerinin bu yaklaşımı 19Mutahhari, Aşinayı Ba Ulum-i İslami, c. 2, s. 28-30. Dr. Hamdi ONAY | 190 aslında akli düşünce ve felsefi nosyondan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Kendi ifadeleriyle söyleyecek olursak, konunun daha aşikâr olması için ehlibeytin bıraktığı ilmî eserleri zamanla yazılmış felsefe kitapları ile karşılaştırmak yeterli olacaktır. İster Ehli Beyt’in bıraktığı ilmi hazineler isterse Şia’nın imam ve önderlerinden kalan ilmî eserler, adına ne derse densin, bir fikrin, düşüncenin, öğretinin sorgulanmadan, eleştirilmeden kabul edip benimsenmesi bir dogmatik anlayış ve bir ön kabuldür. Oysa İslam Dinin doğuş ve gelişme sürecine baktığımızda, Batı’daki Kilise anlayışında olduğu gibi dogmatik bir düşünceye benzer bir anlayış yoktur. İslam dininde hiçbir tavsiye ya da yasaklama yoktur ki onun nedeni, hikmeti, amacı ve hedefi açıklanmış olmasın. Çünkü aklın aydınlığında hiçbir sır, gizem ve ön kabule yer yoktur. Burada bir konuya açıklık getirmek gerekir. Yukarıda yazılanlar ışığında Şia’nın zorlama bir yorumla başlangıcından itibaren İslam düşüncesinin gelişmesine taptığı muhtemel katkılardan söz edilmektedir. Mutezilenin akli ve felsefi ilimlerin İslam toplumunda yaygınlaşması ve derinleşmesi konusundaki çabalardan sonra Şii alimlerin rivayetlerindeki ifadeler devreye sokulmaktadır. Oysa İslam düşüncesi mutezile ile kelamdan felsefeye geçmiş, sonrasında peş peşe gelen Meşşaî filozoflar aracılığıyla Müslüman toplumlarda felsefi düşünce gelişmiş ve derinleşmiştir. Buradan mutezile alimlerinden fasılasız bir şekilde Şii alimleri ve onların görüşlerini zikrederek bütün bir İslam dünyasına şamil etmek, en hafifinden haksız bir Şii propagandası yapmaktır. 191 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Ayrıca hermetizm etkisiyle gelişen bu felsefeyle eş zamanlı olarak gelişen Osmanlı felsefi düşüncesinden bahis dahi açılmamaktadır. Osmanlılarda 1450-51'e kadar müspet ilimlerin merkezi bir konuma sahip olmadığı kabul edilmektedir. Ancak Fatih Sultan Mehmet (ö.l481)'in tahta çıkışıyla beraber akli ve felsefi ilimlerin Osmanlı Türklerinde bir ivme kazandığı görülmektedir.20 Sultan Fatih'in bizzat bilim, sanat ve felsefeye açık tutumunun etkisinin büyük rol oynadığı düşüncesindeyiz. Zira onun, yayınladığı ferman ile ülkesinde adeta felsefe yarışması yaptıracak kadar akli düşünceyi teşvik ettiği tarihsel bir gerçekliktir. Bizzat padişahın, Yunancadan Arapça’ ya çevrilen felsefi eserleri okuyarak bilginlerle tartışmış, özellikle Aristoteles Felsefesi ile fazlaca meşgul olmuştur. Osmanlı dönemi ile ilgili ilmi ve fikri hayati detaylı olarak araştıran eserlerin yeterli düzeye ulaştığında, Osmanlı Türk toplumunda yapılan akli ve felsefi eserler gün yüzüne çıkacaktır. Bütün bunları dikkate alarak İrfani felsefe diye bilinen İsfahan ekolü filozoflarının ağırlıklı olarak felsefe yapmaya çalıştıkları bu düşünceyi değerlendirmeye çalışalım. 20 Demirpolat, Osmanlılarda Felsefenin Serüveni, ss.105-118. Dr. Hamdi ONAY | 192 B-MOLLA SADRA DÜŞÜNCESİNDE AKIL VE DİN 1- Akıl ve Dinin Anlamı Molla Sadra’nın akıl ve din konusundaki düşünceleri diğer İslam filozoflarından farklılık arz eder; Batıniliğin yaygın olduğu coğrafya yetişmesine rağmen Şia ekolünün fikirlerine oldukça uzak görünmektedir. Sadra bu konuda ilk önce akıl ve dinin anlamları üzerinde durur. Ayrıca o, “Şerhu-Usulü Kâfi” adlı eserinde “aklımız Rahman'a ibadet ve cennet kazanma vesilesidir" rivayetine yer vererek “aklın” farklı manalarına işaret etmektedir. Farklı manalar içeren akıl kelimesini Molla Sadra, şu şekilde açıklamaktadır: 1. Şüphesiz hayvanla insanı birbirinden ayıran akıl gücüdür. Her ne kadar bu güç bütün insanlar da olsa da herkeste aynı seviyede değildir. Aksine insanlardaki bu güç, hayat içerisinde şiddet ve zaaf durumlarına maruz kalabilir. 2. Aklın açık (Bedihi), kesin, meşhur olan şeyleri bilme özelliği vardır ki bu durumda akılda şiddet ve zaaf oluşmaz yani eğer bir kimse apaçık ve meşhur olan şeylerin bazılarını biliyorsa hepsini biliyor demektir. 3. Aklın diğer bir anlamı insan nefsinde bir haletin pratik tecrübe yoluyla veya farklı eylemler ile zamanla oluşması anlamındadır. Bu yüzden halk arasında denenmiş, işi bilen usta kimselere akıllı denir. Bu kısımda da akılın şiddet ve zaafı vardır. 4. Yine her hangi bir konuyu çabuk kavramaya veya iyi anlamaya da akıl denir. Aynı şekilde yapılması veya terk edilmesi 193 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a gereken şeyleri çabuk idrak etmeye, her ne kadar bazen dünyevi veya nefsani meseleler olsa da halkın gözünde bu gibi tahlil ve analiz gücü yüksek insanlara akıllı denmektedir. Bu yüzden insanlar Muaviye'ye akıllı derlerdi ancak hakikat ehlinin bakışıyla öyle kimselere akıllı denmez. Akıllı o kimsedir ki ahiret âleminde gerçek maslahatını en iyi şekilde anlar, şehvetten şöhretten ve hileden uzak durur. Bizim "Akıl Rahmana ibadet ve cennet kazanma vesilesidir" rivayetimizden kastedilen de bu manadır. 5. Akıl, Molla Sadra’nın “Kitabu’n-Nefs” adlı eserinde dört mertebeye sahiptir. Bunlar: Bilkuvve akıl, Bilmeleke akl, Müstefad akıl, Bilfiil akıl. Sadra’nın ifade ettiği akıllar hiyerarşisi Kindi ile başlayan Meşşaî felsefede ortaya konan Farabi, İbn Sina, Gazali gibi filozofların da sıkça kullandığı bir isimlendirme şeklidir. 6- Nihayet akıl hem madde hem de misal âleminde, tek başına var olan, maddi özelliğe sahip olmayan manevi bir yeti anlamına gelmektedir. 21 Aslında aklın gerçek manasını ilk tanımda görmek mümkündür diğer tanımlar aklın ya gerekliliği (levazımı) ya da sonucudur. İmam Gazali, akılın dört mertebesini saydıktan sonra bu konuyu şöyle ifade eder: Akıl gücü, apaçık ve meşhur şeyleri bilmek, tecrübe yolu ile kazanılan ilim, insanın şehvetini kontrol etmek için karşılaştığı şeylerin sonucunu anlama kabiliyetidir. Gerek sözlükte gerek kullanımda Akıl kelimesinden anlaşılan şey, akıl gücüdür. Bu güç, garize şeklinde insanın içinde gizlidir, bazı 21 Molla Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, Mektebeti Mahmudiye Yayınları, Tahran,1391, s.18-20 Dr. Hamdi ONAY | 194 bilgilere akıl denmesinin sebebi “bir ağacın meyvesi ile tanınması” gibi insanın içinde gizli olan o gücün eserleri olmalarından kaynaklanır. Başka bir ifadeyle söylersek, sanki ilimler fıtri bir şekilde akıl gücünde gizli idiler ve bir etken sayesinde kendilerini gösterirler. Sanki bu ilimler dışarıdan kazanılmadı da o gücün kendisinde vardı ve sonradan ortaya çıktı. Yerin derinliklerinde bulunan su kaynaklarının kuyu kazmak ile ortaya çıkması veya bademdeki yağ, topraktaki meyve gibi…"22 Din konusuna gelince, din kelimesinden maksat elbette ki genel anlamda dinin sözlük veya terim manası değildir. Aslında dinden kastedilen şey semavî dinler özellikle İslam ve onun içeriğini oluşturan dini metinler yani Kur'an ve Sünnettir. İslamiyet’ten önce gelmiş ilahi dinlerin bozulmamış şeriatlarının elimizde bulunmamasını göz önünde bulundurursak onların akıl ile uyum içinde olup olmadıklarını anlamak bizim için mümkün olmayacaktır. Bu durumda konunun başlığında din dendiği zaman kast edilenin İslam dini olduğu aşikardır. Burada kısaca söylemek gerekirse din, "peygamberin getirdiği her şey" anlamındadır. Masum imamlardan bize gelen bilgiler göz önüne alındığında, o bilgilerin kaynağı da Resulullah’tır. Peygamber onları imamlara emanet bıraktı, yeri ve zamanı geldiğinde onlar bu bilgileri kullandılar ve insanlara ulaştırdılar. O sebeple imamlardan gelen 22 Gazalî, İhya, 1.c. s. 81-84. 195 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a bilgiler de "peygamberin getirdiği bilgilerin bir benzeri" mesabesinde görülmelidir.23 Bir üst paragrafta yazılanlar, günümüzde İran’da yaşayan çağdaş alimlerden M. Hüseyin, Tabatabai’nin görüşleridir. Şia’nın dini metinlere bakışını yansıtması bakımından güzel bir örnek olduğu için aktarmayı uygun bulduk. Bizim görüşümüz ise, Hz. Peygamber ne sahabeye ne de imam veya alimlere biç bir özel bilgi emanet etmemiştir. Kur’an ve peygamberin uygulamaları önce kendi toplumuna sonrada bütün insanlığa emanettir. Aklını doğru kullanan sağlam ve doğru bilgi ile hareket eden herkes bu emanete sahip olabilir. Allah kulları arasında bazılarını diğerlerine tercih etmez. Bu hayatta kim daha fazla çalışır, gayret eder, emek verirse, o bir adım öne geçer. Yeter ki her yaptığını iyi niyet ve samimi gayretle yapmış olsun. 2. Akıl ve Dinin Karşılıklı Konumları Sadru’l-Müteellihin24 (Mola Sadra) akıl ve dinin birbirleriyle olan ilişkileri hakkındaki görüşlerini birçok eserinde açık bir şekilde beyan etmiştir. Onların bir kısmına şu şekilde işaret edebiliriz: Sadru’l-Müteellihine göre akıl ve din bir taraftan birbirlerinin onaylayıcısı, diğer taraftan birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Asla gerçek din ve onun temelini oluşturan kitap ve sünnetin doğru 23 M. Hüseyin, Tabatabai, el-Mizan, İslami Yayınları, 1374, s. 38. 24 Sadru’l Müteellihin sıfatlaması, tam adı Sadreddin Muhammed Şirazi olan özellikle de Türkiye’deki entelektüel çevrelerde Molla Sadra adıyla maruf İranlı alim ve filozoftur. Biz de bu çalışmada yeri geldiğinde her üç unvanı da kullanacağız. Dr. Hamdi ONAY | 196 içerikleriyle akli ilkeler ve doğru çıkarsamalar arasında çelişki ya da bir uyumsuzluk yoktur. Molla Sadra bu konuyu şöyle temellendirmektedir. "insanların işiterek öğrendikleri Şer’i ve naklî kaynaklardan faydalanmaları akli kaynaklardan daha fazladır. Öyleyse nefsin mücerret olduğunu ispatlamak için şeri delillere yönelmeliyiz ki akıl ile dinin birbirleriyle olan uyumunu ispatlayabilelim. Hayatta karşımıza çıkan felsefî ve aklî konulardaki uygunluk durumu da böyledir. Doğru dini bilgi ve hikmetler, aynı şekilde doğru akli ilkeler ve bunlardan yapılan çıkarımlarla çelişkili ve uyumsuz olmaktan beridir, İslam'ın kitap ve sünnetine uymayan ve ona muhalif olan hiçbir felsefe yoktur.25 Sadra bu açık ve net cümlelerinde akıl ve dinin devam eden uygunluğu konusunda düşüncelerini ifade etmiş ve hiçbir dini öğretinin aklî ve yakinî kaidelere ters düşmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Demek ki uyumsuzluk görülen bazı yerlerde ya konunun aklî ve yakinî olduğundan şüphe edilmeli ya da kitap ve sünnetten anladığımız çıkarımı bir daha gözden geçirmeliyiz her ikisinde de düzelme olmazsa çelişki olduğu düşünülen hüküm ve kaideler bir daha gözden geçirilmelidir. Sadru’l-Müteellihin, yakîn ve marifet ehlini (doğru bilgi ve hikmet sahibi), akıl ve dinin beraberliği konusunda derinleşen ve bu alanda bütünüyle ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan kaçınarak her ikisinin etkisini ve ağırlığını koruyan kimseler olarak adlandırılmıştır. 25 Molla Sadra, Esfaru’l-Erba’a, İhya-u Turas Arabi Yayınları,1981, s. 17 vd. 197 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Sadra bu kimseleri şöyle tarif etmektedir: Bu kimseler bir kanıt ve İlahî delillere güvenmekle birlikte vahiy ve sünneti kendilerine rehber edinerek hidayet yolunun ilim ve yakîn sırlarına ulaşanlardır. Kendilerinde var olan basiret ile ilahi kitabın hikmetini ve inceliklerini idrak edebilmişlerdir. Kendi varlıklarının derinliklerinde dinin gerektirdiği şeylerle aklın gerekliliklerini öğrenmiş ve onlar arasında bütünlük ve beraberliğin hakikatine ulaşmışlardır. Bu vesileyle akıl ve din arasında ihtilaf, çelişki ve bir zıtlık olmadığını ve olamayacağını bilmektedirler. Onlar Zahir ehli olan Haşeviyye’26nin taklitçilikte ve delillerin zahirine uyumada ne kadar katı olduklarını bilirler. Bunun sebebi ise, onların akıllarında olan eksiklik ve zayıflıktan kaynaklanmaktadır. Bununla beraber mutezilenin ileri gelenleri felsefi bir diyalektikle aklın din karşısındaki rolüne aşırı paye vererek, dinin kesin emirlerine karşı çıkmışlardır.27 Onlar kendi iç 26 Zahir ehli şu demektir: Dini ilimlerde zahir-batın (açık-gizli) ayrımı vardır. Dini metinler veya ele alınan konu daha iyi ve daha doğru anlaşılsın diye çoğu zaman bu ayrım yapılmaktadır. Ancak bazı mezhepler yeterince ilmi derinliğe ulaşamadıklarında konunu her zaman ya zahirine ya da sadece batınına bağlı kalarak konunun doğru yorumlanmasına engel oluştururlar. Oysa bir konu veya metnin çözümlenmesi hem zahiri hem batını hem de bütün yöntemleri dikkate alarak yorumlamak gerekmektedir. Sadece literal okumak bazen çözüm için yeterli olmayabilir. 27 Daha önce kısmen ifade etmeye çalıştığımız gibi Mutezile ekolü Müslüman toplumda çok erken bir dönemde aklın mahiyeti, fonksiyonu işlev ve değerini fark eden ve bu doğrultuda bilime hayata ve hayatta gerçekleşen olaylara bakabilmeyi başarmış bir topluluktur. Yaşadıkları dönme itibariyle çağının çok ilerisinde bir anlayış sergilediklerinden dolayı başka bir ifade biçimiyle çağı aşan bir bilgi ve anlayışla akli ve felsefi derinliğe sahip olmalarından dolayı bu seviyenin gerisinde kalan mezhep ve gurupların hücumuma uğramıştır. Aslında çok fazla eleştirecek bir konu bulamadıklarından dönemin dini gurupları Mutezileyi “aşırı akılcı” yaftasıyla dini koruma adına bir tür akıl karşıtlığı yaparak kendilerini koruma altına almaya çalışmışlardır. Ancak sonraki dönemlerde İmam-ı Azam, İmam Maturidi, kadı Abdulcebbar gibi bilginler Müslüman toplumda akıl karşıtlığını kırmaya çalışmışlardır. Dr. Hamdi ONAY | 198 dünyalarındaki kötülüğü aşikâr etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Öyleyse akıl konusunda ister kendisini uzak tutan ister şeriat karşısında ona fazlasıyla değer veren kimselerin ihtiyattan uzak görüşlü kimseler olmadıklarını söyleyebiliriz. Çünkü inanç esaslarında orta yolu bulmak ve sağlam doğru yolda yürümek gerekir. Doğru yolu bulamayan, hayatın dengesini bozan her iki taraf da yanlış içerisindedirler ve doğru ve iyi niyetli kimseler tarafından sevilmezler. Bir kimse ona ulaşan rivayetleri olduğu gibi taklit eder ve o rivayetler üzerinde ilmî tartışmaları kabul etmezse nasıl doğruyu bulabilir? Dinin, peygamberin tebliğ ettiği ve onun sözü dışında Allah’tan başka bir dayanağı ve delilinin olmadığını bilmez mi? Akli deliller o sözleri tasdik eder ve doğru yola ulaşılacağını beyan eder. Sadece akla güvenen, onunla yetinen kimse de dinin kolaylığını ve güzelliklerini görmeden hareket ederken, İlahî hükümleri anlamada ve o hükümleri bulmada akıldan yardım isterken çaresizliğini görmek isterim? Acaba bu kişi bilmez mi ki akıl eğer dinin nuru ile hidayete ulaşamazsa onun hakikatlerinde olan nasibi önemsiz ve zayıf kalır. Çünkü onun manevra alanı çok dar ve sınırlıdır? Akıl ve din arasında birlik ve ülfet kuramayan kimse kesinlikle zarar ve ziyan içerisindedir. Dünyada sapkınlığın kucağına düşmüştür, ahirette de mutsuz olacaktır. Aklın örneği sağlam ve sağlıklı bir göz gibidir. Kur'an'ın örneği ışıklarını yansıtan güneş gibidir. Bu İkisinden birisini (Kur’an veya aklı) tercih eden diğerinden mahrum olan kimse sapıklıklar arasında çırpınmaya mahkûmdur. 199 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Akıldan yüz çeviren sadece vahiyle yetinmeye çalışan kimse güneşin ışıklarına gözlerini kapatan kimseye benzer, bu durumda gören ile kör arasında hiçbir fark yoktur. Akıl ile vahiy “Nur üzerine Nurdur.” Din ile aklın birleşmesi ile kazanılacak başarı sadece bir grubun değil bütün insanlığın nasibi olacaktır. Çünkü sadece ilim ve Hikmet'in nurun nübüvvetin kaynağından alanlar, doğru yaşamayı başarabilenlerdir.28 Sadru’l-Müteellihin’ in Usulü kâfi kitabına yazdığı şerhte akıl ve dinin konumunu ve önemini anlatan şu rivayeti getirerek önemli açıklamalarda bulunmuştur. " Bir kimse benim karşıma iyi bir sıfatla gelirse diğer güzel sıfatları aramadan kabul ederim, ama akıldan ve dinden yoksun bir şekilde gelirse asla kabul etmem, zira dinden yoksun olmak hayatta emniyetten ve güvenden yoksun olmak demektir ve korku ile yaşanan bir hayat tatlı değildir. Akıldan yoksun olmak hayattan yoksun olmak gibidir. O şahıs Ölülere denktir" Sadra bu rivayetin şerhinin bir kısmında şöyle söylemektedir: "Akıl aslında diğer âlemdeki hayat konumundadır yani akılın diğer özelliklerin yanındaki durumu kalbin bedendeki diğer azalara karşı olan durumu gibidir. Dinin konumu ise o bedenin güvende olmasına ve sağlığına denktir ahirette akıldan yoksun olan kimse bu dünyada ölü kimse gibidir. Bu durumda hiçbir güzel özelliğin ona faydası olmayacaktır. Bedendeki azaların ölü bir insana fayda vermediği gibi hayatsız camit varlıklar gibi ölülere denk olacaktır. 28 Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 438. Dr. Hamdi ONAY | 200 Dini terk eden bir kimse ise akıl sahibi olsa bile yaşayan ama bütün uzuvları kesilmiş bir insan gibidir. Öyle bir şahıs her ne kadar yaşasa bile tatlı ve güzel bir hayata sahip değildir, her zaman acı, çile ve zorluklarla iç içedir. Bir insanın, bu dünyada hayatta ve sağlıklı olması durumunda eksiklerini tamamlama ve sahip olmak istedikleri şeyleri tedarik etme ihtimali olduğu gibi aynı şekilde ahirette akıl ve dine sahip olan bir kimse güzel bir sıfatla Allah'ın huzuruna çıkarsa Allah günahlarını affeder. Hatalarını affeder ve eksik olan bütün güzel sıfatları görmezlikten gelir ve onu ateşe ve azaba sokmaz. Sonuç olarak imamın bu rivayette ki maksadı akıl ve din ile birlikte güzel bir sıfat sahibi olmak insanı azaptan koruduğu gibi bütün günahlarının da affı olmasına sebep olacaktır.29 Şiraz’lı filozofun akıl ve din ilişkisi hakkındaki görüşü onların iki ilahî işaret ve kanıt olmaları doğrultusundadır. Birincisi zahirî (açık, görüne) işaret diğeri batınî delildir. Bunların her ikisi de bir doğrultuda görev üstlenmiş, aynı hedef kilitlenmiş ve aynı amaca hizmet etmektedir. O İmam Cafer Sadık’tan gelen şu rivayeti aktarır ve açıklar. "Allah'ın kullarına hücceti peygamber, kullar ile Allah arasındaki hüccet ise akıldır" Burada imam Sadık'ın "Allah'ın kullarına hicretinden" maksadı zahiri (görünen) delildir, bu delil bireysel akılların gerekli kemal seviyesine ulaşmasını sağlamak amacıyla Allah’u Teala tarafından gönderilmiştir. Bu görünen delil, Allah’u Teâla tarafından apaçık delilerle birlikte gönderilen peygamberden başkası değildir. 29 Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 117. 201 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a İmam Cafer’in kul ile Allah arasındaki delilden kastı ise görünmeyen, gizli delildir. Zira peygamberler ve mümkün olduğu kadar kitaplar insanlara gönderildikten sonra insanlar ile Allah arasında gizli delil olacak akıldan başka bir hüccet kalmadı. Sonuç olarak hüccet iki tanedir, iç hüccet ve dış hüccet: İnsanlar ya akıl ve basiret sahibidirler ya da göremeyen örtüler arkasındadırlar. Göremeyen örtüler arkasında olanlar için delil dış hüccettir. Zira kör bir kimsenin yolunu bulması için dışarıdan takip edeceği bir yol göstericiye ihtiyacı vardır ama basiret ehlinin yol aydınlığı dış hüccetten yararlanmanın yanında içlerinde bulunan nurdan da faydalanırlar. Bu kimseler basiret nurları ile Allah'ın yolunu akıllarıyla bulurlar. İşte o takip ettikleri yol nübüvvetin onurlandırdığı, kitaplar ve sünnetin aydınlattığı yoldur. Bu yüzdendir ki bu yolu kat etmede attıkları adımda onlara birisinin yol göstermesine ihtiyaç duymazlar, aksine Allah'ın onlara olan hücceti ve yol göstermesi, akıllarındaki basiret ve hidayettir.30 Bilinmelidir ki batınında yani kalbinde Haktan ve hakikatten yana nur ve hüccet müşahede edenlerin sayısı çok azdır. Bu kimselerin toplum içindeki durumu, taşların arasında kırmızı yakut örneği gibidir. Ne güzel söylemişler; hazreti Hak her talep edenin kısmeti olmaktan daha yücedir zira O’nun marifetine sadece çok nadir insanlar ulaşabilirler. Öyleyse yaratılmışlar arasında çok azını saymazsak diğerlerinin görünen bir kılavuza ihtiyacı vardır bu da bizzat Allah tarafından gönderilen peygamberdir.31 30 Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 112-113. 31 Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 115 vd. Dr. Hamdi ONAY | 202 Sadra’ya göre, akıl eğer İlahî nur ile desteklenirse insan, dinin tavsiye ettiği bütün emirleri anlama kabiliyetine sahip olur. Yani doğru yolu tanıyıp kendisini sapıklıktan ve zulmetten kurtarabilir ve belirlenen hedefe ulaşabilir. O bu derin manalı rivayet hakkında buyuruyor ki "insanın temeli ve mayası akıldır. Zihin, anlama kabiliyeti, ezber ve ilim akıldan kaynaklanmaktadır. İnsan aklı sebebiyle kemale ulaşır, (bu bağlamda) insana yol gösteren, önünü görmesini sağlayan ve işlerini yoluna koyan şey akıldır. Bu durumda eğer insanın aklı İlahî nur ile desteklenirse sonuç olarak o insan, bilgi sahibi, öğrendiğini ezberleyen, geçmişteki öğrendiğini hatırlayan, anlayan ve zeki biri olur. Yani akıl yoluyla her şeyin nasıl, niçin ve nerede yapılacağını anlar ve bilir..." Sadra bu konuda şöyle devam eder: Caferi Sadık, ilk önce insanın temelinin ve özünün (insanın bütün hal, sıfat ve yetkinliklerinin kaynağının) akıl olduğunu söyler. Akılın özellikleri ve emarelerini de şöyle açıklar: akıl, insanın tamamlayıcısı ve onun zarar ve karının ölçüsü olarak belirlenmiştir. Akıl insanı varlığın hakikatini tanımada gerekli yetkinliğe ulaştıran ve bununla birlikte ilim ve rahmet kapılarını açmak için gerekli olan anahtardır. Bu özellikler sadece nur ile desteklenen akıl içindir. Belli ki bu nur, madde ve zulmet alemine ait olan değil Melekut âlemine ait olan nurdur. İlim basiretinin nuru ile desteklenen nur ise insanın İlahî hidayet yolunda huzura kavuştuğu, cehennemin şiddetli azabından kurtulma gücüne kavuştuğu ve bununla birlikte Onu Allah’ın rahmet ve rızasından koparacak, gazap ve ateşine düşürecek her şeyden uzak tutan şeydir. İnsan, bu akıl vesilesi ile 203 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a ahiret yolunu nasıl kat edeceğini bilir ve yine akıl vesilesi ile ahiret yolculuğunun hedefi olan eksiklikten kemale, değersizlikten değere, mutsuzluktan mutluluğa ve karanlıklardan aydınlığa doğru yol almayı arzu eder. Aklın insana kazandırdığı diğer bir özellik ahirette insanı kurtaracak doğru yolu tanımak ve o yolun menzillerini bilmektir. İlahî nur ile desteklenen akıllı insan bu kazançları gördükten sonra kalbinde hissettiği bütün riya ve farklı amaçlardan uzaklaşıp Allah’ın birliğinde temizlenme mecburiyeti hisseder. Kendi içinde ve dış dünyadaki eylem ve niyetlerinde kulluk ve itaate yönelerek batın, zahir, nefs, kalp ve beden aracılığı ile ibadet eden ve dinine hizmet eden kimselerin arasında yer alarak yaratanın hakkını tanır. Bununla birlikte kulluk ve marifet denizine dalar, yani sadece O’nu arar ve O’ndan başkasından yüz çevirir. Bu amelleri yapıp bunların devamlılığında sabrederse Allaha kulluk yolunda yaptığı eksiklikler ve hataları tövbe, tevazu ile İlahî makama karşı telafi edebilir. Ölüm ve kıyamet geldiği zaman Allah’ın huzuruna kalbi selim, doğru kalp ve huşu içindeki nefs ile çıkabilir. İnsan ancak bu şekilde belalara sabırlı ve nimetlere şükredenlerden sayılabilir. Allah’ın vadettiği sınırsız nimetler, daimî mutluluk, cennette ebedi hayat ve sınırsız rahmet, rahatlık ve sevinçlerin hepsi Allah’ı tanıyan, aşkla bağlanan ve O’nun vadettiği şeylere sahip olmak isteyen kimseler içindir. Onlar bu makama ulaştıktan sonra bulunduğu bu cihanın hakikatini anlayacak ve o yüce makamdan hangi sebeplerden dolayı bu değersiz seviyeye düştüğünün farkına varacaktır. Bununla birlikte hangi âlemden bu âleme geldiğini ve Dr. Hamdi ONAY | 204 bu âlemden sonra hangi âleme gideceğini bilecektir... Bütün bunları tanımak akıl vesilesiyle mümkündür. Öyle bir akıl ki ilim ve basiret nuru ile nurlanmış ve aydınlanmıştır. Zira bu nur vesilesi ile zatı eksiklik ve yetersizliklerden kurtularak Allaha doğru iman ve kulluk adımları ile yürüyecektir. İlim ve akıl kanatları ile Allaha yaklaşacak ve ilahi müşahedeye doğru kanat çırpacaktır.32 Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Sadra’ya göre hidayete ermiş bir akıl, insanı dinin belirlediği bütün hedefleri tanımasına vesile olur ve bu hidayet yolu dinin vadettiği bütün mutlulukları ona kazandırabilir. Doğal olarak bu açıklamalar Sadra’nın din ve akıl birliği konusundaki görüşlerini açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır Sadra’dan yorumlayarak naklettiğimiz bu açıklamalar sanırım onun akıl ve din birliği konusundaki görüşlerini anlamada yeterli olacaktır. Burada ele alınacak problem şu olacaktır: Molla Sadra’nın bu açıklamalarından öncelikli olarak kastettiği temel şeyin ne olduğudur. Acaba Sadra, dini öğretilerin akılla çatışmadığını mı ispatlamaya çalışıyor, daha açık bir ifadeyle, dini öğretiler akli hükümlerle çelişki, uyumsuzluk ve karşıtlık içerisinde değildir mi demek istemektedir? Sadra’nın iddia ettiği ve peşinde olduğu şey, daha geniş alanda dinî öğretilerin tümünün akla uygun olduğunu ve aklî kanıtlama yoluyla ispatlanabileceğini mi savunmaktadır? Aslında dini öğretilerin akla uyumlu olduğu iddiasından her iki anlamı da çıkarmak mümkündür. İlk anlam olarak dinî öğretilerin 32 Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 113 vd. 205 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a aklı kabul edip etmediği dikkate alınmadan akıl ve din arasında çelişkinin olmadığı, diğer anlamı ise; dinî öğretiler ile aklın hükümleri arasında tam bir uyum olduğu, dinin söylediği şeyleri aklın ve aklın söylediği şeyleri de dinin kabul ettiği anlamıdır. Başka bir deyişle dinî öğretiler her zaman aklı kabul eder ve hiçbir zaman aklı reddedip onunla çelişkiye düşmez. Çünkü o bazı açıklamalarında dinin metinlerini oluşturan kitap ve sünnet hükümlerinin akılın bize öğrettiği kesin ve şüphe götürmez ilkelerle ters olamayacağı ve bütün dini hükümlerin akıl ile mutabık olduğunu ifade etmektedir. Sadra’nın eserlerinde yaptığı açıklamaların tümünü dikkate aldığımızda onun akıl ve din uyumluluğundan kastettiği şeyin dinî öğretilerdeki kesin hükümler ile aklın çıkarsama yoluyla ortaya koyduğu hükümler arasında çelişkinin olmadığını ispatlama peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu açıklama tarzı dinin zahirî (literal) emirlerinden anlaşılan her şeyin akılla uyumlu ve beraberlik içerisinde olduğu anlamına gelmez. Zira dinin zahirî hükümlerinden bazılarını aklın kesin hükümleri ile uyuşmaması da mümkün olabilir. Fakat dinde açıklanan zahirî ifade (ibare) ve kelimelere bağlı kalma konusunda ısrarcı olunmaz da daha derin bir bakış ile Allah'ın iradesinin gerçekliğini bulmaya çaba gösterirsek bu durumda Akıl ile dinin hükümleri arasındaki çelişkinin ve uyuşmazlığın ortadan kalktığı görülecektir. Diğer taraftan dinin kesin öğretilerinin aklın bazı hükümleri ile uyuşmadığını görüldüğünde daha derin bir inceleme ile baktığımızda aklın hükümleri sandığımız şeylerin ya zannî Dr. Hamdi ONAY | 206 olduklarını ya da Aklın hükümleri olmadıklarını, başkalarından taklit alarak hakikat zannettiğimiz şeyler olduklarını anlaşılacaktır. Sadra’nın açıklamalarından anlaşılan konulardan biriside akıl ve dinin birbirlerini tamamlayan ve birbirilerine muhtaç olan iki ayrı unsur olmalarıdır. Ne din akıl olmadan hedefine tam olarak ulaşabilir nede akıl din olmadan beşeriyetin huzur ve sükûn içerisinde idare edebilir. Sadra bu konuyu bir metaforla açıklamaya çalışır. Filozof aklı gören göze ve dini de varlıkların görülmesini sağlayan güneş ışığına benzetmektedir. Her insan görmek için hem iyi gören bir göze hem de parlayan güneş ışığına ihtiyaç duyar. Zira sağlam olsa da bir göz ışıksız hiçbir şeyi göremez, göz de görmez ise nesneleri gösteren ışıkta bir işe yaramaz. Başka bir metaforda Sadra aklı hayata dini ise emniyete ve güvene benzetmektedir. Çünkü insan ne hayattan vazgeçebilir nede emniyet ve güvenden. Zira hayattan vazgeçmek ölmek demektir, buna buna mukabil emniyetsiz ve güvensiz bir hayat da insan için tercih edilen ve huzur verici bir hayat değildir. Bu metaforik anlatımlardan akıl ve dinin birbirini tamamlayan iki anlama sahip olduğu çıkarılabilir. İlk olarak insan hakikati keşfetme yolunda bu ikisinden birisi ile iktifa edemez. Çünkü akıl, dinin İlahî öğretileri olmadan hakikati keşfedemez. Bu yüzden dinin açıklamaları aklın birçok hakikati keşfetmesine yardımcı olmaktadır. Molla Sadra bu konuyu şöyle bir örnekle açıklamaktadır: her ne kadar dünya hayatının sonunda bir hesaplaşma günü ile karşılaşılacağı düşüncesi birtakım akli deliller ve felsefî yollarla ispatlanabilmiş olsa da eğer din bu konuya aydınlık getirmeseydi 207 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a akıl asla bu sonuca varamazdı. Diğer taraftan dinin açıklamaları ve bununla kastedilen, gerçek iradenin anlaşılması da aklî dayanaklar dışında mümkün değildir. Diğer bir manada şudur ki hiç kimse ebedî saadet kurtuluş yolunda bu ikisinden (akıl ve din) birisiyle yetinemez. Zira her biri, saadet yolunda gerekli olan ihtiyaçların bir kısmını gidermektedir. Akıl, insanın hayatını düzenleyen düşünce yapısını oluşturur, aksi halde onsuz, insan hayatının canlılardan hiçbir farkı olmayacaktır. Çünkü din, insan hayatının güvenliğini, huzurunu ve rahatlığını sağlamaktadır. Yani dinsiz bir hayat huzur verici sevilen bir hayat olmayacaktır. Başka bir deyişle din insan hayatındaki zorlukları ve sıkıntıları azaltarak hayatın daha anlamlı ve güzel geçmesini sağlar. Bununla birlikte daha yeni güzelliklere doğru insanları yönlendirir. Sonuç itibariyle, Sadra’nın bu açıklamalarından akıl ve din hakkında şu sonuçlara ulaştığını söyleyebiliriz. a) Dinin öğretileri akıl ile uyumludur ne akla zıt ne de akıl ile çelişki içerisindedir b) Akıl ve din birbirlerinin tamamlayıcısı tekmil edicisi konumundadır. 3. Din Felsefesi Sadru’l Müteellihin, bazı eserlerinde şeriatı (kanun) beşerî toplumun düzeni, toplumsal adaletin oluşması ve insanların düzenli ve kurallı yaşamaları için gönderilmiş ilahi kanunlar olarak adlandırılmaktadır. Molla Sadra’ya göre, insanların asla yalnız yaşayamayacakları görüşündedir. Bu yüzden insanlar, ihtiyaçlarını karşılamak için toplumsal hayata ve toplumsal hayatın devam Dr. Hamdi ONAY | 208 etmesi için de kanunlara ihtiyaç duyarlar. İnsanları doğru yola iletecek yasalar ise şeri kanunlardır. İnsan kendi varlığı ve bekası konusunda kendi kendine yeterli değildir. Çünkü insan dendiğinde sadece bir bireyle sınırlı değildir. Bu yüzdendir ki; dünyada medeniyet, yardımlaşma ve toplumsal düzen oluşturulmadan insanın bireysel olarak tek başına yaşaması mümkün değildir. Bu toplumsal hayatta farklı milletler ve çeşitli medeniyetler ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz bu milletlerde meydana gelecek alışverişler, evlilikler ve hatta işlenecek suçlarda bütün insanların adaleti icra etmek için müracaat edecekleri bir kanun düzenine ihtiyaç duyulur. Böyle olmasaydı insanların birbirine galip gelmek için savaş ve çatışma sonucunda düzensizlik ve bozgunculuk ortaya çıkardı. İnsan neslinin akamete uğramasına sebep olacak kargaşa ve terör olayları baş gösterir. İşte bunu engelleyen düzenin temel ilkeleri şeri yasalardır. Nitekim günümüz dünyasında bazı ülkelerde bu yasaların yetersizliği sebebiyle ve ülkelerarası ilişkilerde ise yasaların işletilememesi sebebiyle kargaşa ve terör olayları yaşanmaktadır. Bu sebeple insanlar, dünya hayatında düzenli ve huzurlu bir yaşam sürmeleri için bir kanun koyucuya, yol göstericiye ihtiyaç duyarlar. Bunun yanında onlara ahirette ebedi mutluluğu hatırlatacak ve Allah'a giden bu yolda yardımcı olacak kimseye ihtiyaç duyarlar.33 Molla Sadra’nın şeriat hakkındaki görüşlerini şu şekilde açıklayabiliriz: Şeriat, toplumun düzene girmesi, bireyler 33 Molla Sadra, eş-Şevahid-i Rububiyye, Merkezi İntişaratı Danışgahi Yayınları,1360, s. 359-360. 209 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a arasındaki ilişkilerin iyileşmesi, toplumda adaletin sağlanması ve insanları ahirete hazırlanmak için gönderilmiş ilahî öğreti ve kanunlardır. Sadra’ya göre, şeriat kanunlarını belirleyen kimse, toplumun ihtiyaç duyduğu bütün kanun ve kaideleri beşeriyete sunmak zorundadır. O, açıkça İlahî şeriatla gelmiş olan ibadet, alışveriş, takas, evlilik, boşanma, nafaka, nikah, mahremiyet, miras, sadaka vb. gibi hükümlerin toplumsal açıdan gerekli olduğunu açıkça ifade etmektedir. a. Dini öğretide akıl ve dinin birbirlerine karşı konumları Molla Sadra’nın ele aldığı konular arasında akıl ve felsefenin esasları ile çeliştiği zannedilen, akılla açıklanamayan bazı dinî hüküm ve öğretileri örneklerle değerlendirerek akıl ve dinin birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır. Konunun önemine binaen ve bu kitabın hedefleri bağlamında işaret akıl ve din ilişkisinden dolayı onların bazılarına işaret edeceğiz. aa. Tanrı, Evren ve İnsan İlişkisi Bir taraftan felsefî ve bilimsel ölçütler, diğer taraftan dinin kesin hükümleri esas alınarak akıl ve din arasında çelişki ve uyumsuzluk olduğunu iddia eden, buna Allah'ın varlık âlemi ile olan irtibatı ve ilişkisini örnek veren kimseler olduğunu öne sürer. Sadru’l Müteellihin, kendine has felsefî görüşleri doğrultusunda uyumsuzluk ve çelişki düşüncesini gidermeye çalışmaktadır. Dr. Hamdi ONAY | 210 Felsefede konu edilen problemlerden biri de Allah'ın ilk sebep oluşu, âlemdeki bütün varlığın, varlığa çıkış sebebinin kaynağı oluşudur. Bu sebeple O, akıl âlemini, misal âlemini ve madde ile tabiat âlemini yaratmıştır. Tabiat âleminde de maddi sebep ve etkenler vesilesi ile farklı oluşumlar meydana gelmektedir. Bu âlemde her oluşum, belirli sebeplerin bir sonucudur. Bu âlemde asıl rol oynayan, boyuna ve enine dizilmiş, teselsülü geçersiz sayan sebepler dizisidir. Bu da varlıkların kaynağı olan ilk yaratıcıyı kabul etmekle mümkündür. Zira Allahu Teâla, bütün varlıklara mahiyetlere varlık verendir ki onlar da verilen bu varoluşu kabul ederler. Bu bakış açısıyla her ne kadar Allah'ı bütün varlıkların oluşum kaynağı olarak görsek te O’nun bu varoluştaki rolü, silsile yoluyla sebepler vasıtası ile var ederek etkisini uzaktan göstermektedir. Yani onu varoluşta mübaşir ve yakın etken olarak görmek yanlıştır. Öyleyse bütün varlıklar bir veya birkaç vasıta ile varlıklarını Allah'tan almaktadırlar. Ama ortada görünenler yakın ve vasıtasız sebeplerdir. Örneğin, tabiat âlemi misal alemine, misal âlemi akıl alemine bağlıdır, yani rüzgârın çıkıp yağmurun yağması ve bitkilerin yeşermesi maddi ve tabiî etkenlerden oluşmaktadır ve diğer oluşumların durumu da böyledir. Bundan öte, Allah'ın bütün oluşumlara olan ilmî, doğrudan ve vasıtasızdır. Yani kendi yarattığı varlıklara ve eserlerine ister birinci dereceden vasıtasız ve isterse ikinci dereceden vasıtalı olsun direkt ilim sahibidir. Felsefede bilinen ve kabul edilen kanunlardan birisi "sebeb olan ilim, sonucu olan ilimi getirir" bu yüzden Allahu 211 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Teala’nın bütün sebeplere karşı ilim sahibi olması, o sebeplerin sonuçlarına karşıda da ilim sahibi olması demektir. Ancak vahiy ve sünnet gibi dini metinlerden anlaşıldığı kadarıyla durum bundan farklıdır. Çünkü bu kaynaklarda açık ve net bir şekilde Allah'ın âlemde bulunan varlıklar karşısında doğrudan ve vasıtasız fail olduğu beyan edilmektedir. Bununla birlikte bütün varlıkları kapsayan ve onların var oluşlarının devamını sağlayan, her an onlarla birlikte olan ve onlara hâkim olan kimse olarak tanıtılmıştır. Bütün Âlemin varoluşunda direkt rol oynayan odur. Her şey onun doğrudan kontrolünde gerçekleşmektedir. Yağmuru ve rüzgârı gönderen odur, fırtınayı şimşeği oluşturan odur, bitkiyi yeşerten meyveyi olgunlaştıran odur. Âlemde gerçekleşen bütün olaylar onun Cemal ve Celalinin nuru, zatının bir tecellisidir. Var olan bütün şeyler onun fiil ve eserleridir. Bütün varlıklar onun karşısında fakirdir. Hiçbir varlığın kendisinden bağımsızlığı ve özgürlüğü yoktur. Görülen her şey onun Cemal aynasının bir nişanesi ve celal sıfatının bir tezahürüdür. Başka bir tabirle âlem onun tecellisi ve cilvesidir. Hangi tarafa dönersen ona doğru dönmüşsün demektir. O, her şeyden vasıtasız bir şekilde haberdardır o her şeye yakındır ve hiçbir şeyden ayrı değildir. Sebebi oluşturan odur sebepleri ortadan kaldıran da olur. Âlemde var olan bütün etkenler ve sebepler bu özelliklerini anbean ondan almaktadırlar, daha da ötesi bütün varlıklar onun devam eden Feyzi olarak her an varlıklarını ondan almaktadırlar. Bu yüzden O, bütün kalpleri, niyetleri, hedefleri, amelleri ve fiilleri vasıtasız olarak bilen, onlara hâkim olandır. Hatta varlıkları kendilerinden daha iyi bilir ve onların iç Dr. Hamdi ONAY | 212 dünyasından haberdardır. O, varlıklara o kadar yakındır ki kalplerinden ve zihinlerinden geçen sözleri bile bilir.34 Mutahhari, insan ve Allah arasındaki irtibatı incelerken bu konuda Kur’an ayetleri ile filozofların öğretileri arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır: Kur'an-ı Kerim, Allah arasındaki irtibatı güzel şekilde açıklamaktadır. Kur'an'ın Allah'ı, filozofların Allah'ı gibi insanlara yabancı katı ve ruhsuz değildir. Kur'an'ın Allah'ı insana can damarından daha yakındır. İnsanla alışverişi olan, karşılıklı birbirlerinden razı olan, onu kendisine çeken onun kalbinin huzuru olan kimsedir. "Gerçekten de sadece Allah'ın zikriyle kalpler mutmain olur". İnsanlar onunla ülfet ve samimiyet içerisindedirler. O, bütün varlıkların [kendisine] ulaşmak için çaba gösterdiği, O’na yöneldiği kimsedir. Bütün varlıklar iç dünyalarında onunla sırdaştırlar, onlar şükreder ve onu zikrederler. Oysa filozoflar O’nu her şeyin hareket ettiricisi veya Vacibu’l-Vücut olarak tanırlar. O, [filozoflara göre] sadece insanları yaratan ve dünyaya gönderen, ama onlara yabancı kimsedir. Ama Kur'an'ın Allah'ı istenilen, yürek bağlanan ve onları fedakârlığa hazırlayan kimsedir. Bazen insanın gece uykusunu bazen de gündüz huzurunu alır. Bu yüzdendir ki insan için; bir amaç ve eşsiz değer taşıyan mukaddes varlık haline gelir.35 Sadru’l Müteellihin, kendine has olan ölçü ve esaslar çerçevesinde akıl ve dinin birbirlerine olan uyumunu ispat etmeye çalışmış ve bu konuda oldukça başarılı olmuştur diyebiliriz. 34 Kur’an-ı Kerim, Fatır, 15; Bakara, 22, 115, 186; Kaf, 16; Enam, 103; Hicr, 21- 22; Hadid,4; Mücadele, 7; Taha, 50; Nebee,6-7; Nahl, 15. 35 Mutahhari, Mecmuayi Asar, 2.c, s. 222 213 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Sadra’nın konuyu bu şekilde ele alış tarzı kendine ait olan “Hikmet-i Mütealiye” adlı eserine temel olmakla kalmamış, kendinsen sonra gelen filozofların önemli ölçüde dikkatlerini çekmeyi başarmıştır. Molla Sadra, felsefede varlık konusuyla ilgili olarak, vücudun asilliği, mertebeleri ve aşamaları, hakikatin birliği konularında, varlıkların zatî eksiklik ve ihtiyaçlarını ortaya koyarak sebep sonuç ilişkisi bağlamında birtakım betimlemeler yapmaya çalışır. Bu konuda bazı tespitler yaparak, insanların ilahi marifeti anlayınca hikmet kapıları insanların yüzüne güleceğini ifade etmektedir. Şöyle ki Allah'ın tabiat ve insanla olan ilişkisini Kur'an ve sünnette işaret edildiği şekliyle insanlara anlatmaya çalışır. Sadra’nın ifadesiyle Hikmet-i Mütealiye felsefesinin esasları arasında, sonucun sebebe olan bağlılığı bize bu konuyu daha belirgin bir şekilde açıklamaktadır ki sonucun sebebe olan kesintisiz irtibatı ve ihtiyacı o sonucun asıl hüviyetini ve varlığını oluşturmaktadır. Yani bir şey farklı açılardan hem varlıktır hem var olandır hem de varoluştur. Aynı şekilde hem irtibat kurandır hem irtibat kurulandır hem de bizzat bu irtibatın kendisidir. Bu açıklamaya göre malulün hakikati, malulün illete olan ihtiyacı ve ihtiyacın bizatihi kendisi farklı şeyler değildir. Bunların hepsi bir bütündür, sebebe bağlılık var olanın Hüviyetini ve kimliğini oluşturur. Bu durumda bizim âleme olan bakışımızı birbirine bağlı bir hakikat veya aralıksız bir çizgi gibi görmeliyiz. Varlıklar arasındaki farkı varlığın güç veya zaaf, kemal veya eksiklik olarak bilmeliyiz. Bu görüşe Hikmet-i Mütealiye düşüncesinde zatî ya da vücudî fakirlik ve ihtiyaç adı verilmektedir. Dr. Hamdi ONAY | 214 Bu açıklamalar doğrultusunda varlığın birliği ve yaratılıştaki birlik (tevhit) inancı daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Zira her ne kadar sebebin sonucu karşısında birtakım bağımsızlığı olsa da bütün sebepler ve sonuçlar Allah’u Teâla karşısında fakirliğin bağlılığın ve ihtiyacın ta kendileridir. Hiçbirisinin Allah karşısında bağımsızlığı yoktur. Bu yüzdendir ki gerçek yaratıcı ve bağımsız var edici Allah’tır. Bunun manası bütün varlıkların hangi seviyede olurlarsa olsunlar bütün durum ve zamanlarda Allah'a muhtaç olmaları demektir. Yani varlık seviyesi ne olursa olsun hiçbir varlık ondan bağımsız bir şey yapamaz. Bu konu Şirazlı filozofun açıklayıcı düşünceleriyle İslam felsefesinin önemli bir kazanımı olarak felsefe dünyasına kazandırılmıştır.36 Molla Sadra’nın bu konudaki reformist fikirleriyle insan, evren ve Allah arasındaki irtibatı anlatan dini metinlerin ortaya koyduğu delillerin anlamlarını daha iyi idrak edilebilir. Bu sebeple onları felsefi olarak ta daha kolay ve doğru temellendirebiliriz. Özellikle onun yenilikçi düşüncelerini diğer alanlarda da örneğin Allah'ın varlık âlemindeki oluşumlara olan ilmi, varlık âleminin teşkiki aşamaları, varlıkların birbirleri ile olan hakiki birliktelikleri vb. konular hakkındaki görüşleri de eklenirse daha aydınlatıcı ve açıklatıcı sonuçlara varılabilir. Burada belki şu duruma daha fazla dikkat kesilmek gerekir. Din dili seçkin bir dildir. Bu sebeple din dilinin özellikleri ve inceliklerine yeterince vakıf olmak gerekir. Bütün felsefe ekolleri düşüncelerini ifade ederken, bu dile hakimiyetleri oranında 36 Mutahhari, Mecmuayı Asar, 6.c., s. 667-669. 215 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a fikirlerini doğru ifade edebilirler. Bu konuda da Molla Sadra’nın yeterince mütebahhir olduğunu söylemek gerekir. ab. Allah'ın Ezeli İlmi Semavi dinlerin özellikle İslam'ın öğretilerinde merkezi konulardan birisi Allah'ın bütün varlıklardan haberdar oluşudur. Bu sebepten dolayı hiçbir şey Allah'ın ilmi ve bilgisi dışında değildir. Dinî metinlerimiz her fırsatta Allah'ın Âlim sıfatına vurguda bulunmaktadır. Bu inancın etkisi düşünce ve eylem alanında açıklama yapmaya gerek duyulmayacak kadar açıktır. Her ne kadar Allah'ın ilminin kapsayıcı olduğunu kabul eden inanç, dinin emirlerinden sayılsa da bu konuda aklî ve felsefî analizler çeşitli şüphelerin dillendirilmesine neden olmuştur. Bu şüphe ve tereddütler de konunun giderek derinleşmesine ve genişlemesine sebep olmuştur. Aslında Allah’ın ilminin hakikati din felsefesinin kompleks konuları arasında yer almaktadır. Felsefe ve kelam ilminin önde gelen düşünürleri bu alanda şüphelere cevap vermek için büyük çabalar göstermişlerdir. Molla sadra ise bu konuyu şöyle ele almaktadır. Zikre konu olan problemin seviyesi yüksek makamı yüce incelikleri çoktur. Zihinler bu konuyu anlamaktan aciz, kalpler onu idrak etmekte yetersiz, Gözler ise onun aydınlığı karşısında kamaşmaktadır.37 Allah'ın ilmi konusundaki önemli eleştirilerden birisi Allah'ın bu âlemde çoğul halde bulunan maddî varlıkları tek tek nasıl biliyor 37 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, 6.c. s. 235. Dr. Hamdi ONAY | 216 olması (zati ilmi) dır. Yani Allah’ın zatında kendisini ve âlemde bulunan diğer varlıkları bilme konusunda elbette ilim sahibidir. Diğer taraftan Allah'ın maddi şeylerle de ilgili ilim sahibi olması bazı şüpheleri beraberinde getirmektedir. Örneğin; maddî varlıklar çokluk içerisindedir. Allah'ın onlara karşı zatında ilim sahibi olması demek Allah'ın zatının da çokluk ve parçalardan oluştuğu düşüncesini çağrıştırabilir. Bu düşünce Allah'ın Vahdet, basitlik ve kendinde varlık olması ile uyumlu değildir. Başka bir şüphe ise; maddeler değişim ve dönüşüm içerisinde olduklarından Allah'ın onların ilmine sahip olmasının anlamı Allah'ın zatında da değişim ve dönüşüme maruz kalmasını hatıra getirebilir. Bununla beraber madde hakiki anlamda ne idrak edicidir ve nede idrak edilendir. Yani maddî olan şeylerin şuur ve idrak etme kabiliyetleri yoktur ve idrak edilmeleri de mümkün değildir. Bunları göz önünde bulundurarak nasıl olur da Allah'ın maddi varlıkları bilme konusunda ilim sahibi olduğunu söyleyebiliriz? Allah'ın âlemde bulunan tikel varlıklara ve olaylara karşı bilgi sahibi olma şüphesini daha da karmaşık hale getiren diğer bir konu da husulî (meydana gelen) ilimin İlahî makamda mümkün olamayacağı düşüncesidir. Yani Allah’u Teâla için sadece huzuri (olan, oluşan) ilim tasavvur edilebilir. Bu aşamada şöyle bir soru akla gelebilir; huzuri ilimde bilinen şey, tüm varlığı ile o ilme sahip olan kimsenin huzurundadır, Allah’u Teâla Zatı itibarı ile bütün varlıklar henüz yaratılmadan önce, yani ezelden onlara karşı nasıl ilim sahibi olabilir? 217 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Allah'ın ilminde husulî ilimin olamayacağının delilleri şunlardır: Öncelikle husulî ilim zihin olan yerde ortaya çıkar ve zihin nefsin kuvveleri olarak maddeye ait bir şeydir. Onlarda varlıklar arasında insan ve diğer canlılarda vardır. Oysa salt soyut mahiyette olan Allah, bu tür bir bölünmeden beridir. İkinci olarak eğer Allah’ın ilimi ezelisi husulî ilim olsaydı bunun gereği farklı ilmi suretlerin Allah Teala’nın zatına girmesi anlamına gelirdi, bu da çokluğun ve parçalanmanın Allah'ın zatına girmesi demektir. Bu açıklama ile beraber İşraki filozofların Allah'ın ilminin huzuri olma konusundaki düşünceleri her ne kadar isabetli gibi görünse de onlarda Allah’ın cüzî varlıklarla ilgili tafsili ilmini açıklamada yetersiz kalmışlardır. Bu sebeple onlar Allah'ın eşyaya dair zatî ilmini icmali ilim olarak kabul etmişlerdir. Bu da Allah'ın eşyaya ait tafsili ilmini inkâr etmek anlamına gelir. Bu ifadedeki problem, bizim dini anlayışımıza ters düşmesinin yanında Allah'ın zatında eksiklik ve noksanlık olduğu sonucunu doğurur. Zira eşyaya olan teferruatlı ilim varlığın kemalindendir ve mutlak manada kâmil olan Varlık bundan yoksun olamaz. Yapılan bu tartışmalardan anlaşılmaktadır ki Allah'ın eşyaya ait zatî ilmi, bir problem olarak din ile aklı karşı karşıya getiren birtakım çelişki ve şüpheler barındırmaktadır. Molla Sadra bu ve çıkacak muhtemel şüpheleri, Hikmet-i Mütealiye felsefesinde çözmeye çalışmaktadır. Onun bu konudaki fikirlerinin daha iyi anlaşılması için öncelikle şu iddiaların kabul edilmesi gerekmektedir. Vücut asıl mahiyet itibaridir. Her çeşit yetkinlik varlıktan ve eksiklik yokluktan kaynaklanır. Varlık âleminde bulunan Dr. Hamdi ONAY | 218 maluller bütün özellikleri ile en yetkin şekilde ona varlık veren illetin zatında mevcuttur. Bu söylediklerimize "bütün eşya bölünmez hakikatine sahiptir" felsefi ilkeyi eklersek yaratılmış bütün varlıkların Allah'ın ilminde hazır oldukları sonucuna varırız. Öyleyse Allah'ın kendi zatında bulunan bölünmez (basit) genel ilmi ezelisi aynı zamanda yaratılmış bütün varlıklarda olan teferruatlı ilimle eşittir. Zira âlemde bulunan bütün varlıklar Allah'ın zati makamında birlik ve bütünlük içerisinde bulunmaktadırlar. Sadra bu esasları ortaya koyduktan sonra fikirlerini açıklamaya şöyle devam eder: bu saydığımız ilkeler kabul edildikten sonra diyebiliriz ki Vacibu’l Vücut38 (Allah), varlıkların hakikatini başlatan feyiz sahibi olan Allahu Teala’dır. Bu da O’nun bölünmezlik ve birlik (vahdet) sıfatlarıyla birlikte her şey olması anlamına gelir. Biz daha önce de akıl ve makul konusunda bölünmez gerçek varlığın her şey olması gerektiğini söylemiştik ve bu konudaki delillerimizi sunmuştuk. Bu durumda Allah'ın varlığı her şey ise Allah'ı tanıyan herkes aynı zamanda her şeyi idrak etme yoluna girmiş demektir. Yine diyebiliriz ki Allah kendi zatında gerçek ilim sahibidir. Öyleyse âlemde bulunan bütün varlıklar karşısında da âlimdir ve kendi zatında olan ilmi herkesten daha çok olduğu için dolaylı olarak yaratılmış varlıklar hakkında olan ilmi de kendilerinden daha çoktur. Böylelikle Allah’u Teâla zat makamında bütün varlıklara karşı ilim sahibidir sonucuna varırız. Bu ilim bir yönden tafsili (ayrıntılı) ilimdir. Diğer yandan icmali (genel) ilimdir. 38 Vacibu’l Vücud, varlığı kendinden olan ya da varlığı zorunlu olan manasına gelen bu ifade, Allah için bir sıfat olarak kullanılmaktadır. İslam düşünce tarihinde Kelam, İslam Felsefesi ve nihayet Din Felsefesi gibi disiplinler başta olmak üzere bütün İslam literatüründe kullanılan bir ifadedir. 219 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Çünkü her şey onun bölünmez tek ve kapsayıcı özelliklere sahip zatında mevcutturlar.39 İslam dünyasının bazı düşünürleri, Sadra’nın Allah'ın zatında bulunan tafsili ilmi hakkındaki düşüncelerini doyurucu ve ikna edici bulurlar. Öyle ki insan aklının, felsefî düşüncede ulaşabileceği en yüksek seviye olarak nitelemektedirler.40 Günümüz İslam filozofları açısından Allah'ın ilmi hakkında ortaya atılan şüphelerle birlikte geçmişte filozoflar arasında harareti tartışmalara sebep olan bu konunun büyük ölçüde Molla sadra tarafında çözüme kavuşturulduğu düşüncesi hakimdir.41 ac. Âlemin kıdemi Meselesi Din ve felsefe problemleri arasında tartışılan konular arasında âlemin hadis ve kadim olması meselesi de yer almaktadır. Filozoflar genelde âlemin kadim olduğuna inanırlar. Zira onlara göre Allah'ın feyzi daimidir, bu feyzin kesilmesi imkânsızdır. Allah'ın feyyaz sıfatı mutlak olduğumdan bu sıfatı fiiliyatta dönüştürmesi eksiksiz ve noksansız bir şekilde olacaktır. Nasıl olurda Allah'ın var olduğunu kabul edenler onun feyiz ve sudur vermediğini söyleyebiliriz. Filozoflar her ne kadar da âlemin kadim ve ezeli olduğu konusunda ısrarcı olsalar da dini metinler âlemin kadim değil hadis (sonradan olma) olduğunu kabul etmemektedir. İlahî dinlerin ortak 39 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, 6.c, s. 270-271. 40 Misbah Yezdi, Teallikati Ala Nihayetu’l-Hikme, Dergâh Hak Yayınları, 1405, s. 443 41 Mutahhari, Mecmuayı Asar, 6. c. s. 1044 Dr. Hamdi ONAY | 220 olarak ele aldığı konulardan birisi âlemin hadis olma konusudur. Nitekim Kur'an birçok ayetinde âlemin yaratılışına işaretle, bazen de “altı günde yaratıldığını ifade ederek zaman sınırlaması belirleyerek açıklanmaktadır.42 Öyleyse akıl ve dinin tartışmaya açtığı, bazen de çelişkiye düştüğü konulardan birisi de âlemin hadis ve ay kadim olma konusudur. Sadra’dan önceki filozoflar bu problemi çözmek için dinin hadis olma konusundaki görüşünü zamansallığın dışında zati ve süreç itibariyle yorumlamışlardır. Ancak Sadra, dini metinlerin zamansal olarak sonradan var olduğuna delalet ettiği görüşün teyit ederek bu problemi Hikmet-i Mütealiyede kendine has felsefi bir üslupla ele almaktadır. Molla Saldıra, Allah'ın Ezeli ve ebedi olması ile âlemin hadis olması ve feyzin devam etmesi arasında bir çelişki olmadığını ifade etmektedir. Hareketi cevheri görüşüne göre tabiatta her an değişim ve yenilenme gerçekleşmektedir. Bu durumda Âlem, zati hudusun yanında zamansal olarak da hadistir. Yani hareket halinde değişken bir gerçekliktir. Hatta hareketin ta kendisidir bile diyebiliriz. Çünkü hareket, her zaman yenilenmeyi, değişimi gerektirir. Bu oluş ve bozuluş alemi de her zaman yeni bir yaradılış içerisindedir. Sadra’nın bu konuda açıklamasına şöyle devam eder: Daha önce defaatle ifade ettiğimiz gibi hikmet hiçbir zaman şeriatın gerçek hükümleri çelişmez. Hatta o ikisinin (din ve felsefenin) bir hedef üzere olduğunu söyleyebiliriz. O hedef ise Allah'ı tanımak ve onun sıfatlarını fiillerini bilmektir. Bu hedefe bazen nübüvvet adı 42 Araf, 54; Fussilet, 9-12 221 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a verilen vahiy ve peygamber yoluyla bazen de hikmet yoluyla ulaşılır. Ancak dinin emirlerini felsefi Burhanlara tatbik edemeyenler bu iki yolun amaçladığı hedefinin birbirine zıt olduğunu zannedebilirler. Bunların dışında hikmet ilimlerini derinlemesine öğrenmiş ve nübüvvetin sırlarına vakıf olmuş kimseler bu birlikteliği anlamaya güç yetirebilirler. Bunun yanında hikmet ilmini iyi bir şekilde öğrenip dini öğretilerden ve ilahi metinlerden nasibini almamak da mümkündür. Bazen de tam tersine dinî öğretiler ve İlahî kitaplarda derinleşip hikmet ve felsefeden de nasiplenmemek mümkündür. Öyleyse eğer insan aklı selim ile düşünür ve insaflı olmaya dikkat ederse, inat ve taassuptan uzak durursa görecektir ki daima toplumlarda temiz nefislere sahip akıllı insanlar bulunmaktadır. Onlar ilim ve amel yolunda şaşırtıcı çabalarıyla Allah’ın inayetini kazanmış ve onun tarafından korunmuş, teyit edilmişlerdir. Onlar âlemin hadis olduğuna inanır ve bir gün bu alemde göklerin parçalanacağına, yıldızların dağılacağına, bütün ışık saçan şeylerin kararacağına, yeryüzünün yok olacağına, denizlerin kaynayacağına ve dağların dağılacağına inanırlar. Oysa âlemin kadim olduğunu kabul eden kimseler nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra, hayır ve şer belirlendikten sonra kıyamet gününün kalıcı olduğuna inanırlar. Dolayısıyla bu görüş onların dini inancına hiçbir zarar getirmemektedir. Onların bu görüşü savunmaları bilgi eksikliğinden veya derinlemesine düşünemediklerinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü onalar bu konudaki görüşlerini sağlam ve doğru inanç üzere beyan etmişlerdir. Dr. Hamdi ONAY | 222 Daha sonra aklî burhanlarına müracaat ettiğimiz zaman onların delil için kullandıkları önermelerin yakinî olduğunu görmekteyiz. Bununla birlikte sunulan delillerin âlemin yaratıcısını tek ve ihtiyaçsız olarak tanıttığını ve onun faaliyet, feyiz ve ihsanında hiçbir eksikliğin, yetersizliğin, tembelliğin, değişimin, cimriliğin olmadığına delalet ettiğini görürüz. Yani bu feyzin devamının, sonradan oluşan iradeyle, belirlenmiş bir vakte, kendisi için beklenen bir maslahata bağlı olmadığını belirlemeliyiz. Şu konuyu açıklığa kavuşturmalıyız, Allah, fail olmasında ve iradesinde tam ve eksiksizdir, yani zatında ek bir kasıt ve sonradan oluşan bir irade yoktur. Bu onun her zaman yaratıcı ve feyiz verici olmasını, ezelî ve ebedî olarak hiçbir acizlik ve eksiklik olmadan rahmet, ihsan ve bağışlamasını gerektirir. Sonuç olarak hikmet ve şeriatı bu önemli konuda birleştirmek sadece Allah'ın bize doğru yolu göstermesi ve hakikati olduğu gibi görmek için gözlerimizden perdeleri kaldırması ile mümkündür. Buda tabiatta bulunan cisimlerin oluşum içerisinde olduğunu, onların hiçbir zaman bu oluş ve değişimden geri kalmadığını kabul etmektir. Öyleyse Allah tarafından gelen feyz kalıcı ve daimidir. Âlem her an değişme ve oluş itibariyle zeval içerisindedir. Tabii varlıkların kalıcılığı suret değiştirme yolu ile mümkündür bizim suret ve bedenlerimizin hayat boyunca kalıcı olması gibi. Aslında bedenlerimiz kendi benzerlerinin yer değiştirmesi ile kalıcılığı mümkündür, yoksa kalıcılığı şahsi değildir. 43 43 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, c. 7, 326-327. 223 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Her ne kadar Sadra’nın hareketi cevheriye teorisinde iddia ettiği âlemin devamlı olarak hadis olma görüşü doğru ise bu iddia dinî metinlerle ne kadar uyumludur? Sorusunu beraberinde getirmektedir ki başka bir ifadeyle kitap ve sünnetin âlemin hadis olması ile ilgili görüşlerinden böyle bir anlam çıkartılabilir mi? Sadra’nın böyle bir açıklama yapmasındaki amaç, dinî metinlerin âlemin hadis olması ile ilgili görüşlerini filozofların âlemin ezelî olması ile ilgili görüşleriyle birleştirmektir. Ancak gerçek şu ki; kitap ve sünnette açıklanan hüdus anlayışının âlemin ezeli olma görüşü literal olarak mümkün değildir. Kitap ve sünnetten anlaşılan; âlemin belli bir zaman içerisinde oluştuğu ondan önce var olmadığı yönündedir. Mir Damat’ta “Kabasat” adlı eserinde teselsülün sonsuza dek sürmesinin imkânsız olduğunu delil göstererek âlemin (tabiat) hadis olduğunu beyan etmiş ve onun ezelî olduğu görüşünü reddetmiştir. Ona göre varlıkların oluşumunda teselsülün imkânsız olması gibi ardı sıra sonradan gelen varlığa bağlı oluşumlarda imkânsızdır. Öyleyse âlemin başlangıç noktası olması gerekmektedir. Mir Damat’a göre, âlemin boyutlarından olan mekânın sınırsız olmasının imkânsızlığı Allah'ın feyiz sıfatının sınırsız olmasıyla çakışmadığı gibi âlemin zamansal olarak sınırlı olması Allah'ın feyzinin daimî olması ile de çakışmamaktadır. Zira her iki surette sınırlılığa sebep olan şey, failde değil âlemde olan eksiklikten kaynaklanmaktadır. 44 44 Misbah Yezdi, Taallukat, s. 429. Dr. Hamdi ONAY | 224 Tabatabai de âlemin hadis olduğunu ve ezelî olmadığını kabul ederek dini metinleri zahirlerinin (literal) anlaşıldığı şekliyle kabul etmiştir. Onun bu konudaki düşünceleri şu şekildedir: Tabiat cevheri ve arazi hareket halindedir, daha açık söylemek gerekirse Evren bir bütün olarak hareket halindedir. Hareket çeşitli parçalardan oluşmaktadır ve her parçanın zamansal olarak hadis olduğunu kabul edersek bir zaman olmadığını kabul etmek zorunda kalırız. Her bütünü oluşturan, o bütünün parçaları olacağından kaçınılmaz olarak parçaları zamansal olarak hadis olan şeyin bütünü de hadis olacaktır.45 Misbah Yezdi, Mir Damadın ve Tabatabai’nin âlemin hadis olması hakkındaki delillendirmelerini yetersiz ve eksik bulmaktadır. O, bu konuyu şöyle değerlendirir: Öncelikle teselsülün konusunu ortaya atarak âlemin kadim olmasının imkânsızlığını iddia eden delil doğru değildir, çünkü teselsül zamansal geçmişi kapsamaz. İkinci olarak; âlemin bütün hareketlerinin zamansal olarak hadis olması için bütün parçaların sınırlı olması gerek. Eğer parçaları sınırsız olursa bütünün zamansal olarak sınırlı olması mümkün değildir. Daha sonra şöyle devam eder, âlemin hadis veya kadim olması zamansal olarak iki tarafın da cedel yoluyla tartıştığı konulardandır, bu konu bir kesinlik kazanmamıştır. Kesinlik kazanıncaya kadar bu konuyu imkân ve ihtimal dâhilinde görmek gerekir. 46 Bununla beraber ona göre, rivayetler (dinî metinler) her ne kadar da âlemin hadis olduğuna delalet etse de akıl bu konuda suskun kalmaktadır ve açık bir hüküm vermemektedir. 45 Tabatabai, Nihayetu’l-Hikme, Neşr İslami Yayınları, 1375, s. 324-325. 46 Misbah Yezdi, Taallukat, s. 492-493. 225 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Âlemin hadis olma konusu, Allah'ın feyzinin devamı ve kadim oluşu göz önünde bulundurulduğunda rivayetlerin zahirinden âlemin hadis olduğu anlaşılsa bile bunun İlahi feyzin devamlılığı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü ayet ve rivayetlerin belirtmek istediği konu, şimdiki âlemin hadis olduğu, altı günde yaratıldığı ve âlemin altı günden önce var olmadığını açıklamaktır. Ancak bu iddia, madde âleminin temelden var olmadığına ve bunun yanında, akıl ve misal âleminin bir mertebesi olarak hadis olduğuna delalet etmemektedir. Çünkü ayet ve rivayetler47 üzerinde daha fazla düşünülmesi bu sonucu teyit edecektir. ad. Cismani Haşr (Diriliş, Toplanma) Konusu Her zaman Tartışma yaratan ve araştırmalar neticesinde farklı konuların ortaya atıldığı dini konulardan birisi de cismani haşr (bedensel diriliş) konusudur. Dini deliller literal olarak meadın cismani olacağına delalet eder. Ancak dinin zahiri öğretisi birçok aklî ve naklî şüphelere maruz kalmıştır. Onlardan yok olan şeyin tekrar var olmasının imkânsızlığı, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra tekrar bedene geri dönmesinin imkânsızlığı, bu konunun Reenkarnasyon ile karıştırılması, bazı canlıların diğer canlılar tarafından yenmesi, bir şahsın yaşam boyunca bedendeki hücrelerin değişerek farklı bedenlere sahip olması ve ruhun hangi bedene ait olacağı şüphesi, geçmişte ve günümüzdeki ölen dirilerek fiziksel bedenleri ile haşr olurlarsa yeryüzünün onlara dar geleceğiz şüphesi vb. 47 Fussilet Suresi 9-12, gibi, Dr. Hamdi ONAY | 226 Cismani diriliş sadece aklî ve bilimsel şüphelerle değil bununla beraber dini şüphelerle de karşı karşıyadır. Örneğin; bu konunun rivayetlerde anlatıldığı üzere insanın amel ve niyetlerinin şekillenmesi ile domuz, kurt, tilki, karınca vb. hayvanların şeklini alması bir çelişkilidir. Bazı rivayetlerde de cennet ehlinin genç ve güzel, cehennem ehlinin ise çirkin ve kötü görünüşlü ve bazen uzuvlarının olağandışı şekilleneceği ifade edilmektedir. Aynı şekilde bazı rivayetlerde insanın uzuvlarının idrak ve şuura sahip canlılar olarak konuşacağını ya da cehennem ehlinin dağların ve taşların bile tahammül edemeyeceği, tasavvuru dahi zor bir azaba çarptırılacakları ya da cennetliklerin fevkalade geniş mekâna sahip oldukları ve [sahip oldukları] nimetlerinin eşsiz bir bolluk içerisinde olduğu, birden fazla eşlere sahibi olmaları vb. Bütün bunlar dünya hayatındaki bedensel yaşamla uyuşmayan ve tanımlanamayan şeylerdir. İbni Sina'nın konu hakkındaki görüşleri: Bu konuda İbn Sina’ya müracaat edilmesinin sebebi, Molla sadra düşüncesinin kaynakları belli seviyede İbn Sina felsefesine dayanıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Daha önce ifade edilen şüphelere dayanarak Şeyhu’r- Reis İbni Sina, meadın cismani olacağını bazı kitaplarında kabul etmez. O meadın ruhsal olarak gerçekleşebileceğini kabul etmektedir. Onun bu konu hakkındaki yorum ve düşünceleri şöyledir: Kur'an ayetleri ilk nazil olduğu zaman ki muhatapları ruhlar âlemi ile pek aşina değildiler. Bu yüzden Kur'an onlara sade anlaşılır bir 227 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a şekilde ifade ederek aklî konuları hissedilir fiziksel kalıplarda açıklama yoluna gitmiştir. İbni Sînâ, bu görüş doğrultusunda meadın aslında ruhların Allah'a dönüşü ya da tecerrüt âlemine dönüşü olarak adlandırılmaktadır. Ruhun bedene dönüşü değil. O, dini öğretilerde gelen Kıyamette tadılacak fiziksel lezzet ve acıları aslında mecaz ve zihnî yakınlaştırma olarak anlamaktadır. Ona göre Allah’u Teala bu mecazları halkın genelini güzel işlere teşvik edip kötü işlerden sakındırmak için kullanmıştır.48 Ancak İbni Sina, her eserinde böylesine denenmesi imkânsız bir konuda soyut açıklamalarda bulunmaz. O farklı eserinde her ne kadar da ruhani diriliş konusunu aklî saadet ve hüsran olarak felsefî ve aklî olarak ispatlasa da dinin literal olarak beyan ettiği cismanî diriliş konusunu özellikle halkın anlayabilmesi ve inançlarına bir zarar gelmemesi için açıkça dile getirmektedir. Filozof en-Necat adlı eserinin ilahiyat bölümünde şu düşüncelere yer vermektedir. Gerçekte meadın bir kısmı şeriat dışında hiçbir şekilde onun ispatı mümkün değildir, ancak şeriatla ispat edilebilir tarafından ispatlanabilir. Bu da fiziki bedenlerin tekrar dirilmesidir. İhtiyaçları olan bu bedenlerin sevdiği ve sevmediği ettiği şeyler vardır. Bu konuda Hz. Peygamberin tebliğ ettiği son şeriat olan İslam, bedenin mutluluğu ve mutsuzluğu hakkında yeterince doyurucu açıklamalarda bulunmuştur. Meadın diğer bir kısmı ise akıl ve burhan ile idrak edilebilir bu kısım peygamberin de tasdiklediği, ruhların ve nefislerin saadeti ve hüsranıdır. Her ne 48 İbn Sina, el-Adhaviyye, s. 50. Dr. Hamdi ONAY | 228 kadar bugün bizim tasavvurumuz bunu idrak etmekten aciz olsa da.49 İbni Sina, bazı eserlerinde cismanî dirilişi şaşırtıcı bir şekilde aklî delilere baş vurarak temellendirmeye çalışmaktadır. Aslında bu açıklama literal olarak dinî açıdan problemli olduğu kadar, aklî bir delillendirme sayılıp-sayılamayacağı da bir o kadar problemli görünmektedir. İbn Sina’nın bedenleriyle haşrolacağını beyan ettiği kimseler görünüm itibariyle eksik nefisler (olgu ve olayları aklî soyutlama mertebesine ulaşamamış nefisler) dir. Bunlar ölümden sonra gök cisimlerine aittirler, onların bir parçası olmadan kendi hayal âlemleri için onlardan yardım alırlar. Bununla birlikte şeriatta beyan edilen kabir, kıyamet, lezzet ve azapları idrak ederler.50 Molla Sadra, İbni Sina'nın ilk görüşünü (dini metinleri tevil etme) eleştirerek şöyle açıklamaktadır: Bazı İslam filozofları, tevil ve yorum kapısını sonuna kadar açmış cismani haşir konusundaki açık ayetleri bile yorumlamaya kalkışmışlardır. Bununla birlikte ahirette sözü edilen cismani konuları ruhani konularla karıştırmış şöyle ifade etmişlerdir; Allah'ın hitabı avam halka ve Arapların, İbranilerin cahillerine yönelik idi. Zira onlar ruhani konulardan anlamazlardı. Oysa Arap dili mecaz ve istiare terimleriyle doludur. Çok şaşırtıcıdır ki neden o (İbni Sînâ) da diğer filozoflar gibi uhrevî cisimlerin ve şekillerin var olduğu başka bir cismanî âlem olabileceğinden habersizdir. Ve yine neden cismani mead hakkında apaçık açıklamaları olan Kur'an ayetlerini aklî konularla 49 İbn Sina, en-Necat, s. 682 50 İbn Sina, el-İşarât ve’t-Tenbihât, s. 356. 229 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a yorumlamaya çalışmıştır? İddia edilen konu hakkında Kur'an metinlerini abartıya kaçacak kadar vurgu ve açıklamalarda bulunmaktadır. Anlaşılan şu ki filozofun konuyu bu şekilde açımlamasının nedeni cismani haşr gibi karmaşık bir konuyu aklî deliler yoluyla ispatlamaktan doğru tasavvur edebilmekte aciz kalmıştır. Bu yüzdendir ki bazı İslam düşünürlerinde de görüldüğü üzere yoruma yönelerek tevil etmiştir.51 Kelamcıların görüşleri: Bahsi geçen konuda serimlediğimiz şüphelere cevap konusunda bazı kelamcılar çıkış yolu sayılabilecek bazı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu açıklamaların bizzat kendileri birçok soruyu beraberinde getirmiştir. Onlar Allah’ın kıyamet gününde insanları toplayarak bedenleriyle tekrar dirilteceğini savunmaktadırlar. Sadru’l Müteellihin, özellikle Esfar adlı eserinde bu görüşü değerlendirerek eksik bulduğunu ifade eder. Bu konuda filozof eleştirilerini şöyle sıralar; eğer bu tür bir cismanî haşra inanırsak bir çeşit reenkarnasyona inanmış oluruz ki bu da hem aklî hem de naklî delillerle çürütülmüştür. Diğer bir eleştiri de ahiret hayatındaki durumları, uhrevi tarafı da olan insandan dünyevi bir ortaya koymaktır ki bu da açık bir çelişkidir. Çünkü meadla dağılan dünyanın yıkılıp tekrardan aynısının yeniden yapılması söz konusu değildir. Dünya hayatı ile ahiret hayatı, ahiret bedeni ile dünya 51 Molla Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 214-215. Dr. Hamdi ONAY | 230 bedeni temel ve cevherleri itibarıyla farklılıklar içermektedir. Sadra Fahreddin Razi’nin Vakıa suresinin Tefsir-i Kebir deki cismanî haşr konusunu teferruatlı bir şekilde naklettikten sonra şu değerlendirmede bulunmaktadır. Bu görüş kelamcıların, ahirette mead ve bedenlerin haşr olması konusunda ruhlar ile nefislerin beraberce toplanması düşüncesi, kelamcıların fikir güçlerinin yetişebileceği en son nokta olmuştur. Bu görüşte aklî olarak hatalar ve imkânsızlıklardan ziyade Kuran ayetlerinin tahrif edildiğini görmekteyiz... Kıyamet hakkında tasavvur edilen şeyin ne kıyametin oluşumuna ve ne de kıyamet gününe olan iman ile hiçbir ilgisi yoktur. Sadra’nın bu iddiayı şöyle delillendirir; Fahreddin Razi’nin bu uzun açıklamasından anlaşılacak en son nokta şudur ki, Allah’u Teâlâ farklı mekânlarına ve dünyanın çeşitli noktalarına dağılmış olan parçaları toplamaya ve onlara daha önce kaybettiği suretler gibi suretler kazandırmaya daha sonra ikinci bir kez bu maddi bedenlere ruh vermeye kudret sahibidir. Mead geriye dönüş anlamı ile ruhun tekrar dünyadaki bedenine geri dönmesi demektir. Molla Sadra’ya göre bu görüş kıyameti inkâr edenlerin inancına onu kabul edenlerden daha çok bezemektedir. Zira onlardan bazıları da maddi elementlerin rüzgârın esmesi, yağmurların yağması, güneş ve ay ışıklarının yansıması ile toplanacağına inanmaktadır. Bu toplanma ile insan, hayvan ve bitki oluşmaktadır. Daha sonra ölerek suretleri yok olur gider ve tekrar o oluşum gerçekleşerek insan, hayvan ve bitki vücuda gelir, inancını taşımaktadırlar. 231 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Sadra kelamcılardan, neden soyut alemin varlığını kabul etmediklerinden şikâyet etmektedir. Onlar yüreklerinde soyut olan akıl, nefs ve ruha karşı neden bu kadar nefret ve tiksinti içindedirler. Soyut algıları yeterince gelişmediğinden ahiret hayatını ve nimetlerini dünyevî bir anlayışla yorumlamaktadırlar. Yine onlar dünya ile ahiret arasındaki tek farkı oradaki uzun ömürde, yiyecek ile içeceklerin çokluğunda ve cinsel lezzetlerin bolluğunda görmektedirler. Sadra fakihlerden de benzer şekilde şikâyette bulunur. Onlar neden ömürleri boyunca nefsin hakikati hakkında araştırma yapmazlar. Oysa bütün ömürlerini teferruat sayılacak şeylere harcamaktadırlar.52 Mola Sadra, cismanî diriliş konusundaki görüşünü açıklamadan önce iki farklı görüşe değinir. a) Ruhun soyut odluğunu tamamıyla inkâr ederek meadın cismanî olduğuna inanan kimseler: Sadra bu görüşü cahil, avam, meslek sahibi ve tüccarların görüşü olarak kabul eder ve onlardan başka bir şey beklenemeyeceğini beyan eder. Zira onlar ahiret konusunda şekilci bir inanca sahiptirler. Onlar kendilerini böyle bir inanca karşısında sorumlu hissederek dünyada iyi işleri yapıp kötü işlerden ve günahlardan uzak durmaları için bir gerekçeye ihtiyaç duyarlar. b) Ruhu cevher olarak kabul edenlerin görüşü: Bu kimseler ruhu soyut bir cevher değil de diğer cisimlerden daha nurani ve daha üstün ve latif bir cisim olarak algılarlar. Onlara göre ölümün 52 Molla Sadra, Şerhu’l-Usulü Kâfi, s. 154-156. Dr. Hamdi ONAY | 232 hakikati bu latif cisimlerin bedenden ayrılmasıdır ve mead ise bu ikisinin tekrar birleşmesidir. Sadra elbette ki bu iki görüşten hiçbirisini kabul etmemektedir. Ona göre, ilimde derinleşerek hikmet, riyazet ve çaba gösteren kimse marifet ve yakînde bu şahıslardan çok daha üstün seviyededir. Bu kimse, mead konusunda öyle bir derinliğe sahiptir. Bu sebeple Allah ve ilimde derinlik sahibi olan kimselerden başkası onun soyutluğunu idrak edemez. 53 Sadru’l Müteellihin, cismanî diriliş hakkında Esfar, Mebde ve Mead, Şevahid gibi eserlerinde ortaya koyduğu görüşlerin uzun ve karmaşık olmasından dolayı konuyu genel bir açıklama ile yetiniyoruz. Sadra kendi görüşünü beyan etmek için Esfar’ da birtakım ilkeler ortaya koymaktadır. Ona göre eğer bu ilkeler doğru bir şekilde anlaşılırsa cismanî dirilişin hakikatini kitap ve sünnetten de destek alarak anlamak mümkündür. Belirlenen usuller şunlardan ibarettir: 1-Varlığın asaleti, 2-Bir şeyin belirlenmesi o şeyin arazlarına değil varlığına bağlıdır, 3-tek hakikate sahip olan varlığın zayıf ve şiddetli mertebeleri vardır, 53 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, s. 332. 233 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a 4-Hareket-i Cevheri esasına göre varlık tekâmülde ilerleme hareketine sahiptir ve bir varlığın varlık mertebelerinde şiddet ve zaaf bulması mümkündür, 5-Bir şeyin hüviyeti maddesine değil o şeyin suretine bağlıdır, 6-Bedenin varlığı ve oluşumu fiziğine değil onun nefsine (ruhuna) bağlıdır. Bu yüzdendir ki hayat süreci içerisinde fiziksel bedeni değişimlere uğrarsa bile değişmeyen bir şey vardır, bu yüzden şahıs hep aynı şahıstır, 7-Her varlığın değişmeyen bir yönü vardır ve bu onun varlığıyla ilgilidir. Bu değişmeyen yönünün türü varlığının türü ile orantılıdır. Maddî varlıkların değişmeyen yönü soyut varlıklardan farklıdır. Bu yüzdendir ki ruh gibi soyut bir varlık kendi birliğini koruyarak farklı sıfat ve arazları kabul edebilir. Aynı şekilde ruh, değişmeyen birliği ile duyu, hayal ve aklî olarak idrak edebilir. Bu sebeple tabiî, hayvanî ve insanî fiillerin failidir. Ruh, her insanda doğal olarak bulunan beş duyu organı seviyesine de inebileceği gibi faal akıl veya ondan daha yüksek mertebelere de çıkabilir. Bunun manası madde ile olan bağını koruyarak maddeden bağımsız hareket edebilir demektir, 8-Hayal gücü soyuttur, soyutluk ise bedene değil nefse bağlıdır, 9-Hayali suretler de soyuttur ve bedenle değil nefs ile irtibatlıdır. Onların var oluşu hululî (bir kalıba girme) değil sudurî (Yokken var olma) oluşumdur, Dr. Hamdi ONAY | 234 10-Sınırları belli olan suretler ve maddî şekiller, maddenin etkisiyle oluştuğu gibi madde olmadan da yani failin nefsi ve iradesi ile de oluşabilir. Zira Allah’u Teâlâ cisimlerin, şekillerin ve heyetlerin (kalıpların) âlemini maddeden bağımsız bir şekilde yaratmıştır, 11-Varlık âlemi maddî, Misali ve aklî olmak üzere üç farklı âlemden oluşmaktadır. İnsan nefsinin, tüm varlıklar arasındaki özelliği, birliğini koruyarak bütün bu üç âleme de sahip olmasıdır. İnsan dünyaya geldiği andan itibaren maddî ve tabiî vücuda sahiptir. Daha sonra yavaş yavaş misali nefsine kavuşarak yeniden doğma ve kıyamette haşr olma salahiyetini kazanır. Bunun yanında bedende bulunan azalarla birlikte nefsanî azalara da sahip olur. Öyle ki onun nefsi ikinci bir insan olarak bilinir. Bu aşamadan sonra ilerleyerek daha yüksek bir aşamaya çıkar yani aklî azaların olduğu aklî bir vücuda da sahip olur ve bu da insanın üçüncü varlığı olarak şekil alır. İnsan fıtratının gereği olarak doğru yol alır, ancak bu ilerleme aşama, aşama ve adım, adım gerçekleşir. Sonunda insan ait olduğu ve hedeflediği yere ulaşır. Dünyanın ahiret karşısındaki konumu, eksikliğin kemale karşı veya çocuğun yetişkin insana karşı olan konumu gibidir. Bu bakışla insanın tekâmüle karşı ilerleyişi yeni dünyaya gelen bir çocuk misali gibidir. Yeni doğan bir çocuğun beşiğe ihtiyacı olduğu gibi insanın da mekâna ihtiyacı vardır, çocuğun bir bakıcıya ihtiyacı olduğu gibi insanın da zamana ihtiyacı vardır. Çocuk buluğ çağına erince cevheri bir değişime uğrar, insan da ölünce cevheri bir tekâmüle uğrar. Dünyevî bedenden uhrevî bir bedene geçer. Başka bir ifadeyle değişim ve 235 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a oluş âleminden sabit ve ebedî âleme yönelir. İnsan bütün tabiat ve nefsanî aşamaları geçmediği sürece Allah'a yakınlık makamı olarak bilinen "indiyet" makamına ulaşamaz. Bilinmelidir ki Sadra’nın ne ruhani ne cismanî konusunda başlangıç olarak getirdiği bu ilkelerin hepsi aynı seviyede değildir. Bazıları yakın mukaddimelerden bazıları da uzak mukaddimelerden görülebilir. Bu yüzden Molla Sadra’nın çeşitli eserlerinde ilkelerin sayıları konusunda değişiklik yapmıştır. Mebde ve Mead, Şevahidun Rububiyye, Arşiyye, Yasin suresinin tefsiri adlı eserlerinde yedi tane ilkeden söz etmektedir. Zadul Misafir kitabında on iki ilke, Mefatihu'l Gayb kitabında ise altı tane ilke öne sürmektedir. Sadra'nın açıkladığı ilkelerle varmak istediği hedef; ahirette haşr olan insanın hem ruh hem beden itibarıyla dünyadaki insanla aynı oluşudur. Bu da dini kaynakların delalet ettiği şeydir. Beşinci usule göre insanın son sureti olan nefis, insanın ve insanlığının ölçüsüdür. İkinci usule göre insanın varlığının oluşumu ve bütünlüğü nefsinin varlığına bağlıdır. Üçüncü usule göre insanın dünyada ve ahirette tekâmüle erişmesi ve bununla birlikte varlığının bütünlüğünü korunması, bu insan o insandır denilebilmesi nefsine bağlıdır, yani insanın ahiretteki nefsi dünyadaki nefsi ile birebir aynıdır. Bu durum haletleri, arazları değişerek tekâmüle erişen insan için de böyledir. Altıncı usule göre insanın ahiretteki bedeni dünyadaki bedeninin aynısıdır (dünyadaki bedeni maddî ve tabiî ve ahirette ki bedeni misali ve berzahî bir soyutlanmaya sahip olsa da); zira bedendeki bireysellik ve birliğinin ölçüsü insanın nefsidir. Bu yüzdendir ki insan, bu dünyadaki hayatı Dr. Hamdi ONAY | 236 süresince çeşitli bedenler değiştirerek farklı bedenlere sahip olmasına rağmen o bütünlüğü korunmuştur. Zira nefsin değişmeyen birliğinden dolayı beden yaşlandığı zaman bile gençliğindeki ve çocukluğundaki bedenle bir sayılır. Bu durumda eğer bedeni cisim olarak tek başına dikkate alsaydık ahiretteki beden dünyadaki bedene benzemektedir ama aynısı değildir dememiz gerekecekti. Ama eğer bedeni, nefsi olan bir insan şeklinde yani nefsle bedeni birlikte dikkate alırsak bu durumda nefsin değişmeyen birliği göz önünde bulundurularak ahiretteki beden dünyadaki bedenin aynısıdır diyebiliriz. Sadra’nın haşrın cismanîliği konusundaki görüşleri arasında en önemlisi budur diyebiliriz. Sadra’nın bu konu hakkındaki açıklamalarını daha geniş bir şekilde şöyle beyan edebiliriz. Uhrevi bedenlerin varlıkları istidlali varlıklar değildir... Aslında o bedenler nefsin gerekliliğidir; gölgelerin eşyalarda olması gereken bir gereklilik olduğu gibi... Bu durumda her mücerret nefsin benzeri misali olarak olması gereklidir. O cevher insandaki alışkanlık, ahlak, kişilik gibi özelliklerin kabiliyetlerine ve davranışlarına etki etmeden bu dünyada yavaş yavaş şekillenmesidir. Uhrevî bedenin varlığı nefsin varlığından önce değildir. Aslında ikisi birbirlerini oluşturmadan bir anda oluşmaktadırlar. Yani bir şeyin var olması ile gölgesinin de var olması gibi buna lazım ve lazımlı denmektedir. Bir insanın kendisi ile gölgesi arasında zamansal olarak öncelik ve sonralık olmadığı gibi. Aslında tabii ve gereklilikten başka bir şey yoktur, başka bir deyimle uhrevî bedenler uhrevî nefsin tabiî gereğidir. Eğer Kur'an 237 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a ayetlerinde ahiretteki bedenlerin dünyadaki bedenler ile aynı olduğuna delalet ettiği iddia edilirse cevabı da şöyle olur; Evet ama suret yönüyledir madde yönüyle değil, zira her şeyin hakikati o şeyin suretindedir maddesinde değil. Aslında bu âlemde insanın kişisel bedeninin, ömrünün başından sonuna kadar değişmeden kaldığını görmüyor muyuz? Bu kalıcılık maddi yönüyle değildir, zira beden daima değişim oluş ve bozuluş içerisindedir. Öyleyse bu kalıcılık nefsanî suret vesilesiyledir. İnsanın onunla kimliği varlığı ve bütünlüğü korunmaktadır. Bedenin hangi uzvunu dikkate alırsak daima hacminin şeklinin arızi haletinin ve niteliğinin değiştiğini görmekteyiz. Gerçekte bir insanın elinin veya parmaklarının 40 sene önceki el ve parmaklar olduğunu söyleriz. Öyleyse insan bedeninin haşr olmasındaki ölçü, maddesinin değil suretinin kalıcı olmasıdır. Bu durum bir kimsenin küçüklükten yaşlanıncaya kadar bedeninin birlik ve bütünlüğünün korunmasında da böyledir. Zira birçok özelliğinin ve hatta aza ve organlarının değişmesi durumunda bile o, birliğin sağlanması ancak nefis aracılığı ile mümkündür. İnsanın maddî yönü belirsizliklerle doludur. Hatta belirsizliğin en nihaî noktasıdır diyebiliriz. Bu yüzdendir ki bir kimse gençliğinde katil olursa yaşlandığı zaman bile cezalandırılır ve hiçbir zaman bu insan gençliğindeki insan değildir denmez. Bu şekilde dünyevi beden ile uhrevi beden arasındaki birlik nefis yolu ile ispat edilir ama belirsiz olan beden ile birlikte (belli bir şekille değil). Nefsin bu yönünden dolayı onun lezzetlerine ve acılarına mükâfat ve azap Dr. Hamdi ONAY | 238 verilmektedir. Çünkü insan bu işleri yaparken dünyevi bedendeki uzuvlardan yardım alarak yapmıştır. Oysa ahiretteki beden ve azalar şekil değiştirilerek verilmiştir. Zaten bu konudaki rivayetler de bizi onaylamaktadır Buna örnek olarak Cennet ehlinin özellikleri hakkında gelen rivayetlerde onların genç ve güzel olacakları söylenmektedir. Başka bir yerde cennete girecek ilk grubun yüzlerinin ayın on dördü gibi nur saçacağı onlardan sonra girenlerin Yıldızlar gibi parlayacakları, ifadeleri geçmektedir. Cehennem ehlinin özelliklerini sayarken de Kıyamette kâfirlerin dişlerinin Uhud dağı kadar olacağı, bacaklarının Şam'daki Beyza dağı kadar olacağı, ateşte oturacakları yerin koşu atı ile üç gün gidilecek mesafe kadar olacağı, başka bir rivayette kâfirlerin derilerinin kalınlığı kıyamet günü 42 zira (yaklaşık 21 metre) ve oturduğu zaman kaplayacağı yer Mekke ile Medine arasındaki mesafe kadar olacağı şeklinde beyan edilmiştir. Başka bir rivayette Kıyamet günü kafirlerin dillerinin bir veya iki Ferseng (her Ferseng altı buçuk kilometredir) uzunluğunda olacağı ve cehenneme çeke çeke götürecekleri ve insanların o dilleri ayaklarının altında çiğneyecekleri nakledilmektedir.54 Sadra’ya göre, kötü ahlak sahibi her nefsin her alışkanlığı için ayrı bir beden vardır ki o beden o kötü huya ve ahlaka özeldir. Örneğin büyüklenmenin arslan bedenine, hile ve düzenbazlığın tilki bedenine, başkalarıyla alay etmenin ve onlarla dalga geçmenin maymun bedenine, kendini beğenmişliğin tavus kuşunun bedenine, hırs ve doyumsuzluğun domuzun bedenine benzer bedenleri vardır. 54 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, s. 31-33. 239 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Yine aynı şekilde her kötü ahlakın birçok çeşidi vardır ve her birinin kendine uyumlu hayvan şekli vardır. Eğer insanda birkaç tane ahlakî rezilet olursa, ahirette misali suret olarak en güçlü ve en üstün olan suret belirlenir. Şiddetli azap neticesinde temizlenen veya solan ahlakî rezîletin yerine ondan sonra güçlü olanın misali sureti geçer bu şekilde alışkanlık olmuş ahlaki reziletler ondan temizlenir ve nefis onlardan kurtulur. Bu durum nefsanî melekelerin temizlenmesi mümkün olduğu zaman geçerlidir. Eğer temizlenme imkânı olmazsa İlahî azap ebediyen bir suretten başka bir surete geçerek devam eder ve o her zaman azap içerisinde yaşar.55 Sekizinci ilkeden onuncu kurala kadar, hayal gücünün ve hayali suretlerin soyut olması ve nefsin hayali suretleri hariçte var edebilmesi. Sadra bu görüştedir ki insan, maddî bedenden ayrıldıktan sonra hayal gücünü kendisi ile taşımaktadır ve bu vesileyle maddî cisimleri idrak edebilmektedir. Kendisini dünyada hissettiği cismanî sureti ile tahayyül ederek düşünebilmektedir. Aynı şekilde rüyada da bedenini tahayyül etmektedir. Oysa rüyada bütün duyu organları işlevini yitirmektedir. Fakat insan nefsi, zahirî beş duyu organı gibi batınî beş duyu organına sahiptir. Yani bedenden ayrıldıktan sonra gerçek duyu organları da olduğu gibi hem işitmekte hem görmekte hem koklamakta hem tatmakta ve hem de dokunmaktadır. Batınî duyular zahirî duyuların aslı ve esasıdır, bir tek farkla ki zahirî duyular bedenin çeşitli yerlerine dağıtılmıştır, ama batınî duyular ise bir yerde sabittir. Çünkü onları 55 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa s. 30-31. Dr. Hamdi ONAY | 240 ve suretlerini nefis taşımaktadır. Öldükten ve nefsin bedenden ayrılmasından sonra nefs, o hayal gücü ile birlikte kendisini dünyadan ayrılmış olarak görür ve aynı insan olarak kabirde kendisini hisseder ve bedenini defnedilmiş olarak görür. Eğer bedbaht ve günahkâr olursa ona verilecek azabı ve işkenceyi duyu organları ile hissedebilir yani azap suretlerinde tasavvur ve tahayyül eder. Buna şeriat dili ile kabir azabı denir. Ancak eğer mesut ve bahtiyar olursa zatını vaat edilmiş suretler ile uyumlu görür yani onları cennet, nehirler, huriler, cennet hizmetçileri olarak idrak eder ve buna da kabir sevabı denir.56 Bu konu dini rivayetlerde çelişkili ve belirsizdir. Felsefi istidlalse ise mahiyeti daha zor görünmektedir. Sadra, bazı vahiy sırlarından ve şeriattan yeterince haberi olmayan kimselerin düşündüğü gibi insan nefsinin öldükten sonra kabir ve kıyamet olayları hakkında gördüğü şeylerin gerçekliği olmayan hayallerden ibaret olduğu ve âlemde hiçbir hakikatinin olmadığı şeklinde anlaşılmaması için bazı uyarılarda bulunmaktadır. Böyle bir düşünceye sahip olan kimse, şeriat açısından cahil ve felsefe açısından sapmıştır. Aslında kabirde kıyamette var olan şeyler varlık açısından dünyada var olanlardan daha güçlü ve daha şiddetlidir. Zira dünyevi suretler heyula gibi varlığın en aşağı seviyesinde oluşmaktadır. Ancak uhrevi suretler ya soyutturlar ya da nefis seviyesinde oluşmaktadırlar. Hem bu iki seviye (dünya seviyesi ve ahiret seviyesi) arasında ve hem de iki suret (dünya sureti ve ahiret sureti) arasında büyük ve ciddi varoluş farklılıkları 56 Molla Sadra, Eş-Şevahidu’r-Rububiyye, s. 276. 241 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a vardır. Bunun yanında her ikisi de nefis ile idrak edilmektedir. Birisi cismanî araçlar vesilesiyle (göz, kulak vb.) ve diğeri hiçbir aracıya ihtiyaç olmadan nefsin zatıyla idrak edilir.57 ae. Cehennemde Azabın Ebedî Oluşu Ebedî azap konusunda akli ölçüler doğrultusunda onları kabul etme ve etmeme konusunda kelamcılar, filozoflar ve mutasavvıflar arasında çokça tartışılan dinî öğretiler arasında önemli yer tutmaktadır. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde kâfirlerin azabının daimî ve ebedî olması hakkında açık literal ifadeler bulunmaktadır. Bunlara birçok örnek verebiliriz. Örneğin "İçinde ebedi kalacakları ateş olacaktır"58 “Aşağılanmış olarak ebedi kalacaklardır."59 "Onlara sürekli azap vardır."60 "Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir."61 "Orada onlar için ebedilik yurdu vardır."62 "İşte onlar ateş ehlidirler, orada temelli kalacaklardır."63 "Cehennemde de ebedî olarak kalacak olanlardır". 64 "Gökler ve yer durdukça, orada temelli kalacaklardır."65 vb. birçok ayet ve rivayet ebedî azap olacağını haber vermektedir. 57Molla Sadra, Eş-Şevahidu’r-Rububiyye, s. 276 vd. 58 Haşr 17 59 Furkan 69 60 Maide 37 61 Bakara 39 62 Fussilet 28 63 Araf 36 64 Nisa 169 65 Hud 107 Dr. Hamdi ONAY | 242 Ne var ki başta filozoflar olmak üzere pek çok İslam düşünürü, azapta ebedîlik anlayışını birçok yönden aklî ve felsefî ölçülerle uyumlu olmadığı düşüncesini öne sürmektedir. Bunlardan en önemlileri aşağıdaki üç nedendir: 1- İnsanın dünyadaki ömrü sınırlı ve geçici olduğu gibi, işlediği günahlar da sınırlı ve sonludur. İlahî adaletin suç ile ceza veya günah ile azap arasında orantı olmasını gerektirdiği göz önüne alındığında, ebedî azabı kabul etmek elbette mümkün değildir. Çünkü bunun gereği Allah'ın kulunu sınırlı günahları için sınırsız ve sonsuz cezalandırması anlamına gelecektir ve bu ilahî adaletle nasıl bağdaşır. 2- Allah'ın rahmeti her şeyi kapsayıcıdır (rahmetim her şeyi kapsamıştır) duada da geçtiği gibi Allah'ın rahmetinin genişliği ve sınırsızlığı gereği; gazabına galip gelerek kâfirlerin sonunda ateşten kurtulmasını gerektirir. 66 3-Ebedî azap karşıtlarının en sağlam delilleri, insan fıtratının bütünlüklü bir fıtrat olmasıdır. Bütün insanların doğası ister kâfir ister mümin ve fasık (saadet ehli ve bedbahtlar) olsunlar tevhit üzere bina edilmiştir. Kur’an’ın beyanı ile, Allah’u Teâlâ’nın ruhlar âleminde tüm insanlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" nidasına olumlu cevap vererek "elbette ki sen bizim Rabbimizsin" dediler. Öyleyse fısk ve küfür insan nefsi için arızidir, kalıtsal ve zatî değildir. Doğal olarak arızı şeyler zatî ve kalıcı şeyler karşısında direnemezler. Bu yüzden "arızî olan şeyler yok olur ve devam 66 Molla Sadra, eş-Şevahidu’r-Rububiye, s. 316. 243 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a etmez" denmiştir. O halde kâfirler ve zalimler, acıklı azaplara uzun süre katlandıktan sonra kinlerden, günahların ve küfrün getirdiği zulmetlerden kurtularak doğalarında gizli olan tevhit yeniden kendisini gösterecektir. Hekim Kumşeî bu konuyu şöyle şiirleştirir. Bütün yaratılanlar tevhit üzere yaratılmıştır, bu arızı şirk ve arızı şimr67 yok olacaktır. Rahmetten gelen halk rahmete gidecektir, budur aşkın sırrı ki akılları hayran eder. Başka bir yerde şöyle söylemiştir. Peşin verdiği her şey lütuf adalet ve ihsandır, Onun kızması elbisedeki toz gibidir Mevlâna bu konuyu şu beyitle dile getirir Bizde bu meyin sarhoşlarından idik Onun dergâhının âşıklarından idik Bizim göbeğimizi onun sevgisi ile kestiler Onun aşkını bizim canımıza ektiler 67 Bu ifade İmam Hüseyin’in Katilinin Adıdır. Dr. Hamdi ONAY | 244 Molla Sadra’nın bu konudaki Yorumu: Sadru’l-Müteellihin, pek çok eserinde bu çelişkileri ifade edenlerden biridir. O aklî delilleri, daimî azabın olamayacağı konusundaki sağlamlığını göz önünde bulundurarak, bu bağlamda dinî verileri yorumlama yoluna gitmiştir. Sadra’nın çeşitli felsefî nitelikteki eserlerindeki yorumlar değerlendirildiğinde, onun bu konuda İbn Arabî'den oldukça etkilendiği görülmektedir. Çünkü İbn Arabî daimî azabın olamayacağı ve mutlaka azabın kesileceği konusunda herkesten daha ısrarcı yorumlar yapan düşünürlerin başında gelmektedir. Sadra, azabın eninde sonunda kesileceği hakkındaki düşüncelerini açıkladıktan sonra şöyle devem eder: Cehennem ateşindeki acılar ve ıstıraplar, insanın asıl özününün varlığına (fıtrat) işaret ederler. Bunlar hayvanî özelliklere ve şehevî isteklere aykırıdır. Bununla beraber bilinmelidir ki iki karşıt ve zıt şeyde daimî olarak ne kalıcılık vardır nede ebedilik. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi kaçınılmaz olarak bu durum ya birisinin yok olması ile ya da bu zıtlığın ortadan kalkmasıyla sonuçlanır. Ancak insanda bulunan nefs cevherinin yok oluşu ve bitişi kabul etmez. Bu nedenle, aşağı mertebedeki vücut yapıları sebeplerinin yok olması ile yok olurlar ve insan asıl tabiatına geri döner ve sonuç olarak cennete girer. Tabi bu durum şirk gibi inançsal yapıya sahip olmayan kimseler için geçerlidir, onun dışındaki durumlarda insan doğası farklı bir değişime uğrayarak azabın acısından kurtuluşa erecektir. 245 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Sadra Araf suresi 179. ayeti (Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır) delil göstererek şöyle söyler: Eğer yaratılmış bir kulun varlık maksadı, İlahî emir ve Rabbanî takdir doğrultusunda cehenneme girmek ise mutlaka kaçınılmaz olarak bu cehenneme giriş onun doğasına uygun ve varlığı için yetkinlik getirmelidir. Elbette ki varlığın amacı kendini geliştirip kemale ermektir. Bir şeyin doğasına uygun olan kemal, onun için azap sayılmayacaktır. Öyleyse cehennem sadece daha yüksek dereceler için yaratılan kimseler için azap sayılacaktır. Bunun ardından Sadra, azabın daimî olmayacağına dair iki delil daha öne sürer. Birincisi, Allah'ın sınırsız rahmetinin, kâfirlerin ebedi azap görmesine engel olacağı inancıdır. Diğeri ise, bu dünyadaki her şeyin hatta irademizin İlahî kaza ve kadere göre belirlendiğine göre bu durumda bazılarının ebedî azaba çarptırılması nasıl mümkün olacaktır? konunun devamında Sadra, "önemli alıntı" başlığı ile Fususul-ul Hikem’e yazdığı şerhte, İbn Arabi'nin diğer eserlerinden de birçok alıntı yapar. İbn Arabi'nin cehennemde ebedî kalıcı olanlar hakkında rivayet ettiği düşüncelerden bazıları şunlardır. Cehennem ehli orada kemallerinin son halindedirler. Çünkü artık kapılar kilitli ve cehennem kapalı olacaktır. Onlar kendilerini geliştirme fırsatını kaçırdıkları için oradan kurtulmak konusunda ümitsizliğe kapılacaklardır. Onların bu ümitsizliği huzuru ve rahatlığı onlara getirecektir. Çünkü bundan önce kurtulma düşüncesi ile endişelenirlerdi; zira şefkatlilerin en şefkatlisi olan Allah’ın bazı insanları cehennemden çıkardığını kendi gözleriyle görmüşlerdi. Dr. Hamdi ONAY | 246 Aslında onların tabiatlarına uygun olarak, ateşten çıkmayı değil, azapta kalmayı isterler. İşte bunlar, Allah'ın, mizaçlarını ateşte kalmaya uyumlu yaptığı kimselerdir. Bu yüzden cehennemi terk etmek onlar için zarardır. Onlar kurtuluştan ümitlerini kestikleri zaman mutlu olurlar. Bu ümitsizlik onların en büyük zevkleri ve nimetleridir yani onların nimetleri bu kadardır ki bu onlara verilen ilk nimettir. Onların azabın zorluk ve sıkıntılarından sonra tatlılık ve lezzet hissetmeleri bu yüzdendir ki azap kelimesi Arapça ’da “tatlılık” kelimesiyle aynı kökten gelir. Zira zorluklar bittikten sonra geriye tatlılık ve huzur kalır, bu yüzden cehennemdeki acılara azap denmiştir. Bunun sebebi ise sonunda herkesin tatlılık ve lezzete kavuşacak olmasıdır. Cüzam hastalarında olduğu gibi zira başkaları tarafından kaşınmaları onlar için lezzet verici ve tatlıdır.68 Her hâlükârda cehennem azabında daimî kalma konusunda bazı filozofların iddiaları, bu konuda akıl ve din arasında bir çelişkinin olduğunu göstermektedir. Daha öncede ifade etmeye çalıştığımız gibi filozof Molla Sadra da bu iddiaya katılanlar arasında yer aldığı için bu konudaki ayetleri yorumlama yoluna gitmiştir. Sadra'nın cehennemde ebedîliğe delalet eden ayetleri aklî delillerle yorumlamasındaki titizliği onun akıl ve din arasındaki ilişki hakkındaki düşüncelerini yansıtmaktadır. Sadra'nın düşüncesinde, kitap ve sünnetin içeriği yani genel olarak şeriat öğretilerinin aklın kesin hükümleri ile çelişki ve uyumsuzluğu yoktur. Eğer bir yerde bir çelişki görülürse bu zahirî ve yüzeysel bir çelişkidir. Aklî ve naklî ilimler arasındaki bu çözüme yönelik uzlaştırıcı yorumlar yapmak 68 Molla Sadra, Esfar-ı Erbaa, c. 9, s. 346-362. 247 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a yani dini metinleri yeniden yoruma tabi tutmak, âlimler tarafından kabul edilen bir husustur. Nasıruddin Tusi bu konuda şöyle der: "Bazen sözlü deliller kesinlik taşırlar, eğer onlarla aklî deliller arasında çelişkili bir durum görülürse sözlü delili yorumlamak gerekir."69 Allame Hillî bu ifadenin açıklamasında şöyle yazmaktadır: Eğer iki naklî delil veya bir aklî ve birde naklî delil arasında çelişki olursa, naklî delil yorumlanmalıdır. İki naklî delil arasındaki çelişkide durum açıktır; zira dinî metinler arasında çelişki mümkün değildir. Fakat bir aklî ve birde naklî deliller arasında çelişki olursa yapılacak şey yine naklî delili yorumlamak olacaktır. Her iki kısımda yorumlamayı naklî delillere yönlendirmemizin sebebi şudur ki; eğer böyle yapmazsak karşımıza üç seçenek çıkacaktır ve bu üç seçeneğin hepsi geçersizdir. Bunlar; ya her iki delile amel ederiz, ya her ikisini de bir kenara atarız veya aklî delili terk ederiz ve naklî delile göre hareket ederiz. Bu durumda aklî deliller, naklî delillerin temelini oluşturduğundan (yani, naklî delillerin geçerliliği ve itibarı aklî delile bağlıdır) asıl olanı kabul etmeme durumunda diğer konularda geçersiz olacaktır. Bu durumda aklî delilleri olduğu gibi kabul edip naklî delilleri yorumlamamız gerekecektir.70 Bu sebeple Molla Sadra da ebedî azabın olmadığını ve bir müddet sonra bu azabın kesileceğini ispatlamak için dini metinleri yorumlama konusunda büyük çaba sarf etmiştir. 69 Allame Hillî, Keşfu’l-Murad Fİ Şerh-i Tecridi’l-İtikad, Mektebetü’l Mustafa Yayınları, 1376, trs, s. 187. Burada Tusi sadece sözlü ifadelerden bahsetse de İslam düşüncesinde neredeyse ortak bir kanaat olarak dini metinleri aynı yöntemle çözüme kavuşturma anlayışı hakimdir. 70 Hillî, Keşfu’l-Murad, s. 180 vd. Dr. Hamdi ONAY | 248 Cehennem azabının ebedi oluşu hakkında Kuran ayetleri literal (ayetlerin zahiri) olarak kâfirler ve müşrikler için ebedî azap olduğunu ve onların hiçbir zaman cehennemden çıkmayacaklarına dair beyanlarda bulunmuştur. Peki, bütün bu ayetler ve rivayetler görmezden gelinebilir mi? Acaba uzun bir süre, cehennemde kaldıktan sonra ıstırap, keder ve acının yerini mutluluk, huzur ve rahatlığa bırakacağı iddia edilebilir mi? Acaba azap kavramı tatlılık ve hoşgörü anlamına gelebilir mi? Acaba gerçekten de "azap" (eziyet) kelimesi tatlılık ve ferahlık kökünden mi gelmiştir? Bu durumda birçok ayette acı verici anlamına gelen "elim" kelimenin azap kelimesinin sıfatı olarak gelmesinin açıklaması nasıl olmalıdır? Acaba gerçekten azap kelimesi hem rahatlık ve hem de eziyet anlamına mı gelmektedir? Yukarıda sorulan sorulara Molla Sadra’nın birbirine yakın cevaplar vermektedir. Daha önce iade ettiğimiz gibi Akıl ile din herhangi bir konuda karşı karşıya gelirse veya daha basit bir ifadeyle akılla dinin metinler çelişirse, dini metinler yoruma tabi tutulur. Sadra bu konuda İslam filozoflarının yöntemiyle ağırlıklı olarak ta İbn Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserine dayanarak görüşlerini ortaya koymaktadır. Molla Sadra’nın görüşleri içinde felsefe yaptığı geleneği yeterince tatmin etmemiş olacak ki Molla Sadra’nın bu konuda bir fikir değişikliği yaptığı dahi ileri sürülmüştür. Adı geçen gelenek her fırsatta Batıniliği ve be batını düşünceyi önemseyip ileri sürerken bu konuda Sadra’yı şiddetle eleştirerek adeta hedef tahtasına yerleştirmişlerdir. Halbuki Molla Sadra zaman zaman İbn Arabi’nin düşüncelerini de eleştirmiştir. 249 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Fütuhat-ı Mekkiyye kitabının yazarı İbn Arabî bu konuda birçok yorum yapmış ve çokça tartışılmıştır. O, Fusus kitabında bu konulara dair şu ifadelere yer vermektedir. Ancak cehennemliklerin sonu nimete ve berekete doğrudur, çünkü ateş, cehennemlikler için azap bittikten sonra soğuk ve serinlik olacaktır. Bu konuda benim görüşlerim; pratik riyazetlerle uğraşarak daha belirgin hale gelen şey şudur ki: Cehennem azap yurdu, nimet yeri değildir. Ancak orada acılar ve kederler çeşit çeşit olduğunda ne bir süresinden nede bir sonunun olacağından söz etmek doğru değildir. Orada deriler her zaman yenilenerek azabı his etmek için tazeliklerinin korurlar. Aslında ahirette bulunan cehennem diyarının konumu, bu dünyadaki oluş ve bozuluş konumu gibidir.71 Sadra’nın bu ifadesi, İbn Arabî'nin cehennemde ebedî azap konusundaki teorisinden dönüşü anlamına gelmektedir, bunun nedeni ise bilimsel ve pratik riyazetler ile yeni bir hakikate ulaşması olarak adlandırılmıştır. Bu bağlamda azap ve acı cehennem ehli için hiçbir zaman tatlı ve huzur verici olmayacaktır aksine her zaman acı ve ıstırap ile birlikte olacaktır. Çağımızın bazı âlimleri,72 eşŞevahidu’r-Rububiyye kitabında ebedi azap konusunun dipnotunda şöyle derler: Allame, eş-Şevahidu’r-Rububiyye kitabından sonra kaleme aldığı "Risaleyi Arşiyye" kitabında "benim en son ulaştığım..." cümlesi ile de bu görüşünden döndüğünü açıklamıştır. 71 Molla Sadra, Arşiyye, s. 282. 72 Molla Sadra, eş-Şevahidu’r-Rububiyye, s. 317. Dr. Hamdi ONAY | 250 Tabatabai’nin görüşü: Tabatabai’nin cehennem azabının ebedîliği konusunda görüşü Şia’nın genel anlayışını yansıtır niteliktedir. Zira bu konuda bir yandan, açık olduğu gerekçesiyle dini metinlerin literal manasını dikkate alırken, diğer yandan aklî delilleri bu konu ile çelişkili olmadığını, aksine bu konuyu tasdik ederek onayladığını vurgulamaktadır. Tabatabai akıl ile din arasında tam bir uyum olduğunu savunarak bu konuda ortaya atılan şüphelere şöyle yanıt vermektedir. Tartışılan konularla ilgili olarak, aklî ve naklî deliller hakkında fikir ayrılığına düşülen konular arasında ebedî azap konusu gelir. Bazıları ebedî azap konusunun bir gurup insan hakkında kesin olduğuna inanırken bazıları da bu görüş karşısında, ebedî azabın hiç kimse için mümkün olmadığını ve bir süre sonra azabın biteceğini savunmaktadırlar. Ancak açık olan şey, Kur’an'da ebedî azabın kesinliğinin bir gurup insan için olduğu açıkça zikredildiğidir. Bu konu Kur’an ayetleriyle Beraber Ehlibeyt kanalı ile bize ulaşan çeşitli rivayetlerde bu husus teyit edilmiştir. Bu durumda Ehlibeyt kanalı dışında bize ulaşan rivayetlerde azabın bir süre sonra kesileceği beyan edilmektedir. Ancak azabın sınırlı olduğunu öne sürülenlerin aklî delilleri ise şöyledir: Biz istidlal ve aklın genel ilkeleri ile dini metinlerde rivayet edilen mead hakkındaki ayrıntılı konuları ispatlayamayız. Zira bizim aklımız bu ayrıntıları idrak etmekten acizdir. Bu nedenle, bu tür konuların hakikatini anlamak ve onaylamak sadece naklî delillerle mümkündür. Meadın mahiyeti 251 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a konusundaki bilgiler vahiy yoluyla bize ulaşmaktadır. Elbette ki vahyin doğruluğunu ispatlamanın temelinde de aklî deliller yatmaktadır. Fakat insan nefsinin ahlakî faziletler ve reziletler karşısında kazandığı mükâfat veya azap hakkında söylememiz gereken şey; bu sonuç o nefsin kazandığı iyi ve kötü haletler ve alışkanlıklar sonucunda verilmiştir. Bu haletler gerçek yüzleri ile –iyi ya da kötü- insan nefsi için açığa çıkar ve nefs onların iyi yüzlü olanlarından faydalanır ve kötü yüzlü olanlarından ve çirkin suretli olanlarından ise acı ve azap çeker. Eğer kötü ahlak ve çirkin suretler nefiste bulunmaz ve ona acı vermezse yani nefs mutlu olanlardan olurda bununla beraber arızî olarak bedbaht kimselerin özelliklerini taşıyorsa, günahkâr müminler gibi, böyle bir nefs eninde sonunda o suretini bırakarak o haletten kurtulacaktır. Zira geçici ve doğal olmayan bir halete sahiptir. Eğer bu bedbahtlık onun nefsine işleyerek asıl yapısı haline gelmiş ise yani ikinci sureti asıl sureti yerine geçmiş ise öyle ki nefs bu suret ile yeni bir tür halini almış ise tıpkı cimri insanın cimriliğinin nefsine işleyerek onda karakter haline gelmesi gibi. Sonuç olarak insan türü kapsamında ikinci bir alt türde her zaman kalıcı olarak soyut şekliyle ortaya çıkar. Bundan sonra yapılacak bütün fiiller bu değişim olmadan önce geçici olarak işlense de artık bundan sonra daimî olacaktır. Çünkü onun zatındaki türden kaynaklanmaktadır. Melekeleri (alışkanlık) nedeni ile ıstırap içinde olan bir insan melankoli ya da daimî kâbus hastalığına yakalanmış kimse gibidir. Bu hastalığa yakalanan kimse her zaman hayal gücünden Dr. Hamdi ONAY | 252 kaynaklanan dehşet verici suretler görür ve bu görüntüler ona her zaman acı verirler. Oysa nefis hiçbir sebep ve zorlama olmadan bu eylemi gerçekleştirir. Aynı zamanda bu hastalık ile uyumlu olmadığı halde onun acısını hisseder. Her ne kadar normalde daha önceleri tasavvur edilen suretler onunla başlayıp onda bitse de bu durumdan acı duymamaktadır. Eğer azabın bu şekilde olduğu düşünülürse, bu azap gelmeden insan ondan korkuyorsa ve geldikten sonra ondan kurtulmaya çalışıyorsa bu durumda bunun da bir çeşit azap olduğunu doğrulamak gerekir. Bu durumda, bedbaht nefislerin ahirette kendi yarattıkları çirkin suretlerden çektikleri, azabın bir çeşididir. Bu aklî delil doğrultusunda, bedbahtlık nefsinin gereği olan bir kimse için daimî ve sınırsız azap olacaktır. Bu konuda yanlış olduğu açık olan pek çok eleştirilerde bulunulmuştur. Onlardan bazılarına şöyle değinebiliriz: O eleştirilerden birisi şudur; Allah’ın rahmeti sınırsız ve kapsayıcıdır, bu geniş rahmet ile nasıl olurda Allah’ın ebedî azapta kalacak bir varlık yaratacağı düşünülebilir? Bir diğeri ise şudur; azap, insana tabiatı dışında zorla anormal bir halet yüklenirse azap olur. Bu durumda nasıl ebedî ve daimî bir azap düşünülebilir? Oysa bu halet hiçbir zaman daimî olamaz. İnsanların günahları her daim sınırlı ve geçicidir, nasıl olurda onların azabı sürekli ve sınırsız olur? Ayrıca varlık düzeninde ve yaradılış aleminde bedbahtların hizmetleri mutlu olanlardan daha az değildir ve eğer onlar olmazlarsa diğerleri mutluluğa ulaşamazlar bu durumda nasıl olursa onlar daimî azaba duçar 253 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a olabilirler? günahkâr ve isyankâr kimselerin azabı, intikamdan dolayı olsa gerektir. İntikam ise sadece telafi imkânı olan yani eksiklerin tamamlanması ihtimali olan yerlerde geçerlidir. Zira isyan eden kimse güç sahibi ve intikam almak isteyen kimseye bazı zararlar vermiştir. Elbette ki mutlak kudret sahibi olan Allah hakkında böyle düşünülemez. Bu durumda O’nun azap etmesi bile şüpheliyken nasıl olurda ebedî azap vereceğini düşünülebiliriz? Bu sayılanlar, ebedi azap konusunda yapılan itirazlardır. Ebedî azap hakkında yaptığımız açıklamalardan sonra hepsinin geçersizliği ortaya çıkmaktadır; çünkü ebedî azap, zalimliğe ve bedbahtlığa has suretlerin eserlerindendir ve bu özellik hüsrana uğramış zalimlerin nefisten ayrılmaz bir parçadır. Öyleyse, insanın zatı zalimlik şeklini aldıktan sonra ve sahip olduğu güçlü yetenek nedeniyle iradî hallerin nişaneleri onda ortaya çıkarsa ve bu yapı zalim bir insanın yapısına dönüşürse, artık zalimliğin gerektirdiği sonuca neden yakalandı? Sorusu sorulmayacaktır. Zira birçok yerde güçlü ve eksiksiz kabiliyet ona uygun suretlerin cezp edilmesine sebep olacaktır. Bu doğrultuda sorulacak birçok soru da yersiz olacaktır örneğin; hiç kimse neden insanın maddesi insan suretini kabul ettikten sonra insan gibi hareket eder diye sormaz. Aynı şekilde bu soruya benzer olarak bir zalimin neden zalimliğinin cezası olarak ebedî azap çekmelidir, sorusu da sorulamaz. Her hâlükârda bu konu insanın hür iradesine dönmektedir ve bu açıklama ile geçmişte sorulan bütün soruların cevabı genel olarak verilmektedir. Dr. Hamdi ONAY | 254 Bu açıklamadan sonra sorulan sorulara Merhum Allame teferruatlı cevap verme yoluna gitmiştir. Birinci sorunun cevabı: Allah’ın rahmetinden maksat şudur ki; Allah şahıslarda oluşan kabiliyetler miktarınca onlara feyizde bulunur. Zalim ve bedbaht bir suretin gereği ebedi azaptır ve bu surete sahip bir kimse bu azapla güçlü bir kabiliyet kazanmıştır. Bunun Allah’ın genel rahmet sıfatı ile bir çelişkisi yoktur aksine Allah’ın genel kapsayıcı rahmetinin gereği böyledir. Bunun yanında eğer yapılan tenkit doğru olursa daimî azaba mahsus değildir, bunun içine geçici azaplar ve hatta dünyadaki azaplar bile işin içine girmektedir. İkinci sorunun cevabı: Zalim bir kimsenin nefsinden kaynaklanan eylemler onun zalimliğine uygundur. Çünkü o kendine özel bir tür suret oluşturmuştur, bu yüzden dışarıdan gelen bir şey yoktur. Bu yapı batınî suretten kendisi bile nefret etse bile iç dünyası ve zevk aldığı şeyler ona uygun olmasa, kendisi de istemeyeceği şeyler yapsa da durum böyledir. Melankoli hastalığına yakalanmış bir insan gibi istemediği, onun hayal gücüyle yaptığı işler onu rahatsız eden ve ona acı veren tasavvurlar ortaya çıkmaktadır. Üçüncü sorunun cevabı: Azap sınırlı günahlar karşılığında verilmez aslında verilen azap zalimlik ve bedbahtlık suretinin bir sonucudur ve bu suret daima zalimin nefsinde kalıcı olarak vardır ve günahlar zalimlere has suretlerin kalkıştığı eylemlerin sebebidir. 255 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Dördüncü sorunun cevabı: Kafirlerin ve suçluların yaptığı hizmetler, onlardan istenilen özel bir kulluk değil, yaratılış olarak genel kulluğun bir türüdür. Yani özel rahmet değil, kulluğun gereği olarak genel bir rahmettir. Dolayısıyla onun için belirlenen azap ta genel rahmet için verilen bir azaptır. Bunun yanında, eğer soru yerinde ise bu durumda bütün dünyevi ve o azaplar ister geçici olsun, isterse daimî, uhrevi azapların inkâr edilmesi gerekmektedir. Beşinci sorunun cevabı: Kafirlerin ve suçluların cezalandırılmasının Allah'tan kaynaklandığına inanmak bütün varlıkların ondan kaynaklandığına inanmak gibidir. Daimî azap ise şahsi eylemler neticesinde ortaya çıkan zalimlik suretinden kaynaklanmaktadır. Öyleyse bu suretleri Allah'a isnat etmek doğru değildir. Bunun yanında sorulmuş olan bu soru Her çeşit azabın inkâr edilmesini gerektirir.73 b. Varlıklarda İdrak, Şuur ve Aşkın Varlığı Kur'an ve sünnette üzerinde durulan konularda birisi de ister canlı (insan, bitki ve hayvan) ister cansız dünyadaki bütün varlıkların, idrak, şuur ve aşka sahibi oldukları öğretisidir. Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet, yerde ve gökte bütün varlıkların Allah'ı tesbih ettikleri, yani Ona ibadet ettikleri anlayışı geçmektedir. Dünyadaki hiçbir varlığın ona ibadet ve itaatten gafil ve habersiz olmadığını ifade eden ayetlerden bazılarına şöyledir. 73 Tabatabai, el-Mizan, İslami Yayınlar, 1374, c. 1, s. 422-427. Dr. Hamdi ONAY | 256 "Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir. O güçlüdür, hikmet sahibidir” (Haşr suresi 1. ve saf suresi1.) Biraz farklı da olsa bu anlama gelen, (hadid 1, haşr 24, Cuma 1 ve teğabun 1.) başka ayetler de zikredilmiştir. "Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih etmektedir; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavrayamıyorsunuz, şüphesiz O, hilm sahibidir, bağışlayandır."74 Bu ayet, açıkça âlemde bulunan bütün varlıkların Allah’ı tesbih (ibadet) ettiklerine vurgu yapmaktadır. Ancak insanların çoğu onun anlayacak idrake sahip değildir. Çünkü bu ayette geçen hamd ve tesbihten maksat doğal durum olarak bütün varlıklarda bulunan yaratılış amacı gereği kendilerine bahşedilen yetilerle sorumlulukları gereği işerini ve görevlerini yaparak Allah’ın zatının kemaline işaret ederler.75 "Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve sürü halinde uçmakta olan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini hiç şüphesiz bilerek yaparlar. Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir."76 Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet insanın uzuv ve organlarının hatta âlemde bulunan bütün varlıkların kıyamet günü konuşacaklarını ve insanın amellerine ve diğer bazı konulara açıkça şehadet edeceklerini haber vermektedir. Bilindiği üzere ahirette 74 İsra/44 75 Tabatabai, el-Mizan, c. 13, s. 151-153. 76 Nur/41. 257 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a şehadet etmenin gereği bu dünyada olaylara şahit olmaktır ki bu da idrak ve şuur olmadan mümkün değildir.77 İslam Düşüncesi literatüründe, bütün varlıkların idrak, şuur, ibadet ve tesbih özelliklerine sahip olduğu, farklı anlatılarla da olsa ifade edilmiştir. Tabatabai, bunlardan bazılarını el-Mizan kitabının 13. cildinde ele alarak şu değerlendirmelerde bulunur: Her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği hakkındaki rivayetler oldukça fazladır."78 Dolayısıyla dini metinler delaleti açıkça bütün varlıkların idrak, şuur ve İlahî aşk sahibi olduklarını göstermektedir. Bu işi zorlaştıran asıl konu, dini öğretinin ilim, akıl ve gözlemle elde edilen gerçeklerle uygunluğudur. Özellikle cansız varlıklarla beraber hayvan ve bitkilerde idrak, şuur ve aşkın bilimsel ilkeler ve aklî istidlallerle ispat edilmesi nasıl mümkün olacaktır. Aslında insan ile hayvanların, cansız varlıklar ile bitkiler arasındaki fark ikinci grubun idrak, şuur, aşk ve iradeden yoksun oluşlarıdır. Bunun yanında, felsefede bu konu kesinliğe kavuşmuştur ki idrak ve şuur maddeden soyut bir halde tasavvur edilemez. Bu konu ile ilgili şöyle bir ilke geliştirilmiştir, "her âlim soyuttur." Sadru’l Müteellihin Esfar kitabının üçüncü cildinde ilmin ve âlimin maddeden soyut olduğunu ispatlamak için birçok delil getirmiştir.79 Bu tutarsızlığı ortadan kaldırmak için ne yapmak gerek? Aklın ilkeleriyle bu çelişkiyi açıklığa kavuşturmak mümkün müdür? 77 Fussilet/21,22; Yasin/65; Zilzal/4,5. 78 Tabatabai, el-Mizan, c.13, s. 169. 79 Molla Sadra, Esfar Erbaa, c.3, s. 487. Dr. Hamdi ONAY | 258 Dini metinlerde geçen hamd ve tesbih gibi fiiller şuurlu ve bilgiye dayanarak şifahi yolla yapılırsa çelişki ortaya çıkacaktır. Oysa buradaki hamd ve tesbihten kastedilen şey yaratılış gereği eylemlerle yapılmaktadır. Yani alemdeki varlıkların yaratılışındaki eşsiz düzende her varlık türü kendisine yüklenen görevi yerine getirmek suretiyle Allah’ı tesbih etmektedir. Dolayısıyla tabiattaki bu düzen Allah’ın varlığına, ilmine, kudretine, azametine ve hikmetine şahitlik etmektedir. Aynı şekilde varlık alemine hâkim olan uyum, bütünlük ve vahdet, bu alemin yaratıcısı olan Allah'ın birliğine işaret etmektedir. Şu noktayı unutmamak gerekir ki her ne kadar âlemin inanılmaz üstünlüğü ve özellikleriyle yaratılmış olması bir şekilde Allah'ın sıfatlarına işaret ettiğini kabul etsek de acaba ayetlerde geçen hamd ve tesbihin anlamı bu mudur veya bununla sınırlı mıdır? Zira ayetlerin anlamları literal olarak; idrak, şuur, tesbih, hamd ve ibadetin şifahi (söz) olarak yapıldığına işaret etmektedir. Örnek olarak; Allah korkusu, huşu, tesbih ve ibadet bilinci, insanların anlayışına yakın manalar olduğunda tesbih ve hamd kelimelerinden anlaşılan şeylerin hepsi irade ve bilinç ile yerine getirilen eylemler anlaşılacaktır. Bununla beraber yaratılış olarak diğer varlıkların eylemlerini hamd ve tesbih olarak yorumlamak, konuyu mecazî manaya taşımaktır ki bunun da karineye ihtiyacı vardır. 259 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Sadru’l Müteellihin’in Değerlendirmesi: Sadru’l Müteellihin’ in bu konu hakkında çeşitli eserlerinde önerdiği çözüm şudur. Kainattaki bütün varlıklar kendi kabiliyetleri ölçüsünde idrak, şuur ve aşktan nasiplenmişlerdir, bu yüzden onlar hakkında kullanılan tesbih, hamd, kulluk ve ibadet eylemleri mecaz değil, gerçek anlamdadır. Sadra'nın bu konudaki kanıtları varlığa çıkışın bütün aşamalarındaki asilliği ve gerçek birliği üzerine kurulmuştur. Bu anlamdaki varlık ve kemal birbirlerine eşittirler. Dolayısıyla varlığın hakikatinin konu edildiği her yerde onun yetkinlikleri de söz konusu olacaktır. Başka bir ifadeyle kemali sıfatlar olan ilim, kudret, irade ve hayat, varlığın hakikatinin sıfatlarındandır. Zira hiçbir yetkinlik varlığın hakikatinin dışında değildir. Doğal olarak bu hakikatin ortaya çıktığı her yerde onunla var olan bütün sıfatlarda ortaya çıkacaktır.80 Sadra akıl ve din arasındaki bu uyumluluğu ispatlamayı kendisi için bir övünç kaynağı olarak görür ve problemi açıklığa kavuşturduğu için Allah’a şükreder. Bizim kanaatimiz, Sadra’nın delilleri idrak, şuur, hayat ve aşkın bütün varlıklara isnat edilmesi için yetersizdir. Zira her ne kadarda varlığın kemalinin, varlığa eşit olduğunu ispatlasak da ilim, kudret ve hayat gibi bütün yetkinlik sıfatlarının varlıkta bulunabileceğini kabul etsek de bu konuların kabulü bütün varlıkların idrak, şuur ve hayat sahibi olduklarını ispatlamaz. 80 Molla Sadra, Esfar Erbaa, c. 6, s. 117. Dr. Hamdi ONAY | 260 Varlık ve kemalin eşit olmasının anlamı şudur, kemal olan her yerde varlık vardır. Ancak varlık olan her yerde bir kısım kemal sahibi varlıkların olması sadece bir ihtimaldir. Bu teoriden hareketle, her varlık olan yerde mutlaka ilim kudret ve hayat gibi bütün kemallerin de olması gerekir anlamı çıkarılamaz. Bütün kemal sıfatlarının varlık olmasının anlamı, kemal sıfatları yokluğun değil varlığın bir parçasıdır. Eğer bir varlık ilim, kudret, hayat vb. gibi bazı kemal sıfatlarına sahip olursa kendisinde bir üstünlük ve artma olmuş demektir. Bununla beraber kemal sıfatlarına sahip olunduğu zaman daha önce olmayan yeni yetkinlikler ortaya çıkmış demektir. Kemal sıfatlarının varlık olmasının anlamı varlık olan her yerde bütün kemal sıfatlarının var olması anlamını doğurmaz. Yani bazı kemal sıfatlarının kendilerine has özelliklerine göre varlığın bütün mertebelerinde görülmemesinin ve sadece bazı mertebelerinde var olmasının hiçbir sakıncası olamaz. Hatta Sadra’nın kendisi de ilim konusunda yaptığı değerlendirmelerde bu konuyu iddia etmiş ve çeşitli deliller öne sürmüştür. Sadra’nın bizzat kendi teorisi olan cevheri hareket ilkesine göre zaman bütün maddî olan şeylerin dördüncü boyutudur. Yani madde zatı itibariyle akıcı ve hareket halindedir, bütün parçaları zaman dilimleri arasında bölünmüş ve dağılmıştır. Başka bir deyişle, bir parçanın oluşu bir önceki parçanın yok oluşuna bağlıdır. Eğer bir sonraki parçanın olmadığını var sayarsak doğal olarak her parça iki yokluk arasında kalacaktır. Sonuç olarak cisimlerin parçaları zaman diliminde birbirlerinin huzurunda değillerdir. Çünkü 261 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a varlık ve yokluğun aynı anda birbirlerinin huzurunda olmaları anlamsızdır. Bu konu dikkate alındığında Sadru’l Müteellihin’ in iki görüşü arasında çelişki ve uyumsuzluk olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla canlı ve cansız bütün varlıklarda idrak, şuur ve aşk özellikler bulunmaktadır. Sadra’nın bu konuda diğer görüşü ise idrak şuur ve aşk özellikleri sadece soyut (mücerret) varlıklara aittir, maddî varlıklarda bu özellikler yoktur. Buna ilaveten eğer idrak ve şuur gibi özelliklerin bütün varlıklarda olduğunu düşünürsek bunun gereği olarak faillerin gruplandırılması anlamsız olacaktır. Çünkü bu durumda bütün failleri ilmî ve irade sahibi failler olarak kabul etmemiz gerekecektir. Oysa Sadra da dahil olmak üzere bütün filozoflar bu gruplandırmayı kabul etmişlerdir. Nitekim Sadra’nın bu iki görüşü arasındaki çelişki ve uyumsuzluk bazı çağdaş düşünürlerin gözünden kaçmamış, bu konuyla işaret etmişlerdir.81 Meselenin dikkat çeken yanı şudur; Sadru’l Müteellihin de bu uyumsuzluğun farkında olarak bazı eserlerinde bu çelişkiyi gidermek için çaba harcamıştır. Onun önerdiği çözüm yolu ise şu şekildedir. Bilgi de tıpkı cehalet gibi basit ve bileşik olmak üzere iki türlüdür; basit bilgi, idrak ve tasdike baş vurmadan bilmektir. Bu bilgi türünde bilinen şey tam olarak kesinlik kazanmamıştır. Diğer bir tabirle basit bilgide bilginin kendisi vardır ama bilgiye karşı bilgi veya bilinen şeyin niteliğini, tam olarak belirleyici özelliklerini tanıma yoktur. Bu durumda basit bilgi gaflet ile örtüşebilir, mesela bütün insanlar kendi yaratıcısına ve kendilerine karşı bilgi 81 Misbah Yezdi, Taallukat, s. 26. Dr. Hamdi ONAY | 262 sahibidirler, ancak bu bilgiyi önemsemedikleri için Allah’ın ve kendilerinin sahip oldukları ruhun hakikatinden habersiz olabilirler. Bileşik bilgi ise; bir şeyin şuurlu ve benimseyerek idrak edilmesidir. Bu tür bilgilerde hem bilinen şeyden ve hem de bilgiden haberdardır. Sadra, bütün varlıklarda ve hatta maddi varlıklarda bulunan bilgi bileşik değil basit bilgidir, görüşünü öne sürerek ve daha sonra bütün insanların ve hatta varlıkların Allah konusunda en azından basit bilgiye sahip olduklarını savunur. Sadra’ya göre, idrakin hakikati ister duyu ile ister hayalî ve aklî yollarla ister se huzuri ve husulî yollarla olsun, idrak edilen şey idrak edenin yanında hazır ve nazırdır. Bu durumda bir şeyi idrak ettiğimiz zaman, bunun anlamı idrak ettiğimiz şeyin varlığının bizim zihnimizde hazır olmasıdır. Başka bir yerde ispatlamaya çalıştığımız gibi âlemde bulunan bütün varlıklar Allah’a karşı irtibatın ve bağımlılığın kendisidir. Aslında âlemde bulunan bütün varlıkların hakikati Allah’ın tecellisi, celal ve cemalinin birer yansımasıdır. Öyleyse bir şeyi idrak etmek demek o şeyin Tanrı’ya olan irtibat ve bağımlılık yönünü idrak etmek demektir. Zira ister idrak edici bu bilgiyi benimsesin, ister benimsemesin, bu bağımlılık ve ihtiyaç onların varlıklarının bir parçasıdır. Bu durumda zorunlu olarak idrak edilen her şey onun yaratıcısını da idrak etmek anlamına gelir. Hz. Ali’nin ifade ettiği gibi "hiçbir şeyi görmedim ancak öncesinde Allah’ı gördüm" başka bir rivayette "hiçbir şeyimi görmedim ancak öncesinde ve sonrasında Allah’ı gördüm." Bu beyanı esas alarak 263 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a şöyle ifade edebiliriz. Biz bütün duyusal ve duyusal olmayan idraklerimizde aslında Tanrı’yı idrak etmekteyiz. İlimde derinleşmiş olanların bildiği gibi var olma hakikatinin bütün varlıklarda akıcı ve mevcut olması, varlıkta gerçek sıfatlar olan ilim, kudret, irade ve hayat da aynı şekildedir yani bu özellikler bütün varlıklarda mevcuttur. Öyleyse bütün varlıklar hatta cansız varlıklar bile tesbih etme konusunda bilinç sahibidirler ve sözlü olarak tesbih ederler. Onlar Rablerinin varlığını müşahede ederler, çünkü yaratıcı ve yok iken varlığa çıkaran var edicilerini bilmektedirler. İlahî açıklama bu konuya şöyle işaret etmektedir " O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavrayamazsınız" bu tür bir idrak ve anlama o varlığın bildiğini bilmektir. Bunu sadece cismani hicap ve örtülerden kurtulamamış ve maddi mekândan dışarı çıkmamış kimseler anlayamazlar.82 Çünkü onlar kendi bildikleri şeyler hakkında ilim sahibi değillerdir. Kendi bildiğini ayrıntılı ve derinlemesine bilmek sadece soyut varlıklara has bir özelliktir. Buna karşın maddi varlıklarda olan özellik basit ilim özelliğidir."83 Ancak gerçek şu ki hem bu çözüm tarzı eksik ve yetersiz hem de Sadra’nın yorumu dayanaktan yoksun bir iddiadan ibarettir. Bunun yanında bilgi konusunda ele alınan idrakin ve idrak edilenin soyut olması anlayışı da doğru şekilde yorumlanmamıştır. Çünkü maddi varlıklarda idrak ve şuurun olmayışı bütün bilgi çeşitlerini; sadece bileşik bilgileri değil basit bilgileri de kapsamaktadır. Çünkü 82 Misbah Yezdi, Taallukat, c. 6, s. 117-118 83 Misbah Yezdi, Taallukat, c. 6, s. 119 vd. Dr. Hamdi ONAY | 264 hem basit ve hem de bileşik olmak üzere bütün bilgiler için huzur gereklidir, gerçek huzur olmadan hiçbir idrak düşünülemez, daha öncede açıkladığımız delillerde madde aleminde varlıkların birbirlerine karşı hiçbir huzuri bilgileri yoktur. Sonuç: bizim kanaatimizce Sadra her ne kadarda idrak, şuur ve aşkın bütün varlıklar arasında genel olduğunu ispatlamak için çok çaba sarf etse de bu iddiasını ispatlama konusunda başarılı olamamıştır ve yine aynı şekilde iki görüşü birleştirme konusunda eksik ve yetersiz kalmıştır. Netice de akıl ve din arasındaki uyumluluğu gerektiği gibi ispata ulaştıramamıştır. Bütün varlıklarda idrak ve şuurun ispatı için Sadra’nın başka bir değerlendirmesi şöyledir. Bazıları alemde bulunan bütün varlıklarda idrak, şuur ve aşkın var olduğunu ispatlamak için başka bir delil öne sürmüşlerdir şöyle ki; bütün varlık aşamaları hatta madde alemi ve tabiat bile Allah’u Teala’nın zatının tecellisidir. Zira yaratılmış olan sonuç kendisine vücut veren sebep karşısında bir yansıma ve cilveden baka bir şey değildir. İşte bu anlayış esas alınarak o yüksek hakikatte var olan her tür kemal ve yetkinliğin yaratılan varlıkta aşağı ve zayıf seviyede var olması gerekmektedir. Sonuç olarak Allah'a ait ilim, kudret, hayat ve irade gibi bütün yetkinlikler var olan tüm vücut aşamalarında ve hatta maddede bile var olması gerekmektedir. Bu delillendirme tarzı Sadra’nın daha önce ileri sürdüğü delilden daha sağlam olsa da onun gibi eksik ve yetersizdir. Zira öncelikle öne çıkarılan "yetkinliğin sebepte olduğu gibi sonuçta da var olması gerektiği" ilkesinin kapsayıcılığı hakkında kesin delil 265 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a bulunmamaktadır. Çünkü bazı kemal sıfatlarının sadece varlığın en yüksek mertebelerine has olması ve sadece o mertebede var olmasının yanında varlığın aşağı mertebelerinde görülmemesi mümkündür. Bu durumda bilgi, idrak, hayat, kudret ve irade bu tür sıfatlardandır. Daha öncede belirttiğimiz gibi bilginin oluşması için varlıkların suretlerinin bilgi sahibinin huzurunda hazır olması gerekmektedir ve bu tür huzur madde âleminde bulunmamaktadır ve sadece varlık aleminin en yüksek mertebelerinden olan soyut mertebesinde bulunmaktadır. İlim, idrak ve şuur madde aleminde var olmadığı zaman hayat, kudret, irade ve aşk da bulunmayacaktır zira bunların hepsinin varlığı ilim ve idrake bağlıdır. İkinci olarak bu ilkeye bağlı olarak Allah’ın basitlik, vahdet, yaratıcılık, var etme, vacip olma özelliğini varlık âleminin bütün aşamalarına ait olduğunu kabul etmek mümkün müdür? Kesinlikle hayır! Bu durum gösteriyor ki bazı sıfatlar vücudun yüksek aşamalarına ve hatta en yüksek aşamasına özeldir dolayısı ile daha aşağıda yer alan diğer aşamalarda bulunmamaktadır. Allame Tabatabai’nin Konuyu Değerlendirmesi: Allame Tabatabai Sadra’nın iki farklı iddiasındaki tutarsızlığa işaret etmektedir. Tabatabai, ilim ve alimin soyut olduğu ve maddî varlıkların bilgi ve şuurdan yoksun olduğu konusundaki delillerin yeterli odluğunu kabul ettiği halde dini metin ve rivayetlerde geçen, bütün Dr. Hamdi ONAY | 266 varlıkların hamd ve tesbih ettiğini ve bu tesbihin genel olarak bütün varlıklarda olduğunu yorumlamak için başka bir yola baş vurmuştur. "Maddî varlıklarda ilim ve şuurun var olmasının anlamı şudur; Onların kemal mertebelerinden olan misali ve aklî suretleri, aslında kendilerine ve diğer varlıklara karşı bilgi sahibi olmaları demektir. Bu açıklama varlıkların kudret sıfatına sahip olması konusunda da böyledir yani kudretten kast edilen şey maddî varlıklardaki misali ve aklî suretler onların eserlerinin kaynağıdır. Bilgi ve kudret bütün varlıklarda ispat edilince hayat sıfatı da ispat edilecektir. Zira hayat bir şeyin idrak edici ve faal olması demektir.84 Bazı çağdaş düşünürler bu yorumun bir ihtimal dâhilinde öne sürüldüğünü iddia etmişlerdir. Onların bu konudaki açıklamaları şöyledir "ilim, muhabbet ve haşyet sıfatlarının maddî varlıklara isnat edilmeleri onların melekutî sıfatlarını ölçü alarak mümkündür ve bu sıfatlar kıyamette ortaya çıkacaktır.85 Bu iki düşünürün yorumlarından anlaşılan şudur; bu usul ve yöntemle aklî ve naklî bilim arasında bir uyum sağlamak mümkün değildir. c. Ruhların Bedenlerden Önce Yaratılması Problemi İlmü’n-Nefs konusunda filozofların dikkatini çeken önemli konulardan birisi de ruhların bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı 84 Molla Sadra, Esfaru’l-Erbaa, c.7, s. 103 85 Misbah Yezdi, Taallukat, s. 265 267 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a konusudur.86 Platon ve Platoncular ruhların bedenlere bağlanmadan önce daha üstün ve yüce bir âlemde yani idealar ve mücerretler aleminde var olduğunu ama bedenin yaratılmasından sonra ona bağlandıklarını iddia ederler. Aristo ve onun takipçileri ve bununla beraber İslam filozoflarının çoğu ruhların beden ile birlikte var olduğunu savunurlar. Bir bedenin hazır olasıyla (yarata) birlikte yukarı alemden soyut bir ruh gönderilir ki bu ikisi arasında bir bağ ve irtibat kurulur. Bu gurubun görüşüne göre ruh kendi yaratılışının başlangıcında soyut bir varlıktır. İşte Allah bu soyut varlık ile cisim olan beden arasında bir irtibat oluşturur. Başka bir deyişle ruhun hem oluşumunda hem de hayatın devamında soyut olarak kabul etmek gerekir. Ancak Sadra ve Hikmet-i Mütealiye anlayışının takipçilerinin göre, ruh kendi oluşumlarının başlangıcında soyut bir varlık değildir, aslında yaratılışının başında cisimsel ve maddî bir varlıktır. Bu varlık bir müddet sonra cevheri hareket ile gelişerek ve zatında değişime uğrayarak soyutluk mertebesine ulaşır. Bu gurup ruhu, cisim olarak oluşan ama soyut olarak hayatını sürdüren varlık olarak kabul ederler. Tabatabai, Molla Sadra ve düşüncesi hakkında bir değerlendirme yaparak, Sadra yeni oluşturduğu bu felsefi anlayışla şöyle bir sonuca vardığına işaret etmektedir. Alemde hâkim olan arızi olarak hissedilen görünen hareketlerin yanında derinlemesine 86 Fahreddin Razi, el Mebahisu’l-Meşrikiyye, Bidar Yayınları, Kum, 1411 c. 2, s. 389. Dr. Hamdi ONAY | 268 hissedilmeyen ve alemin zatına yönelik cevheri bir hareket vardır. Nefs ve ruh bu hareketin ürünüdürler, bu durumda cisimsel madde nefsin oluşumunun başlangıcıdır. Maddenin kendi bünyesinde tabiat ötesi âleme ait olan ve soyut varlıklar ile aynı seviyede olabilecek bir varlık oluşturma kabiliyeti vardır. Aslında tabiat ve tabiat ötesi arasında ayırıcı bir duvar yoktur. Maddî olan bir varlığın tekâmül ve yetkinlik neticesinde soyut bir varlığa dönüşmesinde hiçbir engel yoktur. Sadra nefsin aşamaları ve değişmelerini şöyle almaktadır: Bilindiği üzere İslam düşüncesinde filozoflar çeşitli varlık hiyerarşilerinden bahsetmektedir. Bu hiyerarşide, varlığın zorunlu (vacip) ve olurlu (mümkün) varlık ayrımı genel kabul gören bir kategori şeklidir. Bu düşünce geleneğinde ayrıca maddi- ruhani (soyut) varlıklar, süfli ve ulvi (yüce) varlıklar, ay altı ve ay üstü varlıklar, etkin (müessir) ve edilgin (müteessir) varlıklar, gerçek ve hayali varlıklar, kesif ve hayali varlıklar gibi varlık ayrımları da yapılmaktadır.87 Bu varlık kategorilerinin olduğu bir dünyada insan nefsi, değişim ve dönüşüm akışında bazı aşamaları kat etmektedir. Bu aşamaların bir kısmı varlığından önce bir kısmı da varlığından sonradır. Nefsin, insan nefsi olmadan önce kat ettiği aşamalar şunlardır. Unsurî oluşum, cemadî oluşum, bitkisel ve hayvani oluşum. Nefs, insan nefsi olduktan sonra kat edeceği aşamalar ise şunlardır, münfail akıl, bil-fiil akıl, faal akıl ve bunlardan daha yüksek mertebelerdir. 87 İsmail, Erdoğan, Hermetik İslam Düşüncesinde Türlerin Efendisi ve Kâmil Tabiat Anlayışı, İlahiyat yayınları, Ankara, 2004, s. 21. 269 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Akıl ve din arasındaki uyumsuzluğun görüldüğü yerlerden birisi de bu konudur. Bir taraftan bütün İslam filozofları nefsin beden ile birlikte oluştuğunu kabul etmektedirler, ancak diğer taraftan bazı ayet ve rivayetlerden anlaşıldığı üzere insan ruhunun özellikle Peygamber ruhlarının bu cihanda bedenlerin yaratılmasından uzun yıllar önce yaratıldığına işaret edilmiştir. Acaba gerçekten de akıl ve din arasında bu konuda uyumsuzluk mu var? Ruhların bedenlerden önce yaratıldığını reddeden delillerin bazıları şunlardır; 1- Eğer ruh bedenden önce var olsaydı bu durumda bedene bağlanmadan önce gayb âlemi ve yüce hakikatler ile arasında doğal olarak hiçbir engel ve perde olmayacaktı. Bu takdirde ruhun bedene bağlanması ve onu düzenlemesi ruha hiçbir fayda sağlamayacaktı hatta aksine onun için bir çöküş ve madde âleminde yıpranmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktı. Bununla beraber her ruhun belli bir bedene ait olmasının da akıllıca bir açıklaması olamaz; zira belli bir ruhun belli bir bedene ait olmasının hiçbir tercihi ve önceliği yoktur. Tabi soyut varlıklar âleminde hiçbir değişimin ve oluşumun düşünülmesi de söz konusu değildir. Bu yüzden iki şey arasındaki bağı oluşturacak bir değişimin veya oluşumun beklenmesi de yersizdir.88 2- Ruhun kimliği maddeye (bedene) olan bağı ile belirlenir ve bu kimlik ruhu bedene bağlı kılar. Ruhun bedenle olan ilişkisi, seyis ile at veya sahip ile sahip olunan ilişkisi gibidir, ancak bir baba-oğul 88 Kutbettin Şirazi, Şerhu Hikmetü’l-İşrak, Encümeni Asar Mefahir Ferhengi Yayınları, Tahran, 1383, s. 445. Dr. Hamdi ONAY | 270 ilişkisi gibi değildir. Çünkü babalık ilişkisinde aradaki irtibat ve birbirlerine olan özel ilişki yok sayılsa bile iki tarafın da şahsi kimliği kalıcıdır. Dolayısıyla ruh ile beden arasındaki ilişki, bir varlık türünün sahip olduğu suretler ile o varlığın maddesi gibidir, eğer suretler ile madde arasındaki irtibat yok sayılırsa aslında o şeyin kimliğinin ve varlığının hakikatinin yok olması anlamına gelecektir. Bu konuyu dikkate alırsak ruhun bedenin oluşumundan önce var olmadığı açık ve net bir şekilde anlaşılacaktır.89 3- Eğer ruhun bedenden önce var olduğunu kabul edersek bunun sonucunda ruhu hem maddeden soyut şekilde hem de madde ile birlikte düşünmemiz gerekecektir. Zira bir yandan maddeden önce var olduğu için maddeden ayrı ve bir yandan da madde ile birlikte yaşayacağı ve ona bağlanacağı için de madde ile birlikte düşünülmesi gerekecektir. Sadra bu delili bazı filozoflara dayandırsa da böyle bir şeyin olması mümkün değildir. 4- Aslında ruhların ezelden beri madde ve maddilikleri olmadan çokça var olduğunu kabul etmek demek, o ruhları birlik ve bütünlükleri ile birlikte çokluklarını, sayılabilirliklerini ve onları birbirlerinden ayıran arızi özelliklerini kabul etmek demektir. Oysa insanların ruhları tür olarak bir oldukları için soyut varlıklar âleminde çokluk, bölünme ve ayrılık tasavvur edilemez.90 . 5- Ruhu ezelden beri var olan bir şey olarak kabul etmek, ruhun bedene bağlanmadan önce sınırsız bir müddet bedeni idare etmekten ve onun üzerinde tasarruf etmekten mahrum kaldığını 89 Molla Sadra, Esfar, c. 8, s. 373-375. 90 Molla Sadra, Esfar, c. 8, s. 377. 271 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a kabul demektir. Bu ise imkânsız bir durumdur, zira ruhun kimliği bedene bağlılığı onu düzenlemek ile belirlenir.91 Daha önce işaret ettiğimiz gibi bu iddianın karşısında bazı ayet ve rivayetler ruhların bedenlerin yaratılmasından önce yaratıldığını beyan etmektedir ve onların bazıları şunlardır. "Hani Rabbin, Ademoğlunun bellerinden soylarını çekip aldı ve ben sizin Rabbiniz değilmiyim? diyerek kendilerini birbirine şahit tuttu da onlar evet, şahidiz dediler. Bunu kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye yaptık" "Daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik ve onların izinden gittik. Batıl şeyleri işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misin? dememeniz için böyle yaptı)."92 Bu ayet insanların dünya hayatındaki yaratılışlarından önce başka bir yaratılışta, Allah’ın varlığına ve birliğine yönelik sapkın inançlara sahip oldukları konusunda itiraf ettiklerine delalet etmektedir. Yani bütün insanlar orada tevhit inancına şahitlik ederek bu inançta sabit kalacaklarına dair söz verilmektedir. Bununla beraber bazı müfessirler, Hz. Âdem ve eşinin yeryüzüne gönderilmeleri konusunda, bu olayların aslında tabiat alemi üzerinde olan misal ve berzah aleminde gerçekleştiğini ifade etmektedirler. Yani Âdem ve Havva bulunduğumuz bu dünyaya 91 Molla Sadra, Esfar, c. 8, s. 373. 92 Araf/172-173. Dr. Hamdi ONAY | 272 gelmeden önce daha yüksek bir alemde bulunmaktaydılar, daha sonra bu aşağı aleme gönderildiler.93 Bu ifade ve ibarelerde de anlaşılacağı üzere, bütün insanlar dünya hayatına gelmeden önce, ruhlar aleminde Ona itaat ve ibadet etmeye söz verdiler ve kul olduklarını kabul ettiler. Bu durumda Allah peygamberleri ve resulleri dışarda tutarak bütün insanları onlara itaat etmeye davet etti ve insanlarda bu konuda ahde vefa edeceklerine ve bağlı kalacaklarına söz verdiler. O anda melekler şöyle seslendiler " Ey Adem'in çocukları, biz sizin bu sözünüze şahidiz. Sakın kıyamet günü biz bundan habersizdik demeyesiniz.94 Merhum Allame Tabatabai bu rivayeti naklettikten sonra şöyle devam etmektedir: Bu rivayet açıkça basit bir durum tespiti ve anlatımı değil, Allah'ın insanlarla gerçekten konuştuğuna delalet etmektedir. Yine aynı şekilde, o an alınan söz ve yapılan ahit sadece Allah'ın Rububiyeti ile sınırlı değildir bunun beraber diğer inanç esasları ve peygamberlik müessesesiyle de anlaşma ahdidir. 95 Diğer bir rivayette ise "İmam Cafer Sadık’tan Araf suresi 172. Ayet, "Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini izhar etmişti..." hakkında şöyle sordular: Allah ile insanlar arasındaki ahitleşme görüp konuşarak mı gerçekleşti? İmam şöyle buyurdu: Evet, o bilgi insanlarda kaldı, ancak insanlar o sahneyi unuttular ve 93 Molla Sadra, Esfar, c. 8, s. 373. 94 Tabatabai, el-Mizan, c. 8, s. 422. 95 Tabatabai, el-Mizan, c. 8, s. 422. 273 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a gelecekte bu sahneyi tekrar hatırlayacaklardır. Zira eğer bu şekilde olmasaydı hiç kimse yaratıcının kim olduğunu ve rızık verenin kim olduğunu bilemezdi. Bu sebeple bazıları Zerre âleminde dilleri ile ikrar ettiler ama kalplerinde inanmadılar. Bu yüzden Allah onlar için şöyle buyurmuştur "daha önce yalanladıklarına şimdi de iman etmesinler.”96 İnsanların dünya hayatına gelmeden önce zerre aleminde yapılan anlaşmalara ve alınana ahitlere işaret eden rivayetler çok fazladır, onları burada aktarmaya gerek yoktur. Allame Tabatabai bu rivayetlerin bir kısmını yazdığı eserinde sözü edilen ayetin tefsirinde zaten açıklamıştır. Bu rivayetlerin ortak noktası şudur; insan bu dünyadan önce başka bir âlemde var idi ve Allah onunla konuştu ve ondan bazı şeyler hakkında söz ve ahit aldı. Ancak insan ahdine uyacağına söz verdiği halde bunu ikrar etti. Bu konuyu dikkate alarak şöyle söyleyebiliriz; insan bedenlerinin o dönemlerde ve aşamalarda yaratılmadığını kabul edersek bu durumda insan ruhunun muhatap olduğunu ve bedenden önce yaratıldığını kabul etmemiz gerekecektir. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi bir taraftan aklî ve felsefî deliller ruhların bedenlerle birlikte yaratıldığına işaret etmektedir. Diğer yandan birçok ayet ve rivayet ruhların bedenden önce yaratıldığını vurgulamaktadır. Aklî deliller ile naklî deliller arasında uzlaşma sağlamaya çalışan Sadra, "ruhların maddi olarak vücuda geldiğini ve ruhani olarak yaşadığı" teorisini ortaya attığı halde çelişkiyi ortadan kaldırmak için şöyle bir açıklama 96 Ali bin İbrahim Kumî, Tefsiru’l-Kumî, Darul Kitap, Kum, 1367, c. 1, s. 248. Dr. Hamdi ONAY | 274 yapmaktadır. Ayet ve rivayetlerde kast edilen ruhlar dünyada insanların sahip oldukları tekil ruhlar değildir. Eğer dünyada her bireyi birbirinden ayıran ve her şahısta farklı özelliklere sahip olan ruhların yaratılıştan önceki ruhlar olduğunu kabul edersek birçok imkânsızlık ile karşı karşıya kalırız. Zira bu durumda ruha ait olan kabiliyet ve güçlerin uzun bir süre tatil olması ve bu güçlerin fiile dönüşmemesi anlamına gelecektir. Çünkü ruhu kendi başına ele aldığımız zaman, bedeni tertip eden, düzenleyen ve ona bağlı olan formlardan bahsediyoruz demektir. Ruhların önce yaratılıp sonra dünyaya gelene kadar bekletilmesi demek, güçlerinin bir müddet tatil edilmesi anlamına gelecektir. Bu ruhların bazı güçleri ve idrakleri hayvani ve bazıları da bitkiseldir. Aslında burada söylenmek istenen şey şudur: Allah’ın ilim âleminde ruha ait başka bir oluşumu vardır. Bunun diğer bir adı da mufarık suretler veya Eflatun'un idealarıdır. Yetkin olan ruhlar varlık âleminde çeşitli dönem ve aşamalara sahiptir, bu oluşum aşamalarının bir kısmı tabiattan önce bir kısmı tabiatta bir kısmı da tabiattan sonra gerçekleşmektedir. Hikmeti mütealiye konusunda derinleşmiş kimseler varlığın bazen şiddetlendiğini ve bazen de cevher yönüyle zayıfladığını çok iyi bilirler. Maddî cevherlerdeki hareketin şiddetlenmesi o varlığın kaynağına ve hedefine bağlıdır, zira varlıkların sonucu başlangıçları ile aynıdır.97 Sadra’nın felsefesine göre tabiat âleminde bulunan yer, gök, su, bitki, hayvan, insan ve diğer şeylerin varlıkları aşamalı olarak gerçekleşmektedir. Mesela, bitkilerde görülen farklı etki ve 97 Kumî, Tefsiru’l-Kumî, s. 306. 275 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a eylemlerin, şuursuz olan basit bir kuvveden meydana gelmesi imkansızdır. Öyleyse kendimizde ve bizim dışımızda oluşan her şeyin başka bir varlığın etkisiyle meydana gelmesi gerekmektedir. İşte bu tesirin sahibi “Türlerin efendisi” olan ruhtur.98 Onların bazıları maddî, bazıları ruhî, bazıları aklî ve bazıları da ilahî ve semavîdir. İnsan yeri veya gökleri düşünüp tahayyül ettiği zaman aslında aklında, akılsal sema ve hayalinde hayalî sema oluşmaktadır. Onların hepsi mecaz değil, dış dünyada gördüğümüz gökyüzü ve sema gibi gerçek varlıklardır. Hatta akli sema veya hayalî sema gökyüzü olmaya daha layıktır. Zira dış dünyada bulunan sema ve gökyüzü zatının dışında arızî olan etkenler ile zaman ve hareketin akışı içerisinde durmadan değişime uğramakta, oluş ve bozuluşun karanlıkları içerisinde bulunmaktadır. İçinde yaşadığımız verende bulunan bütün türler ve cisimler bu şekildedir. Oysa akıldaki ve hayaldeki sema böyle değildir yani asla değişime uğramamaktadır. Bütün bu saymaya çalıştığımız şeyler ulvî ve aklî âlemde daha yüksek ve üstün varlığa sahiptirler. Bu durumda her biri kendi türlerinin suretleri olan beşerî ruhların akıl veya farazi âlemde var olmasının ne mahzuru olabilir. Bir kavramın farklı kalıplarda var olduğunu ve bu farklılık ile mahiyetin değişeceği ve sonucunda hakikatin yok olacağını bilen bir kimse için eşya arasında bir tanesine karşı bile gerçek ilim sahibi olması mümkün değildir. Zira gaipte olan eşyaya karşı ilim sahibi olmak onların sonradan sahip olacağı suret ve formlarının yanında huzur bulması anlamına 98 İsmail, Erdoğan, Hermetik İslam Düşüncesinde Türlerin Efendisi…, s. 144. Dr. Hamdi ONAY | 276 gelecektir. Bu suretler ve formlar onları bilen alemin derecesine ve kapasitesine göre bazen akli, bazen hayali ve bazen de hissidir.99 Elbette Sadra bu konuya dikkat çekmesinin sebebi akıl aleminde bulunan ruhların varlığı bu alemde bulunan ruhlar gibi birbirlerinden zaman ve konum olarak belli bir sıralama, tertip ve düzene sahip olmadığını anlatmak içindir. Çünkü her sıralamanın sonucunda çokluk ve farklılık olacaktır. Bu konuda en fazla kabul edilecek şey bu âlemin sınırsız ve çokluk içinde olan ruhları ulvî alemde akli suretlere sahip olduklarıdır. Bu özellik onlara sınırsız güç, etki, icat ve hareket alanı kazandırmaktadır. Bildiğimiz gibi kuvvet ve şiddette sınırsızlık süre ve sayıdaki sınırsızlıktan farklıdır.100 Birçok ruhun beslendiği aklî ve ulvî kaynaklar güç, yön ve varlık özellikleri açısında sınırsızdırlar. Onlardan ne kadar ruh sadır olursa olsun varlık gücü ve şiddeti açısında hiçbir eksilme olmaz, aksine hiçbir eksilme ve değişme olmadan önceki haletine sahip olur. Zira aklî kaynak yaratıcıdır. Akıl âlemi mertebesindeki sınırsız ruhlar bu âlemde zaman ve konum itibari ile sayılabilen ve belli bir şahsi düzene sahip olan ruhlar gibi değillerdir.101 Sadra’ya göre, ruhların kadim ve ezelî olduğu düşüncesini, bu dünyadaki kişisel ve belirleyici özelliklerini Platon ve diğer filozoflara isnat etmek yanlış olacaktır. Bu söz nasıl kabul edilebilir? Oysa o büyük şahsiyetler tabiat ve cisim âleminin devamlı yenilenen, oluş ve bozuluş içerisinde hadis olan varlıklar olduğunu kabul etmişlerdir? Ancak eğer o filozofların sözlerinden kast edilen 99 Kumî, Tefsiru’l-Kumî, s. 332. 100 Kumî, Tefsiru’l-Kumî, s. 371. 101 Kumî, Tefsiru’l-Kumî, s. 367 277 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a şey; aklî alemde var olan ruhların bu dünyada tasavvur edilen ruhlara göre kadim olmaları ise, bu iddianın bir mahzuru yoktur. Zira bu durumda ne bu dünyadaki ruhların sahip oldukları özelliklerle beraber kadim oldukları iddia edilmiş ne de ruhların bedenler arası gezinmesini savunan reenkarnasyon inancına inanılmıştır. Son olarak ruhların bedenlerden önce yaratıldığına delalet eden dini metinler daha önce açıkladığımız anlamda tefsir edilmelidir.102 Tabatabai’nin Bu Konudaki Değerlendirmesi: Tabatabai el-Mizan tefsirinde "zer" ayetini açıklarken insanın zer âlemindeki varlığı hakkında ortaya koyduğu görüş Sadra felsefesine dayanmaktadır. O da tıpkı Sadra gibi insanın bu dünyadan önce ve bu dünyadan sonra olmak üzere farklı oluşumlara sahip olduğunu savunmaktadır. İnsan bu dünyadan önceki oluşumda ulvî alemde Allah’ı müşahede etti ve aralarında konuşma ve anlaşma gerçekleşti. Allame bu sözüne delil olarak Hicr suresinin 21. ayetini göstermektedir. Zira onun beyanına göre ayette şöyle geçmektedir "Allah’ın ilim hazinesinde her varlık sınırsız ve kapsayıcı bir yapıya sahiptir, dünyaya geldiği zaman belli bir şekle ve kalıba bürünür. İnsan da diğer varlıklar gibi Allah'ın ilim hazinesinde var olma yönüyle geçmişi olan daha sonra dünyaya gelerek sınırlı bir bedene sahip olan bir varlıktır. Daha önce zikrettiğimiz ayetlerin anlamı da 102 Molla Sadra, Esfar, c. 8, s. 374. Dr. Hamdi ONAY | 278 bu doğrultudadır. Öyle ki insanlık âlemi bütün genişliği ile Allah'ın ilminde toplu bir varlığa sahiptir. Bu toplu varlığın konumu diğer varlıkların Allah'ın ilmindeki konumu gibidir ki şüphesiz Allah onlara bu konumu ifade etmiştir. Bu konumda hiçbir fert birbirinden habersiz olmadığı gibi fertler Allah'tan, Allah da fertlerden habersiz değildir. Çünkü o âlemde fiilin failden, eserin sonuçtan habersiz olması makul değildir. Allah'ın sözü edilen ayetlerde bahsettiği gerçekliği olan ve melekût âlemi diye tabir edilen yerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır "Yakîn edenlerden olsun diye İbrahim'e göklerin ve yerlerin melekûtunu göstermekteyiz"103 Ancak insanın dünyaya bakışı açık ve net bir şekilde ortadadır. Bu âlemde insan oğlunun halleri ve eylemleri zamanın akışındaki anlara bölünmüştür. Bu şekilde gecelere ve gündüzlere ayarlanmıştır. Yine aynı şekilde gördüğümüz gibi insanın maddî zevklere olan ilgisi ve şehevî lezzetlere olan sevgisi onu Allah'tan uzaklaştırmış, Allah’la arasına perde icat etmiştir. İnsana ait söylediğimiz bütün bu haller ve durumlar onun geçmişteki hayatına sonradan eklenen şeylerdir. Çünkü bu dünya hayatı geçmişteki hayatının bir devamıdır. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi insanoğlu bu dünyadaki oluşumundan önce bu oluşuma benzer başka bir insani oluşuma sahipti. Ancak bir farkla ki daha önceki oluşumda Allah ile insanlar arasında perde yoktu. O âlemde Allah'ın birliğini ve Rububiyeti açık bir şekilde müşahede ediyorlar ve bu müşahede insanların ruhlarında nefislerinde ve zatlarında olan bir 103 Enam/75 279 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a müşahede idi. Bu tür müşahedelerde istidlale ve delile ihtiyaç yoktur Bunun sebebi de şudur insanlar Allah'tan henüz kopmamış ve ondan uzakta değillerdi. Allah'ı hazır olarak gören bir kimse onun varlığını ve ondan kaynaklanan bütün hakikatlerin varlığını dile getirecektir. 104 Anlaşıldığı kadarıyla Sadra ve Tabatabai’nin, ruhun bedenden önce yaratılışı konusunda akil ve dini metinleri uzlaştırmak için yaptıkları çabalar problemli gibi görünmektedir. Zira onların ele aldıkları ölçüler ve ilkelerden anlaşılan şu ki; bu dünyada bulunan bütün her şey hatta beşerî ruhlar tabiat âlemindeki maddî oluşumlarından önce ulvî ve aklî âlemde toplu ve basit bir şekilde mevcut idiler ve o yaradılış aşamasında bütün hakikatleri bilmekteydiler. Elbette ki yapılan bu yorum, daha önce dillendirmeye çalıştığımız, insanların bu âlemden önce başka bir âlemde yaratılmış olabilecekleri düşüncesiyle çelişmektedir. Zira ortay koyduğumuz naklî deliler, bu dünya hayatından önce insanların birey olarak var olduklarına işaret etmektedir. Örneğin "zer"105 ayeti ve onunla ilgili rivayetlerde bütün insanların tek tek başka bir âlemde yaratıldıklarına ve yine o âlemde insanlardan söz alındığına delalet etmektedir. O kaynaklarda geçen zamirlerin ve isimlerin zahirî anlamları bir topluluğa ve gruba işaret etmektedir. Yani Allah insanlara birey olarak tek tek hitap etmiş, onlarda birey olarak bu hitabı kabul etmişlerdir. İnsanların "Zer" âleminde bireyler olarak sayıca çokluğuna işaret eden en önemli 104 Tabatabai, el-Mizan, c. 8, s. 416-417. 105 Araf/ 172 Dr. Hamdi ONAY | 280 delil şudur; daha önce nakletmeye çalıştığımız bazı rivayetlerde bir grup insanın dil ile ikrar ettiği ama kalben inanmadığı aktarılmıştı, yine aynı şekilde bazılarının hem diliyle ikrar eden hem de kalben inanan kimselerden bahsedilmişti . Bu ve benzeri rivayetlerin tümü bu konuya delalet etmektedir. İnsanlar bundan önceki âlemde bireyler şeklinde farklı bedenlere sahiptiler yani “elest” âleminde insanlar arasında çokluk ve bireysel farklılıklar vardı.106 Sonuç olarak rivayetlerde geçen bu tabirler Sadra’nın kuramı olan bütün insan ruhlarının hatta bütün varlıkların akıl âleminde tek bir vücut ve basit olması konusundaki iddiası ile uyuşmamaktadır. Bunun yanında; salt akıl ve soyut alemde bütün hakikatler şuhudî ilim ile idrak edilir. Dolayısıyla orada hiçbir şekilde Allah’ın emirlerine karşı, inkâr, yalanlama, isyan ve başkaldırma söz konusu değildir. Oysa daha önce ifade ettiğimiz rivayetlerde, dünyadan önceki âlemde bunlar gerçekleşmiş durumlardır. Platon’a göre İdealar alemi görünüşler aleminin aksine, oluşmadığı gibi yok olacak varlıklardan meydana gelmez. Çünkü görünen dünyanın varlıkları, İdealar dünyasındaki varlıkların birer yansıması ya da görünüşü durumundadırlar.107 Görünüşler dünyasındaki herhangi bir varlık bozulup yok olmaya mahkumdur. Ancak bu varlık türlerinin özü olan idealar, bozulmayan mutlak bir varlığa sahiptir ve onları biz duyularımızla değil ancak aklımızla kavrayabiliriz. Bu nedenlerden dolayı idealar, mahiyetlerine hiçbir 106 Tabatabai, el-Mizan, c.8, s. 21-43. 107 Platon, Timaios, Çev. Erol Günay-Lütfi Ay, İstanbul, 1997, s.66 vd. 281 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a yabancı nesne kabul etmeyen, kendileri de başka hiçbir şeye karışmayan değişmez formlardır.108 Belki de Platonun ortaya attığı "idealar alemi” Sadra’nın beyan ettiği alem ile aynı olmayabilir. Öncelikle platondan bize nakledilen tabirlere göre idealar alemindeki ruhlar mahiyetleri itibarıyla kadimdir. Çünkü bedenler yaratıldıktan sonra ait oldukları ruhlara bağlanırlar, bu bağlılık neticesinde daha önce bildikleri her şeyi unuturlar ve bu alemde öğrendikleri her şey aslında yeni öğrenilen değil daha önce bilinen bilgilerin bir hatırlatmasıdır. Bu sebeple Platona ait idea aleminin özellikleri Sadra’nın ortaya attığı fikirlerden farklıdır. Çünkü Sadra, insanların akıl âleminde basit ve toplu halde yaratıldıklarını iddia ettiğinden aralarında bir uyuşmazlık söz konusudur. İkinci olarak Platon’un "idealar" olarak ifade ettiği âlem aslında bir cins isim olduğundan sayıca çokluk belirtmektedir, bu da Sadra’nın teorisi ile örtüşmemektedir. Bazıları akıl âlemindeki sayıca çokluğu, birbiriyle aynı seviyede olan ruhlar şeklinde yorumlayarak, yani birbiriyle aynı seviyede olan ruhları esas alarak, akılların sayıca çokluğu ile aynı şekilde ruhların da aynı seviyede olmasını yukarı âlemde kabul edilebileceği düşüncesin ileri sürmektedir. Ancak gerçek şu ki aynı seviyede olan akıllara yönelik yorumlama tarzı bile bu sorunu ortadan kaldırmaz. Zira öncelikle şunu ifade etmek gerekir, yukarı âlemdeki akılların sayıca 108 İsmail Erdoğan, Hermetik İslam Düşüncesinde Türlerin Efendisi…, s. 56. Dr. Hamdi ONAY | 282 çokluğunu kabul etmek fertlerden değil âlemdeki çokluktan kaynaklanmaktadır. Çünkü bu görüşü savunan kimseler aynı seviyede olan akılları o âleme ait bir tür olarak kabul etmektedirler. Çünkü onlar bu âlemde bulunan her türün yukarı alemdekilerin eksiksiz birer örneği olduğuna inanmaktadırlar. Aynı seviyedeki akıllardan kastedilen şey; türlerin en kâmil örneği olan ve akıl âleminde ıstılah olarak kullanılan “türlerin efendisi” fikridir.109 Sadra, görünüşler aleminin her safhasında farklı şekilde tezahür eden ilk örnek, gerçeklik aleminde bulunanla aynı hakikat olduğunu kabul etmektedir. Çünkü nesneler dünyasındaki varlıklar, gerçeklik alemindeki varlıkların yansımaları veya gölgeleridir. Bu sebeple ilk örnekle görünüşler dünyasındaki varlıklar, birbirine benzer ve aynı gerçekliği paylaşırlar. Dolayısıyla aynı seviyede olan akılların varlığını kabul etmek bile ruhların bir önceki âlemde sayıca çokluğunu ve insanların bireyler halinde var olduğu şüphesini ortadan kaldırmaz. İkinci olarak akıllar âleminde günah küfür inkâr ve yalanlama düşünülemez oysa rivayetlerden, bazı insanların o âlemde bu tür hatalara düştüğü anlaşılmaktadır. Anlaşılan bedenlerin yaratılmasından önce gerçekleşen ahitleşmede ruhların bedenlerden önce yaratılma konusundaki yorumlar arasında, makul olanı, bu olayın gerçekleştiğini ima eden Sadra'nın ifade ettiği akıl âlemi değil Platonun öne sürdüğü idealar 109 Varlığın Birliği (Vahdet-i Vücud) felsefesini savunan Molla Sadra, İşraki Felsefeyi temellendiren Sühreverdî ’nin Türlerin Efendisi fikrini kabul etmektedir. Sadra’ya göre de ruhlar aleminde, dünyadaki varlıkların eylemleri ve ontolojik özelliklerinin gerçek sebebi olan ruhani varlıklar bulunmaktadır. Bu varlıklar, tesir ettikleri varlıkların asılları veya ilk örnek (arketip) leridir. Bk. İsmail, Erdoğan, Hermetik İslam Düşüncesinde Türlerin Efendisi…, s. 38 vd. 283 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a âlemi nazariyesidir. İdealar âleminde her ne kadar açıkça madde olmasa da maddeye ait bazı özellikler görülmektedir. Bu âlemde hem bireylerin birbirinden ayrı oldukları hem de görünüş ve suretlerde farklılık olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla bireylerin hem itaat ve iman hem de küfür ve isyan etmesi mümkün görünmektedir. Bu yorumlarda dikkat çeken konu şudur; Tabatabai, Âdem ve Havva'nın cennetteki itaatsizlikleriyle oradan çıkartılmalarını İdeal (misal) ve Melekut alemine isnat etmektedir.110 Buraya kadar değerlendirmeye çalıştığımız konular felsefenin İlke ve yöntemleriyle çok ta uyuşmayan bazı dini rivayetlere konu olmuş öğretilerdi. Bu konuya ait pek çok örnekte görüldüğü gibi Sadru’l müteellihin'in geliştirdiği, birçok alanda etkili olan felsefi anlayışı çerçevesinde akıl ve dinin birbiriyle uyuştuğunu ispatlama gayretleridir. Gerçek olan şu ki dine ait bütün öğretiler felsefi yöntem ve ilkelerle elbette çakışmamaktadır. Ancak o öğretilerin doğru ve derin bir şekilde anlaşılması birçok filozof ve din aliminin kapasitesinin üstündedir. Çünkü dini öğretilerde ele alınan kavramlar dini metinlere özgü ve kullanılan terimler dinin kullandığı dile aittir. Örneklendirecek olursak; kaza, Kader, Levh-i Mahfuz, melek, vahiy, mucize, berzah, kabir alemi, haşr, hesap, mizan, sırat, amel defteri vb. Bu tür kavramlardandır. 111 Sadra, çeşitli eserlerinde dinin bu ve benzeri öğretilerini akla uygun felsefi bir yöntemle yorumlamak için olağanüstü bir çaba 110 Tabatabai, el-Mizan, c.1, s. 112. 111 Tabatabai, el-Mizan, c.13, s. 40-41. Dr. Hamdi ONAY | 284 sarf etmiştir. Bu manada ele aldığı konular Sadra’nın felsefi gücü, düşünce derinliğini ve kullandığı dilin inceliğini göstermektedir. Sözü edilen konuların, hikmeti mütealiye ekolünde değerlendirilerek akıl ve din uzlaşması adı altında ifade edilmesi bir ihtiyacın gereğidir. Kuşkusuz bu tür konular daha uzun yıllar farklı platformlarda derinlemesine işlenecektir. 285 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a SONUÇ İslamiyet’in ilk zamanlarından başlayarak, dini bizzat yaşanan örnekler olarak Hz. Peygamber’in temsil dönemini paranteze alırsak, “felsefe-din”, veya “akıl-vahiy” ya da bu çalışmanın konusu olarak ele aldığımız şekliyle, “akıl-din” dengesin hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde kurulamamıştır. Vahyi sağlam ve doğru bilginin yegâne kaynağı olarak görerek akıldan üstün gören Müslümanlar nedense aklı da yanlışın daha doğrusu yetersizliğin kaynağı olarak kabullenmişlerdir. Bu tasavvurun nedeni, vahyi Allah’ın kelamı olması itibariyle ezeli doğal olarak doğru bilginin kaynağı, Buna karşın aklı da beşerî ve sonradan yaratılmış kusurlu bir varlığa ait görmektir. Buradaki yanılgı vahyi ait olduğu kaynağından hareketle değerlendirirken, aklı da “Kültürel akıl” yani toplumdaki akli yetersizlikler üzerinden ele alıp değerlendirmekten kaynaklanmaktadır. Oysa her ikisini de ya tözleri itibariyle ele almak ya da işlevsellikleri ve kaynağı itibariyle aynı düzlemde değerlendirmek gerekir. Bu sebeple geleneğimizde çok yaygın olan şu paradoks her dönemde karşımıza çıkmaktadır. Biz insanlar olarak, vahyi akıl ile anlarız, aklı da vahiyle kontrol ederiz. Peki ancak önceliği olan akıl sayesinde anlaşılabilen vahiy daha sonra nasıl olurda dönüp aklı sınırlayarak kontrol altına alabilir? Elbette ki bu durum bir usul ve mantık hatasıdır. Buradan hareketle hem vahye tabi olup hem de aklımızla barışık yaşamayı öğrenmeliyiz, sözüm ona din adına aklı değersiz görmek ya da aklı önceleyerek dine karşı olma yerine, Dr. Hamdi ONAY | 286 madde ile manayı bir araya getirerek yaşanılır doğru bir hayatı kurmayı düşünmeliyiz. Vahyi kendileri için yeterli görenler felsefeyi ve aklı ortadan kaldırmaya çabalama yerine neden felsefeye lüzum olmadığına dair fikir edinmeleri gerekir, bu da felsefe yapmayı zorunlu kılar. Çünkü dinin selameti felsefenin yok edilmesinde değil bizzat felsefeden güç ve destek almasına bağlıdır. Felsefeyi tek başına yeterli görenler de vahyi ve dini kendileri için bir engel görme yerine kendi var oluşlarının bir sebebi olduğunun farkına varmalıdırlar. En genel haliyle akıl ve din birbirlerini ortadan kaldırmaya çalıştıklarında değil karşılıklı etkileşimde bulundukları sürece var olmaya devam edebilecek bir hakikatin ayrılmaz iki yüzüdür. İslam düşünce tarihinde Bağdat merkezli felsefe anlayışı bu amaca hizmet eden bir düşünce ikliminde gelişmiştir. Bu düşünce ekolünün temel problemlerinden biri olan akılvahiy/felsefe-din ilişkisi problemi, özellikle İslam felsefesi geleneği içerisinde, oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu manada denilebilir ki, akıl-vahiy ilişkisi meselesi çerçevesine getirilen açıklama, yorum ve çözümler İslam felsefesinin en orijinal yönünü oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu durumun ortaya çıkmasında İslam dininin kendi iç dinamiklerinin etkisi olduğu kadar, fetihlerle birlikte genişleyen İslam coğrafyasının yabancı kültür ve geleneklerle temasının da önemli bir payı vardır. Yeni oluşmaya başlayan İslam toplumunda, Hz. Peygamber’in vefatının ardından ortaya çıkan siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler, İslam toplumunda aklın konumu ve vahyin mahiyetiyle ilgili birtakım tartışmaları gündeme 287 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a getirmiştir. Özellikle birer İslami ilimler olarak gelişmekte olan fıkıh ve kelâm gibi disiplinler içerisinde akıl-vahiy/felsefe-din ilişkisi meselesi çeşitli boyutlarıyla tartışılmaya başlanmıştır. Müslüman toplumun dışa açılmasıyla birlikte başlayan gayr-i Müslim unsurlarla bir tür hesaplaşmaya girişmesi süreci bir yandan “sistematik akıl yürütme" usul ve yöntemini geliştirirken,öte yandan, tercüme faaliyetlerine hız verilmesini ve antik geleneklerden yararlanmanın kaçınılmaz olduğu fikrini belirgin hale getirmiştir. Buna paralel olarak kelâm ekolünün temsilcisi durumunda olan Mutezile hareketi, akıl ve vahyin mahiyeti ile bu ikisi arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda derin tartışmalara yol açmış ve Müslüman toplumda gelişecek olan felsefe hareketinin başlamasına adeta öncülük etmiştir. Bu çabalar her ne kadar Ehl-i hadis ve bir kısım fukahanın şiddetli hücumlarına sebep olsa da Mutezilenin "tevhid ve adâlet" prensiplerini ortaya koymaları, Müslüman olmayan grupların hücumlarına karşı rasyonel yollarla İslam’ı savunma çabaları peygamberlik müessesesinin aklen gerekli olduğu ve Kur’an’ın akla uygun olduğu şeklindeki tezleri ilk İslam filozofu Kindî ile birlikte çok daha geniş bir biçimde ele alınacak olan akıl-din ilişkisi probleminin bir anlamda temelini oluşturmuştur. Bu başarının elde edilmesinde, bir yandan akıl-din ilişkisi probleminin İslam filozofları tarafından felsefi yöntemlerle ortaya konulması, diğer taraftan ontolojiden epistemolojiye, mantıktan siyasete kadar problemin çeşitli boyutlarının sistematik bir tarzla ele alınmasında başta kadim Yunan bilim ve felsefesinin tercümeler Dr. Hamdi ONAY | 288 yoluyla Arapça’ ya aktarılmasının etkisi söz konusudur. Başlangıçta yaygın olarak, din adına felsefe karşıtlığı,felsefe ve akıl adına da din aleyhtarlığının yapıldığı yaşanmış olsa da böylesi kültürel bir ortamda Kindî, akıl-vahiy/felsefe-din ilişkisi meselesini “uzlaştırma" temelinde ele almış, bu problemin daha sakin bir ortamda akli ve felsefi yöntemlerle tartışma yolunun başlatmıştır. Kindi’ye göre aklî bir bilgi olan felsefe ile vahyi (İlahî) bilgi olan dinin uzlaşması üç temel noktaya dayanmaktadır. Bunlardan birincisi, felsefe ile dinin aynı konu ve amaca sahip olmasıdır. Bu çerçevede Kindî, felsefenin konusunu kısaca, “varlığın hakikatinin bilgisi" olarak ortaya koymakta ve bunun da temelde Allah’ın gerçek manada bilinmesi ile ahlâki bilgi olduğunu belirtmektedir. Dinin de konusunun esasta bundan farklı olmadığını kaydeden Kindî, felsefe ile dinin amacının, böyle bir bilgiyi pratik hayata geçirerek erdemlerin elde edilmesi sebebiyle dünya ve ahiret mutluluğunun kazanılması olduğunu ifade etmektedir. Kindî’nin felsefe ile dini uzlaştırma gayretini dayandırdığı ikinci temel nokta, felsefe ile dinin her ikisinin de hakikat oluşudur. İnsanın tabiatı gereği “bilen" bir varlık olduğunu ifade eden Kindî, insan nefsinin en önemli gücü olan düşünme gücünün ya da aklının belirli bir işlevden sonra bilkuvve durumdan bilfiil durumuna geçtiğini ve böylece varlığın çeşitli alanlarına dair bilgi elde edebildiğini ortaya koymaktadır. Bilgi ise zan ve şahsi görüşten farklı olarak kesin bir bilmeyi ifade etmektedir. Ancak bilgi, bilenin (süje) zihni ile bilinenin (obje) belli bir tarzda örtüşmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. 289 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a Ona göre felsefî bilgi gibi, vahyi bilgi de kesin olarak hakikati ifade etmektedir. Zira bu bilgi Allah’ın desteği, ilhamı ve vahyi ile gerçekleşmektedir. O halde Hz. Peygamber’in Allah’tan getirdiklerinin hepsi aklın verileriyle ya da diğer bir ifadeyle felsefî bilgi ile uygun ve uzlaşır nitelikte bir bilgidir. Ancak akıldan yoksun olanlar ya da cehaletle yoğrulanlar bu gerçeği inkâr edebilir. Bununla birlikte dinin gelmiş olduğu dilin inceliklerine vâkıf olmak ve gerektiğinde doğru bir yoruma baş vurmak bu gerçeği görenler için bir zorunluluktur. Aksi halde dinin gerçeğini tam olarak kavramak mümkün olmayacaktır. Felsefe ile dinin her ikisinin de hakikati ifade ettiğini açık bir biçimde ortaya koyan Kindî, vahyi bilgiyi veciz, açık-seçik, kapsamlı olma yönünden aklî bilgiden üstün tutmaktadır. Hatta ona göre bu niteliklerde bir bilgiyi ortaya koymak insan gücünün çok üzerindedir ve beşer kudretinin bunun bir benzerini ortaya koyması dahi imkânsızdır. Kindî ‘ye göre felsefe ile din arasındaki uzlaşmanın üçüncü ve son dayanağını ise, felsefî bilgiyi talep etmenin mantıken zorunlu olduğu düşüncesi oluşturmaktadır. Buna göre, ne adına olursa olsun felsefeye karşı olanların da felsefeyi savunmaları gerekmektedir. Çünkü bu kimseler ya felsefenin gerekli olduğunu ya da gereksiz olduğunu iddia etmek durumundadırlar. Eğer gereklidir derlerse bu gereği yerine getirmeleri icap etmektedir. Gereksiz olduğunu söylerlerse, bunun sebebini ortaya koyup ispat etmeleri zorunlu hale gelir. Oysa sebep gösterme ve ispat etme işi, varlığın hakikatini bilme manasına gelen felsefenin alanına girmektedir. Bu durumda kendi mantıkları gereği, onların da Dr. Hamdi ONAY | 290 felsefeyi talep etmeleri bir zorunluluk olmaktadır. 0 halde felsefe ile dinin birbiriyle uzlaşır olduğu bu açıdan da görülmektedir. Kindi’de olduğu gibi Farabi’de de temelde bir uzlaştırma problemi olarak ortaya çı9kan akıl-din ilişkisi meselesi, Farabî felsefesinin temel karakteristiğini oluşturan bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. İslam felsefesi tarihi yakından incelendiğinde Farabi’nin böyle bir zemin üzerinde yeni bir felsefe inşa eden bir filozof olduğu görülmektedir. Farabi’nin akıl ve din olgusunu, içinde bulunduğu kültürel ve dinî ortamın etkisinin dahil olduğu entelektüel saiklerle uzlaştırmaya çalıştığı muhakkaktır. Hicrî III. ve IV. yüzyıllarda neredeyse merkezileşen din karşıtı tavırlara, özellikle nübüvvet anlayışı etrafında yoğunlaşan şüpheci hareketlere karşı Farabî, nübüvveti rasyonel bir biçimde izaha çalışmış dini, aklî ve felsefî bir temelde savunarak felsefe ile dinin, akıl ile vahyin uzlaşabileceğini göstermek istemiştir. Farabi’de felsefe/din uzlaştırması meselesi eş zamanlı (senkronik) ve ard-zamanlı (diakronik) olmak zere iki ana çerçevede ele alınmaktadır. Senkronik açıdan bakıldığında birincisi felsefenin birliği, ikincisi ise felsefe-din birliği olmak üzere iki temel iddiaya dayandırılmaktadır. Buna göre Farabî, felsefe-din birliğini kurmadan önce gerçek felsefe ve filozoflar arasında temel görüş ayrılıklarının olamayacağını, yani felsefenin bir birlik oluşturduğunu ortaya koymakta ve böylece felsefe-din birliğini kurarken felsefe açısından sağlam bir dayanak oluşturmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Farabi’de felsefe-din birliği her iki alanın konu ve amaç birliği ile her ikisinin hakikat oluşu temeline dayanmaktadır. Gerek 291 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a felsefeyi gerekse dini teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayıran Farabî, felsefe ve dinin teorik konularının temelde varlıkların ilk ilkesi olan Tanrı, pratik kısmının ise, ahlâk ve siyaset, yani genel olarak insanı mutluluğa götürecek bireysel ve toplumsal davranışlar olduğu görüşündedir. Konu birliği gibi, farklı şekillerde ifade edilse de felsefe ile dinin amacının da bir ve aynı olduğunu ortaya koyan Farabî, bu amacın en yüce mutluluk olduğunu ifade etmektedir. Farabi’ye göre felsefe ile din aynı konu ve amaca sahip olduğu gibi, aynı hakikati ifade etmektedir. Bu nedenle de aralarında gerçekte bir karşıtlık söz konusu değildir. Zira beşerî ve aklî bir çabayla, belirli bir yöntem (burhan) ve belirli aşamalardan geçerek kesin bir yolla elde edilen felsefî bilgi ile Peygamber'in mütehayyile gücünün etkisiyle belirli bir keyfiyet kazanan dinî bilgi (vahiy) kaynak itibariyle aynı yerden gelmektedirler. O halde ona göre felsefe ile dinin aynı hakikati ifade edemeyeceği anlayışı, dinde ortaya konulan hakikatlerle, felsefedeki hakikatlerin temsilî olarak ifade edilmiş şekli olduğu gerçeğinin kavranamamasından meydana gelmektedir. Böylece dinin ifade ediliş tarzı kavrandığında felsefe (akıl) ile din arasında -hakikati temsil açısından- bir çelişkinin olmadığı anlaşılmış olacaktır. Aslında Farabî, felsefe ile dini hem konu ve amaç hem de hakikat olma bakımından bir ve aynı kabul etmekle, dinî bilgiyi felsefî bilginin altında (aşama olarak sonra) görmektedir. Çünkü dinin teorik kısmının delilleri felsefenin teorik kısmında, dinin pratik kısmının genel ilkeleri de felsefenin pratik kısmında yer almaktadır. Dr. Hamdi ONAY | 292 Uzlaştırma problemine diakronik çerçeveden yaklaşıldığında, Farabi’nin oldukça farklı sayılabilecek yaklaşımları olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre Farabî, akıl (felsefe) ile dini, insanlık tarihinde belli bir gelişim ve olgunlaşma süreci sonucunda ortaya çıkan ve birbiriyle temelden ilişkili olan iki aynı ve benzer olgu olarak ele almaktadır. Dinin zaman bakımından felsefeden sonra geldiği ve ona tâbi olduğu görüşünü savunan Farabî, akıl ile dini bu tabiiyet ve ardıllık (selef-halef) olma bağlamında ele alarak bir uzlaştırma yakınlaştırma çabasında bulunmaktadır. Aynı zamanda çeşitli felsefe ve din anlayışlarından söz edilebileceğini kabul eden Farabî, gerçek felsefeyi, insanlık tarihi boyunca hatabî felsefeden başlayarak gelişen ve kemâle eren burhanî felsefe olarak anlarken, gerçek dini ise, bu burhanî ya da yakinî felsefeyle anlaşılabilecek din olarak algılamaktadır. Dini, tarihî süreç içerisinde burhanî felsefeyle ulaşılan hakikatleri avama öğretmenin bir aracı olarak gören Farabî, bunun “İlk Başkan” (peygamber) tarafından felsefî hakikatlerin hayali veya sembolik olarak ortaya konulmasıyla gerçekleştiğini kaydetmektedir. Aralarında bir derece ve ortaya koyma farkı olmakla birlikte felsefe ile din aynı konu ve amacı gerçekleştirmek ve aynı hakikati ifade etmektedir. Bu sebeple de aralarında bir çelişki değil, ancak bir uzlaşır olmaktan söz edilebilir. Farabi’nin bu teorisi ve bu çerçevede ortaya koyduğu görüşleri kendisinden sonra gelen İbn Sina, İbn Tufeyl, İbn Rüşd, Musa b. Meymûn, Albertus Magnus ve Spinoza gibi Doğulu ve Batılı pek çok filozofu etkilemiş, özellikle İbn Sina üzerinde büyük bir tesir bırakmıştır. Bağdat merkezli İslam dünyasında günden güne 293 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a gelişen bu felsefî geleneğin zirve noktası olarak kabul edilen kuşkusuz İbn Sina felsefesidir. Bu felsefenin orijinalliğini iki noktada değerlendirmek mümkündür. Bunlardan biri onun kendinden önceki felsefî düşünceleri bir senteze tâbi tutması, diğeri ise, böyle bir sentezle oluşturduğu felsefî düşünce ile İslam vahyini uzlaştırmaya gitmesidir. Denilebilir ki, İbn Sina’nın bu uzlaştırma çabası, bilhassa sonuçları ve etkileri dikkate alındığında, öncekilere kıyasla çok daha başarılı bir biçimde gerçekleşmiştir. İbn Sina’da uzlaştırma temelinde ele alınan akıl-din ilişkisi problemi, bu iki kavramda var olan iki temel dayanak üzerine bina edilmektedir. Bunlardan biri aklın işlev alanı olan felsefe ile dinin konu ve amaçlarının bir olduğu anlayışı, diğeri ise, her ikisinin de hakikati ifade ettiği düşüncesidir. Felsefeyi teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayıran İbn Sina, felsefenin teorik kısmının konusunu esasen Tanrı bilgisi (marifetullah) olduğu, pratik kısmının ise, hayata yapılması gerekli olan şeyler hakkında bilgi sahibi olma ve doğru ve güzel eylemlerle mükemmelliğe ulaşma şeklinde ortaya koymaktadır. İbn Sina felsefesinde aklın gayesi, felsefenin teorik ve pratik alanlarında eylemde bulunarak insan nefsinin olgunlaşması suretiyle dünya ve ahiret mutluluğunun kazanılması olarak ifade edilmektedir. Felsefe gibi dini de teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayıran filozof, Tanrı bilgisinin dinin teorik yönden temelini oluşturduğunu, dinin pratik yönünün ise insan nefsini arındıran ve böylece ahlaki olgunluğu sağlayan birtakım eylemlerin oluşturduğunu belirtmektedir. Ona göre felsefede olduğu gibi dinin Dr. Hamdi ONAY | 294 gayesi de teorik ve pratik açılardan olgunluğa ulaşmak suretiyle insanın mutluluğu temin etmesidir. İbn Sina’ya göre felsefe ile din, konu ve amaç birliği yanında hakikati ifade etmeleri açısından da bir birlik oluşturmaktadırlar. Buna göre felsefî ya da aklî bilgi, bilkuvve aklın müstefâd akıl aşamasına kadar çeşitli merhalelerden geçerek elde ettiği kesin bir bilgi olup zihinde tasavvur edilenlerle dış dünyada olanların birebir karşılığı olarak tanımlanmaktadır. İbn Sina böyle bir bilgiyi burhanî bir yönteme elde etmekle beraber esasen dışsal bir etkiye, yani Tanrı ya da faal akla dayandırmaktadır. Bu sebeple ona göre bazı aşamalardan geçerek ve belirli bir yöntem takip edilerek elde edilen felsefî bilgiler sonuçta “ilahî bilgiler" olduklarından bunların hakikat olduklarından asla şüphe duyulmamalıdır. İbn Sina’ya göre bu kesinlik dinî ya da vahyi bilgiler için de söz konusudur. Zira vahyi bilgiyi getiren peygamber, insanlık mertebeleri içerisinde kemâli ifade eden nübüvvet makamında bulunmaktadır. Çünkü ondaki yüksek sezgi (hads) yeteneği (kudsî ruh) onun faal akılla mükemmel bir iletişim kurmasını sağlayarak doğrudan bilgi alabilmesini temin etmektedir. O halde Tanrı’dan faal akıl vasıtasıyla peygamberin kalbine gelen vahyi bilginin felsefî bilgiler gibi kesin olduğundan şüphe etmek mümkün değildir. Nitekim mutlak bilgi sahibi olan Allah’tan yanlış bir bilginin gelmesi söz konusu olamaz. Felsefe ile dini; konu, amaç ve hakikat olmaları bakımından bir ve aynı gören İbn Sina, felsefî bilgi ile nebevî bilgi arasındaki farkı elde edilişleri ve ortaya konuluş tarzlarında görmektedir. Ona 295 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a göre havâsa hitap eden felsefenin aksine din, avama hitap etmektedir. Bu nedenle de dini getiren peygamber kusursuz mütehayyile gücü ile felsefenin ortaya koyduğu hakikatleri, benzetmeler ve semboller kullanarak insanlara duyurmaktadır. O halde dıştan bir bakışla felsefe ile din arasında bir çelişkinin olabileceği zehabı din dilinin kavranarak tevil edilmesiyle kolayca giderilebilir. Gazalî filozofların kabul ettiği akıl-din (vahiy) uyumun gerçekten var olup olmadığı konusunda farklı bir yerde durmaktadır. O, filozofların iman-akıl, din-felsefe ilişkilerini doğru bir tarzda anlamadıklarını iddia etmektedir. Felsefeyi akli ilimlere (matematik, mantık, tabiat, metafizik, siyaset, ahlâk) ayırarak, her bir alanda felsefenin dinle olan münasebetini tartışan Gazalî, metafizikte filozofların yaptıkları hatanın en azından bidat sayılacağını ifade eder. Çünkü ona göre metafizik bilgiyi bilimsel açıdan doğrulamak mümkün değildir. Dolayısıyla dinle felsefe (akli bilgi) tamamen ayrı alanlardır ve hakikat ancak dinî bilgiye dayandığı için akıl bu seviyeye ulaşmayacağından, sezgi gücüyle elde edilen bilgiye ihtiyaç vardır. İnişli-çıkışlı bir zihni muhakemeye sahip olduğundan, Gazalî felsefe yapmanın dinle alakalı bir durumun olmadığını dile getirse de filozofların bu ilimleri hatalı kullandıklarını düşünerek, gerçeğe ulaşma noktasında felsefî bilgiyi yetersiz bulmakta, hatta zararlarından bahsetmektedir. Gazali dinî bilginin kaynağı ile ilgili olarak kelamcı ve sufilerle birlikte filozofların görüşlerine yer vermek suretiyle konuyu değerlendirmeye çalışır. Aklî ilkelerden Dr. Hamdi ONAY | 296 yola çıktığı halde farklı sıfatları olan Allah anlayışına ulaşırken, filozoflar aynı ilkelerden sıfatları kendisinin aynısı olan bir Allah anlayışına ulaşmışlardır. Çünkü her ikisinin aklın yetkinlik sınırını aynı çizgide tuttuklarından bahsedemeyiz. Gazali, pek çok konuda filozoflara yakın bir yerde konumlansa da belli yerden sonra heretik anlayışa kayarak din konusunda rivayetlere sığınmaktadır. Din-felsefe uygunluğu konusunda İslâm düşüncesinde en çok çaba harcayan filozoflardan biri hiç kuşkusuz İbn Rüşt’tür. Ona göre dinin gayesi ve işlevi insanlara gerçek bilgi ile doğru davranışı öğretmektir. Din gerçek anlamda insana mutluluğu sağlayacak olan ilim-amel, teorik-pratik bütünlüğünü amaçlamaktadır. Bu bağlamda felsefenin gerçek mahiyeti ise, en genel anlamda, yaratıcıya delalet etmeleri bakımından var olanları incelemektir. Çünkü ona göre akıl ve din, benzer biçimde, insanlardan evrenin var oluş özelliklerini araştırmalarını ve aklî kıyasta bulunarak yaratıcı fikrine ulaşmalarını talep etmektedir Felsefenin din açısından meşruiyetini ortaya koymak için, dinin konumunu belirlemek üzerine bazı fikirler öne sürmektedir. O, kaynağı vahiy olan dinin, aklın bir ürünü olan felsefeyi Kur’an’ dan getirdiği naslarla nasıl teşvik ettiğini örneklerle ortaya koyar. İslam toplumunda geçmişten gelen felsefe karşıtlığının oluşturduğu konjonktürel yapıyı da göz önünde bulundurarak aslında bilinenin aksine dinin felsefeyi yasaklaması şöyle dursun onunla ilgilenmeyi vacip kılan ayetlerle dolu olduğunu göstermeye çalışmıştır. Felsefenin dindeki meşruiyetinin sağlanmasında temellendirici yönü 297 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a olan akli çıkarsamaların dini metinlerin de içerdiğini düşünen filozof, bu ayetleri sıralarken akli kıyasın önemine işaret etmiştir. Felsefe ile din arasındaki uzlaşmazlığı ortadan kaldıracağını düşündüğü tevil (yorum) in, belli bir yeterliliğe sahip kişiler tarafından yapılmasının önemine vurgu yapmaktadır. İbn Rüşd, kendisi için hayati önem taşıyan tevil yapmanın son derece hassas, belli bir birikim ve beceri gerektiren bir iş olduğunu, bunun yanında nasları tevil etme ehliyetine sahip olmayan kişilerin bu işten uzak kalmaları gereğini ifade eder. Din ile felsefenin uzlaşması hususunda tevil yönteminin, İbn Rüşd tarafından başarılı bir şekilde uygulanması, din ile felsefe arasında var olduğu zannedilen uzlaşmazlığı ortadan kaldırabilecek en güzel yöntemin bu olduğu anlayışını daha da güçlendirmiştir. O bir yandan Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri konusunda gerek felsefenin bir yöntemi olan burhan yöntemini gerekse de dini nasların felsefi sonuçlarla herhangi bir çatışma içinde olmadığını göstermeyi başarmıştır. İslâm felsefesindeki yaygın anlayışa uygun bir şekilde din ile felsefenin uzlaştığı görüşünden hareket eden filozof, doğru din ile gerçek felsefenin, bir ve aynı hakikati dile getirdiklerini ve nihai olarak insanı aynı hakikate ulaştırdığını ifade etmiştir. Akıl ile dinin “Çifte hakikat” değil tek hakikatin iki farklı yüzü olduğundan din ile felsefe birbirleriyle uyuşmaktadır. Zaten Tanrı tarafından insana verilmiş olan akıl (felsefe) ve din çeliştiğini düşünmek veya kabul etmek doğru değildir. Bununla birlikte, zaman zaman bazı arızî sebepler dolayısıyla bu iki ilkenin çeliştiği gibi bir durum ortaya Dr. Hamdi ONAY | 298 çıkmaktadır. Bu durumda yapılması gereken şey, dini metinleri tevil etmek suretiyle akla uygun hale getirmektir. 299 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a KAYNAKÇA Ahmet Arslan, "İbn Sina ve Spinoza’da Felsefe-Din İlişkileri", Uluslararası İbn Sina Sempozyumu Bildirileri, ed. Müjgân Cunbur, Ankara 1984. Allame Hillî, Keşfu’l-Murad Fİ Şerh-i Tecridi’l-İtikad, Mektebetü’l Mustafa Yayınları, 1376. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, (çev. H. Vehbi Eralp), İstanbul 1991. Ali Durusoy, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul 1993. Ali bin İbrahim Kumî, Tefsiru’l-Kumî, Darul Kitap, Kum, 1367. Ali Özek, İslami İlimlerde Metodoloji IV. Ensar Yayınları, İstanbul, 2013. Arthur John Arberry, Revelation and Reason in İslam, George Allen and Unwin, Landon 1971. Aydın Sayılı, “Farabî ve Tefekkür Tarihindeki Yeri”: Belleten, Ankara, 1951. Ayhan Tekineş‚ İlk Devir İslâm Dünyasında Akıl Üzerine Tartışmalar‛, İstanbul, 2001. Bekir Karlığa, “Grek Düşüncesinin; İslam Dünyasına Girişi ve Yol Açtığı Yeni Fikri Eğilimler", İslam, Gelenek ve Yenileşme, İstanbul, 1996. -------------, Faslu'l-Makâl: Felsefe-Din İlişkisi, Giriş, İstanbul 1992. -------------, Bekir Karlığa, “İslam Düşüncesinin Doğuşunu Etkileyen Sosyo-Politik, Kültürel ve Ekonomik Nedenler”, M. Ü. 1. F. D., III, İstanbul 1985. Betül Çotuksöken, Metinlerle Ortaçağda Felsefe, İstanbul, 1993. Bilal Kuşpınar, İbn Sina’da Bilgi Teorisi, İstanbul, 1995. Dr. Hamdi ONAY | 300 Cemalettin Erdemci, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul, 2009. Cemil Saliba, Tarihu'l-Felsefet’l-Arabiyye, Beyrut, 1981. Cürcani, Ta’rifât, Mektebeti Lübnan, Beyrut, 1985. Deborah L. Black, 'AI-Farabî. History of Islamic Philosophy, ed. Seyyid Hossein Nasr-Oliver Leaman, London 1996. Ebu Hatim er-Razi, A'lâmu'n-Nübüvve, nşr. Salâh es-Savf-Gilam Rıza Avanî, Tahran, 1977. Ebu’l-Hasan el-Amiri, Kitabu’l-İlam bi’l-Menâklbi'l-İslam (ed. Ahmed Abdulhamid Gurab), Riyad 1988 Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî,Kitabu Makâlâti’l-İslamiyyin ve İhtilafi’lMusallin, nşr. Hellmut Ritter, Wiesbaden 1963. Ebu Mansur, Maturidi, Tevilatu’l-Kur’an, (Thk Bekir Topaloğlu), İstanbul, 2006. --------, Kitabu’t-Tevhid, (Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), Ankara, 2003. Edmund Husserl, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe çev. Tomris Mengüşoğlu, İstanbul, 1995. Etienne Gilson, Reason and Revelation in the Middle Ages, Charles Scribner, New York 1963. Enver Demirpolat, Osmanlılarda Felsefenin Serüveni, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergısı,14:1, 2009. Fahreddin Razi, el Mebahisu’l-Meşrikiyye, Bidar Yayınları, Kum, 1411. Farabi, Kitabu’l-Cem’ beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn, nşr. Alber Nasri Nadiri, Beyrut, 1986. ---------, Kitabu'l-Huruf, tsh. Muhsin Mehdi Beyrut 1990. ---------, Kitabu’l-Mille, thk. Muhsin Mehdi, Beyrut 1968. 301 | İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a --------, Kitabu Tahsilu’s-Saâde': el-Amalu’l-Felsefiyye, thk. Cafer Ali Yasin, Beyrut 1992. ---------, et-Talikât, el-Amalu'I-Felsefiyye, thk. Cafer AIi Yasin) içerisinde, Beyrut 1992. --------, Kitabu Ara-i Ehli’l-Medineti'l-Fazıla, nşr. Alber Nasri Nâdir, Beyrut 1986. --------, Kitabu’s-Siyaseti’l-Medeniyye thk. Fevzi Mitri Neccar, Beyrut 1983. --------, Fusulu'l-Medenî, nşr. ve İng. çev. D. M. Dunlop, Cambridge 1961. --------, Uyunu’l-Mesâil es-Semeretü’l-Mardiyye, nşr. Friedrich Dieterici içerisinde, Leiden 1890. Fazlur Rahman, "İbn Sina", İslam Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif, çev. Osman Bilen, İstanbul 1990. ----------------, Fazlur Rahman, Prophecy in İslam, London, 1958. Fritz W. Zimmerman, “AI-Kindi", ed. M. J. L. Young, Religion, Learning And Science İn The Abbasid Period Cambridge 1990. Gazalî, Mearicü’l-Kuds fî Medarici Marifeti'n-Nefs, Dârü'l-Kütübi'lİlmiyye Yayınları, Beyrut, 1988 --------, el-Munkız Mine’d-Dalal, MEB Yayınları, İstanbul, 1990. --------, İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1974. --------, Faysalu’t-tefrika beyne'l-İslâm ve'z-Zenadika, thk Mahmut Bicu, Cidde, 1993. --------, Miyaru’l-İlim, Beyrut: Daru’l-Endülüs Yay., Beyrut, thz. --------, Mişkatü’l-Envar, çev. Şadi Eren, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007. Dr. Hamdi ONAY | 302 Gerhard Endress, "The Defense of Reason: The Plea For Philosophy İn The Relicious Comunity., Zeitschrift für Geschichte der Arabischs a mischen Wìssenschaften, Frankfurt 1990. Hamdi Onay, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Yöntemi Üzerine, Hikmet Yurdu Dergisi, YIL: 12, CİLT: 12, SAYI: 24. Hilmi Ziya Ülken, “Ibn Sina’nın Din Felsefesi", AÜİFD, Ankara 1955. H. Ömer Özden, İbn-i Sina-Descartes, Metafizik Bir Karşılaştırma, İstanbul 1996. İbn Cülcül, Tabakatü’l-Etibba ve'I-Hükema, thk. Fuad Seyyid, Beyrut 1985. İbn Ebî Useybia, Uyunu'I-Enbâ fi Tabakâti'l-Etibbâ Nizar Rida, Beyrut h. 1326 İbn Meymûn, Delâletü’l-Hâirîn, thk. Hüseyin Atay, AÜİF. Yayınları, Ankara 1972. İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, (Çev. N. Ayasbeyoğlu), İbn Rüşd’ün Felsefesi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay. Ankara: 1955. İbn Sina, “el-Medhal”, eş-Şifa, thk. Georges C. Anawati, eş-Şifa, Kahire 1966. ----------, “el-İlâhiyat” eş-Şifa, thk. Georges C. Anawati), I-II, Tahran 1964. ----------, “el-Burhan” eş-Şifa, thk. Ebu'l-Ala Afifi, Mısır, 1965. ----------, er-Risaletü’l-Arşiyye, thk. İbrahim Hilâl, Kahire, 1980. ----------, el-Adhaviyye fi'I-Meâd, thk. Hasan Asi, Beyrut, 1987. ----------, “Mübahesat”, Resai