|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İLGİNÇ GEZİ NOTLARI |
|
|
Bosna-2 |
Murat Kayacan |
Memleket Gazetesi - Konya |
Türksoyla ipekyolu |
Seyfullah Türksoy |
Site - program |
Devrialem yazıları |
İsmail Kahraman |
Gebze gazetesi |
Van - Güneş ülkenin güneş diyarı |
Dr.Said Dağdaş |
2006 - Anadolu Gençlik - Mart |
Malezya -(Malaysia) Hilalin, Pasifikte aydınlattığı coğrafya
- The Geograpy in the Pasific Where the Hilal Flourished |
Dr.Said Dağdaş |
Eylül - 2007 Anadoluda Vakit |
Çin - İzlenimleri |
İsmail Kahraman |
13.08.2006-Milli Gazete |
Kudüs İzlenimleri |
Enbiya Yıldırım |
01.11.2005-Milli Gazete |
Mısır |
Necmettin Çakmak |
2005-Milli Gazete |
Tunus-2 Yasemen Diyarından (Tunus Hatıraları) |
Dr. Said DAĞDAŞ |
mayıs-2007 - Ümran Dergisi |
Makedonya Günlüğü |
Erkan ŞİMŞEK |
2003 Anadolu Gençlik |
Suudiler |
Ali Murat Güven |
2002 Yeni Şafak |
Hicaz Demiryolu |
|
2002 National Geographic |
Hasankeyf |
ferman FIRAT |
Ekim-2002 Anadolu Gençlik |
Azerbaycan |
Ali GÜMÜŞ |
Yeni Şafak-2002 |
Safranbolu |
Sümeyye ÖZTÜRK |
Ağustos-2002 Anadolu Gençlik |
Serhat Şehri -Edirne |
Talha Uğurluel |
Temmuz-2002 Yedinci boyut |
İşkodrada kitap bayramı |
Faik Luli |
Haziran-2002 Altınoluktan |
Peygamber Müjdecisi |
Murat Uçar |
Haziran-2002 |
Bir başka iklim-Moğolistan |
anadolu Gençlik |
Kasım-2001 |
Çin |
anadolu Gençlik |
Ekim-2001 |
Bosna ne durumda |
Fikret GERGER |
Mayıs-2001 Yeni Dünya |
Bir Gazetecinin Hac Rehberi |
Nevzat BAYHAN |
Mart-1998 Zaman |
Amerikayı yaşamak |
Kemal ÖZTÜRK |
Aralık-2000 Altınoluktan |
Hasankeyf |
Gülcan TEZCAN |
Dergibi -Haziran 2000 |
Makedonya |
Fikret GERGER |
Yeni Dünya-Nisan 2000 |
Yemen Gezisi 1 2 3 |
Sefer TURAN |
Yeni Şafak-Ağustos.99 |
Sibirya |
İmadeddin Topal |
Yeni Asyadan-18.1.99 |
Amerika |
Sedat Cereci |
|
Hindistan İslami Tebliğin Meseleleri |
Adem Ergül - A.Hamdi Yıldırım |
Ocak-1998 Altınoluktan |
Katar Ortadoğuda petrolün ortaya çıkardığı devlet |
Doç.Dr.Ramazan Özey |
Aralık -1997 Altınoluktan |
Sierra Leone Batı Afrikada yoksul bir islam ülkesi. |
Doç.Dr.Ramazan Özey |
Kasım-1997 Altınoluktan |
Tunus Suriyeleşmek mi, Cezayirleşmek mi, yoksa Tunuslaşmak mı? |
Beytullah Demircioğlu |
Kasım-1997 Altınoluktan |
|
|
|
Kuş sarayları
Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca dünyaya hükmetmiş bir medeniyet olarak, yalnızca siyasi ve askeri başarılarıyla değil, aynı zamanda insani ve mimari anlayışıyla da dikkat çekmiştir.
16. yüzyıldan itibaren inşa edilen kuş sarayları, bu anlayışın en güzel örneklerinden biridir.
Camilerin, medreselerin ve türbelerin duvarlarına yapılan bu küçük ve zarif yapılar, Osmanlı'nın hayvanlara gösterdiği merhametin bir simgesi olarak göze çarpar.
Kuş sarayları, yalnızca mimari bir güzellik anlayışın ürünü değil, aynı zamanda canlılara olan sevgi ve şefkatin de bir yansımasıdır.
Serçe, güvercin ve sığırcık gibi birçok kuş türünün barınması için özel olarak inşa edilen bu yapılar, mimari eserlerin güneş gören ve rüzgar almayan kısımlarına yerleştirilmiştir.
Böylece kuşlar, özellikle soğuk kış aylarında güvenli ve sıcak bir yuva bulabilmişlerdir.
Dünyada benzeri görülmeyen bu zarif yapıların batıda bir örneği yoktur.
Eğer olsaydı, bu kültür dünya çapında tanınır ve pazarlanırdı.
Osmanlı'nın estetik sanatı ve merhamet anlayışı, günümüze pek çok değer taşımış, ancak ne yazık ki birçok detayı kaybolmuştur.
Bu eserler, Osmanlı'nın insana ve doğaya olan duyarlılığının bir yansıması olarak, günümüzde bile hala ayakta durmakta ve birçok kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır.
Osmanlı Devleti, sadece siyasi ve askeri başarılarıyla değil, aynı zamanda insanı ve doğayı kucaklayan merhamet anlayışıyla dünyaya iş bir ettir.
Kuş sarayları, bu büyük medeniyetin insanlığa bıraktığı değerli miraslardan sadece bir tanesidir.
Beyazsu
Mardin'in kurak ve ağaçsız coğrafyasının ortasında bir vaha gibi parlayan Beyazsu, hem bölgenin su ihtiyacını karşılayan bir kaynak hem de dinlenme ve yeme-içme alanı olarak hizmet veren eşsiz bir doğal güzelliktir.
Midyat İlçesi'nin yaklaşık 15-20 kilometre güneyinde ve Nusaybin İlçesi'nin yaklaşık 20-25 kilometre kuzeyinde yer alan Beyazsu, serin ve berrak suyu ile sıcak yaz aylarında bölge halkı için vazgeçilmez bir kaçış noktasıdır.
Beyazsu Deresi, Midyat’ın güneyindeki plato ve tepelerin eteğinden doğar ve bir vadi içerisinde Nusaybin’e doğru akar.
Bu derenin serin suları, Mardin ve çevresindeki ilçelerin içme suyu ihtiyacını yıl boyunca karşılamaktadır.
Ancak Beyazsu’nun önemi bununla sınırlı değildir.
Yaz aylarında, bölge halkı buraya akın ederek, doğanın ve suyun tadını çıkarır.
Beyazsu'ya ulaşım ise iki farklı güzergah üzerinden sağlanabilir.
İlk güzergah, tarihî Mardin kent merkezinden başlayıp Nusaybin yoluna saparak devam eden bir rotadır.
Bu rota üzerinde, önemli turizm noktalarından Deyrulzafaran Manastırı ve Dara Antik Kenti gibi tarihi yerleri ziyaret edebilirsiniz.
Bu güzergahı takip ederek Nusaybin’e vardığınızda, burada Zeynel Abidin Türbesi ve Camisi ile Mor Yakup Manastırı’nı görmeyi de ihmal etmeyin.
Ardından, Nusaybin’den çıkıp Midyat yoluna saparak Beyazsu'ya ulaşabilirsiniz.
İkinci güzergah ise, Mardin kent merkezinden Midyat’a giderek başlar.
Midyat’ta Estel Müzesi, Kültürevi, Devlet Konukevi, Gelüşke Hanı ve Gümüşçüler Çarşısı’nı gezdikten sonra, Nusaybin yoluna çıkarak yaklaşık 15-20 kilometre sonra Beyazsu'ya varabilirsiniz.
Bu rota, tarih ve kültür ile doğanın buluştuğu benzersiz bir yolculuk sunar.
Beyazsu, Mardin’in sadece su ihtiyacını karşılamakla kalmayan, aynı zamanda bölge halkına ve ziyaretçilere doğanın kucağında huzurlu anlar sunan bir yerdir.
Doğal güzellikleri, tarihi ve kültürel zenginlikleri ile Mardin’e yolunuz düşerse, Beyazsu'yu ziyaret etmeyi ihmal etmeyin.
Burası, sadece bir mesire alanı değil, aynı zamanda Mardin’in sıcak ve misafirperver ruhunu yansıtan bir yerdir.
.
Huser Yaylası
Rize'nin en nadide köşelerinden biri olan Huser Yaylası, son yıllarda doğaseverlerin vazgeçilmez adreslerinden biri haline geldi.
Karadeniz'in etkileyici atmosferini adeta doruk noktasına taşıyan bu yayla, meşhur sis deniziyle ziyaretçilerini karşılıyor.
Huser Yaylası'nı özel kılan sadece muhteşem doğası değil; sis denizinin üzerinde süzülen salıncaklarda sallanmak apayrı bir keyif sunuyor.
Görsel şölen, fotoğraf tutkunları için adeta bir fırsat.
Sis denizi, sabahın erken saatlerinde ya da gün batımında en güzel yüzünü gösterirken, bu anları kaydetmek için fotoğraf makineleri ve telefonlar elden düşmüyor.
Ancak bu yayla, sadece bir manzara noktası değil; aynı zamanda huzurun ve sükûnetin başrolde olduğu bir kaçış rotası.
Huser Yaylası'na her yıl artan ilgi, buranın doğal yapısına da dikkat çekilmesini gerektiriyor.
Yaylaya gelenler, bu güzellikleri gelecek nesillere de aktarabilmesi için daha bilinçli bir yaklaşım sergilemesi şart.
Çünkü bu etkileyici yerin en büyük gücü, doğallığında saklı.
Rize'yi ziyaret eden herkesin Huser Yaylası'nın sis denizinde kaybolmadan geri dönmemesi gerektiğine inanıyorum.
Doğa, bulutların arasında süzülen bir salıncakta yaşanan o an, belki de hayat boyu unutulmayacak bir hatıra olarak kalacak.
Huser Yaylası, doğayla buluşmanın en güzel yollarından biri ve her adımda insanın ruhunu yenileyen bir yer.
.
Antalya Düden Şelalesi
Kepez ilçesinde yer alan Düden Şelalesi, Antalya’nın o meşhur sıcağında ferah bir nefes almak isteyenler için adeta bir kaçış niteliğinde.
Doğayla iç içe bir gün geçirmek, şehrin gürültüsünden uzaklaşmak isteyenlerin rotasını çevirip, suyun dinginliği ve serinliğinde huzur bulabileceği bir yer.
Düden Şelalesi’ni ayıran en önemli özelliklerinden biri, suyun yaklaşık 40 metrelik bir yükseklikten aşağıya dökülmesi ve bu manzaranın sunduğu görsel şölen.
Su, bu yükseklikten düşerken etrafa yayılan ses ve serinlik, insanı adeta etkiliyor.
Bu kadar yüksekten dökülen suyun gücü huzur veriyor.
Üstelik burada sadece gözlerin değil, kulakların da bayram ediyor; suyun akışı ve sesi, rahatlatıyor insanı.
Antalya’nın yakıcı sıcağında, böylesi serin bir ortam bulmak gerçekten eşsiz.
Düden Şelalesi’ne ulaşım oldukça kolay.
Antalya’nın merkezinden yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta yer alıyor.
Kendi aracınızla gitmek isterseniz, şehir merkezinden Kepez yönüne doğru tabelaları takip etmeniz yeterli.
Ayrıca, toplu taşıma ile de şelaleye rahatça ulaşabilirsiniz.
.
Eskisaray Cami
Adıyaman’da tarihsel mirasın izlerini taşıyan yapılar arasında yer alan Eskisaray Camii, sadece bir ibadet merkezi olmanın ötesinde, şehrin kültürel belleğinin de bir parçası olarak öne çıkıyor.
Şehir merkezindeki Eskisaray Mahallesi'nde bulunan bu camii, 18. yüzyılda Hicri 1148’de İbrahim Paşa’nın gayretleriyle inşa edilmiş.
O dönemden bu yana pek çok defa onarım gören cami, her seferinde biraz daha değişmiş ama ruhunu korumayı başarmış.
Eskisaray Camii, zamana meydan okuyan mimarisiyle dikkat çekiyor.
Onca yıl geçmesine rağmen camii, asaletini ve ihtişamını hala sürdürüyor.
Fakat bu yapının en dikkat çekici yanlarından biri de geçirdiği onarımlar.
Her onarım sürecinde yapılan değişiklikler, caminin fiziksel görünümünü bir nebze değiştirmiş olsa da, son yapılan genişletme işlemi kuzey yönüne doğru bir açılım getirmiş.
Böylece cami hem daha geniş bir ibadet alanına kavuşmuş hem de eskiye dair izlerle modern dokunuşlar arasında bir köprü kurulmuş.
Bir camiyi sadece taş, tuğla ya da harç olarak düşünmek onu anlamak için yeterli değildir.
Onarımlar her tarihi yapı için bir zorunluluk ama aynı zamanda bir fırsattır.
Eskisaray Camii, geçirdiği onarımlarla yenilenmiş olsa da, bu yenilenme eskiye duyulan saygıyı ihmal etmeden gerçekleşmiş.
Son genişletme çalışmalarıyla birlikte cami, modern dünyaya ayak uydururken, eski yapısından kopmadan, geçmişle geleceği buluşturan bir mimari örnek olmayı sürdürüyor.
Adıyaman’ın kalbinde bir cevher olan Eskisaray Camii, hem geçmişe tanıklık ediyor hem de geleceğe bir köprü kuruyor.
Adıyaman'a yolunuz düşerse mutlaka Eskisaray Camii'ni ziyaret edip ibadette bulunmanızı şiddetle tavsiye ederim...
.
Gümüşdamla Kanyonu
Doğal güzellikleriyle ünlü Antalya, keşfedilmeyi bekleyen birçok gizli yerlere ev sahipliği yapıyor.
Bu saklı hazinelerden biri de Akseki ilçesinde yer alan Gümüşdamla Kanyonu.
Toros Dağları’nın eteğinde, şehrin gürültüsünden uzak, doğayla iç içe bir yer arayanlar için adeta biçilmiş kaftan.
Gümüşdamla Kanyonu’na adım attığınız an, kendinizi zamanın yavaş aktığı bir dünyada buluyorsunuz.
Yemyeşil ağaçlar arasında dolanan berrak su, dağların heybetli görüntüsü ve doğanın sessizliğiyle birlikte, insanı bambaşka bir ruh haline büründürüyor.
Bölgeye gelen ziyaretçiler, bu kanyonda doğa yürüyüşleri yapmanın yanı sıra serin sularda yüzmenin keyfini çıkarabiliyor.
Özellikle yaz aylarında, Antalya’nın kavurucu sıcağından kaçıp serinlemek isteyenlerin uğrak noktası haline gelmiş durumda.
Gümüşdamla Kanyonu, çevre halkı tarafından fazla bilinmeyen, turistik kalabalıklardan uzak bir yer.
Yolu buraya düşenler için ise büyük bir sürpriz.
Çünkü buraya geldiğinizde karşılaştığınız manzaralar, sadece gözlerinizi değil ruhunuzu da dinlendiriyor.
Su sesinin oluşturduğu huzur, dağların zirvelerine doğru uzanan yürüyüş parkurlarıyla birleşiyor.
Kanyon, aynı zamanda çeşitli bitki ve hayvan türlerine de ev sahipliği yapıyor.
Yürüyüş sırasında karşınıza çıkabilecek yaban keçileri ya da nesli tükenmekte olan bazı endemik bitkiler, doğaseverler için bu bölgeyi daha da kıymetli kılıyor.
Kanyonda geçireceğiniz birkaç saat, sadece fiziksel bir deneyimden ibaret değil.
Son yıllarda doğa turizmi ile ön plana çıkan Akseki, tarihi dokusuyla da dikkat çekiyor.
Gümüşdamla Kanyonu ise bölgenin doğa mirasını koruyan en önemli alanlardan biri.
Henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş olması, kanyona gelen ziyaretçilere bir bakıma ayrıcalık tanıyor.
Bu bakir bölge, doğal yapısının korunmuş olmasıyla doğaseverleri adeta etkiliyor.
Bu güzelliklerin sürdürülebilir bir şekilde korunması elbette önemli.
Gümüşdamla Kanyonu, doğa ile baş başa kalmak isteyenlerin ziyaret edebileceği eşsiz bir rota.
Ziyaretçilerin bu bilinçle hareket etmesi, bu tür güzel yerlerin gelecek nesillere aktarılabilmesi için elzem.
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Biz onları Müslüman sanıyorduk! Oy verdik, kitaplarını okuduk, şarkılarını dinledik, filmlerini izledik ama… Bazıları Yahudi dönmesi (Sabetayist) çıktı
Biz onları Müslüman sanıyorduk! Oy verdik, kitaplarını okuduk, şarkılarını dinledik, filmlerini izledik ama… Bazıları Yahudi dönmesi (Sabetayist) çıktı
YÜCEL KAYA
Sabetaycılık, Türkiye’de tarihi bir topluluğun mirası olmanın ötesinde, zaman zaman spekülasyonlara, komplo teorilerine ve siyasi tartışmalara konu olan hassas bir meseledir. Toplumsal şeffaflık eksikliği ve tarihsel süreçlerde oynadığı rol nedeniyle gizli Yahudiler haklı olarak eleştirilerin hedefi olmuştur.
Günümüz Türkiye’sinde dönmelerin, gizli Yahudilerin yani Sabetaycıların yaşadığı ve toplumun önemli yerlerinde faaliyet yürüttüğü bilinen bir gerçektir. Birçok önemli şahsiyet hakkında da ortaya atılan iddiaları, gerekçeleri ile birlikte sizlerle paylaşacağım.
TÜRKİYE’NİN KARANLIK TARİHİ: SABETAYİZM ETKİLERİ
Türkiye’nin yakın tarihi, tartışmalarla dolu bir satranç tahtası gibidir. Bu satrançta, gizli oyuncular arasında Sabetayistler adı sıkça geçer. Bazılarımız bu isimle yeni karşılaşmış olabiliriz; kimileri ise tarihe derinlemesine baktığında onların izlerini hemen fark eder.
Gelin, Sabetayizm etkileri ve bu topluluğun Türkiye üzerindeki iddia edilen rolüne yakından bakalım.
SABETAY SEVİ KİMDİR?
Sabetayizmin kurucusu 17. yüzyıl İzmir’inde doğan Sabetay Sevi adında bir Yahudi’dir. Mesih olduğunu iddia ederek Yahudi mistisizmi ve Kabala’yı öğrencilerine öğretmiş ve bu nedenle Osmanlı devletinin dikkatini üzerine çekmiştir.
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, Sabatay Sevi'nin tutuklanıp İstanbul'a getirilmesini ister. Sevi, takipçilerine, "Tanrı İstanbul'u fethetme görevi verdi. Bu sebeple gideceğim" der. Takipçilerin gözünde daha da büyür. Hâlbuki tutuklanmış, İstanbul'a getirilip sorgulanmaya başlanmıştır.
HER MEHMET EFENDİ, MEHMET EFENDİ DEĞİLDİR!
Sorguda Şeyhülislam Yahya Efendi, Padişahın imamı Vani Mehmet Efendi de bulunur. "Seni duvara dikip ok atacağız. Eğer gerçekten Mesih isen ok işlemez. Biz de Sultan'ın da Mesihliğini kabul edeceğiz" derler. Sevi korkudan Mesihliği inkâr edip, Müslüman olduğunu iddia eder ve Mehmet Efendi ismini alır.
İşte DÖNME denilen yapının hikayesi böyle başladı.
Bu olaydan sonra Sabatay Sevi ile beraber 300 Yahudi aile de Müslüman olup yeni isimler aldı. Aslında hepsi numaraydı. Müslüman adı altında yıllar boyu gizli yapılanmaya ve faaliyete organize şekilde devam ettiler. Gizli toplantılarda, gizli ayin ve planlarını yapmaya devam ettiler.
Biz onları hep bizden sandık. Oy verdik, kitaplarını okuduk, şarkılarını dinledik, filmlerini izledik ama gizli toplantılarında yaptıkları ayinlerden ve özellikle Türkiye’nin kültürel dokusunu zedeleyecek adımlar attığını maalesef göremedik.
ATATÜRK’ÜN HOCASI ŞEMSİ EFENDİ
Selanik, İzmir ve İstanbul bu kişilerin mekânları oldu. Farklı illere de yerleştiler, ancak en çok Selanik'teydiler. 1908'de Selanik nüfusu yaklaşık 170 bin kişiydi ve 80 bini Yahudi’ydi. Sabetaycılar da buna dâhildi. Müslüman görünüyordu, kimse anlayamıyordu. Gizlilik esastı.
Sabetayist olduğunu itiraf eden araştırmacı Ilgaz Zorlu, şunları söylüyor: "İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elemanlarının çoğu Sabetaycıydı. Türkiye’deki sol hareketi kuranlar Sabetaycılardır. Türkiye Cumhuriyeti kanunları Sabetaycılara farklı, diğer insanlara farklı uygulanır."
BU İDDİALAR ILGAZ ZORLU’YA AİTTİR
Bu iddia bize ait değildir. İddiayı ortaya atan yine bir Yahudi olan Ilgaz Zorlu’dur. Atatürk'ün hocası Şemsi Efendi'nin torunudur.
Ilgaz Zorlu, dedesi hakkında, "Müslüman gibi görünüp, Sabetayizmin güçlenmesi için çalışıyordu. Kurduğu okulda, Sabetaycı öğrencilerin nasıl gizleneceğini öğretiyordu. Okulda Tevrat ve Kabala dersi veriyordu. Sabetaycıları organize ediyordu" diye açıklamaları basında yer alıyor. Bu konuyu burada bırakalım.
SABETAYİSTLER VE TÜRKİYE’NİN KÜLTÜREL YAPISI
Sabetayistlerin özellikle medya, eğitim, siyaset ve ticaretteki etkisi artık bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin ilk sinema şirketi olan İpek Film’i kuran İpekçi ailesi ya da medya patronlarından Dinç Bilgin gibi isimler bu çerçevede zikredilir. Sol hareketlerin öncülerinden Nazım Hikmet’in bile Sabetayist bir aileden geldiği iddiaları, bu tartışmaların ne kadar geniş bir alana yayıldığını gösterir.
SABETAYCI ÜNLÜLER
Günümüzde Sabetaycılıkla ilişkilendirilen ve ünlü kişiler arasında gösterilenler arasında Sertab Erener, Orhan Pamuk ve Gülben Ergen gibi isimler sıkça tartışılmaktadır. Tarihçi Mustafa Armağan, halkı ayaklanmaya çağıran, YSK üyelerini tehdit eden, AK Parti aleyhine yalanlar üreten dağcı Nasuh Mahruki’nin babasının Mason üstadı olduğunu geçtiğimiz günlerde ortaya çıkardı. Bunun gibi ortaya çıkan ya da çıkmayan sayısız Sabetayist Dönmeler olduğunu biliyoruz.
Burada aslında Müslüman olmayan ama Müslüman gibi görünen hepinizin çok yakından Müslüman olarak bildiği yüzlerce Yahudi dönmesinin ismini listeleyip yazabiliriz. Ayrıca bu tür listelerde yer alan kişilerin dini veya etnik geçmişleri ile ilgili iddialar, toplumda hassasiyetlere yol açabileceğinden sadece bu kadarı ile yetiniyoruz.
HER BAŞIMIZI OKŞAYAN ANNEMİZ DEĞİL
Yüzlerce sayfa ile açılması gereken Türkiye’nin geleceği adına çok önemli bir konuyu üç beş satır içerisinde özetlemeye çalıştık.
Öncelikle Müslüman gibi görünerek Türkiye’nin kültürel dokusunu bozmayı amaçlayan Sabetayizm’i bilmek tanımak ve tedbir almanın her Türk vatandaşının bir görevi olduğunu düşünüyorum.
Bir Müslüman gibi görünseler bile onları; siyasette attığı adımdan, gazetede yaptığı haberden, söylediği şarkının kültürel yapımıza etkisinden, yazdığı kitabın ana fikrinden tanıyabiliriz.
Meclis kürsüsünde duyduğumuz, gazete sayfalarında okuduğumuz, şarkılarda dinlediğimiz ve kitaplarda yazılan “Özgürlük, demokrasi ve eşitlik gibi” okşayıcı sözlere kanmadan ve HER BAŞIMIZI OKŞAYANIN ANNEMİZ OLMADIĞINI fark ederek bu illetten kurtulacağız inşallah
.
Sabatayizm’den Masonluğa, Sümer Tanrılarından! Anunnaki’lere… İblis İmparatorluğu
Sabatayizm’den Masonluğa, Sümer Tanrılarından! Anunnaki’lere… İblis İmparatorluğu
YÜCEL KAYA
Önceki yazımızda, Türkiye’nin en kritik noktalarında faaliyet gösteren gizli Yahudilerden ve Sabatayizm üzerine düşüncelerimizden bahsetmiştik. Kendilerini Müslüman gibi gösteren bu topluluğun mason localarıyla olan bağlantılarını incelemeye geçmeden önce, konumuzun asıl merkezini oluşturan Sümer Tanrıları! ve Anunnaki’lere kısaca değinmek istiyorum.
AHTAPOTUN KOLLARI
Sabatayistleri ve Masonları konuştuğumuz gibi, çok yakında Sümer tanrılarını ve Anunnakileri de tartışacağımıza inanıyorum. Bu yüzden, şimdi paylaştığım bu isimleri bir köşede aklınızda tutun. Çünkü Türkiye’deki Sabatayist topluluğun, mason localarıyla; mason localarının ise İtalyan kökenli OPUS DEI ve P-2 gibi localarla bağlantı içinde olduğunu fark edeceğiz. Bu bağların, İlluminati ve Tapınak Şövalyeleri'ne kadar uzandığını, hatta dünyamızın ötesine geçerek Sirius (Şira) yıldızına kadar dayandığını göreceğiz. İşte o zaman, bu Sabatayistlerin ve Masonların gerçekte neyin mücadelesini verdiklerine tanıklık etmiş olacağız.
TANRI VE ALLAH KAVRAMLARI ARASINDAKİ FARK
Kitabın tam ortasından konuşmak gerekirse, bu karanlık yapı, “Işığı Getiren” anlamına gelen Lucifer adıyla andıkları Sümer tanrısı Enki’ye tapmakta ve onun imparatorluğunu yeryüzünde hâkim kılmak için uğraş vermektedir.
Ancak burada “Tanrı” ifadesiyle kastettikleri varlığın, bizim inandığımız kadiri mutlak olan Allah ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını vurgulamak gerekir. Onlara göre “Rab” ya da “Tanrı” olarak gördükleri bu varlık, aslında İblis’in ta kendisidir. Yazı boyunca geçen “Sümer Tanrıları” ifadesini okurken bu gerçeği hatırlamakta fayda var.
İBLİS’İN İMPARATORLUĞU
İblis İmparatorluğu kurmak isteyen bu yapının amacının sadece bizim topraklarımızı da içine alan Arz-ı Mevud ile sınırlı olduğunu düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bu yapının nihai amacının Kehf Suresinde 83-96 arası ayetlerde anlatıldığı gibi Zülkarneyn’in kapattığı setin C.E.R.N. de “Tanrı parçacığını aramak” adı altında açılması ve yeryüzünde İblis’in imparatorluğunun kurulması yönünde çabaları olduğunu yazan araştırmacılar bulunuyor.
Onlar Kuran’ı Kerim’de Enbiya 96-97 Kehf 94 ve daha pek çok ayette geçen Yecüc ile Mecüc’ün Şira’dan gelen Anunnakiler olduğunu ileri sürerler.
Sümer mitolojisi, Anunnakilerin Sirius yıldız sistemindeki Nibiru adlı bir gezegenden geldiğini varsayar ve Enki’yi de tanrı ve Rab olarak kabul eder.
Yukarıda bahsettiğimiz karanlık yapı; Sirius’un (Bu kelime Arapça’da Şira olarak geçer) Şira’nın Rabbinin Enki olduğunu varsayar. Ona Lucifer adını koyarak tapınır.
ŞİRA’NIN RABBİ DE O’DUR
İşte Kuranı Kerim’deki Necm suresinin 49. Ayeti de bu konuyu açıklar. Kur’an bizi “Muhakkak ki Şira’nın rabbi de odur” diye uyarır. “Sizin ‘Rab’ diye bildiklerinizin de Rabbi O’dur” diyerek Kadiri Mutlak olan Allah’ı işaret eder.
Bu konuyu bir sonraki yazımızda detaylı bir biçimde anlatmaya çalışacağız inşallah!
Yani mesele; bir Yahudi’nin bu topraklarda rahat yaşaması için kendini Müslüman göstermesi kadar masum bir mesele değildir. Asıl konumuza geçmeden önce, Sümer Mitleri ve Anunnakilerden o nedenle bahsettim. İleriki yazılarımızın konusu olacak Sümer Tanrıları! ve Anunnakileri burada bırakarak Sabatayizm ve Masonluğa geri dönelim.
SABATAYİZM VE MASONLUK
Dünyanın hemen her yerinde Siyonist, Sabatayist ve masonlarla ilgili yazılıp çizilmeyen kalmadığı ve bu yapıların amacının yeryüzünde şeytanın imparatorluğunu kurmak olduğu bilindiği halde yine de tuzaklarına düşülüyor.
Yahudilerin, Sabatayist ve Masonların dünyayı tamamen kontrol ettiği ya da hiçbir etkilerinin olmadığı düşüncesi, her iki uç noktada da gerçeklikten uzak bir yaklaşımdır. Aşırı abartma veya küçümseme, doğru bir analiz yapmaya katkı sağlamaz.
Yahudiler her yerdeler; Siyasette, ticarette, sanatta hep karşımıza çıkıyorlar. Günümüzde onlar ne kadar üstün görünse de, kurmak istedikleri şeytanın imparatorluğuna ne kadar yakınlaştığını bilsek te bu yeryüzünün mutlak bir sahibi olduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü yeryüzü mülkünün asıl sahibi Kadiri mutlak olan yüce Allah’tır.
Bununla birlikte, Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerle ilgili olarak dikkat çektiği hususlar vardır ve bu mesele derin bir şekilde ele alınmalıdır. Biz de onu yapmaya çalışıyoruz inşallah.
Bu yaklaşım asla bir ırk karşıtlığı anlamına gelmez. Aksine, tarih boyunca sergiledikleri stratejilere, mazlum ve mağdur görünümüyle çeşitli milletlerin ve devletlerin yapısına sızma çabalarına karşı dikkatli olmamız gerektiğini ifade ediyoruz.
Sefarat Yahudisi, Türkiye ve İsrail pasaportu taşıyan, yazar Rafael Sadi, 3 yıl önce yazdığı bir yazıda “İkinci Dünya Savaşı boyunca, Türkiye'nin siyasal, diplomatik, askerî, kültürel, akademik, ticarî, meslekî elitinin büyük çoğunluğunu, bakanlar kurulunun hemen hemen tamamı dâhil olmak üzere Sabetay-kökenliler oluşturuyordu. Bugün Auschwitz'te gördüğümüz kurbanlar listesi arasında, Batı tarihçilerinin hâlâ çözemediği Ahmet, Mehmet gibi Müslüman isimlerinin bulunmasının sırrı işte budur” diye dikkat çekmişti. İçimize sızmış olan bu yapının ne kadar sızdığına delil olsun diye bu örneği paylaştım. Bu yazı Sabatayist ve Masonların nerelere kadar sızdığının çok açık bir izahıdır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİNDEKİ HAHAM DİPLOMATLAR
1908’de Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretlerine yapılan Mason-Yahudi darbesinden 15 Temmuz’a uzanan süreçte bu topraklarda oynanan oyunların tamamının altında bu karanlık yapı bulunmaktadır.
Lozan’da Türk heyetinin danışmanının da “diplomatların en hahamı ve hahamların en diplomatı” olarak şöhret bulan Hayim Nahum olduğu gerçeğini asla akıldan çıkartmamak gerek.
Mesela ‘Şeriat kahrolsun, Halifelik kaldırılmalı sloganı atan, Kemalizm’e fikir babalığı yapan, Türkçülüğün kitabını yazan ve Kürt Ziya Gökalp’i Türkçü olarak yetiştirip piyasaya süren Munis Tekinalp takma adıyla tanınan Moiz Kohen bir Yahudi ve masondur. (Alıntı: Gerçek Hayat Dergisi)
Bu yazıda Masonluk nedir? Sabatayizm nedir? Konularını açmayı gereksiz görüyorum çünkü bunları zaten biliyorsunuz. Bilmeyenler de Google’a yazıp öğrenebilirler. Burada anlatmak istediğim ucu Şira (Sirius) yıldızına kadar uzanan yapının ülkemiz için son derece tehlikeli olduğudur. Düşmanı tanımak adına bu tehlikeyi de anlamamız gerekiyor.
MASON TEHLİKESİ
1492 yılından bu yana Sabatayistler, Masonlar, Bilderbergciler, İllimünaticiler, velhasıl Siyonistler Osmanlı’nın sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için hep bir tehdit oluşturmuştur.
MAH/MİT tarafından ‘MASON TEHLİKESİ’ başlığıyla 14 Temmuz 1960 tarihinde hazırlanan ve iç yüzlerini ifşa eden bir raporda, İsmet İnönü’nün masonları koruduğu yazılmıştı. Rapor, Masonluk adlı resmi görünümlü yeraltı örgütlenmesi hakkında şunları yazıyordu.
‘Kökleri Dışarıda, Zehirli Teşekkül’
“Hayali Masonluk, Hazreti Musa'ya ve Tevrat'a kadar götürülmektedir. Masonlar, tarihlerini Hz Süleyman (Salamon) mâbedinin inşasına isnat etmektedirler.
Sabatayistliğin ve Masonluğun Türkiye’deki tarihçesinde ibretle görüyoruz ki; asırların, türlü entrikaların ve harplerin yıkamadığı muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun ulu gövdesine yabancı uyruklu muhtelif mason hücre ve Sabatayist elemanlarınca veba mikrobu gibi saldırıyor hala da saldırmaya devam ediyorlar.
Koskoca Osmanlı İmparatorluğunu yıktılar. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalara ayırmak istiyorlar. Tel Aviv’den Sirius’a kadar onları takip ederek Sabatayistlerin ve Masonların gerçekte neyin mücadelesini verdiklerine tanıklık edersek elbette ki bunu başaramayacaklar.
.
Katil İsrail, işbirlikçi Kemal Kılıçdaroğlu!
Katil İsrail, işbirlikçi Kemal Kılıçdaroğlu!
YÜCEL KAYA
Mümkün olduğu kadar günlük siyasi polemiklere girmeme kararı almıştım. Olaylara multidisipliner bir anlayış ile yaklaşıp küresel çetenin ülkemiz ve dünyanın geleceğini karartacağını düşündüğüm adımları araştırarak deşifre etmeye çalışacaktım.
Ama bazen öyle gelişmeler yaşanıyor ki böyle durumlarda, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” kelamı kibarı, hafızama oturup beni rahatsız etmeye başlıyor. Beynimdeki bir ses sanki “Dilsiz şeytan olma” dercesine bana baskı yaptığını hissediyorum.
Saadet Partisi kongresinden bahsediyorum. 9. olağan kongresinde Kayseri Milletvekili Mahmut Arıkan’ın selefi Temel Karamollaoğlu’nun yerine Genel Başkan olarak seçildiği kongreden.
Gazetelere geçen haberlere göre; Temel Karamollaoğlu'nun konuşması sonrasında Saadet Partililer, "Katil İsrail, işbirlikçi AKP" diye slogan atmış, tepkiler üzerine AK Parti temsilcileri de salonu terk etmişler.
Fesuphanallah!
Kim bu sloganı atanlar?
Millî Görüş düşüncesine sahip Saadet Partililer mi?
Ömrünü Millî Görüş hareketi içerisinde geçiren, Refah Partisi’nde çaycılık yapmaktan, Teşkilat, Tanıtma ve Halkla İlişkiler Başkanlığına, oradan da Muhterem Erbakan Hoca’mın tensipleri ile Giresun Milletvekilliği adaylığına kadar ‘Millî Görüş’ hareketinin her kademesinde görev yapan bir kardeşiniz olarak söylüyorum. Bugün, “Katil İsrail, işbirlikçi AKP" diye slogan atan bu arkadaşlarla birlikte ne yazık ki birlikte yol yürümüşüm.
Onlarla birlikte koltuğumuzun altında bir video ve Şevki Yılmaz Hoca’mın kasetleri ile birlikte uzak köylere yol alırken Allah yolunda cihad ettiğimizi düşünür, arabanın camlarını açar öndeki arabadan çıkan tozların yüzümüze vurmasını arzulardık. O zamanlar hepimiz “Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez." Hadisinin vücudumuzda tecelli ettiğini sanır mutlu olurduk.
Katilin İsrail olduğunu bilirdik de, işbirlikçinin Ak Parti olduğunu söylemeleri kanıma dokundu!
Sayısız köy kahvehanelerinde sandalyelerin üzerine çıkar Adil Ekonomik Düzeni, Adil Siyasi Düzeni anlatırdık ama “Katil İsrail, işbirlikçi AKP" sloganını duyduktan sonra ‘Adil olmayı’ kendimize anlatamadığımızın farkına varıp, hicap duydum.
Bugün Siyonist İsrail’in Gazze’deki katliamlarına karşı mazlumların gür sesi olan Erdoğan’a ve partisine “İsrail’in işbirlikçisi” diye söylem tutturmak bizim yıllardır anlatmaya çalıştığımız ‘Adil Siyasi Düzen’in neresinde yazıyor?
Bir zamanlar yol yürüdüğüm o arkadaşlara sesleniyorum!
Katil İsrail’in vurduğu, binlerce şehidi temsil eden İslami direniş örgütü Hamas: Gazze’deki Müslümanlara yardımlarından dolayı Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a teşekkür ederken siz kim ve ne adına Ak Parti’nin İsrail’le işbirlikçi olduğunu haykırıyorsunuz?
Siz Gazze’de olup bitenleri Hamas’tan daha iyi nasıl bilebiliyorsunuz?
Eli kanlı Tel Aviv yönetiminin Dışişleri Bakanı Israel Katz sosyal medya platformu üzerinden Şehid Sinvar’ın fotoğrafını yayımlayarak, Karamollaoğlu’na mı yoksa Erdoğan’a mı küfürler savurdu?
İşbirlikçi kim o zaman?
Birlikte yol yürürken Cumhuriyet gazetesinin İsrail ile iş birliği yaptığını iddia ederdik! Müslümanlara nefret kusan Cumhuriyet gazetesine övgüler düzen kim o zaman? Cumhuriyet gazetesinin Müslümanlara karşı “Dik duruşunu(!)” takdir ederek övgüler yağdıran şu an partinizin başına geçen Mahmut Arıkan değil mi?
İşbirlikçi kim o zaman?
Dünkü yazısında Ali Karahasanoğlu Hocam da sorular sordu. Hatırlatmakta fayda görüyorum.
“… Ben sana diyorum Temel bey.
Hatta çok daha ağırını söylüyorum..
Siz yetim hakkı da yediniz.. Haksız ihale de aldınız..
Eşcinselleri meşrulaştırmaya çalışanları iktidar yapmak için onlarla ittifak yapmadınız mı?
İttifak yaptıklarınız, şu an yetimlerin elinden tutan İlim Yayma Cemiyeti’ni belediye arsalarından atmıyor mu?
Onların yerine, Atatürkçü Düşünce Derneği’ne, ‘başörtülülere burs vermiyoruz” diyen ÇYDD’ye o alanları peşkeş çekmiyor mu?
SP’nin desteklediği CHP’li başkanlar tarafından, Ensar Vakfı kiraladığı yerlerden çıkarıldığı gerçeğine rağmen, Temel bey kirli ittifakını meşrulaştırmaya çalışmıyor mu?”
Evet…
Ortada bir ‘İşbirlikçi var’
Siz “Kılıçdaroğlu babayiğit bir adam” derken
Siz “Saadet Partisi önünde “Mücahit Kılıçdaroğlu” diye slogan atarken,
Siz CHP’yi desteklerken sizinle birlikte CHP’yi savunan bir İsrail Devleti vardı.
“Katil İsrail işbirlikçi AKP” derken, O katille birlikte HAMAS’ı terör örgütü olarak tanımlayan CHP’yi, aslında akladığınızı fark edemiyor musunuz?
Kongrede attığınız o slogan yanlıştı.
Doğrusu;
“Katil İsrail, işbirlikçi Kemal Kılıçdaroğlu” olmalıydı.
Cihad ettiğimizi düşündüğümüz o yıllar yüzümüze değen tozların bir anlamı bir değeri vardı.
Ama gelinen bu noktada, attığınız o iftira ile ses çıkarmadığınız CHP’ye yaptığınız aklama ile sizlerin o toz kadar bile değeri kalmadığını fark ettim.
.
Hz. Adem cennetten neden kovuldu? Mavi kan ve kırmızı kan ne anlama geliyor?
Hz. Adem cennetten neden kovuldu? Mavi kan ve kırmızı kan ne anlama geliyor?
YÜCEL KAYA
Ateistlerin “Kutsal kitaplar kaynağını Sümer, Roma ve Mısır mitolojilerinden aldı” şeklinde ortaya attıkları bir yalan var. Bu yalanın kaynağı Küresel Çete dediğimiz ve ezoterik bir yapılanma olan Masonik örgütlere dayanıyor.
Bu Masonik yapılanma soylarını Lucifer adını taktıkları İblis’e dayandırıyorlar. Sümer metinlerinde bu Enki, Mısır’da RA olarak geçiyor.
Onlara göre yeryüzünde üç farklı soy var. Adem’in soyu, İblis’in soyu ve bir de melez soy.
İsrail; Lucifer’in soyundan geldiğini, ‘Mavi Kan’ taşıdıklarını, İsrailoğullarının saf bir soy olduğunu ve yeryüzünün gerçek halifesinin kendileri olduğunu iddia ediyor. O nedenle yeryüzünde yaşayan diğer soyları ‘GOYİM’ olarak adlandırıp hayvanlarla eş tutarak aşağılıyor ve kendilerinin üstün olduğuna inanıyorlar.
Zuhruf suresi 62’de Allah “Sakın Şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o sizin besbelli düşmanınızdır.” Diye buyuruyor.
O halde düşmanımızı yenmek için onu tanımamız şu mavi kan kırmızı kan konusu hakkında yani soylar hakkında bilgi edinmemiz gerekiyor.
O halde konuya en başından başlayalım.
İleriki yazılarımda sizlere Sümer ve Mısır Metinlerinden örnekler de vereceğim ama bizim için ölçü Kuran-ı Kerim olduğu için önce ondan başlayayım.
HZ. ADEM’İN CENNETTEN KOVULMASI
Hz. Adem’in cennetten kovulması, Kur'an'da birkaç yerde (özellikle Bakara, A'râf, Tâhâ surelerinde) ele alınır. Mavi kan, kırmızı kan konusuna geçmeden önce olayın özetine sonra da cennetten kovulma sebebine gelelim ki iddia edilen bu soyların ne olduğu daha iyi anlaşılsın.
Bu konuyla ilgili, kaynağını Kuran-ı Kerim’den alan iki farklı bakış açısı bulunuyor.
Birincisini biliyoruz ama ikincisinden çoğumuzun haberi yok.
İşte bugünkü yazımızın konusu çoğumuzun haberi olmadığı ikinci farklı bakış olacak inşallah.
Önce birinciye bir bakalım.
BİRİNCİ BAKIŞ
Hz. Âdem’in Yaratılması:
1-Allah, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirmiş ve Hz. Âdem’i topraktan yaratmıştır. Ardından Âdem’e isimlerin öğretilmesiyle onun bilgi bakımından üstünlüğünü meleklere göstermiştir (Bakara 30-34).
İblis’in Secde Etmeyi Reddetmesi:
2-Allah, meleklere ve İblis’e Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiştir. Melekler emre uymuş, ancak İblis kibirlenerek bu emri reddetmiştir. İblis, Âdem’i ise topraktan, kendisini ise ateşten yaratıldığı için üstün görmüştür (A'râf 11-12).
Cennette İmtihan:
3-Allah, Hz. Âdem ve eşini cennete yerleştirmiş ve orada her şeyin helâl olduğunu, ancak bir ağaca yaklaşmamalarını emretmiştir. İblis, onları kandırarak Allah’ın yasakladığı ağaca yaklaşmalarını sağlamıştır (Bakara 35, A'râf 19-22).
Cennetten Çıkarılma:
4-Hz. Âdem ve eşi (Kuran’da Havva ismi geçmez) yasak ağacın meyvesinden yediklerinde, hatalarını fark etmişler ve Allah’a tövbe etmişlerdir. Ancak bu olay onların cennetten çıkarılmasına neden olmuştur. Allah, onları ve İblis’i yeryüzüne indirmiş, burada yaşayacaklarını, mücadele edeceklerini ve Allah’ın emirlerine uymaları gerektiğini bildirmiştir (A'râf 24-25).
Bu klasik, yani hepimizin bildiği İslam anlayışıdır. Ve çoğumuz bu şekilde olduğuna inanıyoruz.
Ama bir de farklı bir inanış var ki onu konuşmadan İsrailoğullarının hangi soydan geldiğini asla anlayamayız.
Şimdi yeniden başlayalım.
İKİNCİ BAKIŞ
HZ. ADEM’İN YARATILMASI
“Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim." dediği vakit, "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?" dediler. "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu. (Bakara 30)
İkinci bakış açısına inananlar bu ayet ile ilgili şu gerekçeleri ortaya koyuyor.
Burada Rabbin bir halife ataması için yeryüzünde Adem’in bir selefi olması gerekiyor. Çünkü halife, selefin yerine geçen demektir.
Meleklerin önce itiraz etmesi ama sonrasında Rabbin tayin ettiği Halifeyi kabul ettiğini görürken İblis’in bu halifeyi kabul etmemesi, karşı çıkması Adem’in halife olacağı yeryüzünün selefinin İblis olduğunun bir göstergesidir. İblis yeryüzü halifeliğinin elinden alındığı için Ademe karşı çıkmıştır!
Sad 69. Ayetten anladığımıza göre bu tartışmanın geçtiği yer Mele-i Ala’dır. (Mele-i Ala Türkçeye ‘Yüce melekler topluluğu’ olarak çevrilir) Ve Rabbimiz İblis’i buradan (Mele-i Ala’dan) kovar. (Henüz cennetten kovmamıştır. Sadece meclisten kovulur. Bu aynı zamanda İblis nasıl cennete girip Adem’i kandırdı sorusunun da yanıtıdır.)
CENNETTEKİ İMTİHAN
Sonra Rabbimiz Araf 19’da “Ey Âdem! "Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz." Der.
İşte birinci ve ikinci bakışın kırılma noktası tam da burasıdır.
Ayet içerisinde geçen “la takreba hazihiş şecerete” ifadesi ikinci bakış açısına göre şöyledir.
Takreba: AKRABA
Şecerete: Secere yani SOY-SÜLALE
Şimdi ayeti bir de bu anlam ile okuyalım.
“Ey Âdem! "Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu soy ile yakınlık kurmayın, akraba olmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz."
Devam edelim, Araf 20;
“Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: "Rabbiniz size bu ağacı yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti." dedi.”
İkinci bakış açısına göre şeytan Adem’i şöyle kandırıyor. “Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: "Rabbiniz size bu soy ile yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için akraba olmanızı yasak etti." dedi.”
Şeytan burada yani az önce gösterdiği soyun (bu bakış açısına göre kendi soyunun) yanında Adem ile eşinin ayıp olan yerlerini açmaları için vesvese verince olanlar oldu.
Sonuç olarak Habil, Adem ile eşinin bir meyvesi, Kabil ise Adem’in kendi soyu ile birleşmesinin meyvesi olarak ifade ediliyor.
Bu yorumlara yukarıda bahsettiğimiz Secere ve takreba kelimelerinin çevirisi neden oluyor.
Sonraki ayeti Elmalılı Hamdi Yazır şöyle tercüme ediyor.
“Bu suretle kandırarak ikisini de sarktırdı, onun üzerine vakta ki o ağacı tattılar, ikisine de çirkin yerleri açılıverdi ve başladılar Cennet yapraklarından üzerlerine üst üste yamıyorlardı, Rableri de kendilerine nida etti: ben sizi bu ağaçtan nehyetmedim mi? Ve size haberiniz olsun bu Şeytan açık bir düşmandır size demedim mi?” Araf-22
Burada dikkat edilirse Ağaçın meyvesini yedi ifadesi yok. O ağaçtan yani o soydan tattılar ifadesi yer alıyor.
Adem ve eşi "Ey Rabb'imiz! Biz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." dediler.
CENNETTEN KOVULMA GERÇEKLEŞİYOR
Ayetinden sonra Rab şöyle buyuruyor.
"Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak inin. Yeryüzünde, size belli bir süreye kadar yerleşme ve yararlanma imkanı vardır." dedi.
Burada sadece Adem, eşi ve şeytandan bahsedilmiyor. “Bir kısmınız bir kısmınıza” şeklinde bir hitap var. Çoğul bir ifade kullanılmış.
Adem, eşi ve meyvesi olan Habil ile İblis’in soyunun (Kabil dahil) düşman olarak yeryüzüne inmesi emri veriliyor. Yani yeryüzüne farklı soylar iniyor.
Burada anlatılan ikinci bakış açısının mutlak doğru olduğunu iddia edemem tabi. Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.
Bugün Küresel çete diye adlandırdığımız bir sülalenin kendilerinin o soydan yani İblis soyundan geldiğini iddia etmesi bu konuyu irdelememe neden oldu.
Onlara göre Adem soyu Kırmızı kanı, İblis soyu da mavi kanı temsil ediyor. Habil’i öldüren Kabil ise bu iki kanın karışımından oluşan melez bir soy.
Şimdi bunları neden anlattım?
Eğer onların bildiği bu bilgilere sahip olamaz isek;
*İsrail’in bayrağının neden beyaz üzerine mavi renkte olduğunu, yani soyunun saf olarak nasıl İblis’e dayandığını…
*İngiltere ve ABD bayraklarının beyaz üzerine mavi ve kırmızı renklerden oluştuğunu yani Kabil’den melez bir ırktan geldiğini ve de…
*Türk bayrağının neden sadece beyaz üzerine kırmızıdan oluştuğunu yani Saf insan soyundan Adem ile eşinden geldiğimizi asla anlayamayız.
İlgi gösterdiğiniz ve yorum yaptığınız sürece bu konuya devam edeceğiz inşallah.
.
Halep, Amik Ovası, Melhame-i Kübra ve Armageddon
Halep, Amik Ovası, Melhame-i Kübra ve Armageddon
YÜCEL KAYA
Melhame-i Kübra, İslam eskatolojisinde büyük bir savaş olarak anılır. Ahir zamanda, Müslümanlar ile düşman güçler arasında gerçekleşeceği rivayet edilen bu mücadele, İslamî kaynaklarda "Şam toprakları" yakınlarındaki Amik Ovası'nda cereyan edeceği şeklinde tasvir edilir.
Amik Ovası, Türkiye’nin güneyinde yer alan, doğusunda Halep ve Afrin, güneyinde İdlib ile sınırlı geniş ve bereketli bir bölgedir. Asi Nehri'nin suladığı bu ova, tarımsal verimliliğinin yanı sıra tarih boyunca stratejik bir öneme sahip olmuştur. Burası bazı hadis ve rivayetlerde Melhame-i Kübra'nın gerçekleşeceği yer olarak anılır. Bu dini ve tarihi anlatılar, Amik Ovası’nın önemini daha da artırmaktadır.
Son günlerde Suriye'de Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif güçler, rejim unsurlarına karşı büyük bir operasyon başlatarak Halep’i ele geçirmiştir. Yaklaşık bir haftadır devam eden çatışmaların Amik Ovası çevresinde yoğunlaşması, hadislerde işaret edilen kıyamet alametlerinden biri olan Melhame-i Kübra konusunu tekrar gündeme yerleştirdi. Üstelik Türkiye gibi güçlü devletlerin de konuya müdahil olması, bu durumu sadece Müslümanların değil, Hristiyan ve Musevilerin de dikkatini çeken bir mesele haline getirdi.
MELHAME-İ KÜBRA VE ARMAGEDDON
Melhame-i Kübra (İslam’daki büyük kıyamet savaşı) ve Armageddon (Hristiyanlık ve Musevilikteki kıyamet savaşı), ahiret ve kıyametle ilgili anlatılar arasında önemli bir yer tutar. Üç büyük ilahi dinin inanç sistemlerinde bu savaşın ayrıntıları farklılık gösterse de ortak nokta, bunun dünyanın son döneminde gerçekleşecek bir mücadele olması ve insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmesidir.
Aşağıda, her iki dini anlatının detaylarını karşılaştırarak inceledim.
İSLAM’DA MELHAME-İ KÜBRA
Yer:
İslam kaynaklarına göre bu savaş, Türkiye'nin Hatay ilindeki Amik Ovası'nda, Amanos Dağları’nın eteklerinde gerçekleşecektir.
Kişiler:
Savaşın, Mehdi’nin liderliğinde yapılacağı ve onun adalet ile İslam'ı yeniden tesis etmek için mücadele edeceği belirtilir. Mehdi’nin kimliği konusunda ise insanların sınırlı bilgiye sahip olacağı ifade edilir.
Deccal:
Bu savaş öncesinde Deccal’in ortaya çıkacağına, insanları kötülüğe ve yalancı bir tanrılık iddiasına yönlendireceğine inanılır. Hadislerde, Deccal’e 70.000 Yahudi’nin tabi olacağı da rivayet edilir.
Hz. İsa’nın İnişi:
Mehdi’nin ardından Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci kez geleceği, Deccal’i öldüreceği ve adaleti tesis edeceği inancı da önemli bir yer tutar.
HRİSTİYANLIK VE MUSEVİLİKTE ARMAGEDDON
Yer:
Armageddon savaşı, İsrail’deki Megiddo Dağı’nın eteklerinde gerçekleşeceği şeklinde tasvir edilir. Bazı yorumcular, Megiddo Dağı ile Amik Ovası arasında bir coğrafi bağlantı olabileceğini öne sürse de bu konuda net bir bilgi yoktur.
Kişiler:
Hristiyanlık ve Musevilikte bu savaş, Mesih’in önderliğinde gerçekleşecektir. Tanrı'nın orduları, şeytan ve kötülüğün güçlerine karşı nihai zafer kazanacaktır.
Amaç:
Bu savaş, Tanrı’nın mutlak zaferini ve şeytanın kesin yenilgisini sembolize eder. İncil’e göre, bu mücadelenin ardından yeni bir çağ başlayacak, iyiler ödüllendirilecek ve kötülük sona erecektir.
BENZERLİKLER VE FARKLILIKLAR
Benzerlikler:
Üç din de bu savaşı, iyi ile kötü arasındaki nihai mücadele olarak görür. Ayrıca savaştan sonra bir kurtuluş döneminin başlayacağına inanılır.
Farklılıklar:
İslam’da, Mehdi’nin ön planda olduğu ve Mesih’in daha sonra rol aldığı belirtilirken, Hristiyanlık ve Musevilikte savaşın lideri doğrudan Mesih’tir.
Savaşın yeri konusunda da farklılıklar vardır. İslam’da Amik Ovası açıkça belirtilirken, Hristiyanlık ve Musevilikte vurgulanan yer Megiddo Dağıdır.
Bu anlatılar, inanç sistemlerinin kıyamet ve ahiret anlayışlarını şekillendiren önemli unsurlardır. Tarih boyunca bu kavramlar, birçok yorum ve tasvirle zenginleştirilmiş, hatta küstah bir inanca da bürünmüştür “Tanrı’yı savaşa zorlamak” gibi.
TANRIYI SAVAŞA ZORLAMAK
Bugün Siyonistler, kutsal metinlerde yer alan kıyamet senaryolarını hızlandırmak için dünyada belirli eylemlerde bulunmanın, ilahi olayların başlamasına neden olacağına inanıyor.
Armageddon’un başlaması için de Arz-ı Mev’ud’un gerçekleşmesi gerekiyor. İşte İsrail bu nedenle; yeryüzünde fitne ve fesat çıkarıyor, katliam yapmaya devam ederek onların deyimi ile “Tanrı’yı savaşa zorluyor.”
Bu konuda kendisine Hristiyan dünyasından destek verecek bir topluluğu da çoktan oluşturmuş.
EVANJELİSTLER
Hristiyanlığın Protestan mezhebinin bir alt kolu olan Evanjelistler, İsa Mesih’in yeryüzüne tekrar inmesi için mücadele veren bir topluluk.
Onlara göre İsa Mesih’in yeryüzüne tekrar inmesi için Armageddon’un gerçekleşmesi, Armageddon’un gerçekleşmesi için de Yahudilerin vaad edilmiş topraklara sahip olması gerekiyor.
İşte Evanjelistlerin İsrail’e hizmet etmelerinin nedeni de buradan kaynaklanıyor.
Yahudi olmamalarına rağmen Siyonizm’e verdiği desteğin arkasındaki düşünce işte bu. Vaad edilmiş toprakların İsrailoğullarına verilmesi! İşte bu yüzden ABD Başkanı Joe Biden, "Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yok. Ben bir Siyonist’im” diye konuştu.
.
Vatikan Şeytana mı tapıyor?
Vatikan Şeytana mı tapıyor?
Yücel Kaya
Sabatayistlerden, Masonlardan, Siyonistlerden bahsetmiş ve onların Sümer tanrılarıyla bağlantılı olduklarını, Sümer Mitolojisi'nde adı geçen Enki'ye taptıklarını önceki yazılarımda gündeme getirmiştim. Tıpkı onlar gibi, Hristiyanlığın merkezi olan Vatikan’ın ve başındaki Papa’nın da Tanrı’ya değil, şeytana taptıklarını söylesem, “Bu kadar da olmaz! Bu bir komplo teorisi” diye haklı olarak karşı çıkabilirsiniz.
Çünkü biz, Hz. İsa’yı Allah’ın bir elçisi olarak görüyor ve Hristiyanların da öyle gördüğünü sanıyoruz. Oysa gerçek hiç de öyle değil!
Hz. İsa, Hristiyanlıkta Tanrı'nın Oğlu olarak kabul edilir. Hristiyan teolojisine göre, Hz. İsa hem tam anlamıyla insan hem de tam anlamıyla Tanrı’dır. Tanrı’nın üçlü bir yapıda olduğunu ifade eder. Teslis kelimesi, "üçlük" anlamına gelir ve Tanrı’nın üç "kişide" var olduğunu belirtir: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.
Bugünkü Hristiyan inancının temellerini Pavlus adında bir kişi atmış, İznik Konsili'nden sonra da Hristiyanlık bir pagan dini haline gelmiştir.
Bugün Hristiyanları Vatikan ve Papa temsil etmektedir ve Vatikan, Tanrı’ya değil, şeytana tapmaktadır. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda bu iddianın “komplo teorisi” olmadığını çok net bir şekilde anlayacaksınız.
Vatikan’ın Kozalakları
Vatikan'da kozalak sembolü, özellikle Kozalak Çeşmesi (Fontana della Pigna) ile dikkat çeker. Fotoğraflarda ilginizi çekmiş olabilir. Bu devasa bronz kozalak heykeli, antik Roma döneminden kalma bir eserdir ve 4. yüzyılda Vatikan'a taşınmıştır. Vatikan’ın tam göbeğinde bulunan bu dev kozalak aynı zamanda Papa’nın asasında da bulunmaktadır.
Mısır, Sümer ve Babil ikonografisinde kozalak, tanrılar ve mitolojik figürler tarafından taşınan bir nesne olarak görülür. Bu kozalak, Sümer ve Babil rölyeflerinde “Tanrı Enki’nin” elinde yer alır. Enki, bilgelik ve yaradılış tanrısı olarak kabul edilir.
İnsanları yarattığına(!) inanılan Enki’nin elindeki kozalağın, neden Papa’nın asasında ve aynı zamanda Vatikan’ın göbeğinde bulunduğunu merak ediyorsanız, bu yazıyı okumaya devam edin.
Papa’nın Balık Ağızlı Şapkası
Papa'nın giydiği, balık ağzını andıran şapka, mitra olarak adlandırılır ve kökeni çok eskiye dayanır. Balık ağızlı şapkanın aynısı Sümer tabletlerinde de resmedilir. Papa’nın başına giydiği bu şapka, Mezopotamya ve antik Yakın Doğu'daki dinlerde kullanılanlarla aynıdır. Mitolojide başlığı takan kişi, Sümerlerde Enki, Babillilerde Dagon, Yunan mitlerinde ise Oannes olarak bilinir. Aslında hepsi aynı kişidir ve az önce değindiğimiz kozalağı tutan Enki’yi temsil eder.
Peki, milyarlarca Hristiyan’ı temsil eden Papa, Katolik rahipler ve kardinaller, Enki’nin yani şeytanın balık ağızlı mitra şapkasını neden giyerler?
Günümüzde bazı araştırmacılar, balık ağızlı şapkanın üzerindeki üçlü kraliyet zambağını aynı zamanda şeytanın elinde tuttuğu üçlü yaba ile ilişkilendirir. Google’da “şeytan” diye görsel arama yaptığınızda, üçlü yabayı şeytanın elinde görürsünüz. Şeytanı temsil eden ‘yaba’nın, neden Papa’nın başında yer aldığına dair soru işaretleriyle, geriye dönelim ve günümüze bakalım.
Sevimli Şeytan Luce (Lusi)
Hiç şeytanın sevimlisi de olur mu diye sormayın! Ben de sizin gibi düşünüyordum, ta ki birkaç gün önce bu yazıyı yazmama neden olan haberi okuyana kadar. Haber şöyle diyordu:
“Şimdiden viral olan Papalığın 'anime' kızı Luce, gençlere hitap edecek.”
Katolik Kilisesi, Katolik Hristiyanlığın yeni maskotunu tanıttı. Luce adındaki 'anime' kız maskot, gençlerin 'pop kültür' sevgisine hitap etmek için hazırlandı. Hristiyanlığın daha genç bir kitleye ulaşmasını isteyen Vatikan, genç kesime hitap eden yeni maskotları Luce'yi (Lusi diye okunuyor) resmen duyurdu.
Vatikan, Hristiyanlığı ve Vatikan’ı çocuklara sevdirmek için Lusi adında sevimli bir karakter hazırlamış. Kendileri adına güzel bir çalışma.
Yakasında haç asılı sarı pardösülü, Hristiyanlığın kahramanı olan sevimli bir kız çocuğu.
Keşke bizim Diyanet de böyle bir uygulama yapıp, çocuklara İslam’ı sevdirecek çizgi filmlere bütçe ayırsa.
Bu başka bir konu…
Vatikan’ın oluşturduğu bu maskot, sarı yağmurluğu ve çamurlu botlarıyla dikkat çekiyor. Luce’nin çizmesinin çamurlu oluşu, Katolik hacılarının dini önem taşıyan yerlere yolculuk ettiğini temsil ediyor. Luce’un kendisi de asası ve uzun yolculuğa uygun kıyafetleriyle bir Katolik hacısını temsil ediyor. Baş Piskopos Rino Fisichella, Luce'un anime ve çizgi filmlerle büyüyen bir gençliğe hitap etmek için özel olarak hazırlandığını belirtiyor.
Adını da bilerek Luce (Lusi) koymuşlar. Peki, Luce ne anlama geliyor?
Şimdi sıkı durun. Luce, Lucifer’in kısaltmasıdır.
Yani ŞEYTAN’IN ÇOCUĞU!
Acaba yanlış mı biliyorum diye Lucifer’i araştırdım. Kelime “Işığı getiren” ya da “ışığı taşıyan” anlamına geliyor. Vikipedi ansiklopedisine göre Lucifer, Hristiyanlıkta şöyle geçiyor:
“Hristiyanlıkta genellikle Şeytan'ı ya da İblis tasvir etmek için kullanılan bir isimdir. Ayrıca Lucifer, cehennemin efendisidir, Şeytan ise sadece onun hizmetçisidir.”
Bunu biz söylemiyoruz. Hristiyan terminolojisinde Lucifer’in şeytanı temsil ettiğini kendileri söylüyor.
Peki, öyleyse bu sevimli karaktere neden şeytanın çocuğu ismi konuluyor?
Sümer tanrısı Enki’nin, Yunan Mitolojisi’ndeki Prometeus olduğunu biliyoruz. Kur’an-ı Kerim’de de İblis olarak adlandırılan bu varlığın Vatikan’da böyle ilgi görmesi; elinde tuttuğu kozalağın Vatikan meydanına dikilmesi, Papa’nın asasına yerleştirilmesi, balıklı şapkasının Papa’nın başına geçirilmesi sizce ne anlama geliyor? Sizce Vatikan şeytana tapmıyor mu?
Siz çocuğunuza Şeytan ya da İblis adını takar mısınız?
Hâlâ Vatikan’ın şeytana tapmadığını düşünüyorsanız, doların üzerindeki üçgenin içindeki Horos’un gözünü de nazar boncuğu diye odanıza takıyor olabilirsiniz. Aman dikkat edin!
.
BOP eş başkanlığı!
BOP eş başkanlığı!
YÜCEL KAYA
Erdoğan’ın 13 Ocak 2009 tarihinde TBMM’de “Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıdır.” Sözü ile tartışmaların odağı haline gelen BOP, "Büyük Ortadoğu Projesi"nin kısaltmasıdır.
Erdoğan “Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesinin eş başkanlarından biriyiz. Ve bu görevi yapıyoruz.” Diye yaptığı konuşmalar arşivlerde hala durmaktadır.
EVET DOĞRU
Bu proje, 1998 yılında başlamış, 2004 yılında ABD öncülüğünde G8 zirvesinde açıklanmış ve esasen Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya'daki ülkelerin demokratikleşmesini! ekonomik reformlarını ve sosyal gelişimlerini teşvik etmeyi amaçlayan bir stratejik girişimdir.
BOP’UN AMACI NEDİR?
BOP’un amaçlarının Ortadoğu’daki ülkelerin demokratikleşmesine yardımcı olması, ekonomik reformlarını düzenlemesi ve sosyal gelişimlerini teşvik etmesi gibi süslü anlatımların eşliğinde, arka planda gizli niyetleri de vardı.
Demokratikleşme:
BOP’un iddia ettiği demokratikleşme; sonradan ortaya çıktığı üzere Irak’ın demokrasiye kavuşması için binlerce insanın katledilmesini, bir milyon Iraklı kadına tecavüz edilmesini bize hatırlatırken;
Ekonomik Reformlar:
Kemal Derviş’in Türkiye ekonomisinin yeniden yapılandırılması için "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" adı verilen ekonomik reform planını sonucunda bankaların içinin boşaltılması ve Türkiye’nin iflas etmesine giden yolun önünü açtığını hatırlatırken,
Sosyal Gelişim:
BOP’un istediği sosyal gelişim şimdilerde anlaşılıyor ki, LGBT üzerine bina edilen bir kurgu. Türkiye’de bazı kesimin bugünlerde dahi nasıl LGBT’nin bayraktarlığını yaptığını çok iyi biliyoruz.
BOP’UN GİZLİ AMAÇLARI
Bir de BOP’un resmi olarak dillendirilmeyen amaçlarından bahsedelim.
İddialara göre BOP, Ortadoğu’daki ülkelerin bölünüp parçalanmasını amaçlamakta. Bölünmüş bir Suriye, Irak, İran, Katar, Mısır, Libya ve Türkiye BOP’un asıl amacını oluşturuyor.
Buna İsrail’in Vadedilmiş Topraklarını yani ARZ-I MEVUD’ u da ekleyenler var. “BOP Ortadoğu’da Büyük İsrail Devleti’ni kurmayı amaçlıyor. Recep Tayyip Erdoğan’da BOP’un eş başkanıdır!” diye söylemler havada uçuşuyor.
Bu yazının buradan sonrası isimlerinin önüne Laik, Seküler, Aydın! tamlaması koyan pirincin içindeki siyah taşları ilgilendirmiyor. Çünkü onların Türk Siyasetindeki varlık sebebi zaten BOP’un bir an önce hayata geçirilmesi.
“Türkiye’nin beka problemi yok. YPG bize mi saldıracak?” diyen Kılıçdaroğlu 26 Ekim 2021 tarihinde “Büyük Ortadoğu projesini hayata geçireceğim.” Dememiş miydi?
Siyah taşları pirincin içinden ayıkladık.
Sözümüz pirincin içindeki beyaz taşlara yani Saadet Partisine, bazı tarikatçılara ve “Türkiye İsrail’e yardım ediyor!” diye bağırıp çağıranlara..
***
Sizler iyi okuyun.
BOP’un amacının Ortadoğu’da nasıl bir felakete yol açacağını biliyoruz. Peki nasıl oluyor da sizinle aynı duyguları paylaşan Recep Tayyip Erdoğan, BOP eş başkanı oluyor? “Erdoğan Büyük İsrail Devleti için mi çalışıyor?” sorularınızın cevabını aramaya..
Bu sorunun cevabını bulmak için biraz geriye gitmemiz gerekiyor.
ERDOĞAN NEDEN BOP EŞ BAŞKANI OLDU?
Recep Tayyip Erdoğan’ın henüz siyaset sahnesinde etkin olmadığı yıllardı.
Ecevit’in ABD başkanı Clinton önünde esas duruşa geçmiş bir halde emir ve talimat beklediği günlerden bahsediyorum.
ABD’nin otur dediğinde oturan, kalk dediğinde kalkan “tak” diye verilen emirlerin “şak” diye yerine getirildiği zamanlarda BOP projesi ortaya atıldı.
Ortadoğu’daki ülkeler parçalanıp bölünecek, yeni yeni devletçikler ortaya çıkacak ve o devletçiklerin başına geçmişte olduğu gibi (Osmanlı’nın son günlerinde) Emperyalizm kuklası işbirlikçi aşiret reisleri oturtulacaktı. Buna Türkiye’de dahildi.
Güneydoğu Anadolu bölgesi bölünüp Teröristan Devleti kurulması için harekete geçildi.
ABD Kuzey Irak’ın 36. Paraleline bir çizgi çekti. Ve Çekiç Güç’ü getirerek Güneydoğu’nun bölünmesi için PKK’ya silah ve mühimmat vermeye başladı. Göz göre göre bu topraklarda PKK’ya yardım yapılıyordu. Eşref Bitlis Paşa bu yüzden şehit edilmişti. Türkiye’nin buna karşı koyacak ne bir gücü ne de bir iradesi vardı.
O iradeyi sadece Erbakan gösterebildi.
Refah-Yol hükümeti başbakanı Erbakan, Çekiç Güç'ün Türkiye'deki faaliyetlerini sonlandırma yönünde adımlar attı. Çekiç Güç'ün süresi uzatılmadı ve faaliyetleri sona erdirildi. Bu ABD’nin Ortadoğu planına vurulmuş en büyük darbeydi.
Ancak Nato’dan emir alan paşalar, 28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararlarla Refah-Yol hükümeti üzerinde baskı kurdu. Laiklik vurgusuyla yapılan bu müdahale "postmodern darbe" olarak adlandırıldı. Sürecin sonunda Erbakan istifa etmek zorunda kaldı.
ABD, istediği gibi at koşturmaya devam ediyor karşı çıkan vatanseverlerin yok edildiği zamanlardı.
Türkiye 3. Sınıf hükümetler tarafından yönetiliyordu. Erbakan Hoca’nın eli kolu bağlanmıştı.
Birinin çıkıp Erbakan’ın hayallerini hayata geçirmesi gerekiyordu.
İşte böyle bir ortamda Erdoğan, Emir komuta merkezi! nin direktifi ile ortaya çıkarak AK Parti’yi kurdu.
Dışarıdan müdahale sonuç getirmemişti.
Bu kez ABD ile mücadelede farklı bir yöntem denenecekti. Erdoğan, liderinden aldığı direktif doğrultusunda o yöntemi denedi.
“İlmi Siyaset” denilen şey tam da buydu!
Millî Görüş gömleğini çıkarttığını, Batı ile iyi ilişkiler içinde olacağını ekibi ile birlikte dile getirerek yumuşama sinyalleri verdi. Tıpkı şimdi HTŞ lideri Colani’ye de örnek olacak o yumuşama söylemlerinde bulundu.
YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan’ın da dile getirdiği. “Babam Erdoğan’a yüklenmese idi Ak Parti iktidar olamazdı” mealinde açıklamaların da sebebi işte buydu.
Tam bu noktada Başbakan olan Erdoğan’ın önünde iki seçenek vardı.
Ya kendi köşesine sinerek Ecevit’in Clinton karşısındaki fotoğrafı verecek, ya da BOP’un içerisine girerek onu parçalayacaktı.
Değerli Saadetli kardeşlerim..
Erdoğan’ın İBB başkanı iken Emir Komuta merkezinin başındaki isimin Prof. Dr. Necmettin Erbakan olduğunu asla unutmayın.
ERDOĞAN BOP’U B.K’A ÇEVİRDİ
Kadir Mısıroğlu, bir videosunda şöyle diyor. “Ben Erdoğan’ın BOP’a girmesi için Ankara’ya gittim ve Erdoğan ile saatlerce görüştüm.”
Yazar Murat Bahadır Akkoyunlu bu durumu “Türkiye’nin o şartlarında BOP’u, B.K’a çevirmek amacıyla Erdoğan’ın Eş başkanı olması Türkiye için büyük bir başarıdır.” Diye nitelemesi de boşuna değil.
Erdoğan’ın BOP Eş başkanı olması, düşman karargahına pimi çekilmiş bir el bombası atılmasından hiçbir farkı olmadığını Erdoğan’ın icraatlarından anlayabileceğiniz halde neden CHP ile birlikte bu argüman üzerinden vurmayı sürdürüyorsunuz?
Erdoğan 22 yıllık iktidarının hiçbir döneminde BOP’a hizmet etmemiş aksine Türk Milletinden aldığı güç ile bir dünya lideri haline gelmiştir.
Bunları bildiğiniz halde hala pirincin içindeki beyaz taş olmaya ve diş kırmaya devam mı edeceksiniz?
.
Hz. İsa ne 1 Ocak’ta ne de 25 Aralık’ta doğdu. Onun hangi tarihte doğduğunu Kur’an bize açıklıyor
Hz. İsa ne 1 Ocak’ta ne de 25 Aralık’ta doğdu. Onun hangi tarihte doğduğunu Kur’an bize açıklıyor
Yücel Kaya
25 Aralık, dünya genelinde Hristiyanlar tarafından Hz. İsa'nın doğum günü olarak kabul edilip kutlanıyor. Bu yılda kutlanacak.
Ancak;
Bize öğretilen bir takvim var. Hz. İsa’dan önce ve sonra olarak belirlenmiş.
Bu takvime göre Hz. İsa doğalı tam 2024 yıl oldu. Aralık ayı bitince de yani 1 Ocak’ta 2025 yıl olacak. 2024’ün gece yarısından sonra bu takvime göre yeni bir yıla girmiş olacağız!
Bize anlatılan bu bilgilerin hepsi yalan!!!
Bu yalan üzerine bir küfür inşa ediliyor ve biz Noel ya da yılbaşı kutlamalarında yaşanan rezillikleri izliyoruz.
İçkilerin su gibi aktığı, cinsel fantezilerin gerçekleşmeye çalışıldığı, müziğin eğlencenin son haddine ulaştığı bu günah gecesinde Hristiyanlar da Müslümanlar(!) da büyük bir gafleti birlikte yaşıyorlar.
Çünkü kutlanan ne yeni bir yıl de Hz. İsa’nın doğum günü..
Bu rezalet, mitolojiden bildiğimiz pagan tanrılarının apaçık biçimde sapık bir ritüelidir.
Takvimlere göre 1 Ocak bilinir ama Hristiyanlıkta Hz. İsa'nın doğumu 25 Aralık'ta kutlanır. Bu kutlama Roma İmparatorluğu'ndaki eski pagan festivallerinden hiçbir farkı olmayan bir günah ritüelidir.
Çünkü;
Hz. İse ne 1 Ocak’ta ne de 25 Aralık’ta doğmuştur.
Onun hangi tarihte doğduğunu yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bize bildirmiştir.
Yılbaşı gecelerini ve Noel’i Hz. İsa’nın doğum tarihi olarak gören Müslümanların şu ayetleri okumasında fayda var.
Meryem Suresi, 23-26. Ayetler (Meali)
(Doğum sancısı başlayınca) Meryem, onu (bebeği) doğurmak için bir hurma ağacının gövdesine yaslandı ve şöyle dedi:
"Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!"
Bunun üzerine (bir ses) ona seslendi:
"Üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı yaratmıştır."
"Hurma ağacını kendine doğru silkele, üzerine taze, olgun hurmalar dökülsün."
"Artık ye, iç ve gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: 'Ben Rahman (olan Allah) için oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.'"
Kur’an-ı Kerim aynen böyle söylüyor.
"Hurma ağacını kendine doğru silkele, üzerine taze, olgun hurmalar dökülsün."
Hurma ağacı genelde ilkbaharda (Mart-Nisan) çiçek açar. Çiçeklenmeden sonra yaklaşık 6-7 aylık bir dönemde olgunlaşır. Bu da hasat zamanının genellikle yaz sonu ile sonbahar (Ağustos-Ekim) ayları arasında olduğu anlamına gelir.
Öyleyse Hz. İsa ne 1 Ocak’ta ne de 25 Aralık’ta doğmuştur. Kur’an-ı Kerim bize Ağustos ile Ekim ayları arasında doğduğunu belirttiğine göre bu Noel kutlamalar ne anlama geliyor?
Bunu beş başlıkta inceleyelim;
1. Mithras (Mithraizm)
Mithras, eski İran'da bir güneş tanrısı olarak kabul edilir ve Roma İmparatorluğu'nda bir gizem dini olan Mithraizm’in merkezinde yer alır. Mithraizm’de Mithras'ın doğumu, 25 Aralık’ta kutlanır. Bu gün, "Güneş'in Yeniden Doğuşu" (Dies Natalis Solis Invicti) olarak bilinir. Mithras’ın bir mağarada doğduğu ve çevresinde çobanların olduğu anlatılır, bu da Hz. İsa’nın doğum hikayesiyle benzerlik taşır. Rönesans dönemi tablolarda Hz. İsa’nın başının arkasındaki güneş simgesi Mitra’yı yani Güneş Tanrısı RA’yı simgeler.
2. Sol Invictus (Yenilmez Güneş)
Sol Invictus, Roma İmparatorluğu'nda resmî bir güneş tanrısıdır. İmparator Aurelianus, MS 274 yılında 25 Aralık'ı Sol Invictus’un doğum günü olarak ilan etti. Bu, yılın en kısa günü olan kış gündönümünden sonra güneşin "yeniden yükselişe geçişi" olarak görülür.
3. Saturn (Satürnalia Festivali)
Saturn, Roma mitolojisinde tarım tanrısıdır. Satürnalia, genellikle 17-23 Aralık arasında kutlanırdı. Bu şenlikli festival, hediyeleşme, ziyafetler ve sosyal sınıflar arasındaki eşitlik temasıyla bilinir. Hristiyanlık döneminde Noel kutlamalarına kültürel bir temel oluşturduğu düşünülür.
4. Yule (Kuzey Avrupa Pagan Geleneği)
Yule, eski Germen ve İskandinav paganlarının kış gündönümünde kutladığı bir bayramdır. Gündönümü ve doğa döngüsüyle bağlantılı bu kutlama, güneşin geri dönüşünü simgeler. Yani güneş tanrısı Ra’nın. Bu gelenek, Hristiyanlığın etkisiyle Noel kutlamalarının bir parçası haline gelmiştir.
5. Dionysos
Dionysos, Yunan mitolojisinde şarap, coşku, çiftleşme ve bereket tanrısıdır. (Yılbaşı gecesi yapılan tüm ritüeller Dionysos’un özelliklerini içerir.) Bazı kaynaklar, Dionysos ile ilgili kutlamaların da kış gündönümüne yakın tarihlerde gerçekleştiğini öne sürer.
Yukarıdaki bilgilere, araştıran herkes ulaşabilir.
Yılbaşı ve Noel kutlamaları dediğimiz şey apaçık bir biçimde Pagan geleneğidir ve Hristiyanlığa yamanmış bir bidattır.
Hristiyanlar; içlerine sokulmuş bu Pagan geleneğine inanıp, Yunan mitolojisindeki şarap, coşku, çiftleşme ve bereket tanrısı Dionysos’a ibadetini her yılbaşında hayata geçirerek kutsallaştırmıştır.
Hadi Hristiyanlar bu yalana inanmış diyelim..
Peki bizim çok okumuş, çok bilmiş seküler Müslümanlarımız!?
Sizlere ne oluyor?
Biz yeni bir yılı kutluyoruz. Ne var bunda? diye..
Evlerini, işyerlerini çam ağaçlarıyla süsleyerek pagan ilahını, günahı yapanlar…
Siz gerçekten cahillerdensiniz…
.
Denver Havalimanı: Kıyamet projesi mi, yoksa bir komplo teorisi mi?
Denver Havalimanı: Kıyamet projesi mi, yoksa bir komplo teorisi mi?
YÜCEL KAYA
Colorado’nun Denver şehrinde bulunan ve 141 kilometrekarelik bir alanı kaplayan Denver Havalimanı, ABD’nin en büyük havalimanı olma özelliğine sahip.
Karşılaştırma yapmak gerekirse, İstanbul Havalimanı’nın 76.5 kilometrekarelik bir alanda yer aldığını düşündüğümüzde Denver Havalimanı’nın ne kadar devasa bir yapı olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Ancak, bu büyüklük sadece fiziksel boyutlarla sınırlı değil; burasının ardındaki gizemli hikâyeler ve iddialar, onu dünyanın en tartışmaya açık noktalarından biri haline getiriyor.
“Suriye, Gazze ya da asgari ücret gibi bizi yakından ilgilendiren konular varken Denver Havalimanı’nın sırası mı?” Diye sorabilirsiniz.
Yazıyı okuduğunuzda bu havalimanının en az onlar kadar önemli bir konu olduğuna sizler de şahitlik edeceksiniz.
O halde başlayalım anlatmaya;
Gizemli Sırlarla Dolu Bir Havalimanı
Denver Havalimanı, zaman zaman komplo teorisyenlerinin radarına takılmış ve çeşitli iddialarla gündeme gelmiştir. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bu havalimanının yakınlarından arsa alması, bu iddiaların daha da çok tartışılmasına yol açmıştır.
Bazı teorilere göre, havalimanının altında bir “kıyamet sığınağı” bulunmakta ve burada yeni dünya düzenini kurmak isteyen gizemli varlıklar yaşamaktadır. Çılgınca görünse de, havalimanının tasarımı ve detayları bu teorileri besleyen argümanlarla doludur.
Hopi ve Navajo Yerlilerinin Kutsal Toprakları
Denver Havalimanı’nın bulunduğu alan, yapımdan önce Hopi ve Navajo yerlilerinin kutsal saydığı bir bölgeydi. Hopilere göre, ataları Sirius yıldız sisteminden gelen dünya dışı varlıklardı. Navajolar ise burayı ilk insanın yaratıldığı yer olarak kabul ederdi. Havalimanının çatı mimarisi, bu yerlilerin geleneksel çadır tasarımlarından esinlenerek yapılmıştır.
Gamalı Haç Şeklindeki Pistler
Havalimanının pistlerinin kuş bakışından bakıldığında gamalı haç (swastika) şeklinde olduğu görülür. Bu şeklin Neo-Nazilere gönderme yaptığı ileri sürülse de, aslında bölgedeki Hopi yerlilerinin inançlarında gamalı haç, doğum ve ölümün sembolü olarak kabul edilir. Bu yerli kabileye göre, gamalı haç aynı zamanda bir başlangıcın ve sonun temsilidir.
Kıyamet savaşı
Havalimanının altında Armageddon yani büyük savaş için hazırlanmış sığınaklar bulunması ve bu sığınaklarda yeryüzünden sadece seçilmiş kişilere yer ayrılması..
Normal bir havalimanında olmaması gereken kıyameti betimleyen tasvirlerin duvarlarda çizili olması..
Uğursuz heykeller, gizli sığınaklar, sır dolu kodlar ve bilinmeyen bir dilde olduğu söylenen yazılar..
Yukarıda bahsettiğim komplo teorilerinin güçlü birer argümanı olarak karşımızda duruyor.
Komplo teorisyenleri burasının İlluminati’nin Yeni Dünya Düzeni’nin merkezi olduğunda ısrarlı. Olmaması gereken şeylerin, olmaması gereken yerlerde bulunduğu Denver Havalimanı henüz çözümlenmeyen ve içerisinde çözülmesi gereken gizemli sırları barındırıyor.
İşte onlardan bazıları..
Blucifer: Korkunun Atı
Havalimanının girişinde bulunan ve üzerindeki detaylarla ürperten şaha kalkmış mavi bir at heykeli bulunur. Bu heykel, 10 metre yüksekliğindedir ve “Blucifer” (Mavi Şeytan) olarak anılır. Parlayan kırmızı gözleriyle gelenleri karşılayan bu at, Yuhanna İncilinde Kıyametin dört atlısından biri olan ölüm ve yıkımı temsil ettiği attır. (Yerli kabilelerin iddia ettiği gibi)
Bu heykelin bir havaalanı girişinde yer alması bile başlı başına bir tartışma konusudur.
Duvar Resimleri ve Masonik Semboller
Havalimanı içindeki duvar resimleri, tabut içindeki ölüler ve ölen hayvanlarla dolu kıyamet sahnelerini betimler. Resimlerden birinde Afrikalı bir kadının tabutunun yanında durup şaşırmış bakışlarla etrafa bakan çocuklar görülür. Tabutlarda ise elinde gül, haç ve Davut Yıldızı olan bir kız çocuğu bulunur; bu detaylar semavi dinlerin sona erdiği mesajını verir.
Havalimanının ana kapısında granit bir taş üzerine işlenmiş bir mason sembolü olan pergel ve gönyenin içindeki “G” harfi bulunur. Bu taş, “Yeni Dünya Havalimanı Komisyonu” tarafından fonlandığını belirtir. Ancak kayıtlarda böyle bir komisyonun varlığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Granit taşın altında ise 2094 yılında açılması planlanan bir zaman kapsülünün bulunduğu belirtilir.
Kıyamet Projesi mi, gerçek mi?
Denver Havalimanı, sadece bir ulaşım merkezi olmanın yanında gerek gamalı haç şeklindeki pistleri gerek ürpertici sanat eserleri ve sembolleriyle komplo teorisyenlerinin elini güçlendiren detaylarla doludur.
Denver Havalimanı gerçekten de bir “Kıyamet Projesi” mi, yoksa yalnızca yanlış anlaşılan bir mimari harikası mıdır?
Burası; Dünyayı yöneten küresel çete ya da bu şeytani gücün bir uzaylı istilasından ya da salgın bir hastalıktan veya bizim bilediğimiz sadece onların bildiği bir felaketten kurtulmak için inşa edilmiş bir yer olduğu kesindir.
İçine sadece 500 bin seçkin insanın girip kurtulabileceği bir yerin adıdır Denver Havalimanı.
İngiliz Kraliyet Ailesi’nin ABD’de Denver Uluslararası Havalimanı yakınlarından arsa alması da işte bu nedenledir.
Yeni Dünya Düzeni adı altında yapılan bu havaalanının sembollerle verdiği mesaj ve altındaki binlerce metrekare sığınak komplo teorisi değil maalesef birer gerçektir.
Biz Suriye ile Gazze ile asgari ücret ile dünyada cehennemi yaşarken, birileri de bu cehennemden kurtulmanın hazırlıklarını yapmak için milyarlarca dolar para harcıyor..
Bilinmesinde yarar var..
.
Atlantik ve Mu Kavmi, Kur’an’da Geçen Ad ve Semud Kavmi midir?
Atlantik ve Mu Kavmi, Kur’an’da Geçen Ad ve Semud Kavmi midir?
YÜCEL KAYA
Kur'an-ı Kerim, ahlaksızlık ve kötülüklere düşmeleri nedeniyle helak edilen kavimlerden bahseder. Bu anlatılar, Allah'ın rahmetini kaybeden topluluklar için bir uyarı niteliğindedir.
Lut Kavmi, cinsel sapkınlıkları ve ahlaki yozlaşmaları nedeniyle en bilinen örnektir.
Bunun yanında, hileli ticaret yapan ve Hz. Şuayb’ın uyarılarını reddeden Medyen Halkı ya da Hz. Nuh'un tebliğlerini alaya alan Nuh Kavmi de helak edilen topluluklardandır.
Bugün, Kur'an'da geçen Ad ve Semud kavimlerini, mitolojide yer alan Atlantis ve Mu kıtalarıyla olası bir ilişki üzerinden inceleyeceğiz.
Ad ve Semud Kavimleri
Ad Kavmi
Puta tapan, Allah'ın emirlerine isyan eden ve Hz. Hud'un tebliğlerini reddeden bu kavim, şiddetli bir fırtına ile yok edilmiştir.
Kur’an’da Ad Kavmi hakkında şu ifadeler yer alır:
"Ad kavmi de peygamberlerini yalanladı." (Şuara, 26/123)
"Biz, onların üzerine uğursuz günlerde şiddetli bir rüzgâr gönderdik ki, dünya hayatında onlara rezillik azabını tattıralım." (Fussilet, 41/16)
Semud Kavmi
Onlar da peygamberleri Hz. Salih’in uyarılarını reddetmiş, Allah'ın mucizesi olan dişi deveyi öldürmüş ve ardından şiddetli bir sarsıntı ile helak edilmişlerdir.
Kur’an'da Semud Kavmi şu şekilde anlatılır:
"Semud da peygamberleri yalanladı." (Şuara, 26/141)
"O korkunç sarsıntı onları yakaladı ve yurtlarında diz çökmüş halde kalakaldılar." (Araf, 7/78)
Atlantis ve Mu Kıtaları
Atlantis
Antik Yunan filozofu Platon'un eserlerinde bahsettiği, ileri bir medeniyete sahip olduğu ve doğal bir felaket sonucu yok olduğu anlatılan efsanevi bir kıtadır. Platon, Atlantis’in ahlaki yozlaşması ve kötülükleri nedeniyle yok edildiğini ifade eder.
Mu Kıtası
James Churchward tarafından geliştirilen bir teoride, Pasifik Okyanusu'nda bir zamanlar var olduğu ileri sürülen, yüksek bir medeniyete sahip bir kıtadır. Bu kıtanın da Atlantis gibi doğal afetlerle yok olduğu anlatılır.
Ad ve Semud Kavimlerinin Atlantis ve Mu ile Benzerlikleri
Ad ve Semud kavimlerinin, mitolojide yer alan Atlantis ve Mu kıtalarıyla ilişkili olabileceği düşünülebilir. Bunun nedeni şu ortak noktalarda yatmaktadır:
Helak Olmaları:
Hem Ad ve Semud kavimleri hem de Atlantis ve Mu, doğal afetler ya da ilahi bir müdahale sonucu yok olmuştur. Kur'an'da Ad kavmi şiddetli bir fırtına, Semud kavmi ise şiddetli bir sarsıntı ile helak edilmiştir. Benzer şekilde, Atlantis ve Mu'nun da şiddetli doğal felaketlerle sular altında kaldığı anlatılır.
Kibir ve Yozlaşma:
Kur'an'da Ad ve Semud kavimlerinin kibirli ve ahlaksız davranışları vurgulanırken, Platon da Atlantis halkının yüksek medeniyetlerini kötüye kullandığını anlatır. Bu, mitolojik anlatılarla dini metinler arasındaki paralellikleri ortaya koyar.
Dilsel ve Kavramsal Bağlantılar:
Atlantis ismindeki "At-land", "Ad ülkesi" anlamına gelebilir. İngilizce'de "land" (toprak, ülke) kelimesi Iz-land (Buz Ülkesi), Fin-land (Fin Ülkesi) gibi kullanılır. Atlantis bu nedenle "Ad Kavmi’nin yaşadığı toprak" olarak yorumlanabilir. Benzer şekilde, Mu Kıtası ile Semud Kavmi arasında dilsel bir bağ kurulabilir (“Se-MU-d”).
Mitoloji ve Dini Metinler Arasındaki Paralellikler
Mitolojik anlatılar ile Kur'an'daki kavimlerin hikâyeleri arasında benzerlikler bulunabilir.
Örneğin:
Gılgamış Destanı’nda tufandan kurtulan Utnapiştim, Hz. Nuh’a benzer bir figürdür.
Hz. İdris, Kur'an'da peygamber olarak anılırken, Tevrat'ta Enok ve mitolojide Hermesolarak bilinir.
Bu gibi bağlantılar, Ad ve Semud kavimlerinin de mitolojik anlatılarla ilişkili olabileceği fikrini güçlendirir.
Şimdi başlıktaki soruyu tekrar soralım:
Atlantik ve Mu kavmi Kur’an’da geçen Ad ve Semud kavmi midir?
Mutlak olmamakla birlikte olabilirlik oranının yüksek olduğu görüyoruz amma..
Elbette ki en doğrusunu Rabbimiz bilir.
“De ki: 'Şüphesiz ki, her şeyin hakimi olan Allah, en iyi bilen ve her şeyin en doğrusunu bilendir.”
(Sure: En-Nisa, Ayet: 59)
.
İsrail’in korktuğu “Kuzeyden gelen o ordu” Türk ordusu mu?
İsrail’in korktuğu “Kuzeyden gelen o ordu” Türk ordusu mu?
YÜCEL KAYA
Tel Aviv’de Türkiye’ye yönelik endişeler giderek artıyor.
İsrail Savunma Bakanı YisraelKatz, Türkiye gündemiyle bir güvenlik toplantısı düzenleyerek, Türkiye’nin Suriye’deki etkilerini masaya yatırdı. İsrail basınına göre, Başbakan Netanyahu da Türkiye’nin kuzeydeki artan gücünü değerlendirmek üzere bir toplantı planlıyor.
İsrail Başbakanlığına bağlı "Nagalist" isimli savunma komitesi ise salı günü sunduğu raporda, İsrail’in Türkiye ile ilgili olası savaş hazırlıklarına başlaması gerektiğini vurguladı. Bu gelişmeler, İsrail’in, Arz-ı Mevud hayaline ulaşma hedefindeki rotasını İran’dan Türkiye’ye çevirdiğinin bir göstergesi.
Peki, neden?
İran ve Türkiye’nin Suriye’deki Mücadelesi
Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) güçlerinin Şam’ı ele geçirmesi, İran’ın Suriye politikalarının Esed rejimiyle birlikte çökmesine neden oldu. Bu yenilgi, İran’ı Rusya gibi Suriye’de stratejik bir başarısızlıkla karşı karşıya bıraktı.
İran, bu kabul edilemez yenilgiyi telafi etmenin yollarını arıyor.
Devlet yanlısı bir medya kuruluşunun yöneticiliğini yapan Prof. Mehdi Analizade, bir canlı yayında bu arayışın ne olduğunu gözler önüne seren açıklamalarda bulundu. Analizade, “Artık ABD ile İran, tıpkı Irak’ta yaptıkları gibi, Suriye’de de ortak bir zemin oluşturabilir,” ifadelerini kullandı. Sunucunun “Kime karşı?” sorusuna ise “Türkiye” cevabını verdi.
Bu açıklama, İran’ın “Büyük Şeytan” olarak nitelendirdiği ABD ile çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye karşı iş birliği yapma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. ABD ve İsrail de bu eğilimin farkında.
İsrail’in Türkiye’ye Yönelmesinin Nedenleri
İsrail’in rotasını Türkiye’ye çevirmesinin temel nedenlerinden biri, İran’ın Türkiye’ye karşı ABD ve İsrail ile ittifak kurabilecek potansiyele sahip olmasıdır.
Bu durum, İsrail Savunma Bakanı YisraelKatz’ın Türkiye ile ilgili acil toplantı düzenlemesi ve “Nagalist” savunma komitesinin “Türkiye ile savaşa hazır olun” raporu ile açıklanabilir.
Ancak İsrail’in Türkiye’yi bir tehdit olarak görmesinin tek nedeni bu değildir.
Türkiye’nin İsrail Açısından Tehdit Oluşturmasının Sebepleri
Bölgesel Jeopolitik Rekabet
Türkiye’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de artan etkisi, özellikle enerji projeleri ve savunma politikaları, İsrail’in çıkarlarıyla çatışıyor.
Filistin Politikası
Türkiye’nin Filistin yanlısı tutumu ve İsrail’in Filistin’e yönelik politikalarına eleştirileri, iki ülke arasında gerilime neden oluyor.
Askeri Güç ve Kapasite
Türkiye’nin askeri kapasitesini artırması, Suriye ve Libya gibi bölgelerde aktif rol alması ve İHA/SİHA faaliyetleri, İsrail açısından ciddi bir tehdit olarak görülüyor.
Kuzeyden Gelen Ordu: Türk Ordusu
İsrail için Türk Ordusu’nun tehdit oluşturmasının asıl nedeni yukarıda saydıklarım değil, kutsal kitaplarında bahsedilen ‘Kuzeyden gelen Ordu’nun Türkiye ile ilişkilendirilmesidir.
Eski Ahit’te (Tanah), özellikle Yeşaya, Hezekiel ve Yoel kitaplarında kuzeyden gelen bir ordudan bahsedilir ve bu ordu genellikle İsrail’e yönelik büyük bir tehdit olarak tasvir edilir.
Lübnan ve Suriye ordularının İsrail için ciddi bir tehdit oluşturacak seviyede olmadığı göz önüne alındığında İsrail’in kuzeyinde Türkiye’nin yer aldığı görülür.
Bu da “Kuzey Ordusu” ifadesinin Türk Ordusu’na işaret ettiği anlamına gelir.
Apokaliptik Kehanetler ve İsrail’in Politikaları
İsrail’in dini referanslara dayanan politikalar izlediği bilinmektedir.
Örneğin, İsrail Başbakanı BinyaminNetanyahu, Gazze’ye yönelik kara harekâtı sırasında Tevrat’ın “Yeşaya” kitabından alıntı yaparak, “Hamas’a karşı Yeşaya kehanetini göreceğiz” ifadelerini kullanmıştır. Bu, İsrail’in askeri ve politik kararlarında dini metinlere(!) ne kadar önem verdiğini ortaya koyar.
Netanyahu'nun atıfta bulunduğu;
Yeşaya 60:18 ayetinde;
"Ülkenden şiddet, sınır boylarından soygun ve yıkım haberleri duyulmayacak artık. Surlarına kurtuluş, kapılarına övgü adını vereceksin."
1. Samuel 15:2-3 ayetinde;
"… Şimdi git, Amaleklilere saldır ve her şeylerini tamamen yok et. Onlara acıma; erkek, kadın, çocuk, bebek, sığır, koyun, deve ve eşeği öldür."
Yeşu 6:21 ayetinde;
"Şehri ve içindekileri tamamen yok ettiler; erkek, kadın, genç, yaşlı, öküz, koyun ve eşeği kılıçtan geçirdiler."
Sayılar 31:17-18 ayetinde;
"Şimdi bütün erkek çocukları öldürün. Erkekle yatmamış kızlar dışında, bütün kadınları da öldürün" diye yazar.
İşte Gazze’de yaşanan soykırımın altında bu (ayetler!) yatıyor ve İsrail yol haritasını ona göre belirliyor.
İsrail’in korktuğu “Kuzeyden Gelen Ordu” Türk Ordusu mu?
Hezekiel 38-39’da geçen ayetlerde, İsrail’e tehdit oluşturacak “kuzeyden gelen bir ordu” hangi ordudur?
Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizeleri, bu orduyu çok güzel betimler:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyednâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.”
Sonuç olarak, İsrail’in Türkiye’ye yönelik endişeleri hem jeopolitik, askeri ve diplomatik dinamiklere, hem de dini metinlerden kaynaklanan teo-politik bir algıya dayanmaktadır.
.
Bahçeli’nin grup toplantısında söylediği ve kimsenin anlamadığı “Aş Çağı” ve Altın Işık” kavramları ne anlama geliyor?
Bahçeli’nin grup toplantısında söylediği ve kimsenin anlamadığı “Aş Çağı” ve Altın Işık” kavramları ne anlama geliyor?
YÜCEL KAYA
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu haftaki grup toplantısında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli konulara değindi.
Gazeteler onun konuşmasından sadece üç konuyu seçerek manşetlerine taşıdı.
“PKK'nın bittiği hiçbir şart ileri sürmeksizin açıklanmalı” sözleri gündemin birinci maddesi olurken, Yunanistan’ın Ege Adaları'ndaki silahlanma hamlelerine sert tepki göstererek, “Ayağını denk al” uyarısı da ikinci sırada yerini aldı.
MHP Liderinin CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in erken seçim çağrısına sert tepki göstererek “Seçimlerin erkene alınması diye bir şey yoktur, buna ihtiyaç da yoktur ve gerek de yoktur." Sözleri ise tüm gazetelerin manşetlerinde 3. Sırada yer buldu.
Oysa Bahçeli bir konuyu daha ısrarla vurgulamıştı.
Konuşmanın satır aralarında “Aş Çağı” ve “Altın Işık” konularına değinmişti. Ancak bu sözleri ne duyan oldu ne gören ne de anlayan!
Oysa kurduğu cümle Türkiye’nin dünyadaki duruşunu, bulunduğu konumu ve mefkuresini önümüze koyuyor, fotoğrafın ayrıntılarını değil bütününü, bir kısmını değil tamamını gösteriyordu.
Bahçeli ne dedi?
Basının önemsemediği, manşetlerine taşımadığı ve satır aralarında bile yer verilmeyen konuşmasında Bahçeli şöyle diyordu;
“Eski Türkler büyük buhranların sule getirdiği galeyanlarını “aş çağı” olarak tarif ederler. Aş gecesinde semadan yeryüzüne bir nur sütunu bir “altın ışık” inerdi. Bu altın ışık ta mefkureden başka bir şey değildi. Altın ışık hangi insana, hangi millete, hangi mevcuda dokunursa onu ‘kut’lu ederdi. Haysiyet ve hürriyetini kaybeden insan ya da toplumlar Altın ışığın imkan, itibar ve nimetlerinden mahrum kalanlardı.
Bugün küresel ve bölgesel mahiyetli bir burhan döneminin bütün emareleri görülmektedir. Böylesi bir dönemde Altın ışık Türk milletini ve Türkiye’yi aydınlatmaktadır.”
Bu cümleyi daha iyi anlayabilmek için aş çağı ve altın ışığın ne anlama geldiğine bakalım.
Aş Çağı:
Eski Türklerde "aş çağı" terimi, genellikle toplumun geçirdiği önemli bir sosyal, kültürel veya ekonomik dönüşümü anlatmak için kullanılır. Toplumun sosyal yapının şekillenmesi gibi toplumsal yeniliklerin başladığı bir dönemi simgeler. Yani bu terim, bir tür "geçiş dönemi" olarak düşünülebilir.
Bahçeli, burhanların ortaya getirdiği galeyanları “aş çağı gecesi” olarak nitelerken dünyanın içinde bulunduğu durumu da çok güzel özetliyor.
İsrail’in Gazze üzerindeki yaptığı soykırımı, ABD’nin İslam ülkelerini yaptırımları ile bir köle haline getirdiğini, yeryüzünde eşitlikten adaletten bir eser kalmadığını ve büyük bir burhan yaşandığını gözler önüne seriyor.
Bahçeli işte burada dokunanı ‘kut’lu eden altın ışıktan bahsediyor.
Altın Işık nedir?
"Dokunduğunu kut'lu eden altın ışık" ifadesi, eski Türk mitlerinde önemli bir yer tutar, Türklerin "kut" (kutlu, kutsal) anlayışıyla ilişkilidir. Bu kavram, Tanrı'nın (Gök Tengri) insanlara veya toplumlara verdiği özel bir bereket, güç ve koruma anlamına gelir.
Eski Türkler, liderlerin ve kahramanların, Gök Tengri tarafından kutsandığına inanırlardı. Kut, özellikle hakanların ve devlet yöneticilerinin sahip olduğu, Tanrı'dan gelen ilahi bir güç olarak kabul edilirdi.
"Altın ışık" ise bu kutsal gücün sembolik bir ifadesidir. Altın, eski Türk inançlarında saflığı, yüksekliği ve değeri simgeler, bu nedenle "altın ışık" ifadesi, Tanrı tarafından gönderilen kutsal bir ışığın veya gücün bir simgesi olarak kullanılıyor. Dokunduğunu kut'lu etmek, bu kutsal gücün, yöneticilerin veya kahramanların üzerine doğması, onları güçlü ve kutsal kılmasını ifade ediyor.
Bu terim, özellikle eski Türk devletlerinde hükümdarın otoritesinin ve gücünün Tanrı'dan geldiği inancına dayanır. Hakanın veya liderin halkı üzerinde etkili olması ve başarı elde etmesi, bu "altın ışık" sayesinde gerçekleştiğine inanılırdı. Yani, "dokunduğunu kut'lu eden altın ışık", Tanrı'nın gücünü ve liderin kutsallığını simgeleyen bir kavramdır.
Bahçeli’nin “Bugün küresel ve bölgesel mahiyetli bir burhan döneminin bütün emareleri görülmektedir. Böylesi bir dönemde Altın ışık Türk milletini ve Türkiye’yi aydınlatmaktadır.” Sözü aslında bir durum tespitidir.
Kut Kavramı
Eski Türklerde "kut" kavramı, ilahi bir lütuf, baht ya da tanrısal bir enerji anlamına gelir. Kut, Tanrı tarafından özellikle kağanlara bahşedilen bir kutsallık özelliğidir.
Kut, sadece bireysel bir erdem değil, milletin ortak talihiyle de bağlantılıdır. Örneğin, Göktürk Yazıtlarında Bilge Kağan, Tanrı’dan aldığı kut sayesinde milleti için başarılar elde ettiğini dile getirir.
Bahçeli; Böylesine burhan içerisindeki bir dünyada Türkiye’nin savunma sanayisinde gösterdiği başarı ve sınırları dışındaki olağanüstü etkisinin Altın ışıktan aldığı “kut” sayesinde gerçekleştiğini milletin ve liderinin Altın ışık ile ‘kutsandığını anlatarak Türk milletinin yüreğine bir özgüven inşa ediyor.
Şimdi tüm bu yazılanları Ezoterik olarak görüp üzerinde durup düşünmeyenler, dünyayı buhrana sokan Küresel sermayenin ezoterizmi kendisine kaynak olarak aldığını unutmasınlar.
Türk mitolojisinde geçen ve dokunduğunu kut'lu eden “altın ışık" ifadesini yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim şöyle açıklar;
"Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun örneği, içinde lamba bulunan bir kandil düzenekleri gibi bir misaldir. O lamba, ne bir doğuya ne de bir batıya ait olmayan saf zeytinden bir yağdan yanar. Neredeyse ateş dahi onu yakmayacaktır. Işık üstüne ışık! Allah dilediğine nurunu verir. Allah, insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilendir."
(Nur Suresi, 24:35)
.
Fırat Nehri’nin altında 50 bin ton altın mı var?
Fırat Nehri’nin altında 50 bin ton altın mı var?
Yücel Kaya
Araştırmacı yazar Haluk Özdil, Türkiye'de 40 bin + 10 bin ton altın bulunduğunu ve çıkarılırsa ülke ekonomisinin uçuşa geçeceğini ifade edince pek umursayan olmadı.
İddia o ki, bu devasa hazine Elazığ'da Fırat Nehri'nin altında bulunuyormuş.
Haluk Özdil bulunan miktarın büyüklüğünü ise şöyle açıkladı: "Türkiye'nin şu anki altın rezervi 600-700 ton civarında. Dünyanın en zengin ülkesi olarak bilinen ABD'nin altın stoku 8-9 bin ton civarında. Ancak Maden Tetkik Arama (MTA) tarafından 2012 yılında yayınlanan bir raporda, Fırat’ın altında 40 bin ton altın olduğu belirtiliyordu. Bu ne demek biliyor musunuz? Dünyanın en zengin ülkesi olursunuz."
Önce pek umursanmayan bu iddia MTA’nın verilerinde de olduğu anlaşılınca ciddiye alınmaya başladı.
Gerçekten de Fırat’ın altında 50 bin ton altın bulunuyor mu? Eğer varsa bu Türkiye’de yaşayanlar için bir kurtuluş demekti! Türkiye ekonomisinin şahlanışı demekti!
Bulunan miktarın dünyanın tüm dengelerini Türkiye lehine değiştirecek kadar büyük olması MTA’nın olduğuna dair belge yayınlaması iyice ortalığı karıştırdı.
İnsanlar sevinç içinde bu konuyu araştırırken, araştırmacı yazar Serhat Ahmet Tan’dan da bu iddiaya destek geldi. Tan;
“Evet Fırat’ın altında bir hazine olduğunu bundan 1400 yıl önce peygamberimiz bildirmiş. Hadislere göre orada gerçekten de bir hazine var” dedi.
Gerçekten de Fırat’ın altında altın olduğu gerçeği ile ilgili peygamberimize ait bir söz var mı? Varsa bu hadis sahih bir hadis mi? Yazımın sonunda bu konuya yer vereceğim..
Fırat’ın altında gerçekten de bir hazine olduğuna dair bende de şüpheler oluşmaya başladı. Hatta bende oluşan şüphe Haluk Özdil’in sözlerinden de MTA’nın verilerinden de daha güçlü.
Peygamberimizin hadislerine geçmeden önce ondan bahsetmek istiyorum.
Soykırımcı İsrail’in Arz-ı Mevud hayalini biliyorsunuz. Yeryüzünde çıkardıkları fitne fesat yüzünden 1948 yılına kadar devletsiz yaşayan Siyonistler, kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklarda Büyük İsrail devletini kurmak için yanıp tutuşuyor.
Arzu ettikleri topraklar ise Suriye’den Irak’a, Irak’tan da Anadolu’ya uzanan Fırat nehrinin suladığı topraklar. Altında 50 bin ton altının olduğu iddia edilen Fırat nehrin aktığı yerler.
Acaba diyorum Siyonist İsrail gözünü Fırat’ın altındaki altınlara mı dikti? Bu yüzden mi o toprakların yani altınların kendisine vaad edildiğini iddia ediyor?
İşte bu varsayım bende Fırat’ın altında gerçekten de altın olabileceği fikrini oluşturdu.
O yüzden Eski Ahit’te Fırat nehrinden bahsedilip bahsedilmediğini araştırmaya başladım.
Fırat Nehri, Eski Ahit'te birçok kez anılıyor. Âdem ve Havva'nın bulunduğu Aden Bahçesi'nin dört ırmağından biri olarak belirtilmiş.
Tevrat'ta genellikle "Büyük Nehir" olarak anılıyor. Aşağıda, Fırat Nehri'nin Tevrat'ta geçtiği bazı önemli bölümlere bakalım.
1. Yaratılış Kitabı (Bereşit)
Yaratılış 2:14: Fırat, Aden Bahçesi'nden çıkan dört nehirden biri olarak tanımlanır. Metinde şöyle geçer:
"Dördüncü nehrin adı Fırat’tır."
Burada Fırat, insanlık tarihinin başlangıcıyla ilişkilendirilir.
2. Yaratılış 15:18
Tanrı, İbrahim'e vaat ettiği toprakların sınırlarını belirtirken Fırat Nehri'ni sınır olarak ifade eder:
O gün RAB, Avram'la antlaşma yaparak şöyle dedi: 'Senin soyuna bu toprakları vereceğim: Mısır'ın Nehri’nden büyük Fırat Nehri’ne kadar olan ülke.'
3. Tesniye Kitabı (Devarim)
Tesniye 1:7 ve Tesniye 11:24 gibi bölümlerde, Fırat Nehri İsrailoğulları için vaat edilen sınırların kuzeydoğu kısmını oluşturur.
4. Yeşu Kitabı
Yeşu 1:4: Fırat Nehri, İsrailoğulları'nın fethedeceği toprakların doğu sınırı olarak belirtilir:
"Çöl ve Lübnan’dan büyük Fırat Nehri’ne, Hititler’in bütün ülkesine ve batıdaki Büyük Deniz’e kadar olan bütün topraklar sizin olacak."
Eski Ahit’te vaad edilmiş toprakların Fırat’ın suladığı alanlar olduğunu rahatlıkla görüyoruz.
Allah’ın peygamberler aracılığı ile indirdiği kitaplarına elbette iman ediyoruz ancak onların tahrif edildiğini de şu ayetlerden bilmekteyiz.
Bakara Suresi, 75. Ayet
"Şimdi siz onların (Yahudilerin) size inanacaklarını mı ümit ediyorsunuz? Oysa onların içinden bir grup vardı ki, Allah'ın kelamını işitirler, anladıktan sonra bile bile onu tahrif ederler."
2. Maide Suresi, 13. Ayet
"Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştirirler ve kendilerine hatırlatılan şeylerden bir pay almayı unuttular..."
4. Al-i İmran Suresi, 78. Ayet
"Onlardan bir grup, Kitap’tan olmadıkları halde siz Kitap’tan sanasınız diye dillerini Kitap’la eğip bükerler ve 'Bu Allah’tandır' derler. Oysa o, Allah’tan değildir. Allah’a iftira etmektedirler; bunu da bile bile yapmaktadırlar."
İşte o tahrif edilmiş Tevrat bölümlerinde Fırat nehrinin aktığı bölgenin ısrarla! İsrailoğullarına vaad edildiği yazıyor. Eski Ahit elbette ki “Fırat’ın altındaki altınları almak” için o toprakları size vaad ediyorum diye yazmaz. Ama o toprakların alınmasını ısrar etmesi bana göre Fırat’a biçilen değerin bir göstergesidir.
Şimdi gelelim Allah Resulünün Fırat altınları ile ilgili sözlerine;
İşte 14 asır önceden Fırat Nehrinde altın olduğunu haber veren hadisler:
"İhtimal, Fırat'ın suları çekilecek, kuruyacak. Ortaya altından bir hazine çıkacak, kim orada bulunursa, hiçbir şey almasın." (Buhari, Fiten, 24, Müslim, Fiten, 30.)
"Fırat nehrinin suları çekilerek altından bir dağ ortaya çıkacak, insanlar bunu almak için, vuruşacak ve her yüz kişiden, sadece biri hayatta kalacak. Bu zaman gelinceye kadar kıyamet kopmaz." (Müslim, Fiten, 29.)
"Fırat'ın altın bir define üzerinden açılması yakındır. İmdi orada kim bulunursa ondan bir şey almasın." (Müslim, Fiten, 29.)
"Fırat nehrinin altın bir dağ üzerinden açılması yakındır. İnsanlar bunu işitince ona yürüyecekler ve onun yanında bulunan insanların bundan bir şey almasına müsaade edersek, bunun hepsi götürülür, diyecektir. Müteakiben onun için harb edecekler ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecektir." (Müslim, Fiten, 29.)
İşte Haluk Özdil’in ortaya attığı “Fırat’ın altında 50 bin ton altın var” iddiasından buralara kadar geldik.
Fırat’ın altında bir hazine bulunduğu eski ahitte yazmasa da oraya bir değer biçildiği bellidir.
Allah Resulünün sözleri de orada altından bir hazine olduğunu doğrular.
Fırat Nehri'nin altında büyük bir hazine olduğu iddiası, gerek hadislerle gerekse tarihsel ve dini kaynaklarla destekleniyor gibi görünse de bu hazine, Haluk Özdil'in bahsettiği 50 bin ton altın mıdır, yoksa başka bir anlam mı taşımaktadır? Bu sorunun cevabını yalnızca Allah bilir. Ancak bu tür keşiflerin uluslararası dengeleri değiştirebileceği ve Türkiye'nin ekonomik gücünü artırabileceği gerçeği göz ardı edilemez.
Sonuç olarak, Fırat Nehri altındaki altın iddiası, dini ve tarihsel perspektiflerle birlikte değerlendirildiğinde, üzerinde düşünmeye değer bir konudur. Kim bilir, belki de çok yakında bu hazineyle ilgili daha somut gelişmeler yaşanır.
Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler
.
|
|
Bugün 942 ziyaretçi (1764 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|