|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
http://www.bizimsahife.org/Kutuphane/Mehmet_Oruc/gbahcesi/gbahcesi2003/gb_yorum_08112003.htm
Aklın anlıyamadıkları 22 EYLÜL 1995..M ORUÇ
Resûlullah efendimiz, İslâm bilgilerini ikiye ayırdı: Fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîflerdir. His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlışalamaz veya yanlış anlaşılır. Bundan başka, insanların hissetme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan daha zayıftır. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlıyamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yâhut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, peygamberlere tâbi' olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmıyan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir. Misâlleri çoktur. Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. ^Ahıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allâhü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir
.
Akıl
Akıl, insanoğluna bahşedilen en büyük nimetlerden biridir. Akılla iyi ile kötüyü ayırt edebiliriz. Akıl, ne her şeydir, ne de hiçbir şey. Aklı her şey kabul edenlerle, hiçbir şey kabul edenler hüsrandadır, derin yanılgı içindedir. Anlama, idrak etme kuvveti, melekesi olan akılla ne, ne kadar anlaşılabilir? Peki, her akıl; bu temyiz gücüne, bu ayırt edici özelliğe sahip mi? Daha açık ifadesi ile akıl, evvel emirde haddini biliyor mu? Nereye kadar kulaç atabilir; nerede boğulur? O halde; aklı, başlıca iki tür olarak düşünebiliriz. Birincisi, gayesini idrak etmiş olan "selim akıl"; ikincisi ise bu idrakten yoksun "kuru akıl"dır... Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu; benim aklıma göre şöyle veya böyle demenin ne kadar mantıksız olduğu?! Kuru akıl, meseleleri kendine göre fehmedip, anlayıp değerlendirdiğinde, akıl sayısı kadar gerçekle karşı karşıya kalınır ki, bu durumun muhal üstü muhal olduğu apaçık bir hakikattir. Üstad Necip Fazıl, "kuru aklın selim akla ulaşabilmesi için, önce sınırlarını ve kavrayamadığı, bilemediği, ölçemediği unsur ve değerlerin bulunduğunu gösteren bir vasıta olması gerektiğini; ardından Hakka teslim olması ve teslim olan bu aklın sahibine gerçek akıl olarak iadesiyle tabi olunan değil, tabi olan akıl olması gerektiğini" söyler... İmam-ı Gazali; "aklımı o kadar gerdim, gerdim; kopacak hale getirdim. Ve, baktım ki, akıl mahduttur. Kurtuluşu Resulullah'ın (aleyhisselam) ruhaniyetine iltica etmekte buldum. Öyle yaptım ve kurtuldum" der... Akılla akılcılık mesleğini yıkan ve bu durumu kendisine soranlara Bergson; "Demek ki aklın en son merhalesi ve nihai faaliyeti, kendi metoduyla kendini tahrip etmekmiş" şeklinde cevap verir...
20.08.2009
.
Akıllı kimdir
|
Sual: "İslamiyet akıl dinidir. Bundan dolayı aklımın almadığı şeye inanmam" demek doğru mudur?
CEVAP
Bu sözün ikinci kısmı yanlıştır. İslamiyet akıl dinidir. Hadis-i şerifte (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruluyor. Fakat akıl eşit değildir. Akıl akıldan üstündür. Bir cahil ile bir âlimin aklı aynı değildir. Akıllar eşit olsaydı, herkes aynı şeyi düşünürdü. İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Zaten (İslamiyet akıl dinidir) demenin manası da budur.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslam ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslam âlimi denir. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikatı göremez. Görmesi için İslam ışığı gerekir. Eğer İslam, hak ile bâtılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Şu halde hak ile bâtılı ayıramayana akıllı denmez.
Akıllı kimdir? Hadis-i şerife, (Akıllı, Allah’a ve Peygambere inanıp ibadetlerini yapandır) buyuruluyor. Demek ki dinsiz, imansız kimse veya inandığı halde ibadet etmeyenin aklı tam değildir. İnanıp ibadet edenler arasında en akıllı kimdir? Hadis-i şerifte, (En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkandır) buyuruluyor. Kur’an-ı kerimde ise mealen, (Allah’tan en çok korkan âlimlerdir) buyuruluyor. Şu halde âlimler en akıllı kimselerdir. Peygamber efendimize sual edildi ki:
-Ya Resulallah en âlim kimdir?
-En akıllı olandır.
-En çok kim ibadet eder?
-Aklı en çok olan
-En faziletli kimdir?
-Aklı en üstün olandır.
Demek ki ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, (Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır) buyurdu.
Âişe validemiz sual etti ki:
-Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir?
-Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür.
-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi?
-Ya Âişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükafatını alır.
İbni Abbas hazretleri de, (Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır) buyurdu. Hadis-i şerifte, (Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz) buyuruldu. Hikmet ehli, ibadetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belalara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir.
Zeka, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları anlama ve düşünebilme kabiliyetidir. Her akıllı zeki olmayabilir. Her zeki de akıllı değildir. Zeki kimse, tecrübelerle, akıllı kimselerden öğrendiği bilgi ve usullerle büyük işler başarabilir. Nitekim birçok gayrı müslimin zeki olduğu bilinmektedir. Bir aslanın zekası, insan zekası kadar kuvvetli olsaydı, bu aslan, öteki aslanlardan on bin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, zekasının çokluğu kadar topluma büyük tehlike olur. Aklın çok çeşitli dereceleri vardır. Müminin dini ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin de dini ve dünyevi aklı vardır. Kâfirin dünya işlerine eren aklı, ahiret işlerine eren aklından daha üstündür.
Sual: Yaşlandığı halde, hâlâ dünya peşinde koşana akıllı denebilir mi?
CEVAP
Dünya, Allahü teâlânın rızasına mani olan haram ve mekruhlardır. Akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimsedir.
Risale-i Münire’deki hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler.)
(40 yaşını geçtiği halde, iyiliği, kötülüğünden çok olmayan Cehenneme hazırlansın!)
(Dünyayı seven, ahiretine, ahireti seven dünyasına zarar verir. Devamlı olanı geçici olana tercih edin!)
(Ateşle su bir kapta bulunamayacağı gibi, dünya ve ahiret sevgisi de bir müminin kalbinde birlikte bulunmaz.)
(Sonunun ne olacağını bilmeyip dünyaya aldanan insan, ipek böceği gibidir. İpek böceği kendine yuva örer ve sonunu bilmez. Bir müddet sonra oradan çıkmak ister, çıkacak yer bulamaz, ördüğü yuvada ölür ve çalışması başkalarının işine yarar.)
(Akıllı, Allah’a ve Resulüne inanan ve ibadetini yapan kimsedir.)
Sual: Bir kimsenin akıllı olup olmadığı nasıl bilinir?
CEVAP
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayette kim daha titiz ise o daha akıllıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Biri camiye gider, namaz kılar, Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olmaz. Başka birinin de kıldığı namaz, sevap bakımından Uhud dağı kadar kıymeti olur, sebebi, bunun daha akıllı olmasıdır. Haramdan daha çok sakınan daha akıllıdır.)[Hakim]
Sual: Akıllı kime denir?
CEVAP
Her Müslüman, Cennet ve Cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, Cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hazır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber efendimiz, (Akıllı kimse, kendisini hesaba çekip ölüm için hazırlanan kimsedir) buyuruyor. Bir şey için hazırlanmak, onu sık sık hatırlamakla olur. Hatırlamak ise, hatırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gafildir. Bir âyet-i kerimede mealen, (Hesap görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar) buyuruluyor. (Enbiya 1)
Dünyanın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber efendimiz, (Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder) buyuruyor. Allahü teâlâ da, (Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlaka yakalanacaksınız) buyuruyor. (Cuma
Günahlardan kaçıp ibadetlerini yapan, ölümü istemese, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü, o kusurlarını telafi peşindedir. Birine sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, traş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgul olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yani ölümden hoşlanmamasında mazurdur. Çünkü ölüme hazırlanmaktadır.
Ebu Süleyman Darani hazretlerine salih bir zat dedi ki:
(Ben ölümü sevmem. Çünkü birine karşı bir kabahat işlesem, onun yüzüne bakmaya utanırım. Onu görmek istemem. Bu kadar günah içinde iken, günahlardan kurtulmadan, nasıl olur da Allah’ın huzuruna çıkmayı isterim?)
Arifler ise, ölümü devamlı hatırlar. Çünkü onlar ölüme her zaman hazırdır. Ayrıca onlar bilir ki, ölüm sevgili ile buluşma zamanıdır. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Bu köprüden geçmeyen sevgiliye kavuşamaz. Arifler bunun için ölümü severler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ölümü çok hatırlayanın kalbi ihya olur, ölümü de kolaylaşır.)[Deylemi]
(Demir paslandığı gibi, kalbler de günahla paslanır. Kalblerin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.)[Beyheki]
(Ölümü çok anmak, insanı dünyadan çeker, günahlardan sıyırır.)[İbni Lal]
“Ölümü çok anıp günahlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günahlara dalan kimsenin kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyan-ı Sevri)
Hazret-i Mevlana da, Hazret-i Azraile, (Tez gel, haydi canımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur) dedi. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarır mı, o günün bir an gelmesini arzu etmez mi? Hatta ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir an önce ona kavuşmaya can atar.
Hazret-i Huzeyfe, ölüm döşeğinde, (Dost âni bir baskınla geldi, pişmanlık faydasızdır. Ya rabbi, yaşamak hakkımda hayırlı ise yaşamamı nasip eyle, ölüm, hakkımda hayırlı ise, ölümü bana kolaylaştır) diye dua etti. İşte ölümü de, yaşamayı da değil, hangisi hakkında hayırlı ise onu tercih eden, yani işi Allah’a havale eden, Allah’ın takdirine rıza gösteren, en üstün rütbeye kavuşmuş olur.
Dünyanın faydasız zevklerine sımsıkı sarılan kimse bile, ölümü anmakla dünyanın kirli işlerinden uzaklaşmaya başlar. Zamanla dünya, ona ağır gelir, zevklerinden hoşlanmaz. Böylece dünyanın faydasız işlerinden soğutan her şey, bir kurtuluş sebebidir. Bir zat, bir kimseden bahsederek onu çok övdü. Orada bulunan Peygamber efendimiz, (O kimse ölümü hatırlar mı?) buyurdu. O zat da, (Ölümü hatırladığını duymadık) dedi. (Ölümü anmayanın değeri olmaz)buyurdu. Demek ki değerli olmak, ölümü hatırlamakla da anlaşılıyor. Ölümü hatırlamak, ölüme hazırlanmakla olur.
Hesaba hazırlanmak
Allahü teâlâ yegane mülk ve kudret sahibidir. Nasıl istiyorsa öyle yapar.
Cennet müminler için ebedi mükafat yeri, Cehennem de kâfirler için ebedi ceza yeridir. Cennet, hatıra, hayale gelmeyen nimetlerle doludur. Cehennem de, akıl almayacak azaplarla doludur.
Mükafat ve ceza büyük olduğu için sorgu-sual işi de büyük olacaktır. Allahü teâlâ, (Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatta hatıra gelmeyen, hayal edilemeyen nimetler hazırladım) buyuruyor. (Müslim)
Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Artık onlar için yaptıklarına mükafat olarak göz aydınlatıcı ne nimetler saklandığını [hazırlandığını] hiç kimse [Hatta melekler ve peygamberler bile] bilemez.) [Secde 17 Beydavi]
Cehennem azabının şiddeti de çeşitli âyet-i kerimelerle bildirilmiştir. Böyle büyük mükafat ve büyük ceza için elbette büyük imtihan olacak ve ince şeyler sorulacaktır. Âyet-i kerimede buyuruluyor ki:
(Zerre kadar hayır yapan sevabını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir.) [Zilzal 7,8]
Ahirette hiç kimseye zulmedilmeyecektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbin kullarına zulmedici değildir.) [Fussilet 46]
Haksızlık yapılmayacak ama, mükafat verilirken de bol bol ihsan edilecektir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Zerre kadar bir iyiliğin sevabını da kat kat artırır, kendinden de büyük mükafat verir.) [Nisa 40]
İlkokul imtihanı ile üniversite imtihanı aynı olmadığı gibi, her fakültenin imtihanı da farklıdır. Çöpçülük imtihanında da fizikten, cebirden sorulmaz. Kuyumculardaki küçük terazilerde küçük ağırlıklar tartılır. Ona niçin beş on kiloyu tartmadın diye sorulmaz. Kırk elli tonluk büyük basküllere, kantarlara da niye beş-on gramı tartmadın diye sorulmaz. Herkes gücüne göre imtihana tâbi tutulur. Herkese ne nimet verilmişse, onun hesabı sorulur. A’maya göz nimetinden sorulmaz. Dilsize dilden sorulmaz. Başbakanın mesuliyeti ile odacınınki farklıdır. Âlim ile cahilinki de farklıdır.
Her insanda bulunan kiramen katibin melekleri, insanların yaptığı bütün işlerin resmini çekmekte, her anını filme almaktadır. İnsanların yapacağı işleri Allahü teâlâ ezelde bildiği için levh-i mahfuza da kaydetmiştir. En ufak bir yanlışlık ve haksızlık olmayacaktır. Âyet-i kerimede buyuruluyor ki:
(Hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlası ile yükümlü kılmayız. Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.) [Müminun 62]
Milyarlarca insanın hesabı çok kısa bir zamanda yapılacaktır. Kur'an-ı kerimde "Vallahü seriulhisab" ifadeleri geçmektedir. (Allah, hesabı çok çabuk görür) demektir. Herkes hesaba hazırlanmalıdır!
Akıllı olmanın ölçüsü nedir?
Sual: Bir kimse, kendinin akıllı olup olmadığını anlayabilir mi?
CEVAP
Evet, anlayabilir. Akıllı, kârını zararını bilene denir. Dünya kârını düşündüğü gibi, âhiret kârını da düşünendir. En fazla 100 yıllık dünya hayatını düşünüp de, sonsuz âhiret hayatını düşünmeyene akıllı değil, ahmak denir. Akıllı olmak çok kıymetlidir. Üç hadis-i şerif:
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazâlî]
(Aklı olmayanın dini de yoktur.) [Tirmizî]
(Aklı olan kimse, iman eder.) [Beyhekî]
Demek ki iman eden, sonsuz hayatını düşünen kimse akıllıdır. Birkaç hadis-i şerif:
(Akıllı şudur ki, Allah’a ve Peygambere inanır ve ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.) [İ. Maverdî]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizî]
(Her şeyin bir direği vardır. Müminin direği ise akıldır. Kişi aklı nispetinde ibadet eder.) [İ. Gazâlî]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükâfatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebu-ş-şeyh]
(Akıllı olan, Allah’a ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî]
Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, akıllı, doğru iman sahibi olan ve sonsuz hayatı için hazırlık yapan kimsedir. O hâlde aklımızı azaltan şeylerden uzak durup, aklımızı parlatmaya çalışmalıyız. Bir hadis-i şerif:
(Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın! Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun.) [İbni Muhber]
Demek ki, farzları yapıp haramlardan sakınanın aklı artar. Haram işleyenin aklı azalır. Bir hadis-i şerif:
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazâlî]
O hâlde akıllı olmak için, iman edip ibadetleri yapmak ve haramlardan sakınmak gerekiyor. İbadetleri çoğalttıkça iman ışığı parlar. Günah işledikçe iman ışığı sönmeye başlar. Günah işlemeyi çoğalttıkça bu ışık temelli sönebilir. Bir hadis-i şerif:
(Günah işlemek, insanı küfre sürükler.) [Mektubât-ı Masumiyye 2/110]
Günah işleyen kâfir olmaz, ama zamanla günahlar kalbi karartır, günahlara önem vermez olur, bu da insanı kâfir edebilir. Bu bakımdan büyük küçük her günahtan sakınmaya çalışmalıdır.
.
Akıl herkeste eşit mi?
|
Sual: Akıl herkeste eşit mi?
CEVAP
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazen doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlakları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile'ye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allah’ın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Halbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Akıl dinde delil değildir.
Dinimizde delil dörttür:
Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha.
Bid'at ehli, (Aklın ve dinin yolu birdir. Dört mezhebi bire indirmelidir! Akla ve dine uygun olanlarını toplayıp bir mezhep haline getirmek gerekir) diyor. Halbuki Peygamber efendimiz farklı ictihadların rahmet olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, Peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır.
Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Her Peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
|
.
Aklın dinde önemi büyüktür
|
Sual: İnsan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulabilir mi?
CEVAP
Tarih incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, Ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Herbiri için bir suret, simge yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır. Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh]
(Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.) [Deylemi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu haldeAklın yolu birdir demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları Peygamber bildirir. Peygamber, uzman bir tabip gibidir. İlaçların tesirlerini iyi bilir. Halk arasında, akla dayanarak, uzun tecrübelerle bazı ilaçların tesiri bilinirse de, akıl sahibi kimseler, bunu bilinceye kadar tehlike ve zararlara düşer. Bunları bilmeleri için, yorucu, uzun zaman gerekir. Aklını, başka lüzumlu işleri yapmak için kullanmaya vakit kalmaz. Tabibe az bir şey vermekle ilaçların faydalarına kavuşurlar. Hastalıktan kurtulurlar. Peygambere lüzum yoktur demek, tabibe lüzum yok demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdikleri teklifler, Allahü teâlâdan vahiy olduğu için, hepsi doğrudur. Hepsi faydalıdır. Tabibin bilgileri, düşünce ve tecrübe ile olduğu için, hepsinin doğru olduğu da söylenilemez.
Akıl, göz gibidir, İslamiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
|
|
|
.
Peygamber gönderilmeseydi
|
Sual: Peygamber gönderilmeseydi, akılla, Allah’ın varlığı, helal ve haram bilinebilir miydi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın Peygamberler göndermesi, bütün mahluklara rahmet ve ihsandır. Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi aciz insanlara, bu büyük Peygamberleri ile haber verdi. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden bunlar vasıtası ile ayırdı. İnsanlara dünya ve ahirette faydalı şeyleri zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırt etti. Eğer Peygamberler gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, Onun büyüklüğünü kavrayamazdı. Nitekim, kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allahü teâlânın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her şeyi zaman yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazret-i İbrahim ile çekişmesi Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Firavun da "Benden başka tanrınız yoktur" demiş ve Hazret-i Musa’yı "Benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim" diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nimeti anlayamaz. Bir Peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Dini, aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]
Eski Yunan felsefecileri, "Akıl hiç şaşmaz, her şeyin doğrusunu anlar" diyor, aklın her şeye erdiğini sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlar. Halbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, Peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, Peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir.
Peygamberlerin haber verdikleri, Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, Peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra herkesin dirileceği, Cennette sonsuz nimetler ve Cehennemde azaplar bulunduğu ve İslamiyet’in bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz.
Bunlar, Peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz.
[Lise, üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbette faydalıdır. Bunlar, aklı kendi sınırı içinde yanılmaktan korur. Dünyada insanların rahat yaşamalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına yararlar. Dünya işlerinde, akıl ile bulunabilecek şeylerde bu bilgilerden istifade edilir. Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo, sesten hızlı uçak, nükleer deniz altıları ve casus peykler ve ay yolculuğu gibi nice başarılı şeyler bulunabilir.
Bunlar, İslamiyet’e karşı değil, İslamiyet ile beraber olan ve imanı kuvvetlendiren şeylerdir. Çünkü İslamiyet, aklın sınırı içinde olan bütün bilgilerde fenne uygundur. Akıl, bu bilgilerin doğrusunu bulabildiği için, İslamiyet’e uygun olur. Müslümanların bunları da öğrenmesi, istifade etmesi gerekir.]
Fen bilgilerinden dünya işlerinde faydalanıp da, Ahiret bilgilerini anlamakta bunlardan faydalanamamak, hatta bunları öğrenince, kendini beğenip, aklına uyup, ahiret bilgilerini de akıl ile çözmeye kalkışarak dinden çıkmak, insanlar için yüzkarasıdır. Bütün fen bilgileri, aklın erdiği şeylerde işe yaramaktadır. Ebedi saadete ve felakete sebep olacak işleri, bu bilgilere dayamak ve ahiret işlerini bu bilgilerle çözmeye kalkışmak doğru olmaz. Bu en mühim işler aklın ve fen bilgilerinin sınırı dışındadır. Bu en lüzumlu bilgileri, Peygamberlerden öğrenmeyip, yalnız dünya bilgileriyle çözmeye uğraşmak, lüzumsuz vakit geçirmek olur. Çünkü o bilgiler, aklın ermediği işlerde faydalı olamaz, bunlar ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılabilir. (c.3, m.23)
İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, Peygamberlere lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Sual: Peygamberler olmasaydı insan, Allah’a nasıl ibadet edileceğini, nasıl şükredeceğini bilebilir miydi?
CEVAP
İnsanları var eden ve varlıkta kalabilmeleri için gereken her nimeti gönderen, Allahü teâlâdır. İyilik edene şükretmek gerektiğini herkes bilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine Peygamberler gerekir. Onların bildirmediği şükür ve saygı, Ona layık olmaz. Ona nasıl şükür olunacağını, insan bilemez. Ona karşı saygısızlık olan bir şeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Allahü teâlâya nasıl şükredileceği, ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır.
Evliyanın kalblerine doğan (İlham) denilen bilgiler de, Peygamberlere uymakla hasıl olmaktadır. İlham, akıl ile hasıl olsaydı, yalnız akıllarına uyan eski Yunan felsefecileri yoldan sapmazlardı. Allahü teâlâyı herkesten iyi anlarlardı. Halbuki, Allahü teâlânın ve Onun üstün sıfatlarının varlığını anlamakta, insanların en cahilleri, bu felsefecilerdir. Bunlardan birkaçı, Peygamberlerden işiterek ve mümin olan tasavvufculardan görerek, riyazet ve mücahede yapmış, nefslerine sıkıntı vererek onu parlatmışlar, böylece birkaç şey bulabilmişler ise de nefsin safasının, parlatılmasının ve bu yoldan ele geçenlerin sapıklık olduğunu anlayamamışlardır.
Kalbi parlatmak, temizlemek gerekir. Kalb temizlendikten sonra, nefs temizlenmeye başlar. Nurlar önce temiz kalbe girer. Kalb temizlenmeden nefsi parlatmak, gece düşmanın yağma yapması için, ona ışık yakmaya benzer. Nefsin yardım ettiği düşman, İblistir. Evet, açlıkla, nefsin istediklerini yapmamakla, ona sıkıntı vermekle ve akıl ile aramakla da, doğruya ve saadete kavuşulabilir. Fakat, bu ancak Peygamberlere ve bunların Allahü teâlâdan getirdiklerine inandıktan sonra mümkün olabilir. Çünkü Peygamberlerin her sözü, yanılmayan meleklerle bildirilmiştir. Bu bilgilere, şeytan düşmanı karışamaz.
Bu büyüklere uymayanlar ise, şeytanın aldatmasından kurtulamazlar. Felsefecilerin büyüklerinden olan Eflatun, İsa aleyhisselamın zamanında bulunmak şerefine kavuşmuştu. Fakat, kaba cahillik yaparak, kendisinin kimseden bir şey öğrenmeye ihtiyacı olmadığını sandı. O yüce Peygamberin bereketlerinden mahrum kaldı.
Sual: Dünya ve ahirette saadete kavuşmak isteyen ne yapmalı?
CEVAP
Sonsuz saadete kavuşmak isteyenin, Ehl-i sünnet itikadını kısaca öğrenip, bunlara iman etmesi, sonra dört mezhepten öğrenmesi mümkün ve kolay olan birini seçip, günlük işlerini ve ibadetlerini, sırası geldikçe, o mezhebin kitabından öğrenerek yapması gerekir. Her ülkede, bir mezhebin bilgilerini bildiren doğru ilmihal kitabları vardır. Ele geçirilmeleri kolaydır. Bu kolaylık, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammede olan büyük ihsanıdır. Mezhebsizlerin, dinde reformcuların ve para kazanmak için konuşan ve yazan cahillerin yaldızlı sözlerine ve yazılarına aldanmamak için, çok uyanık olmalıyız!
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dini hükümleri kendi aklı ile anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir.
Ehl-i sünnetin dört mezhebi de âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Birbirlerine muhalif görünen ictihadlarından yalnız biri doğru ise de, yanlış olanlarını taklit edenlere de sevap verileceği hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bunun için, dört mezhebin ittifak ile bildirdikleri yapılınca, sahih ve makbul olacağı gibi, ihtilaflı yerleri yapılınca da, sahih ve makbul olacaktır. O halde, müctehid olmayan her müslümanın, her işinde dört mezhepten birini seçip taklit etmesi ve mezhep imamının delilini aramaması gerekir. Çünkü, Tabiinden yeni imana gelenler, Eshab-ı kiramı taklit ederler, delillerini hiç sormazlardı. Her müslüman, beğendiği, seçtiği mezhebin her meselesini yaparken, Kur'an-ı kerime veya hadis-i şerife uymakta olduğuna inanmalıdır.
Bugün müctehide de lüzum yoktur. Çünkü, din bilgilerinde, açıklanmamış bir şey kalmamıştır. Kemale gelmiş olan bu dine ilave edilecek bir şey de yoktur. Resulullah efendimiz, kıyamete kadar olacak her şeyin hükmünü bildirmiştir. Mezhep imamları da bunları açıklamıştır. Bunların günlük olaylara tatbiklerini, müctehid olmayan âlimler yapar. Her asırda gelecek olan müceddidler, bu işi yapacaklardır. Fakat, ictihad ile yine hükümler çıkarmayacaklardır. Çünkü, buna lüzum kalmamıştır. Helal ve haram ve her delil açıklanmıştır.
Septisizm [şüphecilik]
Sual: Bir arkadaş, “Sen Allah’a körü körüne inanıyorsun. Sen kitaplardan farklı söyleyecek, her şeyden, hatta Allah’tan şüpheleneceksin” diyor. Buna nasıl bir cevap vereyim?
CEVAP
Anlamadan inanılacak şeyler olduğu gibi, inceledikten sonra inanılacak şeyler de vardır. Muhammed aleyhisselamın Peygamber olarak bildirdiği şeylere akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, Peygamber efendimizi değil, aklı tasdik etmek demektir. İman, gayba inanmak demektir. Kur’an-ı kerimin baş tarafında, Allahü teâlâ, salihleri övüyor, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekât ve her türlü hayır hasenat için]harcarlar) buyuruyor. (Bekara 3)
Gayb, his organları ile, tecrübe ve hesapla anlaşılamayan şeyler demektir. Peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Mesela Cennet, Cehennem ve meleklerin varlığı böyledir. Bunlar akıl ile bilinmez.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Çünkü akıl bir kararda kalmaz. Herkesin aklı birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akılların yanıldığı çok görülmüştür. En akıllı sanılan bir kimse bile, mütehassısı olduğu dünya işlerinde hata eder. Nerde kaldı ki, din işlerindeki hikmetleri çözebilsin? Böyle yanılan bir akılla, sonsuz olan ahiret işlerinin hikmeti anlaşılamaz. Ancak Allah’ın varlığını anlamada aklın ve ilmin rolü çoktur. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini iyi anlayamaz.)
Ahirete ait bilgilerde şüphecilik çok yanlıştır. Felsefede, başıboş düşüncede her şeyden şüphe etmeye septisizm, şüpheciye de septik [sceptique] deniyor. Septiklerle düşüp kalkmanızı tavsiye etmeyiz.
Allahü teâlâyı tanımak
Hemen herkes Allahü teâlâyı tanıyor ve Allah vardır diyor. Ama Allah’ı tanımak nasıl olur? İyi bir şeyi tanıyan onun iyiliklerinden istifade etmeye çalışır. Kötüyü tanıyan kötülüklerden uzak durmaya çalışır. Bunlara riayet etmeyenin tanıması yanlış demektir. Yılanın sokacağını bilen yılanla oynamaz. Aslanın parçalayacağını bilen onun yuvasına giremez. Bombanın patlayacağını bilen onu elinde patlatmaz. Allahü teâlâyı tanıyan onu sever. Onu seven de dinin emirlerini yapar. Haramlardan kaçınır. Bunlara yani emir ve yasaklarına riayet etmeden ben Allah’ı tanıyorum, Onu seviyorum demek yanlış olur. Sevmenin bir tarifi de itaat etmek demektir. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür.
Tarihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde anladı. Fakat ona giden yolu bulamadı.
Peygamberleri işitmeyenler, Halıkı, yani yaratıcıyı önce etraflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Her biri için bir suret, alamet yapmaya kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar zuhur etti. Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni hadise karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet zuhur ettiği zaman Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. Kısacası insan, bir, ezeli ve ebedi olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalı! Çünkü, rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azap yapıcı değiliz.) [İsra 15]
Akıl ve din
Sual: Bir arkadaş, “Ben ateist değilim ama, dine inanmak için peygambere ve kutsal kitaba ihtiyaç yoktur. İnsan akıl yoluyla Allah’ın varlığını anlar ve Onun emirlerini yerine getirebilir. Çünkü aklın yolu birdir” diyor. Bu mümkün mü?
CEVAP
Hiç mümkün olur mu? O zaman hâşâ, Allahü teâlâ, Peygamberleri ve kitapları lüzumsuz yere mi göndermiş oldu? Allah’ın emirlerinin ne olduğu nereden bilinecek? Mesela en önemlisi iman nedir? İmanın esasları nelerdir? Bu bilinmedikçe nasıl iman edilir ki? Namaz, zekât gibi emirler zaten bilinemez. Ama imanı bile bilmek imkansızdır. İmanın altı esası bildirilmeden nasıl bilinir ki?
Hatta, insan kendisini de bilemezdi. Kimdir, ihtiyacı nedir, saadeti felaketi nededir? Ne yapacak, ne yiyip içecek, niye yaratıldı, başına neler gelecek, bunların hiç birini bilemezdi. Peki, bunları bilemeyen insanın hayvandan ne farkı kalırdı?
Aklın yolu bir olsa idi, dünyadaki insanlar hep aynı inanışa sahip olurlardı.
Aklın ermediği şeyler
Sual: (Din-i İslam’da aklın ermediği şeyler çoktur. Ama akla uymayan bir şey yoktur) deniyor. Bir şeye akıl ermezken nasıl akla uygun olur?
CEVAP
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine gerek kalmazdı. Demek ki insan, doğruyu bulmak için, Peygamberlerin yol göstermesine muhtaçtır. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğendiği şeyler, akıl ile bilinemez ama, Peygamberler bildirince, bunların selim akla aykırı olmadığı görülür.
.
Akıl büyük nimettir
|
Sual: Büyük bir nimet olan akıl ile gerçekleri görmek mümkün olur mu?
CEVAP
Selim olan akıl ile gerçekler görülür. Selim olan akıl ise ancak Peygamberlerde bulunur. Selim olmayan kendi aklımıza uyarsak doğruyu bulmak çok güç, hatta imkansızdır. Çünkü her gruptaki insan, “Bu grup doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte, selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, bu kadar grup meydana çıkmazdı. Bu gruplara girenler de, aklına göre bu grupları tercih etmişlerdir. Akla uyulduğu için sayısız grup, sayısız hizip meydana çıkmıştır. Hatta akla uyulduğu için, beşeri dinler uydurulmuştur. Akla uyulduğu için, bu ümmetin arasından da 72 sapık fırkanın çıkacağını Resulullah efendimiz haber vermiştir. “Hangi grup çoğunlukta ise doğru odur” mantığı ile hareket edilirse, yine doğruyu bulmak mümkün olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. (Enam 116)
Bu girişten sonra sanki doğruyu bulmak zor zannedilebilir. Hiç de zor değildir. Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız bir işte, âlimlere uymamızı, âlim olanların da, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymalarını emrediyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, doğruyu bulur. Doğru olan bir taife her zaman bulunur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Her devirde doğru yolda olan bir taife bulunur. Bunlara, hiç kimse zarar veremez.) [Mişkat]
Kitapçılarda bulunan İslam kitapları arasında bozuk olanları çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır.
Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlerin vârisleri olan âlimlere dil uzatan, onları âlim oldukları için kötüleyen kimsenin imanı gider. Bir de İslam âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan dinde reformcular vardır. Bunların ihanetlerini bildirmek, kötülemek olmaz. Dinin emrine uymak olur. Kötüye kötü, kirliye pis demek yanlış değildir. Temize pis demek kötülemek olur. Kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları, onların zararından korumaya çalışmak farzdır. O halde bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. İslamiyet’i yanlış anlatan kötü din adamları, büyük vebal altındadır. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır.
Kötü din adamları için, (Bu kimselerin hiç iyi tarafı yok mudur?) denilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak, imansızların yol, köprü, cami, yaptırmak gibi hiçbir ameline sevap vermiyor, Cehenneme atıyor. Böyle kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(İlmini ticarete alet eden kötü âlimlere yazıklar olsun. Devlet adamlarına yaklaşır, menfaat temin etmeye çalışırlar. Bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]
(Bir zaman gelir ki, camiler ve hâfızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) [Ebu Nuaym]
.
Akıl ve Mutezile
|
Sual: Mutezile fırkasının akıl hakkındaki görüşü nedir? Akıllı daha mı çok sevap kazanır?
CEVAP
72 sapık fırkadan biri olan mutezile, aklı ön plana almış, aklın almadığı, Sırat köprüsü, kabir azabı, Cennette Allahü teâlâyı görmek gibi birçok hususu inkâr etmiştir. Aklın yolu bir demiş, kendi aklını esas almıştır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Yetmiş iki fırkaya ayrılacak ümmetimin içinde, dini aklı ile ölçen kadar zararlısı yoktur. Neticede, helale haram, harama da helal demiş olurlar.) [Taberani]
Akıl ile ahiret bilgileri ölçülmez. Fakat aklın dindeki yeri büyüktür. Aklı olmayanın dini yoktur. Akıllının ibadetine daha çok sevap verilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İki kişiden birinin kıldığı namaz, ötekinden efdal olur. Zira, o ötekinden daha akıllıdır. Akıl ise vera ile alakalıdır.) [İbni Sünni]
Akıllı olan vera ve ihlas sahibi olur. Akıllının imanı daha parlaktır. İbadetlerin kıymeti, imanın derecesi ile ölçülür. İbadetlerin parlaklığı da “İhlas”ın miktarına bağlıdır. İman ne kadar kuvvetli olursa, ihlas da o kadar çok olur. İmanın kuvvetli ve ihlasın tamam olması hakiki imana bağlıdır. Kimin fena [evliyalık] derecesi çok yüksek ise, onun imanı daha kâmildir. Bunun için hadis-i şerifte, (Ebu Bekrin imanı, bütün ümmetimin imanı ile tartılsa, hepsinden daha ağır gelir)buyuruldu. Çünkü onun makamı bütün ümmetten yüksek idi.(Yürüyen ölü görmek isteyen, Ebu Bekre baksın) hadis-i şerifi bunu göstermektedir. Eshab-ı kiramın tamamı, hakiki imana kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebu Bekri Sıddıkın seçilmesi, onun derecesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. [Mektubat-ı Masumiyye c.2, m.61]
İbadetlerin değeri, imanın derecesine göredir. Hakiki imana kavuşan evliyanın verdiği az bir şey, diğer müslümanların verdiği milyonlardan, milyarlardan daha kıymetlidir. Eshab-ı kiramın tamamı hakiki imana kavuştuğu için onların az bir iyilikleri, çok değerlidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar sadaka verse, Eshabımın verdiği bir avuç arpanın sevabına kavuşamaz.) [Buhari, Müslim]
Not: Mutezile hakkında geniş bilgi için, Doğru İman Bilgileri maddesinde, Kaza ve Kadere iman kısmında Cebriye ve mutezile bahsine bakınız.
.
Akla olan ihtiyaç
|
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu?
CEVAP
Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur'ana] ve Resulüne[Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allahü teâlânın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)}
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?}
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] {Bilmeyenin âlimlere sorması Allahü teâlânın emridir.}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim, Allahü teâlâyı en iyi tanıyor ki, Ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım)buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.}
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullah efendimizin ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı olan, Allah’a ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emirlerine en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
Dinin temeli
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Akıl, dünya işlerinde bile çok kere yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makamına inanmamak olur. Dinin temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabul edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabul etmiş olur.
Allahü teâlâ, aklımızdan istifade edebilmemiz için Peygamber ve kitap gönderdiğine göre, artık bunlara inanmamak için bir mazeret ileri sürülemez. Bugün Kur'an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu Batılı bilginler bile itiraf etmektedir. Ayrıca tecrübi ilimlerle de ispat edilmiştir. Bir kelimesi değişse, insan sözü karıştığı ehlince kolay anlaşılır. Allahü teâlâyı kabul edip de, emir ve yasaklarını kabul etmemek akla uygun değildir. Güneşe inanıp da, ışık ve ısısına inanmamak, doğuma inanıp da ölüme inanmamak gibi abestir.
Akılla izah etmek
Sual: Allahü teâlânın varlığını ve dinimizin hükümlerini daha iyi anlamak ve kalbimizin tatmin olması için, bunları akılla izah eden kitapları okumak gerekmez mi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kalbi itminana kavuşturan tek yol vardır. Bu da, Allahü teâlâyı zikretmektir. Akılla, kalb itminana kavuşamaz, yani tatmin olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Biliniz ki, kalbler ancak zikirle itminana kavuşur.) [Rad 28]
Allahü teâlânın ismini söyleyip onu hatırlarken, onunla bir bağlılık kurulamaz; ama hatırlayanla, hatırlanan arasında, az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin, kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itminan hâsıl olur. Kalbde itminan hâsıl olması, insanı sonsuz saadetlere kavuşturur. (1/92)
Burada delil aramanın yeri yoktur; çünkü Allahü teâlânın varlığı meydandadır. Meydanda olmasında hiç şüphe yoktur. Her şeyden daha açıktır. Ancak, kalbi hasta, gözünde perde olan anormal kimse göremez. Her şey, açıktaki beş duygumuzla anlaşılır. Hepsinin varlığı, Allahü teâlâdandır. (1/247)
Aklın Peygambere kolay inanması, kalbde tam iman hâsıl olması için, en yakın yol Allahü teâlâyı zikretmektir. Böylece tam imana kavuşur. Düşünerek, akılla ölçerek bu yüksek makama kavuşmak çok güçtür. Dini hükümleri kendi aklıyla anlamak isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. (1/214)
Sual: Mümin veya kâfir iken deliren, deli iken ölse, delirmeden önceki durumuna göre mi muamele edilir?
CEVAP
Evet.
.
Din ne diyor o önemli
|
Sual: Benim şahsi kanaatime göre eğer insanlara zarar vermiyorsan, etrafındakilerle iyi geçinip kargaşa çıkarmıyorsan, sayılı biri olmaya çalışıyorsan, yalan söylemiyorsan yani kısaca iyi biri olmaya çalışıyorsan örtünmek o kadar önemli değil. Aklıma da bu uygun geliyor. Acaba bu düşüncelerim sizce doğru mu?
CEVAP
Bence sizce diye bir şey olmaz, o zaman insan sayısı kadar din olur. Din ne diyor o önemli. Allah ne diyor o önemli. Eğer akıl ile din olsa, herkese göre din farklı olur. Mesela nataşanın biri gazetelerde şöyle diyordu: (Ben yalan söylemem, hırsızlık etmem, kimseye zararım olmaz, saygılı biriyim, kimseye zarar vermeden az içki içerim, erkeklerin gönlünü yaparım, erkeklerle buluşmama niye karışan oluyor ki?) Eğer ortada din ve Allah’ın hükmü olmasa, nataşa doğru söylüyor. Ama Allah öyle demiyor. Kimseye zararı olmasa da bir damla içki içmek haram diyor. Kimseye zararı olmasa da kadın, saçının telini gösterse haram diyor. Evet kadın saçını göstermekle size göre bir şey olmaz. Nataşaya göre de zina edince bir şey olmaz.
Ölçü başkalarına zararlı olup olmamak da değildir. Ölçü Allah’ın emrine uymakta olur. Besmelesiz kesilen kuzu eti de yenmez. Ha besmeleli kesilmiş, ha besmelesiz demek yanlış olur? Kadın ha başını açmış, ha açmamış ne fark eder denmez. Denirse Allah’ın emrine inanılmamış olur. Ya Allah’a inanılır veya inanılmaz. İnanılırsa Onun dediklerine uymak gerekir. İnanılmazsa, bu daha kötü. Sonsuz ahiret hayatında şiddetli azaplara kim nasıl dayanabilir ki? Bu insanların yoktan yaratılması, hayvanların, çiçeklerin yoktan yaratılması tesadüf müdür? Ya Allah’a inanılacak ya Allah’a inanılacak, başka yol var mıdır?
Kıbleye doğru yatmak caiz mi?
Sual: Bid'at ehli biri, (Yatarken ayakları kıbleye doğru uzatmak gerekir. Böylece insan kalkınca, yüzü kıbleye gelmiş olur. Bunun gibi, ölüleri de, ayakları kıbleye gelecek şeklinde defnetmeli ki, Kıyamet günü dirildiğinde yüzü kıbleye gelsin) dedi. Bu arkadaş bid’at ehli ama bu düşüncesi bana da mantıklı geldi. Böyle hareket edilse, doğru olmaz mı?
CEVAP
Hayır, doğru olmaz. Mazeretsiz ayakları kıbleye doğru uzatmak tahrimen mekruhtur. Cenazelerin de, ayakları değil, yüzü kıbleye gelecek şekilde, sağ yan üzerine defnedileceği din kitaplarında bildirilmiştir. Mantıkla, akılla dînî hüküm konmaz.
Size, bid’at ehlinin söylediği mantıklı gelir. Bir başkasına da, başka bir şey mantıklı gelebilir. O zaman da, insan sayısı kadar din kuralı ortaya çıkar. Mesela biri de çıkar, ölüler için derin çukur açıp, yüzü kıbleye gelecek şekilde dikine defnetmek daha uygundur der. Hem böylece, yüzü devamlı kıbleye karşı olur diyebilir. Bunun için Hazret-i Ali, (Din, nakle dayanır. Akılla, mantıkla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim. Hâlbuki Resulullah’tan gördüm, o, mestlerin üstünü mesh ederdi) buyurmuştur. Demek ki, herkesin aklı ve mantığı, dinde ölçü olmuyor. Din kitaplarının yazdığına uymak gerekir.
Peşin namaz kılmak
Sual: Bir arkadaş, sabah vaktim oluyor diye, o günkü öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılıyormuş. Ben kaza kıldıktan sonra, bu arkadaşa sordum. (Vakti gelmeden kılınan namazlar sahih olmaz) dedim. O da, (Sen veresiye kılıyorsun kabul oluyor da, ben peşin peşin ödesem niye kabul olmasın ki?) dedi. Peşin kılınan namaz sahih olmaz, değil mi?
CEVAP
Elbette sahih olmaz. Vakit, namazın farzlarındandır. Vakit girmedikçe namaz farz olmaz. Farz olmadan kılınırsa nafile olur. Din nasıl emretmişse öyle yapılır. Akılla dinî hükümler konmaz. Bir kimsenin yengesi dinen yabancı kadındır, yani namahremdir, fakat yengesinin kızları ona mahremdir. Anası niye yabancı da, kızları değil diye sorulmaz. Din öyle bildirmiştir. Aklımıza değil, dinimize tâbi olmamız gerekir.
Namazı boykot
Sual: Bir arkadaşa, niçin namaz kılmadığını sordum. (Hazret-i Ali camide namaz kılarken öldürüldüğü için, biz camiyi de, namazı da boykot ettik) dedi. Bu boykotta bir mantık var mıdır?
CEVAP
Hazret-i Ali, evinde su içerken şehit edilseydi, eve girmeyecek ve su içmeyecek miydik? Nitekim mübarek oğlu Hazret-i Hasan evinde yemek yiyip su içerken, yemeğine zehir konarak şehit edilmiştir. Burada evin, yemeğin ve suyun suçu nedir? Ev, yemek ve su boykot edilir mi? Camiyi ve namazı boykot etmenin bundan farkı nedir?
Kur'an-ı kerimde namaz, bütün Müslümanlara emredildiği için Hazret-i Ali de, çocukları da namaz kılmıştır. Ehl-i beytten ve 12 imamdan, hiç namazı boykot eden olmadığı gibi, Hazret-i Fatma’nın soyundan gelen seyyidlerden ve şeriflerden, namazı boykot eden de olmamıştır. Boykot edilmesi gerekseydi, önce kendi çocukları ve torunları boykot ederdi. Hazret-i Ali'yi sevenin, onun sevdiği camiyi, namazı, orucu ve dinimizin diğer emirlerini sevmesi lazımdır. Seven insan, sevdiğinin yolunda gider. Hazret-i Ali'nin severek yaptığı şeyleri yapmamak, onu sevmek midir, yoksa ona düşmanlık mıdır?
İbadet yerine para
Sual: (Namaz, oruç gibi bazı ibadetleri yapmayıp yerine fakire para verilmesi, mesela kurban kesmeyip yerine depremzedelere yardım yapılması daha uygun olur) diyenler çıkıyor. Parası olanlar ibadet etmeyip parayla işini yürütürse, fakirin hâli ne olacak?
CEVAP
İbadet yerine para vermek, dini içten yıkmak isteyen reformcuların dînî yıkma planlarından biridir. Herkes fakirlere istediği kadar yardım yapabilir, o ayrıdır. Ama bin koçun parası, bir fakire verilse, vacib bir kurbanın sevabına kavuşulamaz; vacib terk edildiği için günah da olur. Üstelik dinimizin emrini beğenmeyip değiştirildiği için suçlu duruma da düşülür. Aklımıza uygun gelse de, gelmese de, dinimizin emrine uymamız şarttır.
Akıl ölçü olmaz
Sual: Seferilikte sıkıntı olduğu için, dört rekâtlı namazlar iki rekât kılınıyor. Peki, seferde çok rahat olsak yine namazları kısaltmamız gerekir mi?
CEVAP
Elbette kısaltmak gerekir. Seferde, babasının evinde, hattâ kendi evinde olsa bile, yine namazlarını kısaltması gerekir. Tersine, mukim olduğu yerde, çok sıkıntılı olsa, su bulması, abdest alması zor olsa da, yine namazlarını kısaltamaz. Namazı kısaltmak için sıkıntılı olmak değil, seferi olmak şarttır.
Bunun gibi, 70 yaşındaki kadının kocası ölse veya kocasından boşansa, yeniden evlenebilmesi için iddet beklemesi gerekir. Aklı ölçü alarak, (70 yaşındaki kadın hâmile olamaz, iddet beklemesi gerekmez) demek yanlış olur.
Yine bunun gibi, ihramdan çıkmadan önce, başın en az dörtte birini veya en az üç santimetre kadar saçını, kendisinin veya başkasının tıraş etmesi vacibdir. Peki o kişinin saçı yoksa, kel ise ne olacak? Akıl ölçü alınıp, bu hüküm yok sayılamaz. Başında saç olmayanın veya başı yara olanın da, usturayı, değdirmeden baştan geçirmesi vacib olur.
Demek ki ibadetleri, kendi aklımıza göre yorumlayıp değiştiremeyiz. Dinimiz ne emrediyorsa onu aynen uygulamalıyız.
.
Kadın, erkek ve akıl
|
Sual: Kadının erkekten daha akıllı olduğunu, bu bakımdan, kadına daha çok hak verilmesi gerektiğini söyleyenler var. Her kadın, her erkekten akıllı olur mu?
CEVAP
Önce, aklın ne olduğunu bilmek gerekir. Cenab-ı Hak, aklı, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratmıştır. Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, bütün mahlukatı yoktan var eden Allahü teâlânın bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi bir şey iken, bazı dinsizlere göre saçmadır! Bu bakımdan dinimiz akıllıyı nasıl tarif ediyorsa ona göre karar vermek gerekir. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı şudur ki, Allah’a ve Peygambere inanır ve ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(En akıllı, Allahü teâlâdan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanlar, tarağın dişleri gibi eşittir. Üstünlükleri, ibadet farkından ileri gelir.) [İbni Lal]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh]
(Her şeyin bir direği vardır. Müminin direği ise akıldır. Kişi aklı nispetinde ibadet eder.) [İ. Gazali]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akılca en üstün olan kimse de, dinin emir ve yasaklarına riayet edendir. Kişinin ibadeti de aklı nispetinde olduğu, itikadı ve ameli en düzgün olan, diğerine göre daha akıllı demektir. Erkeklerden ve kadınlardan Cennetlik olanlar olduğu gibi, Cehennemlik olanlar da vardır. O halde, kadının erkekten veya erkeğin kadından daha akıllı olduğu söylenemez.
Şunu da açıklayalım ki, akıl ile zeka ayrıdır. Birbirine karıştırılmamalıdır. Bir gayrı müslim, bir müslümandan daha zeki olabilir; fakat akıllı olamaz.
Allahü teâlâ, kadınla erkeğin vücut yapılarını farklı şekilde yaratmıştır. Bir tankla taksinin mukayesesi yapılamaz. İkisinin vazifesi ayrıdır. Herkes vazifesini bilir, ona göre hareket ederse, düzensizlikler önlenmiş olur. Kadınla erkek arasında fark olduğu gibi, erkekle erkek, kadınla kadın arasında da fark vardır. Herkes aynı kabiliyette değildir. İnsanlar robot gibi yaratılmamıştır.
Kadın-erkek eşitliği ileri sürülerek, kadınların yapamayacağı işleri onlara vermek, mesela maden ocaklarında çalıştırmak kadın haklarına bir saygı değildir. Kadını, asker yapmamak da ona hakaret değildir. Kadına, bünye, akıl, zeka, his ve kabiliyetine uygun işler vermelidir.
Bugün kadın haklarını savunur görünenler, samimi değildirler. Samimi olsalardı, önce kadını sömürü vasıtası yapan, ticari malların tanıtımında kullanan zihniyete karşı çıkarlardı. Halbuki kadının bu yolla, şeref ve haysiyeti düşürülmekte, basit bir mal haline getirilmektedir. Bu üzücü duruma karşı çıkmayanların, kadın hakları konusunda samimi olmadıkları açıktır.
.
Ahmaklık nedir
|
Sual: Akıllı kime denir yazılarınızdan öğrendik. Peki ahmak kime denir? Ahmaklığın çaresi var mıdır?
CEVAP
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz.
Âlimler buyuruyor ki:
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hazret-i Ömer)
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hazret-i Ali)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (İmam-ı Cafer-i Sadık)
Dünyayı ele geçirmek için Ahireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefstir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir.(İmam-ı Rabbani)
Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Hazret-i Ebu Bekir, Seyyid Abdülkadir-i Geylani)
Ahmaklığın alameti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırri-yi Sekati)
Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibbân)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. (Muhammed Masum Faruki)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur.
Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
(Akıllı, Allah’a ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakim]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyheki]
(Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.) [İ. Maverdi]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.)[Deylemi]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemi]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13]
Ahmaklığın çaresi var mıdır?
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim:
İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir.
Salih amel işlemeden yani Cehennem tohumu ekip, Cennet beklemek ahmaklıktır.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allah’ın var olduğunu anlar, bir yaratıcının varlığına inanır. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur.
İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın!
Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır.
Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyor. Bu ahmaklık değil mi?
Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikayesi şöyledir:
Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Biri bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım.
Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde mealen, (Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizi)
Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Her şey Allahü teâlânın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.)[Buhari]
Hazret-i İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile bâtılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile bâtılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de, (Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu.
Ahmaktan uzak durmak
Sual: Bir arkadaşım var, iyilik olarak yaptığı şeylerin bana zararı dokunuyor. İyi niyetle yaptığı için, bana ahmak gibi geliyor. Ondan uzak durmam gerekir mi?
CEVAP
Verdiği zararlarının nasıl bir şey olduğunu bilmeden bir şey söylenmez. Belki zarar değil de siz zarar sanmış da olabilirsiniz.
Ahmaklık, kârını zararını bilmemek, iyiyi kötüyü ayıramamak, körü körüne bir şeye saplanıp gitmektir. İyilik yapıyorum sanarak kötülük eder, fitneye sebep olur. Susulacak yerde konuşur. Çeşitli zararlara sebep olur. Atalarımız, (Ürümesini bilmeyen it, sürüye kurt getirir)demişlerdir.
Bir ayı, kendisine faydası dokunan kişiye iyilik etmek ister. O kişi uyurken, yüzüne konan sinekler rahatsız etmesin diye, onlara taşla vurur. Tabii, o kişinin yüzü de parçalanır. Bunun için, (Akıllı düşman, ahmak dosttan iyidir) demişlerdir. Böyle dostlardan, iyilik yerine zarar gelir. Onlardan uzak durmalıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ahmakla ilgini kes.) [Beyheki]
Ahmak insanı iknaya çalışmak da boşunadır. Ona ne söylense faydasızdır. Fayda yerine zararı olur. Tartışmaya hiç gelmez. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ahmağa cevap verilmez.) [İslam Ahlakı]
Hadis imamlarından İbni Hibban hazretleri de, (Ahmağa verilecek en güzel cevap susmaktır) buyurmuştur. Tartışmak sadece ahmakla değil, herkesle de zararlıdır. (Tartışma, dostların dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır) demişlerdir.
Ahmakla görüşmek
Sual: (Ahmaklardan uzak durmak gerekir) deniyor. Ahmaklık, bir kimsenin elinde midir? Bir de, herkes ondan uzak durursa, yalnızlığa itilmiş olmaz mı?
CEVAP
Uzak durun demek, hiç görüşmeyin, yalnız bırakın, tamamen irtibatı kesin demek değildir. Ahmak olan kimse, iyilik ettiğini sanarak kötülük eder, fitneye sebep olur. Susulacak yerde konuşur. Çeşitli zararlara sebep olur. Bundan dolayı, (Fazla samimi olmamalı, ona sır vermemeli ve onunla konuşurken çok dikkatli olmalı) denmek isteniyor.
Sakalı çok uzatmak
Sual: S. Ebediyye’de, (Sakalı bir tutamdan fazla uzatmak, aklın az olmasına alamet olur) deniyor. Uzun sakallı olup da ahmak olmayan insan yok mudur?
CEVAP
Uzun sakal bırakmanın dindeki yeri nedir? Ahmaklık ve aklın az olması ne demektir? Önce bunları bilmek gerekir.
Sakalı sünnete uygun olmayan, yani çenedeki ile birlikte bir tutam uzun olmayan kimse, bid’at sahibi olur. Sakalın sünnete uygun olmasına ehemmiyet vermeyen, kâfir olur. (S. Ebediyye)
Ahmaklık, kârını zararını bilmemek, iyiyi kötüyü ayıramamak demektir. Akıllı olmak da bunun tam tersidir. Yani kârını, zararını bilmek, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırabilmektir. Aklı az olan bunu yapamaz, ahmak olur.
Sünnete uymayan sakal sahibi, bid’at yani günah işliyor demektir. Aklı az olan günah işler. Akıllı günah işlemez. Günah işliyorsa aklı az, yani ahmaktır.
Ne kadar zeki görünse de, günah işlemekte ısrar eden kimse, ahmaktır. Bu konuda bir menkıbe de var:
Uzun sakallı biri, kitaplardaki, (Sakalı bir tutamdan fazla uzatmak, ahmaklık alametidir) yazısını okuyunca, eliyle bir tutam ölçüyor. (Fazlasını yakıp ahmaklıktan kurtulayım) diyor. Sakalın fazla kısmını yakmaya çalışırken, sakalın tamamı yanıyor, cascavlak çıkıyor. Sonra, yazdığı kitaba, (Sakalı sünnetten fazla uzatmanın ahmaklık olduğu, kendi tecrübemle de sabittir) diye yazıyor. Böylece ahmaklığını tecrübeyle belirlemiş oluyor.
|
.
Doğruyu bulmak için güzel bir dua
|
Sual: Akılla doğruyu bulamaz mıyız?
CEVAP
Aklımıza uyarsak doğruyu bulmamız çok güç olur. Her fırkadaki insan, “Bu fırka doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Dini veya dinsiz fırkalara girenler de, aklına göre bu fırkaları tercih etmişlerdir. Akla uyulursa, insan sayısı kadar fırka meydana çıkar.
Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğini vâd buyurmuştur. Rabbimiz vâdinden dönmez. Bunun için,Ya Rabbi! Sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru diye dua etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.
Bütün Müslümanların da, aynı şekilde dua etmekten çekinmemeleri gerekir. Ya Rabbi hangi fırkadaki Müslümanlar doğru yolda ise, senin rızan hangisinde ise, bana onu nasip eyle diye dua etmelidir. Dua ederken, duanın şartlarını gözetmelidir. Şartlarına uygun dua edilince, dua kabul olur. Dua kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur.
.
Aklın tefsiri
|
Sual: Bazı kimseler, (S. Ebediyye’de, insanların, cinlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabilecekleri yazıyor. İnsanların içinde Peygamberler de olduğuna göre, Peygamber nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir?
CEVAP
O yazı, Ondördüncü asrın müceddidi Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S. Ebediyye’den okunursa iddia sahiplerinin cahilliği iyice anlaşılır. Yazıda; Akıl ikiye ayrılıyor, selim akıl, sakim akıl diye. Selim akıl Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: (Selim akıl), (Sakim akıl) Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
.
Akılla nakil çakışırsa
|
Sual: (Akılla nakil çakışırsa, akla uyulur) veya (Akılla nakil çelişirse akıl esas alınır, nakil akla göre tevil edilir) sözleri muteber midir?
CEVAP
Evet, sözler muteberdir; fakat açıklamasını İslam âlimlerinin kitaplarından almak lazımdır. Selim aklın gösterdiği bir hakikat, hiç değişmez. Selim akılla, nakil zaten çelişmez.
Aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı gibi şeyler böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akılla nakil çakışırsa, çelişirse nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman ise, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır.
(Akılla nakil çakışırsa, akla uyulur) sözü sanki bir kural olarak söylenmiş, bir örnek gösterilmesi imkânsız gibidir. Bunun gibi, (Allahü teâlâyı dünyada görmek caizdir, fakat gören olmamıştır. Gördüm diyen zındıktır) buyuruluyor. Caiz olmak ayrı şey, gördüm demek ayrı şeydir. Akılla nakil çakışırsa, akla uymak caizdir, ama akılla çelişen bir nakil varsa da biz bilmiyoruz.
Akılla nakil çatışırsa
Sual: (Akılla nakil çatışırsa, akla uyulur) kuralı nerelerde geçerlidir?
CEVAP
Mecelle’nin (Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz) hükmü, Dürer-ül-hükkam şerhinde şöyle açıklanıyor: (Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait ahkâm değişebilir. Fakat Nassa, delile dayanan ahkâm, zamanla değişmez.)
İslam bilgileri ikiye ayrılır: Fen ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakille anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerimle hadis-i şeriflerdir.
His organlarıyla anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımızla anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır. His organlarımızla anlayamadığımız şeyleri, akılla anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı gibi din bilgileri böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akılla nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
|
Aklın bittiği yer
|
Sual: (Mirac, aklın bittiği, imanın başladığı yerdir) deniyor. Bu ne kadar yanlıştır. Akıl bitince her şey biter. Akılsız iman olur mu hiç?
CEVAP
Bir saniyede, Mekke’den Kudüs’e oradan da göklere, cennete, cehenneme gidip geri gelmek aklen mümkün mü? Aklen mümkün olsaydı, bütün müşrikler iman ederdi. Aklen mümkün olmadığı için, sahabe hariç, diğer iman edenler inanmayıp mürted oldular. (Bu kadarı da olmaz) dediler; ama Hazret-i Ebu Bekir aklı devreden çıkarıp, (O demişse elbette doğrudur, bir anda gider gelir) dedi. Bu akılla değil, imanla söylenmiş bir sözdür. Akılla söylenmiş söz olsaydı, kendisine (Sıddık) denmezdi.
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, hocasını tanıdıktan sonra, onu çok sevmesine rağmen, onun işlerine, sözlerine aklı ermiyordu. Baktı, iş felakete gidiyor, aklına değil hocasına uydu. En sonunda gerçeklere vakıf olunca, (Aklımı bıraktım, hocama tâbi olup kurtuldum)buyurdu.
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz; çünkü akıl bir kararda kalmaz. Herkesin aklı birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl bazen doğruyu bulur, yanılması ise daha çok olur. En akıllı denilen kişi, uzman olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde akıl tam bir ölçü olamaz. Ancak akılla din birlikte olursa, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvetse de, her işte ölçü olmaz. Allah’a ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Aklı almasa da, Resulullahın bildirdiklerine inanıp amel eden kurtulur.
|
.
İman ve akıl
|
Sual: Gayba inanmak, yani görmeden inanmak doğru değildir. İnsan anlamadığı şeye nasıl inanır? İlk gelen emir, oku değil mi? Burada da akla hitap var. Mesela şimdi biri, ben peygamberim, bana vahiy geliyor dese, akılla incelemeden ona hiç inanılır mı? Aklı olmayan mükellef olur mu? Aklın görevi nedir?
CEVAP
Aklı olmayan kimse, zaten mükellef yani sorumlu olmaz, fakat bu ayrı bir konudur. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve Resulullah’ın Peygamber olduğunu anlamakta, aklın, felsefi ve tecrübi ilimlerin yardımı büyüktür, fakat bunların yardımıyla Resulullah’a inandıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye ve tecrübi ilimlere danışmak doğru olmaz, çünkü akılla, tecrübe ve felsefe yoluyla elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değiştiğini, yenileri bulununca, eskilerinin atıldığını gösteren örnekler literatürlerde az değildir.
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri, imanı şöyle tarif ediyor:
(İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan, tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.)
İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’an-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Allahü teâlâ Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu bulabilirdi. Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Aklın görevi, naklin sağlam yerden, yani Peygamberden geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.
Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Öyle olsa herkes aynı şeyi söyler, herkes aynı düşünür. Herkes aynı dine, aynı mezhebe inanır, herkes aynı partili olur, farklı görüşe rastlanmaz. Farklı dinler, farklı partiler, farklı görüşler olduğuna göre, akılların da farklı olduğu anlaşılır. Böyle farklı olan akla nasıl güvenilir ki? Onun için nakil şarttır. Nakle inanmak için de, aklı kullanmak şarttır.
Mesela akıl, asırlardır doğup batan güneşe bakar, hiç ısısının ve ışığının eksilmediğini görür. Kâinattaki yıldızlara, gezegenlere, insanın vücut yapısına, meyvelere, hayvanlara bakar. Buradan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar ve ona inanır. Bu da, gayba inanmak demektir. Yoksa yaratıcıyı görmesi mümkün değildir. Yaratıcıyı, ancak eserleriyle anlar. Yine akılla, peygamberlere, kitaplara inanır. Orada bildirilenlere inanır. Akılla, Kur’an-ı kerimdeki şeyler doğru mu diye ölçemez. Aklın buradaki görevi, (Bu kâinatı yoktan yaratan Allah, Kur’an-ı kerimde de yanlış şey bildirmez) diye inanmaktır, akıl gerisine karışmaz. İnandıktan sonra da, artık akla değil, nakle itibar eder.
Nakilden öğreniyoruz ki; akıl hakla bâtılı, eğriyle doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ Kur’an-ı keriminde, Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde, şu doğru, şu yanlış diyor. Akılla bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette sorumludur. Onlara niye öğrenmedin diye sorulacak. Öğrenmişsen öğrendiğini niye yapmadın diye sorulacak. Naklî bilgilerle doğruyu eğriyi niye bulmadın diye sorulacak. İşte kitap burada, niye bununla amel etmedin diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir. Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir. Akıl kendi başına, kitap olmadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap gönderilmezdi. Kitap gönderildiği halde öğrenmeyip doğruyu eğriyi bilmeyen sayısız insan var. Akılla bunları bilemiyorlar, bulamıyorlar. Demek ki, kitaptan, nakilden öğrenmekten başka çare yoktur.
(Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) diyen çıksa, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, (Ben peygamberim, bana vahiy geliyor)dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı. Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı olduğu için inanmadık. Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik. Aklımızı değil, naklimizi kullandık. Aklını kullanan binlerce insan, o sapık adamı resul olarak kabul etti.
(Ben resulüm) diyen gibi, (Ben mehdiyim) diyen de çıktı. Nakli değil de, aklını kullananların çoğu onu tasdik etti. Biz nakle baktık. Mehdi’nin vasıfları var. Adı Muhammed, babasının adı Abdullaholacak. Gökten bir melek, (Bu Mehdi’dir) diyecek, bunu herkes duyacak. İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdiliğine inanmadık. Aklımızı kullansaydık, diğer cahiller gibi biz de, onun Mehdi olduğuna, sapık fikirlerine inanırdık.
Oku emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, nakli bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek demektir. Hatta nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır. Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda kendi aklıyla ölçmeye çalışır. Ne kadar akıllı olursa olsun, bir kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek demektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur.) [Taberani]
Hazret-i Ali buyuruyor ki:
(Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim.)[Ebu Davud]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)
.
Din kitabı okumak
|
Sual: Ateist bir dayım var, (Din kitabı okuma, çok ibadet etme, aklını kaybedersin) diyor. Din kitabı okumak ve ibadet etmek akla zarar verir mi?
CEVAP
Asla zarar vermez, aksine zihnin açılmasına ve aklın kuvvetlenmesine sebep olur.
Kötü huydan kurtulmak için, İslamiyet’e uyarak kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lazımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslam bilgilerini okuyup öğrenmekle mümkündür. Kalbin kuvvetlenmesi yani temizlenmesi de, İslamiyet’e uymakla olur. (İ. Ahlakı)
Vesveseli kimseler, yanlış yaptım sanarak durmadan ibadet ediyorlar. Bunun Müslümanlıkla ilgisi yoktur. Din kitabı okuyup da doğrusunu öğrenmedikleri için vesveseye kapılıyorlar.
Sırf Allah'ın varlığını ispat için deliller arayan da, vesvese ve şüphe içine girer. Bu da dine aykırıdır.
Namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetler insanın ufkunu açar, hafızasını kuvvetlendirir. Bunları terk eden günah işlemiş olur. Günah işleyen de unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Çünkü Peygamber efendimiz, Ebudderda hazretlerine buyuruyor ki:
(Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın! Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun.) [İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
İbni Mesud hazretleri, (Günah işleyen, bildiklerinden bazısını unutur) buyurdu. (İhya)
Peygamber efendimiz akıllıyı şöyle tarif ediyor:
(Akıllı, Allah’a ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Akıllı, nefsine uymaz, ibadetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
.
.31 Ekim 2003 Cuma..RAMAZAN AYVALLI
Son zamanlarda, bazı basın organlarında, medyada akıl ile vahiy mukayese edilmiştir. Bu münâsebetle biz, bu makalemizde, çok kısa olarak “akıl” ve “vahiy”den bahsedeceğiz.
Cenâb-ı Hak, diğer vücud uzuvlarımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. İyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl, yalnız başına ma’neviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların akıldan faydalanmaları için, Peygamberleri, din ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sadece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Dinimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Allahü teâlâ, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, en son Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber gibi son nebî ve resûl olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Vahyin tarifi ve şekilleri
Şimdi gelelim vahye: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “vahiy”, ilmî bir terim olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyaya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâil aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi. Bu durumda Resûlullah efendimiz, meleği görmezdi. Vahiy ba’zan sâdık rü’yâ ile, ba’zan da dehşet saçan bir uğultu ile gelirdi. Vahyin Sevgili Peygamberimize en ağır ve çetin geleni bu sonuncu şekil idi. Böyle hâllerde Resûlullahın, en soğuk günde bile mübârek alnından terler dökülür, deve üzerinde ise, vahyin ağırlığından deve yere çökerdi. Yanında bulunan sahâbîler de vahyin ağırlığını hissederlerdi.
Cebrâil aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber efendimize vahyetmiştir. Bu hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur. Meselâ Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazifeli olan kâtiplerine yazdırırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi aynı anda birçok kimse yazardı. Makalemizin sonuna doğru bazı vahiy kâtiplerini zikredeceğiz.
Peygamber efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke’deki Hirâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı! Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen benim insan ve cinnîlere peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.
Sevgili Peygamberimize peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada inmişlerdir.
Resûlullah efendimiz kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim A’lâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah efendimiz kendisine gelen âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi.
Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur. Başlıcaları şunlardır: Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Âmir b. Füheyre, Amr b. Âs, Muğîre b. Şu’be, Abdullah b. Revâha, Hâlid b. Velid, Huzeyfe b. Yemân, Muâviye b. Ebî Süfyân, Zeyd b. Sâbit, Übey b. Ka’b, Abdullah b. Sa’d. Görüldüğü üzere bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okudular. İnşâallah diğer bir makalemizde Kur’ân-ı kerimden genişçe bahsederiz.
.
29 Temmuz 2005 Cuma Aklı maksada uygun kullanmak
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
30 Temmuz 2005 Cumartesi Aklımızın kapasitesi
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır. Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
23 Şubat 2007 Cuma RAMAZAN AYVALLI
“AKIL”: “Doğruyu-yanlıştan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırmaya yarayan bir meleke [kuvvet], bir ölçü âleti”dir.
Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabîî (içgüdü) denilen bedenlerinin arzû ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
Aklın insan hayâtındaki yeri
Aklın insan hayâtındaki yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karâr vererek yaparlar. İnsanların yaptıkları işlerden dînen ve hukûken mes’ûl (sorumlu) olmaları akılları sebebiyledir.
Peygamber Efendimiz “akıl” ile ilgili olarak buyurdular ki:
“Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.”
“Akıllı insan, Allah’a itâat eden insandır.”
“Kişinin aklı tamâm olmadıkça îmânı tamâm olmaz. Dîni de müstakîm (doğru) olamaz.”
“Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise aklıdır. Kişinin ibâdeti aklı nispetindedir.”
“Aklı olmayan, güzel ahlâka sâhip olamaz.”
“Aklın alâmeti (işâreti) nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.”
Akıl, dünyâ işlerinde ve kullar arasındaki münâsebetlerde iyiyi-kötüden ayırmada, bir ölçü âletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dînimiz işlerimizi yaparken, istişâre etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz; daha önceki makalelerimizde de işâret ettiğimiz gibi, “İstihâre yapan aldanmaz; istişâre eden pişmân olmaz; iktisâd eden darlık görmez” buyurmuştur. Aklın dünyâ işlerinde isâbetli, doğru karar vermesinde istişârenin faydası büyüktür. İstişâre, geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur.
Akıl dîn bilgilerini bulamaz
Dünyâ işlerinde bile yanılan akıl, Allahü teâlâya ve âhirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Dîn bilgileri akıl ile bulunamaz. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. İslâmiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabûl etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur.
İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibi Allahü teâlânın varlığını aklı sayesinde anlayabilmiştir. Fakat O’na giden yolu bulamamıştır. Bu yol, Peygamberler ve onların getirdikleri dînlerden öğrenilir. Âhiret bilgileri, Allahü teâlânın beğenip-beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimâğının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, Peygamberlerin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özür ve bahâne göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusûrsuz, tâm değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delîl) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir.
Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevî şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahü teâlâ, Peygamberleri ve dîn ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünyâ ve âhirette râhat etme ve huzûra kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslâmiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara “İslâm âlimi” denir. İslâm âlimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, “aklımız ermediği için anlıyamadık” dediler. Dinimizin bildirdiklerini, akıl ersin-ermesin isbât ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azâbına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâzîye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîfe uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Yalnız akla uyan, yalnız ona güvenen, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse “felsefeci”dir. Eski Yunan felsefecileri, akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkûmdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler, öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir. Bazı “İslâm filozofu” denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde, akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikâdının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.
Akıllı ile ahmağın kısa bir mukayesesi
Önce, “akl”ın ne olduğunu bilmek ve anlamak gerekir. Cenâb-ı Hak, aklı, hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır.
Akıl, insan beyni vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytân ve nefisten kalbe gelen arzûları inceleyerek, iyilerini, kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa, bu akla “akl-ı selîm” denir.
Akıl, yalnız başına maneviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, Peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, akılla bulunamazdı. Bizler tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. İslâmiyete uymayan veya aklı az olan bir kimse, Peygamberlerden faydalanamaz; zararlardan kurtulamaz.
Hangisi hak, hangisi bâtıl
Şu bir vâkıadır ki, hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinir ve anlaşılır. O hâlde, Allahü teâlânın görevlendirdiği Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan hiçbir şey yoktur. Ahıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. O zaman insanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediği için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir.
Allahü teâlâ, en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Aslında, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakikatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir.
Aklı hiç olmayana “deli” denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana “ahmak” denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz kimsedir.
Hz. İsa (aleyhisselâm), “Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurdu.
Alimler de buyuruyorlar ki:
“Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur.” (Hz. Ömer)
“Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.” (İmâm Ca’fer-i Sâdık)
“Dünyayı ele geçirmek için âhireti vermek ahmaklıktır.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Kazâ borcu varken, nâfile kılmak ahmaklıktır.” (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
“Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır.” (Sırrî-yi Sekatî)
“Hatâsında ısrâr eden ahmaktır.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Hikmet ehli kimseler de buyuruyorlar ki:
“Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alâmetidir.”
“Akıllı ile istişâre gâlibiyet, ahmakla istişâre mağlûbiyettir.”
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
“Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günâh işler, sonra Allâh affeder diye ümitlenir.” (Tirmizî)
“Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.” (Deylemî)
“Ahmaklığın en kötüsü ve dalâletin (sapıklığın) en büyüğü, müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.” (Deylemî)
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir buğday tanesini, bir karıncayı yaratmaktan âciz olanın, kâinâtın tesâdüfen meydâna geldiğini, bir Yaratıcı’nın bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu?.
-----------
AKIL NEDİR ?
.Alm. Verstand (m.), Vernunft (f.), Fr. Raison (f.), Sagesse (f.), İng. Wisdom, Reason, Mind. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet, ölçü aleti.
Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabii (iç güdü) denilen bedenlerinin arzu ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dinimiz işlerimizi yaparken, istişare etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber efendimiz; “İstişare eden pişman olmaz, iktisad eden darlık görmez.” buyurmuştur. Aklın dünya işlerinde isabetli, doğru karar vermesinde istişarenin faydası büyüktür. Geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur.
Dünya işlerinde bu durumda olan akıl, Allahü tealaya ve ahirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Din bilgileri akıl ile bulunmaz. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lazımdır. İslamiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabul etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibi Allahü tealanın varlığını aklı sayesinde anlayabildi. Fakat O’na giden yolu bulamadı. Bu yol peygamberler ve onların getirdiği dinlerden öğrenilir. Ahiret bilgileri, Allahü tealanın beğenip, beğenmediği şeyler ve O’na ibadet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimağının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özr ve bahane göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delil) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teala gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahüteala peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahiretde rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkumdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir (Bkz. Aristo). İbn-i Sina, Farabi gibi İslam filozofu denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikadının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse felsefecidir. Eski Yunan felsefecileri akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar. Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslamiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara da “İslam alimi” denir. İslam alimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Dinimizin bildirdiklerini akıl ersin ermesin isbat ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azabına, sırat köprüsüne, kıyametteki teraziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’an-ı kerime ve hadis-i şerife uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Aklın insan hayatında yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karar vererek yaparlar. Yaptıkları işlerden dinen ve hukuken mesul (sorumlu) olmaları akıl sebebiyledir.
Akıl birkaç çeşittir.
Akl-ı mead: Ebedi rahata kavuşmak, Cennet’te ebedi kalmak ve Cehennem azabından kurtulmak için halini ıslah etmeyi, düzeltmeyi düşünen ileri görüşlü akıl. Dünyaya değil ahirete değer veren akıl.Akl-ı mead, peygamberlerde (aleyhimüssalevatü vetteslimat) ve evliyada bulunur. Ölümü düşünmekahirette olacak şeyleri öğrenmek ve ahiret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmak akl-ı meadıkuvvetlendirir. Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca, yani bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslamiyetinemirlerine baş kaldıramaz hale gelince, aklı da, akl-ı mead olur.
Akl-ı meaş: Yemek, içmek, evlenmek, helal, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünüp, ahireti düşünmeyen akıl; akl-ı meadın zıddı. Akl-ı meaş, dünyanın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) halleri kalp hastalığı saymaz. Akl-ı meaş kısa görüşlüdür. Akl-ı meaşı, mala düşkün ve dünyaya bağlı olanlar beğenir.
Akl-ı sakim (Sakim akıl): Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve pişmanlığa sebep olan akıl; hastalıklı, illetli, kısa görüşlü akıl. Akl-ı sakim, bazan doğruyu bulur, bazan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Bu sebeple din ve sonsuz olan ahiret işlerinde sakim akla güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Akl-ı selim (Selim akıl): Hiç yanılmayan, hata etmeyen akıl. İşlerde huccet (delil) olan ve doğruyu gösteren bu akıldır. İslamiyetin hak ve doğru olduğu bu akıllar için pek meydanda, aşikar ve apaçıkdır.İsbat etmeğe lüzum olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de ihtiyaç yoktur. Selim akıl, pişman olacak, zarar görecek iş yapmaz. Her başladıkları işde muvaffak olurlar. Selim akıl, en üstün derecede peygamberlerde aleyhimüsselam bulunur. Onlardan sonra, Eshab-ı kiramda (Peygamberimizin arkadaşları), Tabiin (Eshab-ı kiramı gören büyükler), Tebe-i tabiin (Tabiini görenler) de peygamberlere yakın derecede bulunur.
Akıl ve zeka: İsviçreli Claparede, zekayı; “Yeni icab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uymasıdır.” diye tarif etmiştir. Amerikalı Terman ise; “Zeka, umumi fikirlerle düşünebilmektir.” demiştir. Alman psikolog ve pedagoglarından William Stern; “Zeka, problemleri çözebilme kuvvetidir.” diye tarif etmiştir.Bergson ise şöyle demiştir: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları; tabiata uymak, hayvanlar ve kendileri arasında ilişki kurmak için aletler yapmıştır. Bu aletler, zeka ile yapılmıştır.” Buradan anlaşılıyor ki, alet yapmak, teknikte ilerlemek akla değil, zekaya alamettir.
Görülüyor ki, zeka, düşünebilme kuvvetidir. Bu kuvvet yardımı ile insan bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri bir araya toplayarak aranılan şeyleri bulur. Bu melekeyi (zekayı, düşünebilme alışkanlığını) kazanmak için malum (bilinen) şeyler yardımı ile meçhul olan (bilinmeyen) şeyleri bulmağa çalışmak, matematik, geometri problemleri çözmek lazımdır. İnsanların zekaları birbirinden farklıdır. Zekanın en üstün derecesine (Deha) denir. Zeka, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, test usulü ile zeka ölçmesini ilk olarak Osmanlılar yaptı demektedir.
Düşünebilme kuvveti olan zeka, düşüncelerinde isabetli ve doğru olabilmesi için akıl lazımdır. Zeki insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Akıl bu prensipleri idare eder. O halde, her zeki insan akıllı değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı insanlardan öğrendiklerini yeni harp şekillerine uydurarak büyük zaferler elde edebilir. Fakat aklı az ise, bir hata ile başarıları felakete dönebilir. Napolyon’un zeka fışkıran askeri planları, zaferleri herkes tarafından bilinir. Akılsız hareketlerinin sonucu olarak Suriye’den nasıl kaçtığı da tarihlerde yazılıdır. Avrupa’da bugünkü modern kimyanın babası denilen Fransız Lavoisier de öyle yanlış şeyler söyledi ki, mütehassısı (uzmanı) olduğu kimya ilmine yaptığı zarar, hizmetlerini aşmaktadır. (Bkz. Zeka)
Peygamber efendimiz akıl ile ilgili olarak buyurdular ki:
Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır.
Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam olmaz. Dini de müstakim (doğru) olamaz.
Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklı nispetindedir.
Aklı olmayan, güzel ahlaka sahib olamaz.
Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.
Aklın alameti (işareti) nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamakdır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.
* MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI *
ZEKÂ NEDİR ?
.Alm. Intelligenz, Klugheit (f), Fr. Intelligence, İng. Intelligence. En geniş mânâsıyle bir genel zihin gücü. Psikolog Terman’a göre, zekâ “mücerret (soyut) düşünme yeteneği”dir. Davis, zekâyı, “edinilen bilgilerden faydalanarak meseleleri halletme kâbiliyeti” olarak açıklar. Stern ise, “yeni karşılaşılan hallerin gereklerini, düşünme yeteneğinden faydalanarak karşılayabilme, yeni hayat şartlarına uyabilme gücü” olarak görür. Bergson’un klâsik târifine göre zekâ, “evvelce elde edilmiş tecrübe ve bilgilerden istifâde ederek bugünkü hayat meselelerini çözmek ve hayat şartlarına uymak kâbiliyeti”dir. Hinsie ise zekâyı, üç ana gruba ayırarak târif etmektedir. Bu müellife göre, abstre (mücerret, soyut) fikir ve sembolleri anlama ve kullanma kâbiliyeti teorik zekâyı; muhtelif makina ve âletleri anlama, çalıştırma ve keşfetme kâbiliyeti mekanik zekâyı, insânî münâsebet ve ictimâî hâdiselerle ilgili durumlarda akıllı ve mantıkî bir şekilde hareket etmek kâbiliyeti ise sosyal zekâyı teşkil etmektedir.
Zekâ, akılla karıştırılmamalıdır. Zekâ, bir meleke, bir alışkanlıktır. Bu kuvvet yardımı ile insan, bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri toplayarak aranılan şeyleri bulur. Zekâ, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamaktır. Akıl anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. İsviçreli Clapare de zekâyı, “yeni icap ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uyması”dır diye anlatmıştır. Yâni muhite uymayı sağlayan bir kuvvettir. Tek hücreli hayvanlar, muhitin yalnız tesir etmesi ile hal değiştirerek bu tepkiye uyar. Daha ileri olan eklembacaklılarda, tepkilere sevkitabiî (içgüdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhite uymak için yeni bir faaliyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır.
Bergson diyor ki: “Her asrın geri kalmış kısımları, tabiate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmıştır. Bu aletler, zekâ ile yapılmıştır.” Alet yapmak, teknikte yükselmek akla değil, zekâya alâmettir. Zekâ, içgüdüden yukarı, akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır. Aklın tatbikçisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıllı kişiler, teorik yollar ve kâideler ortaya koyar. Zeki kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Zekâ düşünebilme kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zeki insan düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Bu prensipleri idâre eden akıldır.
Her zeki kimseyi akıllı sanmak doğru değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı kimselerden öğrendiği usûlleri, yeni harp vaziyetlerine uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları felâkete döner. Meselâ Napolyon’un zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydandadır. Üçüncü Selim Han zamânında, Napolyon’un, Suriye’de, İslâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçtığı târihlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, on bin kat daha çok korkunç olurdu.
Zekâ, yeni doğmuş bir çocukta potansiyel olarak vardır, zamanla olgunlaşır. Fikrî gelişimin en hızlı olduğu zaman onuncu yaşa kadar olan dönemdir. Zekânın gelişmesi, beynin ve sinir sisteminin olgunlaşmasına dayanır.
Normal olarak, zekâ, doğuştan îtibâren şahsın olgunluğa erdiği 15-25 yaşlara kadar devamlı olarak artmaktadır. Fizikî ve bedenî büyüme ve gelişmede de olduğu gibi, zekâdaki gelişmenin ilk beş senesinde çok süratli olmasına mukâbil, 10-16 yaşlarda gitgide yavaşlamakta ve 15-20 yaşından sonratamâmiyle durmaktadır. 20 yaşına kadar gelişen zekâ, ondan sonra 7-8 senelik bir duraklamayı tâkiben hızla zayıflamakta ve düşmektedir.
Zekânın ölçülmesi: Zekâ birtakım testler aracılığıyla ölçülebilir. Bu gâyeyle birçok test geliştirilmiştir. Târihte bilinen ilk zekâ testi Osmanlı Devletinde uygulanmıştır. O zaman saraya bağlı olan Enderun adlı mektebe, Müslüman ve gayri müslim çocukları bir çeşit zekâ testiyle seçilerek alınırlardı. Enderun, idâreci ve devlet adamı yetiştirirdi (Bkz. Enderun). Batıda kullanılan ilk zekâ testini bir Fransız psikologu olan Alfred Binet ve Dr. Theodor Simon yapmıştır. “Binet-Simon Testi” adı altında 1905 yılında yayınlanan bu test, Paris ilkokullarında başarısız kalan öğrenciler arasında zekâca geri olanlarla zekâca normal olup, olumsuz çevre faktörlerinden dolayı başarısız kalanları ayırt etmek gâyesiyle meydana getirilmiştir.
Zekâ testleri muhtelif yaşlardaki çocukların normal olarak (yâni % 50’sinin) yapabilecekleri işlerden, çözebilecekleri problemlerden ve cevaplandırabilecekleri sorulardan meydana getirilmiştir. Bu tipik sorular, problemler ve işler, etraflı incelemelerden sonra tespit edilmiştir.
Binet-Simon Testi son yıllarda revizyondan geçirilerek Stanford-Binet Testleri adı altında hâlen çocuklarda geniş ölçüde kullanılmaktadır. 8 yaşındaki bir çocuğa kendi yaşından iki yıl öncesine âit olandan başlanarak testler uygulanır. Çocuk bunları bildiği gibi, 8 yaşına âit problemleri de çözebilir, daha ileri yaşlara âit olanları yapamazsa normal zekâlı sayılırlar. Böyle bir çocuğun doğum yaşı gibi zekâ yaşı da sekizdir. Şâyet 8 yaşındaki bir çocuk kendi doğum yaşının problemlerini çözemeyip, ancak 7 yaş seviyesine kadar olan problemleri halledebiliyorsa zekâ yaşı 7 olarak kabul edilir. Dokuzuncu yaşa kadar olan problemleri çözüyorsa, 9 zekâ yaşında sayılır. Buna göre çocuğun zekâ yaşı, doğum yaşından üstün veya düşük oluşuna göre zekâsının üstün veya düşük olduğu anlaşılır.
Zekâ yaşının doğum yaşına bölünmesiyle zekâ derecesi tespit edilir. Kesirden kurtarılması için 100 ile çarpılarak elde edilen rakama “zekâ bölümü” (IQ) adı verilir. Yâni:
İnsanları zekâ derecelerine göre düşükten yükseğe doğru sıralarsak, normal dağılma eğrisi (çan eğrisi) elde edilir.
Zekâ bölümlerinin (IQ) mânâları şunlardır:
IQ 0- 25 arası “ağır gerilik” (idio)
IQ 26-50 arası “orta gerilik” (embesil)
IQ 51-75 arası “hafif gerilik” (debil)
IQ 76-90 arası “sınır zekâlılar”
IQ 91-110 arası “normal zekâ”
IQ 111-125 arası “ileri zekâ”
IQ 126-140 arası “üstün zekâ”
IQ 140-155 arası “çok üstün zekâ”
IQ 156-ve üzeri “dehâ”
Üstün zekâlılık: 1000 rastgele çocuk alınırsa, ancak 10 tânesinin bölümü 140 ve biraz üzerinde olur. 160 ve 160’ın üzerinde olanların oranı ise binde birden bile azdır. Bir bakıma yeryüzündeki tekniğin bulucuları ve taşıyıcıları bu zekâlardır. Üstün zekâlı çocuklar üzerinde yapılan geniş araştırmalar, bunların özellikleri hakkında bize şu bilgileri vermektedir: Her şeyden önce, bu çocuklar vücut sağlığı bakımından normalden üstün bulunmaktadırlar. Öyle ki, doğdukları zamanki boy ve ağırlık ölçüleri normalin üstündedir. Bebeklik devresinde daha az hastalık geçirmekte ve öteki bebeklerden daha fazla uyumaktadırlar. Bu çocuklar erken diş çıkarmakta, erken yürümekte ve erken konuşmaktadırlar. Okulda çabuk ilerleme göstermekte ve teorik konulara daha fazla ilgi duymaktadırlar. Genel olarak el mahâretini gerektiren konulara, beden eğitimi ve resim derslerine fazla ilgi göstermemektedirler. Vakit geçirmek için yaptıkları faaliyetlerde okuma büyük yer almaktadır. Oyun oynarken kendilerinden büyük arkadaşları tercih etmektedirler. Ergenlik çağına akranlarından daha erken girmektedirler.
Şurası da muhakkaktır ki, sâdece üstün zekâya sâhip olmak her şey demek değildir. Çok zeki oldukları halde hayatlarını cezâevlerinde geçiren kimseler de çoktur (Bkz. Psikopati). Zekânın üstünde akıl dediğimiz kuvvet vardır ve zekânın iyi yönde kullanılması önemlidir. Dînî ve ahlâkî terbiye, çevre şartları ve hayat tecrübeleri zeki doğmuş olmanın yanısıra büyük ehemmiyet taşır. Öte yandan, okulda ve okul sonrası yaşayışta elde edilen başarılar tabiî ki, alınan eğitimle de ilgilidir. Eğitim ancak mevcut olan bir kâbiliyeti geliştirir.
Üstün zekâlı çocuklar yalnız kendileri, âileleri veya memleketleri için değil, bir bakıma bütün dünyâ için önem taşımaktadırlar. Çünkü, özellikle ilim dallarında onları bekleyen çözülmemiş problemlerin cevapları; yapılacak keşifler, bulunacak ilâçlar bütün insanlığın malı olacaktır.
Zekâ geriliği: Çocukluk çağlarının en sık görülen rûhî şikâyet konusu, zekâ geriliğidir. Dünyâ Sağlık Teşkilâtı bunu, “zihin kâbiliyetlerinin eksik veya yetersiz gelişmesi” diye târif etmektedir.
Zekâ geriliğinin sebepleri:
1. İrsî (soyaçekim) zekâ gerilikleri: Hafif derecedeki zekâ geriliklerinin büyük bir kısmını bu grup meydana getirir. Anne ve babanın geri zekalı olması hâlinde çocuk da geri zekâlı olabilecektir. Alkolizm,toksikomani, aşırı yaşlılık buna etken olabilir.
2. Gebelik sırasında annenin ve bebeğin karşılaştığı tehlikeler, önemli birer sebep sayılabilir: Çocuğu düşürme denemeleri, özellikle hâmileliğin ilk üç ayında annenin kızamıkçık, çiçek, toksopalsmosis, kabakulak, kızamık, çocuk felci, su çiçeği, mikrobik sarılık, grip, boğmaca, tifüs, kızıl, sıtma geçirmesi gibi. Bu hastalıklardan birine yakalanan kadının, doğacak çocuğunun muhakkak geri zekâlı olması söz konusu değildir. Gebelikte röntgen çektirme, sigara ve alkol kullanma yine zekâ geriliğine sebep olabilir.
3. Doğum sırasında çocuğun beyninin zedelenmesi, beynin oksijensiz kalması yine önemli sebeplerdendir.
4. Dört-beş yaşına kadar beyin ve sinir sistemi hızlı bir olgunlaşma (tekâmül) hâlindedir. Bu olgunlaşmayı engelleyen sebepler (enfeksiyonlar, kafa travmaları ve zehirlenmeler), zekâ gelişiminin duraklamasına veya aksamasına yol açabilirler. Beynin, daha çok virüs adı verilen mikroplarla ortaya çıkan, ansefalit dediğimiz iltihâbî hastalığında hayâtî tehlikeleri olabilir. Hastalığı atlatanların bir çoğunda zekâ geriliği görülür. Küçük yaşlardaki boğmaca diğer bir sebeptir. Menenjit, ciddî kafa darbeleri, ağır orta kulak iltihapları, beyni etkileyen zehirlenmeler zekâ geriliğine yol açabilirler.
5. Beynin gelişmesini doğuştan veya erken çocukluk çağında engelleyen mühim sebeplerden biri de kafatasının yapı anormallikleridir. Mikrosefali (küçük beyin) bunun tipik örneğidir. Kafa içi sıvılarının basınç artması sonucu başın büyümesi ve gelişmekte olan beynin sıkışması şeklinde meydana gelen, hidrosefali denen hastalıkta zekâ geriliği oldukça sıktır. Bütün bunların dışında, kromozom anormallikleri yine irsî (soyaçekim) bir başka zekâ geriliği sebebidir. Mongolismus denen, Moğol ırkını andıran çocuklar, geri zekâlıların önemli bir kısmını meydana getirirler. Zekâları hafif veya orta derecede geridir. Normalde 46 olan kromozom sayısı 1 artarak 47 olmuştur. Daha çok ileri yaşlarda doğum yapan annelerin çocukları arasında da rastlanır.
Zekâ geriliğinin sıralanması: Zekâ gerilikleri, zekâ bölümlerine göre şu şekilde sıralanır:
IQ’su 0-25 olanlar ağır geridir (idio): Bütün zekâ faaliyetleri hemen hemen yok gibidir. Buna ilâveten birtakım bedenî gelişme kusurları da vardır. Kurumlarca korunması gerekir. Bâzı basit alışkanlıkları bile kazandırmak mümkün değildir. Bâzıları birkaç cümleyle konuşma öğrenebilir. Büyük kısmı konuşmaz. Çoğu tuvalet, beslenme alışkanlıkları kazanamaz. Büyük bir kısmında yürüme bile gelişemez. Çoğu erken yaşta ölür.
IQ’su 26-50 arası olanlar orta geridir (embesil): Normal bir çocuğun kâbiliyetinin yaklaşık en fazla yarısı kadar kâbiliyeti gelişeceğinden, konuşmaları ve sosyal intibakları daha sınırlı ve geç olacaktır. Çok az bir kısmı 10-12 yaşından sonra basit okuma yazma öğrenebilir. Kelime hazineleri kıttır. Günlük yaşantıları için gerekli olan basit uyum ve alışkanlıkları kazanabilirler. Fazla sorumluluk taşımayan basit el zanaatlerinde veya tarla-bahçe işlerinde 13-14 yaşından îtibâren çırak niteliğinde çalıştırılırlarsa, işe uyum sağlayabilirler. Esâsen en doğru yol da budur. Çevrelerince geri oldukları kolayca fark edildiklerinden, alay konusu edilmemeleri, bilakis korunmaları, desteklenmeleri gerekir.
IQ’su 51-75 arası olanlar hafif geridir (debil): Zorlukla da olsa ilkokul öğretimine başlayabilirler, bir kısmı okulu bitirebilir, bir kısmı ise okula hiç devam edemez. Bu seviyedeki gerilerin kendine mahsus, hafif ve yavaş ilerleyen eğitim programı çerçevesinde, özel alt sınıflarda eğitim görmeleri gereklidir. Büyük şehirlerimizin bâzı ilkokullarında böyle sınıflar vardır. Bu çocuklarda dikkat, muhâkeme, hâfıza, irâde zayıf gelişir. Fikir üretimi kıttır. Heyecanları değişken olup, telkine kolayca yatkın olduklarından gençlik ve yetişkinlik yaşlarında kolayca suça yönelebilirler, şaka kaldırmazlar. Geri oldukları kolayca fark edilemez, uyumsuzlukları terbiyesizlik sayılabilir. Yetişkin çağa vardıklarında 11-12 yaşındaki bir çocuğun zekâsına sâhip olabilirler.
IQ’su 76-90 arası olanlar sınır zekâlıdırlar: Normalle geri arasındaki kişilerdir.
Zekâ geriliğinin oranları: Bu bölümlenmeye göre, zekâ bölümü (IQ) 75’ten aşağı olan çocuklar geri zekâlı sayılır. Bunların çocuk kesimindeki oranı % 3 dolayındadır. Sınır zekâlılar ise % 10-15 arasındadır. Zekâ bölümü 90’ın üstünde olanlar normal zekâlılardır. Bütün geri zekâlıların yaklaşık % 75’i hafif, % 20’si orta, % 5’i ağır gerilerdir.
Zekâ geriliğinde tedâvi: Şâyet bir çocukta zekâ geriliği ortaya çıkmışsa, bunun giderilerek tedâvisi mümkün değildir. Burada esas tedâvi, mevcut zekâ kâbiliyeti ile en yüksek verimde, çocuğun aktivitesini ve topluma uyumunu sağlayabilmek, mümkün olan seviyede öğretimini sürdürebilmektir. Yâni eğitimini yapmaktır. Psikomotor eğitim (yürüme, denge, koşma hareketleri, ince el becerileri) önceleri önemlidir. Konuşma eğitimi özel bir yer tutar. Ayrıca günlük hayatta gerekli olan bilgiler ve alışkanlıkların (beslenme, tuvalet, tehlikelerden sakınma gibi) kazandırılması gerekir. Bu uygulamalarda müsbetdavranış ve fiilleri teşvik, tasdik etme ve mükâfatlandırma, daha sonra da tekrarlayarak pekiştirme başlıca prensiptir. Menfi davranışlar engellenmeli ve doğrusu öğretilmelidir. Âile ile de işbirliği yapılarak, evdeki yaşayışın da tedâvinin paralelinde tesirini sağlamak gereklidir.
Zekâ testleri: Zekâ testlerinden sık kullanılanlardan bâzıları şunlardır:
Cattell Zekâ Testi: Kültürden arınmış bir testtir. Bütün toplumlara uygulanabilir. Üç çeşidi vardır: Birincisi 4-8 yaş arasındaki çocuklar ve debiller (hafif zekâ gerisi olanlar) için; ikincisi 8-12 yaş arası çocuklar ve bütün yetişkinler için; üçüncüsü yüksek seviyedeki genç ve yetişkinler için hazırlanmıştır. Sorulan soruların belli bir zaman içinde cevaplanması istenir.
Alexander Pratik Zekâ Testi: Bu testle ilkokulu bitiren çocukların teknik kâbiliyetlerini ölçmek ve onları daha ileri sınıflara (özellikle sanat okullarına) yöneltmek maksadıyla hazırlanmıştır. Test aynı zamanda özel sınıflarda okutulması icab eden çocukların tespitinde çok işe yaramaktadır. Testte tahta kutulardan, boyalı küplerden çeşitli problemler çözülmesi istenir.
Porteus Labiret Testi: Zekâ fonksiyonunun özel bir şeklini ölçer. Meselâ, bâzı vaziyetlerde temkinli davranmak, ileriyi görmek, çeşitli engellerden kendini korumak gibi. Bu test bilhassa bir insanın bugünkü hayâtındaki davranışlarda gösterdiği kâbiliyeti tespit eder.
Binet-Terman Testi: Sözlü bir testtir. Okul, âile bilgisine ve kültürüne dayanır. Binet-Termantestinden bâzı örnekler:
Yaş 4:
1) Anlayış: “Ne yaparsın?”
-Uyku gelince
-Üşüyünce
-Acıktığın zaman
2) Dört rakamı ezberden tekrarlamak:
-4-3-7-9
-4-8-5-6
-9-1-5-7
Yaş 7:
1) Farklarını söylemek:
-Sinekle kelebek
-Taşla yumurta
-Tahtayla cam
Yaş 10:
1) Saçma cümleler: “Burada saçma olan nedir?”
a) Adamın biri diyor ki: “Öyle bir yol biliyorum ki, evimden şehre doğru yokuş aşağı, şehirden evime doğru da yokuş aşağı.”
b) Dün polisler vücûdu parçalara ayrılmış bir ceset buldular. Bu şahsın kendini öldürdüğü zannediliyor.
c) Bir mühendis diyor ki: “Trende ne kadar çok vagon varsa tren o kadar çabuk gider.”
d) Dün bir tren kazâsı oldu, fakat çok önemli değil, yalnız 48 kişinin öldüğü söyleniyor.
Yaş 12:
1) Benzeyişleri kavramak: “3 şey nasıl birbirine benzer?”
a) Yılan, inek, serçe
b) Kitap, öğretmen, gazete
c) Yün, pamuk, deri
d) Bıçak, kuruş, demir tel
e) Gül, patates, ağaç
Binet-Terman zekâ testinin değerlendirmesi ise şöyle olur:
140 ve üstü deha
120-140 yüksek zekâ
95-120 normal zekâ
80-95 orta zekâ
70-80 aşağı zekâ
50-70 debil
20-50 impesil
0-20 idio
* KAYNAK : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI
.
Akl-ı selim, insana doğruyu gösterir
03.12.2007
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, doğruyu eğriden ve faydalıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet yaratmıştır. Bu çok kıymetli kuvvete, akıl denmektedir. Şaşmayan, yanılmayan akla ise, akl-ı selim denir.
Akıl; selim akıl ve sakim akıl olmak üzere iki kısımdır. Bunların her ikisi de akıldır. Selim akıl, hiç yanılmaz, pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz ve düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Bunların aklına yakın, Eshab-ı kiramın, Tabi’in ve Tebe-i tabi’inin ve müctehid âlimlerin akıllarıdır.
Sakim akıllar ise, bunların tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılırlar. Hepsi üzüntüye, pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Akıl sahipleri, teorik yollar ve kaideler ortaya koyar. Zeki kimseler ise, bunların pratiğe tatbikini sağlarlar. Bunun için aklı ve zekayı birbirine karıştırmamalıdır. İslam âlimleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ insanda üç şey yarattı. Bunlar; akıl, kalb ve nefstir.”
Bunların hiçbiri görülmez. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dinimizin bildirmesi ile anlarız. Akıl ve nefs dimağımızda yani beynimizde, kalb, göğsümüzün sol tarafındaki yüreğimizdedir. Bunlar, madde değildir ve yer kaplamazlar.
İslamiyet’i bilen ve uymak isteyen akla, akl-ı selim denir. Aklı az olan, hep şaşıran kimseye ahmak, aklı hiç olmayana da mecnun denir.
Selim olan akıl, İslamiyet’in bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalb de, bunları yapmayı irade ederek, beyinden çıkan hareket sinirleri vasıtası ile, organlara yaptırır.
Nefs, dünya zevklerine, lezzetlerine düşkündür. Bunların iyi, kötü, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. İslamiyet’in yasak ettiği şeyleri yapmak, nefsi kuvvetlendirir. Nefs, kötü, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanarak, kötü huylu olmaması için, kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lazımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslam bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi, yani temizlenmesi de, İslamiyet’e uymakla olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Bu dünyada, her mahlukta, her şeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahır, gadab sıfatı tecelli etmektedir. Su, insanların, hayvanların, nebatatın yaşamaları, temizlik, yemek, ilaç yapmak için lazım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakta, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek, kışın ısınmak için lazım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. [Elektrik, çok yerde işimize yaradığı halde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir.] Her ilaç, bir derde deva olduğu halde, fazlası zararlı olmaktadır. Her şey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi, dünya ve ahiret için çalışmaları, sevap kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydaları için yaratmıştır. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hakim olup, zararlı arzularını önlemeleri için, akıl da yarattı. Akıl, insan beyni vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytandan ve nefsten kalbe gelen arzuları inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa akl-ı selim denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin faydalı, iyi, hangi şeylerin zararlı, fena olduklarını ve nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini tercih ederse, nefsin arzularını yapmayı irade etmez.
Kalb, İslamiyet’in iyi dediklerini tercih eder ve yaptırırsa, insan saadete kavuşur. İnsanın hareket organları, beynine, beyin de, kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb; his organlarından, akıldan, melekten, nefsten ve şeytandan gelen tesirlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile cihad-ı ekber olur. Nefs, insanların cihad sevabına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebep olmaktadır.”
Netice olarak, insanın doğruyu bulabilmesi için, akl-ı selim sahibi olması lazımdır. Buna kavuşabilmek için de, akl-ı selim sahipleri ile yani ölümü unutmayan, yüzünü ahirete çevirenlerle beraber olmalı, onların kitaplarını, hayatlarını okumalıdır. Din Büyüklerinin buyurduğu gibi:
“Kurtulmak için, kurtulmuş olanlarla beraber olmak lazımdır.”
Akıllı insan olmanın alâmetleri |
|
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati: Ey oğul! Akıllı ol! Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Ey oğul! Önünde çıkılması ve geçilmesi pek güç bir basamak vardır. Orada yükü hafif olanlar ağır olanlardan daha kolay geçer. Üzerinden zorla geçenler çabuk geçenlerden daha zararlıdır. Bu basamağa ulaşan her insan ya Cennete veya Cehenneme gider. Bu menzile ulaşmadan önce kendi nefsine dön ve hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek. Oraya ulaşmada yolunu düzelt. Ölümünden sonra Allahı razı etmek için sana hiç fırsat verilmez.
Ey oğul! Yerin ve göklerin içinde bulunan her şeyi elinde tutan Rabbimiz, sana kendisinden istemek ve dua etme nimeti verdi. Duana icabet edeceğine de söz verdi. Sana bir şey vermesi için kendisine dua etmeni emretti. Ondan rahmet dile ki sana rahmet etsin. O, seninle kendisinin arasına bir perde koymadı ve seni korumak için başkasına teslim etmedi.
O seni ayıplamaz!
Ey oğul! Bir kötülük işlediğin zaman O’na dön ve tevbe et. O, kendine döndüğün için seni ayıplamaz. İşlediğin günahın cezasını vermekte acele etmez. Yaptığın suçu başkalarına bildirmez. Tövbe etmeni de zorlamaz. Günahları niçin işlediğin hakkında seninle münakaşa etmez.
Ey oğul! Allahın rahmetinden ümidini kesme. Ancak O, günahtan dönmeyi sevapla mükâfatlandırır. Kötülüğün karşılığını bir, iyiliğin karşılığını da on misli kabul eder.
Sana dönme ve tevbe kapısını açık bıraktı. O’na hitap edersen hitabını duyar, içinden bir şey istersen, ne istediğini bilir. O, gizliyi açık olan şey gibi bilir. İstediğini arz etmeden, içini Ona dökmeden dertlerini ve sıkıntılarını bildirmeden O bilir. İşlerinde muvaffak olmak için Ona sığın.
Ey oğul! Yapacağın işler senin ve dinin için hayırlı olsun. Sana günah yükleyecek işleri yapmaktan sakın. Mal yanında kalmaz, sen de malın yanında kalmazsın. Dünya için değil, âhiret için yaratıldın. Ölüm için yaratıldın, burada yaşamak için değil.
Ne zaman terk edeceğini bilmediğin bir menzildesin. Âhiret için kâfi derecede azık hazırlayabileceğin bir yerdesin. Âhiret yolunu tutmuş, gitmek üzeresin.
Nereye kaçarsan kaç, seni takip eden ölümden kurtulamazsın. Onun seni bir kötülük üzerinde iken yakalamasından ve tövbe etmemekten kork.
Şayet böyle bir şekilde yakalanırsan kendi kendini helak etmiş olursun. O zaman seni hiçbir kimse kurtaramaz. Ölümü çok hatırla. Bugün ele geçirmek için çırpındığın ve âhirette kendisinden hesaba çekileceğin şeyleri şimdiden düşün. Hesap için hazırlıklı ol.
Ey oğul! İnsanların dünyada uzun süre yaşamaları ve istedikleri gibi gezip tozmaları seni aldatmasın. Dünya, havlayan köpek ve vahşî hayvanlar gibidir. Birbirlerine saldırırlar. Zengin fakiri yer, büyük küçüğü ezer, kahreder.
Bazıları konaklamış kervanın hayvanları gibi bağlı, bazıları da bağından boşanmış, başıboş, sonu meçhul bir yolun yolcusu olmuştur ki, bunlardan birinci grup fakirler ve hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıflar; ikincisi ise, kuvvetli olanlardır.
Bil ki, bunlar sarp bir vadide bela ve âfete uğramış sürüler gibidir. Kendilerini güdecek bir kimse olmadığı gibi, bu vadiden kurtuluş yolunu gösterecek de yoktur.
Bunlar, dünya denizinin içine girerek dalgalarla ölüm kalım savaşı verdiler. Dünyayı bir kurtarıcı sandılar. Oynadılar, oynaştılar, fakat ondan sonrasını düşünmediler.
Bu gafletten uyanıldığı zaman cehaletin haktan gizlediği şeyler şüphesiz meydana çıkacaktır. Bütün insanlar bineklere binmişler, pek kısa bir zaman sonra da bu neticeye ulaşacaklardır.
İlim maldan hayırlıdır!
Ey oğul! Her isteyen isteğine kavuşamayabilir. Her kötülük işleyen de mahrum olmayabilir. Bir kötülük seni en üstün mertebelere ulaştıracak olsa bile kendi nefsini ondan alıkoy. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. İnsan, malı kendisini korumak için toplar. Fakat malı toplarken kendini onun yolunda harcamaktan sakın. Aksi takdirde kaybettiğin şey topladığından çok daha hayırlı ve iyidir.
Allah ile aranda bir perdenin olmasını istemiyorsan açgözlülükten sakın. Tamahkârlık seni felâkete götürür. Sen kendine düşen payı idrak edebilir ve ona uyabilirsin. Allahtan gelen az da olsa kullardan gelen çok şeylerden daha iyidir.
Ey oğul! Ahmak adamın seninle irtibatı kesmesi, akıllıya kavuşmaya denktir.
Ey oğul! Susarak kaçırdığın bir şeyi telâfi etmek konuşarak gücendirdiğin bir kalbi tamir etmekten daha kolaydır. Tulumdaki suyu muhafaza etmek, ağzını sıkı bağlamakla olur...
|
İslamiyette aklın ve naklin yeri |
|
Yaklaşık iki asırdır bu konu tartışılır. Batılı felsefeciler ve Hıristiyan din adamları her fırsatta,”akıl” meselesini gündeme taşırlar. Geçenlerde Papa 16.Benediktus’un, Peygamber efendimizi ve dinimiz İslamiyeti hedef alan sözlerinde de yine bu konu dile getirildi. Bu konuşmasında Papa özetle, İslamiyetin bir şiddet dini olduğunu, Peygamber efendimizin dini şiddet ile yaydığını ve İslamiyette aklın yeri olmadığını iddia etti. Şimdi, kısaca aklın dinimizdeki yerini bildirelim.
İslamiyette aklın yeri yoktur, demek açık bir iftiradır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde pek çok yerde, “Akletmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi ifadeler geçmektedir. Peygamber efendimizin de aklın önemini anlatan sayısız hadisi vardır. “Aklı olmayanın dini yoktur.” , “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.”, “Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” , “Akıl imandandır.” , hadis-i şerifleri bunlardan birkaçıdır.
Görüldüğü gibi dinimizde aklın çok önemli bir yeri var. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, kitaplara âlimlere lüzum kalmazdı..
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile yani vahiy ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir. Ahıret bilgileri, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Fen bilgilerinde ise, akıl ve tecrübe esas alınmıştır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, tevil edilerek akla uygun olarak açıklanır.
Şimdi gelelim, Papa’nın niçin böyle bir konuşma yaptığı konusuna: Birincisi, Müslümanları şiddet yanlısı göstermek. İslam karşıtlığında birliği sağlamak, haçlı zihniyetini canlandırmak.
İkincisi, “akıl” konusunu ortaya atarak demek istiyor ki, “Biz nakli yani vahyi atıp, her şeyde aklı, felsefeyi esas aldık, dinde reform yaparak bu güce ulaştık. Siz de böyle yaparsanız, vahyi terk edip, sadece aklı esas alırsanız sizler de gelişirsiniz.”
Aslında bu söylediğine kendisi de inanmıyor. O da biliyor ki, Batı’nın gelişmişliği ile Hıristiyanlığın hiçbir ilgisi yok. İslam aleminin geri kalmasının da İslamiyetle bir ilgisi yok. Gelişmişlik, gelişmemişlik insanların çalışması ve yaşayışıyla ilgili bir mesele! Papa da bilir ki, asıl aklın yeri olmadığı din bugünkü Hıristiyanlıktır. Teslis, yani üçlü ilah inancı, her doğan masum yavrunun günahkar kabul edilmesi, para karşılığı günahların affedilmesi gibi daha nice akla, mantığa ters inaç var Hıristiyanlıkta.
İnanmadığı halde niçin söylüyor? Müslümanların dinlerini sorgulamasını istiyor. İKT, Ezher, Diyanet ve daha birçok dini kuruluş, şimdi bu konuda Papa’ya cevap hazırlığında. Cevapları da, nakle önem vermeyen Batı yanlısı ilahiyatçılar hazırlayacağından nakilden yana değil akıldan yana bir tavır sergilenecek. Bu cevaplar, tartışılacak, kafalar karıştırılacak, böylece Papa’nın istediği gibi, İslam aleminde vahy inancı sarsılacak, akılcılık ön plana çıkacak. Nihayet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, tarihselcilik öne çıkartılacak, din akla göre yeniden yorumlanacak, sorgulacak; ortaya İslamiyetle ilgisi olmayan fakat adı İslam olan bir din ortaya çıkacak. Batı’nın, Papa’nın da en büyük arzusu da bu zaten. (Yarın da, İslamın şiddet dini olduğu iftirasına değinelim inşaallah)
|
Müslüman olmada zorlama yoktur |
|
Dün, aklın ve naklin dinimizdeki yerinden kısaca bahsetmiştik. Papa’nın ezeli İslam düşmanlığını yansıtan konuşması bir bakıma faydalı da oldu, denebilir. Çünkü Müslümanların uyanmalarını, gerçeği görmelerini sağladı. Bundan önceki Papa 2. John Paul’un Müslümanlara sinsice yaklaşımları, İslam alemine yönelik sözde hoşgörü ve barış mesajları Vatikan’a, Papalığa karşı bir sempati uyandırmıştı. Hıristiyanlığın da hak din olduğu, mensuplarının Cennete gideceği iddiaları yayılmaya başlanmıştı. Çok şükür Diyanet’in, “Hak din sadece İslamiyettir, diğer dinler batıldır, geçerliliği kalmamıştır” açıklaması ve hutbelerde bu konuya geniş yer verilmesi Vatikan’ın bu sinsi oyunu bozdu.
Aslında bundan önceki Papa’nın İslam düşmanlığı şimdikinden daha fazlaydı. Müslümanların Hıristiyanlara karşı 14 asırlık bakışını, inancını değiştirmek, böylece İslamiyeti içerden yıkmak için dostmuş gibi göründü. Yeni Papa’nın son çıkışı ile, “Küfür tek millettir” hadis-i şerifinin hükmü bir defa daha tecelli etti. Müslüman alemi, Hıristiyanlaların Müslümanlara bakışında değişiklik olmadığını, düşmanlıkta azalma değil artma olduğunu, bunlardan dost olamayacağını açıkca anladı. İmanın alameti olan “Hubbi fillah ve Bugd-ı fillah” inancını tazeledi.
Dün, bugün için, İslamiyette zorlamanın, şiddetin olmadığından bahsedeceğiz, demiştik. İslamiyette şiddet, zorla Müslüman yapma olsaydı, bugün Ortadoğdu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da hiçbir gayrimüslimin olmaması lazım gelirdi. Müslümanlar, geçmişte bu bölgelerde bunu yapacak güçteydiler, hiçbir devlet gücü buna mani olamazdı. Buna rağmen, bunlara din değiştirmeleri için zorlama yapılmadı, sadece İslamiyet tebliğ edildi, Müslüman olan oldu, olmayan korkusuzca dinini yaşamaya devam etti.
Buna karşılık Hırisityanlar ne yaptı? Avrapa’ya insanlığı, Medeniyeti getiren ve İspanyada 800 yıl hüküm süren Endülüs devletini yıkıp, Müslüman olan halkı Hıristiyan olmaya zorladılar, kabul etmeyenleri bir kişi kalmayana kadar katlettiler. Müslümanlıktan iz bırakmadılar. Sadece Müslümanları değil, Yahudileri hatta farklı mezhepten olan dindaşlarını bile hunharca katlettiler.
Sadece Endülüs mü ne gezer? Haçlı seferlerinde, İstanbul’da yüz binlerce Ortodoks Hıristiyanı, Kudüs’te yüz binlerce Müslümanı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçiren onlardı. Roma meydanında insanları diri diri yakan da onlardı. Bunların hepsinin arkasında da Vatikan vardı.
Müslümanlar arasındaki Hıristiyanlar ise, Peygamber efendimiz zamanından beri her devirde, devlete baş kaldırmadıkça, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içinde yaşamışlar, Müslümanlar her zaman onların hakkını hukuku korumuş, hatta gayrimüslimin hakkı Müslüman hakkından daha önemli tutulmuştur. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Mesela, Belgrad’ın fethinde Şeyhülislam, yerli halka zarar verilmemesi için padişahın karşısına dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allaha veremeyeceğini, halkın kendisine Allahın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahtan askerin halka zarar vermesine mani olmasını istemiştir.
Bursa müzesi arşivinde ise ikiyüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında şöyle ibretli bir hadise anlatılıyor: Altıparmak’ta bir Yahudinin arsasına câmi yapılıyor. İş mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahûdiye ait olduğu anlaşılınca mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karâr veriyor.
Adâlete bakınız! Bütün bunlar, gerçek ahlâkın, yüksek ahlâkın eseridir. Bu yüksek ahlâkın kaynağı da Resûlullah efendimizdir.
|
Akıl, kalb, nefs ve beyin |
|
Sual: Akıl, kalb, beyin ve nefsin görevleri nelerdir? Yerleri neresidir ve bizi idare eden beyin mi kalb midir?
CEVAP: Allahü teâlâ insanda görülmeyen üç şey yarattı: Akıl, kalb ve nefs. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dinimizin bildirmesi ile anlıyoruz. Akıl ve nefs beynimizde; kalb, yüreğimizdedir. Buralarda bulunmaları, elektriğin ampulde bulunması gibidir. Enbiya ve evliya hariç, herkesin nefsi, çok kötüdür, kâfirdir. Bu kötü nefse, (nefs-i emmare) denir. Kötülüklere sürükleyen nefs demektir, insanın en büyük düşmanıdır. Daha sonra kötü arkadaş ve şeytan gelir.
Şeytan, verdiği vesveseye uyulmadığını görünce, bundan vazgeçer, başka bir vesvese verir. Şeytan köpeğe benzer, kovalanınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs-i emmare ise kaplana benzer, saldırması ancak öldürmekle biter, ölünceye kadar yakamızı bırakmaz. Bir âyet meali:
(Nefs-i emmare, elbette günahları, kötülükleri emreder.) [Yusuf 53]
Edeb-üd-dünya isimli kitaptaki ha-dis-i şeriflerden birkaçının meali şöyledir:
(İnsanın en kuvvetli düşmanı nefsidir, sonra çoluk çocuğu gelir.)
[Deylemi]
(Asıl kahraman, nefsini yenendir.) [El-Askeri]
(Aklın alameti, nefse galip gelmek ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir.) [Tirmizi]
Akıl, beyin vasıtası ile, his uzuvlarından, şeytan ve nefsten kalbe gelen arzuları inceleyip, iyilerini, kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa Akl-ı selim denir. Akıl, nefsin isteklerini Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini tercih ederse, nefsin arzularını yapmayı irade etmez. Yani beyin vasıtası ile, hareket uzuvlarına bunu yaptırmaz.
Kalb, dinimizin iyi dediklerini, seçip yaptırırsa, insan saadete kavuşur.
İnsanın hareket organları, beynine, beyni de kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, beyin vasıtası ile his organlarından ve ruh vasıtası
ile taraf-ı ilahiden ve akıldan, melekten, hafızadan, nefsten ve şeytandan gelen tesirlerin toplandığı bir merkezdir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kalb, organların hükümdarıdır. Hükümdar iyi olunca emrindekiler de iyi olur. Bozuk olunca emrindekiler de bozulur.) [Beyheki, İbni Adiy]
Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile (Ciha-d-ı ekber) olur. Allahü teâlâ cihad edenlere, Cennette yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Bir âyet meali:
(Allah’tan korkup, nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer, muhakkak Cennettir.) [Naziat 40, 41]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(En üstün cihad, Allah yolunda nefsle yapılan cihattır.) [Ebu Davud, Taberani]
Nefs, insanların cihad sevabına kavuşmalarına meleklerden üstün olmalarına sebep olmaktadır.
|
Akıl edesiniz diye!.. |
|
Sual: Bekara, 63, 242, Nisa 82, Kehf 54, Zuhruf 3. âyetleri düşünen kimselerin Kur’anı anlayacaklarını açıkça bildirmiyor mu?
CEVAP: Bildirilen âyetlere bakalım:
(Akıl edesiniz diye, onu Arapça bir Kur’an yaptık.) [Zuhruf 3]
Burada vurgulanması, düşünülmesi gereken şey, Kur’an niye Arapça indi? Arapça’nın diğer dillere göre bir özelliği vardır. Maksadı en iyi şekilde anlatabilen bir dildir. Bu âyetin tefsiri şöyledir:
Kur’an-ı kerimi herhangi bir dil ile değil, en geniş, en açık, en ahenkli olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, Müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhi bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.
Demek ki âyetteki akıl etmek, bunun ilâhi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkâmını anlamak değildir. Ahkamını herkesin anlaması mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44)
(Hani [Tevrat ile amel edeceğinize dair] sizden sağlam söz almıştık; Tur dağını da, üstünüze kaldırıp, “Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın, içindekilerden gafil olmayın, onları hatırlayın” demiştik.) [Bekara 63]
(Akıl edesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır.) [Bekara 242]
Bundan önceki âyetlere bakıyoruz. Evlenme, boşanma ile ilgili bilgiler veriliyor. Kimlerle evlenilir, kimlerle evlenilmez gibi birçok husus Kur’an-ı kerimin çeşitli yerlerinde bildiriliyor. Allahü teâlâ, (Ne yapmanız gerektiği bildiriliyor. Bu emirlere uyun) buyuruyor.
(Hâlâ Kur’anı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilseydi, mutlaka onda birçok çelişki bulunurdu.) [Nisâ 82]
“Anlayamadınız mı?”
Bu âyette Kur’an-ı kerimi Resulullahın yazmadığı, Allah tarafından indirildiği vurgulanmak isteniyor. Allah tarafından indiğini hâlâ anlayamadınız mı deniyor. Yoksa âyetlerden herkes hüküm çıkarabilir denmiyor.
(Biz bu Kur’anda insanlar için misallerin her çeşidini açıkladık. Ama insan cedele [münakaşaya] çok düşkündür.) [Kehf 54]
Bundan önceki âyetlerde, müşriklerin Cehenneme gideceği, son pişmanlığın fayda vermeyeceği gibi örnekler veriliyor. Allahü teâlâ, (Biz size ahirette nelerle karşılaşacağınızı açıkça bildiriyoruz, ama insanoğlu düşmanlıkta çok ileri gidiyor) buyuruyor. Bu dünyadan sonra Cennetin Cehennemin olduğu açıkça bildiriliyor. Yoksa Kur’anda her şey açıktır, çoban da her şeyi anlar, istediği gibi hüküm çıkarır denmek istenmiyor.
|
Akıl ve din |
|
Sual: Bir arkadaş, “Ben ateist değilim ama, dine inanmak için peygambere ve kutsal kitaba ihtiyaç var mı? İnsan akıl yoluyla Allahın varlığını anlar ve onun emirlerini yerine getirebilir. Çünkü aklın yolu birdir, diye düşünüyorum” diyor. Bu mümkün mü?
CEVAP: Hiç mümkün olur mu? O zaman hâşâ, Allahü teâlâ, peygamberleri ve kitapları lüzumsuz yere mi göndermiş oldu? Allah’ın emirlerinin ne olduğu nereden bilinecek? Mesela en önemlisi iman nedir? İmanın esasları nelerdir? Bu bilinmedikçe nasıl iman edilir ki? Namaz, zekat gibi emirler zaten bilinemez. Ama imanı bile bilmek imkansızdır. İmanın altı esası bildirilmeden nasıl bilinir ki?
Hatta, insan kendisini de bilemezdi. Kimdir, ihtiyacı nedir, saadeti felaketi nededir? Ne yapacak, ne yiyip içecek, niye yaratıldı, başına neler gelecek, bunların hiçbirisini bilemezdi. Peki, bunları bilemeyen insanın hayvandan ne farkı kalırdı?
Aklın yolu bir olsa idi, dünyadaki insanlar hep aynı inanışa sahip olurlardı. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
|
İnsanların yaratılış gayesi |
|
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.
Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun.
Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir.
Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma.
Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun mâlâyani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır.
Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar.
Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım” diye kıl.
Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç.
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı.
Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir.
Hastalıklar, mü’minlere, îmânı olanlara Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşîdir (güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azâba mâruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.
|
Akla olan ihtiyaç |
|
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu?
CEVAP: Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur’ana] ve Resulüne [Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allah’ın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)}
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] {Bilmeyenin âlimlere sorması Allah’ın emridir.}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim Allah’ı en iyi tanıyor ki, ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım) buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.}
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullahın ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birisine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
Akıllı kimdir?
(Akıllı olan, Allaha ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
|
|
Selim akıl |
|
Sual: Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz deniyor. İctihadda yanılmak bundan farklı mıdır?
CEVAP: İctihadda yanılmak, farklıdır. Eshab-ı kiram, Resulullah efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları, hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi.
Hayrın şerrin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğu gibi, Peygamberlerini yanıltan da Allahü teâlâdır. Resulullah efendimiz bir namaz kılarken yanılıyor. Sonra, (Yanıltıldım, unutturuldum) gibi ifadelerle cevap veriyorlar. Bir dini hükmün ortaya çıkması için, Allahü teâlânın yanılttığı veya unutturduğu meydana çıkıyor.
Esirlerin öldürülmesi olayında da, Resulullahın amcası Abbas ve daha bazı esirler daha sonra Müslüman oldular. Sadece Hazret-i Abbas’ın soyundan binlerce âlim, büyük zatlar geldi. Eğer öldürülmüş olsaydı, bu nesil gelmeyecek ve kendisi de Cehennemlik olacaktı. Buradaki yanılmanın ne kadar rahmet olduğu meydana çıkıyor.
|
Aklın tefsiri |
|
Sual: Bazı kimseler, (S.Ebediyye’de, insan, cin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabileceği yazıyor. Peygamber de insan olduğuna göre, nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir?
CEVAP: O yazı, Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S.Ebediyye’den okunursa mesele anlaşılır. Yazıda akıl, selim akıl ve sakim akıl diye ikiye ayrılıyor. Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için, yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de, yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği, aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl, sakim akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde, asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte, muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
|
Akılla izah etmek |
|
Sual: Allahü teâlânın varlığını ve dinimizin hükümlerini daha iyi anlamak ve kalbimizin tatmin olması için, bunları akılla izah eden kitapları okumak gerekmez mi?
CEVAP: İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kalbi itminana kavuşturan tek yol vardır. Bu da, Allahü teâlâyı zikretmektir. Akılla, kalb itminana kavuşamaz, yani tatmin olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Biliniz ki, kalbler ancak zikirle itminana kavuşur.) [Rad 28]
Allahü teâlânın ismini söyleyip onu hatırlarken, onunla bir bağlılık kurulamaz; ama hatırlayanla, hatırlanan arasında, az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin, kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itminan hâsıl olur. Kalbde itminan hâsıl olması, insanı sonsuz saadetlere kavuşturur. (1/92)
Burada delil aramanın yeri yoktur; çünkü Allahü teâlânın varlığı meydandadır. Meydanda olmasında hiç şüphe yoktur. Her şeyden daha açıktır. Ancak, kalbi hasta, gözünde perde olan anormal kimse göremez. Her şey, açıktaki beş duyumuzla anlaşılır. Hepsinin varlığı, Allahü teâlâdandır. (1/247)
Aklın Peygambere kolay inanması, kalbde tam iman hâsıl olması için, en yakın yol Allahü teâlâyı zikretmektir. Böylece tam imana kavuşur. Düşünerek, akılla ölçerek bu yüksek makama kavuşmak çok güçtür. Dinî hükümleri kendi aklıyla anlamak isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. (1/214)
|
Akıl hakkında birkaç kelime... |
|
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Zîrâ akıl, göz gibidir; İslâmiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık.
Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek de yanlıştır. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirir. Peygamber, ilaçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabip gibidir. “Peygambere lüzûm yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
Akıllı kimselerin fazileti
Akıllı kimseler hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî)
“Aklı olan kimse îmân eder.” (Beyhakî)
“Aklı olmayanın dîni de yoktur.” (Ebu’ş-şeyh)
“Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.” [İmâm Gazâlî]
“Kişi, ilmi ve aklı sâyesinde kurtulur.” [Deylemî]
“İnsanların yaptıkları hayırların mükâfâtı, akılları nisbetinde verilir.” [Ebuşşeyh]
“Akıllı, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.” [Tirmizî]
“Akıllı, Allahtan en çok korkan, O’nun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.” [İbn-i Muhber]
“Ahmak” ta’bîri hakkında:
Aklı az, görüşü kısa olan kişiye “ahmak” denilir. Sırrî Sekatî’nin de (kuddise sirruh) bir ahmak tarîfi vardır: “Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır.”
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de: “Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte: “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler” buyurulmuştur. (Berîka)
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: “Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.” “Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister.”
Hazret-i Îsâ aleyhisselâm da: “Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurmuştur.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in şu tavsiyesi de çok câlib-i dikkattir: “Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur.”
Büyük İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri: “Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” (İbn-i Hibbân)
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) efendimiz, dirilmeye inanmayan bir ateiste:
“Biz inanıyoruz. Diyelim ki senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibâdet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru ise -ki kesinlikle öyledir- sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın” buyurmuştur.
? İhtiyâtlı ve tedbîrli olmak
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak, İslâmiyet’e göre ise, Cehennem’de sonsuz azâp görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini yanî îmânı seçer.
Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, âhiret hayâtı, bir ihtimâl değil, apaçık bir gerçektir. 6 “Ülü’l-azm” peygamber, 313 “Resûl” ve 124.000’den fazla “Nebî” âhiret hayâtının varlığını bildiriyorlar. 100’ü küçük, 4’ü büyük olmak üzere 104 semâvî kitapta da şeksiz-şüphesiz bir tarzda Cennet ve Cehennem’in mevcûdiyeti bildirilmiştir.
O hâlde azıcık aklı ve ilmi olanın, Allah’a, Kitâba, Peygambere ve âhirete inanması gerekir. İnanmamak, ahmaklık olur.
Başına gelecek işlerden dolayı bir tedbîr almayan, istikbâlini düşünmeyen kimseye akıllı denir mi? Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, ihtiyâtlı, tedbîrli olmak mı akıl kârıdır, yoksa sonsuz tehlikeyi göze almak mı?
|
|
Akıl ile vahyin kısa bir mukâyesesi |
|
Son zamanlarda, bazı kimseler, akıl ile vahyi kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî ve gelişigüzel sözler söylemektedirler. Bu münâsebetle biz, bu makâlemizde, birer nebze “akıl” ile “vahiy”den bahsedeceğiz.
Aklın mâhiyeti
Cenâb-ı Hak, diğer vücûd uzuv(organ)larımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle ma’neviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhirette râhat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sâdece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhiret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Vahyin tarifi ve vahiy şekilleri
Allahü teâlâ, bütün dünyâya, en son Peygamber olarak ve kıyâmete kadar da değiştirmemek üzere, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her Peygamber gibi son “Nebî” ve “Resûl” olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Şimdi gelelim “Vahy”e: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “Vahiy”, ilmî bir ıstılâh (terim) olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde Peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün Peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâîl aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan çok güzel yüzlü olan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi; bu durumda Resûlullah Efendimiz, meleği görmezdi. Cebrâîl aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Başka vahiy şekilleri de vardır. Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber Efendimize vahyetmiştir. Meselâ böyle bir hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur; Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah Efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazîfelendirdiği kâtiplerine yazdırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi, aynı anda birçok kimsenin yazdığı da olurdu.
İlk gelen vahiy
Peygamber Efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke-i mükerreme’deki Hırâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâîl aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir; insan(lar)a bilmediklerini öğretir” meâlindeki “Alak sûresi”nin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah Efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen, benim, insan ve cinnîlere Peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.”
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm, takrîben 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada indirilmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim “A’lâ sûresi”nin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâîl’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz, kendisine gelen âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine de yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur; bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrâr ederdi. Resûlullah Efendimizin âhirete teşrîf edeceği sene iki kere gelip tamâmını okudular.
|
|
Aklın mâhiyeti |
|
Son zamanlarda, bazı basın organlarında, medyada akıl ile vahiy mukayese edilmiştir. Bu münâsebetle biz, bu makalemizde, çok kısa olarak “akıl” ve “vahiy”den bahsedeceğiz.
Cenâb-ı Hak, diğer vücud uzuvlarımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. İyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl, yalnız başına ma’neviyyâtı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların akıldan faydalanmaları için, Peygamberleri, din ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzur içinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Girdâba düşebilirler
Sadece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Dinimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Allahü teâlâ, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, en son Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her peygamber gibi son nebî ve resûl olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Vahyin tarifi ve şekilleri
Şimdi gelelim vahye: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “vahiy”, ilmî bir terim olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyaya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâil aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi. Bu durumda Resûlullah efendimiz, meleği görmezdi. Vahiy ba’zan sâdık rü’yâ ile, ba’zan da dehşet saçan bir uğultu ile gelirdi. Vahyin Sevgili Peygamberimize en ağır ve çetin geleni bu sonuncu şekil idi. Böyle hâllerde Resûlullahın, en soğuk günde bile mübârek alnından terler dökülür, deve üzerinde ise, vahyin ağırlığından deve yere çökerdi. Yanında bulunan sahâbîler de vahyin ağırlığını hissederlerdi.
Cebrâil aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber efendimize vahyetmiştir. Bu hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur. Meselâ Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazifeli olan kâtiplerine yazdırırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi aynı anda birçok kimse yazardı. Makalemizin sonuna doğru bazı vahiy kâtiplerini zikredeceğiz.
Peygamber efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke’deki Hirâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı! Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen benim insan ve cinnîlere peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.
Sevgili Peygamberimize peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada inmişlerdir.
Onları ezberlerdi
Resûlullah efendimiz kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim A’lâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah efendimiz kendisine gelen âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi.
Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur. Başlıcaları şunlardır: Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Âmir b. Füheyre, Amr b. Âs, Muğîre b. Şu’be, Abdullah b. Revâha, Hâlid b. Velid, Huzeyfe b. Yemân, Muâviye b. Ebî Süfyân, Zeyd b. Sâbit, Übey b. Ka’b, Abdullah b. Sa’d. Görüldüğü üzere bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okudular. İnşâallah diğer bir makalemizde Kur’ân-ı kerimden genişçe bahsederiz.
|
Aklı maksada uygun kullanmak |
|
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz.
İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı.
Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı.
İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa:
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz.
Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır.
Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık.
Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.
Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
|
|
Aklımızın kapasitesi |
|
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır.
Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.
Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı.
Aklın dindeki yeri |
|
“Aklım almazsa Allaha da inanmam” diyenleri işitiyoruz. Akla bu kadar önem vermek çok yanlıştır.
Önce aklın ne olduğunu açıklayalım. Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmıyan akıl, bazan doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez. İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilmleri de farklıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Selim olmıyan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile’ye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allahın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Hâlbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır.
Ehl-i sünnette edille-i şeriyye dörttür: Bunlar; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukahadır. Şiada dördüncüsü akıldır. Ehl-i sünnette akıl, edille-i şeriyyeden değildir.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allaha ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, anlıyamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır. Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla isbata kalkardı. Allahın varlığını, birliğini 99 delil ile isbat eder ve hep bu konu üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedani hazretlerine birşey sordu. O da, (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince, hıristiyan oldu. Hıristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allahın 3 olduğunu isbata kalkıştı.
Dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz.Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba iman ederler) buyuruyor. Resulü de, (Dini aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu.
|
Din akla değil nakle dayanır! |
|
İslâm alimleri zamanlarındaki bütün fen bilgilerini okuyup öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde nakle uyarak doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. Dini bilgilere felsefeyi sokmamışlardır. Bunun için İslam âlimlerine felsefeci denilemez.
Çünkü, felsefeciler, kendi başına hakikatı bulması mümkün olmayan, kendi kısa aklının esîri, mahkûmu zavallı kimselerdir... Hiç böyle bir kişiyi İslâm âlimiyle kıyaslamak mümkün mü?
Felsefeciler aklın dar kalıbında sıkışıp kalmış kimselerdir. Zaten, bunun için gerçeğe ulaşamamışlardır. Çünkü aklın ve rûhun mahiyetini bilmezler. Bunlar bilinmezse neticeye varılamaz. Netice zarar ve hüsran olur. İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler dine felsefeyi soktukları için kendilerine ve arkalarından gidenlere büyük zarar vermişlerdir.
Mesela, Farabi nübüvveti rüya olarak gördüğü için Filozofu peygamberlerden üstün tutmaktadır. İbni Sina ise peygamberlerde üç özellik bulunduğunu bunlara sahip olan herkesin peygamber olabileceğini söylemektedir. 1- Peygamber ilahi veya başkasından öğrenim görmeden ilme nail olur. 2- Bilgisini nefsinde hayal eder, nurani şekiller görür, tıpkı rüya gibi, kendinde sesler duyar. 3- Kendisinde faal bir kuvvet vardır. Onunla garip şeyler. (Mucizeler) gösterir. Bunlar sihirbazların gösterilerinden farklı değildir. (Kitabün nübüvvet, 4, 22, 168, 210)
İbni Sina ve bununla beraber olan diğer felsefeciler, Hz. Peygamberin bildirdikleri kendi düşüncelerine ters olunca, Hazret-i Peygamberin hayal ile söylediğini iddia ederek, gördükleri bu halleri halka vahiy olarak bildirdiklerini, peygamberi haşa insanları aldatan bir münafık olarak takdim ederek ağır küfür ve cehaletin içine düşmüşlerdir (Mearücül vusul 181)
Şu tespitler de felsefecilerin dinden ne kadar uzak olduğunu göstermesi bakımından ibretlidir:
“Müslümanlar arasında musiki yoktu. Hicri 2. asrın sonlarına kadar, tasavvufçular arasında def, ney, dümbelek, raks gibi şeyler bulunmuyordu. Dört mezheb imamına göre eğlence, müzik aletleri külliyen haramdır. Böyle olduğu halde, bu bidata, bu harama teşvikte bulunanlar olmuştur ki, bunlar: İbnür Ravendi, Farabi, İbni Sina gibi zındıklardır” (Mecmuül fetava, XI.570)
“İbni Sina, Putperest Aristo’nun vezirlik yaptığı Makedonyalı İskender’i Kur’an-ı kerimde geçen Zülkarneyn olarak takdim etmiştir.” (Mecmuül fetava, XI.171,172)
“İbni Sina, harika bir zekaya sahipti. Kısa aklı peşinde gidip Hz. Peygambere muhalefet etmiş bir filazoftur.” (Tarihül islam, XXIX 232)
İbni Teymiyye’nin talebesi olup onun gibi bozuk fikirlere sahip El Cevziyye de bu felsefecilere şiddetli tepki göstermiştir. Hulagu’nun veziri Nasureddin Tusi’den bahsederken şöyle söylüyor: “Tusi, mülhidler (Dinsizler) için medreseler yaptırdı ve mülhidlerin imamı İbni Sina’nın İşarat kitabını Kur’an’ın yerine koymak istedi, ama buna muktedir olamadı.” (İğasetül lehfan, 370)
Aklımız yalnız başına ahıret bilgilerini anlayamadığı için Allahü teâlâ peygamberleri gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bu yolu bulamaz, o zaman da bir işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun için İslam âlimleri, Resûlullahın ve Eshâb-ı kiramın bildirdiklerine uymuşlar, felcefecilerin bunlara uymayan fikirlerini delilleriyle reddetmişler, böylece İslâm dînini, Hıristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır.
|
|
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri |
|
Son yıllarda çok kimse, “İslamiyet akıl ve mantık dinidir” deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar.
Bunun için Kur’an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur.
İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir.
Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir.
Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır.
Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
|
Yaratılan yaratanı anlayamaz! |
|
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır.
Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilir.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu.
Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlayamadılar.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu...
|
Câhil kimselerin alâmetleri |
|
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
|
Akıllı kimselerin alâmetleri |
|
Dün cahil, ahmak kimselerin özelliklerinden bahsetmiştik. Bugün de akıllı kimselerin alâmetlerinden bahsedelim...
Hikmet ehli zatlar akıllı kimselerin özelliklerini şöyle bildirmişlerdir:
Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir.
Akıllı, ileriyi gören, düşünen, zararını kârını bilen sonunda pişman olacağı işi yapmayan kimsedir.
Akıllı kimse, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır.
Akıllı, şehvetten kendini koruyan, âhireti dünya ile değişmeyendir.
Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhiretinin ıslâhı için çalışır.
Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıp işlerden uzak durur. Günâhlarını tövbe ile örter.
Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir.
Akıllı kimse, dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
Akıllı kimse, kendisine bir şey söylendiği zaman, söyleyenin sözü bitmeden, cevap vermez. Cevapta acele etmez. Soruyu dikkatle dinler, soru bittikten sonra düşünüp öyle cevap verir. Önce düşünür, sonra söyler. İhtiyaç olmadan konuşmaz.
Akıllı kimse, adımını atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar.
Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.
Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbîrli olur.
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü, bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur.
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikrâm görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermâyesi yoktur.
Bir kimse, öldükten sonra, malının zamanın en akıllı olanına verilmesini vasiyet etse, dünyaya düşkün olmayana vermek lazımdır. Çünkü onun dünyaya kıymet vermemesi, aklının çok olduğunu gösterir.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseleri şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir”
“Akıllı ve tedbirli kimseler, yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulundukları ânı en iyi değerlendiren, bu yolda gayret sarf edenlerdir.”
“Akıllı kimse için dört saat vardır: Biri Rabbine yalvardığı saattir. İkincisi kendi nefsini hesâba çektiği saattir. Üçüncü saat, Allahü teâlânın kudretini kâinâtta görüp hissettiği, tefekkür ettiği saattir. Dördüncü saat ise, yiyip içtiği saattir.”
“İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur.”
Akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. Ya öğretir, ya öğrenir!
|
|
|
Akıl nimeti... |
|
Akıl, büyük nimettir ancak, tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Aklımızın ermediği şeyler pek çoktur...
Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur...
Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez.
Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle... Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi...
ONLAR BİLDİRMESEYDİ!..
Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O’nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..
Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü’yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir.
Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı...
Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu.
Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; “Nuh kavmi peygamberleri yalanladı” ifadesi kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti...
Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı “peygamberleri inkâr ettiler” ifadesi Kur’an-ı kerimde geçer.
Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:
1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek, O’ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek.
2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik?
3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O’nu tanıyıp O’na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.
4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik.
EN GÜZEL ÖRNEK!..
Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik?
Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar. İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi davranmamızı mümkün kılmaktadır.
En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam).
O’nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır...
|
|
Ahmak nefsinin peşinde koşandır
25.07.2005
Aklı az olup hep şaşıran kimseye, Ahmak denir. Aklı hiç olmayan kimseye ise, Mecnun denmektedir. Ayrıca, aklı az ve kötü huylu olana da Ahmak dendiği kitaplarda yazılıdır. İbn-i Semmak hazretleri; "Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennemden kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir" buyurmuştur.
Ahmaklık; iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama, aklın az, anlayışın kıt olması hâlidir. İmam-ı Gazali hazretleri; “Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler” buyurmuştur.
Akıllı kimse, yapacağı herhangi bir işin neticesini bilir ve buna göre adımını atar. Bu sebeple Peygamber efendimiz; (Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır) buyurmuşlardır.
Akıllı kimse, ölümü ve ahireti unutmaz, nefsinin esiri, kölesi olmaz. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmediği gibi, gadabından da korkar. Hadis-i şerifte; (Akıllı, kendini kontrol edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da nefsinin arzuları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümit bağlayan kimsedir) buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
“Akıllı o kimsedir ki, nefsine hakim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Aciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hakim-i mutlak olan Allahü teâlâya karşı boş ümitlere kapılır.”
Aklı kıt olanlar yani ahmaklar, nefslerinin peşinde koşup, yaptıklarının neticesini bilemezler. Bu sebeple, geçici dünya zevklerinin peşinden koşarlar ve kendilerini de, çevrelerindekileri de felakete sürüklerler.
Şumeyt bin Aclan hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyaya düşkün olanlar, akılları kısa ve ahmak olanlardır. Onların arzuları, yiyecekleri, şehvetleri ve kendilerini süslemeleridir. Onlar şöyle derler: “Ne zaman sabah olacak. Sabah olsun ki, yiyelim, içelim, oynayalım. Ne zaman akşam olacak? Akşam olsa da uyusak.” Onların geceleri, pislik içerisindedir, günah işlerler. Gündüzleri ise tembeldirler."
Nefs, insanın ve Allahü teâlânın düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lazımdır. Nefs öldürülmez fakat zayıflatılır. Allahü teâlâ nefsi, insan için bir hizmetçi olarak yaratmıştır. Ancak nefs, ahmak ve cahil bir hizmetçidir. Nefsin bu özelliği iyi bilinir ve ona karşı dikkatli olunursa, bu ahmak ve cahil hizmetçi, insanın yükselmesine sebep olur. Aksi olursa, insan zillete düşer.
Ahmed Rıfai hazretleri buyurdu ki:
“Kulluk esasının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabul edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabul edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sahipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal'aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hatta anlamak istemeyen için ise, tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, marifet sahibi olunmaz."
Akıllı kimseler, kendi ayıp ve kusurları ile meşgul olurlar. Ahmak olanlar ise, başkalarının hata ve kusurlarını araştırırlar. Bunun için Sırri-yi Sekati hazretleri; "Bir kimsenin ahmak olduğuna alamet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır" buyurmuştur.
Ahmaklarla, nefsine uyanlarla arkadaş, dost olmak da, aklın azlığındandır. Zira akıllı kimse, nefsine uymaz ve ahmakla da dost olmaz. Muhammed Murad Efendi buyuruyor ki:
“Şu üç sınıf kimseden sakınmak lazımdır:
Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefslerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünya rahatı kazandırır ne de ahirette rahmete kavuşturur!
İkinci grup, yalancı ve hain olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felakete sebep olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır..
Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri ise, faydalıdır."
İslam âlimleri; bile bile hatada ısrar eden kimsenin de ahmak olduğunu bildirmişlerdir. Eğer akıllı olsa idi, yaptığı hatada ve işlediği günahta ısrar etmezdi. İmam-ı Gazali hazretleri; “Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve cahil denir” buyurmuştur.
Netice olarak, Ca'fer-i Sadık hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.”
Akıl ahireti göz dünyayı görür
25.03.2005
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl bir ölçü aleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden, daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Süfyan-ı Servi hazretleri; “Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır” buyurmuştur.
Akıl göz gibidir. Din de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir alet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Veki' bin Cerrah hazretleri; "Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyanın hile ve desiselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir" buyurmuştur.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefahettir. Aklı az olan da ahmaktır. İbn-i Semmak hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennemden kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir."
Akıllı olan ve büluğ çağına giren erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarında yazdıkları iman bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyamette Cehennem azabından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir.
İbn-i Hafif hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce itikadını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini halis yapar, işlerini temiz kılar. İbadetini güzel yapar ve ahiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.”
Dünya yani haram ve mekruhlar, görünüşte hoştur. Aslında ise, öldürücü bir zehirdir. Ona müptela olmak, tutulmak ise, faydasızdır. Çünkü ona sarılan perişan, hor ve hakir olur. Aklı az olanlar dünyaya meyleder.
Cafer bin Süleyman Dabii hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyayı süt anneniz, ahireti de öz anneniz kabul ediniz. Küçük çocuk süt annesine gitmek için feryat edip çırpınır. Akıllandığı zaman ise öz annesine gitmeyi çok ister. Siz de akıl sahibi iseniz öz anneniz olan ahirete yöneliniz."
Akıllı kimse, kıymetsiz, geçersiz olan dünya malına kapılıp ona köle olmaz. Bu kısa dünya hayatında, Allahü teâlânın rızasını ele geçirmeye gönül verir ve ahiret amelini hazırlar. Dünya hayatında, akıllı kimselerden istenen şey, kulluk vazifelerini eda etmek ve Hakkın marifetini ele geçirmektir.
Fudayl bin İyad hazretleri buyuruyor ki:
"Dünyanın tamamı altından olsaydı, yine yok olurdu. Ahiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine baki olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyayı, altın da olsa reddeder. Baki olan ahireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabul eder. İşin aslı, ahiret baki ve altın gibi kıymetlidir. Dünya ise, fani ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir."
Akıllı insanların, geçici, yok olucu şeylere gönül vermesi, pek yazık olur. İmam-ı Gazali hazretleri nefsine hitaben buyuruyor ki:
“Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddia ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idam edeceklerini bildiği halde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu?”
Bişr-i Hafi hazretleri de sevenlerine hitaben; "Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir" buyurmuştur.
Şeytana ve nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını unutmamalıdır. Sıhhat yerinde ve ecel henüz gelmemiş iken, Allahü teâlâyı çok zikretmeli, Kur’an-ı kerim okumalı, ibadet için zaman ayırmalıdır. Zira nefs-i emmare ve alçak dünya, aldatıcıdır ve insana ahireti, Cennet nimetlerini unutturur. Şeytan ise, dünyaya teşvik etmekte, fakirlik ve yoksullukla insanı korkutmaktadır.
Dünya ve içindekiler, gelip geçicidir, elde kalmaz. Ahiret ise, sonsuzdur, elden gitmez. İnsan, tercihine göre, ya Cennet nimetlerine kavuşacak veya Cehennem azabını tadacaktır. Onun için insanın, dünyada iken meşgul olduğu şeylere çok iyi dikkat etmesi gerekmektedir. İnsan, ya nefsine tâbi olur ebedi felakete gider veya kalbinin selameti için çalışır ebedi saadete kavuşur. Akıllı olan kimse, dünya ihtiyaçları için ahiret işlerini geriye bırakmaz. Ahiret işlerinde tedbir ise, çalışmaktır. Kıyamet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutanlar, kendilerine verilen ömrü oyun, eğlence ile geçirenler, ecel geldiği zaman çok âh ederler ama, onların bu iniltilerine kimse kulak vermez. Bunun için Ebu Osman Hiri hazretleri; "Akıllı kimse, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çaresine bakandır" buyurmuştur.
Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.)
Akıllı yüzünü ahirete çevirendir
11.07.2005
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teâlâ gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır.
Akıl, yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamayacağından, Allahü teâlâ Peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahirette rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir. Hadis-i şerifte; (Akıllı kimse ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir) buyuruldu.
İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki:
"Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır."
Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar talihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evladını tanımayacağı o gün için, hazırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyada da, ahirette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Aklın alameti, nefse galip ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.)
İbni Hibban hazretleri buyurdu ki:
"Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sahibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve faziletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir haya, utanma duygusu. Asalet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak."
Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerimede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir.
İbn-i Hafif hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce itikadını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini halis yapar, işlerini temiz kılar. İbadetini güzel yapar ve ahiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir."
Cenab-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibadetlere sonsuz nimetler ihsan edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, İslamiyet’i beğenmeyenlere de, sonsuz azap yapacaktır. Hadis-i şerifte;
(Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibadet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler) buyuruldu.
Ahiret için lazım olan şeyleri, bu fani dünyada hazırlamak lazımdır. İbni Hibban hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz."
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri Peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet, delil olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacat eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticarette çalışıp helal para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mubah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.)
Ahmed Bican hazretleri; "Akıllı kimseler kışın ihtiyacını yazdan hazırlar. Ölümün hazırlığını da diri iken yaparlar” buyurmuştur.
Bişr-i Hafi hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir."
Ebu Osman hiri hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çaresine bakandır."
Fudayl bin İyad hazretleri buyurdu ki:
"Dünyanın tamamı altından olsaydı, yine yok olurdu. Ahiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine baki olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyayı, altın da olsa reddeder. Baki olan ahireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabul eder. İşin aslı, ahiret baki ve altın gibi kıymetlidir. Dünya ise, fani ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir."
Akıllı kimse, doğruyu anlayıp ona tâbi olan kimsedir. Veki' bin Cerrah hazretleri buyururdu ki:
"Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyanın hile ve desiselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir."
Hakkı batıldan ayırabilmek
25.06.2006
Hak; Allahü teâlânın isimlerindendir. Ayrıca Hak kelimesi; İslamiyet manasında kullanıldığı gibi, gerçek, doğru gibi anlamalara da gelmektedir. Bâtıl ise; geçici, abes, boş, şirk gibi anlamlara gelmektedir.
Hak olan, ancak Allahü teâlânın bildirdiğidir. Çünkü her şeyi doğru olarak ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın bildirdiklerinin dışında, insanların doğru diye sarıldıkları her şey, bâtıldır, boştur, gerçek dışıdır. Cenab-ı Hak, kullarına çok merhametli olduğundan, onlara, doğruyu eğriden ayırmak için akıl denen bir kuvvet vermiştir. Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır.
Aklın orta miktarına Hikmet denir. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvettir. Bu kuvvetin lüzumundan fazla olmasına ukalalık denir. Ukala insan, mümkün olmayan şeyleri anlamaya kalkışır. Bu kuvvetin lüzumundan az olmasına ise, ahmaklık denir. Böyle bir kimse, hayrı, şerri birbirinden ayıramaz.
Akıl, iyiyi kötüden ayırmaya yarayan bir kuvvet olmasına rağmen, tek başına hakkı bâtıldan ayıramaz. Akla yol gösteren bir rehber lazımdır. Bu rehberler ise, Peygamberler ve Onların vârisleri olan âlimlerdir.
Hak ile bâtılı ayıran alamet, Resulullah efendimize uymaktır. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Amir bin Abdullah hazretleri anlatır:
"Bir gün babamın yanına gittim. Bana nerede ve kimlerle beraber olduğumu sordu. Ben de;
-Bir kısım insanlar buldum ve onlardan daha hayırlısını görmedim. Onlar hep Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Hatta onların her biri titriyor ve Allah korkusundan bayılıp kendinden geçiyordu. Onlarla beraber oturdum dedim. Benden bunları dinleyen babam Abdullah bin Zübeyr hazretleri, benim onlarla olmamı hoş görmedi ve;
-Resulullah efendimizi, hazret-i Ebu Bekir'i, hazret-i Ömer'i Kur'an-ı kerim okurlarken gördüm; onlarda böyle bir hâl olmadı. Sen onların, hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer'den daha mı fazla Allahü teâlâdan korktuklarını zannediyorsun buyurdu. Yani onların Allahü teâlâdan korkuları, senin gördüğün kimselerden pek fazla olduğu halde onlar, böyle yapmadılar demek istedi. Babamdan bunları dinleyince, işin doğrusunu öğrendim ve onları terk ettim."
Aslında hak bâtıldan, nur zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsra suresinin seksen birinci âyet-i kerimesinde mealen; (Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir)buyurmaktadır.
Hak ile bâtılı birbirine karıştıran veya bunları birbirinden ayıramayan insandır. İnsan, nefsinin tesiri altında kalarak, kendisine verilen akıl ile her şeyi doğru olarak anlayacağını zannetmekte ve bu zannı da onu bâtıla yani yanlışa sürüklemekte ve helak etmektedir. Ayrıca cahillik ve tenbellik gibi iki büyük düşman da, akla ve dine uymaya, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırmamıza mani olmaktadır.
İnsan, Allahü teâlâ tarafından gönderilen Rehbere, bilgiye tâbi olsa, rahat edecek, doğruyu bulacaktır. Çünkü ilme, bilgiye, Allahü teâlâ kıymet vermektedir. Fakat nefsine uyup dünyaya meyledenler, hakiki din âlimlerinin kitaplarını okumayanlar, doğru ile eğriyi birbirine karıştırmaktadırlar. Böyle kimseler, itikadlarının bozuk ve dinlerinin noksan olmasından korkmadıkları gibi, hakiki din âlimlerinin kitaplarını da okumaz ve öğrenmek için gayret de sarf etmezler. Bunların tek düşünceleri, para kazanmak, mal toplamak ve mevki elde etmektir. Bu paraların, malların helalden mi, haramdan mı geldiğini hiç bakmazlar. Hakkı bâtıldan ayıramazlar. İlmin ve hakiki din âlimlerinin kıymetini bilemezler. Hakiki din adamlarının vaazları, kitapları, bunların nazarında, hayvan pazarında güzel kokular satan attar ve a’malara ayna satan kimse gibidir. Ebu Leheb gibi bir kimseye Taha suresini okumak ve sokak serserisinin cebine inci, mercan doldurmak ve bir a’maya sürme hediye etmek, akıllı kimsenin yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, böyle kimseler için; (Bunlar hayvan gibidir, hatta daha aşağıdırlar) buyurmuştur ki bunlar, doğru ile eğriyi birbirinden ayıramazlar.
Netice olarak hakkı bâtıldan ayırmak dünyada en zor şeydir. Bazıları ahirette hak diye sarıldıklarının bâtıl olduğunu görecekler ve yandık diyeceklerdir. Bazıları da, hakka bâtıl diye hücum edecekler, saldıracaklar ve hüsran içinde kalacaklardır. Bazıları ise, bâtıla hak diye sarılacaklar ve kahru perişan olacaklardır. Bu yüzden, her Müslümana öğretmek için Peygamber efendimiz buyurmuşlardır ki:
(Ya Rabbi bana doğruyu doğru olarak bildir ve doğruya uymayı nasip et. Allah’ım eğriyi de eğri olarak bildir ve ondan kaçınmayı nasip et. Ben bâtıla hak diye sarılmayayım.)
Ahmaklık nedir? |
|
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz. Âlimler buyuruyor ki:
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer)
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hz. Ali)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Ebu Bekir Sıddık, S. Abdülkâdir-i Geylânî )
Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî)
Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibbân)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. (Muhammed Masum)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur.
Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî]
(Akıllı, Allaha ve Peygamberine inanıp ibâdetini yapan kimsedir.) [İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakîm]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî]
(Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.)
[İ. Maverdi]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemî]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13] (Devamı var)
|
|
Ahmaklığın çaresi var mıdır? |
|
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim: İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir.
Salih amel işlemeden yani cehennem tohumu ekip, cennet beklemek ahmaklıktır.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahın var olduğunu anlar. İmana kavuşur. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur.
İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın!
Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır.
Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyorsun. Bu ahmaklık değil mi?
Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikâyesi şöyledir: Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Birisi bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım.
Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde, (Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizî)
Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadisi şerif meali şöyledir: (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî]
Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile batılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile batılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehli sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de, (Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu
|
Ahmak olana verilecek cevap |
|
Sual: Bid’at işlemekle meşhur bir arkadaş, Hak Sözün Vesikaları isimli kitaptaki, (Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût) ifadesinin yanlış olduğunu ve bunun, (Ahmağın cevabı ancak sükûttur) anlamına geldiğini söyledi. Dediği doğru mudur?
CEVAP: Bu söz, hadis imamlarından İbni Hibban hazretlerine aittir. Bu sözün manası şöyledir:
(Ahmağa verilecek hiçbir cevap, cevap olamaz; ona ancak susmak cevap olur.)
Türkçe’de o şekilde değil, (Ahmağa susmaktan iyi cevap olmaz) şeklinde söylenir.
Kur’an-ı kerimde, böyle (Ve ma... illâ) ifadeli birçok âyet-i kerime vardır. Birkaçını bildirelim:
1- (Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemin) [Enbiya 107]
Tercümesi şöyledir:
(Biz seni göndermedik, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)
Yani seni peygamber olarak göndermemiz, başka bir maksatla değil, Müslüman kâfir herkese rahmet içindir. (Beydavi)
2- (Ve me’l hayat-üd-dünyâ illâ metâ-ül gurûr.) [Al-i İmran 185]
Tercümesi şöyledir:
(Dünya hayatı ancak bir gurur metaıdır.) veya (Dünya hayatı, gurur metaından başka şey değildir.) [Meta=eğlence, mal, varlık. Gurur=aldatıcı, yanıltıcı]
Meali şöyledir:
(Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten, bir eğlenceden başka bir şey değildir.)
3- (Ve mâ yeıdühüm-üş-şeytânü illâ gurûra) [Nisa 120]
Meali şöyledir:
(Şeytan, aldatmak için onlara vaatlerde bulunuyor.)
(Şeytanın vaatlerde bulunması, aldatmaktan başka şey değildir.)
4- (Ve mâ erselnâke, illâ mübeşşiren ve nezira) [İsra 105]
Tercümesi şöyledir:
(Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.)
Meali şöyledir:
(Seni yalnız [inanıp itaat eden Müslümanları Cennet nimetleriyle] müjdeleyici ve [inkâr edip isyan eden kâfirleri cehennem azaplarıyla] korkutucu olarak gönderdik. [Başka bir maksatla göndermedik.])
|
Ahmak olana verilecek cevap -2- |
|
5- (Ve mâ enzeler-rahmânü, min şey’in in entüm illâ tekzibûn) [Yasin 15]
Meali şöyledir:
(Rahman hiçbir şey indirmedi. Siz, yalancılardan başkası değilsiniz.)
Âyet-i kerimenin tamamı şu mealdedir:
(Kâfirler dedi ki: Siz de bizim gibi bir insansınız, bizden ne üstünlüğünüz var ki? Allah kitap falan göndermedi, siz yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz.)
6- (Ve ma yechadü bi âyâtinâ, ill-el kâfirun) [Ankebut 47]
Meali şöyledir:
(Âyetlerimizi kimse inkâr etmez, ancak kâfirler inkâr eder.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakilleri de, bid’at ehlinden başkası inkâr etmiyor.]
7- (Ve ma yezîdihüm illâ nüfûra) [İsra 41]
Tercümesi şöyledir:
(Hiçbir şeylerini arttırmaz, ancak nefretlerini artırır.)
Mealleri şöyledir:
(Ancak onların nefretini artırır.)
(Onların nefretinden başka bir şeylerini arttırmaz.)
(Kur’anı kerimdeki öğüt verici açıklamalar, kâfirlerin, nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmaz.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakiller de, bid’at ehlinin nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmuyor.]
Bu yedi örnek gösteriyor ki, İbni Hibban hazretlerinin sözü çok güzel ve doğrudur. Yanlış olan bid’at ehlinin anlayışıdır. Zaten bid’at ehli, Kur’an-ı kerimi de, âlimlerimizin sözlerini de doğru anlayamaz. Anlayamadığı için de 72 sapık fırka meydana çıkmıştır.
Biz yine İbni Hibban hazretlerinin sözünü tekrar ediyoruz:
Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût
(Ahmağa verilecek en güzel, en isabetli cevap, susmaktır.)
|
Dört gruba ayrılan insan |
|
Bilgi yönünden insanlar dört gruba ayrılır: 1- Bildiğini bilen: Böyle kimseler makbuldür. Kendinden emindir, cesurdur, birçok işi başarır.
2- Bildiğini bilmeyen: Böyle kimseler ikaza muhtaçtır. Çekingendir. Ben bu işi başaramam diye korkar. Gerekli ikaz yapıldığında o işi rahat başarır.
3- Bilmediğini bilen: Böyle kimseler haddini bilir. Her şeye burnunu sokmaz. Kendi işi ile meşgul olur. Böyle kimseler her zaman takdir görür.
4- Bilmediğini bilmeyen: Böyle kimseler hem kendine, hem topluma zarar verir. Hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Yani hem kel, hem foduldur. Her şeye burnunu sokar. Burnu da pislikten kurtulmaz.
Kendileri ile ilişki kurmak yönünden de insanlar dörde ayrılır:
1- Gıda gibi olan: Kendine ve topluma faydalı olur. Dünya ve ahiret saadeti için çalışır. Herkesin her zaman ihtiyaç duyduğu kimsedir. Böyle kimseleri arayıp bulmalı, bulunca da, kaybetmemek için gerekli tedbirleri almalı.
2- İlaç gibi olan: Ancak ihtiyaç olunca işe yarar. Bunları da ihmal etmemeli. Bir gün işe yarayabilir.
3- Ne kokan, ne bulaşan: Böyle kimselerin hiç kimseye yararı ve zararı dokunmaz. Varlıkları ile yoklukları arasında fark yok gibidir. Yer içer yatıp kalkar. Bir gayesiz yaşar. Bunlardan ne köy olur ne kasaba...
4- Hastalık gibi olan: Kendilerine ve topluma zararlı kimselerdir. Kendilerinden hep kötülük görülür. Bu tip insanlara hiç ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olur, bulaşırlar. Bunların zararından kurtulmak için, mudara etmek gerekir.
|
Aklını beğenmek!.. |
|
İnsanlar sahip oldukları nimetleri çoğunlukla “az” görürler. Beğenmez ve daha “çok” olmasını isterler.
Bir kimse İstanbul’un tapusuna sahip olsa, bununla yetinmeyip gözünü bir başka ilin de tapusuna diker. İnsanın gözünü ancak “toprak” doyurur. Bu husus şu beyitte ne kadar güzel ifade edilmiştir: “Altından ağacın olsa, gümüşten yaprak/Âkıbet gözünü doyurur bir avuç toprak...”
Kanâat de olmayınca zengin olmak mümkün değildir... Bir adam İbrahim bin Edhem hazretlerine gelir ve kendisine bir cübbe hediye etmek ister. O da “Bir şartla kabul ederim. Zenginsen tamam, fakirsen kabul edemem!” buyurur. Adam da “ben zenginim” diye cevap verir. İbrahim bin Edhem hazretleri sorar: “Ne kadar servetin var?” O da “ikibin dinar” der. “Peki sen bunun dört bin olmasını ister misin?” O da “elbette” diye cevap verir. Bunun üzerine “Cübbeni kabul edemeyeceğim, çünkü sen fakirsin, daha gözün doymamış” diye karşılık verir...
Fakat ne hikmetse; insanlar kendi akıllarını çok beğenir ve bununla yetinirler. Artırılmasını pek isteyen çıkmaz.
Dualarında “Ya Rabbi aklımı artır!” diyen çok az insana rastlanır. Akıllar taksim edildiğinde, en çok kendisine verildiğini zanneder.
En kıymetli insan
Bir gün sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi vesellem) sordular: “En kıymetli insan kimdir ya Resulallah?”
Cevaben buyurdular ki: (Takvâsı en çok olan, ibadetlerini yapan ve haramlardan sakınandır.)
Daha sonra; “En akıllı insan kimdir?” diye sorduklarında ona da şöyle buyurdular: (Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için çalışandır.)
Bir gün Peygamber efendimiz Ebudderda’ya (radıyallahü anh) şöyle buyurur: (Aklını artır, Rabbine yakın olursun.) Ebudderda hazretleri sorar: “Aklımı nasıl artırayım?”
Ona da şöyle cevap verirler: (Fazları yapar, haramlardan sakınırsan akıllıca hareket etmiş olursun.)
İnsanoğlu kendisine bahşedilen “akıl” ile dünyadaki diğer varlıklara hakim olabilmektedir. Hayvanlarda “akıl” olmadığından, hayatlarında bir değişme, bir gelişme olmamaktadır.
Meselâ: İlk yaratılan karıncalar toprağın altında nasıl yuva yaptılarsa, bugünkü karıncalar da aynı işi yapıyor. İlk karınca da kendisinden büyük yük taşıyordu, elde ettikleri gıdaları yuvasında biriktiriyordu ve topladıklarının onda birini yiyemeden ilkbaharda yeryüzüne çıkıyordu. Bugünkü de aynı...
İlk yaratılan arılar da; önce petek yapıyor ve peteğini de altıgen şeklinde meydana getiriyordu, daha sonra içini bal ile dolduruyordu. Bugünkü arının da yaptığı iş aynı...
Fakat insanlarda durum çok farklıdır. Her geçen gün biraz daha ilerleme elde ediliyor. Yüz sene önce vefat etmiş bir kimse dirilip günümüz dünyasına baksa, hayretler içinde kalır, gözlerine inanamaz.
Aklımızı kullanırsak dünyada da, ahirette de saâdete kavuşuruz. Tebâreke sure-i celilesinin şu ayeti kerimesi (meâlen) “Dediler ki; eğer bize anlatılanlara kulak verseydik ve aklımızı kullansaydık, bu azabı çekmezdik” her şeyi açıklıyor.
Akıllı insan, ahiret hayatını dünya hayatından daha önemli görür. Birisi, geçici, fani, rüyâ gibi bir hayat, diğeri ise ebedi ve sonsuz.
Akıllı adam, güzel bir hayat yaşamayı gaye edinir, kısa da olsa ömrünü iyi değerlendirir. Kendisine, ailesine, memleketine, milletine hizmet eder.
Akıllı adam, dostunu düşmanını tanır. En büyük düşmanının nefis ve şeytan olduğunu bilir ve onlardan sakınır.
Yırtıcı hayvanlar bile!..
Akıllı adam, kimseye zulmetmez, hele kendi cinsinden olan insanlara hiç etmez. Yırtıcı hayvanlar bile hemcinslerine saldırmazlar.
Meselâ: Arslan, arslanların içinde arslan değildir. Kaplan, ininde kaplan değildir.
Fakat insanlar çok acımasızdır. Yaptıkları nükleer silâhlar keklik avlamak için değildir, insanları öldürüyorlar. Hem de acımasızca.
İkinci Cihan Harbinde elli milyon insanın öldürüldüğü söylenir. Bu rakam, Âdem aleyhisselamdan günümüze kadar vahşi hayvanların parçaladığı insan sayısından daha çoktur.
.....
10 Kasım 2001 Cumartesi
|
|
Aklın çok olmasının alâmeti
Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek değerlerindendir. Fakat Allah korkusu da dinimizin esaslarındandır. Çünkü, akıllı olmak bile Allah korkusu ile ölçülmektedir. Hadis-i şerifte, “Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur” buyuruldu. Buna rağmen, dünyaya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saadetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir.
İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, “Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim” buyuruyor. Bu hadis-i şerif ve bu mealdeki diğer hadis-i şerifler, Allah korkusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedirler.
Allah’tan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Biri eksik olursa saadete kavuşulamaz
Allah’tan korkan bir kimse, O’nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikrâm eder.
Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Herkese iyilik etmek ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez.
Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah’tan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimse, Allah’tan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allah’tan korkmazsa, herşeyden korkar olur. “
Allahü teâlâdan korkmalı, O’nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümit, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda ümidin daha fazla olması lâzımdır denildi. Hastalarda ümit fazla olmalıdır.
Hadis-i şeriflerde: “Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez” ve “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruldu.
Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği hâlde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur.
Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetin tefsirinde, “Görüşleri kısa, akılları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevki ve hürmet gibi dünya rahatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yaptıklarının karşılıklarını dünyada kendilerine tamamen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretteki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünkü, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmıştır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yaptıkları iyilikleri âhırette kendilerine yaramayacak, bunları Cehennemden kurtaramayacaktır” buyuruldu.
Sadece Allah sevgisinden, merhametinden bahsedip, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin ahırette nasıl perişan hale düşeceklerini bu ayet-i kerime açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri
Son yıllarda çok kimse, “İslamiyet akıl ve mantık dinidir” deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar.
Bunun için Kur’an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur.
İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir.
Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir.
Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır.
Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
Dostun ahmak ise vay haline!
Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından biri de, güvenilir, gerçek bir dost bulamamasıdır. Hele bir de dost edindikleri ahmak ise vay o kimsenin haline. Ahmak dostla ilgili Mesnevî’de ibretli bir hikaye var. Bugün sizlere bu kıssayı arz etmek istiyorum:
Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı.
Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören iyi niyetli birisi, “Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor.”
Bunun üzerine iyi niyetli kimse şöyle bir ikazda bulundu: “Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır!”
Adam bu ikazı yanlış anladı: “Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir?” dedi. İyi niyetli kimse ikazını şöyle şürdürdü: “Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç!”
Adam ayı ile dostlukta ısrarlıydı: “Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım?” diyerek iyi niyetli kimseyi yanından uzaklaştırmak istedi. İyi niyetli kimse son olarak şunları söyledi: “Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme!
Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, aralarındaki konuşmasına şöyle devam etti: “Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum.” “Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım.” “Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum.” “Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım.” “Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme!”
Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti.
Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu.
Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti.
Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir taşı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı Kelime-i şehadet bile getiremedi.
Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir...
07 Şubat 2004 Cumartesi
|
, |
Ahmak adamın başına gelenler!
Bugün de yine Mesnevî’den ibretli bir hikaye ve bununla ilgili Mevlana hazretlerinden nasihatler nakletmek istiyorum...
Ahmağın biri, İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki:
- Ne olur, “ism-i a’zam” duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim.
İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi:
- Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır.
- Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret.
Adam çok ısrar edince, kendisine “ism-i a’zamı” öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a’zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı.
İsa aleyhisselam “Neden önce bu adamı parçaladın?” diye sorunca, aslan şöyle cevap verdi: “O buna layıktı. Çünkü, duayı iyi niyetle öğrenmedi ayrıca sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu.”
Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki:
- Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm?
Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır.
Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme!
Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla!
Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz.
Hz. Ali Hendek Savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.
Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:
- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum...
Aklın çok olmasının alameti
Bir toplumda Allah korkusu azalmışsa veya yok olmuşsa o toplum için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Allah korkusu da millete din adamlarından yayılır. Son yıllarda ülkemizdeki din adamlarına baktığımızda, bu korkunun neredeyse kalmadığını açık bir şekilde görüyoruz. Bunun delili de, basına yansıyan konuşmalar, TV’lerdeki tartışmalardır. Din adına konuşmak Allah adına konuşmak demektir. Dolayısıyla bu konularda konuşurken, insanın tüylerinin ürpermesi, ağzından yanlış bir söz çıkmaması için titremesi gerekir.
Ama ne gezer; konuşmalara, tartışmalara bakıyorsunuz tam tersine, sanki din kendisine inmişcesine fütursuzca ahkam kesebiliyor din adamları. Her biri ayrı bir telden çalıyor. Birinin ak dediğine diğeri beyaz diyebiliyor. Örneğin, ebedi olarak Cehennemde kalacaklarını bildiren açık ayeti kerimelere ve hadis-i şeriflere ağmen, bir ilahiyatçı çıkıyor: Kitap ehli yani Hıristiyanlar da Yahudiler de Cennete gidecek, diyor. Bir başka ilahiyatçı hızını alamıyor: Hayır, sadece onlar değil, neye inanırsa inansın; ister budist, ister zerdüş inanan herkes Cennete girecek, diyebiliyor.
Misalleri çoğaltabiliriz. Hemen hemen her konuda böyleler. Bu kargaşayı gören halk da, hangisine göre amel edeceğini bilemiyor; din adamlarından dolayısıyla dinden soğuyor. İnsanın ister istemez aklına geliyor: Acaba esas maksat da bu mudur?
Halbuki Allah korkusunun dinimizde önemli bir yeri vardır. Akıllı olmak bile Allah korkusu ile ölçülmektedir. Hadis-i şerifte, “Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur” buyuruldu.
İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, “Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim” buyuruyor. Bu hadis-i şerif ve bu mealdeki diğer hadis-i şerifler, Allah korkusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedirler.
Allah’tan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların sevgililerine karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beytleri az değildir. Sevgilisini, kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye lâyık görmiyerek, hislerini böyle korku ile anlatmaktadır. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Biri eksik olursa saadete kavuşulamaz.
Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez.
Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiplerine yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sahiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur.
Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Hadis-i şerifte “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruldu.
Bütün bunlara rağmen, bir kimse çıkıp fütursuzca konuşabiliyorsa, ya ayet-i kerimelere, hadis-i şeriflere önem vermiyordur; ya da, inanmıyordur. Her iki şık da ne büyük felaket! Allahü teala ıslah etsin demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
04 Eylül 2004 Cumartesi
|
, |
Yaratılan yaratanı anlayamaz!
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır.
Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi?
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilir.
Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır.
Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu.
Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlayamadılar.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz!
Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu...
25 Eylül 2004 Cumartesi
|
, |
Din akla değil nakle dayanır!
İslâm alimleri zamanlarındaki bütün fen bilgilerini okuyup öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde nakle uyarak doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. Dini bilgilere felsefeyi sokmamışlardır. Bunun için İslam âlimlerine felsefeci denilemez.
Çünkü, felsefeciler, kendi başına hakikatı bulması mümkün olmayan, kendi kısa aklının esîri, mahkûmu zavallı kimselerdir... Hiç böyle bir kişiyi İslâm âlimiyle kıyaslamak mümkün mü?
Felsefeciler aklın dar kalıbında sıkışıp kalmış kimselerdir. Zaten, bunun için gerçeğe ulaşamamışlardır. Çünkü aklın ve rûhun mahiyetini bilmezler. Bunlar bilinmezse neticeye varılamaz. Netice zarar ve hüsran olur. İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler dine felsefeyi soktukları için kendilerine ve arkalarından gidenlere büyük zarar vermişlerdir.
Mesela, Farabi nübüvveti rüya olarak gördüğü için Filozofu peygamberlerden üstün tutmaktadır. İbni Sina ise peygamberlerde üç özellik bulunduğunu bunlara sahip olan herkesin peygamber olabileceğini söylemektedir. 1- Peygamber ilahi veya başkasından öğrenim görmeden ilme nail olur. 2- Bilgisini nefsinde hayal eder, nurani şekiller görür, tıpkı rüya gibi, kendinde sesler duyar. 3- Kendisinde faal bir kuvvet vardır. Onunla garip şeyler. (Mucizeler) gösterir. Bunlar sihirbazların gösterilerinden farklı değildir. (Kitabün nübüvvet, 4, 22, 168, 210)
İbni Sina ve bununla beraber olan diğer felsefeciler, Hz. Peygamberin bildirdikleri kendi düşüncelerine ters olunca, Hazret-i Peygamberin hayal ile söylediğini iddia ederek, gördükleri bu halleri halka vahiy olarak bildirdiklerini, peygamberi haşa insanları aldatan bir münafık olarak takdim ederek ağır küfür ve cehaletin içine düşmüşlerdir (Mearücül vusul 181)
Şu tespitler de felsefecilerin dinden ne kadar uzak olduğunu göstermesi bakımından ibretlidir:
“Müslümanlar arasında musiki yoktu. Hicri 2. asrın sonlarına kadar, tasavvufçular arasında def, ney, dümbelek, raks gibi şeyler bulunmuyordu. Dört mezheb imamına göre eğlence, müzik aletleri külliyen haramdır. Böyle olduğu halde, bu bidata, bu harama teşvikte bulunanlar olmuştur ki, bunlar: İbnür Ravendi, Farabi, İbni Sina gibi zındıklardır” (Mecmuül fetava, XI.570)
“İbni Sina, Putperest Aristo’nun vezirlik yaptığı Makedonyalı İskender’i Kur’an-ı kerimde geçen Zülkarneyn olarak takdim etmiştir.” (Mecmuül fetava, XI.171,172)
“İbni Sina, harika bir zekaya sahipti. Kısa aklı peşinde gidip Hz. Peygambere muhalefet etmiş bir filazoftur.” (Tarihül islam, XXIX 232)
İbni Teymiyye’nin talebesi olup onun gibi bozuk fikirlere sahip El Cevziyye de bu felsefecilere şiddetli tepki göstermiştir. Hulagu’nun veziri Nasureddin Tusi’den bahsederken şöyle söylüyor: “Tusi, mülhidler (Dinsizler) için medreseler yaptırdı ve mülhidlerin imamı İbni Sina’nın İşarat kitabını Kur’an’ın yerine koymak istedi, ama buna muktedir olamadı.” (İğasetül lehfan, 370)
Aklımız yalnız başına ahıret bilgilerini anlayamadığı için Allahü teâlâ peygamberleri gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bu yolu bulamaz, o zaman da bir işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun için İslam âlimleri, Resûlullahın ve Eshâb-ı kiramın bildirdiklerine uymuşlar, felcefecilerin bunlara uymayan fikirlerini delilleriyle reddetmişler, böylece İslâm dînini, Hıristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır.
29 Temmuz 2005 Cuma Aklı maksada uygun kullanmak
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş’i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş’i, ışığı yaratmıştır. Güneş’in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş’ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş’e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
30 Temmuz 2005 Cumartesi Aklımızın kapasitesi
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır. Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. “Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır” diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Ahmaklığın alâmeti |
|
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belalara, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte, “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur” buyuruldu.
Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki:
“Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, “Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir” demelisiniz.”
Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki:
“Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi.”
Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun.”
“Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır.”
“İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!” (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.)
İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına,
- Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca,
- Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki:
- Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır.
İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur.
Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.”, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır.”
Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir” buyuruldu.
Câhil kimselerin alâmetleri |
|
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
------
|
Akıllı kimselerin alâmetleri |
|
Dün cahil, ahmak kimselerin özelliklerinden bahsetmiştik. Bugün de akıllı kimselerin alâmetlerinden bahsedelim...
Hikmet ehli zatlar akıllı kimselerin özelliklerini şöyle bildirmişlerdir:
Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir.
Akıllı, ileriyi gören, düşünen, zararını kârını bilen sonunda pişman olacağı işi yapmayan kimsedir.
Akıllı kimse, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır.
Akıllı, şehvetten kendini koruyan, âhireti dünya ile değişmeyendir.
Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhiretinin ıslâhı için çalışır.
Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıp işlerden uzak durur. Günâhlarını tövbe ile örter.
Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir.
Akıllı kimse, dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
Akıllı kimse, kendisine bir şey söylendiği zaman, söyleyenin sözü bitmeden, cevap vermez. Cevapta acele etmez. Soruyu dikkatle dinler, soru bittikten sonra düşünüp öyle cevap verir. Önce düşünür, sonra söyler. İhtiyaç olmadan konuşmaz.
Akıllı kimse, adımını atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar.
Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.
Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbîrli olur.
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü, bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur.
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikrâm görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermâyesi yoktur.
Bir kimse, öldükten sonra, malının zamanın en akıllı olanına verilmesini vasiyet etse, dünyaya düşkün olmayana vermek lazımdır. Çünkü onun dünyaya kıymet vermemesi, aklının çok olduğunu gösterir.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseleri şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir”
“Akıllı ve tedbirli kimseler, yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulundukları ânı en iyi değerlendiren, bu yolda gayret sarf edenlerdir.”
“Akıllı kimse için dört saat vardır: Biri Rabbine yalvardığı saattir. İkincisi kendi nefsini hesâba çektiği saattir. Üçüncü saat, Allahü teâlânın kudretini kâinâtta görüp hissettiği, tefekkür ettiği saattir. Dördüncü saat ise, yiyip içtiği saattir.”
“İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur.”
Akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. Ya öğretir, ya öğrenir!
İslamiyette aklın ve naklin yeri |
|
Yaklaşık iki asırdır bu konu tartışılır. Batılı felsefeciler ve Hıristiyan din adamları her fırsatta,”akıl” meselesini gündeme taşırlar. Geçenlerde Papa 16.Benediktus’un, Peygamber efendimizi ve dinimiz İslamiyeti hedef alan sözlerinde de yine bu konu dile getirildi. Bu konuşmasında Papa özetle, İslamiyetin bir şiddet dini olduğunu, Peygamber efendimizin dini şiddet ile yaydığını ve İslamiyette aklın yeri olmadığını iddia etti. Şimdi, kısaca aklın dinimizdeki yerini bildirelim.
İslamiyette aklın yeri yoktur, demek açık bir iftiradır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde pek çok yerde, “Akletmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi ifadeler geçmektedir. Peygamber efendimizin de aklın önemini anlatan sayısız hadisi vardır. “Aklı olmayanın dini yoktur.” , “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.”, “Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” , “Akıl imandandır.” , hadis-i şerifleri bunlardan birkaçıdır.
Görüldüğü gibi dinimizde aklın çok önemli bir yeri var. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, kitaplara âlimlere lüzum kalmazdı..
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile yani vahiy ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir. Ahıret bilgileri, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Fen bilgilerinde ise, akıl ve tecrübe esas alınmıştır. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, tevil edilerek akla uygun olarak açıklanır.
Şimdi gelelim, Papa’nın niçin böyle bir konuşma yaptığı konusuna: Birincisi, Müslümanları şiddet yanlısı göstermek. İslam karşıtlığında birliği sağlamak, haçlı zihniyetini canlandırmak.
İkincisi, “akıl” konusunu ortaya atarak demek istiyor ki, “Biz nakli yani vahyi atıp, her şeyde aklı, felsefeyi esas aldık, dinde reform yaparak bu güce ulaştık. Siz de böyle yaparsanız, vahyi terk edip, sadece aklı esas alırsanız sizler de gelişirsiniz.”
Aslında bu söylediğine kendisi de inanmıyor. O da biliyor ki, Batı’nın gelişmişliği ile Hıristiyanlığın hiçbir ilgisi yok. İslam aleminin geri kalmasının da İslamiyetle bir ilgisi yok. Gelişmişlik, gelişmemişlik insanların çalışması ve yaşayışıyla ilgili bir mesele! Papa da bilir ki, asıl aklın yeri olmadığı din bugünkü Hıristiyanlıktır. Teslis, yani üçlü ilah inancı, her doğan masum yavrunun günahkar kabul edilmesi, para karşılığı günahların affedilmesi gibi daha nice akla, mantığa ters inaç var Hıristiyanlıkta.
İnanmadığı halde niçin söylüyor? Müslümanların dinlerini sorgulamasını istiyor. İKT, Ezher, Diyanet ve daha birçok dini kuruluş, şimdi bu konuda Papa’ya cevap hazırlığında. Cevapları da, nakle önem vermeyen Batı yanlısı ilahiyatçılar hazırlayacağından nakilden yana değil akıldan yana bir tavır sergilenecek. Bu cevaplar, tartışılacak, kafalar karıştırılacak, böylece Papa’nın istediği gibi, İslam aleminde vahy inancı sarsılacak, akılcılık ön plana çıkacak. Nihayet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, tarihselcilik öne çıkartılacak, din akla göre yeniden yorumlanacak, sorgulacak; ortaya İslamiyetle ilgisi olmayan fakat adı İslam olan bir din ortaya çıkacak. Batı’nın, Papa’nın da en büyük arzusu da bu zaten. (Yarın da, İslamın şiddet dini olduğu iftirasına değinelim inşaallah)
------
|
Müslüman olmada zorlama yoktur |
|
Dün, aklın ve naklin dinimizdeki yerinden kısaca bahsetmiştik. Papa’nın ezeli İslam düşmanlığını yansıtan konuşması bir bakıma faydalı da oldu, denebilir. Çünkü Müslümanların uyanmalarını, gerçeği görmelerini sağladı. Bundan önceki Papa 2. John Paul’un Müslümanlara sinsice yaklaşımları, İslam alemine yönelik sözde hoşgörü ve barış mesajları Vatikan’a, Papalığa karşı bir sempati uyandırmıştı. Hıristiyanlığın da hak din olduğu, mensuplarının Cennete gideceği iddiaları yayılmaya başlanmıştı. Çok şükür Diyanet’in, “Hak din sadece İslamiyettir, diğer dinler batıldır, geçerliliği kalmamıştır” açıklaması ve hutbelerde bu konuya geniş yer verilmesi Vatikan’ın bu sinsi oyunu bozdu.
Aslında bundan önceki Papa’nın İslam düşmanlığı şimdikinden daha fazlaydı. Müslümanların Hıristiyanlara karşı 14 asırlık bakışını, inancını değiştirmek, böylece İslamiyeti içerden yıkmak için dostmuş gibi göründü. Yeni Papa’nın son çıkışı ile, “Küfür tek millettir” hadis-i şerifinin hükmü bir defa daha tecelli etti. Müslüman alemi, Hıristiyanlaların Müslümanlara bakışında değişiklik olmadığını, düşmanlıkta azalma değil artma olduğunu, bunlardan dost olamayacağını açıkca anladı. İmanın alameti olan “Hubbi fillah ve Bugd-ı fillah” inancını tazeledi.
Dün, bugün için, İslamiyette zorlamanın, şiddetin olmadığından bahsedeceğiz, demiştik. İslamiyette şiddet, zorla Müslüman yapma olsaydı, bugün Ortadoğdu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da hiçbir gayrimüslimin olmaması lazım gelirdi. Müslümanlar, geçmişte bu bölgelerde bunu yapacak güçteydiler, hiçbir devlet gücü buna mani olamazdı. Buna rağmen, bunlara din değiştirmeleri için zorlama yapılmadı, sadece İslamiyet tebliğ edildi, Müslüman olan oldu, olmayan korkusuzca dinini yaşamaya devam etti.
Buna karşılık Hırisityanlar ne yaptı? Avrapa’ya insanlığı, Medeniyeti getiren ve İspanyada 800 yıl hüküm süren Endülüs devletini yıkıp, Müslüman olan halkı Hıristiyan olmaya zorladılar, kabul etmeyenleri bir kişi kalmayana kadar katlettiler. Müslümanlıktan iz bırakmadılar. Sadece Müslümanları değil, Yahudileri hatta farklı mezhepten olan dindaşlarını bile hunharca katlettiler.
Sadece Endülüs mü ne gezer? Haçlı seferlerinde, İstanbul’da yüz binlerce Ortodoks Hıristiyanı, Kudüs’te yüz binlerce Müslümanı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçiren onlardı. Roma meydanında insanları diri diri yakan da onlardı. Bunların hepsinin arkasında da Vatikan vardı.
Müslümanlar arasındaki Hıristiyanlar ise, Peygamber efendimiz zamanından beri her devirde, devlete baş kaldırmadıkça, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içinde yaşamışlar, Müslümanlar her zaman onların hakkını hukuku korumuş, hatta gayrimüslimin hakkı Müslüman hakkından daha önemli tutulmuştur. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Mesela, Belgrad’ın fethinde Şeyhülislam, yerli halka zarar verilmemesi için padişahın karşısına dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allaha veremeyeceğini, halkın kendisine Allahın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahtan askerin halka zarar vermesine mani olmasını istemiştir.
Bursa müzesi arşivinde ise ikiyüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında şöyle ibretli bir hadise anlatılıyor: Altıparmak’ta bir Yahudinin arsasına câmi yapılıyor. İş mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahûdiye ait olduğu anlaşılınca mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karâr veriyor.
Adâlete bakınız! Bütün bunlar, gerçek ahlâkın, yüksek ahlâkın eseridir. Bu yüksek ahlâkın kaynağı da Resûlullah efendimizdir.
Kâr-zarar hesabını iyi yapmalıyız! |
|
Akıllı insan hesabını hep kâr üzerine yapar. Zarar üzerine hesap yapanın aklından şüphe edilir. Zamanımızda, dünyaya yönelme eğiliminde hızlı bir artış görülmektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu manayı bir tarafa bırakıp, madde için yani dünyalık şeyler için yaşamakta ve bu uğurda ölmektedir. Manayı, maneviyatı bir tarafa bırakamayanların da, bunlarla ilgileri şekli, sathi boyutta kalmaktadır. Çok kimse, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor, çalışıyor ve didiniyorlar da, sonsuz bir saâdet ve felâket karşısında bulunduklarına önem vermiyorlar; yarına çıkacakları garantisi olmamasına rağmen 15-20 sene sonrasının planlarını yapıyolar. Bu, akıllıca bir iş değildir çünkü kârlı bir yatırım değildir.
Akıllı insan ahiret yatırımına öncelik verir. Dünya işlerinde tevekkül emir edildi. Ahiret işlerinde emir edilmedi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emir olundu. Burada, Allahü tealanın azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. İslamiyete uymamız, yani emir edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur.
Bu ahmaklık değil mi?
Hal böyle iken, tersine ahiret işlerinde tevekkül ediliyor, dünya işlerinde tevekkül edilmiyor. Örneğin, günümüz insanı, dinimizin emir ve yasakları karşısında, Allah affeder diyor, fakat dünya işlerinde kılı kırk yarıyor. Bu akıllılık mıdır, ahmaklık mıdır?
Mutlaka öleceklerini bildikleri hâlde, âzâmî 70-80 yıllık ömür için ne akıl almaz sıkıntılara, meşakkatlere katlandıkları hâlde, sonsuz âhiret hayatı için az bir çalışmaya, zahmete katlanamıyorlar. Bu, kişinin kârını, zararını bilmemesinin alâmetidir. Her işinde, âhireti düşünen, buna göre hareket eden, hep kârdadır. Âhireti düşünmeden yaptığı her iş zararınadır.
Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Canlı cansız her şeyi onun emrine bıraktı. Buna karşılık, onlara dünya ve âhirette yine kendileri için faydalı olacak vazîfeler yükledi. Bunları bildirmek için, Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler gönderdi.
İnsan, dünyaya gönderilmesinin sebebini, dünyadaki hayat mücâdelesini ve yaşama kurallarını bilmezse, yâhut bilip de onlara göre hareket etmez ise, elbette zararı kendine olacaktır. Bunları yerine getirip getirmemenin Cenâb-ı Hakka bir faydası, bir zararı olmaz.
Dinin kurallarını yani, emir ve yasaklarını yerine getirmede, eksiği kusuru varsa hiç olmazsa, kabahatini bilip saygıda kusur etmemelidir. Bunlarda, eksiklik, yanlışlık aramamalıdır. Peygamber efendimize, “İslamiyet nedir?” diye sorulunca, (Ettazim-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah) diye cevap buyurmuştur. Yani, Allahü tealanın emirlerine tazim ve hürmet ve mahluklarına şefkattir. Yapamasa bile dinin emirlerine inanıp saygı gösteren imanını muhafaza etmiş olur.
Dünyaya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan insanın, Allahın dünya ve âhiretteki kanunlarına dil uzatmağa ne hakkı vardır? Kulun vazifesi, bu kanunlara, emirlere uymaktır. İnsan bu kanunlara uyduğu oranda, dünyada ve ahirette saâdete kavuşur.
İslam ahlâkını ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenen akıllı bir kimse, İslama ve Peygamberimizin güzel huylarına, başarılarına âşık olur.
Yüz binlerce insanın, Peygamberimize candan bağlandıklarını, O’na karşı edeblerini, itâatlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını O’nun için fedâ ettiklerini gösteren vak’a ve olaylar, dünya tarihlerinin binlerce sahîfelerini doldurmaktadır.
Zarar ihtimali yok
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayatını ve İslâm dîninin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın O’na hemen inanması, O’na âşık olması, iman edip seve seve Müslüman olması, insanlık îcâbıdır. Akıl da, mantık da bunu emreder. İnanmamak akılsızlık olur. Çünkü inanan ve inandığı gibi yaşayan her zaman kârdadır. Zararda olma ihtimali yoktur.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Müslümanlar, ahirete inanıyor. Kıtapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azab çekeceklerdir.”
İslam âlimleri, ahiretin varlığını isbat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azabda kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Kârını zararını bilmek olur. Kârını zararını bilmeyen de, bedbaht olur.
Her işinde, kârını zararını düşünen, maddeye değil manaya öncelik veren ise, hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur.
Akıllı insan olmanın alâmetleri |
|
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati: Ey oğul! Akıllı ol! Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Ey oğul! Önünde çıkılması ve geçilmesi pek güç bir basamak vardır. Orada yükü hafif olanlar ağır olanlardan daha kolay geçer. Üzerinden zorla geçenler çabuk geçenlerden daha zararlıdır. Bu basamağa ulaşan her insan ya Cennete veya Cehenneme gider. Bu menzile ulaşmadan önce kendi nefsine dön ve hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek. Oraya ulaşmada yolunu düzelt. Ölümünden sonra Allahı razı etmek için sana hiç fırsat verilmez.
Ey oğul! Yerin ve göklerin içinde bulunan her şeyi elinde tutan Rabbimiz, sana kendisinden istemek ve dua etme nimeti verdi. Duana icabet edeceğine de söz verdi. Sana bir şey vermesi için kendisine dua etmeni emretti. Ondan rahmet dile ki sana rahmet etsin. O, seninle kendisinin arasına bir perde koymadı ve seni korumak için başkasına teslim etmedi.
O seni ayıplamaz!
Ey oğul! Bir kötülük işlediğin zaman O’na dön ve tevbe et. O, kendine döndüğün için seni ayıplamaz. İşlediğin günahın cezasını vermekte acele etmez. Yaptığın suçu başkalarına bildirmez. Tövbe etmeni de zorlamaz. Günahları niçin işlediğin hakkında seninle münakaşa etmez.
Ey oğul! Allahın rahmetinden ümidini kesme. Ancak O, günahtan dönmeyi sevapla mükâfatlandırır. Kötülüğün karşılığını bir, iyiliğin karşılığını da on misli kabul eder.
Sana dönme ve tevbe kapısını açık bıraktı. O’na hitap edersen hitabını duyar, içinden bir şey istersen, ne istediğini bilir. O, gizliyi açık olan şey gibi bilir. İstediğini arz etmeden, içini Ona dökmeden dertlerini ve sıkıntılarını bildirmeden O bilir. İşlerinde muvaffak olmak için Ona sığın.
Ey oğul! Yapacağın işler senin ve dinin için hayırlı olsun. Sana günah yükleyecek işleri yapmaktan sakın. Mal yanında kalmaz, sen de malın yanında kalmazsın. Dünya için değil, âhiret için yaratıldın. Ölüm için yaratıldın, burada yaşamak için değil.
Ne zaman terk edeceğini bilmediğin bir menzildesin. Âhiret için kâfi derecede azık hazırlayabileceğin bir yerdesin. Âhiret yolunu tutmuş, gitmek üzeresin.
Nereye kaçarsan kaç, seni takip eden ölümden kurtulamazsın. Onun seni bir kötülük üzerinde iken yakalamasından ve tövbe etmemekten kork.
Şayet böyle bir şekilde yakalanırsan kendi kendini helak etmiş olursun. O zaman seni hiçbir kimse kurtaramaz. Ölümü çok hatırla. Bugün ele geçirmek için çırpındığın ve âhirette kendisinden hesaba çekileceğin şeyleri şimdiden düşün. Hesap için hazırlıklı ol.
Ey oğul! İnsanların dünyada uzun süre yaşamaları ve istedikleri gibi gezip tozmaları seni aldatmasın. Dünya, havlayan köpek ve vahşî hayvanlar gibidir. Birbirlerine saldırırlar. Zengin fakiri yer, büyük küçüğü ezer, kahreder.
Bazıları konaklamış kervanın hayvanları gibi bağlı, bazıları da bağından boşanmış, başıboş, sonu meçhul bir yolun yolcusu olmuştur ki, bunlardan birinci grup fakirler ve hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıflar; ikincisi ise, kuvvetli olanlardır.
Bil ki, bunlar sarp bir vadide bela ve âfete uğramış sürüler gibidir. Kendilerini güdecek bir kimse olmadığı gibi, bu vadiden kurtuluş yolunu gösterecek de yoktur.
Bunlar, dünya denizinin içine girerek dalgalarla ölüm kalım savaşı verdiler. Dünyayı bir kurtarıcı sandılar. Oynadılar, oynaştılar, fakat ondan sonrasını düşünmediler.
Bu gafletten uyanıldığı zaman cehaletin haktan gizlediği şeyler şüphesiz meydana çıkacaktır. Bütün insanlar bineklere binmişler, pek kısa bir zaman sonra da bu neticeye ulaşacaklardır.
İlim maldan hayırlıdır!
Ey oğul! Her isteyen isteğine kavuşamayabilir. Her kötülük işleyen de mahrum olmayabilir. Bir kötülük seni en üstün mertebelere ulaştıracak olsa bile kendi nefsini ondan alıkoy. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. İnsan, malı kendisini korumak için toplar. Fakat malı toplarken kendini onun yolunda harcamaktan sakın. Aksi takdirde kaybettiğin şey topladığından çok daha hayırlı ve iyidir.
Allah ile aranda bir perdenin olmasını istemiyorsan açgözlülükten sakın. Tamahkârlık seni felâkete götürür. Sen kendine düşen payı idrak edebilir ve ona uyabilirsin. Allahtan gelen az da olsa kullardan gelen çok şeylerden daha iyidir.
Ey oğul! Ahmak adamın seninle irtibatı kesmesi, akıllıya kavuşmaya denktir.
Ey oğul! Susarak kaçırdığın bir şeyi telâfi etmek konuşarak gücendirdiğin bir kalbi tamir etmekten daha kolaydır. Tulumdaki suyu muhafaza etmek, ağzını sıkı bağlamakla olur..
Hizmet, hezimete dönüşmesin! |
|
Herkes kendine göre, kendine, çevresine topluma faydalı olmak ister. Fakat hizmet etmek, faydalı olmak kolay değil. Bazen insan, kaş yapayım derken göz çıkarır, faydalı olayım derken zararlı olabilir. Hizmet hezimete dönüşebilir. İnsanlara faydalı olabilmek, İslâmiyete hakkıyla hizmet edebilmek için üç şart vardır. Bu üç şarttan ne kadar çok istifâde edilirse, o kadar faydalı hizmet verilmiş olur. Bu üç şart şunlardır:
1- İlim ve tecrübe:
İlimsiz zâten hizmet olmaz. Nerede ilim varsa orada İslâmiyet var demektir. Çünkü, İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim öğrenmek emredilmekte, ilim adamları övülmektedir.
Bir husûsu bilen bir kimsenin anlatması ile yarım yamalak bilen kimsenin anlatması bir olmaz. İnsanlara faydalı olabilmek için önce dîni çok iyi bilmek lâzımdır. Bunun için dînimiz, ilim sahibine ve ilme çok önem vermiştir.
Ancak ilimle beraber tecrübeden de istifade etmek lâzımdır. Bir operatörün, mesleğini sadece ilmiyle icrâ etmesi mümkün değildir. Defalarca ameliyatlara iştirak etmesi, ilmini tecrübe ile birleştirmesi lâzımdır.
AKILSIZ DOSTUN OLACAĞINA
2- Akıl ve siyâset:
Ahmak kimse hangi işte olursa olsun, işine zarar verir. Bunun için, dîni anlatacak kimselerin akıllı ve zekî olması lâzımdır. Meşhur bir atasözümüz vardır: “Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun.” Hizmette, akıl ile birlikte ilm-i siyâseti de devreye sokmak lâzımdır. Buradaki siyâset, bugünkü politikacıların yaptığı siyâset değildir. Kendisine ve başkasına zarar vermeden en iyi hizmeti yapabilmektir. Bunun için Müslüman, soğukkanlı olmalıdır. Duygularının, heyecanının esiri olmamalıdır. Nerede nasıl hareket edeceğini iyi bilmelidir.
Evliyâdan bir zât, bir gün câmide akıl ve siyâset ile ilgili vaaz ederken buyurdu ki: “Diyelim ki içinizden birisi evine vardığında, bir de baktı ki küçük çocuğu evin çatısında tam kenarda yürümekte, düştü-düşecek durumdadır. Böyle durumda hemen heyecanlanıp çocuğa bağırıp çağırılmaz. ‘Mâşâallah, sen ne güzel yürüyorsun. Aşağıya in, sana bak ne getirdim’ denir. Aşağıya indikten sonra, onun anlayacağı şekilde, bir daha öyle tehlikeli yerlerde dolaşmaması için bağırır, çağırır azarlar. İşte bu bir siyâsettir...”
Eskiden medreselerde, ilm-i siyâset dersi gösterilirdi. Talebenin biri, sıra ilm-i siyâsete gelince, “Buna lüzûm görmüyorum, ben artık gidebilirim” demiş ve medreseden ayrılmış. Yolda bir köye uğramış. İmâmın vaazını dinlemiş. Bakmış ki, bozuk i’tikâdlı biri. Namazdan sonra hemen ayağa kalkıp, cemâate, “Sizin bu imâmınız bozuk i’tikâdlı birisidir. Namazlarınız boşa gidiyor, bunun arkasında namaz kılmayın” demiş.
İmâm kendini köylülere çok sevdirmiş biriymiş. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. İmâmın bir işâreti üzerine, adamı hemen dışarı atıp iyice bir dayak atmışlar. Talebe hatâsını anlayıp hemen medreseye geri dönmüş. İki sene de siyâset dersi aldıktan sonra, aynı köye tekrar gitmiş. Bu defa cemâate demiş ki: “Sizin bu imâmınız az bulunur bir insandır. Kıymetini bilin, her kim bunun sakalından bir tel koparır yanında bulundurursa, başına belâ gelmez.”
HER DOĞRU HER YERDE SÖYLENMEZ
Bunun üzerine, cemâat imâmın sakalını yolmak için hücum eder. İmâm kendini dışarı zor atar, canını zor kurtarır ve köyü terk edip gider. Böylece bozuk i’tikâdlı imâmdan köylüleri kurtarmış olur. İşte bunlar siyâsete birer misâldir.
Bundan anlaşılıyor ki, dîni anlatacak kimsenin, karşısındakilerin dînini ve dünyasını iyi bilmesi lâzımdır. Bu talebe cemâatin durumunu bilseydi önceki hâdise başına gelmezdi.
3- İhlâs:
Yapılan bütün işlerin kabûl edilmesi ve âhirette faydası olması için bunların ihlâsla, yanî Allah rızâsı için yapılmış olması lâzımdır. İhlâs, dünya menfaatlerini düşünmeyip amellerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet ederken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun için âlimlerimiz, ilim, amel ve ihlâsın beraber olmasını şart koşmuşlardır. Bunlardan biri eksik olursa maksada kavuşulamaz.
Kâr-zarar hesabını iyi yapmayan kaybeder! |
|
Akıllı insan hesabını hep kâr üzerine yapar. Zarar üzerine hesap yapanın aklından şüphe edilir. Zamanımızda, dünyaya yönelme eğiliminde hızlı bir artış görülmektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu manayı bir tarafa bırakıp, madde için yani dünyalık şeyler için yaşamakta ve bu uğurda ölmektedir. Manayı, maneviyatı bir tarafa bırakamayanların da, bunlarla ilgileri şekli, sathi boyutta kalmaktadır. Çok kimse, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor, çalışıyor ve didiniyorlar da, sonsuz bir saadet ve felâket karşısında bulunduklarına önem vermiyorlar; yarına çıkacakları garantisi olmamasına rağmen 15-20 sene sonrasının planlarını yapıyolar. Bu, akıllıca bir iş değildir çünkü kârlı bir yatırım değildir.
Akıllı insan ahiret yatırımına öncelik verir. Dünya işlerinde tevekkül emir edildi. Ahiret işlerinde emredilmedi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emir olundu. Burada, Allahü tealanın azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. İslamiyete uymamız, yani emir edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur.
BU AHMAKLIK DEĞİL Mİ?
Hâl böyle iken, tersine ahiret işlerinde tevekkül ediliyor, dünya işlerinde tevekkül edilmiyor. Örneğin, günümüz insanı, dinimizin emir ve yasakları karşısında, Allah affeder diyor, fakat dünya işlerinde kılı kırk yarıyor. Bu akıllılık mıdır, ahmaklık mıdır?
Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Canlı cansız her şeyi onun emrine bıraktı. Buna karşılık, onlara dünya ve âhirette yine kendileri için faydalı olacak vazîfeler yükledi. Bunları bildirmek için, Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler gönderdi.
İnsan, dünyaya gönderilmesinin sebebini, dünyadaki hayat mücâdelesini ve yaşama kurallarını bilmezse, yâhut bilip de onlara göre hareket etmez ise, elbette zararı kendine olacaktır. Bunları yerine getirip getirmemenin Cenâb-ı Hakka bir faydası, bir zararı olmaz.
Dinin kurallarını yani, emir ve yasaklarını yerine getirmede, eksiği kusuru varsa hiç olmazsa, kabahatini bilip saygıda kusur etmemelidir. Bunlarda, eksiklik, yanlışlık aramamalıdır. Peygamber efendimize, İslamiyet nedir? diye sorulunca, Ettazim-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah, diye cevap buyurmuştur. Yani, Allahü tealanın emirlerine tazim ve hürmet ve mahluklarına şefkattir. Yapamasa bile dinin emirlerine inanıp saygı gösteren imanını muhafaza etmiş olur. İslam ahlakını ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenen akıllı bir kimse, İslama ve Peygamberimizin güzel huylarına, başarılarına âşık olur.
ZARAR ETME İHTİMALİ YOK
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayatını ve İslâm dîninin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın O’na hemen inanması, O’na âşık olması, iman edip seve seve Müslüman olması, insanlık îcâbıdır. Akıl da, mantık da bunu emreder. İnanmamak akılsızlık olur. Çünkü inanan ve inandığı gibi yaşayan her zaman kârdadır. Zararda olma ihtimali yoktur.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Müslümanlar, ahirete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azap çekeceklerdir.”
İslam âlimleri, ahiretin varlığını isbat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini ispat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Kârını zararını bilmemek olur. Kârını zararını bilmeyen de, bedbaht olur. Her işinde, kârını zararını düşünen, maddeye değil manaya öncelik veren ise, hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur...
Akıl ve zekanın önemi |
|
“İslâmiyet akıl dinidir. Aklımın almadığı şeye inanmam” diyenleri işitiyoruz. Bu sözün ikinci kısmı yanlıştır. İslâmiyet akıl dinidir. Hadis-i şerifte (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruluyor. Fakat akıl eşit değildir. Bir cahil ile bir âlimin aklı aynı değildir. Akıllar eşit olsaydı, herkes aynı şeyi düşünürdü.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslâm ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslâm âlimi denir. Akıl göz gibidir. İslâmiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikati göremez. Görmesi için İslâm ışığı gerekir. Eğer İslâm, hak ile batılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile batılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Şu hâlde hak ile batılı ayıramayana akıllı denmez. Akıllı kimdir? Hadis-i şerife, (Akıllı, Allaha ve Peygambere inanıp ibâdetlerini yapandır.) buyuruluyor. Demek ki dinsiz, imansız kımse veya inandığı hâlde ibâdet etmeyenin aklı tam değildir. İnanıp ibadet edenler arasında en akıllı kimdir? Hadis-i şerifte, (En akıllı, Allahtan en çok korkandır) buyuruluyor. Kuran-ı kerimde ise, (Allahtan en çok korkan âlimlerdir) buyuruluyor. Şu hâlde âlimler en akıllı kimselerdir. Peygamber efendimize suâl edildi ki:
- Ya Resulallah en âlim kimdir?
- En akıllı olandır.
- En çok kim ibâdet eder?
- Aklı en çok olan
- En faziletli kimdir?
- Aklı en üstün olandır.
Demek ki ilmi ve ibâdeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği suâl edildiğinde Peygamber efendimiz (Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır) buyurdu.
Âişe validemiz suâl etti ki:
- Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir?
- Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür.
- Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi?
- Ya Âişe insanlar, akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.
İbni Abbas hazretleri de, (Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır.) buyurdu. Hadis-i şerifte, (Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz) buyuruldu. Hikmet ehli, ibâdetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belâlara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir.
Zeka, sebep ile netice arasındaki bağlılıkları anlama ve düşünebilme kabiliyetidir. Her akıllı zeki almayabilir. Her zeki de akıllı değildir. Zeki kimse, tecrübelerle, akıllı kimselerden öğrendiği bilgi ve usullerle büyük işler başarabilir. Nitekim birçok gayri müslimin zeki olduğu bilinmektedir. Bir aslanın zekası, insan zekası kadar kuvvetli olsaydı, bu aslan, öteki aslanlardan on bin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, zekasının çokluğu kadar topluma büyük tehlike olur. Aklın çok çeşitli dereceleri vardır. Müminin dini ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin de dini ve dünyevi aklı vardır. Kâfirin dünya işlerine eren aklı, ahıret işlerine eren aklından daha üstündür.
|
|
Aklın dindeki yeri |
|
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazan doğruyu bulur, yanılması ise daha çok olur. En akıllı denilen kişi, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez.
İnsanların şekil ve ahlâkları gibi, akıl ve ilimleri de farklıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. O hâlde, din işlerinde akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Mutezile’ye göre aklın yolu birdir. Akıl herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allahın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Halbuki haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Akıl dinde delil değildir. Dinimizde delil dörttür: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha.
Bid’at ehli, (Aklın ve dinin yolu birdir. Dört mezhebi bire indirmelidir! Akla ve dine uygun olanlarını toplayıp bir mezhep haline getirmek gerekir) diyor. Halbuki Peygamber efendimiz farklı ictihadların rahmet olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de her işte ölçü olmaz. Allaha ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. İslâm âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, peygamberlerin bildirdikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar veya alıştığı düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu dünya işlerine benzetmeye kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatmaya çalışır. Akıl, his ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir ölçü aletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara akıl erdiremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla uyup uymadığına bakmadan inanmak gerekir.
Peygamberlerin, aklın üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Engin denizde acemi kaptanın pusulasız yol almasına benzer.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulurdu. Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş ve lüzumsuz yere göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her yerine, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Her peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
|
|
Akletmek ne demek? |
|
Kur’an-ı kerimde, birçok yerde (Akletmez misiniz) ifadesi geçmektedir. Bid’at ehli kimseler, felsefeciler, bu âyet-i kerimeleri istismar ediyorlar. (Allah akledin, düşünün, diyor, kimisi bizi düşünmekten, akletmekten, akılla Kur’anı anlamaktan, dini hükümler çıkarmaktan bizi alıkoymaya çalışıyor) diyorlar. Akletmekle ilgili ayetlere bakın, hiç birinde, (Kur’anı anlamak için akledin veya dini hüküm çıkarmak için akledin diye bir ifade yoktur. Akletmekle ilgili birkaç örnek verelim:
(Ey kavmim, buna karşlıkı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz?) [Hud 51]
Peygamber efendimiz, dini bildirirken ücret istemiyor, makam istemiyor, padişahlık istemiyor. Yani benim bu işte dünyalık bir menfaatim yok. Ben işi sırf Allah rızası için yapıyorum. Bu kadarını da akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz anlamındadır. Akletmek, akıl ile hüküm çıkarmak demek değildir.
(Geceyi gündüzü, güneşi ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır.) [Nahl 12]
Gecenin gündüzün gelişinde, ayın güneşin insanlara sağladığı faydalar ve yıldızlar Allahın emri ile var oldukları, hareket ettikleri akleden, düşünebilen kimseler için ibret dersleri vardır deniyor. Akıl ile hüküm çıkarın denmek istenmiyor.
(İbrahim: “Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara niçin taparsınız? Size de, taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?” dedi. [Enbiya 66-7]
Ellerinizle yaptığınız putların size bir fayda ve zarar vermediği meydanda iken, onlara tapmanın vereceği zararı akletmiyor musunuz deniyor. Yoksa aklını kullan da dini hükümler çıkar denmiyor.
(Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha iyi ve devamlıdır. Akletmez misiniz?) [Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?] {Kasas 60}
Dünya hayatındaki şeyler ne kadar kıymetli olursa olsun, hepsi bir gün yok olacak, ama ahirette verilecek olanlar ise devamlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz deniyor. Yoksa akledin de akıl ile hüküm çıkarın denmiyor.
(Akledesiniz diye Kur’anı Arapça okunan bir Kitap kıldık.) [Zuhruf 2-3]
Kur’an-ı kerimi herhangi bir dil ile değil, en geniş, en açık, en ahenkli olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhî bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız. Demek ki ayetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44)
Bazıları da, (insanın namazda okuduğunu anlaması gerekir, onun için Kur’anın tercümesini okumalı) diyorlar. Böyle demek, ibâdetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmayı gösterir. Çünkü, namazı, insanın kendisi tertip etmemiştir. Her ibâdetin nasıl yapılacağını Allahü teâlâ Peygamberine bildirmiştir. O da, bunları öğrendiği gibi Eshabına bildirmiştir. Din imamlarımız bunların hepsini Eshab-ı kiramdan anlamışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki: Namazda okunacak Kur’anın, Allah kelamı olması gerekir. Tercümeleri Allah kelamı olmaz. Namaz dışında Müslümanlar, kendi dilleri ile de duâ edebilir.
Din konusu dikkat ister |
|
İslâmiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslâmiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allaha ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsaydı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilseydi, Peygamberlere lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulabilirdi ve Allah, hâşâ Peygamberleri boş yere göndermiş olurdu. Bunlar bilinemeyeceği için, Allah, her asırda, Peygamber göndermiş ve son olarak da bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Din yeni inmedi. Dinimizde eksiklik yoktur. Yeni bir şey ilave etmek veya çıkarmak dini bozmak olur. Sanki asırlardır gelen İslam âlimleri yanlış hüküm vermişler gibi, âyetler ve hadisler yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bu çok kötü bir durumdur. Milliyet Gazetesinden Doğan Heper bile, bu durumu beğenmemiş, “TV’lerdeki din savaşları” isimli yazısında diyor ki:
“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.”
Bugün bu sözün anlamını daha iyi kavrıyoruz.
Birçok kişi gibi TV’leri yakından izlerim. Beğenelim, beğenmeyelim TV’ler güncel haber, bilgi kaynağımızdır. Ukalalık bilenin hakkıdır.
Temel bilgi eğitimdeyse, güncel bilgi medyada, yani TV ve gazetelerdedir. Hele bizim gibi işi gazetecilik, habercilik olanlar için TV izlemek bir lüks değil, görevdir. En basitinden; kameralar 24 saat, gece gündüz dünyanın her yerinde olayların peşindedir. Onlara takılırsanız siz de dünyadan haberdar olursunuz.
TV’lerde bir gecedeki 5-6 adet tartışma, haber programı, 18-20 uzmanın görüşü eder.
O uzmanların güncel olaylar hakkındaki birbirine zıt veya paralel görüşlerini anında öğrenmek ancak TV’lerin bu programlarını izlemekle mümkündür.
Kur’an’da; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diyor.
Din ve İslam konusu da TV’lerin tartışma konularının başında geliyor.
Önceki gün bıçaklanan Prof. Zekeriya Beyaz’ı da, daha İlahiyat Fakültesi Dekanı olmadan o programlarda aykırı fikirleriyle tanıdık.
Bilimsellik şüphe temeline oturur, bilimsel olan akıl yürütmeyle ilgilidir. Din; inanç meselesidir, fazla tartışma kaldırmaz.
Ama TV çıktı, din, İslam, itikat ve ibadet öyle tartışılır hale getirildi ki, bu tartışmaları izleyenler neredeyse dinden, imandan çıkar hale getirildi.
Önüne gelen, uzman veya uzman zannedilen, kendine göre bir içtihat yaratır oldu. Birinin söylediğini öteki tekzip eder oldu.
Yalnız, “Kur’an” diyenler. “Kur’an ve hadis” diyenler. Sahih hadis ve uydurma hadis diyenler. Tarikatlara ve din ulemasına göre birbirine zıt çeşitli tefsir ve yorumları ortaya koyanlar. Konuşmacıların kendi farklı görüş ve yorumları, derken sade vatandaş şaşırdı, kör kuyuya atılmış gibi oldu, etrafını göremez oldu. Bazılarının inancı sarsıldı.
Zaman zaman bu tartışmalarda kavgalar da çıktı.
Konca Kuriş öldürüldü. Prof. Beyaz bıçaklandı.
Bu kadar nazik bir konuyu, inanç konusunu, bilenin bilmeyenin her gün tartıştığı bir sorun haline getirirseniz olacağı budur. (Doğan Heper, Milliyet 10 Ocak 2001)
Akıl büyük nimettir |
|
Büyük bir nimet olan akıl ile gerçekleri görmek mümkün olur mu? Selim olan akıl ile gerçekler görülür. Selim olan akıl ise ancak peygamberlerde bulunur. Selim olmayan kendi aklımıza uyarsak doğruyu bulmak çok güç, hatta imkansızdır. Çünkü her gruptaki insan, “Bu grup doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte, selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, bu kadar grup meydana çıkmazdı. Bu gruplara girenler de, aklına göre bu grupları tercih etmişlerdir. Akla uyulduğu için sayısız grup, sayısız hizip meydana çıkmıştır. Hatta akla uyulduğu için, beşeri dinler uydurulmuştur. Akla uyulduğu için, bu ümmetin arasından da 72 sapık fırkanın çıkacağını Resulullah efendimiz haber vermiştir. “Hangi grup çoğunlukta ise doğru odur” mantığı ile hareket edilirse, yine doğruyu bulmak mümkün olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. (Enam 116)
Bu girişten sonra sanki doğruyu bulmak zor zannedilebilir. Hiç de zor değildir. Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız bir işte, âlimlere uymamızı, âlim olanların da, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymalarını emrediyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, doğruyu bulur. Doğru olan bir taife her zaman bulunur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Her devirde doğru yolda olan bir taife bulunur. Bunlara, hiç kimse zarar veremez.) [Mişkat]
Kitapçılarda bulunan İslâm kitapları arasında bozuk olanları çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır.
Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlerin vârisleri olan âlimlere dil uzatan, onları âlim oldukları için kötüleyen kimsenin imanı gider. Bir de İslâm âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan dinde reformcular vardır. Bunların ihanetlerini bildirmek, kötülemek olmaz. Dinin emrine uymak olur. Kötüye kötü, kirliye pis demek yanlış değildir. Temize pis demek kötülemek olur. Kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları, onların zararından korumaya çalışmak farzdır. O halde bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. İslamiyeti yanlış anlatan kötü din adamları, büyük vebal altındadır. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır.
Kötü din adamları için, (Bu kimselerin hiç iyi tarafı yok mudur?) denilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak, imansızların yol, köprü, cami, yaptırmak gibi hiçbir ameline sevap vermiyor, cehenneme atıyor. Böyle kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(İlmini ticarete alet eden kötü âlimlere yazıklar olsun. Devlet adamlarına yaklaşır, menfaat temin etmeye çalışırlar. Bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]
(Bir zaman gelir ki, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) [Ebu Nuaym]
(Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan daha önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberânî]
(İlmi ile amel etmeyen âlim, kıyamette en şiddetli azaba düçar olur.) [Beyhekî]
(Kıyamette, ilmi ile amel etmeyen âlimin cehennemde çıkardığı kötü kokudan, cehennem ehli rahatsız olarak şöyle seslenir: “Ey kötü kimse, çektiğimiz eziyet ve bu acı durum yetmiyormuş gibi, bir de senin çıkardığın kötü kokuya mı katlanalım? Sen ne yaptın da bu duruma düştün?” Âlim ise, “İlim sahibi idim, fakat ilmimle amel etmezdim” diye cevap verir.) [İ. Ahmed]
Aklın dinde önemi büyüktür |
|
Bir insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahın bildirdiği doğru yolu bulabilir mi?
CEVAP: Tarih incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Herbiri için bir suret, simge yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır. Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Akıllı, Allahtan en çok korkan, Onun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(İnsanların yaptıkları hayırların mükafatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebuşşeyh]
(Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.) [Deylemi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları Peygamber bildirir. Peygamber, uzman bir tabip gibidir. İlaçların tesirlerini iyi bilir. Halk arasında, akla dayanarak, uzun tecrübelerle bazı ilaçların tesiri bilinirse de, akıl sahibi kimseler, bunu bilinceye kadar tehlike ve zararlara düşer. Bunları bilmeleri için, yorucu, uzun zaman gerekir. Aklını, başka lüzumlu işleri yapmak için kullanmaya vakit kalmaz. Tabibe az bir şey vermekle ilaçların faydalarına kavuşurlar. Hastalıktan kurtulurlar. Peygambere lüzum yoktur demek, tabibe lüzum yok demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdikleri teklifler, Allahü teâlâdan vahy olduğu için, hepsi doğrudur. Hepsi faydalıdır. Tabibin bilgileri, düşünce ve tecrübe ile olduğu için, hepsinin doğru olduğu da söylenilemez.
Akıl, göz gibidir, İslamiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
|
|
Akla olan ihtiyaç |
|
Sual: Dini anlayabilmek için, başkalarının (Peygamberin, sahabenin ve âlimlerin) aklı /gözü /kabulü ile değil, kendi aklımızla idrake çalışmalıyız. Allah her kula iyiyi kötüden seçip ayırt edebilme yetisi (furkan) vermiştir. Bu yetiyi kullanmayıp Peygamber, sahabe ve âlimlerin aklı ölçü olmamalıdır. Allah aklını kullanmayanları kötülemiyor mu?
CEVAP: Bu ne kadar yanlış bir görüş. Resulullahı ve âlimleri ölçü almamak Kur’an-ı kerimi kabul etmemek demektir. Çünkü Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’a [Kur’ana] ve Resulüne [Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] {Âlimlerin sünnete bakması ayıplanacak şey mi? Allah’ın emri değil mi?]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlime] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] {Ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Resulullah da (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)}
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43] {Demek ki herkes Kur’an-ı kerimi anlayamıyor, ancak âlimler anlıyor. Âlimleri rehber edinmek niye ayıplanıyor ki?
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] {Bilmeyenin âlimlere sorması Allah’ın emridir.}
(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] {Çünkü âlim Allah’ı en iyi tanıyor ki, ondan korkuyor. Allah’tan korkmak büyük mertebedir. Resulullah, (Allah’tan en çok ben korkarım) buyurdu. (Buhari) Bu âyet ile bu hadis-i şerif âlimin değerinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir.}
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9] {Demek ki akıl herkeste ölçü olmuyor, bilen de bilmeyen de var. Resulullahın ve âlimlerin yanında kendi aklımızın ne önemi var? Öyle olsa idi akıl sayısı kadar din olurdu. Nitekim aklına göre Kur’anı yorumlamaya çalışanlar, sayısız grup ve fırkanın meydana çıkmasına sebep olmuşlardır. Âlimlere uyan, bilenlere soran aklını kullanmış olur. Yüzme bilmeden, herkes yüzüyor, onlar da insan diyerek deryanın ortasına atlayan kimse, çok geçmeden boğulur. Herkes haddini bilmelidir.}
Hangi şeyin hak, hangi şeyin bâtıl, hangi şeyin iyi, hangisinin kötü olduğu da ancak, dinin bildirmesiyle anlaşılır. İnsanların iyi veya kötü demesiyle, bir şey iyi veya kötü olmaz. Çünkü birisine göre iyi olan bir şey, diğerine göre kötüdür. Mesela evlilikte nikah, Müslümanlara göre, lüzumlu ve iyi ise de, bazı ateistlere göre saçmadır! Bu bakımdan akıllı kimdir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
Akıllı kimdir?
(Akıllı olan, Allaha ve Resulüne inanıp ibadetlerini yapar.) [İbni Muhber]
(Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.) [Tirmizi]
(Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.) [İ. Gazali]
Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir.
Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Akıl insanlar arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek çok yanlıştır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir?
|
|
|
En akıllı kimdir? |
|
Sual: Bazı hadislerde şu on kısım, dokuzu şöyle deniyor. Bunlar kesinlik bildirir mi? Mesela (Hayâ on kısımdır. 9’u kadında, biri erkektedir) hadisi de aynen böyle mi, yoksa bir açıklaması var mı?
CEVAP: Genelde bu ifadeler çoğunluğu bildirir. İlla on olması gerekmez. Bu genel bir oranlamadır. Genelde kadın, erkekten daha hayâlıdır anlamındadır. Hayâsız kadın olmaz veya kadından daha hayâlı erkek olmaz anlamında değildir. Mesela Eshab-ı kiram, Peygamber efendimiz için, (Resulullahın hayâsı, bâkire İslam kızlarının hayalarından daha çoktu)buyuruyorlar. Aşağıdaki hadis-i şeriflerde bilinenleri bu açıdan anlamak gerekir:
(İbadet on kısımdır; dokuzu helal kazanmak, biri de diğer ibadetlerdir.) [Beyheki] (İbadetlerin kabul olması için helal kazanmanın önemi bildiriliyor. Helal kazan da ibadet etmesen de olur denmiyor.)
(Hayâ on kısımdır; dokuzu kadında, biri erkektedir.) [Deylemi] [Kadınların daha hayâlı olduğu bildiriliyor, kadın bozulunca, ailenin, cemiyetin bozulacağına işaret vardır.]
(İlim on kısımdır; dokuzu Ali’de, biri diğer insanlardadır.) [Ebu Nuaym] (Hz. Ali’nin ilminin çok olduğu bildiriliyor.)
(Hikmet [faydalı şeyler], on kısımdır. dokuzu uzlette, biri susmaktadır.) [Beyheki] (İnsanlardan uzak duran, az konuşan insanın daha az günah işleyeceği bildiriliyor.)
(Cimrilik on kısımdır; dokuzu Fars’ta, biri de diğer insanlardadır. Cömertlik ondur; dokuzu Sudan’da biri diğer insanlardadır. Kibir on kısımdır; dokuzu Rum’da, biri diğer milletlerdedir.) [Hatib] (Cimriliğin Fars’ta, cömertliğin Sudan’da, kibrin ise Rum’da daha çok olduğu bildiriliyor.)
(Rızkın dokuzu ticarette, biri de hayvancılıktadır.) [İbni Sa’d] (Ticaretin önemi bildiriliyor. Bunların dışında da ticaret yolları yok demek değildir. Mesela çiftçilik, terzilik, marangozluk, demircilik, hizmetçilik vs.)
(Hayrın dokuzu Şam’da, biri diğer ülkelerde. Şam da fesada uğrarsa sizde artık hayır kalmaz.) [Hatib] (Şam o zaman en uygun yerlerden imiş. Şimdi Şam da bozuldu, Bağdat da...)
Tefsir-i kebir’de diyor ki:
Haset on kısımdır; bunların dokuzu din adamlarında bulunur. (Din adamlarının daha çok haset ettikleri bildiriliyor.)
Dünya sıkıntıları on çeşittir; bunların dokuzu salihlerde bulunur. (Salihlere daha çok sıkıntı, bela geleceği bildiriliyor.)
Zillet on kısımdır; 9’u Yahudilerdedir. (O devirde Yahudilerin zillet içinde yaşadıkları bildiriliyor.)
Tevazu on kısımdır; 9’u Nasara’dadır. (O devirde Hristiyanların genelde alçakgönüllü oldukları bildiriliyor.)
Şehvet on kısımdır; dokuzu kadında, biri erkektedir. (Şehvetin kadında daha çok olduğu anlaşılıyor. Ama hayâsı da çok olduğu için birbirini dengeliyor. Kadın hayâsızlaşınca denge bozulur.)
Akıl on kısımdır; dokuzu erkekte, biri kadındadır. (Erkeklerin genelde daha akıllı olduğu bildiriliyor. Bu, her erkek, her kadından akıllı demek değildir.) Peygamber efendimiz, (En akıllınız, Allah’tan en çok korkan, dinimizin emir ve yasaklarına en güzel şekilde riayet edendir) buyurdu. Bir başka hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(En akıllınız, ölümü çok hatırlayan, ahiret için azık toplamakta acele edendir. Ölümü çok hatırlayan dünya ve ahiret saadetine kavuşur.) [Taberani]
Kısacası sonsuz saadetini düşünen ve buna göre tedbirini alan daha akıllıdır.
|
|
|
|
Selim akıl |
|
Sual: Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz deniyor. İctihadda yanılmak bundan farklı mıdır?
CEVAP: İctihadda yanılmak, farklıdır. Eshab-ı kiram, Resulullah efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları, hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi.
Hayrın şerrin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğu gibi, Peygamberlerini yanıltan da Allahü teâlâdır. Resulullah efendimiz bir namaz kılarken yanılıyor. Sonra, (Yanıltıldım, unutturuldum) gibi ifadelerle cevap veriyorlar. Bir dini hükmün ortaya çıkması için, Allahü teâlânın yanılttığı veya unutturduğu meydana çıkıyor.
Esirlerin öldürülmesi olayında da, Resulullahın amcası Abbas ve daha bazı esirler daha sonra Müslüman oldular. Sadece Hazret-i Abbas’ın soyundan binlerce âlim, büyük zatlar geldi. Eğer öldürülmüş olsaydı, bu nesil gelmeyecek ve kendisi de Cehennemlik olacaktı. Buradaki yanılmanın ne kadar rahmet olduğu meydana çıkıyor.
|
|
|
Aklın tefsiri |
|
Sual: Bazı kimseler, (S.Ebediyye’de, insan, cin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırabileceği yazıyor. Peygamber de insan olduğuna göre, nasıl hakkı bâtıl ile karıştırabilir? Cinden de evliya olabilir, melekler ise zaten günah işlemez) diyorlar. Bu işin aslı nedir?
CEVAP: O yazı, Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin (Aklın tefsiri) başlıklı yazısında geçiyor. Yazıdaki o kısım aşağıdadır. Yazının tamamı S.Ebediyye’den okunursa mesele anlaşılır. Yazıda akıl, selim akıl ve sakim akıl diye ikiye ayrılıyor. Selim akıl, Peygamberlerde bulunur ve hiç yanılmaz buyuruluyor. Melekler de, (Âdem’e secde edin) emrinden sonra, günah işlemeyecekleri için, yanılma söz konusu olmaz. Yani Allahü teâlâ, Peygamberlere de, meleklere de, yanılmayacak şekilde akıl vermiştir. Bu akla, selim akıl dendiği, aşağıdaki yazıda bildiriliyor. Yazıda, Peygamber ve melek hakkı bâtıl ile karıştırabilir diye bir ifade geçmiyor. Aklın özelliği anlatılıyor. Akıl, hakkı bâtıl ile karıştırabilir; ama selim olan akıl karıştırmaz buyuruluyor. O halde, Peygamberlerin ve meleklerin hakkı bâtıl ile karıştırdıkları elbette söylenemez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yazısının o kısmı şöyledir:
(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl, sakim akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde, asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte, muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)
Saat, bilezik ve yüzük
Sual: Kadınların saat, bilezik, yüzük takarak sokağa çıkmasında bir mahzur var mıdır?
CEVAP: Evet, mahzurludur. Dışarıda yabancılara görünmeyecek şekilde takılabilir.
Kaza kılarken mekruh vakit girse
Sual: Bir kimse, ikindiden sonra kaza namazı kılarken, secde-i sehvi gerektiren bir hata yapsa, selam verirken akşama kırk dakikadan az kaldığını anlarsa, secde-i sehvi yine yapması gerekir mi?
CEVAP: Bir kimse, ikindiden sonra kaza namazı kılarken selam verir vermez, güneş kızarmışsa [yani akşama kırk dakikadan az kalmışsa] secde-i sehiv sakıt olur, yani yapmaz.
|
|
|
Ahmak kime denir? |
|
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz kimsedir. Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım.) buyurdu. Âlimler de buyuruyor ki:
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklıktır. (Hz. Ali)
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti vermek ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir... (İmâm-ı Rabbânî)
Kaza borcu var iken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî)
Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükuttur. (İbni Hibbân)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. Nefs ahmaktır, her istediği kendi zararınadır. (Muhammed Masum)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
İmran bin Husayn hazretleri, hadis-i şeriflere ve diğer delillerden değil de, (Bana yalnız Kur’andan bildir) diyen birine, (Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin) buyurdu.
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı-koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler sonra Allah affeder diye ümitlenir.) [Tirmizî]
(Ahmak, ahmaklığından fasıkın [Açıktan günah işleyenin] günahından daha büyük bir derde düşer.) [Hakîm]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî]
(Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî]
(Ahmaklığın en kötüsü ve dalâletin [sapıklığın] en büyüğü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir. [Deylemî]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir buğday tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’anı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Sefihlerin, ahmakların inandığı gibi mi inanalım?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13
6 Şubat 2004 Cuma
|
|
Dostun ahmak ise vay haline!
Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından biri de, güvenilir, gerçek bir dost bulamamasıdır. Hele bir de dost edindikleri ahmak ise vay o kimsenin haline. Ahmak dostla ilgili Mesnevî’de ibretli bir hikaye var. Bugün sizlere bu kıssayı arz etmek istiyorum:
Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı.
Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören iyi niyetli birisi, “Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor.”
Bunun üzerine iyi niyetli kimse şöyle bir ikazda bulundu: “Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır!”
Adam bu ikazı yanlış anladı: “Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir?” dedi. İyi niyetli kimse ikazını şöyle şürdürdü: “Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç!”
Adam ayı ile dostlukta ısrarlıydı: “Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım?” diyerek iyi niyetli kimseyi yanından uzaklaştırmak istedi. İyi niyetli kimse son olarak şunları söyledi: “Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme!
Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, aralarındaki konuşmasına şöyle devam etti: “Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum.” “Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım.” “Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum.” “Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım.” “Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme!”
Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti.
Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu.
Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti.
Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir taşı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı Kelime-i şehadet bile getiremedi.
Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir...
07 Şubat 2004 Cumartesi
|
, |
Ahmak adamın başına gelenler!
Bugün de yine Mesnevî’den ibretli bir hikaye ve bununla ilgili Mevlana hazretlerinden nasihatler nakletmek istiyorum...
Ahmağın biri, İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki:
- Ne olur, “ism-i a’zam” duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim.
İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi:
- Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır.
- Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret.
Adam çok ısrar edince, kendisine “ism-i a’zamı” öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a’zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı.
İsa aleyhisselam “Neden önce bu adamı parçaladın?” diye sorunca, aslan şöyle cevap verdi: “O buna layıktı. Çünkü, duayı iyi niyetle öğrenmedi ayrıca sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu.”
Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki:
- Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm?
Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır.
Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme!
Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla!
Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz.
Hz. Ali Hendek Savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.
Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:
- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum...
Ahmaklığın alâmeti |
|
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belalara, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte, “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur” buyuruldu.
Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki:
“Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, “Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir” demelisiniz.”
Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki:
“Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi.”
Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun.”
“Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır.”
“İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!” (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.)
İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına,
- Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca,
- Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki:
- Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır.
İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur.
Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.”, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır.”
Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir” buyuruldu.
Câhil kimselerin alâmetleri |
|
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur: Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiçbir sevâbı ve hiçbir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhirette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, “Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alışveriş yaptın mı?” diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her Müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhireti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî’ bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından itibaren bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî’ bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar” buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
------
|
|
Ahmak olana verilecek cevap |
|
Sual: Bid’at işlemekle meşhur bir arkadaş, Hak Sözün Vesikaları isimli kitaptaki, (Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût) ifadesinin yanlış olduğunu ve bunun, (Ahmağın cevabı ancak sükûttur) anlamına geldiğini söyledi. Dediği doğru mudur?
CEVAP: Bu söz, hadis imamlarından İbni Hibban hazretlerine aittir. Bu sözün manası şöyledir:
(Ahmağa verilecek hiçbir cevap, cevap olamaz; ona ancak susmak cevap olur.)
Türkçe’de o şekilde değil, (Ahmağa susmaktan iyi cevap olmaz) şeklinde söylenir.
Kur’an-ı kerimde, böyle (Ve ma... illâ) ifadeli birçok âyet-i kerime vardır. Birkaçını bildirelim:
1- (Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemin) [Enbiya 107]
Tercümesi şöyledir:
(Biz seni göndermedik, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)
Yani seni peygamber olarak göndermemiz, başka bir maksatla değil, Müslüman kâfir herkese rahmet içindir. (Beydavi)
2- (Ve me’l hayat-üd-dünyâ illâ metâ-ül gurûr.) [Al-i İmran 185]
Tercümesi şöyledir:
(Dünya hayatı ancak bir gurur metaıdır.) veya (Dünya hayatı, gurur metaından başka şey değildir.) [Meta=eğlence, mal, varlık. Gurur=aldatıcı, yanıltıcı]
Meali şöyledir:
(Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten, bir eğlenceden başka bir şey değildir.)
3- (Ve mâ yeıdühüm-üş-şeytânü illâ gurûra) [Nisa 120]
Meali şöyledir:
(Şeytan, aldatmak için onlara vaatlerde bulunuyor.)
(Şeytanın vaatlerde bulunması, aldatmaktan başka şey değildir.)
4- (Ve mâ erselnâke, illâ mübeşşiren ve nezira) [İsra 105]
Tercümesi şöyledir:
(Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.)
Meali şöyledir:
(Seni yalnız [inanıp itaat eden Müslümanları Cennet nimetleriyle] müjdeleyici ve [inkâr edip isyan eden kâfirleri cehennem azaplarıyla] korkutucu olarak gönderdik. [Başka bir maksatla göndermedik.])
|
5- (Ve mâ enzeler-rahmânü, min şey’in in entüm illâ tekzibûn) [Yasin 15]
Meali şöyledir:
(Rahman hiçbir şey indirmedi. Siz, yalancılardan başkası değilsiniz.)
Âyet-i kerimenin tamamı şu mealdedir:
(Kâfirler dedi ki: Siz de bizim gibi bir insansınız, bizden ne üstünlüğünüz var ki? Allah kitap falan göndermedi, siz yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz.)
6- (Ve ma yechadü bi âyâtinâ, ill-el kâfirun) [Ankebut 47]
Meali şöyledir:
(Âyetlerimizi kimse inkâr etmez, ancak kâfirler inkâr eder.)
Türkçe’de şöyle söylenir:
(Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakilleri de, bid’at ehlinden başkası inkâr etmiyor.]
7- (Ve ma yezîdihüm illâ nüfûra) [İsra 41]
Tercümesi şöyledir:
(Hiçbir şeylerini arttırmaz, ancak nefretlerini artırır.)
Mealleri şöyledir:
(Ancak onların nefretini artırır.)
(Onların nefretinden başka bir şeylerini arttırmaz.)
(Kur’anı kerimdeki öğüt verici açıklamalar, kâfirlerin, nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmaz.)
[Ehl-i sünnet âlimlerinden yaptığımız nakiller de, bid’at ehlinin nefretlerini artırmaktan başka şeye sebep olmuyor.]
Bu yedi örnek gösteriyor ki, İbni Hibban hazretlerinin sözü çok güzel ve doğrudur. Yanlış olan bid’at ehlinin anlayışıdır. Zaten bid’at ehli, Kur’an-ı kerimi de, âlimlerimizin sözlerini de doğru anlayamaz. Anlayamadığı için de 72 sapık fırka meydana çıkmıştır.
Biz yine İbni Hibban hazretlerinin sözünü tekrar ediyoruz:
Ve mâ cevab-ül ahmak-ı illes-sükût
(Ahmağa verilecek en güzel, en isabetli cevap, susmaktır.) |
|
|
|
|
|
|
YENİ ÜMİT DERGİSİ
KUR'ÂN'DA AKIL -1
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
Ayrıca bu âyetler, aklı kullanmadan, araştırma yapmaksızın herhangi bir hükme körü körüne inanılmasını ayıplamaktadır. Dolayısıyla Allah'a ve diğer iman esaslarına imana çağıran Kur'ân-ı Kerîm'in insanların akıllarını kullanmadan aklî kuvvelerini bir kenara iterek inanmalarını istediğini var saymak büyük bir yanlışlıktır. Zaten din, aklı olana hitap etmektedir. Bundan dolayıdır ki "aklı olmayanın dini de yoktur" denilmiştir.
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446.
İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
.
KUR'ÂN'DA AKIL -2
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- Fir'avun dedi ki: (Ey Mûsâ) âlemlerin Rabbi nedir?
- Mûsâ: "O sizin de Rabbiniz evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
- (Fir'avun): "Size gönderilen elçiniz muhakkak delidir" dedi.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
-İnançlı ilmi aklın oluşturulması.Basiretin oluşturulması.
- İlmî aklın oluşturulması.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
M.ŞEVKET eygi yazıları
Akıl dinin kaynaklarından değildir, dini anlamak için alet ve vasıtadır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Mükellef olmanın temel şartı akıl sahibi olmaktır.
Sadece akılla hiçbir din hükmü ortaya konulamaz.
Dinin temeli, ana iki kaynağı Kur'ân ve Sünnet'tir. Akıl onları anlamak, yorumlamak için vasıtadır.
Aklın türleri vardır:
Sıradan akıl.
Selim akıl.
Hendesî akıl (geometri aklı).
İncelik aklı (edebiyata, sanata, hikmete, keyfiyete yönelik akıl).
Muhammedî hedy (yönlendirme, kılavuzluk) olmazsa dünyanın en parlak, en keskin, en üstün aklı tek başına gerçeği bulamaz, doğru yolda gidemez.
Tarih boyunca ve bugün İslâm dünyasında aklı din kaynağı olarak gösterenler bid'atçidir.
Müslüman çocuklar ve gençler içinde çok akıllı, çok zeki, çok istidatlı, çok kabiliyetli, çok vasıflı, çok üstün gençler vardır. Bunlara özel paralel ve alternatif eğitim verilerek; İslâm'a, insanlığa, Türkiye'ye, dünyaya, ülkemize, halkımıza hizmet etmeleri sağlanmalıdır.
İlimsiz aklın fazla kıymeti yoktur.
Akıl iki şekilde ilimle techiz edilebilir (ilim silahı ile silahlandırılabilir):
1. Kişi âlet ilimlerini ve 'âlî ilimleri öğrenir, icazet alır, din âlimi ve fakih olur.
2. Din âlimi olmazsa, icazetli din âlimlerine tâbi olur, onları taklid eder, onların mukallidler için yazdıkları muteber kitaplardaki bilgileri öğrenir; münevver (aydın, nurlu, ziyalı) bir Müslüman olur.
Müslümanın ayrıca, sosyal seviyesine, Ümmet hiyerarşisi içindeki rütbesine göre genel kültür ve çağdaş kültür birikimi olması gerekir.
Her hâl ü kârda Müslümanlar sırf kendi akıllarıyla din hakkında uluorta konuşamazlar, kendi heva ve re'yleriyle din hükmü koyamazlar.
Müslümanlıkta din konusunda en ayıp ve çirkin şey, "Bana göre...Ben bu konuda öyle veya böyle düşünüyorum..." demektir.
Şu anda Türkiye'de ictihad yapacak derecede hiçbir din âlimi ve fakih yoktur.
Bazı icazetsiz ilâhiyatçıların ictihada yeltenmeleri gülünçtür. İcazetleri olmadığı için onlar fetva bile veremez.
Tasavvuf ve ahlâk boyutu olmadan, kişi fakih de olsa eksik kalır.
Selim, olgun, olumlu bir akıl nasıl anlaşılır:
1. Böyle bir akla sahip olan Müslüman sahih bir itikada sahip olur.
2. Namazı dosdoğru şekilde kılar.
3. Faydalı ilim öğrenir, zararlı ilme talib olmaz ve onu öğrenmez.
4. Ahlâk ve fazilet sahibi olur.
5. Dünya tuzaklarına düşmez, zahid olur.
6. Benliğini en büyük düşman bilir. Benliğinin yap dediklerini yapmaz, yapma dediklerini yapar.
7. Dünyayı bir imtihan (sınav) yeri bilir. Ahiret için azık toplar.
8. Allah'ı Rab, Hz.Muhammed'i (Salat ve selâm olsun O'na) nebi, İslâm'ı din, Kur'ân'ı düstur ve imam, Şeriatı nizam olarak kabul eder.
9.İyiliğe yönelik olur, kötülükten kaçınır. İyilik yapamıyorsa, hiç olmazsa kötülük yapmaz.
10. Bütün ömrü boyunca Allah'ı kendisinden razı ve hoşnud etmek için çalışır, davranır, hareket eder.
Bu yazdığım fazilet ve hasletlere sahip olabilmek için rabbanî ulemâya ve fukahaya, kâmil mürşidlere tâbi olmak, onların yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamak, gerekir.
Ulemâ ve fukaha ikiye ayrılır:
Gerçek, rabbanî, ilmi ile 'ameli birbirine uygun hakiki âlimler.
Ulemâ-i su', yani kötü âlimler. Bunlar Allah'ın ayetlerini, İslâm mukaddesatını ucuza satarlar. Zalimlere yağcılık ve yalakalık yaparlar. Kendilerini seven Müslümanların paralarını devşirirler. Böyle insî şeytanlardan uzak durmak gerekir.
Rabbanî, icazetli, gerçek âlimlere ve fakihlere tâbi olanlar, onları taklid edenler inşaallah ebedî saadete nail olurlar.
Ulemâ-i su'a tabi olanlar, onların peşlerinden gidenler imanlarını ve dinlerini tehlikeye atar, şeytanın tuzaklarına düşer.
Gerçek mürşid-i kâmilin bazı özellikleri şunlardır:
1. Nefsini yenmiş, kemal derecesine ulaşmıştır.
2. Şeriattan kıl kadar ayrılmaz.
3. Sahih itikadlıdır.
4. Başta beş vakit namaz olmak üzere ibadetlerini güzelce ve dosdoğru eda eder.
5. Peygamberimizin Sünnetine sarılmıştır.
6. Kendisini sevenlerden para toplamaz.
7. Onda hubb-i riyaset yoktur.
8.Dünya fâniliklerinin, dağdağalarının, kıyl ü kalinin, boş koşuşturma ve telâşların dışında ve üstünde kalır, entrikalara karışmaz.
Velhasıl akıl nassa, nakle, gerçek âlimlere, gerçek fukahaya, gerçek mürşidlere tabi olmadığı müddetçe serseri mayın gibidir.
Din hükümlerinin ve bilgilerinin kaynağı ve delili dörttür:
Kur'ân... Sünnet... İcmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha...
Akıl kaynak değildir.
Mutlak müctehidler dışında hiçbir Müslüman kendi kafasına, hevasına, re'yine göre ictihad yapamaz. Yaparsa dâll ve mudil olur yani sapıtır ve sapıttırır.
Cenâb-ı Hak cümlemize selim akıl nasip etsin.
Bir salağın not defterinden
İyice anladım ki, çevremdeki herkes salak, bir ben akıllıyım.
O gece Filibit'lerin evinde herkes bana hayran oldu, yıldız gibi parladım...
Raziş bana çılgınlar gibi aşık ama hiç yüz vermiyorum....
Neroş'a kur yaptım, ilgilenmedi. Bu kızın kafasını kör testere ile kesmeli. Benden iyisini mi bulacak?
Bu gidişle ben adam olmam, bir şişe şarap içtim, küp gibi sarhoş oldum, sabahtan ikindiye kadar kendimi bilmeden uyumuşum.Adam dediğin beş şişe içmeli, yalpalamadan yürümeli, saçmalamadan konuşmalı...
Tamu restoranda yumurtada kızartılmış salyangoz ve kurbağa bacağı yedim. Tadı tuzu olmayan iğrenç şeylerdi ama renk vermedim, nefisti dedim.
Profesör Argon Tolgaç'ın "SosyalDebreyaj" kitabını okudum. Ben ondan iyisini yazarım ama kadrimi bilen yok.
Sesimin güzel olduğunu söylüyorlar. Acaba Şantöz Mimi Velosipet'ten ders mi alsam? Bakarsın, on sene sonra Pavarotti gibi bir âlem olurum.
Babamgilin dev inşaatı çökmüş, fazla harçlık veremedi. Beyaz işine gireceğim, korkuyorum.
Cuma günü bir yerden geçiyordum. Cemaat camiye sığmamış, yollara taşmıştı. Ah Atam, bu günleri de mi görecektik?
Yeliz, Neliz ve Martoloj hep birlikte Bayramda Lesbos adasına gidip sakız rakısı içeceğiz. Tabiî başka haltlar da yiyeceğiz. Heh heh heh...
Yazdığım son şiiri arkadaşlara okudum, güldüler, eşekler hoşaftan ne anlar!..
Babamdan yeni lüks bir Mini istedim, ihale alamıyormuş, rantlar çok kısıtlıymış alamam dedi. Babam olmasa onu boğardım.
Dün gece geç vakitlere kadar Cafe Çandragupta'da bizim ekiple düşünsel ve filozofik tartışmalar yaptık. Ben Dadaizm'in Kubizm'in bir çeşidi olduğunu söyledim, ötekiler hayır ikisi ayrıdır dediler. Sonunda ben galip geldim ama kabullenmediler. Ne olacak salaklar.
Bayram yaklaşıyor. Ne garip ülke... Ramazan'da Müslümanlar oruç tutuyor, aç kalıyor, çile çekiyor. Bayramda dinsizler keyif sürüyor.
İlk denemem "Lökorbô" dergisinin Ekim ayında yayınlanacak. Kültür hayatına bir güneş gibi doğacağım.
Ah Semiramis!.. Bana yaptıklarını ölünceye kadar unutmayacağım. (Konunun ne olduğu bir sırdır...)
Perşembe günü Kadıköy'e gittik, Tuvazon Dor'da yemek yedik, Saylan'da Kup Griye... Hayat ne hoş, hayat ne boş...
Mezuniyet Albümü için toplanan paraları yemiştim, matbaa albümleri vermedi. Arkadaşlardan biri beni savcılığa vermekle tehdit ediyor. Alçaaak!..
Zincirlikuyu Mezarlığı'nın önünden geçiyordum. Ana kapının üzerine, "Her canlı ölümü tadacaktır" diye yazmışlar. Gericilik aldı yürüdü. Ölümü düşünmek bile istemiyorum. Yaşasın hayat!..
Neşo, Moşe, Zerduz ve ben Montralon klübüne üye olacağız. Herkesi almıyorlarmış. Babam baskı yapacak. Klüb üyelerinin geleceği parlak oluyormuş. Evet aydınlık ufuklara açık ve temiz alınla koşar adım yürümek ne kıvançlı bir şey...
Ben ne Raskolnikov'um ne de Sibirya'ya gitmek isterim. Martılar gibi özgür olmak isterim. Sibirya çok soğuk, Altınkum'da güneşlenmek ne hoş.
Bugünlük bu kadar...Bende cevher tükenmez, doğurgan bir zihnim ve kalemim var. Yaz yaz bitmez... Güneşe selam, Ay'a selam ey Mirkelam!..
ALLAH'A İNANMAYANLARA CEVAPLAR.
3 Soru ve 1 Cevap...
Çok eski zamanlarda bir şehirde çok kötü bir adam vardı. Geçimsiz, huysuz ve kafirdi. ALLAH’a inanmazdı. Her gördüğü çocuğa ‘ALLAH yoktur olsa idi onu görmemiz gerekirdi’ derdi.
Çok akıllı olduğunu söylerdi.
- ‘Senin aklın varmı’ diyenlere,
- ‘Elbette var’ derdi.
- ‘Haydi aklını göster, deyincede gösteremezdi. Oysa göremediği için ALLAH’ı inkar ediyordu. Aklını ise göremediği halde inkar etmiyordu. Kafirdi. İnkarcı idi. Kendisini yaratan ALLAH’a inanmazdi işte...
Bu Kafir adamın birde komsusu vardı. Çok iyi bir ihtiyardı. ALLAH’a inanır, namazını kılar, küfretmez, kötü sözler hiç söylemezdi. Herkese karşı iyi davranırdı. Mahallenin çocuklarını başına toplar, onlara:
Seni kim yarattı? Diye sorardı. Eğer bilmiyorlarsa öğretirdi.
Seni ALLAH yarattı evladım, derdi.
Peygamberimizin ismi Hazreti Muhammed, dinimiz islam, kitabımız Kur’an, mezhebimiz Ehli-sünnet vel cemaat, diye çocuklara ezberletirdi. Ezberleyenlere şeker alıverir, para verirdi. Oyuncaklar alırdı.
Bir gün kafir komşusu bu iyi ihtiyarın yanına geldi. Beraberinde de kendisi gibi ALLAH’a inanmayan bir sürü adam vardı. O iyi ihtiyara:
Sana tam üç soru soracağız. Fakat cevapları çok zor. Bakalım cevap verebilecek misin? dedi.
Sorun bakalım dedi, o iyi ihtiyar, sorunda alın cevabınızı dedi. Kafir adam söze şöyle başladı:
Birinci sorum: ALLAH vardır diyorlar, fakat ne görüyor ne de gösteriyorlar. Onun için ben yoktur diyorum. Ne dersin?
İkinci sorum: Cehennemde şeytan da yanacaktır, diyorlar. Halbuki şeytan ateşten yaratılmış. Ateş ateşi nasıl yakar?
Üçüncü sorum: Madem ki kader vardır. Herkes yaptığından niçin sorguya çekilsin? dedi.
O iyi adam kafir adama:
- İşte üçüne birden cevabım, dedi. Yerden bir kuru toprak parçası alıp kafirin kafasına vurdu. Herkes şaşırdı kaldı.
- Bu nasıl cevap?! dediler. Kafirin kafasından kanlar aktı. Doğru karakola gitti. O iyi ihtiyarı
şikayet etti. Mahkemeye çıktılar. Hakim iyi ihtiyara:
Bu adamın başına toprak parçası ile vurmuşsun, eğer vurdu isen niçin vurdun, dedi. O iyi ihtiyar: Evet hakim bey onun kafasına tezekle vurdum. Yalnız benim bu hareketim onun bana sorduğu üç sorusuna cevabı idi.
Birinci sorusu şu idi: Madem ALLAH vardır, niçin göremiyoruz. Göremediğimize göre yoktur, buna ne dersin? dedi. Benim cevabım ise şu oldu: Kafasına tezekle vurdum. Şimdi başında acıma olduğunu söylüyor. Bana başındaki acıyı göstermedikçe başının acıdığına inanmam. Madem görmediği her şeyi inkar ediyor, ben de başının acıdığını kabul etmiyorum.
İkinci cevabım da bunun içindedir. Demişti ki, şeytan ateşten yaratıldı. Cehennem de ateş olduğuna göre ateş ateşi nasıl yakar?
İnsanın da aslı topraktır. Ateş ateşi yakmayacağına göre attığım toprak parçası da aslı toprak olan insanı acıtmaması lazımdır.
Üçüncü sorusu da, Madem herkes kaderine göre hareket ediyor; hiç kimse yaptığı işten sorulmamalı demişti. Öyle ise onun kaderinde kafasına tezekle vurulmak varmış, niçin şikayetçi olup mahkemenizi meşgul ediyor, dedi. Hakim o kafir adama baktı:
Bu anlatılanlara ne dersin, dedi. Kafir şöyle söyledi:
Bu komşumun söylediklerinin hepsi doğru ve o haklı. Ondan şikayetçi değilim.
Şimdi ben de ALLAH’ın varlığına inanıyorum. Bazı şeyler bizim şu gözlerimizle görülmezler. Çünkü bizim gözlerimizin yapısı her şeyi görecek şekilde yapılmamıştır, öteki dedikleri de doğrudur.
Şimdi bana da mahallemizdeki çocuklara öğrettiği gibi Müslümanlığı öğretsin, dedi.
Hep beraber mahkemeden çıkıp evlerine gittiler. Çok iyi komşu oldular, Artık birbirlerine hep iyi davrandılar.
Âhıret bilgileri, aklın dışındadır. Bunlara akl ermez
24 — (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında diyor ki: Akl ile anlaşılan şeyler, his uzvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, ya’nî his uzvlarımız, akl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi yokdur. Akl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karâr verebilir?
Nakl yolu ile anlaşılan, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb olur. Akl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır veyâ bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile anlaşılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir mi’yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, aklları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni’ olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir) yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla uymayan birşey yokdur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şeklleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler, akl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emr ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin, insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felesof maskesi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir kâfirin, tâm olmayan aklı ile, ortaya atdığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se’âdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş, ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet ve hayranlıkda bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamış olan, emrleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tâm akl, şaşmıyan, yanılmayan akldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddi’â edebilir mi? Böyle bir iddi’âya, kimse inanır mı? Değil bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en akllıları olarak, seçdikleri meb’ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri ile, başbaşa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri beğenmeyip değişdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfleri, ya’nî mubârek sözleridir.
Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramış ve bugünkü medeniyyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının târîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete karşı durmamış, dâimâ ona uygun bulunmuşdur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî’ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerlerinde,(Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gitdikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araşdırınız. Bütün bunlarda yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emrler buyurmakdadır.
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın var olduğuna inanmakdır. Fen bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. Îmânın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder diyor. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz).
Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra düşmanları tarafından sinsice değişdirilmişdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etdi. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işitdiklerini yazarak, İncîl adında dört kitâb meydâna geldi ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karışdı. Barnabas [Barnabée] adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zemânla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde(Barnabas) ismine bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp i’mâr etmiş ve Kostantiniyye ismini vermişdi. Bütün İncîllerin birleşdirilmesini emr etmiş, mîlâdın 325. ci senesinde, İznikde 319 papazı toplayıp, yazdırdığı yeni İncîle eski dîni olan putperestlikden de birçok şey sokdurmuşdu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuşdu. Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde ve Barnabasın yazdığı İncîlde Allahın bir olduğu bildirilmişdi. Eflâtûnun ortaya atdığı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört bozuk İncîlde yer almışdı. Kostantin, bu teslîs fikrini de yeni İncîle koydurdu. Aryûs ismindeki bir papaz, bu yeni İncîlin yanlış olduğunu, Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın, Onun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi ise de, bunu dinlemediler, hattâ aforoz etdiler. Aryûs Mısra kaçdı ve orada tevhîdi neşr etdi ise de, öldürüldü.
Kostantinden sonra gelen krallar, Aryûsün mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında şaşkın oldu. İstanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde beşinci ve İstanbulda altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papazı, Luther Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son değişiklikleri yapdı. Bu yeni İncîle inanan hıristiyanlara (Protestan) denildi. Böylece, hıristiyanlık dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekl aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, İslâmiyyete karşı nasıl tevcîh olunabilir?
Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi’ olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak se’âdetine erer. Dünyâya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi’ olmağı istemişdir. Mûsâ “aleyhisselâm” Onun zemânında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi’ olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi’ oldukları için, bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesden önce gireceklerdir.
Akıllı olmanın alameti |
|
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler” buyuruldu.
Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur’an-ı kerimde de mealen, “Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar” (Fatır 28) buyuruldu.
Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O’na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, “Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım” diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
Peygamber efendimize sual edildi ki: “Ya Resulallah en âlim kimdir?”, “En akıllı olandır”, “En çok kim ibadet eder?”, “Aklı en çok olan”, “En faziletli kimdir?”, “Aklı en üstün olandır.”
Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, “Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te’mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni’metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni’metidir.
Akıllı olmanın alameti |
|
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler” buyuruldu.
Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur’an-ı kerimde de mealen, “Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar” (Fatır 28) buyuruldu.
Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O’na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, “Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım” diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
Peygamber efendimize sual edildi ki: “Ya Resulallah en âlim kimdir?”, “En akıllı olandır”, “En çok kim ibadet eder?”, “Aklı en çok olan”, “En faziletli kimdir?”, “Aklı en üstün olandır.”
Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, “Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te’mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni’metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni’metidir.”
Her işte orta yolda olmalı... |
|
Akıllı Müslüman, tedbirli, ihtiyatlı olur. Sebeplere yapışır, önce devesini bağlar sonra tevekkül eder. Müslümana güvenilir, fakat bu güven onu tedbir almaktan alıkoymaz. Ödünç verince senet yapılır. Mal çalınacak yere konmaz. Her işte tedbir alınır.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Zebur’da bildirildi ki; akıllı kimse, diline sahip olur, işine yönelir ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olur.”
“Sevdiğin kimseyi itidalli sev, bir gün düşman olabilir, sevmediğine de itidalli ol, bir gün dost olabilir.”
Akıllı kimse, her işte orta yolda olmayı tercih eder. Arkadaşına, ne haddinden fazla güvenir, ne de ona hep güvensizlik içinde olur. Onun da insan olduğunu şeytana uyabileceğini düşünerek tedbiri elden bırakmaz.
Buyuruldu ki:
“Akıllı kimse, hastalık ve tehlike gibi bir musîbet gelmeden önce tedbirini alandır.”
“Akıllı kimse, konuşması istenmeden konuşmaya başlamaz. Bir zarûret olmadan, cevapta acele etmez.”
“Akıllı olan, hiç kimseyi küçük görmez. Çünkü sultânı hor gören, dünyâda rahatını bozar. Sultân olmadan emniyet ve güven olmaz. Sâlih kimseleri hor gören, dîni husûsunda zarara uğrar. Çünkü, böyle kimseler, insana Allahü teâlâyı ve âhireti hatırlatır. Dostlarını ve arkadaşlarını küçümseyen, vakar ve asâletini kaybeder. Diğer insanları beğenmeyip, onları aşağılayan, onların kötülüğünden emîn olmaz.”
“Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.”
“Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir.”
“Akıllı kimse, korktuğu başına gelmeden önce, onun çaresine bakar.”
“Akıllı olan kimse, ihtiyâcı olduğu kadar konuşur ve fazlasından vazgeçer.”
“Akıllı kimse dünyâsının harap olmasına aldırmaz, âhiretini mamûr etmenin yollarını arar. Akılsız kimse ise, âhireti vîrân edip, dünyâsını mamûr eder.”
Akıllı kimse herkesle iyi geçinir |
|
İslam büyüklerinin bir özelliği de herkesle iyi geçinmeleridir. Çünkü herkesle iyi geçinmek akıllılık alametidir. Ancak akıllı kimse iyi geçinir. Hadis-i şerifte, “İyi geçinmek aklın başıdır. İyi geçinmek aklın yarısıdır” buyuruldu.
Akıllı kimse, iyi insanla zaten iyi geçinir. Kötü insanı da, idare ederek, ona müdarada bulunarak iyi geçinir. Onun düşmanlığını kazanmaz. Fakat müdahene etmez. Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, farzları emrettiği gibi, müdara etmemi de emretti” buyuruldu.
(Müdara, İslamiyet’in dışına çıkmadan, dünyalık vererek gönlünü almaktır. Müdahene, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, dinden taviz vermek günaha girmektir.)
Akıllı kimse, müdara ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olur. Herkesle müdara ederek sohbet eder. Yani, hep tatlı dilli ve güler yüzlü olur. İyi ve kötü, herkes ile karşılaşınca, böyle davranır. Fakat, kötülere ve sapıklara müdahene etmez, onun sapık yolundan razı olduğunu zan ettirmez.
İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, insanlarla iyi geçinmemizi emrederek hadis-i kudside, “Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm” buyurdu.
İbn-i Hibbân buyurdu ki: “İnsanlara, sözlerinde ve işlerinde dâima muhalefet edip karşı çıkmak, karşıdakinin kızgınlık ve kin beslemesine sebeb olur. Bu, münâkaşa gibidir. Münâkaşa insana düşmanlık kazandırır. İnsanların sözlerine ve işlerine devamlı muhalefet edip karşı çıkmanın zararı, faydasından çoktur. Zaten insanların birbirine sövüp, çirkin sözler söylemesi de bu gibi davranışlardan ileri gelmektedir. İnsanların birbirine sövüp sayması daha ileri bir seviyeye varınca, öldürme hâdiseleri de doğabilir. İki kişi arasında münâzara ve birbirinin sözüne ve işine karşı çıkma olunca, mutlaka ikisinin de kalbi birbirine karşı bozulup, aralarında bir soğukluk hâsıl olduğu gibi, gizli bir düşmanlık da meydana gelir.”
Akıllı kimse, sır küpüdür |
|
Sırrı gizlemek, iyi kimselerin ahlâkındandır. Sırrı gizlemek, yapılan işlerin zarardan en uzak olanıdır. Sırrı gizlemek, insanın kötülüklerden uzak kalmasını temin eder. Sırrını herkese söylemek ise, pişmanlık meydana getirir.
Hikmet sahipleri; “Sırrını dirayetli bir kimseye veren zelîl olur. Sırrını câhil bir kimseye bırakan kaybeder. Kim de sırrı ile baş başa kalırsa, ganimete konar.”, “Akıllı kimse, sır küpüdür” demişlerdir.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Sırrın senin esîrindir. Onu açıklarsan, sen onun esîri olmuş olursun.”
Sırrını muhafaza eden, kötülüklerden korunur. Sırrı başkasına söylemekte pek çok zararlar vardır. Gizli sırlardan öyleleri vardır ki, o ortaya çıkınca baş gider. Böyle bir sırrı ifşa eden kimseye ne kadar ceza verilse yeridir. Sırları, sırrı açmaya lâyık olmayan dostundan gizle. Böyle bir dost, sırrını senin düşmanına açabilir.
Peygamber Efendimiz; “Kim, bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allahü teâlâ da onu kıyamet günü sıkıntılardan korur. Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünya ve ahirette aybını örter. Kişi, arkadaşına yardımcı olduğu müddetçe, Allahü teâlâ da onun yardımcısı olur.” buyurmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Han, “Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bilse, onu kopartırım” demiştir. Sırrını söyleyen ekseriya pişman olur.
Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, âdeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz!
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“İki kişiden birinin, diğerinin duyulmasından hoşlanmadığı, aralarında konuştukları bir şeyi, başkasına söylemesi helal olmaz.”
“Allah indinde, insanların en kötüsü, birbirinin sırrını başkasına söyleyen karı-kocadır.”
Ahmağın kalbi ağzındadır!.. |
|
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Bir Müslüman, kardeşinin kendisine emanet ettiği sırrını ifşa etmemesi gerekir. İfşa etmemek için o sırrı inkâr edebilir. Kişinin, sır ve ayıplarını örtmek için yalan söylemesi nasıl caiz ise, Müslüman kardeşi hakkında da aynı şeyi yapabilir. Çünkü kardeşi ile kendisi arasında fark yoktur. İkisi ancak bedenle ayrılırlar, hakikatte ise bir şahıstırlar. İşte kardeşliğin hakikati budur.
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Müslüman kardeşinin ayıbını örten bir kimse sanki diri diri gömülen bir kız çocuğunu kurtarmıştır.”
“Kişi etrafına bakınarak konuşursa, o konuşma oradakiler için bir emanettir.”
“Aynı mecliste oturan iki kişi emanetle otururlar; (manevi teminat almış olurlar). Bu bakımdan hiç kimse için helâl değildir ki arkadaşının ifşa edilmesi hoşuna gitmeyen herhangi bir sırrını ifşa etsin.”
Ediblerden birisine denildi ki: “Senin sır saklaman nasıldır?” O edib de şöyle cevap verdi: “Ben sırrın mezarıyım!” Denilmiştir ki: “İnsanların göğüsleri sırların mezarlarıdır.”
Yine şöyle denildi: “Ahmak bir insanın kalbi ağzındadır, akıllı bir kimsenin dili ise kalbindedir.” Yani ahmak kimse nefsindekini gizlemeye gücü yetmez ve bilmediği halde açığa vurur. İşte bundan dolayıdır ki ahmak bir kimsenin dostluğunu kesmek ve onun sohbetinden uzak durmak gerekir. Hatta ahmakları görmekten bile kaçınmalıdır.
İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: “Ey Müslüman! Din kardeşlerinin ve başkalarının sırlarını ifşâ etmekten sakın. ‘Ben bunu kasdetmemiştim!’ diye kendini mazur göstermeye kalkma. Unutma ki sen fitne ve garabetlerle dolu olan onuncu hicret asrının ikinci yarısında bulunuyorsun...”
Hadis-i şerifte, “Müslümanların aybını araştıran, onlara kötülük etmiş ve onları kötülüğe itmiş olur” buyuruldu.
Akıllı ve cahil kimselerde dilin yeri |
|
İnsanın başına gelen işler, genelde dili sebebiyledir. Dilini tutanın, başı selâmette olur. Nitekim Resûlullah Efendimiz, “Diline sahip olan ve kusûrlarına gözyaşı döken kimseye ne mutlu!” buyurmuştur.
Evliyânın büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri dili şöyle anlatır:
Akıllı, hikmet sâhibi insanın dili, kalbinin ötesindedir, kalbi öndedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, önce kalbine gelir. Eğer faydalı bir şey ise konuşur. Değilse konuşmaz. Kalbi onu dile bırakmaz. O da konuşamaz. Câhillerin ise kalbi, dilinin ötesindedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, o şey geriye doğru kalbe gitmez. Diline geleni hemen konuşur.
Resûlullah Efendimiz, Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine şöyle buyurdu:
- Aklı olan bir kimsenin dilini tutması gerekir. Konuştuğu her sözün hesabını vereceğini bilen bir kimse az konuşur. Ne dünyasını ve ne de âhiretini ilgilendirmeyen sözler sarf etmez.
Hazret-i Ali buyurdu ki: Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu:
- Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhireti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.
İlim bir kemâldir, bir zînettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur.
Bunun için “Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir” demişlerdir. Yiğit, dilinin hatâsı sebebiyle değerini düşürür.
Hapsedilmeye dilden daha lâyık bir şey yoktur. Kişinin dilinde, konuşmasında, kendisini hiç ilgilendirmeyen nice sözler bulunur. Onu ağza sağlam bir kilitle kilitlemek gerekir. Şakacı kimselerden çıkmış nice sözler vardır ki, âdetâ yaydan fırlamış bir ok gibi sâhiplerini ansızın mahvetmişlerdir. Başkasını güldüreyim derken kendisi küfre düşmüş, dinden çıkmıştır!..
|
|
|
|
|
|
|
19 Kasım 2005 Cumartesi
Akıl hakkında birkaç kelime...
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Zîrâ akıl, göz gibidir; İslâmiyet bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık.
Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. Şu halde “Aklın yolu birdir” demek de yanlıştır. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirir. Peygamber, ilaçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabip gibidir. “Peygambere lüzûm yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
Akıllı kimselerin fazileti
Akıllı kimseler hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî)
“Aklı olan kimse îmân eder.” (Beyhakî)
“Aklı olmayanın dîni de yoktur.” (Ebu’ş-şeyh)
“Allah indinde en kıymetliniz, akılca en üstün olanınızdır.” [İmâm Gazâlî]
“Kişi, ilmi ve aklı sâyesinde kurtulur.” [Deylemî]
“İnsanların yaptıkları hayırların mükâfâtı, akılları nisbetinde verilir.” [Ebuşşeyh]
“Akıllı, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.” [Tirmizî]
“Akıllı, Allahtan en çok korkan, O’nun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.” [İbn-i Muhber]
“Ahmak” ta’bîri hakkında:
Aklı az, görüşü kısa olan kişiye “ahmak” denilir. Sırrî Sekatî’nin de (kuddise sirruh) bir ahmak tarîfi vardır: “Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır.”
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de: “Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte: “Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah’ın rahmetini bekler” buyurulmuştur. (Berîka)
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: “Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.” “Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister.”
Hazret-i Îsâ aleyhisselâm da: “Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım” buyurmuştur.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in şu tavsiyesi de çok câlib-i dikkattir: “Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur.”
Büyük İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri: “Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” (İbn-i Hibbân)
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) efendimiz, dirilmeye inanmayan bir ateiste:
“Biz inanıyoruz. Diyelim ki senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibâdet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru ise -ki kesinlikle öyledir- sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın” buyurmuştur.
? İhtiyâtlı ve tedbîrli olmak
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak, İslâmiyet’e göre ise, Cehennem’de sonsuz azâp görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini yanî îmânı seçer.
Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, âhiret hayâtı, bir ihtimâl değil, apaçık bir gerçektir. 6 “Ülü’l-azm” peygamber, 313 “Resûl” ve 124.000’den fazla “Nebî” âhiret hayâtının varlığını bildiriyorlar. 100’ü küçük, 4’ü büyük olmak üzere 104 semâvî kitapta da şeksiz-şüphesiz bir tarzda Cennet ve Cehennem’in mevcûdiyeti bildirilmiştir.
O hâlde azıcık aklı ve ilmi olanın, Allah’a, Kitâba, Peygambere ve âhirete inanması gerekir. İnanmamak, ahmaklık olur.
Başına gelecek işlerden dolayı bir tedbîr almayan, istikbâlini düşünmeyen kimseye akıllı denir mi? Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, ihtiyâtlı, tedbîrli olmak mı akıl kârıdır, yoksa sonsuz tehlikeyi göze almak mı?
|
|
|
|
|
|
|
TAM İLMİHALDEN AKLIN TEFSÎRİ
Akl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl yaratılmışdır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karışdırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, hakkı bâtıl ile karışdırmak mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak isti’dâdı olmadığından, akl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yokdur.
Akl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etdi ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gâibe istidlâl [bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Ya’nî, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmekdedir. Akl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçdür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:
(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yokdur. Cemşid gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Ya’nî, Cemşiddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan üstün değildir.
(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunmıyan sıfatdır. İlm gibi. İlm, âlimlerin ba’zısında çok, ba’zısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur ve dahâ geniş, dahâ parlakdır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona i’timâd elbette dahâ çok olur.
Akl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir. Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akl ile en aşağı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?
Akl, başlıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de akldır. Tam selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akl, ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işde muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet genişledi. Müslimânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm akllar, bunların aksi, tam tersi olan akllardır. Düşündükleri şeylerde ve yapdıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.
Bu iki kısm akl arasında, çok ve çeşidli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’minlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklından üstün olduğu gibi, mü’minin âhıret işlerini anlıyan aklı, dünyâ işlerini anlıyan aklından üstündür. Fekat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akl, devâmlı olan, bitmiyen işlere yarayan akldan dahâ kıymetli olamaz.
[Aklı ve zekâyı birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır. İsviçreli Claparede, zekâyı (Yeni îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi şeklde uymasıdır) diye anlatmışdır. Ya’nî muhîtimize uymamızı sağlıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız te’sîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: (İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmışdır. Bu âletler, zekâ ile yapılmışdır). Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya alâmetdir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düşünebilmekdir) demişdir. Bütün bu ta’rîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akldan aşağı, bir şü’ûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce teşekkül etmekdedir. Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbîkını sağlar. Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Ya’nî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fekat, düşüncelerin doğru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan öğrendiği üsûlleri, yeni harb vaz’ıyyetine uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve aklsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].
Bu yazılar dikkatle okunursa, her işde ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.
Din işleri, akl üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan doğruyu bulur, ba’zan da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
İnsanların şekl ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir. Birinin tabî’atine uygun olan birşey, başkasının tabî’atine uymaz. O hâlde, din işlerinde, akl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet, birlikde, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:
(Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.
Evet, akl huccetdir, doğru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl değil.
Demek oluyor ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda, âşikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe, haber vermeğe de lüzûm yokdur.
********************
KUR'ÂN'DA AKIL -1
Dr. Musa Kazım Gülçür
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
(buradaki akıl muhatap olmak içindir yoksa aklını kullanarak hüküm çıkarın demek değildir)
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
(BİZİM GİBİLERİN KANAATİ OMAAAAAZ)
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446.
İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
KUR'ÂN’DA AKIL -2
Dr. Musa Kazım Gülçür
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- Fir'avun dedi ki: (Ey Mûsâ) âlemlerin Rabbi nedir?
- Mûsâ: "O sizin de Rabbiniz evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
- (Fir'avun): "Size gönderilen elçiniz muhakkak delidir" dedi.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
-İnançlı ilmi aklın oluşturulması.Basiretin oluşturulması.
- İlmî aklın oluşturulması.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
BİLMENİN ÜÇ SEVİYESİ: AKLETME, MÜŞAHEDE ve YAKîN
Süleyman Kırmızıgül
GİRİŞ
"Hakîkat Araştırması" en başta, 'hakîkat'in araştırılmasında "küllî (holistik) bir 'usûl'ün (metodoloji) gerekliliği" ön kabûlüne dayanmaktadır. Bütün geleneksel din ve düşünce akımlarında bu "küllî usûl" hâkimdir. Diğer bir ifadeyle; kâinat (gerçeklik, şehâdet âlemi) ile Mutlak Hakîkat'in (Allah cc) isimleri (Esmâ) arasında tam bir mutabakat, denklik ve bunların tecellilerinin kâinâta yansımasında bir âhenk, bütünlük ve gayelilik vardır (Hikmet). İşte, bu mutabakat ve bütünlük, küllîliğin araştırılması, bilinmesi, yine küllî bir bakış, ilmî ifadeyle, bir "küllî usûl" gerektirmektedir.
Çin, Hind, Fars, Yahudi ve Hristiyan inanç ve düşünce geleneklerinde olduğu gibi, İslâm kültür ve medeniyeti geleneğinde de, "Tevhîd Akidesi" temeline dayalı "hakîkat araştırması usûl'ü diyebileceğimiz bir anlayış ve arayış hâkim olmuştur. "Diyebileceğimiz" diyoruz, çünkü bu isimlendirme, henüz tam olarak şekillenmemiş olan ilmî ıstılâhımıza (literatür) yerleşmemiş, bu konuda mutâbakat sağlanamamıştır.
Daha açık belirtmek gerekirse, bizim "hakîkat araştırması" mefhumuna yüklemeye çalıştığımız mânâ; hem İslâmî ilimlere (özellikle; fıkıh usûlü, usûlü'd-dîn) ve tasavvuf ilmine (ma'rifet, yakîn..) dayanan, hem de modern Batılı bilimin (epistemoloji, metodoloji) tecrübesinden istifade etmek isteyen bir anlayışa sahiptir. Bu düşüncemiz de; bir yandan İslâmî ilim ve düşüncenin ihyâ ve inşâsını gerçekleştirmeye çalışmak; bunu yaparken de mevcut beşerî bilgi birikiminden, bu arada zamanımızda tesirli olan modern Batı kaynaklı metodoloji ve felsefenin, 'doğru veya 'yanlış' ('zararlı' veya 'zararsız'), tecrübelerinden, özellikle de düştüğü hatalardan kaçınıp 'hakikat'e uygun olanlarını bilmenin ('almanın' değil) gerekliliği düşüncesine dayanmaktadır. Kısaca; eklektik (seçici) olmayan, aksine 'kendini inşâ eden' bir 'düşünce usûlü'nden yana olduğumuzu ifade etmemiz gerekiyor.
Yukarıda verdiğimiz -özet- kanaat ve fikirlere şunu da ekleyerek asıl konumuza geçebiliriz: Bizim bu yazıda sunmaya çalıştığımız nazarî bilgi seviyelendirmesi, sadece -Batılı ıstılahtaki- bilgi felsefesine (epistemoloji) karşılık gelmemektedir; ayrıca, hakîkat mesleğinin tasavvufî ıstılâhı ile birleştirilmiş bir 'usûl denemesi' (mülâhaza)'dir. Bu yüzden 'denememiz', kısmen veya tamamen 'hatalı' veya 'bâtıl' olabilir, ancak, konu üzerinde yapılan tartışmalara az da olsa bir katkısının olabileceğini ümid ediyoruz.
BİLME'NİN ÜÇ SEVİYESİ
Bir 'bilgi'yi; akletmenin, müşahede etmenin ve tam bir idrâkle (yakîn) öğrenmenin, üç seviyesi (kategori) vardır. O halde, -buna paralel olarak- herhangi bir 'nazariye'yi, 'mefhum'u bir zihnî durumu (state of mind) veya ilmî bir mes'eleyi (problem; konu) araştırmanın ve derinlemesine 'bilme'nin de -buna göre- üç aşaması vardır:
1- Öğrenme, akletme (akla mâletnıe), tefekkür, bilgi ile bilme, (ilme'l-yakîn):
Ele alınan konuya ait; temel bilgi ve düşünceleri (ansiklopedik bilgi), bunların farklı literatürlerde (ıstılah) ne anlama geldiğini (kavram ve literatür bilgisi) ve sahanın uzmanlarının eserlerinde aktardıkları veya vaz'ettiklerini (kitabî bilgi); okuma, dinleme veya mütalâa ve tartışma yollarıyla öğrenmek. Fakat bu öğrenme, Öğrenilen şeye karşı tavırsız (nötr), yani başka herhangi bir şey katmaksızın yapılmalıdır. Sadece ve sadece o kişi veya kaynağın ne gibi bilgi ve düşünceleri aktardığını öğrenmek gayesiyle yapılmalıdır.
Burada anlatmak istediğimiz, "araştırmacının 'objektif (tarafsız) olması gerektiği" fikri değildir. (Bu noktada, kısaca, ölçünün 'hakkâniyet' olması gerektiğini belirtmekle yetinelim). Çünkü, 'araştırmacı'nın zaten belirli bir 'dünya görüsü' / 'hayat felsefesi' vardır veya olmalıdır.
Tekrar konumuza dönecek olursak, öğrenilmiş malûmâtın (şuur haline gelmiş bilgilerin) akla mâl edilmesi, üzerinde tefekkür (reflection, derin düşünce) edilmesi ile mümkündür. (Burada tefekkürden Önceki; tasavvur, tahayyül gibi safhalar üzerinde durmayacağız.) Tefekkür ise, kısaca; aklın, 'bilinenden bilinmeyene varma faaliyetidir ve malûmâtın 'bilgi' haline getirilmesi sonucunu verir. Batılı felsefenin tesiriyle, zannedildiği gibi tefekkür neticesinde 'yem , 'orijinal' (insan zihninin ürettiği varsayılan) 'fikir'ler elde edilmez. Bilâkis; bilinenler arasında; benzerlik, farklılık, tezatlık gibi bağlar kurarak Kâinat'taki şeyler hakkında 'bilgi' edinmemizi sağlayarak 'yakın ilim" e, oradan da 'Hakikate varma" ameliyemizin birinci safhasını tamamlar.
Bir hatırlatmada bulunacak olursak, tefekkür için lâzım gelen ve 'öğrenme' ile elde edilen bilgi, tabiî olarak, 'kaynağa ait bilgi', 'devralınmış' / 'hazır bilgi'dir; kaynağa göre 'mamûl' (işlenmiş), bize göre ise 'ham' (işlenmemiş) bilgidir. Buradan hareketle; kaynak, semâvî (nass) veya beşerî olabilir. "Semâvî Bilgi'nin beşerî bilgiden farkı, araştırmacıya 'mutlak me'haz' (temel-bağlantı; referans) teşkil etmesidir."
Bu birinci seviyedeki bilgilenme, bilme, 'bilgi' ile ve 'bilgi' seviyesinde olduğu için -tasavvuf ıstılâhındaki karşılığı- 'ilme'l-yakîn'dir. Fakat, bu bilgi 'yakın' ifade etmez, çünkü doğruluk derecesi ve 'hakikat"a (gerçeklik değil, 'Mutlak Hakikat' manâsında) uygunluğu henüz test edilmemiş, sadece akıl ile öğrenilmiş, bilinmiştir. Semâvî kaynaklı bilgi, bizzat (kaynağı Hakk'a ait olan) hakîkattır, ancak biz bu seviyede onun hakkında müşâhede ve yakîn sahibi olmadığımızdan, bize, 'bizim şu anki anlayışımıza göre' yakînî değildir. Diğer bir ifadeyle, bundan sonraki test etme işi, semâvî bilgi için değildir; bizim 'anlayışımızın doğru/ hakîkata uygun olup olmayışının test edilmesidir.
2- Deneme, müşâhede ile bilme (ayne'l-yakîn)
Birinci aşamada elde edilen bilginin; doğru-yanlış, tutarlı-tutarsız, (hak-bâtıl) olup olmadığını belirlemek için; deney, dış görme/gözlem (görme organı ile, dış dünya/gerçekliğin müşahedesi) ve iç görme/ gözlem (ruh, kalp, hisler, lâtifeler gibi manevî aletler ile, iç dünyanın müşahedesi; introspection) usullerini kullanmak gerekir. Bu, ele alınan bilgiye göre iki şekilde yapılır:
a- Amelî (pratik) bilgi için fen bilimlerinde kullanılan, deney, (dış) gözlem (müşâhede) ve sonuçların değerlendirilmesi işlemleri (mantıkî/aklî kıyas, tümevarım, tümdengelim vs.) yapılır. (Bunların uygulanması ilgili eserlerde mevcuttur.)
b- Nazarî (teorik) bilgi için de; insan hafızasındaki, önceki -aynı türden- bilgilerle karşılaştırma (aklî kıyas) ve hakîkat değerini ölçmek için 'temel ölçüler'e uygunluğunu (ontolojik olarak kabul edilmiş/îmân edilmiş 'gerçek''/''doğru'lar, 'nass') test etmektir. Fakat, anlaşılacağı üzere, burada sözkonusu olan 'nazarî müşâhede'dir. 'Nazarî müşâhede' ise insanın manevî boyutu (ruh; mind, karşıtı: beden; body)nun bir faaliyetidir ve bunun merkezi ve yönlendiricisi olarak kalp kabul edilmektedir. Ve kalbin 'nazarî müşâhede'ye ehil hale gelebilmesi için; zikir, fikir, riyazet vs. gibi, tasavvuf ehlinin manevî mücahede usulleri takip edilerek, kalbin 'selim akıl'a ulaşması gerekir. 'Selim akıl'da, ele alman bilgi/konunun 'nefsü'l-emir'deki gibi, yani hakîkatıyla müşâhede edilerek 'ayne'l-yakîn bilinmesini sağlar. Bu ise 'iç müşâhede' veya 'nazarî müşâhede' usulü ile 'bilgi'nin sıhhat derecesinin (hakîkat değeri) testi neticesini verir.
3- Hakikatini bilme, yakînî bilme (hakka'l-yakîn):
Hakkında temel bilgilerin öğrenildiği, bu bilgiler üzerinde tefekkür edilerek akledildiği ve dış ve iç müşahede yollarıyla doğruluk değerinin test edildiği bilgi, aslında insanoğlunun erişebildiği -çoğu defa- son noktayı oluşturur. Yani buraya kadar aktarmaya çalıştığımız safhalar, insanın -belirli bir miktardaki- çalışmasına, kesbine bağlıdır. Fakat, bir bilgi veya konunun hakîkatını bilme, yine insanın kesbiyle bildiklerinin üzerine, Alîm olan Allah'ın (cc) bildirmesi (ilham) ile mümkündür. Konumuzla bağlantı kurarak ifade etmek gerekirse, hakkında hiçbir şüphe duyulmayan yakînî bilginin elde edilmesi, bilgi'nin tek ve gerçek kaynağı olan, gerçekliği/kâinatı Yaratan'ın bize o bilgiyi ulaştırması, kalbe ilham etmesi ile gerçekleşebilir. Kalbe gelen ilhamın tam olarak anlaşılması ve araştırılan konuya tam tatbikî ise meselenin çok önemli bir başka buududur.
Buraya şöyle bir mülâhaza eklemek -belki- mümkündür: Selim akıl, kazandığı 'semavî meleke' sayesinde, karşılaştığı bilgileri, -yine Yaratıcı'nın yardımıyla- bir tür 'manevî hakîkat testi'ne tâbi tutabilir ve bir şekilde 'tasdik edilme' derecesine çıkarabilir ki bu durum yine bir seviyeye kadar kesbî, bundan sonra da 'vehb veya 'kesbe bağlı vehb olarak isimlendirilebilir.
BİR İZAH ve HİMMETE DAVET
Bu mülâhazamızda, insanın (araştırmacı), bilemez (agnostisizm'den) olduğunu değil, aksine bilebileceğini, fakat bu bilmenin nereye kadar kendi gayreti ile (kesb) ve nereden sonra da ancak kendisine 'bildirilmesi' (vehb-ilhâm) ile mümkün olabileceğini kısaca göstermeye çalıştık.
Araştırma usûlü ve düşüncesi (felsefesi) çalışmalarında, ıstılah (terminoloji) olarak, tasavvufî ıstılâhı kullanmaya ihtiyaç duyduğumuzda ise 'modern' ve yaygın karşılık ve kullanımlarına yer veriyoruz. Bir deneme çalışmasının sınırlan içinde, zannımızca, takip edilmesi gereken yol da budur. Konu üzerinde çalışmalar yaygınlaşır ve yeni bir ıstılah oluşursa bu gibi mahzurlardan ve kısıtlamalardan kurtulabileceğimiz aşikârdır. Zira ne dünya çapında ne de memleketimizde Müslüman mütefekkir ve ilim adamlarının sürdürdüğü çalışmalar, henüz ortak bir (İslâmî) terminoloji ortaya koyamamıştır.
Diğer taraftan, aktardığımız bilme safhalarını Modern Batı Felsefesi ile karşılaştırdığımızda; birinci safha, rasyonalizm (akılcılık), ikinci safha da empirisizm (deneycilik)'e karşılık gelmektedir. Fakat bu felsefî ekoller, yukarıda görüldüğü gibi, inşa edilmeye çalışılan 'hakikat araştırma usûlü'nden önemli noktalarda ayrılmaktadır.
Ayrıca, yine giriş kısmında sözünü ettiğimiz 'inşa etmek' meselesi, hayatî bir ihtiyaç olarak görülen 'İslâmî dünya görüşü'nün bütün ilmî ve fikrî çalışmalara me'haz teşkil edecek ilmî bir temele oturtulması meselesidir. İslâmî ilim ve/veya 'bilim' üzerine fikir beyan eden eserler, bu ihtiyacı en iyi şekilde vurgulamaktadırlar.
Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey, hakikatin araştırılması meselesini, 'okuduğumuz eserler ve ilim ve fikir erbabının sohbet ve mütalâaları'nı -Rabbimizin bize lütfettiği kadarıyla- kendi anlayışımız ve ifademiz ölçüsünde biraraya getirerek okuyucuya sunmaktır. Mevzunun düzenlenmesi ve 'bilme'nin 'hiyerarşi'si kaynaklarımıza ait olmakla birlikte, bu hiyerarşik yapının detaylandırılması ve farklı yorumların tahlil edilerek irtibatlandırılması bize aittir. Ve elbette doğru (hak) olan kısımlar sahih kaynaklarımıza, eksik ve yanlış (bâtıl) olanlar bize ve bizi yanlış yönlendirmiş olabilecek kaynaklara aittir. Bize düşen cehlimizi ikrârdır.
Bunun ötesinde, bu hayâtı mes'elede, bütün hakikat ve hikmet ehlinin, himmet ve gayretlerini de -hakikat ehli adına- istirham ettiğimizi de bir kere daha ifade ediyoruz.
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
1 Açıkgenç, Alparslan; Bilgi Felsefesi, İnsan Yay. İst. 1992.
2 Alan, Yusuf; Lisan ve İnsan; TÖV Yay. İzmir, 1994.
3 Attas, M. Nakib; Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, terc. Erol Kılıç, İnsan Yay. İst. 1989.
4 ; 'İslam and the Philosophy of Science" , İslâmî Araştırmalar, v.3., n.4,, (pp. 165-187), 1989.
5 Aydın, Selim: Bilgi Çağında İnsan, TÖV Yay. İzmir, 1994.
6 Aune, Bruce; "Thinking" Encyclopedia of Philosophy, v.8., Mc Millan and Free Press, New York, 1967.
7 Blanshard, Brand; The Nature of Thought (II.v.), George Allien and Unwin. London, 1964.
8 Capra, Fritjof; Batı Düşüncesinde Dönüm Nokrası, terc. Mustafa Armağan, İnsan Yay. İst. 1989.
9 Copletson, Frederİck, S.J.; History of Philosophy, Image, New York 1963.
10 Descartes, Rene; Metod Üzerine Konuşma, terc. Mehmet Karasan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1962.
11 Fakhry, Majid; History of Islamic Philosophy Columbia University Press, New York 1983.
12 Faruki, İsmail R.; Bilginin İslâmîleştirilmesi, terc. Fehmi Koru. Risale Yay. 1985.
13 Gazzali, (Zeynü'd-Din); İhya-u Ulûmi'd-Dîn, terc. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay. İst.
14 ----; Dalâletten Hidayete, haz. ve terc. Ahmet Suphi Furat, Şamil Yay. İst. 1978.
15 Guenon, Rene; Modern Dünyanın Bunalımı, Trc. Mahmut Kanık, Risale Yay. İst. 1986
16 Guitton, Jean; Düşünme Sanatı, terc. Cevdet Perin, Remzi Kitabevi, İst. 1955.
17 Izutsu, Toshihiko; İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, terc. Selahaddin Ayaz, Pınar Yay. 1984.
18 İbn Arabî, Muhyiddin; Nurlar Risalesi-İtühadü'l-Keyni Risalesi, terc. Mahmut Kanık, İz Yay. İst. 1991.
19 Armağan, Mustafa (Haz.); İslâm Bilimi Tartışmaları, İnsan Yay. İst. 1990.
20 Kant, Immanuel; Critiaue of Pure Reason, trans. N.K. Smith, Martins Press, New York 1965.
21 Kutluer, İlhan; İki Denizin Birleştiği Yer, Nehir Yay. İst. 1987.
22 Marmura, Michael (ed.); Islamic Theology and Philosoph, State University of New York Press, New York, 1984.
23 Nasr, S. Hüseyin; Modern Çağda Geleneksel İslâm, İnsan Yay. İstanbul 1989.
24 ----; Molla Sadra ve İlâhî Hikmet, İnsan Yayınlan, İstanbul 1990.
25 Nesefî, Azizüddin; Tasavvufta İnsan Meselesi, terc. Mehmet Kanar, Dergâh Yay. İst. 1990.
26 Nursî, B.S., Mesnevi-i Nuriye, Envar Nşr. İstanbul 1984.
27 ----; Sözler, Envar Nşr. İst. 1985.
28 ----; Mektubat, Envar Nşr. îst. 1986.
29 ----; Lem'alar, Envar Nşr. İst. 1986.
30 Paul K. Moser and Amold Vander Nat (ed.); Human Knowledge, Oxford University Press. New York, 1987.
31- Qadir, C.A.; Philosophy and Science in the Islamic World, Routledge, London 1990.
32 Fazlurrahman; Major Themes of the Qur'an, Menneapolis, Biblioteka Islamica 1989.
33 Russel, Bertrand; History of Western Philosophy, George Ailen and Unwin, London 1961.
34 Sardar, Ziyauddin; An Early Crescent, Mansell Publishing, London 1989.
35 ----; İslâm Medeniyetinin Geleceği terc. Deniz Aydın, İnsan Yay. İst. 1986.
36 Schumacher, E.F.; Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, terc. M. Özel, İz Yay. İst. 1992.
37 Sharif, M.M.; A History of Müslim Philosophy, v.2., Otto Harrassowtz, Wiesbaden 1966.
38 M. Fethullah Gülen; Kalbin Zümrüt Tepeleri, Nil Yay. İzmir, 1994.
39 ----; İnancın Gölgesinde, C. I, TÖV Yay. İzmir, 1991.
40 Sühreverdî, Ebu Hafs Şihabuddin; Tasavvufun Esasları, terc. haz. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz, Erkanı Yay. İst. 1990.
41 Türkdoğan, Orhan; Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, MEB Yay. İst. 1989.
42 Uzunoğlu, Selim (Haz.); İlim ve Bilim, TÖV Yay. İzmir, 1992.
43 Ünal, Ali, Kur'ân'da Temel Kavramlar, Beyan Yay. İst. 1986.
44 Ünal, Taha F.; Yolların Ayrılış Noktası, Işık Yay. İzmir 1993.
45 Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985.
5 Ocak 2007 Cuma
Akıl ile vahyin kısa bir mukâyesesi
Son zamanlarda, bazı kimseler, akıl ile vahyi kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî ve gelişigüzel sözler söylemektedirler. Bu münâsebetle biz, bu makâlemizde, birer nebze “akıl” ile “vahiy”den bahsedeceğiz.
Aklın mâhiyeti
Cenâb-ı Hak, diğer vücûd uzuv(organ)larımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir.
Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle ma’neviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhirette râhat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sâdece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhiret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
Vahyin tarifi ve vahiy şekilleri
Allahü teâlâ, bütün dünyâya, en son Peygamber olarak ve kıyâmete kadar da değiştirmemek üzere, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her Peygamber gibi son “Nebî” ve “Resûl” olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
Şimdi gelelim “Vahy”e: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “Vahiy”, ilmî bir ıstılâh (terim) olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde Peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün Peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâîl aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan çok güzel yüzlü olan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi; bu durumda Resûlullah Efendimiz, meleği görmezdi. Cebrâîl aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Başka vahiy şekilleri de vardır. Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber Efendimize vahyetmiştir. Meselâ böyle bir hâl, Mi’râc gecesinde vâki olmuştur; Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah Efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazîfelendirdiği kâtiplerine yazdırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi, aynı anda birçok kimsenin yazdığı da olurdu.
İlk gelen vahiy
Peygamber Efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke-i mükerreme’deki Hırâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazan ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâîl aleyhisselâm insan sûretinde gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir; insan(lar)a bilmediklerini öğretir” meâlindeki “Alak sûresi”nin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah Efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen, benim, insan ve cinnîlere Peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.”
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimize bir defada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm, takrîben 23 senede tamamlandı. Diğer semâvî kitaplar ise birer defada indirilmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim “A’lâ sûresi”nin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâîl’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz, kendisine gelen âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine de yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur; bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrâr ederdi. Resûlullah Efendimizin âhirete teşrîf edeceği sene iki kere gelip tamâmını okudular.
***************
fecir.net
AKIL
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek,
idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel
olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki
şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş
manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder.
Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç
insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince
gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile
elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir:
"Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira
akletmezler." (el-Bakara, 2/171)
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha
yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın
doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden
alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de
aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.[1]
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet
vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını
görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden
sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur.[2]
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a)
İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki,
insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b)
Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul
etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde
bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün
olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak,
gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c)
Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler
kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona
ahmak ve câhil denir.
d)
Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir
dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve
âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet
kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket
ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir
özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan
aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu
sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen
akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir
nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs"in bir
kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin
çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden
biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî
olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe
bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar,
gibi bilgilerdir.
Nazari bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne
göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen
bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen
bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a)
Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı
denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan
ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir
sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki
hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede
kesinlik ifade etmez.
b)
Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı
mantıkı veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla
yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve
tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden[3]
Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder.
Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem
değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O
hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi,
iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde
edilmiştir.
c)
Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ'
denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk
ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna
istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı
cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla
elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet
ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan
neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm
değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik,
bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu
misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan
ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü, bütün cüz'lere
yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca,
bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen
aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır,
tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye
yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede
istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads"
denilir. Hads da iki kısımdır:
1)
Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi
neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma
neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek
içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2)
Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da
"kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan
az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın,
basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok
mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan
sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve
gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur." "Allah'ın ilk
yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır." buyurmuştur. Akıl
için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve
akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin
gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır.
Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan
birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle
kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin
gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan,
fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu
tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet
için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır."
(Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü,
Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki
insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle
ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir.
Allah akla, nûr adını verir.[4]
Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir.[5]
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan
rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir
âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti
var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her
kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var;
âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin
sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı
akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin
kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan
akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız
varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya
verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün
değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur.
Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları
ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle
bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya
uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için
geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile
birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler
arasında olmazdık." (el-Mülk, 67/10).
ayeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün
yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o
da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler.
Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,
zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini
aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur.
Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan
temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle
bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı,
akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce
olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm
sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi,
rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için,
tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen
anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği
keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın
varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi
kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv
ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü
yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok
gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin
bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile
bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu
nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma
halindedir.[6]
[1]
Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
[2]
İbn Mace, Zühd, 31.
[3]
el-Bakara, 2/163.
[4]
en-Nûr, 24/35.
[5]
eş-Şûrâ, 42/52; el-En'am, 6/122.
[6]
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85.
Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
‘Akl' sözlükte, masdar
olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl' isim
olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir.
‘Akıl', bilgi edinmeye
yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir. Bu bir anlamda düşünme, kavrama,
anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.
Sözlük anlamından
hareketle denilebilir ki ‘akıl'; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan,
insanı mahveden yollara sürüklemeyen bir ruhí kuvvettir.
Kur'an-ı Kerim'e göre
insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah'ın
emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk
yükleyen akıldır. Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an âyetleri,
akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat
çekmektedirler.
‘Akıl' kalbin bir
faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye
ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine
göre hatırlar, o şeyle ilgili şahitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.[1]
Kalp ve ruhun madeninde,
beynin ışığında bulunan manevî bir nurdur akıl; ki insan bununla, duyu
organlarıyla hissedemediği şeyleri anlar.
Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir.
İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme,
davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayrıt etmesi ile ilgili kabiliyetidir.
Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine
getirmekle sorumludur.[2]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 38.
[2]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Aklın İşleyişi:
Kur'an, "Bu örnekleri
biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez" (Ankebût:
29/43) demektedir. Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki
gerçeği ancak ilim sahibi olanlar anlayabilir. Bu konuda aklını kullananlar
bilgiye ulaşmış kimselerdir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden
müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu
organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. Söz gelimi, balın
tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir.
Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.
Akıl bu anlamda üç çeşit
faaliyet yapabilir:
Parçadan parçaya varmak
şeklinde (kıyas),
Parçadan bütüne varmak
şeklinde (tüme varım),
Bütünden parçaya varmak
şeklinde (tümden gelim).
Bir gerçeğe varabilmek
için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü
yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin,
çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait
özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın yukarıdaki tüme
varım metodunu kullanmasıdır.
‘Akıl', çevremizdeki her
şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana
verilmiş bir manevi kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur'dur,
yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli
olur, faydalı şeyleri anlar, zararını idrak eder, bilgileri kalpte korur. İnsan
bu manevi güçle gerekli teorik bilgileri elde eder. Akıl gücü insana doğuştan
verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır.
Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.
Kimileri bu akıl gücünü
ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp,
Yaratıcıyı idrak etmezler. Ya da O'nun huzurundaki konumlarını, insan olarak
durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve
onları kurtaracak işleri yapmazlar.
Kur'an böylelerini şu
örnekle anlatıyor:
"Küfre sapanların örneği
çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayıp haykıran bir kimsenin örneği
gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl
erdirmezler."
(Bakara: 2/171)
Aklını gereği gibi
kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidirIer. Gerceği duymazlar, dilleriyle
ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları
bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
"Gerçek şu ki,
Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez
sağırlar ve dilsizlerdir."
(Enfal: 8/22)
İnkârcılar, akıl
ni'metine rağmen Allah'ı ve O'nun gönderdiği gerekleri anlamıyorsalar,
akletmiyorsalar; onlar sağır ve dilsizdirler. Aklını kullanmayıp ta inkâr, isyan
ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur.[1]
Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen
gerçeğe teslim olup Allah'a kulluk yapmaktır.[2]
‘Akıl', eşyadaki düzeni
anlama gücüne sahip olduğu gibi, ilâhí gerçekleri de anlama, sezme, onların
üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etme gücüne de sahiptir.
Zaten aklın birinci görevi de budur.
"Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, gemilerin denizde
yüzmesinde, yağmurun yağmasında, canlıların üreyip çoğalmasında, bulutların
hareketlerinde aklını kullananlar için âyetler vardır."
(Bakara: 2/164)
Bu âyetlere bakan akıllı
insanlar onları etkileyen Yüce Kuvvet'i idrak ederler.
Görüldüğü gibi Kur'an
bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.
Türkçe'deki deyimle ‘aklını başına alanlar' hayatın sırlarını çözerler, varlığın
ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerceği görürler. Kendilerine faydalı
olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.
Kur'an, mü'minler için
bazı hükümleri sıraladıktan sonra; "İşte Allah, size âyetlerini böyle
açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz" (Bakara: 2/242) buyuruyor. Demek ki
mü'minler de akıllarını kullanıp Allah'ın koyduğu hükümlerin hikmetini anlamak
ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
Peygamberimiz (sav)
buyuruyor ki:
"Hiç kimse kendisini
hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey
kazanmamıştır."[3]
"Akıllı kimse, nefsini
kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da
nefsini hevasına (istek ve tutkularına) uyup ta Allah'tan (olmayacak şeyleri)
temenni eden kimsedir."[4]
Bilindiği gibi İslâma
göre, ancak akıllı insanlar Allah'ın tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun
mükellef (yükümlü) olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır.
Çocuklar ve deliler İslâmın hükümlerinden sorumlu değillerdir.
Allah'ın teklifleri
(dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin
sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği
zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara
akıllarını kullanmalarını emrediyor.
İslâm akla bu kadar önem
verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi
yapmamıştır. İslâmí hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların
sebebini, niçin emrediklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna
akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Mutlak doğruyu, mutlak fayadayı ve
eşyadaki nihai amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir.
Yukarıda geçtiği gibi, insana doğru yolu gösterecek akıl en büyük kazançtır.
Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl,
iyi çalışan bir akıl değildir.
Akla nakil, yani Kur'an
ve vahyin açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı
son hakem sayan bütün pozitivizt düşünceleri ve felsefeleri reddeder. Hevanın
(aşırı isteklerin) güdümündeki akıllar doğru hükme, hikmete ve hidayete
ulaşamazlar.
[5]
Bütün mertebeleriyle
Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve
insan iradesi sebep değilse de, bunda Allah'ın lutfu ile sahip olduğumuz
hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen,
alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan,
Kur'an'da Allah, bütün insanları bu yola iletip sevketmek için "Düşünüp
aklını kullanan bir topluluk için elbette deliller vardır." (Bakara: 2/164)
buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde etkisini icrâ edecek olan
mucizelerin, yani âyet ve delillerin büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.[6]
[1]
Yunus: 10/100.
[2]
Mülk: 67/10.
[3]
nak. Müfredat,
s: 511.
[4]
İbni Mace,
Zühd: 31, Hadis no: 4260, 2/1423.
[5]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 38-40
[6]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
‹ Akıl Tanımı ve Mâhiyeti
Kur'an-ı Kerim'de Akıl
Akıl kelimesi, Kur'an'da
49 yerde ve tümü fiil halinde geçer. İsim olarak hiç geçmez. Bundan yola çıkarak
diyebiliriz ki, Kur'an anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak
bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan
Kur'an âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine
dikkat çekmektedirler. Kur'an delil diliyle insanın aklına, his diliyle de onun
gönlüne hitap eder. Kur'an-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü
fiillerine anlam kazandıran, Allah'ın emirleri karşısında yükümlülük
(mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.
Aklını kullanmayanları
müslüman kabul etmediği gibi insan olarak bile görmez Kur'an. Bazıları, bu akıl
gücünü ve yeteneğini kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp,
Yaratıcıyı idrâk etmezler. Ya da O'nun huzurundaki konumlarını, insan olarak
durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve
onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur'an bu tipleri şu örnekle anlatıyor:
"(Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten
hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan
dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler."
(Bakara: 2/171)
Aklını gereği gibi
kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidir. Gerçeği duymazlar, dilleriyle
ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları
bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
"Gerçek
şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez
sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir."
(Enfâl: 8/22)
İnkârcılar, akıl
ni'metine rağmen Allah'ı ve O'nun gönderdiği gerekleri anlamıyorlarsa,
akletmiyorlarsa; gerçekleri duyamıyorsa ve hakikatler yerine birtakım saçma
sapan sözler konuşuyorlarsa, onlar sağır ve dilsizdirler. Kur'an, insanlığa
lâyık olmayan böyle özellik taşıyan kimseleri hayvanlar safında görmüş ve
onlardan, yeryüzünde debelenen hayvan diye, hem de o hayvanların en kötüsü
olarak söz etmiştir. Aklını kullanmayıp da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam
edenlere azaptan başka bir şey yoktur.[1]
Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen
gerçeğe teslim olup Allah'a kulluk yapmaktır.[2]
Akıl, eşyadaki düzeni
anlama gücüne sahip olduğu gibi, ilâhî gerçekleri de anlama, sezme, onların
üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrâk etme gücüne de sahiptir.
Zaten aklın birinci görevi de budur.
"Şüphesiz göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, insanlara fayda veren
şeylerle yüklü gemilerin denizde yüzmesinde, Allah'ın gökten indirip de ölü
haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları
yönlendirmesinde, aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığını ve
birliğini ispatlayan) birçok âyetler/deliller vardır."
(Bakara: 2/164)
Bu âyetlere/delillere
bakan akıllı insanlar, onları yaratıp yönlendiren Yüce Kuvvet'i idrâk ederler.
Görüldüğü gibi Kur'an
bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.
Türkçe'deki deyimle ‘aklını başına alanlar' hayatın sırlarını çözerler, varlığın
ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı
olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Kur'an, mü'minler
için bazı hükümleri sıraladıktan sonra; "İşte Allah, size âyetlerini böyle
açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz" (Bakara: 2/242) buyuruyor. Demek ki
mü'minler de akıllarını kullanıp Allah'ın koyduğu hüküm ve kanunların hikmetini
anlamak ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
"... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık,
hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle
kullanabilenler akledip düşünebilir."
(Âl-i İmran: 3/7)
"Bu Kur'an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar
bununla uyarılsınlar, O'nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını
kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar."
(İbrahim: 14/50)
"... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve
o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği
kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir."
(Zümer:
39/18)
"Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiğinde
‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız' derler. İyi ama atalarınızın aklı
bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı
uyacaksınız?)" (Âl-i İmran: 3/172)
Kur'an, insanları
akıllarını kullanmaya dâvet ederken, direkt veya dolaylı olarak aklın
hüccet/delil olduğunu ortaya koyar. Meselâ karşı taraftan aklî delil getirmesini
ister:
"(Ey Rasülüm!) onlara de
ki, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin (ortaya koyun bakalım)."
(Bakara: 2/111)
Yaratıcının tek olduğunu
ispatlamak için kıyasa baş vurmuştur, bu da akıl yürütmenin delil olduğunu
gösterir:
"Eğer gökte ve yerde
Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve gök ikisi de (bunların nizamları)
muhakkak fesâda uğrar, bozulup giderdi."
(Enbiyâ: 21/22)
Kur'an, akıl üzerinde bu
kadar durup aklın önemini vurgulayarak, bazı muharref veya uydurma dinlerin
"iman akıldan uzaktır; iman akılla bağdaşmaz; Dine girmek ve anlamak için aklı
kapıda bırakıp buraya öyle gireceksiniz; Mü'min olabilmek için aklı bir kenara
bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir" şeklindeki anlayışların yanlışlığını
belirtiyor.
Peygamberimiz (s.a.s.)
buyuruyor ki:
"Hiç kimse kendisini
hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey
kazanmamıştır."[3]
"Akıllı kimse, nefsini
kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, âciz insan da
nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah'tan (olmayacak şeyleri)
temenni eden kimsedir."[4]
[1]
Yûnus: 10/100.
[2]
Mülk: 67/10.
[3]
Nak. Müfredat,
s. 511.
[4]
İbn Mâce, Zühd
31, Hadis no: 4260, 2/1423; Tirmizî, Kıyâmet 25.
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
İslâm'da Aklın
Önemi ve Değeri
Kur'an-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun
her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında sorumluluk
altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur'an'da
akıl kelimesi kırk dokuz yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde
genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde
durulmaktadır. Kur'an'a göre akıl "bilgi edinmeye yarayan bir güç" ve "bu güç
ile elde edilen bilgi" şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği
akıl, birinci anlamdaki akıldır.
Kur'an'da akıl; düşünmek, ibret almak, öğüt
almak, hidayete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki
hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur'an'da akla
vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur'an'ın manasının, İslam'daki emir
ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu
bulup ona teslim olmak içindir. Kur'an birçok ayetinde insanları düşünmeye,
anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer
fonksiyonudur.
Allah'a hakkıyla kulluk edebilmek için,
Kur'an'ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini
bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak,
aklı kullanıp Kur'an'ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın
görevlerindendir.
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye,
niçin inandığını kavrar. İslam dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara
sorumluluk yükler. "Aklı olmayanın dini de yoktur" ifadesini bu anlamda düşünmek
gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve
yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan
yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir.
Mesela; namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri yerine getirebilmenin ilk şartı
âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en
akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir.
İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya
ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer
vermişlerdir.[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Akletmek, Aklı
Kullanmak
Akletmek gerçek ilim sahibi olanların
niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir.
"Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama
onları âlimlerden başkası akletmez."
(Ankebut: 29/43)
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği
bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki,
sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine
getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve
düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken;
araştırıcı aklı övmektedir. İslam taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü
taklidçilik, Allah'ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak,
başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını
akıl bulmak zorundadır. O'nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre
yaşamaktır. Akıl Allah'ı bulmanın yanında O'na şükretmeyi de bilecektir. Aklı
ile Allah'ı bulan ve O'na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah'ı
bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip
olmayanlar, yani Allah'ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş,
kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri
büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir.
"Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp
tutuyorlar." (Zuhruf: 43/20)
"Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere
sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi
gördün mü?" (Câsiye: 45/23)
"Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler."
(Tevbe: 9/93)
"Allah, bilmeyenlerin kalplerini işte böyle
mühürler." (Rûm: 30/59)
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir;
kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir.
"Allah katında hayvanların en şerlisi,
akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfâl: 8/22)
"Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler."
(Bakara: 2/171)
"...Bunlardan bir grup vardı, Allah'ın
Kelamı'nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif
ederlerdi." (Bakara: 2/75)
Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi
kullanamayanlar şunlardır:
* Akıl - bâliğ olmayan küçük çocuklar.
* Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
* Aklını yitirmiş olan deliler.
* Aklını kullanmak istemeyip körü körüne
başkalarını taklit edenler.
* Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi
yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
* Kâfir ve müşrikler.[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri
Kur'an-ı Kerim'e
Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
a)
Hiç bir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah'ı hakkıyla tanıyıp
şükretmesi için (düşünme ve bilgiyi yorumlama aracı) kalp ve duyu organları
verilmiştir.[1]
b)
Allah'dan gafil olanlar, kendi iradeleriyle duyu organlarını ve kalplerini
fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini
mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir.[2]
c)
Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah'a teslim
olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler.[3]
d)
Aklın merkezi kalp ve duyu organları, yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup
yapmadıklarından) sorumludur.[4]
e)
Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini
kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar
edenlerdir.[5]
[1]
Bkz. Nahl: 16/78.
[2]
Bkz. Bakara: 2/7; Nahl: 16/108.
[3]
Bkz. A'raf: 7/179.
[4]
Bkz. İsrâ: 17/36.
[5]
Bkz. Hacc: 22/46. Yine aynı konuyla ilgili diğer ayetler için bkz. Enfâl:
8/2; Enbiyâ: 21/45; Yûnus: 10/31; Secde: 32/9; Câsiye: 45/23; Mâide:
5/83; Bakara: 2/75; Lokman: 31/7; Hûd: 11/20, 23. Ahmet Kalkan, Kur'an
Kavram Tefsiri.
Aklın Gücü, Sınırı
ve Sorumluluğu
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak,
zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu
davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme
hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir.
Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme,
ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer
canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının
ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul
eden sorulardır. İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu
ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi
arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak
elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen
bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp
kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile ilâhî
hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek
Kur'an'daki âyetleri anlamak ve Allah'a ulaşmaktır.
İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu
ortaya çıkan bu günkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi,
denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz
gibi hastalıkların tedavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi
ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları,
deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen
teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan
insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vs. aklın gücünü
gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti.
İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın
melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla
bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, bunca önemine rağmen; vehim, hayal,
kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine
açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de
şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren
tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren
hususlar, İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere
yönlendiren, çarpıtan, sadece dünya ile ve basit çıkarlarla meşgul edip
sınırlandıran durumlar hesaba katılırsa, selîm (sağlıklı) aklın ve fıtratın
korunmasının zorluğu ve böyle bir aklın ne derece doğruyu bulup teslim olacağı
değerlendirilmelidir.
Akıl yürütmenin, düşüncelerin insanı yanılttığı
da olur. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata
yapabilir. Meselâ, fenle, psikoloji ile ilgili eserlerde görme duyusu için bir
sürü hata sayılır. Akla gelince, çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca
vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu görür. Bu gerçeğe
rağmen, safsatacıların dışında hiç bir düşünür, hiç bir akıllı, yanılma payından
dolayı aklı terk etmeyi tavsiye etmeye kalkmamıştır. Ama, hataların neyle ve
nasıl düzeltileceği konusunda da ittifak edemediklerini görmekteyiz.
Kur'an-ı Kerim, aklın hataları için birçok
kaynak zikretmiştir. Bunlardan birisi, insanın, yakîn yerine zanna itibar
etmesidir. Yakîn, şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve
kuvvetle bilme demektir. Zan ise, sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme,
şüphe ve tereddüt demektir. Yani, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi
doğru saymak, acele ve peşin yargılara saplanmak, kalabalıklara ve
geleneklere/ataların yoluna körü körüne uymak aklı saptıran zan yollarıdır.
"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir
şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz."
(Yûnus: 10/36)[1]
İnsan, her zaman için her meselede yakîne tâbi
olup zannı yakîn yerine kabul etmemeye dikkat ederse, yanlışlığa da düşmez. Her
zaman ve her konuda yakîne ulaşamayabilir, zan ve ihtimale zorunlu olarak
uyabiliriz. Ama, zannı ve ihtimali kendi yerinde kabul etmeli, bunları yakîn/kesin
doğrular olarak sunmamalıyız. Kur'an, bu konu üzerinde titizlikle durmaktadır.
Kitabımız, insanın en büyük fikrî uçurumunun yakîne/kesin gerçeğe varmadan zan
ve ihtimal peşine düşülmesi olduğunu belirtiyor. Rasül-i Ekrem'e ve dolayısıyla
tüm mü'minlere hitaben şöyle buyuruyor:
"Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna
uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye
tâbi olmaz, ve ancak yalan konuşurlar."
(En'am: 6/116)
Ve şöyle emredilir:
"Hakkında bilgi sahibi olmadığın (hakikatine
varamadığın) şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan
sorumludur." (İsrâ: 17/36)
Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep
olan ikinci mesele, taklittir. Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu
olan bir şeydir. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye
inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse,
onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar. O yüzden yıkılması
gereken putlar içinde, toplum ve gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma
putu büyük putlardır. Kur'an, bütün insanlara şöyle der: Bir deliliniz olmadan
geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine;
her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle
anlayın. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde
halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden
onları reddetmiştir.
Kur'an, geçmişlere (soya, atalara) tâbi olmayı
akla ters düşen bir husus olarak zikreder:
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine
uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola
uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış (şuursuz), doğruyu da bulamamış
idiyseler? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)"
(Bakara: 2/170)
Bu âyetten anlıyoruz ki, bir düşünce ve
davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir, ne de yanlışlığını. Eskiden
beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşan hususların, eski ve köklü olması
onun doğruluğuna delil olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması
gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden
zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.
Meselâ, "Bir toplum, kendindeki özellikleri
değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez." (Ra'd: 13/11) Bu
âyette açıklanan hakikat, ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını
olduğu gibi korur. Kur'an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı,
başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye
kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin
gerçeğine varması gerekir. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup
onları körü körüne taklit etmek gibi Kur'an'ın şiddetle kınadığı bu konuyu,
fıkıhtaki bir mezhebi ve müctehidleri taklit ile birbirine karıştırmamalıyız.
Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda
değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak
Kur'an'ın emridir:
"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere
sorun." (Nahl: 16/43; Enbiyâ: 21/7)
İnsanın aklını çelip hataya sürükleyen önemli
sebeplerden biri de Kur'an'a göre hevâ ü hevese ve nefsânî isteklere uyup garaz
üzerinden meselelere bakmaktır. "Hevesler geldi mi, gönül kararır; perdeler
çekilip gözler kapanır." İnsan, hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe doğru
düşünemez. Yani akıl, nefsânî isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm
verebilir ancak. Kur'an, hevâ ve hevese uymanın fikrî kaymaları doğuracağını bir
çok yerde belirtmiştir. Bunlardan biri şu âyettir:
"Bu putlar, sizin ve atalarınızın taktığı
isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki
kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir."
(Necm: 53/23)[2]
Akılların derecelerindeki değişiklik,
eksikliklerinden ileri gelir. Yoksa, esas itibariyle akıllar için yol birdir. O
da doğru yoldur, sırât-ı müstakim olan Allah'ın vahiyle bildirdiği, rasülleriyle
gösterdiği/hidâyet ettiği İslâm'dır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin
mahiyetini, melekleri, âhireti, Allah'ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar
aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı
ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait
meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allahü Teala insana böyle bir görev
ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve
ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla
ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik
edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde
yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez.
Özetle;
1)
Aklın, Kur'an'ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2)
Aklın, Kur'an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3)
Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi
hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın
sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu
kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda
bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul
ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Aklın bu tür
kullanımı, Kur'an'a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını
usulüne göre ve Kur'an'ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin
farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret
saadetine iletir.
[3]
[1]
Yine bkz. En'am: 6/116; Câsiye: 45/24.
[2]
Kur'anî Araştırmalar I, Murtaza Mutahhari, Tûba Y. s. 55-70.
[3]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
SEFİH-SEFİHLİK-SEFAHAT
Sefih Nedir?
"Beyinsiz-beyinsizlik" anlamında Kur'anî bir
kavram.
Sefih, "se-fi-he" fiilinden türemiş ism-i
faildir. Bu fiilin mastarı "sefh, sefeh"tir. Lügatte sefeh", hareket ve
tutumunda hafiflik olup, akıl noksanlığından kaynaklanır. Yani ucu budalalığa
varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir. Bunun zıttı, ağır başlılık, tam
akıllılıktır. Şer'an da akıl ve dinin emir ve prensiplerinin aksine hareket
etmektir. Türkçede sefahet bu manada kullanılır. Kısaca sefeh ve sefahet, görüş
ve düşüncede heva ve hevese uymak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir: Bu
da aklın hükümsüz kalmasından dolayı budalalıktan kaynaklanır.[1]
Kısacası bu fiilin ism-i faili olan "sefih" aklı veya dini eksik olan akıl veya
dinin aksine davranan ahmak veya fasık demektir ki; birinde Allah'a isyan manası
var, diğerinde yoktur.[2]
‘Sefih', ‘sefh veya sefeh' fiilinin fâil
ismidir.
‘Sefh veya sefeh' sözlükte görüş ve gidişatta
hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü
işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket
etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı
kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına
hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd'dür.
Dilimizde kullanılan ‘sefâhat' kelimesi de bu
anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder.
Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır.
‘Sefh veya sefeh' sahibi kimselere ‘sefih'
denilmektedir.[3]
[1]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kurân Dili, I, 234.
[2]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kurân Dili, II, 1992. Muammer Ertan, Şamil
İslam Ansiklopedisi: 5/371.
[3]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 585-586. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Fıkıhta Sefih:
Fıkıh dilinde ‘sefih', aklı olduğu halde
şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği
gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu
bulabilen kimselere ‘rüşd' sahibi denir.
Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve
dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı
görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah'a isyan eder, aklını iyi
işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
[1]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 586. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Kur'anın Sefih
Dedikleri
Kur'an-ı Kerîm'de hem kâfir, hem münafık, hem de
müslümanlar için kullanılan sefih kavramı, aynı kökten gelen türevleriyle
birlikte tam on âyette kullanılmaktadır. Bu üç sınıf için aynı manada
kullanılmasına rağmen, farklı mahiyet arzetmektedir. Şöyle ki: Kâfirler ve
münâfıklar için İslâm'ı kabul etmemelerinden dolayı sefih denilirken;
müslümanlar için aklı zayıf bunak, aklı bazı şeylere ermeyen çocuklar ve
ihtiyarlar hakkında kullanılır.
Bakara süresinde anlatıldığına göre, münâfıklar
kendilerini üstün zekâlı, üstün akıllı görüp, mü'minleri süfeha, (sefihler,
beyinsizler) olarak addederken, Allah Teâlâ (c.c), asıl süfeha'nın münâfıklar
olduğunu, çünkü İslâm apaçık bir gerçek olarak ortada dururken onu kabul
etmemenin sefihlikten başka bir şey olmadığını bildirmektedir.
"Onlara, "İnsanların iman ettikleri gibi siz de
iman edin" dense, "Yani süfeha (beyinsizler)in iman ettiği gibi mi iman edelim"
derler. İyi bilin ki, asıl süfeha (beyinsizler) onlardır; fakat bunlar bunu
bilmiyorlar" (el-Bakara, 2/13).
Allah Teâlâ bu âyeti kerimede "insanlardan
bazıları" diyerek münâfıkları insanlar olarak belirtirken; akabinde, onları,
insanların iman ettiği gibi iman etmemeleri itibarıyla kendi ikrarlarıyla
insandan saymıyor.
Münâfıklar gibi kâfirleri de Kur'an-ı Kerîm
sefihler olarak nitelemekte, İbrahim Milletinden ancak nefisleri hafif,
ciddiyetten ve ciddî düşünceden yoksun, aklı ermez kimselerin yüz çevireceğini
açıklamaktadır:
"Nefsini sefih yapan (beyinsiz)dan başka kim
İbrahim Milleti (dini)nden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu (İbrahimi) dünyada
beğenip seçmiştik. Ahirette de o salihlerdendir"
(el-Bakara, 2/130).
Yine Kur'an-ı Kerime göre, rızkın vericisinin
Allah olduğunu akıllarına getirmeden, rızk ve diğer câhili endişelerle
çocuklarını öldürenler de akıl, zekâ ve imandan yoksun, doğru düşünmeyen
sefihlerdir:
"Bilgisizlik yüzünden beyinsiz (sefih)ce
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allaha iftira
ederek haram kılanlar şüphesiz hüsrana uğramışlardır. Muhakkak ki onlar dalalete
düşmüşler ve hidayete erici de değillerdir"
(el-En'am; 6/140).
Allah'ın kendilerine vermiş olduğu kitabı tahrif
edip, Rasûlün geleceği hakkında bilginin kendilerinde olduğu halde inanmamak
için bahane arayan, kıblenin değişmesini bir koz olarak kullanıp Allah'ın işine
karışan yahudiler de Kur'an-ı Kerime göre beyinsizdirler.
"Însanlardan bazı sefihler "Onları üzerinde
bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: Doğu da batı da
Allah'ındır. O dilediğini doğruya iletir"
(el-Bakara, 2/142).
Allah Teâlâ kâfirleri, münâfıkları sefih olarak
bildirirken kâfirlerin ve münâfıkların kendilerine gönderilen rasûllere "sefih"
dediklerini bize haber verir:
"(Hud) kavminden kâfir olan mele' (ileri
gelenler) dediler ki: Biz seni bir sefahat (beyinsizlik) içinde görüyoruz ve biz
seni yalancılardan sanıyoruz (sayıyoruz)."
"Ey kavmim, bende sefahat (beyinsizlik) yok. Ben
alemlerin Rabbı tarafından gönderîlmiş bir Rasulüm" dedi"
(el-A'raf, 7/66-67).
Diğer taraftan cinler son gelen elçi vasıtasıyla
gerçeği öğrenip ona iman edince, kendilerini aldatan şeytanları beyinsiz olarak
nitelemişlerdir:
"Meğer bizim sefihler (beyinsiz, iblis veya
cinlerin kâfirleri) Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyorlarmış"
(el-Cinn, 73/4).
Gerek mallarını, gerekse canlarını,
yaşantılarını gerektiği yerde kullanmayanlar, eğriyi doğrudan ayıramayan aklı
ermez çocuk ve ihtiyarlar da sefih olup, Kur'an onlara mal devredilmesini,
velisi olmadan borç verilmesini yasaklar; velisi olmadığı halde borç verilirse
ödemediği takdirde hak iddia edilemez:
"Allah'ın sizin için geçim kaynağı yaptığı
mallarınızı aklı ermezlere (süfehaya) vermeyin. O mallarla onları besleyin,
giydirin ve onlara güzel söz söyleyin"
(en-Nisa, 4/5);
"... Eğer borçlu olan kimse aklı ermez (sefih),
yahut zayıf ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise, velisi ona adaletle
yazdırsın... " (el-Bakara, 2/282).
Geçmiş ümmetler, aralarındaki kâfir, müşrik,
münâfık, müstekbir, mütref beyinsizler (sefihler) nedeniyle Allah (c.c)
tarafından bazı azap ve cezalara çarptırılmışlardır. Bu ceza bir çok musibetler
şeklinde halâ devam etmektedir. Mü'minlere düşen, sefihlerle mücadele etmek ve
Mûsâ (a.s)'ın şu duası ile Allah'a dua etmektir:
"... (Mûsa) dedi ki: Rabbim! Dileseydin, bunları
da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden bazı beyinsizler (süfeha)'ın
yaptıklarından ötürü bizi helâk mı edeceksin? Bu senin imtihanından başka birşey
değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğine yol gösterirsin (hidayet
edersin). Sen bizim velimizsin, bizi bağışla, bize acı, sen bağışlayanların en
iyisisin" (el-A'raf, 7/155).[1]
Kur'an-ı Kerim, sefih'i ve türevlerini,
kâfirler, münafıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç
kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır.
Kâfirler ve münafıklar, İslâm'ı kabul
etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan
ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münafıklara "siz de diğer mü'minler gibi iman
edin" denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü'minlere ‘sefih'
derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları
kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar.
Kur'an onlara şu cevabı veriyor:
"…Ìyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler
onlardır; fakat bunu bilmiyorlar."
(Bakara: 2/13).
Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir
düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim'in dininden,
dolaysiyle İslâm'dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince
düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah'ın dininden yüz çevirirler.[2]
Kıblenin Kudüs'ten Mekke'ye çevirilmesini
hazmedemeyen, Allah'ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed'e inanmamak için
bahane arayanlara da ‘sefih' denmektedir.[3]
Allah'ın rızık verici olduğunu unutarak
bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan
yoksun sefihlerdir.[4]
Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı
zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih' demek terbiyesizliğini
gösterirler. Halbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli
idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi.[5]
Kur'an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi
tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de
sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir.[6]
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münafık,
müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler
kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda
kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir.
Eğer akıllarını kullansalardı, Allah'ın dâvetine
uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah'a isyan etmekle
uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin
hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm'ın mutluluk yurduna göç
ederlerdi. Mükâfat yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terkedip,
karanlıkları ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları
yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli
zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah'a ortak koşan bu müşrikler ve
inkârcılar mü'minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip
oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar.
İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyolar, mü'minlerin
üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Halbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım
akıllı olanlar kendileridir.
Mü'minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler.
Allah'ın verdiği akıl nurunu iyi kulanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih
etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle,
ifsatlarıyla mücadeleye devam ederler.
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden
belâya uğramamak için Hz. Musa (as) gibi dua ederler:
"Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden
bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir."
(A'râf: 7/155)
[7]
[1]
Muammer Ertan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/371-372.
[2]
Bakara: 2/130.
[3]
Bakara: 2/142.
[4]
En'am: 6/140.
[5]
A'raf: 7/66-67.
[6]
Nisâ: 4/5; Bakara: 2/282.
[7]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 586-587. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Akıl İle İlgili
Veciz Sözler:
* "İnsanlara akılları ölçüsünde söz
söyleyin." (Hadis-i şerif)
* "İdrâk-ı meâlî bu küçük akla gerekmez;
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez." (Ziya
Paşa)
* "Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol."
(Nef''î)
* Aklı olmayanın dini de yoktur.
* En akıllı insan öğüt alan insandır.
* Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin
şükrü de düşünüp öğüt almaktır.
* İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve
akıl
* İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.
* Akıl, vücudun efendisidir.
* Akıl attır, dizgini ârif ve âlim elinde.
* Akıl ve dirâyetin ak saçlılarınki gibi; ama
yüreğin masum çocuk yüreği olsun.
* Akıl için yol birdir.
* Akıl, sağlam bir göz; Kur'an ise ışıkları her
köşeye saçılıp yayılan bir güneştir.
* Şeriat ile akıl, nur üstüne nurdur.
* Hurâfeler ve bâtıl inanışlar, zayıf
akıllıların dinidir.
* Akıl noksanlığı iki türlü olur: Biri
delilikten, öbürü câhillikten.
* Bir akıl iyidir ama, iki akıl daha iyidir.
* Akıl akıldan üstündür.
* Akıl gibi sermaye olmaz.
* Akıl olmayınca başta, ne kuruda biter ne
yaşta.
* Akıl tecrübe ile kemâl bulur.
* Akıl vezirdir, gönül padişah.
* Bir akıllının dostluğu, tüm delilerin
dostluğundan daha iyidir.
* Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince, pişman
olacak bir sarhoşluğa düşme.
* Mecnun'la birlikte oturan akıllı, Leylâ'nın
yüzünden başka şey konuşmaz.
* Zekî, başkalarını bilendir; kendini bilen ise
akıllıdır.
* Akıllı bir kişi, düşmanından da akıl öğrenmeyi
ihmal etmez.
* Akıllı olan, başkasının kusurunu görerek
kendisininkini düzeltir.
* Aptallar, akıllılardan pek az şey öğrenirler;
ama akıllılar, aptallardan çok şey öğrenirler.
* Akıllı olan aklıyla mağrur değil; meşgul olur.
* Akıllıya "ben" yakışmaz.
* Yalnız akıllı olmayı istemek, büyük bir
deliliktir.
* İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek
yerde susmak, susacak yerde söylemek.
* Aklı kıt olan dilini tutamaz.
* Akıllının uzun kulakları, kısa dili vardır.
* Akıllı söylemeden düşünür, akılsız düşünmeden
söyler.
* Akıl yeryüzünden kalksa bile, hiç bir kimse
akılsız olduğuna inanmaz.
* Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi
aklını beğenmiş almış.
* Deliler ve akıllı insanlar zararsızdır. En
tehlikeli insanlar, yarı deliler ve yarı akıllılardır.
* Akıllı düşman, akılsız dosttan yeğdir.
* Akıllı iki kere aldanmaz.
* Akıllı neyler balı, akılsız neyler malı.
* Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli,
ama akıllı olmalıyız.
* Akıllı görünmeye çalışmak, olduğundan daha
akılsız görünmekten başka işe yaramaz.
* Bir soru soran adamın sorusundan, onun ne
derece akıllı olduğu anlaşılır.
* Olabilirsen başkalarından daha akıllı ol;
fakat onlara daha akıllı olduğunu söyleme!
* İnsanlar, akıllılar arasında deli; deliler
arasında akıllı olmasını bilmeli.
* Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o
aklı yerinde kullanmaktır.
* Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir.
* Aklı bol olan, zamanın kıtlığından zarar
görmez.
* Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri
olmadan diğerini kabul etmez.
* Aklına çok güvenen, akıl seviyesini aşamadığı
için, vahy ve ilhamdan mahrum kalır.
* Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar?
Saatin iyiliği koşmasında değil; doğru gitmesindedir.
* İman kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl
sayesinde de düşünülen ve idrak edilen bir gerçektir.
* Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek),
bir gece nâfile ibadet etmekten daha hayırlıdır.
* Delinin yüreği ağzındadır; akıllının dili
yüreğindedir.
* "Siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar
sizi görseydi, müslüman demezlerdi." (Sahabeler için Hasan-ı Basrî)
* Deli dedikleri, aklın esaretinden kurtulmuş
olandır.
[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
AKIL EMNİYETİ
Önce "akıl nedir?" sualine cevap arayalım.
Arapça'da "hayvanı bağlamak ve tutmak" gibi mânâlara gelir.[1]
İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi
olarak "Bilmek, anlamak, şuurlu olmak" gibi mânâlar ifade eder.[2]
Çoğulu "ukûl"dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla
kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, "beyin" denilen
organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Halbuki İslâm uleması aklı:
"Kalpte bulunan, hak ve batılı ayırt etmede vasıta olan nurdur" şeklinde tarif
etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır:
"Andolsun ki, biz cin ve ins'ten bir çoğunu
cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler.
Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler.
Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete
düşenlerin ta kendileridir." (A'râf:
7/179)
Bu âyet-i kerimede geçen yefkârûne biha ibaresi,
kalple alâkalıdır. Yefkârûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir.
"Fıkıh" kelimesi de aynı mânâdadır.[3]
Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrak
edemediklerini esas alan İslâm ûleması "akıl kalpte bulunan bir nurdur" tarifini
esas almıştır. İnsanın mükellef olması, akli melekelerinin sıhhatli olmasıyla
yakından alâkalıdır.[4]
Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler... İçki,
kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer
murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz" (Maide:
5/90) buyurulmuştur.
İmam-ı Gazzalî: "Hadd-i Şürb (içki cezası)
insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. İlâhî teklife muhatab olan akıl,
ancak bununla muhafaza edilebilir"[5]
hükmünü zikreder. Kumar'ın, tapmaya mahsus dikili taşların (brahman'ın heykeli
vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın akli melekelerini tahrip ettiği
bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sadık'la
sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak
nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu
vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi
fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâlakalıdır.[6]
Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehanet, kâinatın
geleceğine ait haber vermek ve esrarı (gizli sırları) bazı vasıtalarla bildiğini
iddia etmektir.
İdeolojik sistemlerin tamamı, gaibten haber
verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırlan çözmeye çok
önem verirler. Son yıllarda "Masum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh"
teorileri de, ümmet arasında yayılma temayülü göstermektedir. Bütün bunlar "akıl
emniyetine" vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların "aklı
putlaştırdığı" gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhalefet niyetiyle, aklın
fonksiyonlarını iptal eden mü'minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki "ifrat"
ve "tefrit"; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl
zaruri bir vasıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır.[7]
[1]
İbn-i Manzur, Lisânu'l Arab, c. XI, sh. 458.
[2]
Geniş Bilgi için bkz.: İbn-i Haldûn, Şifaü's Sail li Tezbihi'l Mesail, Ist.1957,
Prof. M. Tanci neşri, sh. ıs-24.
[3]
Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, İst.1968, c. V,
sh.1808.
[4]
Geniş bilgi için bkz.: Sava Paşa, İslâm Hukuk ve Nazariyatı Hakkında bir
Etüd, Ank.1956, c. Il, sh. 319-350. Ehliyeti tenkis ve mes'uliyeti tahfıf
eden haller izah edilirken cinnet, hafıza zaafı, küçüklük [çocukluk] ve ateh
[bunama] üzerinde durulur. Aynca sekr hâli izah edilir. Bunların tamamı
akılla ilgilidir.
[5]
İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmu'I-Usûl, Beyrut,1937, c.I, sh.287 vd.
[6]
Fukaha "Haram olan ilimleri"tasnif ederken, felsefe üzerinde hassasiyetle
durnıuştur. İmam-ı Gazzalî el Munkız isimli meşhur eserinde, felsefenin
mahiyetini ve filozofların küfrünü isbata gayret etmiştir. İbn-i Abidin,
Reddü'I-Muhtar isimli eserinde (İst. 1982, c. I, sh. 43 vd.) bu konu
üzerinde durur. Haram olan tefekkür değildir. Tevhidi reddedip, insanlar
üzerine hüküm koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak ve kat'i nassların
zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki ideologların yaptıklan da
budur. Tefekkür ile karıştırılmamalıdır.
[7]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 42-44.
AKIL HASTALIĞI
Düşünme, anlama, idrak etme; karar verme ve
tedbir alma yeteneklerindeki eksiklik.
İslâm'da kişinin yaptığından sorumlu tutulması,
akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi
kişilerdir. Kur'an-ı Kerîm'de akıldan söz eden pek çok ayet vardır. Meselâ:
"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat
vardır, böylece korunursunuz"
(el-Bakara, 2/179).
"Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği
emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
(el-Bakara, 2/44).
"Ey kitap ehli, neden İbrahim hakkında
tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat'da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor
musunuz?" (Âlu İmrân, 3/65).
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin
dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında,
iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl
hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların
temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve
tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar'alıların iki sar'a nöbeti arasındaki
zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz
kudretine sahiptirler.
Akıl hastalığı yirmidört saatten fazla sürerse
namaz; ramazan ayı süresinde devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac
ibâdetlerinden sorumluluk kalkar. İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin
olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki
fâkihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının
malından verir.[1]
Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de
mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir. Suç
işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.[2]
[1]
el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi', V/155.
[2]
Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/85-86.
AKLÎ DELİL
Delîl; "Mürşid, rehber, kılavuz" anlamlarına
gelir. Istılahda ise, "bilinmeyen şeylerin bilinmesini mümkün kılan şeydir."
Veya "Kendisine iyice bakarak ve düşünerek, istenilene götüren şeydir."[1]
Delîl, bize rehberlik eder ve bir şeyin doğru
veya yanlış oluşu hakkında bizi bilgi sahibi ederek yol gösterir. Olumlu veya
olumsuz, hüküm vermemizi sağlar. Delille öğrenilen ve doğruluğu kanıtlanan şeye
"medlûl" denir.
Delîller bir bakıma, akli ve naklî (sem'î) olmak
üzere ikiye ayrılır. "Vahye ve işitmeye dayanan delîle" naklî delîl denir. Naklî
delile dînî delîl de denmektedir. Kur'an ve hadislerin bildirdikleri, naklî
delillere dâhildir. Aklı delil ise; "mukaddimeleri (önermeleri), akla dayanan
delildir. Aklî ve naklî deliller, kat'î ve zannî olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Kesin olarak medlûlü isbât eden aklî delile burhan (ve huccet) denir. Önermeleri
kesin olmayan aklî delile de hatâbe adı verilir.
Burhan; zekî ve kültürlü insanların,
inceliklerini anlayıp yararlanabilecekleri delîl çeşididir. Meselâ: "Âlem
değişkendir, her değişken hâdistir (sonradandır)" delîli bir burhandır. Cahil ve
kültürsüz insanlar burhanı anlamaz. Burhan, münâkaşa ve münâzaralarda
geçerliliği olan bir delildir.
Hatâbî deliller ise, kafası olumsuz fikirlerle
şartlanmamış kimseleri ikna edebilen delillerdir. "Bir yerde iki yönetici olmaz"
ifadesi bir hatâbî delîl sayılır Bu tür delillerin mukaddimeleri, genellikle
doğruluğu kabul edilmiş ifâdelerdir.
[1]
el-Cüveynî, el İrşâd, Mısır, 1369/1950, 8; el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul
1253, 61, et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-fünûn, İstanbul 1984, I, 492.
Yakiniyyat:
Kesinlik ifade eden aklî delillere yakîniyyât
denir ki, bunların altı türü vardır;
1) Bedîhiyyât:
Aklın, bir delîle ihtiyaç duymadan, apaçık bir şekilde hemen biliverdiği
bilgilerdir. Bunlara evveliyât da denir. "Bir, ikinin yarısıdır", "Bütün,
parçasından büyüktür" gibi.
2) Müşâhedât:
Aklın duyu organlarıyla verdiği hükümlerdir. "Güneş, aydınlatıcıdır", "Ateş,
yakıcıdır" gibi. Bunlara, hissiyât ve mahsûsât da denir.
3) Fıtriyyât;
Aklın, basit bir kıyâsla vardığı hükümdür. "Dört sayısı, çifttir" gibi. Bunlar,
kıyâsları beraberlerinde bulunan hükümlerdir.
4) Mücerrebât:
Aklın, müşâhedelerin tekrarı sonucunda verdiği hükümdür. "Hint yağı ishâl
edicidir" gibi.
5) Mütevâtirât:
Aklın, mütevâtir haberlere dayanarak verdiği hükümdür. "Mekke Hz. Peygamberin
doğum yeridir." gibi.
6) Hadsiyyât (sezgiler):
Aklın, mukaddimelerden süratle neticeye ulaşmasıyla varılan hükümdür. "Ay,
ışığını güneşten alır" gibi. Bunlar, zarûrî ilim ifade ederler.[1]
[1]
Sâdeddîn et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, Mısır (t.y.), I, 232-235; Bekir
Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1988, 71. Mehmet Bulut, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/91.
Zanniyat:
Kesinlik ifade etmeyen aklî delîllere de
zanniyyât denir. Bunların da altı çeşidi vardır
1) Müsellemât:
İlmî münâkaşada karşı tarafın kabul ettiği hükümlerdir. Peygamberimizin mîrâcını
inkâr eden hıristiyana karşı Hz. İsâ'nın mîrâcını delil getirmek gibi.
2) Meşhûrât:
İnsanların hepsinin veya büyük çoğunluğunun kabul ettiği hükümlerdir. "Adalet
güzeldir. Zulüm çirkindir" gibi.
3) Makbûlât:
Yalan söylemeyeceğine dair kendilerine hüsn-i zan beslenilen büyük âlimlerin ve
mürşidlerin sözleri bu kategoriye dahildir.
4) Karînelerle hüküm vermek:
Yoğun bulut görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi.
5) Muhayyelât:
Psikolojik olarak arzu uyandırmak veya nefret ettirmek için tahayyül edilen
hükümlerdir. "Bal, iğrenç bir kusmuktur", "Şarap, akıcı bir yâkûttur" gibi.
6) Vehmiyyât:
Duyular âleminin ötesinde kalan hususlar için duyulan âlemle kıyas edilerek
verilen hükümlerdir. "Kâinâtın ötesi sonsuz bir fezâdır", "Var olan her şey
görülebilir" gibi .
Bu tür delîller, insanı kesin bilgi edinmeye
götürmeyen aklî deliller olduğundan zannî deliller adını almışlardır.[1]
[1]
el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h., 76; et-Tehânevi, Keşşâf, II,
939; Bekir Topaloğlu, a.g.e., 75. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi:
1/91.
Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim
Y. c. 1, s. 467-471; 203-207
Fî Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c.
1, s. 317-319
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir,
Çağrı Y. c. 3, s. 654-667
Tefsîr-i Kebir, Mefâtihu'l-Gayb, F. Râzi, Akçağ
Y. c. 4, s. 177-179
İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 2,
s. 238-247
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s.
83-85
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c.
2, s. 112-125
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar
Y. s. 398-400
Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural
Y. s. 51-85
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y. s. 38-40
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y.
s. 42-44
Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-77
İhyâu Ulûmi'd-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 1,
s. 209-225
Kur'anla Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal,
Birleşik Y. s. 33-38
İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s.
97-113
Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
s. 59-71
İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy,
Buruc Y. s. 77-110
Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan
Y. s. 82-86
Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y.
I/166-176, II/30-32
Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik
Y. s. 30-31
Kur'anî Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tûba Y.
c. 1, s. 55-74
Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-75
Akıl ve Din, M. Müştehir Şebüsteri, Objektif Y.
Akıl ve Gönül, Seyyid Ahmed Arvasi, Burak Y.
Akıl ve İman, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
Akıl ve İtikad, İlhan Kutluer, İz Y.
Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, Mehmet
Erdoğan, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Y.
Akılcılık, John Cottingham, Sarmal Y.
Aklı Karışıklar İçin Klavuz, E. F. Schumacher,
İz Y.
Aklını En İyi Şekilde Kullan, Tony Buzan, Arion
Y.
İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı, Ahmet Yüksel
Özemre, Denge Y.
Akıl ve Gerçek, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
Kur'an'a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya, Vural Y.
Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
Arap Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Âbid
Câbirî, Kitabevi Y.
İslâm'da Siyasal Akıl, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
‹ Zanniyat
AHMAKLIK NEDİR
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz.
Âlimler buyuruyor ki:
Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer)
Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hz. Ali)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sadık)
Dünyayı ele geçirmek için âhireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. (İmam-ı Rabbani)
Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Hz. Ebu Bekir, Seyyid Abdülkadir-i Geylani)
Ahmaklığın alameti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrı-yi Sekati)
Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibban)
Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. (Muhammed Masum)
Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Hikmet ehli de buyuruyor ki:
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.
Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir.
Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.
Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek.
Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır.
Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur.
Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizi]
(Akıllı, Allaha ve Peygamberine inanıp ibadetini yapan kimsedir.)[İbni Muhber]
(Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali]
(Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakim]
(Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyheki]
(Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.) [İ. Maverdi]
(Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccar]
(Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.)[Deylemi]
(Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemi]
Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Kâfirlere “Müslümanların inandığı gibi siz de inanın” denilince, “Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?” derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13]
Ahmaklığın çaresi var mıdır?
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim:
İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir.
Salih amel işlemeden yani cehennem tohumu ekip, cennet beklemek ahmaklıktır.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahın var olduğunu anlar, bir yaratıcının varlığına inanır. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur.
İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın!
Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır.
Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyorsun. Bu ahmaklık değil mi?
Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır.
Bir ahmaklık hikayesi şöyledir:
Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Birisi bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım.
Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur’an-ı kerimde,(Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizi)
Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhari]
Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile batılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile batılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehli sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de,(Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu.
Ölüme hazırlık [Büyüklerin sözleri]
Ölmek felaket değil, öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.
Dünya, zıll-i zâildir, yani yok olan bir gölge, bir görüntüdür. Aynadaki görüntü gibi. Bu görüntü ahiretin görüntüsüdür. Ahirette ne var, cennet, cehennem. İbadetlerimiz, iyiliklerimiz, cennetin dünyadaki görüntüsüdür. Günahlar, kötü yerler, karanlık sıkıntılı izbe yerler de Cehennemin görüntüsüdür. Cennetlik, Cennetlik işleri, Cehennemlik olan da Cehenneme götürücü işler yapar. Demiri çürüten, kendi pası olduğu gibi, insanı Cehennemlik eden de kendi günahlarıdır. Mıknatıs demiri nasıl kendine çekiyorsa, haramlar Cehenneme, ibadetler Cennete çeker.
Kıyamette nereye gitmek istiyorsak, ona göre hazırlık yapmalıyız. Ahirette Cennet ve Cehennemden başka yer yoktur.
Cennete girmek için, doğru iman sahibi olmak ve dine uymak gerekir. Cehenneme götürücü tuzaklara yakalanmamalı. Bu tuzaklar şöyle bildiriliyor:(Dünya hayatı ancak bir laib [oyun], lehv [eğlence], ziynet [süs], aranızda tefahür [övünme] ve mal ve evlâdı çoğaltma isteğinden ibarettir.) [Hadid 20] Bunların bir tanesine yakalananın gönlü ölür. Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, buyuruyor ki:
(O gün [kıyamette] herkes, dünyada ne hayır yapmışsa, onu karşısında hazır bulacak, ne kötülük yapmışsa, onlarla kendi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu edecektir. Kullarına karşı şefkatli, esirgeyici olan Allah size kendinden korkmanızı emreder.) [Al-i imran 30]
O halde, Allah'tan korkun, yani Onun emir ve yasaklarına riayet edin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Unutmayın ki, yarın küçük büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız.
Rızk mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helalden gelir, isteyene haramdan. Gelen miktar aynıdır. Ecel mukadderdir. Yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır. Kaza ve kader, hayır ve şer, zaten imanın şartlarındandır. Peki, daha ne diye isyan ediyorsun, daha ne diye şükretmiyorsun? Rızkın belli, ömrün belli, başına gelenler Allah'tan. İster isyan et, ister şükret. Değişen bir şey yok. İsyan edenin yeri Cehennem, şükredeninki Cennet. Yani aynı şeyler için, ya Cennete gideceksin ya Cehenneme.
Dünya misafirhanedir. Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. Göğsünü kıbleden çevirenin namazının bozulduğu gibi, yüzünü İslamiyet'ten çevirenin hem dünyası hem ahireti bozulur.
Laf ile Müslümanlık olmaz. Dinin emir ve yasaklarına önem vermeyenin imanı gider. Önem vermemek, işlediği günaha üzülmemek demektir.
Dinin en büyük düşmanı cehalettir. Cahillik Cehenneme götürür.
Kıyamet derdini bilseydiniz, dünyada dert diye bir şey tanımazdınız.
Bütün geçimsizlikler, ölümü unutmaktandır.
Dini, nakli esas alan ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli, yoksa şeytanın oyuncağı, kötü din adamlarının kuklası oluruz.
İnsanların çokluğu, istediklerini yapmaları, gafletleri, sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen, tek olarak ölecek, tek olarak kabre girecek, tek olarak hesabını vereceksin. Sen unuttun ama unutulmadın.
İnsanların yaratılış gayesi [Büyüklerin sözleri]
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.
Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun.
Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir.
Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma.
Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun malayani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır. Müslüman için en büyük felaket, ehl-i sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar.
Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım” diye kıl.
Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç.
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı.
Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir.
Hastalıklar, müminlere, imanı olanlara Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşidir (güzeldir).
Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azaba maruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.
Sen unuttun ama unutulmadın [Büyüklerin sözleri]
Hepimiz ahiret yolcusuyuz, inkârı mümkün değil. Herkes bir sefere giderken yolda ve gittiği yerde kendine lazım olanları alır, diğerlerini almaz. İhtiyaç olmayanı almak ahmaklık olur. Dünyadan da, ahirete lazım olanlar tedarik edilir. En akıllı insan, ölüme hazırlanandır. En ahmak, dünyaya tapandır. Ahmaklar olmasaydı, dünya harap olurdu.
İnsan bir yere gitmek için, bir yerde vasıtaya biner, başka yerde iner, dünya buna benzer. Yalnız, vasıtayı iyi seç. Son durakta ya cennet ya cehennem vardır.
Şeytan; uzaklaştırıcı demektir. Allahü teâlanın sevgisinden, merhametinden uzaklaştıran şeydir. Üç türlü şeytan vardır. Birinci şeytan bilinen İblis ve torunlarıdır. İblis; Allah rahimdir affeder diye, günahları vesvese verir, insan bunu dinlemezse çeker gider, bu şeytanın hileleri zayıftır. İkinci şeytan nefistir; bu daha kuvvetlidir. Şeytan gibi çekip gitmez. Çok inatçıdır, tekrar tekrar aldatıncaya kadar uğraşır. Üçüncüsü daha da kuvvetlidir. Bu kötü arkadaştır. Dünyada rezil eder, âhirette cehenneme götürür. İnsanın imanını öyle çalar ki, o şahsın ruhu bile duymaz. Her türlü bozuk yayınlar da kötü arkadaştır. (Kitap, gazete, dergi, tv, v.b.)
İnsanı çevreleyip imanına musallat olan dört düşman vardır; Sağında şeytan, solunda nefs, arkasında kötü arkadaş, önde ise dünyadır. Dünya bu zararda rehber olmuştur.
İnsanlar düşmanı dışarıda arıyorlar, halbuki düşman kendi içimizdedir. Bu düşman da nefstir.
Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin.
Kim neye benim demişse o şey ona düşman olmuştur.
Dünyanın en cahil, en ahmak mahluku, insanların nefsidir. Her isteği kendi aleyhinedir. Gıdası haramlardır. Nefs, daima zararlı şey ister. Allahü teâlâ buyuruyor ki;
Ey insanlar nefsinize düşman olun. Çünkü nefsiniz, benim düşmanımdır.
Emrime uyan cennete, uymayan ise cehenneme gidecektir.
İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allaha bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıl işi değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olabilir mi? Kur’an-ı kerimde sık sık, (Hiç mi düşünmüyorsunuz?) diye ikaz edilmektedir.
Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris’e giden uçağa binen Kâbe’ye varamaz.
İnsanların çokluğu, dilediklerini yapmaları, gaflet içinde yaşamaları sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen tek olarak öleceksin, tek olarak kabre gireceksin, tek olarak hesabını vereceksin. Sen dini, imanı, Allahın emir ve yasaklarını unuttun. Sen unuttun ama unutulmadın.
Sırat köprüsünde herkese 7 şeyden sual sorulacaktır, cevap veremeyen düşecektir. Bunlar; iman, namaz, oruç, zekat, hac, gusül ve kul hakkındandır. Yedinci soruya kadar gelebilmek çok zordur. Yedinci soru da çok zordur. Peygamberler masum oldukları halde, günahsız oldukları halde burada korkarlar.
*
* MEHAZ: YUKARIDAKİ YAZILAR www.dinibilgiler.org WEB. ADRESİNDEN ALINMIŞDIR.
*
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Akıl doğruyu bulabilir mi? 10 EYLÜL 1997 Hiçbir akıl, âhiret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada ve âhirette rahat ve huzur içinde olmalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur, saadet yolunu göstermiştir. Allahü teâlâ, kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği Peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saadete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine, fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete veya felâkete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece, âhirette kimse, ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemeyecek, mâzeret gösteremeyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îman etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi Hz. Âdem’dir. Sonuncusu ise, Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îman etmek lâzımdır. Hepsi mâsum, yâni günahsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Çünkü, hepsi aynı îmanı bildirmiştir. Yâni, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îman edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar Peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akıl ile anlaşılabilseydi, Peygamberler gönderilmezdi. Âhiret azâbları, Peygamberler gönderilerek En güzel ilâç... Saadete kavuşmak için... Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, (Biz, Peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz) buyurdu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. İnsan, Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup, ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, Peygambere değil aklına inanmış olur. Hâlbuki, îman gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat herşeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne ileri sürmeleri önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, (Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makâmına inanmamak olur. Dînin temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabûl edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur.
.
. .
|
|
|
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
HAZNEVİ.NET
Allah Teala bize hayır ve şer yolunu açıklamış, hayır yoluna teşvik edip bu yolu tutanlara büyük bir sevap vaad etmiş, kötülük yolunu tutmaktan sakındırmış, kötülük işleyenlere de büyük bir azap vaad etmiştir: “Şüphesiz ki emrettiğim bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O halde bu yola uyun. Başka aykırı yollara tabi olmayın. Yoksa o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (Enam, 153)
Allah (c.c.) ayette bize, bu din ve şeriatın Allah’ın yolu olduğunu teyitli bir şekilde haber vermektedir. Allah’ın dini açık ve nettir, onda kapalılık yoktur. Bu din, sırat-ı müstakimdir, buna uyun, şeytanın yolu olan diğer yollara uymayın,şayet şeytanın yollarına uyarsanız Allah’ın yolundan çıkarsınız, denilmektedir.
Allah (c.c.) yine başka bir ayette bunu teyit etmektedir: “Şüphesiz ki şeytan size düşmandır, öyleyse siz de onu kendinize düşman edinin! O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateş ehlinden olsunlar diye çağırır.” (Fatır, 6)
Allah’ın (c.c.) ikram ettiği dışındakiler hariç, birçoğumuz akıl ve anlayış kıtlığımızdan mıdır yoksa temyiz etme yeteneğimizi kaybettiğimizden midir,hayırla şerrin, dostla düşmanın arasını ayıramıyor! Rabbimizin yolunu bırakıp lanetlenmiş şeytanın yolunu tutuyoruz.“Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine, her kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhinedir, sonra hep döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz.” (Casiye, 15)
AllahTeala (c.c.) salih ameller işleyenleri ve Allah’ın emirlerini yerine getirenleri mükâfatlandıracaktır, fısk ü fücur işleyip kötü ameller işleyenlere de yaptıklarının karşılığını verecektir.
Müminin-ne kadar küçük de olsa- hayrı küçümsememesi gerekir. Belki de Allah’ın rızası Resulullah’ın (sav.)-küçük gibi görülen- sünnetlerinden bir sünneti yapmakla kazanılabilir. Müridin hayırlı amellere ve Allah’a (c.c.) itaata kendisini ağır ağır alıştırması, tarikatın adaplarını yerine getirmeye çabalaması, zikir ve adapları tatbik etmeyi terk etmemesi gerekir.
Tarikatın adapları müridi, zamanın şerlerinden ve şeytanın aldatmalarından koruyan bir kaledir. Müminin, günah ve masiyetlerden -küçük de olsa- bir şeyi küçümsememesi ve bu önemsiz bir şey dememesi gerekir, belki de Allah (c.c.) onu, bu iş için zor bir hesaba çeker. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı şer işlerse onu görecek.” (Zilzal, 7-8)
Küçük gördüğümüz bir amel bizi cennete sokabilir ve -Allah korusun- bizim nazarımızda küçük olan kötü bir şey de bizi cehenneme götürebilir. Bu yüzden Resulullah (sav.), “Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun.” buyurmuştur. Yani, küçük de olsa hayırlı işler yap, yarım hurma da olsa sadaka ver, buyurmaktadır. Bu sadaka seni cehennemden kurtarabilir. Hz. Peygamberin (sav.) başka bir hadis-i şerifi de mana olarak şöyledir: “ Bir kadın, bir kediyi ölünceye kadar hapsettiği, ona yiyecek vermediği ve yeryüzündeki haşeratı yemesi için onu bırakmadığından cehenneme girmiştir.”
Kendinizi küçük günahlardan uzaklaştırın, çünkü küçük günahlar birikince büyük günah olur. Babamızdan çoğu kez şu şiiri duyuyorduk:
“Damla damla üstüne toplanınca bir nehir,
Nehir nehirle birleşince de deniz olur.”
Resulullah (sav.) bir adamı örnek verdi ve, “Bir kimse ki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve haramla beslenmiştir, o kimse elini açıyor ve ‘Ya Rab! Ya Rab!’ diyor, ona nasıl icabet edilecek? ” buyurdu.
Hayatını günah işleyerek, gıybet ve söz taşımayla geçiren, Allah’ın (c.c.) kelamıyla ilgilenmeyen, hadis-i şeriflerden etkilenmeyen, selef-i salihinin nasihatlerinden öğüt almayan, ölüm ve ölümden sonraki olacaklara önem vermeyen ve Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmak için hazırlanmayan kimsenin,-Allah korusun-imanının çekilip alınmasından korkulur.
Resul-i Ekrem (sav.),“Kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanırsa, Allah da (c.c.) ona kavuşmaktan hoşlanır.” buyurmuştur. Ölüm sözünü duyunca çoğu kimsenin aklı başından gitmekte, dünya kendisine dar gelmektedir. Ölüm hakkında hiçbir şey duymak istemiyorlar. Neden? Çünkü ölüme hazırlanmadılar, çünkü onlar Allah’ın huzuruna kara bir yüzle çıkacaklarını biliyorlar da bundan korkuyorlar. Fakat itaatkâr mümin ölüm hakkında bir şey duyunca ferahlık duyar, çünkü o can sıkıcı şeylerle dolu olan bu fani dünyadan göçeceğini ve ölümden sonra Allah’la (c.c.) mülaki olma imkanını yakalayacağını bilir.
Bu yüzden büyüklerimiz müritlerine olan sevgilerinden dolayı, müritleri için ölümü düşünmeyi, tarikata intisaptan sonra sıkı sıkıya tatbik edilmesi gereken adaplardan kıldılar. Ölümü düşünmek, Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmak için daima hazır olmayı sağlar, dolayısıyla ölümü düşünen bir kimse haramlara ve günahlara dalamaz.
Şöyle bir kıssa anlatılır: Dönemin Şam valisi Süleyman bin Abdülmelik Medine’ye geldi. Buradan Mekke-i Mükerreme’ye gitmek istiyordu. Medine’de, büyük velilerden Ebu Hazim’e (r.a.) gitti. Ebu Hazim’le buluşunca ona, “Ey Ebu Hazim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu. O da cevap olarak, “Çünkü siz ahiretinizi harap edip dünyanızı mamur ettiniz, mamur edilmiş bir yerden harap olmuş bir yere gitmek istemiyorsunuz.” dedi.
Süleyman: “Ey Ebu Hazim, Allah’ın yanına nasıl varacağız?”dedi. O da, “İyi işler yapan kimse ailesinden uzakta olan birinin ailesinin yanına gelişi gibi gelir, kötü ameller yapan ise efendisinden kaçan bir kölenin sahibine gelişi gibi gelir.” dedi. Bunun üzerine Süleyman ağladı ve “Keşke Allah’ın yanında benim için ne olduğunu, makamımın ne olduğunu bilseydim.”dedi. Ebu Hazim’de (r.a.),“Kendini Allah’ın kitabına arz et, orada şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz ki iyiler nimetler içindedir ve şüphesiz ki günahkârlar şiddetli alev tabakasındadır.’ (İnfitar, 13-14) Yani hangi gruptan olduğunu bilmek için şimdiki ameline bak. O zaman cennet ehlinden mi yoksa cehennem ehlinden mi olduğunu bileceksin.”
Süleyman: “Allah’ın rahmeti nerededir?” dedi. Ebu Hazim şu ayeti okudu: “Şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (Araf, 56) Süleyman: “Ey Ebu Hazim, Allah’ın (c.c.) hangi kulları daha kerimdir?” diye sordu. Ebu Hazim de,“İyilik ve takva ehli kimseler.” dedi. Yine, “Hangi amel daha üstündür?” diye sordu. “Haramlardan kaçınmakla birlikte farzların yerine getirilmesi.” dedi. “Müminlerin hangisi daha akıllıdır?” diye sordu Süleyman bin Abdülmelik. “Allah’a itaat eden ve insanları buna çağıran kimse.” şeklinde cevapladı, Ebu Hazım.
Selef-i salihin akıllı kimselerdi; dünyaya bakıyorlar, onun yok olup giden bir gölgeden ve geçici bir yerden ibaret olduğunu görüyorlardı. Dolayısıyla dünyadaki günlerini, ibadetleri yapmak için bir ganimet bildiler ve meyvelerini ahirette toplayacakları salih amelleri ektiler.
İtaatsizlikten, günah ve isyandan kaçınıp salih ameller işlemeye yönelmemiz için, Allah’tan, bizi akıl nimetiyle nimetlendirmesini istiyorum. Bu nimet sayesinde, Allah (c.c.) ile buluşmayı sevenlerden ve Allah’ın onlarla buluşmayı sevdiklerinden olalım.
Rabbimiz her şeye kadirdir.
Akıl ve Kalbin Birleşme Noktası İSLÂM
Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî
Allah insanı yaratmış, onu akıl ve kalb gibi iki büyük hakikatle donatmıştır. O, bunlardan her birisine öyle bir vazife vermiştir ki, onu ondan başkası yerine getiremez ve onu gerçekleştirmeksizin dünya ve ahiret işlerinden hiçbir şey düzgün olmaz.
Aklın vazifesi, eşyaya yönelip onların hakikatını/mahiyetini idrak etmek, hâdiselerin görünen kısmıyla eşyanın mâverâsına delil getirmek ve bunun verâsından şanı yüce Allah’ın marifetine ve O’ nun birliğine ve mutlak rubûbiyetine inanmaya ulaşmaktır.
Kalbe gelince, onun vazifesi ise, aklın rehberliğiyle yürüyüp onun iyilik olarak kabul ettiği iyiliği sevmek, kötülük olarak kabul ettiği kötülüğü de sevmemek ve bunların hepsini şanı yüce Allah’ın rızası ve O’nun mesajına tabi olma yolunda yapmaktır.
Kâinatı mamur hale getirmek ve orada düzeni gerçekleştirmek için bu iki cihazdan her birinin çalışması lâzımdır. Şâyet akıl olmasaydı, nefsin arzu ve istekleri, kalbin atışları ve hisleriyle karışır; alçaklık ve yücelik, her şeyi ifsat etme özelliğine sahip yaygın bir kötülüğü tutuşturma üzerinde buluşurdu. “Gerçek onların keyiflerine tabi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılır giderlerdi.” (Mü’minûn, 23/71). Ve eğer kalb olmasaydı, iyilik sadece vehim ve hayal dünyasında var olur, faziletler ve idealler binası, kâğıt üzerindeki mücerred şekiller ve çizgiler veya dudaklarda tatlı kelimeler ve cümleler olarak varlığını sürdürürdü.
Bu durumda akıl, keşfedici ve planlayıcı kudret; kalb ise itici ve hareket ettirici kuvvettir. Elbette her bir çalışma veya yapıda önce onu düzenleyen bir plan, sonra ikinci olarak onu uygulamaya koyan bir cihaz gereklidir. İslâm’ın, bütün faziletleri muhtevi olması göz önüne alındığında elbette bu fonksiyonunu yerine getirmesi için bu iki büyük cihazın her ikisine de dayanması gerekir. Bundan dolayıdır ki İslâm, akıl ve kalbe bir arada hitap eder olarak gelmiştir: Akla, idrak etmesi ve düşünmesi için hitap eder; kalbe de sevmesi ve etkilenmesi için hitap eder. Şüphesiz sen, apaçık Kitab’ın âyetlerinin aklın algılama gücünü uyarmaya yöneldiği aynı anda, kalbin damarlarını da harekete geçirmeye yöneldiğini görürsün. Bu, her birinin kendi fonksiyonunu yerine getirmesi ve bu iki şeyden her birinin, insanın insanlığını gerçekleştirmede, sonra da insanı şanı yüce Allah’a tam kulluk etme zirvesine oturtmada katkıda bulunması içindir.
Şüphesiz sen bunu Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve selem) hadislerinde de görürsün. Allah’ın salât ve selâmı O’ nun üzerine olsun, O devamlı olarak aklî imanı kalbî muhabbetle ısrarla ilişkilendirirdi. O’nun, üzerinde ittifak edilen bir hadiste şöyle dediğini işitmedin mi?: “Ben kendisine malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça hiçbiriniz iman etmiş sayılmaz.” Üzerinde ittifak edilen başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Şu üç özellik kimde bulunursa, o kimse imanın gerçek tadını almış demektir: Allah ve Resûlü’nün kendisine bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha sevimli olması, bir kimseyi sadece Allah rızası için sevmesi ve Allah, kendisini imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkması.”
İmanın Hakikati
Diğer taraftan sen bu manayı, imanın artıp eksileceğine, müslümanın, imanını güçlendirmek ve artırmak için amelle mükellef olduğuna dair Müslüman âlimlerinin çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği hususlarda misallendirilmiş olarak da görürsün. Apaçıktır ki, bu artışın alanının akıl olması imkânsızdır. Bu, aklın bir şeyi idrak etmede tasdik ve iz’an derecesine yükseldiğinde, aşmasının mümkün olmadığı sona ulaşmış olmasındandır. Çünkü bir şeyi idrak etmek, tasavvur veya tasdikten başka bir şey değildir. Tasdik ise, zıtlık ve şüphelendirme kabul etmeyen aklî yüce bir sondur. Bu durumda aklî tasdik kesinlikle her hangi bir artma veya eksilmeyi kabul etmez. Ancak bu artmanın alanı kalbdir. Kalbde neredeyse basamakları sonsuz olan, duygulardan bir merdiven vardır. Onda şiddetli arzu ve isteklerden oluşan müthiş bir yakıt vardır ki, onu nitelemeye hiçbir kalemin veya beyanın gücü yetmez. İşte bu potada iman olgunlaşır ve serpilir. Ve yine bu kalbde geçmişte ne kadar uzun zaman işittiğimiz ve günümüzde hayatımızdan silinip giden iman mucizeleri doğar. İlâhî beyana bak, imanı güçlendirmek ve artırmak için bu kalbî alanı nasıl tasvir ediyor! Ve Yüce Allah’ın şu sözünü tefekkür et! “İyi düşününüz ki Allah’ın Resûlü sizin aranızda bulunmaktadır. Şayet o birçok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fasıklıktan ve isyandan sizi iğrendirdi. İşte doğru yolda yürüyenler onlardır.” (Hucurât, 49/7). Ve sen iyi bilirsin ki, “hubbibe” ve “züyyine” kelimelerini ancak kalblerin kamusu bilir. Öyle ki, bu iki kelime, akıl ve aklın iz’anının ötesinden gelir.
Sevginin Hakikati
Bir de bu sevginin hakiki manası, bazı insanların düşünebileceği gibi, tâbi olma ve pratik izleme değildir. Bilakis o, bizzat hakiki manasında kullanılmamıştır. Tâbi olmak ise sadece onun eserlerinden biridir. Allah ve Resûlü’nün sevgisi nasıl pratik bir tâbi olmaktan ibaret olur?! Şüphesiz, tabi olmanın bizzat kendisi, aklî yakînin ötesinde itici kalbî bir sevgiye ihtiyaç duyar. Şu bir gerçektir ki, sahabenin mal veya canla ortaya koyduğu muhteşem fedakârlık örneklerinden olan herhangi bir şey, sevginin kendisi değildir; ancak kalblerinin kendisiyle dolup taştığı muazzam sevginin eserlerinden birdir. Yoksa herhangi bir şeyi mücerred tasdik, yalnızca o şey uğrunda ortaya konan fedakârlığın sırrı olurdu. Bu durumda feragat ve fedakârlık gibi hasletlerde Müslümanların hepsinin eşit olması aklın gereği olurdu. Bunu kim söylemektedir? Sadece aklî meselelerin duygular ve kalblerde müessir olma özelliğine sahip olduğunu kim benimsemektedir? İnsanlardan her hangi birinin, inanarak, matematikle alakalı bir kaide veya cebirle ilgili meselelerden biri sebebi ile hayatını feda ettiği işitilmiş midir?!
Fazilet ve Alçaklık
Jean Jacques Russo, fazilete mücerred inanmanın fazilet için bir zaferi ve ilkelerini gerçekleştirme sayılacağı görüşünü benimseyen kimseleri alaya almaya başladığı gün ne kadar haklı idi. O şöyle der: “Faziletin sadece akla dayandırılması konusundaki arzu ile ilgili ne kadar görüş belirtildi ve bu görüşler tekrarlandı. Ne sağlam temel! Hangi temel bu?! Fazilet –söylediklerine göre- düzenden ibarettir, ancak düzene inanma, benim özel mutluluğuma hakim olabilir mi? Bu iddia edilen ilke, lafızlarla oynamaktan başka bir şey değildir. Alçaklık ise, farklı bir şekilde düzen sevgisidir.”
Dikkat et, Amerika, günün birinde, içkide bulunan çeşitli büyük zararlarını kavramış, buna, muhtelif tecrübî ve ilmî kesin delillere dayalı olarak rasyonalist bir inançla inanmış, bu sebeple Amerikan hükümeti içkinin yasaklanmasına dair bir kanun çıkarmaya teşebbüs etmiştir… Ancak bundan sonra ne oldu? Aradan çok geçmeden bizzat bu kanunları çıkaranların başındakiler mahrumiyetin acısından sendelemeye başladılar.. Sonra çok sürmedi onlar ökçeleri üzerinde geri döndüler, çıkarmış oldukları kanunu yırtıp attılar ve yeniden doldurarak kadehlerine sarılmaya koyuldular. Medine-i Münevvere’de ise –ümmilerden oluşan hem de ondört asır önce, hayatları uzun senelerden beri içki, güneş, su ve hava üzerine kurulu, insanların buğday çuvallarını azık yaptıkları gibi, şarap testilerini azık yapan bir topluluğun bulunduğu yerde-, birkaç kelimeyi geçmeyen bir tek âyetin sırrı ile mu’cize orada gerçekleşmiştir.
O mü’minler o âyeti ve şanı yüce Rablerinin o âyetin sonundaki “Artık bu şeylerden vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 5/91) sözünü işitir işitmez şarap testileri boşaltıldı, kadehler kırılıp parçalandı ve haykırşlar şöyle yükseldi: “Vazgeçtik Ey Rabbimiz!” Tek bir saat içinde hayatın unsurlarından biri olan içki –ki, güneş, su ve hava gibi zaruri sayılıyordu- iğrenç, çirkin bir pisliğe dönüştü. Ve yine tek bir saat içinde, kökleşmiş, yerleşmiş bir âdet, sanki dün yokmuş gibi, sanki uzak ve derin bir kısım kökleri yokmuş gibi silinip gitti.
Buna göre tecrübe, dirâyet ve bilgiye dayanarak iman eden Amerika ile, anlayış olarak emre boyun eğen ve Efendimize gaybî olarak iman eden ashâbı arasındaki fark nedir?!
Orada, nefsin peşinden gitmediği, hevanın desteklemediği münferit fikrî tek başına kalmış bir kanaat; burada ise, düşüncede istikrara kavuştuktan sonra kalbde yerleşen bir şey söz konusudur. Kalb ise, bu insanî varlığın bütününün efendisidir. Ona istediği gibi ve dilediği yolda rehberlik eder.
Diğer taraftan kalb, ayna gibidir, onun yüzünde görünen suretten yoksun olması imkânsızdır. Ya onda ya dünyanın bulanıklığı ve dine aykırı meyilleri ve düşünceleri yer alır, ya da o, ilâhî samimi sevgiyle ışıldar. Eğer kalb; şehvet, ihtiras ve arzuların bulanıklığıyla ve dine aykırı meyillerle dolup taşarsa, tek başına inancın, sahibini varını yoğunu ortaya koyma veya fedakârlık gibi amellerden herhangi birine sevk edici olması mümkün değildir.
İlâhî Sevgi
O halde kalbin temizlenmesine ve onda ilâhî sevgiyi dikmeye götüren yol nedir? Ta ki, bu yolla iman artsın, fedakârlık, cömertlik ve cihadın dinamikleri varlığını hissettirsin?
Bunun cevabı şudur: Senin için buna götürecek çok yollar vardır. Bu yolların en önemlilerinden biri, senin arasıra bir süre nefsinle baş başa kalıp bu süre içerisinde kendi nefsini, onun hakikatini ve menşeini, hayatın her anında Allah’ın inayetine ve tevfikine olan ihtiyacının boyutunu ve senin sair hallerinde ve şartlarında, Allah’ın sana ikram ettiği çok, çeşitli nimetleri; sonra insanları, onların şanı yüce Yaratıcı’ nın huzurundaki zaaflarının boyutunu, onların övmesinin veya yermesinin yahut da onlara dayanmanın hiçbir fayda sağlamadığını düşünmen; sonra şanı yüce Yaratıcı’nın azametinin boyutunu, nimetlerinin tezahürlerini, farklı sayısız görüp gözetmesini, sana nasıl örtmesiyle ilgili ridayı/elbiseyi bolca lutfedip insanların senin ayıplarını görmelerini engellediğini, onları seninle Kendisi arasında bir sır olarak geriye bıraktığını, sonra –senin bu konuda hiçbir kastın olmaksızın- insanlar içinde senin menkıbelerini ve faziletlerini yaydığını tefekkür etmen; sonra da bunu, O’nu çokça zikretmekle, kalb ve dille O’nu tesbih etmekle/eksikliklerden tenzih etmekle, bol bol Kur’ân okumakla sürdürmendir.
Bu yolların en önemlilerinden biri de, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü aleyhi ve selem) hayat-ı seniyyelerini, ahlâkını, hayat tarzını, insanlarla ilişkilerini çokça düşünmendir. Zira bunların hepsi, O’nun (sallallahü aleyhi ve selem) peygamberliğinin tezahüründen bir parçadır. Bu hususlarda düşünmek, imanın güçlenmesine ve kalbde perçinleşmesine sebep teşkil eder.
Bir de kalbin özelliği, faziletler sevgisi ve en ulvi ideallerle atmaktır. Ne kadar araştırırsan araştır, fazilet ve ulvi ideallerin, incelik görüntülerinin, ruhî ve ahlakî güzelliğin tamamıyla yaratıkların en faziletlisi olan Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve selem) varlığı dışında herhangi bir varlıkta toplandığını kesinlikle göremezsin. Dolayısıyla O’nun (s.a.s.), düşünürlerin ve kafa yoranların gönüllerinin ilgi odağı ve bütün insaflı akıl sahiplerinin önderi olması şaşılacak şey değildir.
Yine bu yolların en önemlilerinden biri de, genel olarak ibadetleri ve özel olarak da namazları çokça ifa etmek ve saygı ve huzur içinde onlara devam etmektir. İşte inanç üzerinde kalıcı kılan, onu büyüten ve nefsi ve kalbde onun köklerini güçlendiren o gıda budur. Hayır! Allah’a yemin ederim ki, nefisle ilgili muhtelif afetlerin peyderpey yok olması ve kalbin sevgi ve irfan nuruyla hayat bulması ancak, müslümanın hayatında gerçek kulluk ve kendini Allah’a vermenin artmasından sonra olacaktır; nihayet bunların etkisi nefis ve kalbe kadar uzanıp her ikisini de iyice harekete geçirir, onları korku ve ümit arasında med ve cezir halinde iter; işte ancak bu sırada nefse ilişkin o belâlar peyderpey yok olur ve kalb sayfasına kadar uzanan o bulanıklık dağılır.
Müslüman bu yolda yürüdüğü ve kendisi için bu vazifenin yerine getirilmesi mümkün olduğu zaman, bundan dolayı kalbinde öyle muazzam ilâhî bir sevgi filizlenir ki, bu onu hiçbir güçlüden korkmaz, kışkırtıcı, akıl çelici her cazibedar şeyi hakir görür, hiçbir eza ve cefayı önemsemez, bütün istihza veya aşağılamanın üstüne çıkar hale getirir. Hayatım üzerine yemin ederim ki, bu, Allah’ın, İslâm dâvetinin yükünü omuzlayabilmesi için Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ı techiz ettiği donanımdır. Ve yine bu, O’ndan sonra her Müslümanın donanması gereken donanımdır.
Zikrettiğim bu şeylerden sonra dikkatini, bugünkü İslâmî hayatımızda amansız hastalığın gizlendiği yere çekmek istiyorum.
Amansız Hastalık
Şüphesiz yerleşmiş amansız hastalığımız, bizim sevgi ve kalb ile değil, düşünce ve akılla Müslüman olmamızdır. Yani biz, Kalbin cezb edici ve etkileyici unsurlarından uzak mücerred akılcı bir İslâm uyguluyoruz. İslâmî hayatın bu türü, belki büyük fikrî bir zenginliği veya geniş bir İslâmî kütüphaneyi kazandırır fakat terennüm edilen İslâmî saadeti asla kazandırmayacaktır. Söylediğim bu hakikata dair en küçük canlı örnek: Meselâ sen, düşüncede ve İslâmî önderlikte öncü konumundaki Müslümanlardan bir cemaatle, bulundukları bir mekânda birliktesin. Aralarında İslâm’dan, ona dâvetin keyfiyetinden, onu yüceltmekten, bu asırda Müslümanların görevinden söz açılır; onlar aşkla, şevkle ve hamasetle konuşmaya dalarlar, yakınlarında namaza çağıran müezzinin sesi yükselir, konuşma hala devam eder! Konuşmanın gürültü ve patırtıları içinde ezanın sesi biter ve kaynar!
Bundan sonra uzun zaman geçer, topluluk ezana icabet etmekten ve namaza durmaktan uzak bir haldeyken İslâm’dan ve öneminden söz etmeye devam eder. Namazın vakti geçmek üzeredir topluluk meşguliyet ve konuşmasını sürdürür. Sonunda içlerinden biri namaz için birkaç dakikalık istirahat önerir. Bazen sadece farzın rekâtlarına hasredilen hızlı bir namaz başlar. Sen onların namazının görüntüsünü düşünürsün de hiç şüphe etmezsin ki, onlardan her biri düşüncesinde, yapmış oldukları konuşmaya yönelmiştir.
Ve fazla sürmez; onlar sağ ve sollarına selam verir vermez tekrar birbirlerine dönerler, biri konuşma esnasında unutmuş olduğunu namazda hatırlamıştır, bir diğerinin zihninde fatiha okurken tasavvur ettiği bir problem ortaya çıkmıştır… Aralarında İslâm ve problemleri hakkındaki söz tekrar açılır; halbuki onlar bitirdikleri namazın akabinde tesbihin, zikrin ve duanın bunduğunu, namazın tamamlayıcısı sünnet ve nafilelerin var olduğunu, ve de dalıp gittikleri bütün konuşmaların ancak bu büyük gayeye götüren bir vesile olduğunu unutmuşlardır. Ve bu böylece devam eder gider. Başka benzer şeyleri buna kıyas et.
Ne var ki bizzat bu durumdan daha önemli olan şey şudur: Bugün Müslümanların çoğu bu durumu savunurlar, buna davet konusunda felsefe yaparlar; İslâm’ın sadece şeklî, fikrî araştırmalar, teorik tartışmalar ve şeklî düzenlemelerde belirlenen hareketli bu görüntüden ibaret olduğuna inanırlar ve inandırırlar; ibadet, taat ve zikirlerin önemini azaltmaya devam ederler ve bunların işi gücü olmayan halk tabakasının ve cahillerin boş vakitlerini dolduracakları şeyler olduğu zannını verirler.
Ben, Arap ülkelerimizden birinde kalabalık bir toplantı hatırlıyorum. Orada hazır bulunanların biri de bendim. Seçkin âlimlerden bir düşünce adamının bu toplantıda konuşma yaptığını hatırlıyorum. Söylediği şeylerden biri şuydu: “Bugün Müslümanların birçoğunun problemi, İslâm’ın, insanın çokça namaz kılmasından veya çokça ibadet etmesinden ibaret olduğunu zannetmesidir. Halbuki İslâm çalışmak ve yapmaktır.”
O anda, hazır bulunanların yüzlerine bakarak sağıma ve soluma dönmeye başladım. Sonra bütün o şehir ahalisinin karakterini kendi kendime düşünmeye başladım. Orada ibadet ve namaz için uzak mağaralara çekilip de dünya hayatından kopan bir kısım toplulukların olduğunu ne gözlerim bana gösterdi, ne de hafızam bana hatırlattı. Düşündüm ve de gördüm ki, onların içinde en iyi ibadet eden o kimsedir ki, farzını devam ettirir, onu vaktinde cemaatle eda eder. Bazen de onu mütemmimi olan birkaç hafif rekâtlı nafileleriyle sürdürür.
Tuhaf olan bundan sonra çalışmaya,yapmaya ve fedakârlığa dâvet etmemizdir. Peki, şehvet, arzu ve istek ve çeşitli dünyevî beklentiler zinciri ve bukağılarıyla bağlı iken Müslümanları bütün bunları yerine getirmeye itecek şey nedir! Kalbim arzu ve isteklerin sevgisiyle ve ilgisiyle atarken beni onlara sırt çevirmeye sevk edecek şey nedir?
Şüphesiz bu iş, bir destekçiye ve yardımcıya muhtaçtır. Peki o destekçi ve yardımcı nerededir ve nedir? Buna İlâhî beyan cevap vermiş ve önümüze destekçiyi ve yardımcıyı koymuştur O da şanı yüce Allah’ın şu sözündedir: “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin. Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygıyla ürperenlere değil.” (Bakara, 2/45). Şanı yüce Yaratıcı, başı sıkıştığında, zorluklarla karşılaştığında ve içinde bazı beşerî duygular uyandığında Habibi Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem’ in önüne bu yardımcı devayı ne kadar çok koymuştur. Meselâ Yüce Allah’ın, Nebisi aleyhissalâtü vesselâm’a yönelik şu sözünü düşün: “O halde sen onların sabrettiklerine karşı sabret. Gerek güneşin doğuşundan, gerek batışından önce Rabbine hamd ederek ibadet et. Geceleyin de, secdelerin peşinden Ona ibadet et.” (Kâf, 26/39-40).
Şu diğer âyetlere de bir bak: “O halde Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme. Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O’na secde et, geceleyin uzun bir süre de Ona tesbih ve ibadet et.” (İnsan, 76/24-26).
Allah’a sığınırım ki, kahramanlıkları, cihadları ve fedakârlıklarıyla bu dinin binasını yükselten Müslüman seleflerimiz -ibadet ve taat silahıyla ve sıcak gözyaşları dökerek, huşu içindeki dua ile yalvararak ve güm güm atan kalble Allah’ı zikrederek gecenin karanlığında uzun saatler boyunca Rablerinin huzurunda ayaklar üzerinde durmakla arzu ve isteklerinin ağırlıklarını, dine aykırı meyillerinin bukağılarını kendilerinden uzak tutmalarının dışında- bunlarla ilgili herhangi bir şeyde başarılı olmuş olsunlar!
Hayır! Allah’a yemin ederim ki, kalblerini kara sevda sarmadıkça, ilâhî sevgiler gönüllerinde tutuşmadıkça, kadehlerini bu arzu ve isteklerin, dine aykırı meyillerin zifiri karanlıklarından kurtaracak o yüce şarapla doldurmadıkça ve vicdanlarıyla yüce hakikatın seviyesine yükselmedikçe bugünün Müslümanları, dünkü atalarının izinde yürüyemeyeceklerdir.
Şüphesiz sadece sevgi karasevdası itici bir güç ve harekete geçirici bir akımdır. Seven ise, sadece o kişidir ki, sevgiliye özlem duyarak çaba sarfeder. Bu suretle zor, kendisine kolay hale gelir, uzak ona yakın olur, güçler onun yanında yok olur, hayat onun içinde erir ve kendisi sevgi ahdine vefa göstermiş veya nimete şükür görevini yerine getirmiş olduğunu düşünmez.
Bu sevginin bugünün Müslümanlarının kalblerini dolduracağı gün, bütün yapılar tamamlanır, bütün çalışmalar başarıya ulaşır ve fedakârlık, feragat ve cihad mûcizeleri tecelli eder, zafer, izzet ve yardım mûcizeleri indikçe iner.
* Hira Dergisi’nin 4. Sayısında neşredilen Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî’nin makalesinin Tercümesidir.
Tercüme: Doç. Dr. H. Hüseyin Tunçbilek
htuncbilek@yeniumit.com.tr
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Akıl İle Gerçeğe Varılabilir mi? 10 OCAK 1995.M. ORUÇ
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, ba'zı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, ba'zıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceliyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâ'be'de 360 put vardı. Bugün bile Güneş'e ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü, Peygamber olmadan yâni rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanabilmemiz için, Güneş'i, ışığı yaratmıştır. Güneş'in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, Güneş'ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş'e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiğini ni'metlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yanlız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaradılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Aklımız da, yalnız başına ma'neviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymıyan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mes'ûd olamaz. Ne kadar neş'eli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mes'ûd yaşıyanlar, ancak, peygamberlere uyanlardır. Şunu da bilmelidir ki, rahata ve saâdete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Aklımızın Kapasitesi 11 OCAK 1995
Herşeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahıret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarıyan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmıyan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmiyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak istiyen yanılır. Aklın peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yâni bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahıret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz, Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen safâyı, bazı halleri görünce, peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. "Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır." dedi. Böylece peygamberlere inanmadı. Başkalarının da inanmasına mani oldu. Diğer felsefeciler ve buların yolunda gidenler de böyledir. Bunlar, peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan hallerin, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehir gibi olduğunu anlıyamadılar. Bakırla karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi zararlı halden kurtarıp faydalı hale getirmek için, peygamberlere uymak lâzımdır. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Peygamberlere uymadıkça, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, bunların hiçbir faydası olmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâç, peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu.
Saâdete Kavuşmanın Yolu 12 OCAK 1995
Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermiyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saâdete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece ahırette, kimse ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemiyecek, mazeret gösteremiyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdem'dir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsi ma'sûm, yâni günâhsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı îmânı bildirmiştir. Yâni, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îmân edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlıyamıyacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhıret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, (Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz) buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat herşeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, (Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmiyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. Dînin temeli, peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabûl edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur.
.
Aklın ermediği şeyler çoktur!..
İnsan, sahip olduğu nimetleri az görür, daha çok olsun ister; ancak aklının artması için dua edenler azdır. Akıl taksim edilirken en büyüğünün kendisine verildiğini zanneder!
İlimler; fen bilgileri ve din bilgileri olarak ikiye ayrılır. Din bilgileri yalnız nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı Kur'ân-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir...
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır... His organlarımız ile anlayamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz... Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda zor giden yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya canı çıkar veya arabayı devirir, eşyalar harap olur...
Akıl da, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır ve başkalarını da aldatır. O hâlde, peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çare yoktur. Aklın gereği de budur...
İslâm dininde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve ona ibâdet şekilleri, aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı...
Akıl, büyük bir nimettir. Onunla Rabbimize muhatap olma şerefine kavuştuk.
İnsan, sahip olduğu nimetleri az görür, daha çok olsun ister. Ama aklını beğenir. Aklının artması için dua edenler azdır. Akıl taksim edilirken en büyüğünün kendisine verildiğini zanneder.
Kimin akıllı olduğu Hadis-i şerifte bildirilmiştir:
"Akıllı insan, ölümü çok düşünen ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapandır."
Çok acıdır ki, insanların çoğu akıl nimetinden yeteri kadar faydalanamıyor. Böyle olanların kıyâmet günü çok pişman olacaklarını Tebâreke suresi onuncu ayet-i kerimesinden öğreniyoruz. Meâlen; "Bize anlatılanlara kulak verseydik, aklımızı kullansaydık bugün bu elim azâbı çekmeyecektik" diyecekler...
12.05.2016
KUR'ÂN'DA AKIL -1
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
İslâm dinindeki "İnsan" anlayışı, onu her yönüyle kuşatabilen bir anlayıştır. Ayrıca onun insanı ele alış tarzı, diğer bütün düşünce ve felsefî sistemlerden daha parlaktır. Çünkü her şeyden önce insan, yeryüzünde Allah'ın "halifesi", O'nun kutlu vekilidir. Pek çok düşünce akımlarında ise insan, yerine göre topluma kurban edilirken, yerine göre de toplum insana feda edilmiştir; toplumcu ya da ferdiyetçi akımlarda olduğu gibi. Bu şekilde negatif sayılabilecek "insan" felsefelerinin sonucunda Batı, insanın en değerli varlığı olan "akıl" konusunda inhiraf etmiştir. Nitekim Batı "aklı"; Descartes'la birlikte "gaye"ler üzerinde kafa yormayı dışlıyordu. Auguste Comte'un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece "olgu"lar ve "kanun"lar boyutuna indirgiyordu. Spiritualizm'le beraber de aklı bir "hayaller şebekesi" gibi görüyordu.
Allah, insanı yeryüzünde kendi "halife"si yaparken, ona bu vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirebilecek imkânı, yani "aklı", hem de kusursuz bir aklı vermiştir. Bu akıl; yaratılış "gaye"lerini anlamaya çalışan, eşya ve olaylar arasındaki "sebep"leri araştıran ve aynı zamanda her şeyde Allah'ın varlığının ve birliğinin "(ayet) işaret"lerini görmeye çalışan bir akıldır. Çünkü; ne sadece "sebep"lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece "gaye"lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne "ilk sebep"e, ne de "son gaye"ye erişebilirler.
"Akıl" konusunun, "Kur'ân" ve "Sünnet" gibi aslî ve evrensel kaynaklardan araştırma gayretlerinin; aklı Monod'un "zorunluluk" ve "tesadüf ünden, Sartre'ın "boş tutku" iddiasından ve Camus'nun "saçma"sı olmaktan koruyacağına inanıyoruz.
Bu konunun araştırılması kanaatimizce önemliydi. Çünkü özellikle günümüzde, İslâm dinini tamamen "doğmatik" bir yapılanma olarak gösterme gayretleri oldukça fazlalaşmıştır. İşin enteresan tarafı, İslâm dinini doğmatiklikle suçlamaya çalışanların kendilerini en büyük rasyonalist ya da rasyonalizm taraftarı ilan etmeleriydi. Halbuki din, çalışmamızda da görüleceği üzere aklı dışlayan doğmatik bir yapı değildir. Tam aksine, "inanma" gibi temel bir konuda dahi Kur'ân, aklını kullanmayanları yeriyor, onları "körü körüne inanmakla" suçluyordu. Aslında bu tür yakıştırmalarda bulunanlar şartsız bir şekilde "rasyonalizm" taraftarı olduklarından "doğmatik rasyonalist"ler sınıfına dahil olmaktadırlar.
I. "AKIL" KELİMESİNİN MÂNÂSI
Akıl kelimesinin lügat ve ıstılah mânâları hakkında Râgıb el-İsfehânî şu bilgileri vermektedir: "İlmi elde etmeye yarayan hazır kuvveye akıl denir. Yine insanın bu kuvveyle elde ettiği ilme de akıl denir. Bunun için Emîru'l-Mü'minin (ra) şöyle der: Akıl ikidir. 1- Matbû (Doğuştan sahib olunan akıl) 2- Mesmû, (Matbû akılla elde edilen)."
Matbû akıl olmayınca mesmû akıl fayda vermez. Gözün görme gücü olmayınca Güneş ışığının fayda vermemesi gibi.
Matbû akıl insanda potansiyel güç olarak bulunan akıldır. Mesmû akıl ise, bu gücün geliştirilmişi, eğitilmiş olanıdır.
Matbû akla Resûlullah (sav) şu sözüyle işaret etmektedir: "Allah, akıldan daha şerefli bir varlık yaratmamıştır."
Mesmû olan akla da şu sözüyle işaret etmektedir:"Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır" Bu mâna aynı zamanda "Onu ancak alimler anlar" (Ankebut, 29/43) âyetinde kastedilen mânâdır. Allah'ın, kâfirleri akılsızlıkla zemmettiği bütün âyetlerdeki mânâ da budur. "Onlar (kâfirler ve münafıklar) sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden anlamazlar" (Bakara, 2/18) âyetinde olduğu gibi. (Yani onlar doğuştan bir akla sahip olmakla beraber bu akıllarını çalıştırıp onunla, hidâyete eremezler, yeni şeyler öğrenmezler.)
Akılsızlık sebebiyle kuldan mesuliyetin kalktığını bildiren yerlerde ise akıldan maksad "matbu akıl"dır.
"Akıl" kelimesinin aslı lugatta tutmak ve bağlamaktır. "Deveyi iple bağladı" demektir. "Dilini tuttu, diline sahip oldu" demektir.1
Sanki akılla yeni bilgiler elde edilip, insanın akılla kendisine sahip olabilmesi sebebiyle akıl denilmiştir.
Bir başka kaynakta ise şu bilgileri görüyoruz:
Akıl; hicr, nüha, ahmaklığın zıddı, çoğulu ukûl. Akıllı adam, yani işi bilen kişi. Bu mânâdaki akıl “deveyi bağladım” cümlesinden alınmaktadır.
Âkıl ise, nefsini zapteden ve onun isteklerine boyun eğmeyendir. Bu ise "(dili bağlandı)" cümlesinden alınmıştır.
Akıl, işlerde sebat ve kâlp gibi anlamlara da gelmektedir. Akıla, akıl denmesinin sebebi, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu, yani onu hapsettiği içindir.2
Mevlevî Abdulhâkim, Şerhu'l-Mevâkıf fî Ta'rîfi'n-Nazar haşiyesinde: "akıl; madde gibi keyfiyet, kemiyet, gibi harici varlıkta bulunan ve sonradan lahik olan avarız-ı cüz'iyyenin giremediği şeyin idraki, anlaşılmasıdır" diyor. Diğer bir ifadeyle akıl, tecridle hasıl olsa bile haricî levâhıkdan uzak cüz'î ya da küllî eşyanın algılanmasıdır.
Filozoflara göre akıl; cisim olmayan, mümkün bir mevcuttur. Zatında mücerred bir cevherdir. Fâaliyetinde cismanî bir aletten müstağni, diğer bir ifadeyle, hem fiilinde hem de zatında mücerred bir cevherdir. Yani, cisim ve cismanî değildir. Ayrıca fiilleri cisimle müteallak da değildir.
Kelamcılar ise şöyle demektedir: Delile göre bizim yanımızda mücerredin isbatı yoktur. Bu, ister mevcut ister gayr-ı mevcut, ister mümkin, isterse de mümtenî olsun farketmez.
Kamus tercemesinde ise şu bilgilere rastlıyoruz:
Akıl, ilim ve idrak mânâsınadır. Zihinde hasıl olan sûretten ibarettir. Alâ kavl, eşyanın husün ve kubuh, kemâl ve noksanına müteallak sıfatını idrake ıtlak olunur. Bu, mânâyı evvelden hâsdır. Ve inde'l-baz, iki hayır olan şeyin, hayırda ezyed ve eblağ olanını ve iki şer olan şeyin şer ve mazarratda eşed ve evfer olanını idrakten ibarettir. Bazıları indinde de umûr-u adlîye ıtlak olunur. Yani akıl, bir kuvven mâneviyyedir ki, insan onun vasıtasıyla kabih ve hasen beynini fark ve temyiz eder. İşte ol kuvvetten kezalik zihin, insanda bazı mukaddimat sebebi ile hasıl ve müteretteb olan suver ve mânâ-yı müctemiadan ibarettir ki, onların vasıtasıyla a'raz ve mesâlih ve umûra vucüh-i layikası üzere müsteteb ve müstakim ve müstekmil olur. Kezalik, insanın hareket ve kelimatı babında kendisine mahsus heyet-i mahmude ve şuyû-u matbûadan ibarettir.
S. Şerif Cürcânî de akıl konusunda on kadar tarif yapıyor. Şöyle ki:
1. Akıl, özünde maddeden mücerred, fiilde ise maddeye mukarin bir cevherdir ki bu mukarenet herkesin ene (ben) diye tarif ettiği nefs-i nâtıka yani şahsiyettir.
2. Akıl, Allah'ın insan bedenine mutaallak olarak yarattığı rûhânî bir cevherdir.
3. Akıl, hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur.
4. Akıl, maddeden mücerred, bedenle taalluku, tedbir ve tasarruf ilişkisi olan bir cevherdir.
5. Akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bu açıktır, çünkü âkile kuvveti nefs-i nâtıkaya mugâyirdir. Yine, gerçekte fail nefistir. Akıl ise nefse göre bıçağın kesici için alet olması menzilesindedir.
6. Bir görüşe göre de akıl, nefis ve zihin birdir. Ancak bu şey müdrik olduğu için akıl, mutasarrıf olduğu için nefis, idrâke yardımcı olduğu için de zihin denilmiştir.
7. Akıl, kendisiyle eşyanın hakikatinin bilinebildiği bir şeydir. Bir görüşe göre aklın yeri baş, bir diğerine göre ise kalpdir.
8. Akl-ı heyûlânî: Bu ise ma'kulâtı idrak edebilen sırf istidattır. Bu ma'kulât da çocuklarda olduğu gibi fiilden hâlî mahza kuvvettir. Heyulaya nisbet edilmesi ise, bu mertebedeki nefsin haddizatında bütün sûretlerden hâlî olan heyula-i ûlâya benzemesinden dolayıdır.
9. Akıl deve yuları (ikâl) kelimesinden alınmıştır ki; akıl sahiplerini doğru yoldan sapmadan korur. Sahih olan akil, gâibâtı vasıtalarla, mahsusatı ise müşahede ile idrak edebilen mücerred bir cevherdir.
10. Akıl bi'l-meleke: Bu ise zarûriyât ilmidir. Nefsin, nazariyatı iktisab edebilme istidadıdır.5
Cürcânî'nin de yapmış olduğu tariflerden anlaşıldığı üzere akıl tariflerinde çoğunlukla "mücerred cevher" tabiri kullanılmaktadır.
Akıl kelimesinin felsefe, kelâm ve tasavvufta değişik mânâları vardır.6
II. "AKIL" KELİMESİNİN KUR'ÂN'DA KULLANILAN BAZI MÜTERADİFLERİ
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekaca üstün akıl. Bu meyanda her "lübb" akıl, ama her akıl "lübb" değildir.7
Her şeyin özü, yenilen şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe konulan akıl.8
Hayallerden ve vehimden uzak, safi, mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.9
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk âyette (Âl-i İmrân, 3/190) lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan "tefekkür ve tezekkür"le vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise "and olsun bunda akleden bir toplum için deliller vardır" (Bakara, 2/164) âyetiyle "bunda lübb sahipleri için deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla "akıl ve lübb" kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan alıkonulması. Hilim aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından biri olduğu vechiyle "akıl" olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına geldiğini, cemisinin ise "ahlâm" ve "hulum" şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini "Halîm" olarak tanıtır. Ancak: "Yoksa, bunu onlara akılları mı emrediyor?" (Tûr, 52/32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret etmektedir.
c. Fikir: İlmi mâlum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki; "Allah'ın Zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek" gerekmektedir. Çünkü, Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.12
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi "nühâ"dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.13
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin sonunda geçmektedir. (Tâhâ, 20/54, 58) Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine "akletme" ya da "lübb sahipleri" gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana gelmemektedir. Bu da, sözkonusu kelimenin "akletme" kelimesiyle eş mânâlı olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine "akıl" kelimesi yerine "hicr" tabiri de kullanılmıştır. Çünkü insan "hicr" ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.14 Bu kelime de Kur'ân"da sadece Fecr sûresinde geçmektedir. (Fecr. 89/5) Bu müteradifleri de kısaca gördükten sonra "Kur'ân'da akıl"" konusuna geçiyoruz.
1. KUR'ÂN'DA AKIL
Kur'ân-ı Kerîm, "a-k-l" maddesini daimî bir şekilde fiil haliyle kullanmıştır. "Akletme" fiilinin kullanıldığı toplam âyet sayısı 49 kadardır. Bu âyetlerden 22 kadarı Medîne'de 27 kadarı da Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin Mekkîlik ya da Medenîlik açısından hemen hemen yarı yarıya oluşu, yani yansının inkârcı Mekke toplumuna, diğer yarısının da inançlı Medîne toplumuna hitap ediyor olması, aklı kullanmaya davet açısından her iki toplumu eşit tutması demektir ki bu nokta şayan-ı dikkattir kanaatindeyiz.
Bazı filozoflar, Kur'ân'da "akıl" kelimesinin isim halinde geçmemesini tenkit konusu yaparak: "Demek ki Kur'ân'ın bir akıl felsefesi yoktur" iddiasında bulunmaktadırlar.
Halbuki Arapça'da masdarsız bir fiil yoktur. Bu da şu demektir: Kur'ân, her ne kadar "akletme" kelimesini fiil halinde kullanmışsa da bu, onun masdarını göz önüne almadan bu kelimeyi kullandığını göstermemektedir.
İkinci olarak; akıl şayet faal ise, yani bir işi görmekteyse faydalıdır. Faaliyeti olmayan bir iş görüp faydası dokunmayan akıl düşünemeyeceğimiz gibi, sadece aklın felsefesini yapan, onun fonksiyonları konusunda izah ve açıklama getirmeyen bir akıl felsefesinin insanlara ne derece faydalı olabileceği şüphelidir. Dolayısıyla Kur'ân, aklı fonksiyonel göstererek, onun gücü ve yapabilecekleri konusunda insanları haberdar etmekle, bir açıdan insanın sonsuz hayata hazırlanabilmesi, ebedî mükâfatı kazanabilmesi için aklını ne şekilde kullanması gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bu belki şu mânâya da gelmektedir. Mü'min insan ve topluluk, yeni zuhur eden her durum veya hâdise karşısında hemen reddedici tavıra başvurmadan, akıllarını kullandıktan sonra müspet veya menfî tavır takınacaklardır.
Bu kısa temhidden sonra Kur'ân'da "akl"ı sözkonusu eden âyetlerin incelenmesine geçebiliriz.
Âl-i İmrân sûresindeki bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kişilersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." (Âl-i imrân, 3/65-66) Bu âyetlerde bilgi 'ilim' akledebilme için bir illet olarak görülüyor. Çünkü bilgi azlığı, o konuda tartışmanın en azından yapılmamasını gerektiriyor. Ayrıca bu tartışmanın bilgi azlığından dolayı yapılmaması da akledebilenlere mahsus bir vasıf olarak hissediliyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak bilgisi olup akledebilenlerin bir konuyu tartışabiliyor ya da hüküm verebiliyor olması, dolayısıyla bu kişilere âkıl (akıllı) denilmesi, kanaatimizce kendini hemen bu âyette "herşeyi bilen" olarak tanıtan Allah'ın "küllî aklı" olarak isimlendirilebileceğine bir işaret olmaktadır.15
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: "Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun dense, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)'a uyarız derler.' Peki ama ataları akletmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara, 2/170)
Bu âyetin hemen bir benzerinde de (Mâide, 5/104) "akletmezler" kelimesi yerine "bilmezler" kelimesi geçmektedir ki bu da bizim "bilme" ve "akletme" kelimeleri arasında kurmuş olduğumuz ilişkiyi göstermektedir.
Ayrıca bu âyetler, aklı kullanmadan, araştırma yapmaksızın herhangi bir hükme körü körüne inanılmasını ayıplamaktadır. Dolayısıyla Allah'a ve diğer iman esaslarına imana çağıran Kur'ân-ı Kerîm'in insanların akıllarını kullanmadan aklî kuvvelerini bir kenara iterek inanmalarını istediğini var saymak büyük bir yanlışlıktır. Zaten din, aklı olana hitap etmektedir. Bundan dolayıdır ki "aklı olmayanın dini de yoktur" denilmiştir.
Yunus sûresi 99. âyette ise; şayet Allah dileseydi bütün insanların mü'min olacağı, peygamberin bu insanları mü'min olmaları için zorlamayacağı, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin inanamayacağı ve pisliğin ancak akıllarını kullanmayanlara ait olduğu belirtildikten sonra âyetler şöyle devam ediyor:
"Göklerde ve yerlerde olanlara bakın! de. Ama (Göklerde ve yerlerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir topluma yarar sağlamaz. Onlar sadece kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar öyle mi?! De ki: O halde bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/99-102).
Bu âyetlerden kanaatimizce şu hususlar tebarüz etmektedir:
1. Yeryüzü ve uzayda, Allah'ın sonsuz gücünü gösteren o büyük denge ve âhenkten, inananlar imanlarını artırmakta, ancak inançsızlar bu büyük dengeyi gördükten sonra dahi Yüce Yaratıcıyı kabul etmeyebilmektedirler.
2. Dünyada ve onun atmosferinde meydana gelen uyarıcı mahiyetteki olaylar yine inançsız bir topluluğa fayda vermemektedir. Nitekim dünya ve atmosfer hızla kirlenmekte, belki yüz yıl sonra bu dünya yaşanılmaz bir yer haline gelebilecek duruma sahip bulunmakta, zararlı ultraviyole ışınlarını tesirsiz hale getiren ozonosfer yok olmakta, ama aklını kullanmayan toplumlar, bütün bu olayların bir kudret elinde bulunduğunu, o dilerse, şer ve mazarratların tamamıyla defedilebileceğini hâlâ idrak edememektedirler.
3. Ayrıca dünyada meydana gelen sel, deprem vb. afetlerin Allah'ın kontrolü ve bilgisi dahilinde olup, bu olayların akledebilenler için bir başka mânâ, yani uyarı mesajları taşıdığı herhalde gözden ırak tutulmaması gereken bir noktadır. Bu hususta Rum; 30/41 ve 67 el-Mülk; 8 âyetlerinin konumuzla irtibatlı olduğunu düşünüyoruz.
4. Son olarak inançsız bir toplumun imana gelmesiyle, dünya hayatında onları saran rezillik ve rüsvaylığın ortadan kalkabileceği, aksi halde, ne kadar ıslah edici, yeni dünya nizamlarını tesis edici olduklarını iddia etseler de, yapmış oldukları işler kendilerine süslü gösterildiğinden ve güzel iş yaptıklarını zannettiklerinden ötürü akıllarını kullanmayan bu milletler tam bir bozgun yaşarlar ve dolayısıyla müfsiddirler. Bazı insanlar da Allah'ın, bu müfsid ve akılsızlara acil bir dünyevî ceza vermemesine bakarak iman zaafına düşebilmekte, hatta bu ülke ve milletlerin yerinde olmayı dahi bazen arzulamaktadırlar. Halbuki Allah böyle toplumlara belirli bir mühlet verip onları yaşatmaktadır. (Bakara, 2/11-15; Kasas, 28/82)
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1)Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Halebî bsk., s. 341-342, Mısır, 1961.
2)Cemâluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, I-XII, c. II, s. 458-459, Dâru Sadr, Beyrut-trsz.
3)Muhammed Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, I-II, Daru Kahraman, c.2, s. 1027, İst.-1984.
4)Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, I-IV, c. 3, s. 1446, İst. 1305.
5)Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfat, s. 132-133. Mısır, 1938.
6)Bu konuda geniş bilgi için bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi "Akl" md. 11/236-247, İst. 1989.
7) Râğıb. el-Müfredât. s. 446.
İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c. I, s. 729.
9)Cürcâni,Ta'rifat, s. 128.
10)Rağıb, a.g.e., s. 129.
11) İ. Manzur, a.g.e., c.12,s. 145.
12) Rağıb, a.g.c, s. 384.
13) Rağıb,a.g.e,s. 507.
14) Rağıb,a.g.c.,s. 109.
15) Bilgi- Akıl ilişkisi için bkz. (29) Ankebut; 43 âyeti.
.
KUR'ÂN'DA AKIL -2
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve Allah'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- Fir'avun dedi ki: (Ey Mûsâ) âlemlerin Rabbi nedir?
- Mûsâ: "O sizin de Rabbiniz evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
- (Fir'avun): "Size gönderilen elçiniz muhakkak delidir" dedi.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani Allah (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).
Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, Allah'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının Allah'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların Allah'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; Allah'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"Allah'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler."(Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, Allah'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler Allah'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve Allah'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
Allah (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette Allah (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir"(Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, Allah'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)
Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, Allah yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: Allah'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse Allah zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "Allah, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).
Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).
İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
-İnançlı ilmi aklın oluşturulması.Basiretin oluşturulması.
- İlmî aklın oluşturulması.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki Allah, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
|
Bugün 133 ziyaretçi (287 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 406 ziyaretçi (522 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|