ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Bir gayrimüslimin sorusu denilerek şu soruluyor: Âlemlere rahmet diyerek Peygamberinizi herkesten üstün biliyorsunuz. Fen adamlarından mesela Bill Gates’ten de mi üstündür? CEVAP Bu soruyu bir ehl-i kitap sormaz, soramaz; çünkü ehl-i kitap sadece (Sizin peygamber hak mı?) diye sorabilir. Hak peygamber ise çok şey yapabilir der; çünkü Hazret-i İsa ölüleri diriltmiş, körleri, tedavisi mümkün olmayan hastalıkları iyileştirmiştir. Musa aleyhisselam da çok mucize göstermiştir. Bunların da Allah’ın kudretiyle olduğunu bilir. Bu soruyu ancak bir ateist sorabilir. O ise Peygamber efendimize değil Allahü teâlâya inanmıyor. Allah’a inansa, Allahü teâlânın her şeye kadir olduğunu bilse, böyle cahilce soru sormaz. Başka bir ateist de, (Ben günlerce yıkanmasam başım kirlenir, bitler oluşur. Ben de bit yaratıcısıyım) diyor. Ateistler yaratmanın ne olduğunu bilmiyor.
Yaratmak iki türlüdür: 1- Hiç yoktan var etmek. Mesela yerleri, gökleri; göklerdeki gezegenleri, yıldızları, ayı, güneşi, suyu, havayı, dağları, denizleri, madenleri, atomları, elektronları, molekülleri ve hareketlerini yani yoktan var edilen her şeyi Allahü teâlâ yaratmıştır. (Enam 101)
Mucize, keramet, sihir de yoktan yaratmaktır. Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmak istediği zaman ona (OL) der, hemen o var olur. (Yasin 82)
2- Yarattığı bir şeyden, başka bir şey yaratmak. Öğeleri, oksitleri, asitleri, bazları, tuzları birbiri ile birleştirerek, parçalayarak milyonlarla organik ve inorganik cisimler meydana getirmek suretiyle yaratmak.Bugün bilinen 105 basit cisim [element = eleman, öğe] yok idi. Bunların hepsini sonradan var etti. Allahü teâlâ, Hazret-i Adem’i topraktan (A.İmran 59), insanları nutfeden (Nahl 4), cinleri ateş alevinden (Rahman 15) canlıları sudan (Enbiya 30) yaratmıştır. İnsanların, hayvanların ve bitkilerin hareketlerini, işlerini de yaratan Allahü teâlâdır. (Saffat 96) Mesela bir tohumdan ağaç, ağaçtan da meyve yaratması böyledir. Demek ki, mevcut şeyleri, fiziko-şimik, fizyolojik veya metafizik kanunlarla, bir şekilden başka hassalı şekillere çevirmek de yaratmaktır.
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi bir sebep, bir vasıta ile yaratmaktadır. Sebepleri yapan, var eden, bunlarda aktiflik, etki kuvveti yaratan da Odur. Cisimlerin fizik ve kimya özellikleri, fizik, kimya, biyoloji olayları, reaksiyonları, Onun yarattığı sebeplerdir. Elektrik, ısı, mekanik, ışık ve kimya enerjilerini ve tepkimeleri hasıl eden çeşitli kuvvet şekillerini sebep olarak yaratmıştır. Bu sebepleri, cisimleri yaratmasına vasıta kıldığı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vasıta kılmıştır. Mesela, kömürün tutuşma sıcaklığına kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, bir kibrit alevi sebep olmakta ise de, kömürün oksitlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı değildir.
Bunun gibi, tuz asidi içinde, çinko eriyip, çinko klorür adında, yeni özellikte bir bileşik cisim meydana geliyor. Bu iyon şebekesini çinko atomları ve asit molekülleri yarattı denilemez. Çünkü, çinko klorür denilen iyon şebekesindeki, çinko ve klorür iyonlarının atomlardan meydana gelişindeki elektron değişiminde ve bunun sebeplerinde, iyonlar arasındaki çekme ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit bir şey yapmamıştır. Çinko klorürün meydana gelmesinde, insan seyirci kalmış, iyon şebekesini hasıl eden tepkimeyi, özellikleri, kuvvetleri, Allahü teâlâ yaratmıştır.
Demek ki, insanın aklı ve gücü de, tabiat kuvvetleri gibi, Allahü teâlânın önceden yarattığı maddeler, özellikler, kuvvetler, enerjiler arasındaki şartları, dengeleri değiştirerek, yeni bir dengenin, bir sistemin yaratılmasına bir sebep, bir araçtan başka bir şey değildir. Arşimet, bir kanun yaratmamış, daha önce var olan özellikler arasındaki bir bağlantıyı görebilmiştir. Evlenen de çocuk olmasına ortam hazırlıyor, yoksa çocuk yaratmıyor. Kirlenip başı bitlenen ateist de bit yaratmıyor. Megafon ve elektrik ampulü gibi aletlere son şeklini veren Edison, bunları yaratmamış, yapılmasına sebep olmuştur. Hepsini yaratan Allahü teâlâdır.
Sebeplere kuvvet veren Allahü teâlâdır Yoktan yarattıklarının dışında, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmasına, başka şeyleri sebep yapmıştır. Bu sebepler arasında insan gücü de varsa, yaratılan şeye Yapay cisim denir. Mesela, cam, TV, bilgisayar yapay cisimdir. Sebepler arasında insan gücü yoksa, buna Tabii cisim denir. Petrol, deri, ağaç gibi. Bunların kullanılır hale gelmesine insan gücü de sebep olmaktadır. Bu tabii maddeler için tabiat yarattı, yapay maddeler için de, insan yarattı denilemez. Mesela, balı arı, buğdayı toprak, bebeği ana baba yarattı demek gibi yanlış olur. Çünkü bunlar yaratmıyor, yaratılmaya sebep oluyor.
Allahü teâlânın her şeyi sebeplerle yaratması sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu düzen olmazdı. İnsan da ne yapacağını bilemez ve çalışamazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına; hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal haline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilaç gibi birçok şeyin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere kuvvet veren Allahü teâlâdır. Sebeplere, yaratıcı demek, (Yaratıcı yok, her şey kendiliğinden olur) demektir ki, akla uygun olmayan cahilce bir sözdür. Çünkü, yok iken var olmak bir iştir. Fizik ve kimya kanunlarına göre, her iş, bu işi yapan bir kuvvet olduğunu gösterir.
Demek ki, daha önce, bir kuvvet kaynağının bulunması, fen bilgilerine göre de şarttır. Yaratılmış her şey, yaratılmamış bir yaratıcının var olduğunu gösterir. Çünkü yaratıcının da yaratıcısı olamaz. Yaratılan, yaratık olur. Yaratıcısız da hiçbir şey var olmaz. Yaratılmamış bir varlık olmalı ki, her yaratma ona dayanmalı. Dayanmazsa kendiliğinden de olmayacağına göre, böyle bir şey yok demektir. Yani mevcut her şeyin varlığı, bunların yaratılmış olduğunu gösterir.
İlk insan olan Hazret-i Âdem’in varlığı da, bu açıklama ile kolayca anlaşılır. Âdem babamız olmasaydı, ilk insan olmayacağı için şimdi hiç insan olmaması gerekirdi. İnsanlar olduğuna göre, ilk insanın varlığı zaruri olur. İlk insan olmayınca mevcut insanların başlangıcı yok demek olur. Başlangıcı olmayan ise mevcut olmaz. Yapay cisimlerin nasıl bir yapıcısı varsa, tabii cisimlerin de bir yaratıcısı vardır. Yapay cisimler kendiliğinden oldu denemediğine göre, tabii cisimlerin kendiliğinden oldu denmesi yanlış olur. Tabiatçı bile, (Tabiat yaptı) diyerek her varlığın, bir yapıcısı bulunduğunu, farkında olmadan açıklamış oluyor.
Kâinattaki muazzam düzenin tesadüfen olamayacağını anlayan ateist, bir yaratıcının olduğunu ister istemez kabul ediyor, sonra da, (Yaratıcıyı kim yarattı) diyor. Onu da bir yaratanın olması gerekir sanıyor. Bu düşüncesinin de kısır bir döngüye girdiğini görüyor, işin içinden çıkamıyor, mantıksızlığının kurbanı oluyor. Yaratıcıyı yaratıklara benzeterek anlamaya çalıştığı için yanılıyor. Yaratıcının da yaratılmış olması zincirleme olarak sonsuza kadar gittiğini görünce, bunun da imkansız olduğunu anlıyor. Yani yaratıcı yaratılmış olamaz. Yaratıcıyı da yaratan olunca bunun sonu gelmez. Yaratıcının yaratılmamış bir varlık olmasının lazım geldiği açıkça anlaşılmaktadır. Allah’tan başka her şey, mümkin-ül vücud’tur yani bunlardan herhangi birisi bulunsa da olur, bulunmasa da olur. Ama vacib-ül-vücud olan Allahü teâlâolmasa hiçbir şey olmaz ve mevcut düzen yok olur. Bu açıklamaların, (Allah vardır, birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır. Yaratık değildir. Hiçbir şey ona denk olamaz) mealindeki âyetlere uygun olduğu görülür.
Mucize fenden farklıdır Bir ateistin, (Peygamberiniz, Bill Gates’tenden mi üstündür)sorusuna gerekli cevaplar vermiştik. Şunu da söyleyelim ki, iki şey arasında kıyas yapılırken vazife ve vasıfları arasında bazı münasebetlerin bulunması lazımdır. Mesela taksi mi üstün, buldozer mi üstün diye sorulmaz. Birisi hız yönünden üstün, öteki de yıkıp geçmekte üstündür. Kumar kralı ile yüzme şampiyonu mukayese edilmez. Elma ile taş mukayese edilmez. 51 kilodaki güreş şampiyonu ile ağır sıkletteki şampiyon kıyas edilmez. Peygamberle fen adamı kıyas olmaz. Fen adamı Allahü teâlânın yarattığı şeyleri birleştirerek yeni âletler meydana getirir. Peygamber ise, Allah’ın kudreti ile birçok harikaların meydana gelmesine sebep olur. Mesela Peygamber efendimizin mübarek parmaklarından akan soğuk sular bir orduya yetmiştir.
Bugün internetle çok uzaklara yazı ve resim gidiyor, ama bizzat kendisi gidemiyor. Peygamber efendimiz, Mirac olayında, bir anda bizzat kendisi milyarlarca yıl uzaklıkta olan yıldızlara gezegenlere Cennete ve Cehenneme gidip gelmiştir. O zamanın müşrik Mekke halkı, buna inanmayıp nerelere gittin, nereden gittin diye sorular sormuşlardı. Kudüs’e de uğradım orada namaz kıldım buyurdu. O zaman Ona hiç gitmediği Kudüs camisinin özelliklerini, kaç penceresi ve kaç direği vardı diye sordular. Hepsine doğru cevaplar verince birçok kişi imana geldi, ama müşrikler ve ateistler inanmadı. Bu olay internetle hiç mukayese kabul eder mi? Birinden yazı ve resim gidiyor, ötekinde bizzat kendisi gidiyor. Şimdi bu, sadece hayal ediliyor, ışınlama deniyor. Masallarda oluyor. Ama Mirac gerçektir.
Hatıra şu gelebilir: Bugünkü fen ilmini Peygamber efendimiz niye bildirmedi? Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, Yemen’de, hurma ağaçları şu şekilde aşılanıyor ve daha iyi hurma alınıyor. Biz de o şekilde aşılayıp, daha iyi ve daha bol mahsul mü elde edelim, yoksa babalarımızdan gördüğümüz gibi mi yapalım?) diye sordular. Resulullah efendimiz, (Cebrail aleyhisselam gelince, sorup size uygun olanını bildiririm. Veya biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir) demedi. (Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın usulü ile, başka ağaçları da, Yemen’deki usul ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usul ile yapın!) buyurdu. Yani fennin esası olan tecrübeye güvenmeyi emir buyurdu. Kendisi melekten anlar veya mübarek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyamete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini, belli bir sistem içinde çalışmalarına işaret buyurdu.
Yeri, gökleri ve içindekileri kim yarattı? Elbette Bill yaratmadı. Bunları yaratmaya kadir olan da en sevdiği kulu ve peygamberine her şeyi öğretebilir ve her şeyi yaptırabilir. Allah aciz değildir. Allahü teâlânın kudretinin sonsuzluğundan haberi olmayan ateist, fen adamını peygamberden üstün sanabilir. Allahü teâlâyı inkâr eden birinin, Onun Peygamberini kabul etmesi, vazife ve maksadını anlaması zaten mümkün değildir. Çünkü onun hastalığı başkadır.
Ateist, sırf İslamiyet’e aykırı diye maymundan türediğine inanır. Ama maymunu da Allahü teâlânın yarattığını düşünemez. Ateist biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Halbuki, insan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark insanın ruhudur. İnsanlarda ruh vardır. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Âdem aleyhisselama verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddeci veya felsefeci bu ruhtan haberi olmadığı için, insanı maymuna yakın sanıyor. İnsan, maymuna benzese de, insan insandır; çünkü ruhu vardır. Maymun ise hayvandır ve bu ruhtan ve ruhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrumdur.
Kün feyekün (Ol denince olur)
Sual: Kur’anda, Allah bir şeyin olmasını isterse, kün feyekün = ol der, o da hemen oluverir deniyor. Bekara 117, Enam 73, Nahl 40, Yasin 82’de, Kün feyekün ifadesi geçiyor. Hadid suresinin, (O, gökleri ve yeri altı günde yarattı) deniyor. Hani Allah ol deyince oluyordu? Niye yeri ve gökleri altı günde yaratmıştır? CEVAP İki bilgiyi de Kur’andan aldınız. İkisini de bildiren Allahü teâlâdır. Hikmeti bildirilmese bile, biz anlamasak bile olduğu gibi inanmak lazım. Müslümanın yapması gereken de, Müslümana yakışan da budur.
Allahü teâlâ bir şeyi, sebeplerle de yaratır, araya hiçbir sebep koymadan da yaratır. İnsanı yaratırken ana babayı sebep kılmıştır. Hazret-i Âdemi yaratırken ana babayı sebep kılmamış toprağı sebep olarak yaratmıştır. Hazret-i İsa’yı yaratırken sadece annesini sebep kılmıştır. Hazret-i Havva’yı yaratırken, ana babayı, toprağı sebep kılmamış, sadece Hazret-i Âdem’in varlığını sebep kılmıştır.
Allahü teâlâ dilediği zaman ol der, anında yaratır, dilerse sebeplerle belirli bir vakitte yaratır. Mesela çocuğu Allahü teâlâ yaratır. Çocuğun dünyaya gelmesi 9 ay kadar bir zaman alır. Niye bir anda yaratmıyor denir mi?
Peygamberlerine ihsan ettiği mucizeler de bir anda olur. Musa aleyhisselama denizin anında yarılıp, ortadan yol alıp gitmesi, Peygamber efendimizin işaretiyle Ay'ın ikiye ayrılması gibi.
Allahü teâlâ dilediği gibi yaratır, istediği zaman ve istediği şekilde yaratır. Layüseldir, yani kimse ona hesap soramaz. Her şeyin hikmetini de bildirmemiştir, öylece inanmak lazımdır.
Allah’ın yaratması
Sual: Madem her şeyi Tanrı yaratıyorsa, ne diye evlenmeden çocuk vermiyor, niye rızık için çalışmak zorunda kalıyoruz, niye sakat çocuk yaratıyor? CEVAP Allahü teâlânın yaratması iki türlüdür: Birincisi, “OL” der hemen o şey oluverir. İkincisi ise, sebeplerle yaratır.
Bu ikisinin arasındaki farkı bilmek gerekir. Her ikisini de Allahü teâlâ yarattığı halde bunlar farklı şeylerdir. Çocuk olması için ana ve babayı sebep kıldı; ama Hazret-i İsa’yı babasız, Hazret-i Âdem’i ise hem anasız, hem de babasız yarattı. Mucize ve kerametlerde sebepler ortadan kaldırılabilir. Allahü teâlâ, çok şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Mesela rızkı Allah verir, ama çalışmayı sebep kıldı. Çalışmadan rızık bekleyen açlıktan ölebilir. Hastalıklara şifayı veren de Allah’tır. Ancak doktoru, ilacı sebep kıldı. Doktora gitmeyen, tedaviyi ilacı kabul etmeyen hastalıktan ölebilir. Alkol ve zararlı ilaçlar almak, röntgen ışınlarının etkisinde kalmak veya yakın akraba ile evlenmek, iyi beslenememek gibi sebeplerle doğan çocuk kör de, sakat da olabilir. Sebeplerle yaratmak Allahü teâlânın âdetidir. Onun âdetini kimse bozamaz.
Yaratan âciz değildir
Sual: Allah insanı veya şu çocuğu özenerek yaratmış demek caiz midir? CEVAP Caiz değildir. Allahü teâlâyı âcizlikle suçlamak olur. Allah bir şeye“Ol!” dedi mi, hemen oluverir. O şeyi yaratmak için zahmet çekmez, yorulmaz, özenmez. Yaratıcı, yaratılanla mukayese edilmez.
Özenerek yarattı demek, insanı veya güzel çocuğu yaratmak için çok gayret ediyor, hayvan veya çirkin çocuk için özenmiyor demek olur ki, böyle sözleri söylemek, insanı imandan çıkarır. (Hadika)
Aşağıdaki ifadeleri söylemek de aynı şekilde caiz değildir: 1- Allah ovum hücrelerinin her birisini itina ile yaratmıştır.
2- Hazret-i İsa gibi babasız doğmak mucize değildir. Babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayı mucizedir.
3- Bir yumurta hücresinden insan meydana gelmesi için, mutlaka Cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesi gerekir.
Dinde nakli değil de, aklı esas alanların kullandığı böyle ifadelerden sakınmak gerekir.
İnsan bir şey yaratamaz
Sual: Mecaz olarak, insanlar için yaratıcı demek, yaratmak kelimesini yapmak anlamında kullanmak uygun mu? CEVAP Yaratmak Allah’a mahsustur. Mecaz olarak da insanlar için yaratıcı demek yanlıştır. (Elektrik ampulünü Edison yarattı) diyenler oluyor. Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison; bunları yaratmamış, sadece yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte, (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır) buyuruldu. (Buhari)
Demek ki, Edison’u da, elektrik ampulünü de yaratan Allahü teâlâdır. Edison’un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi? Yaratıcı; bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)
Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Her var olanı, O yaratmıştır. Maddeleri hareket ettirir. Yerlerini değiştirir. Bir zamandan, başka zamana götürür. Bir halden başka hale döndürür. Akıllara hayret verecek şeyler yaratır. Bir damla nutfeden ve görülemeyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır. Nuh aleyhisselam gibi bir peygamberden; asi, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebu Cehil gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, Hazret-i İkrime gibi bir mümin oğul yaratır. En küçük zerre olan, mikroskopta bile görülemeyen atomun derinliğinde; çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakta fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde güzel kokular, esanslar yaratır. Kuru ağaçta, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır.
Kimya reaksiyonları ve nice fizik ve kimya özelliklerini yaratır. Toprağı bitki haline, bitkiyi hayvan haline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür. Her şeyin tersini de yaptığı gibi, bunun da ters, geri dönen halini yaratır. Bu kâinat fabrikasında her şeyi, hesaplı, düzenli yaratmaktadır. Gelişigüzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesaplı, çok ahenkli bağlılıklar, akıllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, günden güne daha iyi anlaşılmaktadır.
Allahü teâlânın, hiçbir işinde ortağı yoktur. Her varlığın yaratıcısı yalnız Odur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
(Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]
(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka ortağının bulunmadığını bildirirken, insana yaratıcı denmez.
Yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur İnsanlar, mahluk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlukudur. Çünkü Ondan başka, kimse bir şey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahluk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alamettir ve ilmin noksan olduğuna işarettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve iradesi ile olmuştur. O işi, yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur.
İnsanların ihtiyari işleri, isteyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allah’ın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyarı [seçmesi, beğenmesi] olmasa, o iş titreme şeklini alır. Kalbin hareketi gibi olur. Halbuki, ihtiyari hareketlerin, böyle olmadığı açıktır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı halde, ihtiyari hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir.
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mesul olur. İşin sevabı ve cezası, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kast ve ihtiyar, işi yapıp yapmamakta eşittir. Kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [enerji] ve ihtiyar vermiştir. Bir işin iyi veya kötü olduğunu da bildirmiştir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini seçecek, iş iyi veya kötü olacak, günah veya sevap kazanacaktır.
İslam âlimleride buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret sıfatlarından kullarına biraz ihsan etti; ama yalnız üç sıfatı kendine mahsustur. Bu üç sıfattan hiç bir mahlûkuna vermedi. Bunlar, kibriya, gani olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriya, büyüklük, üstünlük demektir. Gani olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şeyin Ona muhtaç olması demektir. (Hak Sözün Vesikaları)
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Fakat, sebeplerin, vasıtaların, Onun yaratmasına hiç tesirleri yoktur. Vasıtasız maliktir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Bütün varlıkları yoktan var etti. İnsanların ve hayvanların hareketlerini, düşüncelerini, hastalıklarını, şifalarını, hayırlarını, şerlerini, faydalarını, zararlarını yaratan yalnız Odur. İnsan, kendi hareketlerini, düşüncelerini, hiçbir şeyi yaratamaz. İnsanın düşüncelerini, hareketlerini, keşiflerini, buluşlarını hep o icat etmekte, yaratmaktadır. Ondan başkasına yaratıcı demek, cahilce, batıl bir sözdür. (Feraid-ül-fevaid)
İngilizce’de yaratmak kelimesi
Sual: İngilizce’de yaratmak anlamındaki create kelimesini, insanlar için kullanmak caiz midir? CEVAP Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Türkçe’de bu kelime, insanlar için, başka manada da olsa, kullanılmamalıdır. Bu kelimenin, diğer dillerdeki karşılıkları, mesela,İngilizce’de create kelimesi de, oluşturmak, meydana getirmek, yapmak gibi anlamlarda da, kullanılıyor. İngilizce olarak, bu manada kullanmak, ihtiyaçtan dolayı caiz olur. Mesela, bilgisayarda, (dosya oluşturmak) ifadesi için,(create a file) denebilir. Bir program yazarken, create yazılmazsa, o program çalışmıyorsa, create diye yazmanın mahzuru olmaz. Böyle durumlarda kullanılabilir.
Marka, şirket, program ve buna benzer başka bir şeyin isminde creative geçerse, yine bunları söylemek caiz olur. İnsanlar için, yoktan var etmek anlamında kullanılmamalıdır.
Vücuda getirmek
Sual: İnsanlar için, vücuda getirmek ifadesini kullanmak caiz midir? CEVAP
Yoktan var etmek, yaratmak anlamında, insanlar için kullanmak caiz olmaz. Yalnız Allahü teâlâ için kullanılır. Mesela bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücuda getirdi.) [Tirmizi]
Meydana getirmek, yapmak, oluşturmak anlamında kullanılabilir. Mesela, (İmam-ı Buhari hazretleri, Buhari-yi şerif isimli kitabını, 16 yılda vücuda getirmiştir) demek caizdir.
Yaratmak değil keşfetmek denir
Sual: S. Ebediyye’de, (Yaratmak, hiç yoktan var etmek veya mevcut şeyleri, fizik, fizyolojik veya metafizik kanunlarla, bir şekilden başka hassalı şekillere çevirmek demektir) deniyor. Buna göre, bilim adamlarının, fizik, kimya kanunları ile meydana getirdikleri yeni bir işe, yaratmak demek caiz olur mu? CEVAP Hayır, caiz olmaz. Burada, Allahü teâlânın iki türlü yaratması bildiriliyor:
Birincisi:Ol der, o şey var olur. Yani hiç yoktan yaratır. Kâinatın yoktan var edilmesi, hidrojen, oksijen gazlarının yaratılması, böyledir.
İkincisi: Sebepler vasıtası ile yaratmaktır. Allahü teâlâ sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denir. Mesela, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomundan su meydana getirmiştir. İnsanları, hayvanları, bitkileri yaratması da böyledir.
Bilim adamları, oksijen, hidrojen gibi gazları, cıva, bakır, petrol gibi maddeleri yoktan meydana getiremezler. Teknoloji, bilim ne kadar gelişse de bir karınca, bir buğday tanesi yapmak mümkün değildir.
Yaratmak, icat etmek Allahü teâlâya mahsustur. Bilim adamları, yoktan bir şey meydana getiremezler, sadece Allahü teâlânın yarattığı mevcut şeyleri, yine Allah’ın koyduğu fizik, kimya ve biyoloji kanunları ile bir araya getirerek, yeni şeyler bulurlar. Buna da yaratmak denmez, keşfetmek, bulmak denir.
Allahü teâlânın sonsuz kudretini gösteren, insanların yapmalarının mümkün olmadığı işlere birkaç örnek verelim:
1- İnsanlar asırlardır, enerjisiz veya yakıtsız çalışan makine yapmaya çalışmışlarsa da, netice alınamadı. Bu da fizik ve kimya ilmine göre, imkânsızdır. Enerjinin korunumu prensibine göre, enerji şekil değiştirirse de, insanlar tarafından var ve yok edilemez.
2- Katı, sıvı, gaz haldeki bütün maddeler ısınınca, hacimleri büyür, yoğunlukları azalır. Su bu kurala uymaz. Su buz haline gelince yoğunluğu azalır, Su üstünde durur. Azalmayıp buzlar dibe çökseydi, denizlerdeki canlılar yaşayamaz ölürdü.
3- Bir metal atomu, başka bir metal atomu ile birleşemez. İki elementin birleşmesi için farklı elektrik taşıması şarttır.
4- Güneş, dünyadan 149,5 milyon km uzaktadır. Bu mesafe, çok yakın olsa canlılar sıcaktan yanar, çok uzakta olsa, soğuktan donardı. İnsanlar güneşi istedikleri yere getiremezler.
5- Işık hızı, saniyede 300 bin km.dir. Bu hızı insanların aşması imkânsızdır. Bu hız aşılırsa, rölativite [izafiyet] teorisine göre, maddenin kütlesi sonsuza gider. [1/0 yani bir bölü sıfır, sonsuz olduğu için.]
İcat etti demek
Sual: İcat etmek ne demek, insanlar için kullanmak caiz olur mu? CEVAP İcat etmek, yaratmak; mucit de yaratıcı demektir. İnsanlar için kullanmamalı. İcat etmek yerine keşfetmek, mucit yerine de kâşif demelidir. Din kitaplarımızda deniyor ki:
Hâlık ve mucit yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Hiçbir insan, hiçbir şey icat edemez, yaratamaz. (Mektubat-ı Masumiyye 2/83)
Yaratan, icat eden, fayda ve zarar veren, yok eden, ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)
İnsanın düşüncelerini, hareketlerini, keşiflerini, buluşlarını hep o icat etmekte, yaratmaktadır. Ondan başkasına yaratıcı, mucit demek, cahilce, bâtıl bir sözdür. (Birgivi vasiyetnamesi şerhi)
İnsan acizliğini idrak etmeli
Sual: Bazı akıllı ve zeki kimseler bir şey yaratamaz mı? CEVAP Elbette yaratamaz. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları, maddeleri, cisimleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanunları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ondan başkasına yaratıcı denemez. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
(Allah’ın yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yaratmayı birbirine benzer mi gördüler? Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Rad 16]
Karada, denizlerde, havada yaşayan hayvanların [mikropların, atom çevresindeki elektronların, moleküllerin, iyonların] ve insanların, meleklerin ve cinlerin, yani her var olanın kendisini ve hareketlerini ve işlerini ve durmalarını, ibadetlerini ve günahlarını, iyiliklerini, zararlarını, küfürlerini ve imanlarını yaratan Odur.
Sineklerin, böceklerin, mikropların, yıldızların, rüzgârların hareketlerini [elektrik itme ve çekmesini, maddenin çekimini, sıvıların ve gazların kaldırma kuvvetlerini] yaratan yalnız Odur. İnsanların ve diğer canlıların rızkını yaratan, gönderen Odur.
Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Allahü teâlâdır. Mikrop, doktor birer sebeptir. İşi yaratan, bunlara etki eden Odur. Ateşte yakmak, karda soğutmak, [elektrikte ısı, ışık ve elektroliz hâsıl etmek] hassalarını hep O yaratmaktadır. Ateş, kar, elektrik, görünen sebeplerdir. Allah’ın âdeti olan vasıta ve şartlardır. [Duygu organlarımızı, bunlardaki duyma kuvvetlerini, hücrelerdeki beslenme, üreme, zararlı maddeleri çıkarma, kalbi, kanı, kan sisteminin, öteki doku ve organların ve sistemlerin çalışmalarını, aralarındaki düzeni yaratan hep Odur.]
Dinsizlerin ve zındıkların, (Her madde ve kuvvet, kendi özelliği ile kendisi etki eder. Mesela, ateş yakıcıdır. Her zaman, yakar) demeleri çok yanlıştır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Sebeplerin etkisi kendiliğinden değildir. Sebepleri var edince, bunların etkisini, işlerini de hemen yaratması, Onun âdetidir. Ateşte yakmak özelliğini yaratmasa, ateş yakamaz. Ateşe düşen kimseyi, o istemezse, ateş yakmaz. Maddenin kendinde özellik yoktur. Maddenin özelliklerini, sebeplerin etkilerini ve işlerini, Hak teâlâ yaratıyor. O dilemezse, bu özellikleri ve etkileri yaratmaz. Dileseydi, karda sıcaklık, ateşte soğukluk yaratırdı. Nemrud’un ateşi Hazret-i İbrahim’i yakamadı. Eğer yakmak, ateşin özelliği olsaydı, elbette yakardı. Yakma işi, ateşten değil, Allahü teâlâdandır. Kılıcın kesmesini, merminin delmesini, zehirin öldürmesini yaratan Odur. Denize düşende boğulmayı yaratıyor. Dilerse, boğulmasına mani olur. Kuşun, tayyarenin uçmasını, [havanın kaldırmasını, sürtünme kuvvetlerini] yaratan Odur. Bu özellikleri, kuvvetleri yaratmasa, bunlar uçamaz.
Allahü teâlâ, maddelerde dilediği özelliği, işi, yaratır. Yarattığı iş, maddeden hasıl olur. Fakat, Allahü teâlânın hikmeti ve âdeti şöyledir ki, her maddeye belli özellik, belli etki vermiştir. Maddeleri, birbirlerinin değişmesine sebep kılmıştır. Buğday tohumundan buğday, arpadan arpa yaratır. İnsandan insan, hayvandan hayvan yaratır. Yemek ile karın doymasını yaratıyor. Eğer doymak yaratmasa, ne kadar çok yesek doymazdık. Susuzluk yaratmasaydı, hiç su içmesek susamaz idik. Her şeyi yerli yerince yaratan Allahü teâlâya hamd olsun!
Tabiata yaratıcı denir mi?
Sual: Allah’a inanmayanlar, (Kâinattaki her şeyi tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Tabiata yaratıcı denir mi? CEVAP Bunlara sorulsa ki:
Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp yığını gibi mi bir araya gelmişlerdir? Otomobil, tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?
Onlar buna cevap olarak, (Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesap ile, plan ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir)derler.
Tabiattaki her mahlûk da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabiattaki bu güzel sanatlardan birkaçını görebilmek ve taklit edebilmektir. İslam düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri İngiliz tabibi Darwin bile (Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor)demiştir.
Bir otomobilin tabiat kuvvetleriyle, tesadüfen meydana geleceğini kabul etmeyen kimse, baştanbaşa bir sanat eseri olan bu muazzam âlemi, tabiat yaratmıştır diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına tereddütsüz inanmaya mecbur kalır.
Yarattığı her şeyde nice hikmet var
Sual: Allah faydasız bir şey yaratmaz mı? CEVAP Yaratmaz. Allahü teâlâ hakîmdir, yarattığı her şeyde nice faydalar vardır. İnsan aklı bunları anlayamaz. Akıl ancak alıştığı, duygu organları ile aldığı bilgileri ölçer, kavrar.
Kâfirleri yarattığında, bunlara uzun ömür, bol rızık, mevki, rütbe verdiğinde, küfürlerini, kötülük yapmalarını dilediğinde ve yılanları, hınzırları, zehirleri yarattığında [görülemeyen atomun, düşünülemeyen küçücük çekirdeğinde, akılları şaşırtan, şehirleri yok eden muazzam kuvvet yerleştirmesinde, ışık, elektrik, mıknatıs ve kimya enerjileri yaratmasında, fizikte, kimyada, biyolojide okunan ve pek çoğu henüz anlaşılamayan madde ve kuvvet ve hayat kanunlarını, nizamını kurmasında] sayısız hikmetler, faydalar vardır. Faydasız bir şey yapmak aşağılıktır.
Dinimiz, sayısız varlıkların yaratılış hikmetini açıkça bildirmemiştir. Allahü teâlânın yarattıklarındaki hikmetlere bakıp, gerekli ibreti almayı emrettiği için insanoğlu gücü nispetinde ibret almaya gayret etmelidir!
Her varlığın yaratılışında, her emir ve yasakta nice hikmetler vardır. Ölçüsüz konuşan bazı kimseler (Bunun hikmeti şudur) diyerek kestirip atıyorlar. Hâlbuki, (Sayısız hikmetinden birisi de şu olabilir) dense belki daha az hata edilmiş olur. Meşhur ölçüsüzlerden birisi (Domuz etinin yasaklanmasındaki hikmet, içinde trişin isimli kurtların bulunmasıdır) demişti. Münkirler ise (Haram olmasındaki sebep, trişin ise, öldürülmesi mümkün) diyerek kafasına göre haramlığını kaldırıyordu. Eğer, (Domuz etinin haram edilişindeki hikmetlerden birisi de trişin) denseydi, münkirin itirazına da sebep olmazdı. Besmelesiz kesilen kuzu eti de haramdır. İnsanoğlu, emir ve yasaklardaki hikmetlerden kaçını anlayabilir?
Tek hikmet aramak yanlış olur Allah’a inanan tanıdık bir jinekolog doktor, (Kız çocukların bakire olarak doğması, mikropları önlemek için) demişti. Bu cevap çok tuhafıma gidince, ona şöyle sorular sormuştum:
Niye mikrobu önlemek için kızlara böyle bir tedbir alınmış da, kadınlara alınmamış?
Kadınların, kızların sakalsız yaratılışları, traş olma güçlüğünü önlemek için mi?
Erkeklerin kadınlar gibi çocuk doğuracak vasıfta yaratılmayışı, erkeklerin sıkıntılara katlanamayacağı için mi?
Her şeyde tek hikmet aramak yanlış olur. O halde insan, akıllara hayret ve durgunluk veren sayısız hikmetlere bakıp acizliğini idrak etmelidir! Allah’a iman eden, Onun emir ve yasaklarına riayet ederse, huzura kavuşur.
Yeşile, maviye, denize bakmak göz sıhhati için faydalıdır. Gökteki yıldızların, gezegenlerin hepsinin hikmetleri vardır. Bu gezegenler yollarından azıcık saparsa birbirlerine çarpıp paramparça olurlar.
Yerin içinde maden hazinesi saklıdır. Çeşitli madenler, kömür, petrol, soğuk ve sıcak sular, maden suları, kaplıca suları... Yerin içinde daha neler gizlidir. Yeryüzündekilerin hangi birisini sayabiliriz. İnsanoğlunun istifadesine verilen çeşitli bitkiler, sebzeler, meyveler, hayvanlar bulunur. Bütün bunları yerli yerince dilediği gibi yaratan eşsiz hikmet sahibi Allahü teâlâya hamd olsun. Bunlar Onun varlığının apaçık delilleridir.
Bilmediğimiz birçok hikmetlerin yanında bildiğimiz hikmetler çok azdır. Güneş ışığında çeşitli ışınlar vardır. Işık olmasaydı gözlerden istifade mümkün olabilir miydi? Renkler nasıl ayırt edilebilirdi? Güneş olmasaydı, gece ile gündüz olmaz, her yer karanlık olurdu. Güneş, şimdiki yerinden dünyaya çok yakın olsaydı, fazla sıcaktan dünyada hiçbir canlı yaşayamazdı. Güneş dünyaya uzak olsaydı, soğuktan yine dünyada hayat olmazdı. Güneşi böyle dünyaya en uygun uzaklıkta yaratan Allahü teâlânın şanı ne yücedir.
Ayın hikmetlerinden birisi, kameri takviminin hesap edilmesine yaramasıdır. Bazı geceler ay ışığından da istifade edilir. Med-cezir hadisesi, ayın çekim kuvvetinden ileri gelir. Eğer Ay, dünyaya çok yakın olsaydı, med olayı olunca, denizlerdeki sular kabarıp dünyayı su altında bırakırdı. Ay’ı zararsız, ama faydalı bir uzaklıkta yaratan Rabbimizin şanı çok yücedir.
Sual: Kur’an-ı kerimdeki (Ahsen-ül-hâlıkîn) ifadesine istinaden, bazı kimseler, insanlar için yaratmak, yaratıcı tabirini kullanıyorlar. Böyle kullanmak uygun mudur? CEVAP Kur'an-ı kerimde geçen (Ahsen-ül hâlıkîn) ne demektir? Sözlüğe bakılırsa, Yaratıcıların en güzeli demek olduğu, birçok yaratıcı bulunduğu zannedilir. Piyasadaki Kur’an tercümeleri de bundan pek farklı sayılmaz. Onun için sözlükten, Kur'an tercümesinden din öğrenilmez. Muteber tefsirlere, akaid ve fıkıh kitaplarına bakmak gerekir.
İmam-ı birgivi, Vasiyetnamesinde, (Bir kimse, rızık Allah’tandır; fakat, kulun da hareket etmesi gerekir dese, kâfir olur) diyor. Bursalı İsmail Hakkı hazretleri de, Huccet-ül-baliga’da (Hâlık, yalnız Allahü teâlâdır. İnsana yaratıcı demek ilhaddır) diyor. [İlhad, dinden çıkmak demektir.]
Allahü teâlânın, hiçbir işinde, ortağı yoktur. Her varlığın yaratıcısı yalnız Odur. Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi, elemanı yok iken var etmek ve var ettikten sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmaktır. Mesela, insanı, nutfeden, cinleri ateşten yarattığını bildiren âyet-i kerimeler böyle olduğunu bildirmektedir. (Rahman 15,Müminun 12-14)
Hâlık kelimesinin birkaç manası vardır. Esma-i hüsnadan olan Hâlık,yoktan yaratan anlamına gelir. Bu kelimenin şekil veren anlamı da vardır. Bu bakımdan insanlar için yaratıcı tabiri kullanılmaz. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde buyuruluyor ki:
Ahsen-ül-hâlıkîn, takdir edenlerin [tasvir edenlerin, şekil verenlerin, suret verenlerin, düzene koyanların yeni tabirle dizayn edenlerin] en güzeli, en iyisi demektir. Çünkü halketmenin hakiki manası, ihtira, inşa ve ibdadır. Bu kelime yani hâlık, bu âyet-i kerimede takdir eden manasında kullanılmıştır. Çünkü ihtira manasındaki halketmek, Allahü teâlâdan başkası için düşünülmez ki, Allah onların en güzeli densin.(C.4/68)
Hâlık-ul-hâlıkîn = Hâlıkların hâlıkı, şekil verenlerin şekil vereni anlamında kullanılsa da uygun olmaz. Çünkü Allah’ın isimleri tevkifidir, yani dinin bildirdiği isimler söylenir. Herkes bir tabir uyduramaz. İnsanlar için yaratıcı tabiri kullanılmaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur.
İnsanlara, yarattı yaratıcı demek asla caiz değildir. Allah’tan başkasına, her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek küfürdür. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yeri yoktan yaratan Odur. Her şeyi O yaratmıştır.)[Enam 101]
(Allah’ın yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yaratmayı birbirine benzer mi gördüler? Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Rad 16]
(Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, benzerlerini de yaratmaya kadir olduğunu düşünmezler mi?) [İsra 99]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. Nasıl aldatılıp döndürülürsünüz?) [Mümin 62] Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka yaratıcı, başka ortak bulunmadığını bildirirken, yaratıcının çok olduğu nasıl söylenebilir?
En güzel şekilde yarattık
Sual: Ateist bir genç, (Kur’anda, biz insanı en güzel şekilde kusursuz yarattık deniyor. Sakat doğanlar olduğuna göre demek ki Kur’an yalan yazıyor) diyor. O âyetin doğru tercümesi nasıldır? CEVAP Allahü teâlânın yaratması iki türlüdür. Birincisi, (OL) der hemen o şey oluverir. İkincisi ise sebeplerle yaratır. Bu ikisinin arasındaki farkı elbette ateist bilemez. Her ikisini de Allahü teâlâ yarattığı halde bunlar farklı şeylerdir. Çocuk olması için ana ve babayı sebep kılmıştır. Ama Hazret-i İsa’yı babasız, Hazret-i Âdem’i ise hem anasız, hem de babasız yaratmıştır. Mucize ve kerametlerde sebepler ortadan kaldırılabilir. Allahü teâlâ, çok şeyi de sebeplerle yaratmaktadır. Mesela rızkı Allah verir, ama çalışmayı sebep kılmıştır. Çalışmadan rızık bekleyen açlıktan ölebilir. Hastalıklara şifayı veren de Allahü teâlâdır. Ancak doktoru, ilacı sebep kılmıştır. Doktora gitmeyen, tedaviyi ilacı kabul etmeyen hastalıktan ölebilir. Alkol ve zararlı ilaçlar almak, röntgen ışınlarının etkisinde kalmak veya yakın akraba ile evlenmek, iyi beslenememek gibi sebeplerle doğan çocuk kör de, sakat da olabilir. Sebeplerle yaratmak âdetidir.
Bu ön bilgiden sonra sualin cevabına geçelim:
Ateist genç, önyargılı olarak okuyor, inançsız olarak okuyor, yanlış tercümelerden okuyor, yanlış anlıyor. Suçu da Kur’an-ı kerime buluyor. Âyetin açıklamasından önce tercümesine bakalım:
(Biz insanı ahsen-i takvim üzere [en güzel surette, yani boylu boslu, sureti güzel, organların yeri, sayısı, en iyi kullanmaya müsait tarzda, kâinatın bütün özelliklerini içine alacak şekilde] yarattık.) [Tin 4 Beydavi]
Ahsen-i takvim = en güzel suret ne demektir? Kurtubi tefsirinde diyor ki:
Allahü teâlâ kâinatta büyük âlemde yarattığı her şeyinden küçük âlem olan insanda da örneğini yaratmıştır. Bu âyet buna işaret etmektedir.
Bir âyet meali de şöyledir:
(Gerçeklere inananlar için,yeryüzünde [dağlarda, denizlerde, ağaçlarda, bitkilerde, madenlerde, hayvanlarda, Cenab-ı Hakkın mutlak kudretine, iradesine, rahmetine delalet eden] vekendi vücudunuzda [Yaratılışınızın başlangıcından sonuna kadar ve insanı hayret içinde bırakan organların ve salgı bezlerinin işleyişinde]Allah'ın varlığına nice deliller vardır; bunları görmez misiniz?[Görüp de bununla bir yaratıcısının bulunduğunu anlamıyor musunuz?]) [Zariyat 20,21]
İnsanın duygu organları, ışık saçan gezegenler gibidir. Kulak ve göz idrak edilebilenleri anlamakta, Güneş ve Ay yerindedir. İnsanın uzuvları çürüdüğünde toprağa karışır, Su, bedende bulunan kan ve rutubettir. Hava, ruh ve nefesidir. Ateşi safrasıdır. Damarları ırmaklar gibidir. Irmaklara kaynak derecesinde olan karaciğer pınar gibidir. Çünkü damarlar karaciğerden beslenir. Aynı zamanda deniz gibidir. Çünkü bedenin bütün damarları oraya bağlıdır. Irmakların denize dökülmesi gibidir. Kemikleri dağlara benzer. Dağlar, yerin direkleridir, uzuvlar ağaç gibidir. Nasıl ki ağacın yaprakları ve meyveleri varsa, her uzvun da bir işi ve eseri vardır. Vücuttaki kıllar, yeryüzündeki otlar gibidir. İnsan diliyle her türlü hayvanın ve diğer yaratıkların seslerini çıkarabilir. İşte koca kâinatta bulunan her şeyin bir örneği küçük âlem denilen insanda bulunur. (Kurtubi 4/95)
Demek ki, küçük âlem olan insan, kâinattaki varlıklara benzemektedir. Bu bakımdan en güzel surette yaratıldığı bildirilmiştir. Doğarken her uzvu sağlam doğuyor denmiyor. Hilkat garibesi olarak ne sakatlar doğabiliyor. Bu da yine Allahü teâlânın kudretini göstermektedir.
Sual: Tin suresinde, insanın ahsen-i takvîm üzere yani en güzel şekilde yaratıldığı bildiriliyor. Kâfir olan insanlar da olduğuna göre, kâfire niye güzel deniyor? CEVAP Kâfire güzel denmiyor. İnsan, diğer mahlûklara, hayvanlara göre daha mükemmel yaratılmıştır. Hayvanlara verilmeyen akıl ve konuşma kabiliyeti, insanlara verilmiştir. Organlar birbirine uygun şekilde yaratılmıştır. Vücutta ne fazla, ne eksik organ var. Mesela üç kol olsa fazla olur, üç bacak olsa fazla olur, tek kol ve tek bacak olsa eksik olurdu.
Buradaki uygunluk ve güzellik, şeklî güzelliktir, imanlı veya imansız olmakla ilgisi yoktur. Her çocuk günahsız doğar, sonra ya mümin veya kâfir olur. Günahsız doğan bir Hristiyan’ın kızı, büyüyüp dünya güzeli olsa, ona çirkin denmez. Kâfir, inanç yönünden çirkindir.
Çok güzel bir bıçak yapılsa, o bıçakla insan öldürülse, bıçak yine aynı bıçaktır, zararlı işte kullanılmıştır. Günahsız doğup dünya güzeli olan kız da, kâfirliği seçmişse, yanlış iş yapmış olur. Sonsuz azaba maruz kalır.
O âyet-i kerimedeki ahsen-i takvîm ifadesi şöyle açıklanmıştır:
Biz insanı ahsen-i takvim üzere yarattık demek, en güzel surette, boylu boslu, sureti güzel, organların yeri, sayısı, en iyi kullanmaya müsait tarzda, kâinatın bütün özelliklerini içine alacak şekilde yarattık demektir. (Beydavi)
Ebu Bekir bin Tahir, (Akılla süslü, ilâhi emri yerine getirebilen, ayırt etme gücü olan bir varlık olarak yaratılmıştır)demiştir. İbni Arabî de, (Allahü teâlânın insandan daha güzel bir mahlûku yoktur. Allah, onu canlı, bilgi, kudret, irade sahibi, konuşan, işiten, gören, işini çekip çeviren ve hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak yaratmıştır. Bütün bunlar ise yüce Rabbin sıfatlarıdır) demiştir. Kimi âlimler de, (İnsan küçük evrendir. Zira yaratılmışlarda bulunan her ne varsa, onda toplanıp bir araya getirilmiştir) demişlerdir. (Kurtubi)
İşte bu kadar güzel yaratılıp akılla da süslenen insan, Rabbini inkâr eder, yaratılış gayesini unutursa, o zaman çok aşağı dereceye düşmüş, hatta hayvanlardan bile aşağı olmuş olur.
Kadına yaratıcı demek
Sual: Mevlana ve Kadın konulu bir panelde konuşan bayan bir ilahiyatçı, (Mevlana, “Kadın, sadece sevgili değil, sanki Hâlıktır, mahlûk değil” sözüyle meseleye son noktayı koymuştur. Kadın,Allah'ın yaratıcı kudretinden vasıflar taşımaktadır)diyor. Hazret-i Mevlana, (Kadın mahlûk değil, Hâlık’tır) demiş midir? Kadına yaratıcılık vasfı verilir mi? CEVAP
Bir ilahiyatçının böyle söyleyeceğine asla ihtimal vermiyoruz. Yanlış duyulmuş olabilir. Ne hazret-i Mevlana, ne de başka İslam âlimi hâşâ (Kadın mahlûk değil, Hâlıktır) dememiştir, demelerine de imkân yoktur. Çünkü böyle söylemek küfürdür. Bunu Müslüman söylerse kâfir olur. Yaratmak iki türlüdür: 1- Hiç yoktan var etmek: Mesela yerleri, gökleri; göklerdeki gezegenleri, yıldızları, ayı, güneşi, suyu, havayı, dağları, denizleri, madenleri, atomları, elektronları, molekülleri ve hareketlerini yani yoktan var edilen her şeyi Allahü teâlâ yaratmıştır. (Enam 101)
Mucize, keramet, sihir de yoktan yaratmaktır. Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmak istediği zaman ona (OL) der, hemen o var olur. (Yasin 82)
2- Yarattığı bir şeyden, başka bir şey yaratmak: Öğeleri, oksitleri, asitleri, bazları, tuzları birbiri ile birleştirerek, parçalayarak milyonlarla organik ve inorganik cisimler meydana getirmek suretiyle yaratmak. Bugün bilinen 105 basit cisim [element = eleman] yoktu. Bunların hepsini sonradan var etti. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Dört âyet-i kerime meali de şöyledir: (Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
(Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]
(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Allahü teâlâ diridir, bilir, işitir, görür, diler, güçlüdür, konuşur. Bu sıfatlardan, sınırlı da olsa, insanlara da ihsan etmiştir. Yani sınırlı da olsa, insan diridir, bilir, işitir, görür, diler, gücü vardır, konuşur, fakat yaratma sıfatında ortaklık yoktur. Allah her şeyi yaratır, fakat insan bir karıncayı, bir buğday tanesini veya bir hücreyi bile yaratamaz. İki hadis-i şerif meali şöyledir: (Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Benim yarattığım gibi bir şey yapmaya kalkandan daha zalim kim vardır? Haydi, bir habbe, bir zerre veya bir arpa yaratsınlar.”) [Buhari, Müslim]
(Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır.) [Buhari]
Demek ki, sanatkârın yaptığı şeyleri yaratan da Allah’tır. Yaratmak, Allahü teâlâya mahsustur. İcat etmek de yoktan yaratmaktır. Bilim adamları, yoktan bir şey meydana getiremezler, sadece Allahü teâlânın yarattığı mevcut şeyleri, yine Allah’ın koyduğu fizik, kimya ve biyoloji kanunları ile bir araya getirerek yeni şeyler bulurlar. Buna dayaratmak veya icat etmek denmez, keşfetmek, bulmak denir.
Hazret-i Mevlana sözlerinin değiştirileceğini kerametiyle anlamış ve bunun için de kitaplarını nazım şeklinde, yani şiir olarak yazmıştır. Böylece kimsenin değiştirmesine fırsat vermemiştir. Buna rağmen, bu zata böyle asılsız isnatlar, iftiralar yapılıyor. Çalgı çaldığı iftirası da yapılıyordu. Şimdi de, kadına Hâlık dediği iftirası yapılıyor. Böyle şeylere aldanmamalıdır..
.
Sebeple yaratmak
Sual: İmamı- Rabbani hazretleri, ikinci cildin 62. mektubunda, (Allahü teâlâ, birçok düzen ve fayda için, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Eğer, her şeyi sebepsiz olarak, hemen yaratsaydı, âlemde nizam, düzen kalmaz, karmakarışık olurdu) buyuruyor. Bu ifade örneklerle biraz açıklanabilir mi? CEVAP
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece, madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizam, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilaç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere kuvvet, tesir veren Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irade de vermiştir. Sebeplere, vasıtalara yaratıcı denmez. (S. Ebediyye)
Canlı cansız bütün varlıkların bir düzen içinde olduklarını görüyoruz. Her maddenin yapısında, her olayda, her reaksiyonda, hiç değişmeyen nizam, matematik bağlantılar olduğunu öğreniyoruz. Bu düzenleri, bağlantıları, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji kanunları diye isimlendiriyoruz. Bu değişmez düzenden faydalanarak, sanayii, fabrikalar kuruyor, ilaçlar yapıyor, aya gidiyor, yıldızlarla, atomlarla bağlantı kuruyoruz. Radyolar, televizyonlar, bilgisayarlar ve internet siteleri yapıyoruz. Mahlûklarda, bu düzen olmasaydı, her şey rastgele olsaydı, bunların hiçbirini yapamazdık. Her şey çarpışır, bozulur, felaketler olurdu. Her şey yok olurdu. Varlıkların düzenli, bağlantılı, kanunlu olmaları, bunların kendiliklerinden, rastgele var olmadıklarını, her şeyin bilgili, kudretli, gören, işiten, dilediğini yapan bir varlık tarafından var edildiklerini göstermektedir. O, dilediklerini var etmekte ve yok etmektedir. Her şeyi var etmeye ve yok etmeye, başka şeyleri sebep yapmıştır. Sebepsiz yaratsaydı, varlıkların birbiri arasında bu düzen olmazdı. Her şey karma karışık olurdu. Onun varlığı da belli olmazdı. Hem de, fen, medeniyet hâsıl olamazdı. (İ. Ahlakı)
Allahü teâlâ varlıkları sebeplerle yaratmasaydı, dünyada hiç düzen olmazdı. Mesela yer çekimi kanunu yaratmasaydı, hiçbir şey yerde duramaz, hepsi havada uçardı. Rabbimiz, suya kaldırma kuvveti vermeseydi, gemiler, balıklar yüzemezdi. Biyoloji kanunlarını yaratmasaydı, çocuk olmazdı. Kimya kanunlarını yaratmasaydı ilaçlar olmazdı, ineğin yediği ot, et ve süt hâline gelmezdi, arı bal yapamazdı. Bunlar gibi daha yüzlerce, binlerce örnek verilebilir.
.
Kâinatın idaresi
Sual: Allahü teâlâ, kâinatın idaresini kutup denilen kimselere nasıl bırakır? CEVAP
(Nasıl bırakır) sözü çok yanlıştır, sanki kendisi hiç karışmıyor gibi anlaşılır. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bütün işleri idare eden Odur. Her işi sebeplerle yaratmak âdetidir. Dilerse, mucize ve kerametlerde olduğu gibi sebepsiz de yaratır.
Ol demekle her şey olduğu hâlde, (Niye böyle sebeplerle yaratıyor?) demeye kimsenin hakkı yoktur. Birkaç örnek verelim:
Naziat suresinin, (İşleri tedbir eden, yöneten melekler…)mealindeki beşinci âyeti açıklanırken şu hadis-i şerif bildiriliyor: (Dünya işlerini dört melek idare eder: Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği Azrail.) [Kurtubi]
Dört büyük meleğin vazifeleri şöyledir: 1- Cebrail aleyhisselamın vazifesi, Peygamberlere vahiy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. Dileseydi, Cebrail aleyhisselama bildirdiği gibi peygamberlerine de direkt bildirirdi. Cebrail aleyhisselamı bu işle vazifelendirmiştir. Niye böyle yaptığını bilemeyiz.
2- İsrafil aleyhisselam Sur’a iki defa üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar dirilecektir. Bu işi de Cebrail aleyhisselama verebilirdi yahut hiç kimseye vermez,Ol demekle olurdu.
3- Mikail aleyhisselama, yağmur, kar, rüzgâr gibi hava olayları, ekonomik nizamı, yani ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferahlık ve huzur getirmek ve her maddeyi hareket ettirmek vazifesini vermiştir. Bunu da Cebrail aleyhisselama verir yahut hiç kimseye vermez, Ol demekle bu işler rahatça olurdu.
4- Azrail aleyhisselamı insanların ruhunu almakla vazifelendirmiştir. Eceli gelenleri öldüren Allah’tır, ama bu işi Azrail aleyhisselam yapıyor. Çocukları yaratan da O. Ama ana babayı sebep kılıyor. Ana babasız da yaratırdı elbette.
Kâinatı da idare eden Allahü teâlâdır. Yukarıda açıklandığı gibi bir kısmını melekler vasıtasıyla yapıyor. Kutup denilen evliya zatlara da görev vererek sebeplerle idare ediyor.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kutb-i irşad, kayyum-i âlemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun vasıtasıyla gelir. (3/3)
Kutb-i ebdal yani kutb-i medar âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur. İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek ise, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz, çünkü âlem bununla nizam bulur. (Mearif-i ledünniyye)
Süper sapık bir mezhepsiz, âyet-i kerimeleri anlayamadığı için bunu kabul edemiyor. (Allah idareyi kimseye vermez) diyor. Süper mezhepsiz, aşağıdaki iki âyet-i kerimeyi ileri sürerek Azrail aleyhisselamın canları almadığını söylüyor: (Dirilten ve öldüren yalnız Odur.) [Yunus 56]
(Ölüm zamanında insanı, Allah öldürüyor.) [Zümer 42]
Peki, şu iki âyet-i kerimeyi inkâr mı ediyor: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
(Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü.) [Maide 30]
Demek ki, öldüren ve dirilten Allahü teâlâ olduğu hâlde, bu işleri sebeplerle, vekillerle yapıyor.
Kutb-i irşada da hidayete vesile olma yetkisini vermesi böyledir.
.
Her şey Allah’tandır
Sual: Duvara yapıştırdığım bir kâğıt kuruyunca kendiliğinden düştü. Bunu Allah mı düşürdü? Duvar saatinin pili tükendiği için durdu. Bunu Allah mı durdurdu? Pil koyunca saati çalıştıran Allah mı? Rüzgâr esince ağacın yaprakları hareket ediyor. Bunu da mı Allah yapıyor? Trafikte fazla sürat ve dikkatsizlik yapıp kaza yapıyoruz. Bunu da mı Allah yapıyor? Birinin şuuru bozulup intihar ediyor. Bunu da mı Allah yapıyor? Benzin bitince araba duruyor. Bunu da mı Allah yapıyor? Benzin konunca araba çalışıyor. Bunu da mı Allah yapıyor? Bir arkadaş, (Allah böyle işlere karışmaz) dedi. Her şeyi Allah yapmıyor mu? CEVAP
Evet, her şeyi Allahü teâlâ yapıyor. Tek yaratıcı vardır. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Üç âyet-i kerime meali: (Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Trafik kazası olsa, biri birini öldürse, bunları yaratan yine Allahü teâlâdır. O kişinin veya o kişilerin ölümüne o şeyler sebep kılınmıştır.
Yağmurların yağması, yıldırımların zarar vermesi, depremler, her ne kadar tabiat kanunu denilen olaylar içinde cereyan ediyorsa da, bunların asıl yaratıcısı Allahü teâlâdır, çünkü imanın altı şartından biri de hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmaktır. Bir beyit: Cümle eşya Hâlık’ındır, kul eliyle işlenir.
Emr-i Bari olmayınca, sanma bir çöp deprenir.
İnsanların ihtiyarî işleri, isteyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allah’ın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyarı [seçmesi, beğenmesi] olmasa, o iş titreme şeklini alır. Kalbin hareketi gibi olur. Hâlbuki ihtiyarî [iradesiyle yaptığı] hareketlerin, böyle olmadığı açıktır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı hâlde, ihtiyarî hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir.
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mesul olur. İşin sevabı ve cezası, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kast ve ihtiyar, işi yapıp yapmamakta eşittir. Kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar güç, kuvvet ve ihtiyar vermiştir. Bir işin iyi veya kötü olduğunu da bildirmiştir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini seçer, iş iyi veya kötü olur, günah veya sevab kazanır.
Her şeyi sebeplerle yaratmak, Allahü teâlânın âdetidir. Böylece, madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu düzen olmazdı. Bütün bu sebeplere kuvvet, tesir veren Allahü teâlâdır. Elektrik, ısı, mekanik, ışık, kimya enerjilerini ve tepkimeleri hâsıl eden çeşitli kuvvet şekillerini sebep olarak yaratmıştır. Bu sebepleri, cisimleri yaratmasına vasıta kıldığı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vasıta kılmıştır. Meselâ, kömürün, 500 derece üstüne, yani tutuşma sıcaklığına kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, kibritin alevi sebep olmaktaysa da, kömürün oksitlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı değildir. Ne kendinin, ne de kullandığı şeylerin birçok inceliklerinden haberi olmayan bir vasıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır.
Her şeyi yaratan Allah’tır
Sual: Selefîler, (Kur'anda, “Sizi de, işlerinizi de, yaratan Allah’tır” deniyor.Yol, köprü veya fabrika yaptık denmez. Hepsini Allah yaptı denir) diyorlar. Bir de (Teröristler üç kişiyi öldürdü demek şirktir)diyerek şu dört âyeti delil gösteriyorlar: (Dirilten de, öldüren de ancak Odur.) [Mümin 68, Yunus 56] (Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor.) [Zümer 42] (Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü.) [Enfal 17]
O zaman günahı da, bize Allah mı işletti diyeceğiz? CEVAP
Onların bozuk, çürük mantıklarına göre, hâşâ günahı da işleten Allah’tır.
Ölüm meleğinin insanları öldürüp, canlarını aldığını bildiren bir âyet meali: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
İsa aleyhisselamın ölüleri dirilttiği, hastalara şifa verdiği bildiriliyor: (Körlerin gözünü açar, baras hastalığını iyi eder ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim.) [Âl-i İmran 49]
İnsanların birbirini öldürdüğünü bildiren iki âyet-i kerime meali: (Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü.) [Maide 30]
(Davud, Calut’u öldürdü.) [Bekara 251]
Bu iki âyet-i kerimeye göre, (Teröristler üç kişiyi öldürdü) demek şirk olmaz. Selefîler, Kur'an-ı kerimdeki mecaz ve deyimleri lügat mânâsında anlayınca böyle çıkmaza düşüp, Müslümanları şirkle damgalıyorlar.
Ehl-i sünnet itikadından ayrılmak, bid’at ehli olmak büyük günahtır. Bunun için bid’at sahibi olan Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Çünkü bid’atin zulmeti kalbi karartır. Görülüyor ki, Ehl-i sünnet olmayan, Arapçayı çok iyi bilse de, Kur’an-ı kerimi doğru anlayamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felakete sürükler. (S. Ebediyye)
Yetmiş iki sapık fırka, Vehhâbîler, İbni Sebeciler, Ondokuzcular ve diğerleri, Ehl-i sünnet olmadıkları için Kur’an-ı kerimi doğru anlayamazlar. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamaları bid’at ehli olduklarından dolayıdır. Onların (Kur’andan söylüyoruz) demeleri senet olmaz.
.
Şeytan bir şey yaratamaz
Sual: Şerleri, kötülükleri şeytanın yarattığını söyleyen sosyetik bir bayan, (Tesettür dinin beş şartından biri değildir. Benim tesettürüm kalbimdedir) diyor. Şeytan yaratıcı olur mu? İmanın altı şartından biri, (Hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak) değil midir? Tesettür nasıl kalbde olur? Bir de, niye kitaplara aykırı konuşuyor? CEVAP Bir kişi, kitaplara uygun ve herkesin söylediğinin aynısını söylerse, dikkat çekmez, ünlü olamaz. (Namaz, oruç, tesettür farzdır. Allah'tan başka yaratıcı yoktur) dese, dinleyenler, (Bunları biz de biliyoruz) derler. Dinimize aykırı konuşursa, farklı bir şey söylemiş olur, işte o zaman ünü yayılır. Günümüzde bazı kimseler, şöhrete kavuşmak için, böyle herkesin, hattâ gayrimüslimlerin dahi bildiği hükümlerin aksini söylüyorlar. (Ezber bozuyoruz) diyorlar. İslam’ın şartının beş, imanının şartının altı olmadığını söyleyenler çıkmadı mı?
Şimdi birinci suale cevap verelim.
(Kötülükleri, şerleri şeytan yaratıyor) demek yanlıştır. Şeytan, âciz bir mahlûktur, hâşâ yaratıcı değildir, hiçbir şey yaratamaz. Tek yaratıcı Allah’tır. Birkaç âyet-i kerime meali: (Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
(Rabbin, dilediğini seçip yaratır. Başkalarının seçme hakkı yoktur.) [Kasas 68]
(Allah her şeyin yaratıcısıdır.) [Zümer 62]
Müfessirlerin şahı imam-ı Kadı Beydâvî hazretleri bu âyet-i kerimeyi şöyle açıklıyor:
(Hayrı, şerri, imanı, küfrü ve her şeyi yaratan ancak Allahü teâlâdır. Her şey Onun tasarrufu altındadır.)
Bu âyet-i kerimeleri bir Müslüman nasıl inkâr eder? İnkârcıların inanmamasının önemi olmaz. Peygamber efendimiz, yukarıdaki âyet-i kerimeleri açıklayıp buyuruyor ki: (Bütün işler Allah’tandır; hayır olanı da, şer olanı da.) [Taberânî]
(Allahü teâlâ buyurur: “Ben âlemlerin Rabbiyim, hayrı da, şerri de ancak ben yaratırım.) [İ. Neccar]
(Allahü teâlâ, hayır murat ettiğinin maişetini kolaylıkla verir. Şer murat ettiğinin ise, maişetini zorlukla karşılaştırır.) [Beyhekî]
(Kaderin, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan mümin değildir.) [Tirmizî]
(Allahü teâlâ, “Bana inanıp da kadere, hayır ve şerrin benim takdirimle olduğuna inanmayan, benden başka Rab arasın” buyurdu.) [Şirâzî]
Allahü teâlâ şerri, belayı hak edene gönderir. Bir âyet meali: (Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. [Bununla beraber] Allah çoğunu affeder.) [Şûra 30]
Şu hâlde, bela yani şer, günahlarımız yüzünden gönderiliyor, ama gönderen yine Allah’tır. Âyet-i kerimenin devamında, (Allah çoğunu affeder) deniyor. Demek ki belayı gönderen de, çoğunu affeden de Allahü teâlâdır.
Bir âyet-i kerime meali de şöyledir: (Kendilerine bir iyilik dokununca, “Bu Allah’tan” derler, başlarına bir kötülük gelince de “Bu senin yüzünden” derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de!) [Nisa 78]
Bu âyet-i kerimede de açıkça bildirildiği gibi, iyilik de kötülük de Allah'tan gelmektedir. (Küllün min indillah) buyuruluyor. Hepsi Allah'tandır. Bu, imanın altı şartından biridir. Amentü’de, (Hayır da şer de Allah'tandır) buyuruluyor. Buna inanmayan mümin olamaz. Allahü teâlâ, bize kötülüğü niye gönderdiğini yukarıdaki âyet-i kerimede açıklıyor. (Kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzünden) buyuruyor. Demek ki, kötülüğün gelmesine biz sebep oluyoruz. Günah işliyoruz, belayı hak ediyoruz. İşte bir âyet-i kerime meali: (Sana gelen her iyilik, Allah’tan [bir ihsan olarak] gelmekte, her kötülük de [günahlarının karşılığı olarak] kendinden gelmektedir.)[Nisa 79]
İyiliği de kötülüğü de yaratan Allah’tır. Şeytan veya bir başkası değildir. Gayrimüslimlerin inancı gibi günah tanrısı diye bir şey yoktur.
Kalbini temiz sanmak
Namaz kılmamak, oruç tutmamak en büyük günahlardandır. İçki de, zina da en büyük günahlardandır. Günah işleyenlerin kalbi kömür gibi kararmıştır. Temiz olması mümkün değildir. Çünkü Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta hâsıl olur. Eğer tevbe ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar, kalb, kapkara olur.) [Harâitî]
Görüldüğü gibi, günah işleyenlerin kalbi temiz olmaz. Günah kalbi karartır. Her türlü günahı işleyip de, (Sen kalbe bak!) demek, din câhillerinin veya zındıkların sözüdür. Bir kimse, bütün dünyadaki yoksulları doyursa, her birine bir ev verse, her mahalleye cami, çeşme yaptırsa, namaz kılmıyorsa, hiç birinin sevabı olmaz. Yani namaz kılmamanın büyük günahı bunlardan meydana gelecek sevabı yok eder.
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Sâlih amel yapmadan [Ehl-i sünnete uygun iman ettikten sonra, namaz kılmadan, oruç tutmadan, günahlardan sakınmadan] (Kalbim temizdir, sen kalbe bak!) demek bâtıldır, boştur, kendini aldatmaktır. Bedensiz ruh olmadığı gibi, beden ibadet yapmadan ve günahlardan kaçınmadan, kalb, temiz olmaz. (1/39)
Evliyanın büyüklerinden İmam-ı Muhammed Mâsum-i Fârûkî hazretleri de buyuruyor ki:
Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin talebesi olan, evliyanın büyüklerinden Ebu Ali Rodbari hazretleri, çalgı ve diğer günahlardan sakınmayıp, “Kalbim temizdir, sen kalbe bak!” diyenin gideceği yer Cehennemdir buyuruyor. (2/110)
Çeşitli günah işleyenlerin ve ibadet etmeyenlerin, Müslümanlara karşı,(Sen, kalbe bak, kalbimiz temizdir, Allah kalbe bakar) demeleri yanlıştır. Hadis-i şerifte, (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur) buyuruldu. (Beyhekî)
(Allahü teâlâ, sizin görünüşünüze, malınıza [rütbenize, iyi işlerinize]bakmaz; kalbinize nazar eder, bunları ne niyetle yaptığınıza bakar, ona göre sevab veya günah yazar) hadis-i şerifi, ibadet ederken, hayır işlerken bunların Allah rızası için yapılıp yapılmadığının önemini göstermektedir. Niyeti Allah rızası değilse, onun hiç kıymeti yoktur.
Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır). (2/26)
Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz. (2/28)
O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir. (2/29)
Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi. (2/30)
Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. (2/72)
"Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun" dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir. (2/73)
(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir. (2/117)
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır. (2/164)
Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez. (2/258)
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi. (2/259)
İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu. (2/260)
Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin. (3/27)
Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece "Ol!" der; o da oluverir. (3/47)
O, İsrailoğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size Rabbinizden bir mucize getirdim: Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah'ın izni ile o kuş oluverir. Yine Allah'ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yeyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır. (3/49)
Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi. (3/59)
Ey iman edenler! Sizler, inkâr edenler ve yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında: "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaatı onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu. Canı veren de alan da Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür. (3/156)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. (3/190)
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! (3/191)
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir. (4/1)
"Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh'dir" diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir (O'na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyle kadirdir. (5/17)
Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrail) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrailoğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, "Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir" demişlerdi. (5/110)
Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. Siz hâla şüphe ediyorsunuz. (6/2)
O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. "Ol!" dediği gün herşey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûr'a üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (6/73)
Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! (6/95)
O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık. (6/98)
O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur. (6/101)
İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O'dur). (6/102)
104. (Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim. (6/104)
Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi (7/12)
"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız" dedi. (7/25)
Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir! (7/54)
De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. (7/158)
Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar? (7/185)
Sizi bir tek candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva'yı) yaratan O'dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah'a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler. (7/189)
(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (8/17)
Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin. (8/20)
Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. (9/116)
Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah'dır. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçı olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır. O halde O'na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz! (10/3)
Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. (10/5)
(Resûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz? (10/31)
O hem diriltir hem de öldürür ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. (10/56)
De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz. (10/101)
O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Yemin ederim ki, (Resûlüm!): "Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" desen, kâfir olanlar derhal "Bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir" derler. (11/7)
Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. (12/105)
Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. (13/3)
(Resûlüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir. (13/16)
Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım." (13/28)
Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan pek iyi bilendir. (13/86)
Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. (14/19)
Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz. (15/23)
Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. (15/26)
Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım." (15/28)
Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. O saat (kıyamet), mutlaka gelecektir. Şimdilik onlara güzel muamele et. (15/85)
(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir. (16/3)
O halde, yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâla düşünmüyor musunuz? (16/17)
Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. (16/20)
Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir. (16/40)
Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner. (16/48)
Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz. (16/66)
Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak şüphesiz ki Allah bilgilidir, kudretlidir. (16/70)
Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâla bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? (16/72)
Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır. (16/79)
Düşünmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini yaratmaya da kadirdir! Allah, onlar için bir vâde takdir etti. Bunda şüphe yoktur. Ama zalimler, inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. (17/99)
(Bununla beraber) biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız. (18/8)
Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır: Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız şekilde bize geldiniz. Oysa size vâdedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi? (18/48)
Allah'ın bir evlât edinmesi, olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece "Ol!" der ve hemen olur. (19/35)
İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır? (19/67)
Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. (20/55)
Bunun üzerine: Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin! (20/117)
Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. (20/118)
Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın. (20/119)
Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey Adem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?" (20/120)
Bizim, onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda, elbette ki akıl sahipleri için nice ibretler vardır. (20/128)
Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz. (21/7)
Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi) olarak yaratmadık. (21/16)
Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik. (Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz. (21/17)
İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı? (21/30)
(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz, (vâdettiğimizi) yaparız. (21/104)
Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. (22/5)
Çünkü Allah hakkın ta kendisidir; O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kadirdir. (22/6)
(Resûlüm!) Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (22/47)
O, (önce) size hayat veren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür. (22/66)
Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! (22/73)
Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. (23/12)
Andolsun biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz. (23/17)
Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hâla aklınızı kullanmaz mısınız! (23/80)
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir. (24/45)
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.O bir çocuk edinmemiştir,mülkünde ortağı yoktur .Her şeyi yaratmış, ona ölçü , biçim ve düzen vermiştir. (25/2)
Sudan (meniden) bir insan yaratıp onu nesep ve sıhriyet (kan ve evlilik bağından doğan) yakınlığa dönüştüren O'dur. Rabbinin her şeye gücü yeter. (25/54)
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor. (25/59)
Yeryüzüne bir bakmazlar mı! Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik. (26/7)
Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak! (27/14)
Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir. (28/68)
Allah'ın, yaratılanı ilk baştan nasıl yarattığını, (ölümden) sonra bunu(nasıl) tekrarladığını görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. (29/19)
De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir. (29/20)
Allah, gökleri ve yeri hak olarak (yerli yerince) yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için (Allah'ın varlık ve kudretine) bir nişâne bulunmaktadır. (29/44)
Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar? (29/61)
Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler. (29/63)
Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr, etmektedirler. (30/8)
Allah, ilkin mahlûkunu yaratır, (ölümden) sonra da bunu (yaratmayı), tekrarlar. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz. (30/11)
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız. (30/19)
Sizi topraktan yaratması, O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. (30/20)
Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. (30/21)
O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır. (30/22)
Gece olsun gündüz olsun, uyumanız ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) aramanız da O'nun (varlığının) delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır. (30/23)
Yine O'nun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı onunla diriltiyor. Doğrusu bunda, aklını kullanan bir kavim için (alınacak) dersler vardır. (30/24)
Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz. (30/25)
Göklerde ve yerde olanlar hep O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir. (30/26)
İlkin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur, ki bu, O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. (30/27)
Allah, (o yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir. (30/40)
Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlügün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir. (30/54)
(İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Unutulmasın ki, Allah her şeyi bilen ve görendir. (31/28)
Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra arşa istivâ eden Allah'tır. O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçınız vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız? (32/4)
O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. (32/7)
Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir. (35/1)
Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz! (35/3)
Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır. (35/11)
Görmedin mi Allah gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, degişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). (35/27)
İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır. (35/28)
Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır. (35/41)
Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) sayıp yazmışızdır. (36/12)
Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyor. (36/78)
De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. (36/79)
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır. (36/81)
Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir. (36/82)
Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! (37/27)
Şimdi sor onlara! Yaratma bakımından onlar mı daha zor, yoksa bizim yarattığımız (insanlar) mı? Şüphesiz biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık. (37/11)
Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir bak! (37/73)
Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık? (37/150)
Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! (38/27)
Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. (38/71)
Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın! (38/72)
Bütün melekler toptan secde ettiler. (38/73)
Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. (38/74)
Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir, ve çok bağışlayandır. (39/5)
Allah sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluktan) çevriliyorsunuz? (39/6)
Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır. (39/42)
Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekîldir. (39/62)
Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (40/57)
İşte O, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah'dır. O'ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz! (40/62)
Sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlamanız -ki içinizden daha önce vefat edenler de vardır- ve belli bir vakte ulaşmanız için sizi yaşatan O'dur. Umulur ki düşünürsünüz. (40/67)
O, hem dirilten hem de öldürendir. O, herhangi bir işin olmasını dilediği zaman yalnız "Ol!" der, o da oluverir. (40/68)
De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. (41/9)
Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler. (41/11)
Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kadirdir. (42/9)
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. (42/49)
Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir. (43/19)
O'ndan başka ilâh yoktur. (Her şeyi O) diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir. (44/8)
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. (44/38)
Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (44/39)
Allah, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez. (45/22)
De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde biraraya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler. (45/26)
Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler. (46/3)
Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her şeye kadirdir. (46/33)
Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (49/12)
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. (49/13)
Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık). (50/8)
İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler. (50/15)
Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi. (50/38)
Şüphesiz biz diriltir ve öldürürüz. Dönüş de ancak bizedir. (50/43)
Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız. (51/49)
Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (51/56)
Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? (52/35)
Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. (53/27)
Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. (53/31)
Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir. (53/32)
Öldüren de dirilten de O'dur. (53/44)
Şurası muhakkak ki erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti O yarattı. (53/45)
(Rahime) atıldığı zaman nutfeden. (53/46)
Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir. (53/47)
Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık. (54/49)
Bizim buyruğumuz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir. (54/50)
Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. (55/7)
Cinleri öz ateşten yarattı. (55/15)
Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi? (56/57)
Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir? (56/58)
Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? (56/59)
Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. (56/60)
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik). (56/61)
Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (56/62)
Şimdi bana, ektiğinizi haber verin. (56/63)
Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? (56/64)
Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız. (56/65)
"Doğrusu borç altına girdik. (56/66)
Daha doğrusu, biz yoksul kaldık" (derdiniz). (56/67)
Ya içtiğiniz suya ne dersiniz? (56/68)
Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? (56/69)
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi? (56/70)
Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi, (56/71)
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? (56/72)
Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık. (56/73)
Öyleyse ulu Rabbinin adını tesbih et. (56/74)
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O, diriltir, öldürür. O, her şeye gücü yetendir. (57/2)
O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'ın üzerine istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. (57/4)
O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir. (59/24)
Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mümindir. Allah yaptıklarınızı görendir. (64/2)
Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır. (64/3)
Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz. (65/12)
O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır. (67/2)
O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? (67/3)
Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir. (67/4)
Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır. (71/18)
"Allah, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır." (71/19)
İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? (75/3)
Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter. (75/4)
Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, (79/27)
İnsan neden yaratıldığına bir baksın! (86/5)
Yaratıp düzene koyan, (87/2)
(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, bakmazlar mı? (88/17)
Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltilmiş? (88/18)
Dağların nasıl dikildiğine, bakmazlar mı? (88/19)
Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? (88/20)
YARATMA (HALK)
Bakara, 21; Kavram: 30
HALK (YARATMA)
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah'tır
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
İlk İnsanın Yaratılışı
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Kulluk, Yaratana Yapılır
Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
"Ey nâs (ey insanlar)! Sizi ve sizden öncekileri halk eden/yaratan Rabbinize ibâdet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz." (2/Bakara, 21)
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
"Halk" kelimesi, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve benzere dayanmaksızın bir şeyi ibdâ etmek manasında kullanılır. Arap dilinde halk, önce geçmiş bir örneğe dayanmadan bir şeyi icad etmek, yoktan var etmek, yaratmak anlamında kullanılmıştır. Halk, bir şeyden bir şey icad etmek, yapmak manasına da gelir. 6/En'âm, 101 ayetindeki göklerin ve yerin yaratılması (ibdâ/yoktan var edilmesi anlamında kullanılırken; "İnsanı nutfeden yarattı." (16/Nahl, 4) ayeti de, bir şeyi, başka bir şeyden icad etmek, yapmak anlamında kullanılmıştır. Şu halde, yaratmak manasına gelen "halk" kelimesinin şu üç manası meydana çıkmış oluyor: "Bir şeyi güzelce ölçüp biçip takdir etmek" ; "yoktan var etmek (ibdâ); "var olan bir şeyden başka bir şey ortaya koymak, icad etmek". Halk kelimesini, Türkçede "yaratmak" kelimesi karşılamaktadır.
"Halk" kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an'da önemli bir yer tutar. Haleka kökü Kur'an'da 259 yerde kullanılmıştır. Bu kelimenin dışında, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, yaratma anlamının nüansları şeklinde başka kelimeler de Kur'an'da zikredilir. Bunlar: Bedee, fetara, berae, felaka, zerae, enşee, ceale, savvera, sevvâ, ehyâ, sanea, feale, ahrece, eâde, enbete, a'tâ, vehebe, elkaa, vedaa, enzele kelimeleridir.
Birçoğumuz "Allah yaratmıştır, Allah yarattı" der, geçeriz. Bu sözler, derinden hissedilerek, üzerinde düşünülerek, manaları idrak edilerek söylenmesi gereken sözlerdir. Yaratma işi, öyle kolayca söylenip geçilecek bir kavram değildir. Akıllı bir varlık olan insan, pek çok önemli konuda olduğu gibi, yaratma kavramını idrak hususunda da gâfil davranmaktadır. Halbuki ilâhî hitâba mazhar olan insan, Allah'ın münzel ayetlerini okuyacak, kevnî ayetlerini tefekkür edecek kabiliyettedir. Allah'ın ayetlerinin yanından umursamaz bir tavırla geçip gitmek, şuurlu insanın davranışı olamaz.
Hâlık ile mahlûku ayırıcı en kalın çizgi, yaratma kavramıdır. Yaratan, yarattıklarının sahibi, mâliki, mün'imi, onların rızık vereni ve besleyenidir. Onlar üzerinde tam tasarruf sahibidir. Bu kavram iyi kavranılmadığı zaman birçok karışıklıklara meydan verilmekte, Hâlik'ın hukuku ile mahlûkun hukuku birbirine karıştırılmaktadır. "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (39/Zümer, 67) ayetinin itâbına maruz kalınmaktadır.
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah'tır
Kur'an-ı Kerim'de halk, yaratma anlamıyla, çokça kullanılmaktadır. "Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır" gibi ifadelerde Allah hakkında vârid olmuştur. "Yaratamazlar, yaratılırlar, yaratıldı, yaratıldılar" tarzındakiler de yaratıklar için kullanılır. Yani onlarda Allah'ın bu vasfının bulunmadığı ifade buyrularak, yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtilir.
Doğrudan doğruya "yaratma" anlamı ifade eden "haleka" kökü, Kur'an-ı Kerim'de 259 yerde kullanılmıştır. Hem fiil, hem isim şekilleriyle çokça geçer. Yaratma anlamına gelen "halk" kökü, Kur'an'da hep Allah'a izafe edilmiştir. Tek istinası, Hz. İsa'dan nakledilen 3/Âl-i İmran, 49; 5/Mâide, 110 ayetleridir ki, buralarda Hz. İsa'ya hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki yaratıcının Allah Teala olduğu, ayetin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır.
Yaratma, Kur'an'da çok geniş bir alana yayılmıştır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz her şey, yaratmanın konusudur. Allah, onların yaratıcısıdır. Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar, hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuş yaratıklardır.
Huluk (ahlak) kelimesi de, halk manasına gelir. Huy anlamında kullandığımız huluk kelimesi, 26/Şuarâ 137 ve 68/Kalem, 4. ayette geçmektedir. Halk, gözle görülen hey'et, şekil ve suretlere tahsis edilmiş; huluk ise, basiretle idrak edilen kuvvet ve seciyyelere tahsis edilmiştir.
El-Hâlik, el-Hallâk, Kur'an'da zikredilen esmâü'l-hüsnâ/Allah'ın isimlerindendir. El-Hâlik'ın anlamı şudur: Cenab-ı Hak, mutlak manada yaratıcıdır. Yaratıcılığı, görülen - görülmeyen, bilinen - bilinmeyen, varlık namına ne varsa, hepsini kapsar. El-Hallâk, Hâlik ism-i failinin mübalağalı şeklidir. Mübalağa, tekerrür ifade eden fa'âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan manasını ifade eder. Durmadan yaratan, demektir.
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
"Allah, her şeyin yaratıcısıdır" hükmünü Kur'an'dan alıyoruz. Allah, bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. "Allahu hâliku külli şey" ve aynı anlama gelen ifadeler birçok âyette tekrarlanır. (Bkz. 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62) "De ki: 'Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, hâkim olan (her şeye üstün gelen)dır." (13/Ra'd, 16)
Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren ayetler, çok geniş bir anlam ifade ediyor. Allah, "bütün eşyanın hâlikı, hayır şer, iman küfür, her şeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır." O, aynı zamanda, evvelce her şeyi yarattığı gibi, bundan böyle ve gelecekte de her şeyin yaratıcısıdır. İlahlık, mâbudluk da; ibdâ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır. Ubûdiyete ve ibadete Allah'tan başka layık hiçbir şey yoktur; ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Allah vardır. O halde, biz insanların ibadeti, göklerde ve yerde bulunanların ibadeti, O'na tahsis edilmelidir. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Yaratılanın görevi de Yaratan'ını ibadette tek kılmaktır. Yaratıcı kim ise, ibadet edilmek de O'nun hakkıdır. "Rabbiniz Allah işte budur. O'ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir." (6/En'âm, 102) "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi korumuş) olursunuz." (2/Bakara, 21)
Allah, dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman, ona sadece "ol" der, o şey hemen oluverir. Allah, sebeplerini ve maddesini bulundurarak yarattığı gibi, bunlar olmadan da bir defada yaratmaya kaadirdir. "Dedi ki: 'Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?' ' Allah böylece dilediğini yapar' dedi. 'Bir şey(in olmasını) istedimi, ona 'ol' der, o da oluverir." (3/Âl-i İmran, 47) Bu ayette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına dair muzâri sigasıyla birçok ayet gelmiştir. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır." (28/Kasas, 68) Allah, dilediğini dilediği gibi yaratır. Allah, gökleri bir asıl/benzer olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Adem'i topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi, veya o ikisinden diğer insanları yaratması gibi.
Allah, bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yarattı." (16/Nahl, Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O'na mahsustur. "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra (emri), arş üzerine hükümran oldu. (O,) geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!" (7/A'râf, 54) Karşı durulmayan bütün emr O'nundur; O'ndan başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır.
Hz. Musa'ya Firavun'un sorduğu soruyu ve Hz. Musa'nın cevabını nakleden şu ayet-i kerimeler, Cenab-ı Hakk'ı en bâriz vasfıyla tanıtır: "(Fir'avn) 'Rabbiniz kim ey Musa?' dedi. (Musa:) 'Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir' dedi." (20/Tâhâ, 50) Görülüyor ki, herşeye hilkatini veren Allah'tır. Bu herşey kavramından hiçbir şey müstesna ve hariç değildir. Herşeye Allah, yaratılışına uygun sureti vermiş, yaratılış, rızık ve tenasül hususunda birbirine benzemez durumlar ihsan etmiştir. Allah, her şeye yetenek dili ile istediği suret, şekil, menfaat vb. hepsini verdi. Kendisine uygun, faydalanmasına, özelliklerine elverişli durum var etti. Mesela, göze görmeye uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun şekli vücuda getirdi.
Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, kâsibdir; Allah hâliktır. "Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır." (37/Saffat, 96)
Allah, görülmeyen varlıkları, soyut nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri, cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız herşeyi ve bunların en ince cihazlarını yaratan Allah'tır. Şu halde Allah, mutlak yaratıcıdır, el-Hâliktır. Herşey onun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya ıztırarî olarak (isteyerek veya zaruret icabı, mecburen) yaratıcısını tanıma ve O'nu yüceltmektir.
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
Allah, gördüğümüz yer, gökler ve onların içindekileri yarattığı gibi görünmeyen nice varlıkları da yaratmıştır. Bizim bilmediğimiz yaratıklar yanında, görmediğimiz halde vahyin bildirdiği meleklerin ve cinlerin niçin, nasıl ve hangi şeyden yaratıldığını nasslardan öğreniyoruz. Bu varlıkların yanında, mücerred/soyut kavramlar sayılabilecek hayatın ve ölümün yaratılması da Kur'an'da önemle vurgulanır.
Allah, ölümü ve hayatı yaratmıştır. "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır." (67/Mülk, 2) Demek ki ölüm ve dirim, insanların imtihan edilmeleri için bir vesile olmak üzere yaratılmıştır. Hayatın yaratılması herkes tarafından kolayca anlaşılabildiği halde, ölümün nasıl bir yaratma olarak tavsif edilebileceği açıklanmaya ihtiyaç duyan bir husustur.
Halk, takdir ve icad eylemek manalarına geldiğine göre, bu fiili burada takdir manasına alanlar olmuştur. Ancak, müfessir ve âlimlerin çoğunluğu, ölümün sırf yokluktan ibaret ademî bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığı haiz, vücûdî bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğuna kaail olmuşlardır. Yani ölüm ile hayatın tekabülünün, yoklukla varlık gibi değil, hareket ve sükûn, birleşme ve ayrılma, kalkmakla yatmak, açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezat karşılığı kabilinden olması gerekeceğini söylemişlerdir. Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün alâkası kesilerek yok olup gitmiyor, ömrünün neticesine göre iyi veya kötü, ya da karışık bir şekilde diğer bir doğuma sevk edilerek acı veya tatlı diğer bir hayatta yüksek veya âdi bir mevki almak üzere ilk önce yaratan varlığa doğru başka bir âleme dönüyor. (1)
Şu halde hayatın dünyaya gelmesi nasıl bir yaratma ve takdirle ise, dünyadan gitmesi de bir yaratma ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. En basit hayat, bitkilerin hayatı olduğu halde, onların ölümü bile hayattan daha muntazam bir sanat eseri olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü, çürüme, bozulma ve dağılma şeklinde görüldüğü halde, gayet muntazam bir kimyevî muameleyle ve ölçülü bir unsurlar birleşimi ile hikmetli bir zerreler şekillenmesinden ibaret bir yoğurmadır.
Çekirdeğin görünmeyen, intizamlı ve hikmetli ölümü, başağın hayatıyla kendini gösteriyor. Demek ki çekirdeğin ölümü, başağın hayatının başlangıcıdır. Hatta hayatının ta kendisidir. Bundan dolayı, şu ölüm de hayat kadar yaratılmıştır, intizamlıdır ve aynı zamanda bir nimettir. Ölüm, aslında dünya görevinden bir terhistir, bir tatildir. Bir yer değiştirme, bir varlık değişimi, sonsuz hayatın başlangıcıdır.
Şu halde ölüm, sonsuz bir yokluğa gömülme, kaybolup gitme olayı değildir. Kur'an'daki ikili anlatım sisteminin bir tezahür şeklidir. Benzer-benzemez, ruh-beden, dünya-ahiret, hayır-şer, cennet-cehennem gibi hayat ve ölüm de birbirinin tekabülü/karşılığıdır; bir yaratma konusudur ve bir nimettir.
İlk İnsanın Yaratılışı
Cenab-ı Allah, yeri, yerdeki bütün canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra, yaratmanın altıncı günü/devri, ilk insan ve ilk peygamber, beşerin atası Hz. Adem'i topraktan yaratmıştır. İnsanın yaşaması için gerekli herşeyi yaratıp, yaşamaya uygun ortamı hazırladıktan sonra insanı yaratmıştır. Allah, yaratmanın uzun altı devrinde herşeye en mükemmel şeklini vermiş, hatta insan için toprakta taşkömürü, petrol ve doğal gaz vs. gibi enerji depo etmiştir. Bunlar, milyonlarca uzun yıl süren yaratma çağlarında hazırlanmış ve müstekar şeklini almıştır. Bu kurulu nizama idareci, hâkim ve halife olmak üzere Yüce Allah insanı yaratmıştır. Elbette bütün bunlar, bir gayeye yönelmiş icraatlardır. İnsan, bu yaratıkların en sonuncusu ve en mütekâmili-dir. Bu kurulu kâinat, insanın hizmetine verilmiştir.
Allah, insanı topraktan yaratmıştır. Bu gerçek, pek çok ayet-i kerimede ifade buyrulur. "O'nun ayetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz." (30/Rûm, 20) (İnsanın topraktan yaratılması ile ilgili diğer ayetler olarak, bkz. 3/Al-i İmran, 59; 18/Kehf, 37; 22/Hacc, 5; 35/Fâtır, 11; 40/Mü'min, 67)
Modern ilim, insan vücudunun, yeryüzünün içerdiği elementleri kendisinde topladığını ispat etmiştir. Toprağın taşıdığı elementler şunlardır: Karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerin, insanda da değişik oranlarda yer aldığını görüyoruz. Bu oran, topraktan toprağa değiştiği gibi, insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer parça hepsinde bulunmaktadır. (2)
İnsanın yaratılışındaki cevher, maddî ve manevî suretinde ve sîretinde, yani bedenî terkibinde ve manevî huy ve kabiliyetlerinde etkisini gösterir. Nitekim toprağın cevherinde ağırlık, sükûnet, yumuşaklık, sebat ve teennî vardır. Bu özellikler, insanların manevî suretlerinde tecelli etmiştir.
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber, beşeriyetin atası Adem (a.s.)'ı yarattıktan sonra, onun eşini de Adem'den yarattı. "Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbiniz'den korkun. " (4/Nisa, 1) "O'dur ki, sizi bir tek nefisten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti." (7/A'râf, 189) Bu ayetlerdeki nefsle muradın Adem (a.s.), eşinin de Havva annemiz olduğu açıktır. İnsanlığın anası Havva'nın yaratılış şekli Kur'an'da belirtilmez. Rivayetlerde Havva validemizin, Adem (a.s.)'ın en kısa sol eğe kemiğinden yaratıldığına dair haber verilmekte ise de, bu rivayetlerin sıhhati ve sahihse gerçek mi yoksa mecazî anlamda mı olduğu kesin değildir. Keyfiyet bizce meçhuldür.
Allah, insanları dört tarzda yaratmıştır: 1- Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Adem gibi, 2- Anasız babasız, erkekten dişi yaratmış, Havva annemiz gibi, 3- Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. İsa'nın babasız yaratılması gibi, 4- Diğer insanları da bir ana ve bir babadan, Adem ile Havva'dan yaratmıştır. Bu şekil ve suretlerle Cenab-ı Allah dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir. Hz. İsa'nın yaratılışı hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah yanında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra 'Ol' dedi, o hemen oluverdi." (3/Al-i İmran, 59)
İlk insan Adem (a.s.) ve eşi Havva anamız yaratıldıktan sonra bu ikisinden tüm insanlık erkekli dişili yaratılagelmiştir. Zürriyeti tenasül yolu ile devam etmektedir. Artık insanlar bir erkek ve bir kadının soyundan yaratılmaktadırlar. Adem (a.s.)'ın zürriyetinin bir erkek ve bir kadından yaratılışı da yine hârika safhalar arzetmektedir.
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alaka (embrio)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabileyet)lerinize ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (Çocukluğunuzdaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (22/Hacc, 5)
"Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embrio)ya çevirdik, alaka (embrio)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (23/Mü'minun, 12-14
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratmadan yaratmaya (nutfeden alakaya, alakadan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl (O'na kulluktan şirke) çevriliyorsunuz?" (39/Zümer, 6)
"O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?" (32/Secde, 7-9)
Bu ayet-i kerimeler, modern embriyoloji bilgisiyle tasdik edilmektedir. Döllenme esnasında erkek, 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Kur'an'da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimi ile hareket eder. Kadının ovariumuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık aşılar. Aşılanmış yumurtacık, ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye başlar. Böylece Kur'an'ın belirttiği gibi nutfe, kan pıhtısına benzer bir şekil alır, bu uzun biçimi alan cenin, kırk gün kadar böyle alaka halinde kalır. Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklaşır. Ne olduğu belli belirsiz bir çiğnem et parçası gibi bir görüntü kazanır. Alaka, çiğnenmiş et şekline konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm. den fazla olmayan mudğanın hacmi, böylece elli katına, ağırlığı da sekiz bin katına çıkar. Bundan sonra mudğa, birçok hücrelere
bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, ceninin belirli bir parçasını yapar. Mü'minun suresinin 13. ayetinde belirtildiği gibi, insanın ana rahminde yaratılışı nutfe ile başlar. Nutfe alakaya, alaka mudğaya döner. Mudğanın içinde teşekkül eden kemikleri, adale dokusu sarar. Yüce kudret, böylece insanı yaratır. (3)
Rahmin üç zulumâtını (karanlıklarını) "sulb, rahim, batın" şeklinde açıkladıkları gibi, batın zulmeti, meşîme zulmeti, rahim zulmeti diyenler de vardır. (4) Rahim, dıştan içe doğru üç doku ile yapılmıştır. Parametrium, miometrium, endometrium dokuları. Bu dokular ışık, ısı ve su geçmez zarlarla sarılmıştır. Kur'an, ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor, insanın üç zulmet içinde yaratıldığını söylüyor. Ne yüce söz, ne ebedî mûcize! (5) Cenab-ı Hak, insanda erkeğin beli ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkan (86/Târık, 7) insan suyunu yaratmıştır (59/Haşr, 59). Erkeğinkine Kur'an'da meni, nutfe ve mâ-i dâfık (atılgan su) (86/Târık, 6), mâ-i mekîn (hakir, âdi su) isimleri verilir. Onu karar-ı mekîn (sağlam bir karar yeri) denilen rahimde yerleştirmiştir. Yukarıdaki ayetlerde belirtilen insan neslinin, yaratılma safhalarından geçirilerek insan şeklinde hilkati tamamlanmıştır.
Rahimde cenine ruh üfürülüşünü, 22/Hacc suresi 5. ayette geçen "bir başka yaratılış" olarak tefsir edenler vardır. Yaratılış safhalarını şöylece izah ederler: Her biriniz önce nutfe olur, sonra alaka (embriyo), sonra bir çiğnem et olur. Sonra yine yaratır da et, kemik, sinir ve damar olur ve ona ruh üfürülür de başka bir yaratık haline gelir. (6) Rahimdeki yaratılış safhalarını açıklayan bir de şu hadis-i şerif dikkat çekicidir: "Abdullah ibn Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: 'Bize daima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasulullah (s.a.s.) şöyle anlattı: "Sizden birinizin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde toplanır. (Erkekle kadının suyu birleşir, sonra bu kadar zamanda alaka olur, daha sonra bu kadar günde) bir çiğnem et halini alır, sonra melek gönderilir de ona ruhu üfürür ve ona dört kelime ile, yani rızkını, ecelini, amelini, saîd mi şakî mi olduğunu yazmakla emredilir." (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, M. Sofuoğlu, VIII, 114)
Şu halde, insan neslinin ana rahminde yaratılışı da, çamurdan ilk insanın yaratılması gibi safha safha cereyan etmektedir. Hatta bu ikisinde de benzer yanlar vardır. Orada "çamur sülâlesi" bu ikinci durumda nutfe halini almıştır ki, Araplar "selile" diye hem çocuğa, hem nutfeye diyorlar. Sülâle ve selîle kelimelerindeki lafız benzerliği de dikkat çekicidir. Suyun hepsinden çocuk olmaz. Her iki durumda da hilkat belirlenip tamamlandıktan sonra yeni bir yaratılış veren ruh üfürülüyor. Cenine ana rahminde hadisin beyanına göre 120 günlük iken ruh üfürülüyor. Allah, ilk insanı çamurdan şekillendirdiği gibi, onun nesline de, ana rahminde şekil belli belirsiz bir çiğnem et parçasıyken dilediği şekli vererek, onu dilediği gibi düzeltip denkleştirdikten sonra en son şeklini veriyor. Allah dilediği gibi güzellik, çirkinlik, erkeklik, dişilik bakımından onu tesviye eder, en yakın cedlerinden ta Adem (a.s.)'a kadar çeşitli suretlerden birinin suretine benzetir. "O (Rab) ki, seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkibetti." (82/İnfitar, 7-8)
Yüce Allah, insan olmak bakımından tüm organlarıyla insanları birbirine benzer yaratmış, aile hususiyetleriyle, veraset yönüyle de ikinci derecede bir benzeyiş halinde yarattığı halde, asla iki ferdi birbirinin aynısı yapmamıştır. Bütün bu derece derece benzerlikler içinde tıpatıp benzemezlik var. Birbirine en çok benzeyen ikizlerin bile yine çok farklı, benzemez tarafları görülür. Yüce kudret, üstün irade ve ihtiyarını yalnız insanlarda değil; tüm yaratıklarda böylesine dakik olarak göstermiştir. Bu durumun bir de, duygular, kabiliyetler gibi manevî suretlerde de aynı şekilde tecellisini düşünürsek, Allah'ın yüceliği ve büyük sanatkârlığı karşısında hayretlerimiz ve saygımız zirveye çıkar. "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) rızıklarla besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?" (16/Nahl, 72)
Görüldüğü gibi insanın nesli de tavırdan tavıra geliştirile geliştirile, her safhada yeni unsurlar ilave edilip yeni mahiyetler verilerek yaratılmıştır. Nihayet ruh üfürülecek kıvama getirilip yeni bir yaratılışla insan olmuş, görüp işitir, düşünür, hitaba layık, şuurlu bir varlık haline gelmiştir. "(O) Allah'tır ki sizi za'ftan yarattı (pek zayıf bir kökten, spermadan yarattı. Başlangıcınız çok zayıf bir madde idi. Kökünüz pek cılızdı). Sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi (güçlü kuvvetli delikanlılar oldunuz). Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. (Allah) dilediğini yaratır. O, bilendir, gücü yetendir." (30/Rûm, 54)
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Allah, her varlığı, ifâ edeceği vazifeye uygun şekilde yaratmıştır. İnsanı yeryüzünde halife, hâkim ve Cenab-ı Allah'ın kanunlarının yeryüzünde tatbikçisi, O'na kulluk vazifesinin ihtiyarî olarak imtihanını verecek bir varlık olarak yarattığı için, görevleriyle mütenasip kabiliyetler ve organlar vermiştir. "O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (32/Secde, 7). Allah, "ahsenü'l-hâlikîn: yaratanların, takdir edenlerin, yapanların en güzelidir. (Bkz. 23/Mü'minun, 14; 37/Saffat, 125). "Allah odur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızıklarla besledi. İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah ne yücedir!" (40/Mü'min, 64). "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (95/Tîn, 4). "Göklerde ve yerlerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir." (64/Teğâbün, 4)
Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhanî bakımdan, insan en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Organlar, görecekleri vazifelere uygun şekilde hikmetinin iktizasınca yaratılmıştır. Bu güzellik, belinin doğru ve dik oluşundan, endamının güzelliğinden Allah'ın isim ve sıfatlarına tecelligâh olmasına kadar, her husustadır. İnsanın görevi, yeryüzünde ifa edeceği ilâhî emaneti yüklenmek ve gereğini yerine getirmek olduğu için, insan Allah'a nisbeti yönüyle büyük bir kemal ifade eder. İnce düşünen, insanın inceliklerinde ve sırlarında nazarlarını dolaştıran herkes görür ki, insan, gayb ve şehadet âleminin birleştiği yerdir, kâinatın özüdür. "Andolsun biz Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." (17/İsrâ, 70) İnsan, Allah'ın emrine uyarsa yücelerin yücesine çıkar; nefsanî ve şeytanî duygularına kapılır giderse hayvanlardan daha aşağıya, aşağıların aşağısına düşer. İnsan, cismanî ve ruhanî pek çok kabiliyetleriyle ebediyete namzet bir varlıktır. İnsana ait bütün bu özellik ve güzellikler, Allah'tandır, Allah'ın yaratıcılığındaki ihtişamlı sanatının göstergesidir.
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır
"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir." (2/Bakara, 29). Allah, yalnız yerde bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, gökleri ve gök cisimlerini de insana hizmet için görevlendirmiştir. "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyi size boyun eğdirdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç, görülen görülmeyen, bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi. Yine de insanlardan kimi var ki, ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31/Lokman, 20). "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45/Câsiye, 13)
Bu kâinatın kendisi için yaratıldığı insan da, Allah'a kul olmak için yaratılmıştır. "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk/ibadet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyat, 56). "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." (2/Bakara, 21)
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Yaratıcılık, Yüce Allah'ın sıfatıdır. O'nun yaratıcılık sıfatı, elbette tecelli edecektir. Yüce Allah, sadece hâlık, yaratıcı değil; aynı zamanda hallâktır. Yani devamlı ve tekerrür halinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma, Allah'ın işidir. Yaratıcılık O'ndan ayrılmaz bir vasıftır. Allah, el-hallâktır, mutlak manada yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık, O'nun zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka başka şeyler de yaratır. Yaratması, bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar, Hâlik ve Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır. "Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor (dönüp yeniden yaratıyor). Bu, Allah'a göre kolaydır." (29/Ankebut, 19) Bu ayette, öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir.
İradesi, hiçbir kayda bağlı olmayan Allah, dilediği zaman, hikmeti gereğince yaratır. "Biz, birşeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir; derhal oluverir." (16/Nahl, 40) Bu ve benzeri ayetlerle (2/Bakara, 117; 3/Al-i İmran, 47, 59; 6/En'âm, 73; 36/Yâsin, 82; 40/Mü'min, 68) "yekûnu" fiilinin zamanının muzâri oluşu, açıkça bize bu fiillerin şimdiki zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyor. Yani her an, Allah'ın "ol" dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor. "Göklerde ve yerde bulunanlar, (herşeyi) O'ndan isterler. O, her gün (her an) yeni bir iştedir, kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hali giderir, başka haller getirir." (55/Rahman, 29) Allah, evreni yaratmış ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü, "yaratma ve emir O'na mahsustur." (7/A'râf, 54) Hatta Allah, yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor da. "Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz." (51/Zâriyat, 47) Galaksiler, birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir. (Bkz. 13/Ra'd, 41; 21/Enbiya, 44) "O, yaratmada dilediğini arttırır." (35/Fâtır, 1). Bu keyfiyet, artık bugün bilimin de tespit ettiği bir gerçektir. Evren, yeni yaratmalarla genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücuda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından başka bir şey değildir. "Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." (39/Zümer, 6) "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor." (16/Nahl, Yaratma, bir zaman olup bitmiş bir vak'a değil; Allah'ın iradesiyle devamlı tekerrür etmekte olan bir hadisedir. Çünkü Allah, evreni bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir usta değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda tam tasarruf eden, dualara icabet eden, mazlumun âhına yetişen, her an fa'âl, hay, kayyum, terbiye edip yetiştiren, olgunlaştıran, gözeten rab, her an bir işte olan, her türlü kemalin kaynağı olan yüce Zâttır. "Allah dilediğini yaratır, O bilendir, gücü yetendir." (30/Rûm, 54)
Kulluk, Yaratana Yapılır
Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibadete lâyık olan da O'dur. "Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O'na döndürüleceksiniz." (36/Yâsin, 22) "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun." (4/Nisâ, 1) Ondan başka ibadete lâyık mâbud da yoktur. "Semud (kavmin)e de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. (O), herşeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O herşeye vekildir." (6/En'âm, 102) Bu ayetlerde hep "Allah'a ibadet edin" emrinden sonra, yüce Allah'ın yaratıcı oluşu ifade ediliyor. Bunlar çok açık olarak gösteriyor ki, ibâdet, yaratana yapılır. Kulluk edilmeye lâyık olan, yaratan Zâttır. Bu vasfa sahip olan Allah'tan başa hiçbir varlık olmadığına göre, O'ndan başka ilâh, O'ndan başka tapılmaya lâyık bir varlık yoktur.
Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur
Yaratıcılık sadece Allah'a mahsus bir vasıftır. Yaratıcı olmayan ise, ilâh olamaz. O halde tek Yaratıcı vardır, o da Allah'tır. Mahlûklar, ancak mevcut şeylerde başı değişiklikler yaparlar. Kendileri tarafından bilinmeyen bazı yeni şeyleri keşfedebilirler. Bu hareketler yaratma değildir. Yaratılanlara, yine Allah'ın verdiği kabiliyetlerle, kâinatta zaten mevcut olan bir şeyden, örtüyü açmaktır. Halbuki o şey, Allah tarafından, keşfedildiği gibi yaratılmıştır.
Mahlûklara, bilhassa insanlara Türkçede yaratma kavramının izafe edilmesi, müslümanların sadece Allah'a tahsis ettikleri bir kelimedeki kudsiyeti ortadan kaldırmak, dinî bir tabiri yerinden kaydırmak suretiyle, Allah ile yaratma kavramının ilgisine şüphe düşürmek ve sanki başka yaratıcılar da varmış intibasını uyandırmak ve yerleşmiş bir dinî kavramı dejenere etmek niyetine dayanmaktadır. Kelimeler ve kavramlar, manaların kalıpları olduğuna göre, bu kelimenin müslümanların hâfızasında delalet ettiği anlam bir itikad konusu olduğu için, bu itikadı sarsmak gayesi güdülmektedir. Ne yapılırsa yapılsın, tek ve gerçek yaratıcı Allah'tır. Yaratma nisbet edilen yaratıklar, asla bir şey yaratmamaktadırlar.
Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir. Oysa sadece Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece "ol" demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan. Bunca âciz ve yaratılmış olmalarına rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, sahte ilahlar, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar. (Bkz. 22/Hacc, 73). İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibarettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; belki sembolik ve mecazi anlamda söylenebilir. İnsana gerçek anlamda yaratıcılık atfetmek, onu ilah yerine koymaktır. (7)
Bâtıl tanrılar, bir şey yaratamazlar. Allah'ı tanıtıcı en bâriz vasıf, Kur'an'a göre yaratıcılıktır. Yaratıcı olmayan şeyler, tanrı olamayacağı için Kur'an, şirkin kapısını ta baştan
kapatmaktadır.
"De ki, Sizin, koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" (10/Yûnus, 34)
"De ki, siz Allah'tan başka yalvardığınız şu ilahlarınızı gördünüz mü? Bana gösterin (bakayım), onlar yerden hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerin yaratılmasında (Allah'a) ortaklıkları mı var? (35/Fâtır, 40). "Hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allah'a) ortak mı koşuyorsunuz?" (7/A'râf, 191). "Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O, Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. İsteyen de âciz, istenen de (yani puta tapan da âciz, put da)." (22/Hacc, 73). Allah'ın ülûhiyet hakkını birtakım canlı cansız şeylere vermek, Allah'a karşı büyük bir zulümdür. "Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" (16/Nahl, 17)
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
Yaratmayı ilk defa başlatıp meydana çıkaran ve bu varlık nizamını kuran Allah, ikinci yaratmayı da elbette yapmaya kaadirdir. "O gün, göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıysak, onu yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız." (21/Enbiyâ, 104). "İlk yaratma ile âciz mi kaldık ki (yeniden yaratmayalım)? Doğrusu onlar, yeni bir yaratmadan kuşku içindedirler." (50/Kaf, 15). İlk yaratma, ikinci yaratmaya da delildir. İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi, veya ikinci yaratmadan şüphe içinde olması bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek akıllıca bir iddia değildir. İlk yaratmayı, yani dünya hayatını inkâr etmekse, kişinin kendisini inkâr etmesi manasına gelir. Şu halde her iki yaratmaya da iman etmek zaruridir. "Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır." (30/Rûm, 27)
Allah, yaratmadan asla yorulmaz. Yaratma, O'ndan ayrılmaz bir vasıftır. "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye kaadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye kaadirdir." (46/Ahkaf, 33). Çünkü tabii olarak bakıldığı zaman, ilk yaratılış tabiatın hilafına iken, ikincisi, yani diriltme, tabii olmuş olur. Kendisini bilen herkes bir zaman yok iken var olduğunu bilir.
Yaratma kavramını bütün açıklığı ile anlamak, ilk yaratmayı ve sonunu (diriltmeyi) idrak etmekle olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var olan bir şeyin yok olduğunu görmek de, tabiat safsatasını yaratılışın ayetleriyle anlamaya yeter. Cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta akıl sahipleri arasında bile, yaratmayı ta başından yapıp sonra yok edecek hiçbir fert ve grup yoktur.
Makineyi yapan sanatkâr, makinenin içinde aranmaz. Sebepler, yaratıcı olamaz. Sade dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden ölü, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken, sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk insanı, ilk hayvanı ihdas edivermek gibi, yaratmanın ilk madde ve suretine, ilk miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma, Yaratıcının zât ve sıfatından başka hiçbir ön şart ve sebebe bağlı değildir. İşte böylesine ilk defa yaratan, yarattığını iade eder, sonuna vardırır. Ölüleri diriltir. Allah böyle önceye de, sonraya da hâkimdir. (8) *
1- Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. VII, s. 5156
2- Seyyid Kutub, Fi Zılali'l- Kur'an; Allah ve Modern İlim, 117
1- Hak Dini Kur'an Dili, El. Hamdi Yazır, Eser Y. c. 4 s. 2712-2716, c.6 s. 4116-4117, c.7 s. 5154-5187
2- Kur'an-ı Kerim'de Yaratma Kavramı, Veli Ulutürk, İnsan Y.
3- Yaratılış Olayı, M. Sait Şimşek, Beyan Y.
4- Kur'an Işığında Yaratılış Konuları, Sakıp Yıldız, D.İ.B. Y.
5- Yaratılış ve Ötesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa; Sadeleştiren: Ali Turgut
6- İlim, Felsefe ve Din Açısından Yaratılış ve Gayelik, Hüseyin Aydın, D.İ.B. Y.
7- İnsan, Kâinat ve Ötesi, A. C. Morrison'dan Bekir Topaloğlu, Dergâh Y.
8- Atom, Ümit Şimşek, Yeni Asya Y.
9- İnsan ve Hayat, Haluk Nurbaki, Yeni Asya Y.
10- Atomlar Konuşuyor, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
11- Atomdan Hücreye, Münip Yeğin, Yeni Asya Y.
12- Hayat Dediğimiz Sır, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
13- Hücreden İnsana, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
14- İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz Türdav Y.
15- Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
16-Yaratılış ve Darwinizm, Abdullah Aymaz, T.Ö.V. (Akyol Neşriyat)
17- Yaratılış ve Evrim Teorileri, H. Mustafa Genç, Beyan Y.
18- Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Vural Y.
19- Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y.
20- Enerji ve Hayat, Ayhan Songar, Yeni Asya Y.
21- Ekoloji, Yılmaz Muslu, Yeni Asya Y.
22- Big Bang, Kâinatın Doğuşu, Ümit Şimşek, Yeni Asya Y.
23- Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 102-103
24- Atomdan Hücreye, Münip Yeğin, Yeni Asya Y.
25- Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s . 192-198, 316-318
26- İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 313
27- İslam Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 15, s. 303-304
28- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 163-165
29- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 172-177
30- İslam'da Allah İnancı, Said Havva, Hilal Y. s. 23-120
31- Esmaül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 62-63
32- İlmin Işığında İslamiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 65- 108
33- Kur'an ve Kâinat Ayetleri, Fethullah Han, İnkılab Y. s. 231-322
34- Kur'an-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 24-63
35- Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 12-13
KONU:
1. ALLAH HER ŞEYİ BİR ÖLÇÜYE GÖRE YARATMIŞTIR
a) Bu Konuyu Öğrenmek Bize Neler Kazandıracak?
1. Kaza ve kader kavramlarını açıklayacak,
2. Allah'ın her şeyi bir ölçüye göre yarattığına örnekler vereceksiniz.
b) Bu Konuda Hangi Kelime ve Kavramları Öğreneceğiz?
Yaratmak
Ölçülü yaratmak
Evren
c) Bu Konuya Nasıl Hazırlanacağız?
"Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır" cümlesinden anladıklarınızı yazınız.
Evrendeki düzene ilişkin gözlem ve araştırmalar yaparak, elde ettiğiniz bilgileri not ederek sınıf ortamında paylaşınız.
ANLATIM
1. Alah Her Şeyi Bir Ölçüye Göre Yaratmıştır
Yaratmak ne demektir?
Yaratmak ölçüp biçmek, yoktan var etmek, bir şeyden başka bir varlık yapmak anlamına gelir. Allah'ın "yaratma" sıfatı vardır. Allah'ın yaratma sıfatı "tekvin" kavramıyla ifade edilmiştir. Allah evrendeki her şeyi tekvin sıfatının gereği olarak yaratmıştır. Kur'anıkerim'de geçen "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır... Her şeyi o yaratmıştır." (En'am suresi 101) ayeti bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldıklarını ifade etmektedir. Çünkü yaratmak sadece Allah'a özgüdür. O, bir şeyin olmasını istediğinde sadece ona ol demesi yeterlidir.
Allah her şeyi niçin bir ölçüye göre yaratmıştır?
Allah evrende yarattığı her varlığı belirli bir ölçü içinde, özenle yaratmıştır. Bu nedenle Allah'ın yarattığı varlıklarda güzellik, uyum ve denge vardır. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir: "... Her şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah'tır" (Furkan suresi, 2) "...Onun katında her şey bir ölçü (miktar ) iledir.(Rad suresi, ayet " Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, ayet 49) Allah, evrendeki yarattığı her varlığa yapacağı işe uygun yapı, biçim, özellik ve yetenek vermiş; onların yaratılışını bir takım amaç ve hikmetlere dayandırmış, boş ve yersiz hiçbir şey yaratmamıştır. Bu konuda Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
"Biz gökleri yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve bir eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları hak ve hikmetle yarattık." (Duhan suresi, 38-39. ayetler) "Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya evreler koyan Allah'tır. Allah, bunları boş yere yaratmamıştır. O, ayetlerini düşünen bir toplum için ayrıntılı olarak açıklıyor." (Yunus suresi, 5)
Allah her şeyi belirli bir ölçüye göre yaratmıştır
Yaratma
Kurallar
Uyum
Düzen
Canlı varlıklar
Cansız varlıklar
Tabiat olayları
Yer çekim yasası
Evrenin genişlemesi
Suyun kaldırma kuvveti
Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi
Dünyanın kendi eksine etrafında dönüş hızı
Ayın dünyaya olan uzaklığı
Atmosfer tabakasının kalınlığı
Havadaki gaz miktarı
Mevsimlerin sürekliliği
Gece ile gündüzün birbirini izlemesi
Su döngüsü
Yeryüzünde yaşamın oluşması
Allah'ın her şeyi bir ölçüye göre yarattığına örnekler
Evrende mükemmel bir düzen ve uyum vardır. Yüce Allah, yaratmasındaki mükemmelliği, evrende var olan düzen ve uyuma Kur'an'da şöyle belirtmektedir: "Rahmanın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak(düzensizlik) görüyor musun?" (Mülk suresi, 3. ayet)
Dünyanın kendi eksine etrafında dönüş hızı, ayın dünyaya olan uzaklığı, atmosfer tabakasının kalınlığı, havadaki gaz miktarı vb. evrende mükemmel uyum olduğunu gösterir. Kur'an'ın işaret ettiği ölçülü yaratılış ile ilgili bilimsel gerçeklerden bazıları şunlardır:
Dünya kendi ekseni etrafında saatte bin mil hız yapar. Eğere böyle değil de saatte yüz mil hız yaparak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan daha uzun olurdu. Bu durumda bitkiler gündüz yanar, kalan olursa da onlarda donardı.
Ay, dünyamıza şimdiki noktasından 50 bin mil ötede olsaydı, yeryüzünde med-cezir(gel-git) olayları sonucunda bütün kıtalar günde iki defa su altında kalırdı.
Dünyamızın çevresini saran atmosfer tabakası biraz daha ince olsaydı, atmosferde yanıp parçalanan binlerce meteor, o zaman dünyamıza rahatlıkla ulaşabilir ve her şeyi yok ederdi.
Mevsimlerin sürekliliği, gece ile gündüzün birbirini izlemesi, su döngüsü, yeryüzünde yaşamın oluşması da evrende mükemmel bir düzenin olduğunun en açık delilidir
Bu konuyla ilgili ayetlerden bazıları şunlardır
"O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler" (Enbiya suresi, 33. ayet)
"Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir." (Rahman suresi, 5. ayet)
"Gece ile gündüzün ard arda gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yeryüzünde yarattığı şeylerde, Allah'a karşı gelmekten sakınan bir toplum için deliller vardır." (Yunus suresi, 6. ayet)
"Gökten uygun ölçüde yağmur indirip, onu yeryüzünde durdurduk." (Müminun suresi, 18. ayet)
Allah'ın her şeyi bir ölçüye göre yaratmasının bizim için önemi nedir?
Evrende var olan her şeyin belirli bir ölçüye göre, belirli bir düzen içinde ve bir amaca bağlı olarak yaratıldığını kavrarız. Bu durum bizim Allah'ın varlığını, birliğini, gücünü kudretini görmemizi sağlar. Çevremizde gördüğümüz bu delillerden hareketle bilinçli bir mümin haline gelmemize yardımcı olur.
Allah'ın her şeyi bir ölçüye göre yaratmasıyla ilgili olarak bize düşen görev nedir?
Kur'an, sık sık evrendeki ölçü ve dengeyi hatırlatarak, bunlar üzerinde düşünmemizi, dersler çıkarmamızı ister. Bu anlamda bize düşen görev, Allah'ın evrende koyduğu ölçü ve denge üzerinde düşünmek, incelemek, varlıklar âlemi için yararlı bilimsel çalışmalar ortaya koymaktır. Ayrıca Allah, evrende düzensizlik ve kargaşa ortamı oluşmaması için denge koymuştur. İnsan da evrendeki düzen ve ahengi bozacak davranışlardan kaçınmalıdır. Çünkü yeryüzündeki hayat Allah'ın yarattığı bu düzen sayesinde sürmektedir. (Anlatım: Osman Ay)
KONUYU ANLADIK MI?
Yaratmak ne demektir?
Allah'ın her şeyi bir ölçüye göre yarattığını açıklayınız.
"İnsan vücudu beynin denetimi altındadır. Kafatasınızın içinde güvenli bir yerde bulunan bu denetim odası, hemen tüm eylemlerinizi yönetir. Düşünme, duyular, konuşma, hareket etme vb her şey beynin denetimindedir." Beyin, Tübitak yay. s.2.
Yukarıdaki bilgi, Allah'ın her şeyi mükemmel ve bir ölçüye göre yaratması konusunda size neler düşündürmektedir? Düşünelim, tartışalım.
Sual: Mecaz olarak da, insanlar için “yaratıcı” demek uygun mu?
Cevap: Yaratmak Allah’a mahsustur. Mecaz olarak da insanlar için yaratıcı demek yanlıştır. (Elektrik ampulünü Edison yarattı) diyenler oluyor. Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison; bunları yaratmamış, sadece yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte, (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır) buyuruldu. (Buhari)
Demek ki, Edison’u da, elektrik ampulünü de yaratan Allahü teâlâdır. Edison’un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi? Yaratıcı; bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)
Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Her var olanı, O yaratmıştır. Maddeleri hareket ettirir. Yerlerini değiştirir. Bir zamandan, başka zamana götürür. Bir halden başka hale döndürür. Akıllara hayret verecek şeyler yaratır. Bir damla nutfeden ve görülemeyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır. Nuh aleyhisselam gibi bir peygamberden; asi, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebu Cehil gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, Hazret-i İkrime gibi bir mümin oğul yaratır. En küçük zerre olan, mikroskopta bile görülemeyen atomun derinliğinde; çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakta fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde güzel kokular, esanslar yaratır. Kuru ağaçta, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır.
Kimya reaksiyonları ve nice fizik ve kimya özelliklerini yaratır. Toprağı bitki haline, bitkiyi hayvan haline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür. Her şeyin tersini de yaptığı gibi, bunun da ters, geri dönen halini yaratır. Bu kâinat fabrikasında her şeyi, hesaplı, düzenli yaratmaktadır. Gelişigüzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesaplı, çok ahenkli bağlılıklar, akıllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, günden güne daha iyi anlaşılmaktadır.
Allahü teâlânın, hiçbir işinde ortağı yoktur. Her varlığın yaratıcısı yalnız Odur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
(Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]
(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka ortağının bulunmadığını bildirirken, insana yaratıcı denmez.
Yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur
İnsanlar, mahluk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlukudur. Çünkü Ondan başka, kimse bir şey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahluk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alamettir ve ilmin noksan olduğuna işarettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve iradesi ile olmuştur. O işi, yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur.
İnsanların ihtiyari işleri, isteyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allah’ın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyarı [seçmesi, beğenmesi] olmasa, o iş titreme şeklini alır. Kalbin hareketi gibi olur. Halbuki, ihtiyari hareketlerin, böyle olmadığı açıktır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı halde, ihtiyari hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir.
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mesul olur. İşin sevabı ve cezası, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kast ve ihtiyar, işi yapıp yapmamakta eşittir. Kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [enerji] ve ihtiyar vermiştir. Bir işin iyi veya kötü olduğunu da bildirmiştir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini seçecek, iş iyi veya kötü olacak, günah veya sevap kazanacaktır.
Takdir edenlerin en güzeli
Sual: Kur’an-ı kerimde “Ahsen-ül-hâlikîn” ifadesine istinaden, bazı kimseler, insanlar için yaratmak, yaratıcı tabirini kullanıyorlar. Böyle kullanmak uygun mudur?
Cevap: Kur’an-ı kerimde geçen Ahsen-ül hâlıkin ne demektir? Sözlüğe bakılırsa, Yaratıcıların en güzeli demek olduğu, birçok yaratıcı bulunduğu zannedilir. Piyasadaki Kur’an tercümeleri de bundan pek farklı sayılmaz. Onun için sözlükten, Kur’an tercümesinden din öğrenilmez. Muteber tefsirlere, akaid ve fıkıh kitaplarına bakmak gerekir.
İmam-ı birgivi, Vasiyetnamesinde, (Bir kimse, rızık Allah’tandır; fakat, kulun da hareket etmesi gerekir dese, kâfir olur) diyor. Bursalı İsmail Hakkı hazretleri de, Hucet-ül-baliga’da (Hâlık, yalnız Allahü teâlâdır. İnsana yaratıcı demek ilhaddır) diyor. [İlhad, dinden çıkmak demektir.]
Allahü teâlânın, hiçbir işinde, ortağı yoktur. Her varlığın yaratıcısı yalnız Odur. Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi, elemanı yok iken var etmek ve var ettikten sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmaktır. Mesela, insanı, nutfeden, cinleri ateşten yarattığını bildiren âyet-i kerimeler böyle olduğunu bildirmektedir. (Rahman 15, Müminun 12-14)
Hâlık kelimesinin birkaç manası vardır. Esma-i hüsnadan olan Hâlık, yoktan yaratan anlamına gelir. Bu kelimenin şekil veren anlamı da vardır. Bu bakımdan insanlar için yaratıcı tabiri kullanılmaz. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde buyuruluyor ki:
(Ahsen-ül-hâlıkîn, takdîr edenlerin [tasvir edenlerin, şekil verenlerin, suret verenlerin, düzene koyanların yeni tabirle dizayn edenlerin] en güzeli, en iyisi demektir. Çünkü halketmenin hakiki manası, ihtira, inşa ve ibdadır. Bu kelime, yani hâlık, bu âyet-i kerimede takdir eden manasında kullanılmıştır. Çünkü ihtira manasındaki halketmek, Allahü teâlâdan başkası için düşünülmez ki, Allah onların en güzeli, densin.) [C.4/68]
Hâlik-ul-hâlikîn = Hâlıkların hâlıkı, şekil verenlerin şekil vereni anlamında kullanılsa da uygun olmaz. Çünkü Allah’ın isimleri tevkifidir, yani dinin bildirdiği isimler söylenir. Herkes bir tabir uyduramaz. İnsanlar için yaratıcı tabiri kullanılmaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur.
İnsanlara, yarattı yaratıcı demek asla caiz değildir. Allah’tan başkasına, her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek küfürdür. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Nitekim Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yeri yoktan yaratan Odur. Her şeyi O yaratmıştır.) [Enam 101]
(Allah’ın yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yaratmayı birbirine benzer mi gördüler? Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Rad 16]
(Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, benzerlerini de yaratmaya kadir olduğunu düşünmezler mi?) [İsra 99]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. Nasıl aldatılıp döndürülürsünüz?) [Mümin 62]
Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka yaratıcı, başka ortak bulunmadığını bildirirken, yaratıcının çok olduğu nasıl söylenebilir?
Yaratma işinde mecaz olmaz
Sual: Bir mezhebe uymayı kabul etmeyen biri, “İnsan ve diğer mahluklar için mecaz olarak yaratıcı demek küfür olmaz. Çünkü, öldüren Allah olduğu halde, Secde suresinin (Öldürmek için vekil yapılmış melek sizi öldürüyor) mealindeki 11. âyeti mecaz olarak, Allah’tan başkasına da öldürdü demenin caiz olduğunu göstermektedir. Öldüren Allah iken mecaz olarak bir insana bu şunu öldürdü demek caiz olunca, mecaz olarak, bu kimse şunu yarattı demek de caiz olur” diyor. İnsan için mecaz olarak yaratıcı demekte mahzur var mıdır?
Cevap : Mecaz olarak da söylemek caiz olmaz. İnsanları yoktan yaratan ve öldüren Allahü teâlâdır. Bir kimse, birisini öldürse, mecaz olarak bunu ben öldürdüm demesi caizdir. Fakat evlenen bir kimsenin bir çocuğu olsa, çocuk olmasına sebep olduğu için mecaz olarak bunu ben yarattım demesi caiz olmaz. Yaratma işinde mecaz da caiz olmuyor.
Yaratmak nedir?
Sual: S. Ebediyye’de, (Yaratmak, hiç yoktan var etmek veya mevcut şeyleri, fizik, fizyolojik veya metafizik kanunlarla, bir şekilden başka hassalı şekillere çevirmek demektir) deniyor. Buna göre, bilim adamlarının, fizik, kimya kanunları ile meydana getirdikleri yeni bir işe, yaratmak demek caiz olur mu?
Cevap : Hayır, caiz olmaz. Burada, Allahü teâlânın iki türlü yaratması bildiriliyor:
Birincisi: ”Ol” der, o şey var olur. Yani hiç yoktan yaratır. Kâinatın yoktan var edilmesi, hidrojen, oksijen gazlarının yaratılması, böyledir.
İkincisi: Sebepler vasıtası ile yaratmaktır. Allahü teâlâ sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denir. Mesela, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomundan su meydana getirmiştir. İnsanları, hayvanları, bitkileri yaratması da böyledir.
Bilim adamları, oksijen, hidrojen gibi gazları, cıva, bakır, petrol gibi maddeleri yoktan meydana getiremezler. Teknoloji, bilim ne kadar gelişse de bir karınca, bir buğday tanesi yapmak mümkün değildir.
Yaratmak, icat etmek Allahü teâlâya mahsustur. Bilim adamları, yoktan bir şey meydana getiremezler, sadece Allahü teâlânın yarattığı mevcut şeyleri, yine Allah’ın koyduğu fizik, kimya ve biyoloji kanunları ile bir araya getirerek, yeni şeyler bulurlar. Buna da yaratmak denmez, keşfetmek, bulmak denir.
Allahü teâlânın sonsuz kudretini gösteren, insanların yapmalarının mümkün olmadığı işlere birkaç örnek verelim:
1- İnsanlar asırlardır, enerjisiz veya yakıtsız çalışan makine yapmaya çalışmışlarsa da, netice alınamadı. Bu da fizik ve kimya ilmine göre, imkânsızdır. Enerjinin korunumu prensibine göre, enerji şekil değiştirirse de, insanlar tarafından var ve yok edilemez.
2- Katı, sıvı, gaz haldeki bütün maddeler ısınınca, hacimleri büyür, yoğunlukları azalır. Su bu kurala uymaz. Su buz haline gelince yoğunluğu azalır, Su üstünde durur. Azalmayıp buzlar dibe çökseydi, denizlerdeki canlılar yaşayamaz ölürdü.
3- Bir metal atomu, başka bir metal atomu ile birleşemez. İki elementin birleşmesi için farklı elektrik taşıması şarttır.
4- Güneş, dünyadan 149,5 milyon km uzaktadır. Bu mesafe, çok yakın olsa canlılar sıcaktan yanar, çok uzakta olsa, soğuktan donardı. İnsanlar güneşi istedikleri yere getiremezler.
5- Işık hızı, saniyede 300 bin km.dir. Bu hızı insanların aşması imkânsızdır. Bu hız aşılırsa, rölativite [izafiyet] teorisine göre, maddenin kütlesi sonsuza gider. [1/0 [Bir bölü sıfır] sonsuz olduğu için.]
http://www.hakikat.com/dergi/77/77bsyz.html
YARATMAK
HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR
“O’nun İlmi Dışında Bir Yaprak Dahi Düşmez.”
(En’am: 59)
“Göklerin ve Yerin Anahtarları O’nundur.”
(Şûrâ: 12)
Engin Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları, nâmütenâhi nimet ve ikramları sonsuzdur. Herşey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da, öldürmek de O’na âittir. Tesadüf diye birşey yoktur. O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
Tahminciler:
Tahminciler, zanları ile bir şey olacağını tahmin ediyorlar. Oysa Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bindörtyüz sene evvel bunları haber vermiş ve beyan etmiştir.
Şöyle ki, bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği,
Fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği,
Bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgar, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif’lerinde saydığı haller zuhur ettiği zaman, mülkünün yagâne mutasarrıfı olan Hazret-i Allah’ın bu cezalar ile cezalandıracağını haber veriyordu.
Bu Hadis-i şerif’in kapsamına girenler, hadiselerin mânevî müsebbibidirler.
Gerçeği bilmeyenler ise “Şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş.” diyorlar. Onlar mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’yı bilip tanımıyorlar, imanları da yok.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz.” (Fatır: 11)
Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz.” (Fussilet: 47)
O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)
İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.” (Şûrâ: 12)
Her şey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da öldürmek de O’na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
Sonsuz Nimetler:
Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları sonsuzdur. Zâhirî ve bâtınî nimetleri o kadar engindir ki; bir damla kerih su iken insanı en güzel bir biçimde yaratıyor, vücuttaki âzâ nimetlerini yerli yerine koyuyor ve donatıyor, bir de suretini veriyor.
Bir taraftan vücudunla seni var ediyor, diğer taraftan seni en güzel nimetlerle rızıklandırıyor ve mülkünde yaşatıyor.
Sonsuz ihsan ve ikramların sahibi Allah-u Teâlâ’dır. Bu nâmütenahi nimetleri ihsan ve ikram eden Allah-u Teâlâ kullarını bir takım emir ve nehiylerle mükellef kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Kullarına iman etmeleri için emir vermiş, şartlarını koymuş, hudutlarını çizmiştir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlar Allah’ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayın!” buyurmuştur. (Bakara: 187)
Allah-u Teâlâ’nın bu hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere “Hududullah” denir.
Diğer taraftan namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri de İslâm’ın şartlarından kılmıştır.
İsyankârların Cezası:
Ve fakat bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah’lık dâvâsında bulunan kimselere gelince; O bu zâlimlere karşı Kahhar’dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.
O her şeye kâdirdir, O’nun hükmünden kurtulmak mümkün değildir. O nasıl cezalandırmayı murad ederse öyle cezalandırır, azabı çok şiddetlidir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.
Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Zâlimlerin Âkıbeti:
Bu zâlimlerden önce, geçmiş devirlerde Allah’lık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?
Dikkatle bir inceleyin! Nemrut’u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun’u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle Allah’lık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.
Allah-u Teâlâ onun da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de ‘Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!’ denilir.” (Mümin: 46)
Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.
Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O’nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah’a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bu zâlimlerin de hakkından gelir.
İlâhî Ferman:
Allah’lık dâvâsında bulunan bu bölücüler, din kuran sapıtıcı imamlar, Allah yolundan alıkoyan imansız imamlar da böyledir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve meliklerin Meliki’yim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler.
Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim, kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm, en kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.” (Mişkât’ül- Mesâbih)
Demek oluyor ki; insanlar, yaratıcı ve yaşatıcı olan Allah-u Teâlâ’dan, O’nun emir ve nehiylerinden ayrıldıkları zaman, onlara hakettikleri ceza olarak başlarına zâlim idareci veriyor. Onlar da en şiddetli azap ile halka zulmederler.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir.” (Deylemî)
Ve onlardan her türlü kötülüğü bekleyin. Çünkü bu kötülüğü başta siz yaptınız.
YARATAN, YAŞATAN VE YÖNETEN
HAZRET-İ ALLAH’TIR
Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O’dur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” buyuruyor. (Meâric: 39)
Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O’nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
“Gökten yere kadar her işi O düzenler.” (Secde: 5)
O’nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O’dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O’dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî’den durmadan akıyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.” buyuruyor. (Hicr: 21)
Zerreden kürreye kadar her yaratık O’na muhtaçtır.
•
Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)
Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaatı O’na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (Nisâ: 126- 131-132)
Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.
Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman’ın yanında karınca gibidir.
Allah öyle bir Allah’tır ki, O’nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.
“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.
“Doğu da batı da Allah’ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi’dir, O her şeyi bilendir.” (Bakara: 115)
Mülk O’nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır.” (En’am: 102)
Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O’dur.
O’nun “Ol!..” emri ile her şey hayat bulur. “Öl!..” demesiyle de ölür.
“Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz.” (En’am: 65)
Nitekim aklını kullanan kimseler, O’nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.
YARATMAK
HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah’a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O’dur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir.” (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
“Allah ne dilerse yaratır.” (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O’dur.
İnsanların yaptığı, sadece O’nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.
Âlemlerdeki Nizam:
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhî nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O’na muhtaç, su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O’nun emrinde, güneş de O’nun emrinde.
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i kudretinde ve O’nun emrindedir.
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O’na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın! Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Aslında her şey Hakk’a muhtaçtır.
Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O’nun emrinde, O’nun hükmünde, O’nun takdirinde var.
“İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsin: 38)
Kör bir tabiatın eseri değildir.
•
Göklere bir nazar et, direksiz tutuyor. Deniz gibi büyük bulutları havada tutuyor.
Havada tuttuğu deniz suyu kadar ağır bulutları, dilediği zaman rüzgarlar ile dilediği yerlere sevkediyor, yayıyor, sıkıştırıp dilediği yerlere yağmur yağdırıyor.
Ve o inen yağmur tanesinin içine neler koyduğunu da yalnız kendisi bilir.
İnsanı topraktan ve sudan yarattığı gibi yine ondan çıkarıyor.
Yağmur tanesinin meydana getirdiği su ile yer kabarıyor, harekete geçiyor, canlanıyor, taneler çıkmaya başlıyor. O suyun içine ne koyduysa, topraktan o çıkıyor. Gerek insanı, gerekse yeryüzüne yaydığı her canlıyı da o topraktan besliyor.
Şu gördüğün toprağın aslı nurdur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Sen ise onu toprak görüyorsun. Halbuki o toprak zannettiğin yerde neler oluyor?
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzâl: 4-5)
Allah-u Teâlâ’nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına: “Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?” diye sordu. “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şahitlik etmesidir. ‘Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!’ demesidir.” (Tirmizi, Kıyamet: 7)
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.
Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.
•
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz, topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O’nun “Ol!” emri var.
“‘Ol!’ dediği gün her şey oluverir.” (En’am: 73)
Onlara öyle “Ol!” buyurmuş, öyle oluyorlar.
Bazı bitkilerden fevkalâde ilaç oluyor. Her bitkiye nasıl bir hassa koyduğunu yalnız O bilir.
Ağaçtan bir portakal alıyorsun. Tadlanmış, kokulanmış, pişirilmiş, paketlenmiş, paket içinde paketlere sarılmış. Vitaminleri ayrı, vücuda verdiği faydaları ayrı, şifâları ayrı ayrı.
Küçücük bir fındığın özü var, o özde besleyici protein var. Dışında zar var, kabuk var. En dışında tekrar bir kabuğu daha var.
Ağaç mı yaptı bunları? Hayır! Ağacın hükmü yok. Allah-u Teâlâ ağaca tepsilik vazifesi yaptırıyor. Hüküm O’nundur. O ağaç o suyu alamaz, o tadı, o lezzeti, o kokuyu, o rengi veremez. Çünkü kendisinde o hassalardan hiçbirisi yok. Meyve o tadı, o kokuyu, o diziyi, o güzelliği “Ol!” emrinden aldı. Hepsi O’nun ihsanı, O’nun ikramı. O görünmüyor da ağaç görünüyor. Vereni, ağaca tepsilik vazifesi yaptıranı kimse görmüyor.
“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda da öğüt alan bir topluluk için ibret vardır.” (Nahl: 13)
Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri, çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.
En güzel şekilde nasıl şekillendirdi, ne güzel takdir ve tasvir buyurdu!
Her şey O’nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden haberimiz yok.
Bir inek gıdasını alıyor, sindiriyor. Bu gıdaların bir kısmı kan oluyor, bir kısmı süt oluyor. Kan damarı ayrı, süt damarı ayrı, birbirine karışmıyor. Bunu inek mi yaptı?
Çocuk olunca anneye süt geliyor. Daha önce aynı meme annede vardı, niye süt gelmiyordu?
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, mukadderâtını da dürdü ve “Ol!” dedi, oluverdi. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz, ötesini göremiyoruz. Ondaki bütün hassalar Cenâb-ı Hakk’ın birer ikram ve ihsanıdır. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır. Herkesin gözü yaratılanlarda kalmış.
•
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah-u Teâlâ’nın kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Tefekküre Dâvet:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde vahdaniyetini, azamet ve hâkimiyetini insanların ibret nazarlarına arzediyor, bütün beşeriyeti tefekküre ve insafa dâvet buyuruyor:
“Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice bahçeler meydana getiren mi?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Hayır, onlar Hakk’tan ayrılan bir güruhtur.” (Neml: 59-60)
Göz göre göre Hakk’tan sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde bulundurmuyorlar. Aynı sudan güzellikleri ile birlikte, değişik renk, tat ve şekillere sahip olan bitkilerin başkası tarafından yaratılmasının imkânsız olduğunu düşünemiyorlar.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da bir takım işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminun: 63)
Hem inkâr ettiler, hem de kötü işler yaptılar.
O güzel bahçelerin yetişmesinde insanların da hizmeti olmaktadır. Fakat kendi kendilerine meyvelerini yetiştirmek şöyle dursun, bir ağacını bile bitiremezler.
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde meydana getirdiği, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaç giderici şeyleri bir düşün!
Bitkilerin cinslerini devam ettirmek için tohumlar yarattı. Meyveleri yenilmekte ve ticareti yapılarak kazanç temin edilmekte, yapraklarından hayvan yemi yapılmakta, ağacı inşaat için kereste, yakmak için odun olarak kullanılmaktadır. Eğer bunlar büyümese, tohum vermese, yeni fideler meydana getirmese, nesilleri kesilir, tükenir giderdi.
Allah-u Teâlâ bitkilerin meyvelerini olduğu gibi; yapraklarını, çiçeklerini, kök ve gövdelerini ayrı ayrı birçok iş ve birçok faydalar için yaratmıştır.
•
Ağaçların ve bitki cinslerinin yaratılışlarındaki hikmeti bir düşün!
Onlar da hayvanlar gibi gıdalanmaya muhtaçtırlar. Halbuki onlar hayvanlar gibi gezip dolaşamamaktadırlar. İşte bu halde bulunan bu bitki ve ağaçların gıdalarını Allah-u Teâlâ kökleri vasıtasıyla sağlamıştır. Bu haliyle toprak onları büyüten, besleyen bir ana gibidir. Kökler ve dallar bitkilerin ağızları gibi iş görmektedirler. Hayvanların analarını emdiği gibi, bitkiler de toprak anadan gıdalarını emmektedirler. Allah-u Teâlâ onları öyle beslemekte, bunları böyle beslemekte, hepsinde de ilâhî kudretinin sırlarını gözler önüne sermektedir.
Yaratıcı, nimetlerle donatıcı yalnız O’dur.
Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu sayede kendilerini kuşlardan korurlar. Taneler kuşlardan nasıl korunuyor ve kendilerini nasıl örtüyorlar bir bak! Her ne kadar kuşlar bunlardan faydalanıyorlarsa da, bunlar esas itibariyle insanlara mahsus olup, insanlar daha çok faydalanırlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için.” (Abese: 32)
•
Yaprakların yaratılışını bir düşün! Bir yaprağı eline alır tetkik edersen, üzerinde inceli kalınlı birçok damarlar görürsün. Bunlar Allah-u Teâlâ tarafından hayret edilecek bir şekilde dokunmuşlardır. Bak O’nun hikmetine ki, hiçbir şeye muhtaç olmadan “Ol!” emri ile olduruyor ve kullarının hizmetine sunuyor.
Köklerin emdikleri su, yaprakların arasına nasıl giriyor? Onlara topraktan aldığı erimiş maddeleri nasıl ulaştırıyor? Yaprağın damarları bu haliyle, insan bedenindeki besinleri taşıyan damarlar gibidir.
Çekirdeğe ve ondaki kabiliyete bir bak!
Çekirdek meyvenin ortasında bulunur, çok önemli bir hazine gibi saklanır. Eğer bir ağaç yok olur veya gelişemezse, çekirdek onun yerine geçer. Bazı yerlerde bunlara bir zarar gelse, ikinci bir yerde yine bulunur.
Çekirdeğin katılığına bir bak! Meyvenin yumuşaklığını ve inceliğini nasıl tutuyor? Eğer çekirdek katı olmasaydı, meyve büyüyüp olgunlaşmadan çabucak çürür giderdi.
Bazı çekirdekler yenir, bazılarından yağ çıkarılır ve kullanılır.
Çekirdek mi yaptı bunları? Hayır! O hassaları ona koyan Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’am: 99)
Cinsleri, renkleri, tadları, şekilleri farklı olarak bu meyvelerin ve ekinlerin yaratılmasında Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve vahdaniyetine inanan insanlar için, O’nun kudretini ve azametini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bunlar Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek içindir.” (Kaf:
Bütün bunların böyle yapılması, Rabbine gönül verecek olan her kulun basiretini açmak için ibret verici birer delildir.
İnsanın Yaratıcı’sını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazen bir çiçek, hatta bazen de bir zerre Rabbini göstermeye yeter.
•
İnsandaki ilim ve fazilet gibi hassalar da Hazret-i Allah’ın birer ikram ve ihsanıdır, onlar kişiye ait değildir.
Farz-ı muhal ki bir naylon torbanın içine birçok şeyler koydunuz. Karşıdan baktığınız zaman bu koyduğunuz şeyler görünür değil mi? O naylon torbaya “Bunlar senin mi?” diye sorulsa lisan-ı hâl ile “Hayır, bunları sen koydun.” der. Biz ise bir naylon torba kadar olamıyoruz. Sahibimiz bize akıl verdi, fikir verdi, birçok âzâlar verdi, içimize neler neler yerleştirdi, bu emanetlerin hepsini benimsiyoruz, benim diyoruz. Hem de akıllı-bilgili geçiniyoruz. Halbuki O, dilediğini dilediğine yerleştirmiştir. Bütün tecelliyâtı böyledir. Her şeyde her şeyi O koymuştur. Dilediği zaman kendisini de alacak, emanetlerini de alacak. Eline geçince, insan her şeyin O’nun olduğunu behemehal anlayacak. Daha evvel de O’nun kudret elinde idi ama, bu bilgiye sahip olsaydı onları hiç benimser miydi? İşte bu ilim bilinmiyor. Bilmediğimizi de bilmiyoruz. Bu da bir ilimdir.
Ruh tekâmül ettikçe, ilimler de değişiyor. Zamanla başka başka görüyor, zandan kurtulmuş oluyor.
ALLAH-U TEÂLÂ’NIN
KUDRET VE AZAMETİNİN DELİLLERİ
İnsan:
Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir’in kudret ve azametine, vahdaniyet ve samedâniyetine apaçık birer delildirler.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametini, hikmetinin tecellilerini göstermek için bu deliller üzerinde açıklamalarda bulunacağız.
Var olan her şeyi O yaratıyor, insanı en mükerrem yarattığı ve dünya âlemini onunla süslediği için önce insanı ele alıyoruz.
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiçbir şey yoktu. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)
Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.
Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmadan önce, ona olan lütuf ve ihsanını meleklere haber vermiş, “En yüce melekler meclisi” mânâsına gelen Mele-i a’lâ’da anarak yüceltmiştir.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” buyuruyor. (Âl-i imran: 59)
Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk numunesini yaratan O’dur.
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışında Allah-u Teâlâ’nın kudretinin tecellileri kat kattır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki biz sizi yarattık.” (A’raf: 11)
Siz hiçbir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.
“Sonra size şekil verdik.” (A’raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari)
İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.
İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi.
Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu. Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır.” buyuruluyor. (Nuh: 14)
Bunları yapan o güzel Yaratıcı, ululama ve saygıya lâyık değil mi? O insanları başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?
•
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde; Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm’ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur.
“Rabbin her şeye kâdirdir.” (Furkan: 54)
Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür.
Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.
Âdem Aleyhisselâm’ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tâbi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.
Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
Allah-u Teâlâ daha sonra ruh vererek insanın yaratılışının kemâle erdiğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Ruh, Allah-u Teâlâ’nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.
Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahlûk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nisbet etmiştir.
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle gelmiştir.
Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.
•
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?” (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm’dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O’nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
İnsanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, her birini birçok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel şekil olduğunu anlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)
Bütün yaratıkların içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuştur.
İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır.
“Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” (Müminun: 14)
Bu beyan, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O’dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O’nundur.
Açık bir göz, uyanık bir kalp bütün bu varlık âleminde güzeli ve güzelliği görür. Gördüklerinin güzelliğini şuurla kavrar.
Allah-u Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ’nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, ilk yaratılışlarını müşahhas bir delil olarak önlerine koyuyor ve buyuruyor ki:
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, gerçek şu ki; biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ki size kudret ve hikmetimizi açıkça gösterelim.” (Hacc: 5)
Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmanın, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur.
Bu merhaleli yaratılış ile güç ve kudretinin, azamet ve ululuğunun ne kadar mükemmel olduğunu, insanları önce topraktan, sonra bir nutfeden yaratmaya kâdir olanın tekrar onu yaratmaya kâdir olduğunu açıkça göstermeyi murad etmiştir. Halbuki görünüşte toprak ile nutfe arasında herhangi bir münasebet yoktur. Nutfeden sonra onu bir aleka ve bir çiğnem et hâline getirmiştir. Aleka ve çiğnem eti kemiğe dönüştürmüştür. İşte insanları bu şekilde tedrici olarak yaratmakla kudretinin ve hikmetinin sırlarını göstermiştir.
Bu yaratılış merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi bir şekilde düşünen kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda hiç şüphe etmez.
Gökler ve Yer:
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Esmâ-i hüsnâ içinde mevcudâtı yaratışını, düzenleyişini belirten mübarek isimleri mevcuttur.
“Hâlik”; her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren demektir.
Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yarattığını belirten ism-i şerif’i ise “Bârî” dir.
Bir ism-i şerif’i de “Musavvir” dir ki; her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren mânâsına gelir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı.” (Furkan: 59)
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, “Ol!” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı.
Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ’nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O’nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.
•
Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili olarak pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.
Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun âyetlerinden (delillerinden) birisi de gökleri ve yeri yaratmasıdır.” (Rum: 22)
Allah-u Teâlâ’nın yaratışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası O’nun emsalsiz irade ve gücünü göstermektedir.
“Gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu döşeyene andolsun ki!” (Şems: 5-6)
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip hazırlanması, hem bir plânın, hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
İçindekilerle birlikte bütün kâinatı “Ol!” emr-i şerif’i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk sahibi Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Gökleri ve yeri hak ile yaratan O’dur.” (En’am: 73)
Yaratan şüphesiz ki yönetme yetkisine de sahiptir. Gökleri, yeri ve onlardakileri yaşatan ve yöneten O’dur.
“‘Ol!’ dediği gün her şey oluverir.” (En’am: 73)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
“O’nun sözü haktır.” (En’am: 73)
Göklerin ve yerin yaratılmış oldukları kesindir ve yaratıcılarının da Allah-u Teâlâ olduğu muhakkaktır. Aynı zamanda bunların Hakk’a delâletleri, Hakk’ın eseri oldukları da gerçektir.
Allah-u Teâlâ ne ki yaratmışsa, yarattığı şeylerde büyük hikmetler ve yüksek gayeler vardır.
Bu muazzam ve muhteşem nizamın binlerce seneden beri hiç şaşmadan devam edegelmesi, ancak ezelî ve ebedî olan Allah-u Teâlâ’nın hikmeti mucibince mümkün olmaktadır.
Bütün kâinat O’nun sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. O bütün kâinata hâkimdir. Yaratıcı olduğu için, kâinat üzerinde hakimiyetini sürdürür. Gerçek yönetici O’dur.
O’nun bir ism-i şerif’i de “Vâli” dir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. O öyle bir Vâli-i âzam’dır ki; yarattığı bütün mahlûkatın işlerine mütevelli olup, her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir.
Her şey O istediği anda meydana gelir.
“Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara: 117)
Buyruğu bir an bile geciktirilmez. O böyle bir yaratıcıdır.
Her neyin yaratılmasını veya yok edilmesini dilerse, derhal dilediği şekilde zuhur eder. Bir anda bir değil, sayılamayacak ve hesap edilemeyecek şeyler yaratıp yok edebilir.
Bütün bu âlemler kendiliğinden değil, O’nun yaratması ve varlık âlemine çıkarması ile meydana gelir. O’nun terbiyesi ile olgunlaşır ve yine O’nun dilemesi ile yok olurlar. Hiçbir şey O’nun mülkünden dışarı çıkamaz.
Allah-u Teâlâ’nın bir ism-i şerif’i “Bedi”dir. “Numunesi ve emsâli bulunmayan, acîb ve hayret verici şeyler yaratan.” demektir. Gökleri de, yeri de, bütün kâinatı da misilsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
•
Yer ve gökler önceden hazırlanmış olmasaydı, hayat nasıl ortaya çıkacaktı?
Bu muazzam düzen, ancak her yarattığını hakkıyla bilen Allah tarafından kurulmuştur.
İşte Allah böyle bir Allah’tır.
“Ve her göğe oranın işini bildirdi.” (Fussilet: 12)
Her bir göğe ihtiyaç duyulacak melekleri ve ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği şeyleri yerleştirerek tertip eyledi.
•
Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünya da âlemlerin içinde bir zerre mesabesindedir.
Büyüklüğüne rağmen bu göğü yükselten Zât-ı kibriyâ’ya insanları yaratmak ve öldükten sonra diriltmek son derece kolay bir şeydir.
“Onu Allah bina etti.” (Nâziat: 27)
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
“Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu.” (Nâziat: 28)
Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla müzeyyen kıldı.
Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile mütenâsiptir.
Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O’nun emrine uyarak ayakta durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O’dur. O “Mâlik’ül-Mülk” tür, mülkün yegâne sahibidir.
Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:
“Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.” (Nâziat: 30)
Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.
“Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.” (Nâziat: 31)
Kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı ve her sahasında insanların ve hayvanların yaşamalarını sağlayacak olan bitki ve yeşillikler bitirdi.
Su da yaratılmıştır. Çünkü su; insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zaruri bir ihtiyaçtır.
“Dağları dikti.” (Nâziat: 32)
Ki yeryüzü istikrar bulsun, üzerindekileri sabit tutup sarsmasın.
Dağlar aynı zamanda dünyamıza ayrı bir görünüm vermektedir.
“Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için.” (Nâziat: 33)
Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve hayat şartları birçok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.
Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah-u Teâlâ’nın kemâlât ve hikmeti her yerde müşahede edilmektedir.
Bir ism-i şerif’i “Mukît”tir. Ruha ve bedene kuvvet veren maddi ve mânevî besleyici gıdaları yaratan, mahlûkatını geçindiren ve barındıran O’dur. İnsanlar için geçim sebepleri yaratmış, maîşetlerini temin etmek için kullarını meşru bir sebebe başvurmakla mükellef tutmuştur.
•
Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes’i olduğunu, kendisinden başka ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:
“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” (Ra’d: 16)
Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?
Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:
“De ki Allah’tır!” (Ra’d: 16)
Göklerin ve yerin bir Rabbi’nin olduğu ve her şeyin O’nun hükümranlığı altında bulunduğu, O’nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O’ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.
Hep O, hep O’ndan.
“O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O Rahman’dır.” (Nebe: 37)
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
•
“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” (Ra’d: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık, sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nur ile Allah-u Teâlâ’yı bilirler ve bulurlar.
“Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?” (Ra’d: 16)
Böyle bir şey imkân dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?
Durum böyle değildir. Hiçbir şey O’na benzemez. O’nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur. O bütün bunlardan münezzehtir.
“De ki: Allah’tır her şeyi yaratan.” (Ra’d: 16)
O’ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiçbir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne varsa hepsini yaratan O’dur.
“O Vâhid’dir, Kahhar’dır.” (Ra’d: 16)
Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rab’dir.
O ki; zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu şeyleri mükemmel bir denge ve ahenk içinde yaratmıştır. Hiçbir şey boş ve lüzumsuz değildir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri oyun olsun diye yaratmadık.” (Duhan: 38) (Bakınız, Enbiyâ: 16)
Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir’in yüce kudretine ve birliğine apaçık birer delildirler. O halde insanların da boş yere yaratılmış oldukları iddiâ edilemez.
“Biz onları ancak hak olmak üzere yarattık. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Duhan: 39)
Allah-u Teâlâ’nın boş bir iş yapmaktan münezzeh olduğunu, gökleri ve yeri hak olarak yarattığını bilselerdi, hesaba çekileceklerine inanırlar, kendilerini başıboş görmezlerdi.
•
Bu muhteşem kâinat Allah-u Teâlâ’nın izniyle ayakta durmaktadır. Gökleri ve yeri tutup zevalden koruyan, ortaksız olarak takdir ve tedbir eyleyen O’dur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbirleriyle ahenkdar olarak nasıl yaratmıştır?” (Nuh: 15)
Öyle bir yaratış ki, hiçbirinde bir düzensizlik bulunmaz. Ne hârikulâde bir sanat!
“Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor.” (Fâtır: 41)
Onların belirli vakitlerden önce yok olmalarını istemediği için muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar.
“Andolsun ki eğer nizamları bir bozulacak olursa, onları kendinden başka kim tutabilir?” (Fâtır: 41)
Göklerin ve yerin, oldukları şekilde devamlarını sağlamaya O’ndan başka kimsenin gücü yetmez.
“Gerçekten O Halim’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Fâtır: 41)
O, bunca güç ve kudretine rağmen yine de halimdir. Cezayı hak ettikleri halde inançsızları ve âsileri cezalandırmakta acele etmez, onlara mühlet verir. İsyanları sebebiyle bu âleme son vermez. Tevbe edip yola gelmeleri için fırsat verir.
Onlarda hidayete yönelme isteği olduğunu görürse, günahlarını bağışlar.
“Allah O’dur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltti.” (Ra’d: 2)
Yükseltmek için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi.
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhi kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır. İzni olduğu gün göğün düşmeden durması imkânsızlaşır.
Bu ise kıyamet koptuğunda olacaktır.
“Doğrusu Allah insanlara çok şefkatli çok merhametlidir.” (Hacc: 65)
Onlar için nice nice menfaat kapıları açmış, kendilerine istifade kabiliyeti vermiştir. Ta ki bu nimetlerine karşılık insanlar O’na şükretsinler.
•
Allah-u Teâlâ dış âlemdeki iman delillerini gözler önüne sererek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık.” (Müminun: 17)
Gök kubbede üst üste, ardarda gelen katları ne kadar muazzam bir surette vücuda getirmiştir.
Allah-u Teâlâ hususi bir şekilde göklerin yaratılışına, umumi bir şekilde de bütün yaratıklara dikkatleri çevirerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“O ki, yedi göğü birbiri üzerinde kat kat yarattı.” (Mülk: 3)
Her gök, diğerinin kubbesi gibidir.
“Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk göremezsin.” (Mülk: 3)
Allah-u Teâlâ bütün bu gökleri hikmetinin eseri olarak, hepsinin de üstünde Zât-ı akdes’inin Ehadiyet’ini ve Samediyet’ini tanıtmak üzere yaratmıştır.
Âyet-i kerime’de “Rahman” ism-i şerif’inin zikredilmesi ile göklerin yaratılışı tâzim edilmekte, onların düzensiz ve ahenksizlikten, eksiklik ve bozukluktan, kopukluktan uzak oluşlarının sebebi açıklanmaktadır. Bu sebep ise, onların Rahman olan Allah tarafından yaratılmış olmalarıdır.
“Gözünü çevir de bir bak! Bir bozukluk görüyor musun?” (Mülk: 3)
Yarattığı her şey gayet düzenli, ahenk ve uyum içindedir. Ne kadar bakılırsa bakılsın, yine de bir eksiklik ve kusur bulunamaz.
“Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak! Göz (aradığı bozukluğu bulamayıp) bitkin ve yorgun olarak sana döner.” (Mülk: 4)
Maksat sadece iki defa bakmakla yetinmek değildir. “Defalarca bak ve bütün inceliklere dikkat et!” demektir. İnsan bir şeye bir kere baktığında, tekrar bakmadıkça kusurunu göremez. Bakışlar ne kadar genişletilirse genişletilsin, gözünü ne kadar çevirirse çevirsin, gözü eksiklik görmekten ümitsiz ve bitkin olarak geri döner. Hiçbir eksiklik görememenin yorgunluğundan bitip tükenir. Varılacak sonuç da budur.
Bu Âyet-i kerime aynı zamanda diğer mânâlara işaret etmekten uzak değildir.
Şöyle ki;
Ufuklarda dolaşan bakışın, yaratılış nizamında bir çatlak bulmaktan körleşmiş olarak nefse dönüşünde marifet sırrının nefiste tecellî edeceğine dair bir tenbih vardır. En derin bakışlarda bile O’nun Vahdâniyet’ini bozacak bir kusur bulmak ihtimali olmadığı ve bu hakikatı kâinattan nefislerine geçerek içlerinde bulabilecekleri işaret edilmektedir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ’nın mülkünün genişlik ve büyüklüğü, yaratılışlarındaki düzen ve intizam, akılları hayrette bırakacak mükemmelliktedir.
“Onlar üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, donatmışız bir bakmazlar mı?” (Kaf: 6)
Burada gökyüzünün gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. Onu yapan Yaratıcı’nın ilim ve kudretindeki yücelik ve azamet gözlerde ve gönüllerde derhal kendini gösterir.
“Onda hiçbir çatlak da yok!” (Kaf: 6)
Herhangi bir çatlaklık ve dengesizlik bulunmadığı gibi, her türlü kusurlardan da uzaktır. En üstün bir incelikle ve akıllara durgunluk veren bir kudretle yükseltilmiştir.
“Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik.” (Nebe: 12)
İnsanların yaptıkları binalar gibi zamanla yıpranmazlar. Binlerce asırlardan beri bozulmaktan korunmuşlardır. Sayısız yıldızlar dolaşıyor, her biri kendi yolunu takip ediyor, buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar.
“Gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğabün: 3)
Tabii güzellikleri seyretmek hususunda bıkma bilmeyen gözler, kâinattaki akıllar durdurucu incelik ve güzellik karşısında hayran kalır.
Bu ise bütün bu kâinatın yaratıcısının, yaşatıcısının, yöneticisinin, sahibinin, hâkiminin bir tek Allah olduğunu bize ispat etmektedir.
Şuurun kavradığı her zerre ve her cisim hak bir delildir. Allah-u Teâlâ’nın ululuğunu ve azametini kavrayan şuur ise daha büyük bir Allah vergisidir.
Yeryüzü de aynı gökyüzü gibidir. Göz alıcı mükemmelliklerle ve güzelliklerle doludur, açık bir kitap sayfası gibi gözler önünde durmaktadır.
“Yeryüzünü de döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden çift çift bitirdik.” (Kaf: 7)
Her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitleri yaratılmış; her birinin manzarası seyredenlere sevinç ve ferahlık vermekte, kudret-i ilâhî’nin azametini göstermektedir.
Dünya (Yerküre):
İlâhi irade ezelî kudret ve ilmiyle tecelli edince insanoğlu için yerküreyi yarattı.
Âyet-i kerime’de:
“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır.” buyuruluyor. (Bakara: 117- En’am: 101) (Bakınız. Şûrâ: 11)
Burada “Göklerin ve yerin yaratıcısı” mânâsına gelen “Hâlik” yerine, “Yoktan var edicisi veya mucidi” mânâsında “Bedi’” ism-i şerifi kullanılmıştır. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
“O iki doğunun ve iki batının Rabbi’dir.” (Rahman: 17)
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara: 117)
Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır.” (Kamer: 50)
Sebep meydana gelince, yani “Kün!” emr-i şerif’i vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm yaratılmadan, onun ve neslinin hayat sürecekleri yer hazırlandı ve adına “Dünya” denildi.
Dünya güneş sisteminde insanoğlunun yurdu olan gezegendir. Atmosfer, hidrosfer ve litosfer olmak üzere üç tabakadan meydana gelmiştir. Atmosfer, dünyayı çevreleyen gaz tabakasıdır. Yeryüzündeki bütün sular hidrosferi meydana getirirler. Litosfer ise dünyanın katı kısmını teşkil eder.
•
O öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki:
“Yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.” (Bakara: 22)
İnsanları yeryüzünde yaratmış, her türlü rahatlarının sebeplerini temin etmiştir. Yuvarlak olmasına rağmen açılmış bir yaygı gibi yapmış, üzerinde yaşamaya elverişli kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yere ve onu döşeyene andolsun ki!” (Şems: 6)
Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.
•
Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde birçok değişiklikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?” (Ra’d: 41)
Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları, etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz?
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Ğâşiye: 20)
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?” (Nebe: 6)
İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
•
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km. kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna “Gün” denir. Günde 40 bin km.lik yol alır.
Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6 saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna “Yıl” denir. Dünya güneşin etrafında dönerken tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler meydana gelir.
Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.
Âyet-i kerime’de:
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır.” buyuruluyor. (Zâriyat: 20)
Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana getirmektedir.
Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bugünkü gibi düzenli ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler meydana gelmezdi.
Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kâdir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretlerinin akıllara hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah’ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın! İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah’ın herşeye gücü yeter.” (Ankebut: 20)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa sapmamalarını emir buyurmuştur:
İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın kurduğu düzeni ve dengeyi bozmaya kalkarlarsa, yaptıklarından sorumlu olmuş olurlar.
•
| Hakikat 77. Sayı | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
*****
İnsanlar, teklonoji ilerlediğinde yoktan bir şey var edebilirler mi? Bu yoktan bir şeyi var etme hususiyeti Allah'a mı mahsustur?
Sorunun Detayı
İnsanlar, teklonoji ilerlediğinde yoktan bir şey var edebilirler mi? Bu yoktan bir şeyi var etme hususiyeti Allah'a mı mahsustur?
Cevap
Teknoloji ilerlese de insanların yoktan bir şey ortaya koymaları mümkün değildir, bu Allah'a mahsustur.
İbda; yoktan yaratma. Kainat ilk yaratılmasında yoktan yaratılmıştır. Allah (cc) sermaye olarak yokluğu kullanıyor. Bu O’na mahsus bir hususiyettir. Yok ise veya yokluk ise yaratmakla bitmez.
Alem ilk yaratılışında, kıyamete kadar yetecek miktarda kullanılmak üzere element ve atomlar yaratılmıştır. Yani ilk yaratılıştan sonra ağırlık olarak yoktan yaratmak olmuyor.
İnşa; var olan malzemeden element veya atomlardan, yeni şeyler meydana getirmektir. Bunda ise kainatın ilk yaratılışında kıyamete kadar yetecek olan atomlar ve elementler kullanılıyor. Sadece şekil, renk ve mahiyeti itibariyle farklılıklar sonradan oluyor. Ve sadece bu kısım yaratılıyor.
Demek ki, ilk yaratılışta ibda, her şeyi yoktan var etme; ondan sonraki inşa (terkib) hazırdan yapmak. Esas maddeleri elementleri bir araya getirmek, yeni yapılan eşyanın ağırlığından başka her şeyini yoktan yaratmak.
Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. Mesela; dünyanın ve kainatın yaşı muhtelif de olsa bellidir. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan maada her şey için bir başlangıç vardır. Ayrıca yaratılan şeylerin zaman aşımına uğraması ve yıpranması ve ölümleri ise, onların ezeli olmadığını gösterir.
Mutlak yokluk yoktur. Allah (cc) vardı hiçbir şey yoktu. Fakat İlm-i İlahide her şey mevcut idi. Allah irade etti kudreti ile ve kün emriyle, alemi daire-i ilimden, daire-i kudrete geçirdi.(yani yarattı).
Maddenin başka şeye çevrilmesi mutlak yokluk olmasa da; madde sıfatlarla kaim olduğundan dolayı o sıfatlar gidince o madde de gider. Mesela; bir insanın hafızasında İstiklal Marşının olduğunu düşünelim. Bu daire-i ilimdir. Yazınca daire-i kudrete geçer. Yani meydana gelir. Silinirse tekrar kudretten ilme geçer.
Esas varlık ilimdeki varlık olduğundan dolayı gözden kaybolma veya sayfadan silinme hakiki yokluk değildir. Önemli olan ilimdeki vücuttur. Mutlak yokluk yoktur. Fakat nisbi bir yokluk oluyor. Diyelim ki bir kağıdı yaktık. Duman ve kül meydana geldi. Fakat kağıtlık maddesi gitti. Başka şey oldu. Çünkü kül ve dumana kağıt denmiyor.
Netice itibarıyla var olan eşyayı değiştirmek hakiki yokluk manasına değildir. Nisbi olarak yok olma manası anlaşılır. Allah isterse istediği an varı yok eder, yoku da var edebilir.
Yazar : Sorularla İslamiyet
SEVDE.DE
YARATMA VE KESB TEORISI
Islâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratık gibi noksan ve sınırlıdır. Çünkü mutlak kemal Allah'a mahsustur. O halde iman, mutlak kudret, mutlak irade ve ihtiyar sahibi, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olamaz. Çünkü hâlikiyet (yaratıcılık), Allah (c.c)'a mahsus olan çok yüce bir sıfat, çok yüksek bir derecedir. Fakat insan hayvanlarda olduğu gibi- irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden tamamen mahrum bir varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri dilerse yapıyor, dilerse yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz-i bir kudreti, cüz-i bir irade ve seçme gücü vardır. Bu sebepledir ki; mükelleftir, yaptığı iyi ve faydalı, kötü ve zararlı bütün işlerden sorumludur. Öyle ise, kendi iradesiyle yaptığı işlerden bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı almalıdır. Aksi halde mükellef ve sorumlu olamaz. Fakat insana böyle bir pay ayırır ve üstünlük tanırken, onun yaratılan bir kul olduğunu unutarak, yegane yaratıcı Hâlık olan Hak Teâlâ'ya her hangi bir yönden onu benzetmemeli ve yaratıcı Rab derecesine çıkarmamalıdır. Bu iki ana esas birbirine karıştırılmaz, aradaki sınır iyi bilinirse, çok muğlak olan kader meselesi az çok kavranmış olur. Gücü ve imkânı sınırlı olan insan aklı böyle ilâhî bir sırrı tam olarak çözemez. Ancak bu büyük sırrı anlamaya ve esasını kavramaya çalışır.
Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi
Yukarıda belirtilen iki ana esası benimseyen Eş'arilere göre; kul kendi iradesiyle yaptığı işlerde mecbur değil, muhtardır. Yani kendine mahsus irade ve kudreti vardır; yaptığı ihtiyarî fiillerin sahibi ve mahallıdır. Fakat kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde müessir (etkili) değildir. Çünkü Allahu Teâlâ ortağı olmayan tek ve yegane Hâlık'tır. Kudreti tamdır ve her şeyi yaratma gücüne sahiptir. O halde; her şeyin ve insanların, mide, ciğer ve kalb çalışmaları ve uyumak, hazmelmek gibi ızdırarî (irade dışı, zorunlu) fiillerinin yaratıcısı Hak Teâlâ olduğu gibi, kulun yaptığı iradî ve ihtiyarî fiillerinin de Hâlıkı Allah(c.c.)'dir. Zira imam Eş'ariye göre: "Bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet ictima edemez" bu kural gereğince, kulun iradı fiilleri üzerinde tek mücasir kuvvet Hâk Teâlâ'dır. O halde kulun kudretinin yaratmada, ikinci bir kuvvet olarak bir tesiri yoktur. Ancak Hâk Teâlâ, ilahî kanunu icabı olarak, o fiili, kulun azım ve tasmimi (ısrarlı isteği) bulunduğu anda yaratır. Bu azım ve kesin istek, kulun iradesini o şeye yöneltmeşiyle o işi kesb etmesi feklinde ortaya çıkar. O halde kul yaratıcı hâlık değil, o işi kazanan kâsibdir. Yaratmada bir payı yoktur. Tek Hâlık, tek yaratıcı iail Allah (c.c)dir. Insanın kazandığı fiile tesir eden kudret ona Allah (c.c) tarafından verilmektedir. Kulun kudretinde olan şey Allah'ın da kudreti altındadır. Bu açıdan bakılınca mülkiyette olduğu gibi bir ortaklık durumu yoktur (el-Eş'ari, Kitabu'l-Luma', s.72). Kulun kesb ettiği bu gibi fiillerle olan alakası, o fiilin mahalli ve sahibi olmaktan ibarettir. Çünkü her fiil, o fiilin mahalline isnad edilir. Mesela güzellik onu yaratana değil, onunla vasıf lanan şahsa isnad edilir. O halde, Allah Hâlık, kul kâsibdir, yani yaratma Allah'a mahsustur, kesb ise kula aiddir. Eş'arilerin "Halk ve kesbt' teorısının özeti budur. Işte Eş'arîler "teklif ve sorumluluk" esası ile "Allah'ın yegane yaratıcı" olduğu esasını böylece bağdaştırarak Cebriyye, Kaderiyye ve Mu'tezilenin düştüğü hataya düşmemişlerdir. Ancak kulun kudreti olup ta, fiillerin üzerinde belirli bir tesiri olmaması ve kesb teorisi üzerinde çok tartışıları anlaşılması güç bir konudur. Öyle ki, "Akla min kesbi'l-Eş'ari" Eş'ari'nin kesbi kadar dakik ve muğlak tabiri arapçada darbı mesel olarak görmüştür. Bazı âlimlerce, cebir fikrine yakın görünen Eş'ariye Mezhebi, "Cebr-i Mutavassıt" diye de anılır. Nitekim bazı Eş'arîlerin "insan muhtar (Irade sahibi suretinde) muzdar (mücber, mecbur) dur" sözü, insandaki irade serbestisi sadece surette kalmaktadır. Gerçekte ise hakim ve müessir olan, sadece Allah'ın küllî ve mutlak iradesidir.
Maturîdilere Göre insan Iradesi, Kesb ve Halk
Islâm düşünce tarihi ve Kelâm ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği gibi insanın irade ve kudreti, ihtiyarı fiilleri üzerindeki tesirleri, yaratma ve kesb teorisi, kulun yaptığı iyi veya kötü işlerinden sorumlu olduğu, başka bir deyimle "teklif ve sorumluluk" ile "Allah'ın tek yaratıcı" olduğu gibi konularda, ayrıca kaza-kadere iman, hayrın ve şerrin Allahu Teâlâ'nın Ilmi, iradesi ve kudreti ile yaratıldığı hususunda, Maturîdiler, Eş'arîlerle genellikle aynı görüşleri paylaşmaktadırlar.
Maturidilere göre "Kesb" azm-i musammem "yani" kesin ve değişmez bir karar ve irade yönelmesi"dir. imam Mâturidî "Halk" ve "kesbi" kelimelerini beraber mütalâa ederek, hu terime şöyle açıklık getirir: "Allah (c.c) fiilleri oldukları gibi (hakikatleri ile) yaratmakta, onları ‚yokluk'tan ‚varlık' sahasına çıkarmaktadır. Insanlar da o fiilleri kendi iradeleri ile Kesbettikleri (işleyerek elde ettikleri) ölçüde o fiillere sahip olurlar (Kitabu't Tevhid, Nşr. Fethullah Huleyf, Beyrut 1970, s. 226), Mâtûridî "Kesb" hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra fiil ile kesbin âidiyeti hususunda şöyle diyor: "fiil aslında "kesb" yönünden insana, "Halk" yönünden de Allah'a aittir': Kulun ihtiyarı fiiline "halk" değil "kesb') Allahu Teâlâ'nın fiiline ise "kesb" değil "halk" denilmekte, "fiil" kelimesi, bu iki terim için de kullanılmaktadır. Halbuki Eş'arîlere göre fiil, yalnız "halk ve icat" manasına kullanılmakta kesb ise mecâzî olarak fiil denilmektedir. Böylece Imam Mâturîdî'nin tek bir olaydaki fiile farklı açılardan baktığı anlaşılmakta ve bir fiilde var olduğunu kabul ettiği yönden manası daha iyi anlaşılmaktadır. Bu esasa göre fiil; icat (yaratma) yönü ile Allah'a mutlak kudret sahibine ait bir eser. Kesb yönüyle de kula aid bir (cüz'î) kudret eseri olmaktadır. Yani fiil, yaratma yönünden Allah'ın külli kudreti altındadır. Allah Teâlâ'nın yarattığı bu fiile insan kesb yönüyle esir ederek onu elde etmekte ve mahalli olmaktadır. Halk ile Kesb arasındaki farka gelince; aletsiz meydana gelen şey halk, aletle meydana gelen şey Kesbdir. Bazıları da şöyle dediler: "Kudret sahibinin (Kâdir-i Mutlak) tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yaratma) mümkün olmayan şey de kesbdir. Böylece Kesb kula, halk da Allah (c.c)'a aid olmuş olur. Fiil Allah'a izafe edildiği zaman "halk" insana nispet edildiği zaman "kesb" adını alır. Bu anlayışa göre insanın sorumluluğu daha çok anlaşılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk konusunda Imam Maturidi şöyle bir delil zikreder:
Madem ki, Hak Teâlâ dünyada itaat edenlere sevap, âsî olanlara da ikab (ceza) vadetmiştir. O halde bu itaat ve isyan fiilleri ancak kulun iradesiyle seçtiği kendi fiili olduğu takdirde, va'dedilen karşılıkları alabilir. Sevap ve ikab, Hak Teâlâ'nın bildiği gerçekler olduğuna göre kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. Diğer bir husus da şudur: Herkes kendi nefsinden ve tecrübelerinden bilir ki; yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fâilıdır, kâsibtir. Bunun aksini iddia edenler kendilerinin herhangi bir fiili bulunmadığı söyleyen Cebriyye'dir. Onların bu sözlerinin kendileriyle tartışmalarının bir hükmü ve manası yoktur. Çünkü mezheplerine göre bu sözleri de-birer fiil olarak-onların değil demektir. Bu açıklama ile Maturidiyye'nin insandan her türlü fiili iradeyi ve seçme gücünü kaldıran ve onu bir alet gibi telakki eden Cebriyye ile insanın fiillerinden Allah'ın kudret ve iradesinin ve ezelî takdirının (yani kaderin) rolünü ve etkisini inkâr eden Kaderiyye ve Mu'tezile arasında ortak bir yol takip etmeye çalışmaktadır.
YENİMESAJ
Yaratmak yalnız Allah?a (CC) mahsustur
Bilimsel deneylerle, akli yöntemlerle Cenabı Hakk?ın ?ol? emrinin bir neticesi olan yaradılışı kavrayamayacağımızı ifade ettik. Üstelik CERN deneyiyle bilim adamlarının yaradılış sırrını keşfetme arzusundan öte insan eliyle yaratmayı mümkün hale getirmeyi amaçladıklarını da belirttik.
Şimdi dilerseniz Kur?an?ı Kerim olaya nasıl bakıyor bir örnekle aktarmaya çalışalım.
Kur?an?ı Kerimin 56. suresi olan Vakıa Suresi?nde Cenabı Hak çok açık ve net ifade etmektedir:
? Sizi biz yarattık. Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Attığınız o meniye ne dersiniz? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmak üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez. Andolsun, birinci yaratılışı(nızı) biliyorsunuz. O halde düşünseniz ya.
Ektiğiniz tohuma ne dersiniz? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık da şaşkınlık içinde şöyle geveleyip dururdunuz: ?Muhakkak biz çok ziyandayız, Daha doğrusu büsbütün mahrumuz?
İçtiğiniz suya ne dersiniz? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde şükretseydiniz ya.
Tutuşturduğunuz ateşe ne dersiniz? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve ıssız yerlerde yaşayanlara bir yarar kaynağı kıldık. O halde, O yüce Rabbinin adını tespih et.? (Vakıa Suresi: 57?74. ayetler)
Cenabı Hak yaratma iradesinin yalnız kendisine ait olduğunu açıkça ifade ederek, önemli bir uyarıda da bulunuyor, ?Bu konuda bizim önümüze geçilmez?
İnsanoğlunun iradesi cüzi iradedir. Yani çerçevesini Allah?ın çizdiği bir iradedir. Külli irade sahibi olan Allah?ın iradesiyle mukayese dahi edilemez.
Yoktan var etme özelliği yalnız Allah?a mahsustur. Hiçbir mahlûka böyle bir yetki verilmemiştir. Bu noktada yapılan bütün meydan okumalar insanı şirkten başka bir yere götürmez.
İnsanoğlu Allah?ın yarattığı akılla düşünür, azalarla hareket eder, ateşle pişirir, suyla susuzluğunu giderir, gıda ihtiyacını temin eder?
Aklın düşünmesi, ateşin yakması, azaların hareket etmesi su ve gıdanın ihtiyaç maddesi olması bunların hepsi Allah?ın mahlûkatına verdiği görev ve misyonlardır.
İnsanın da misyonu kulluktur. İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Kendisine takdir edilen cüzi iradeyle verilen nimetlerden istifade ederek yaşaması ve kendini yaratan yüce Mevla?sına da kulluk yapması istenmektedir.
İşte insanın sorumlu olduğu konu bu cüzi iradedir. Eğer insanoğlu kulluğunu bir kenara bırakır, kendisini yaratanı unutur ve O?na meydan okumaya kalkarsa, hatta Allah?ın verdiği nimetleri O?na vuslat burağı olarak değil de, inkar vesilesi olarak kullanmaya kalkarsa işte o zaman ?oyun ve oyalanma yeri? olan bu dünyada amaca uygun hareket etmemiş, haddini aşmış ve neticede büyük bir hüsrana uğramış olur.
Cenabı Hak, bizleri bu haddini aşanlardan eylemesin, onlardan bizi uzak kılsın, bizi Zatına kul, Habib?ine ümmet, sevdiklerine de dost ve yoldaş eylesin.
Bu duygularla yarın başlayacak olan Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor, nice güzel ve bereketli bayramlara ulaşmanızı Cenabı Hak?tan niyaz ediyorum. ~|~
SOFUOĞLU
YARATMAK
HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR
“O’nun İlmi Dışında Bir Yaprak Dahi Düşmez.” (En’am: 59)
“Göklerin ve Yerin Anahtarları O’nundur.” (Şûrâ: 12)
Engin Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları, nâmütenâhi nimet ve ikramları sonsuzdur. Herşey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da, öldürmek de O’na âittir. Tesadüf diye birşey yoktur. O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
Tahminciler:
Tahminciler, zanları ile bir şey olacağını tahmin ediyorlar. Oysa Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bindörtyüz sene evvel bunları haber vermiş ve beyan etmiştir.
Şöyle ki, bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği,
Fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği,
Bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgar, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif’lerinde saydığı haller zuhur ettiği zaman, mülkünün yagâne mutasarrıfı olan Hazret-i Allah’ın bu cezalar ile cezalandıracağını haber veriyordu.
Bu Hadis-i şerif’in kapsamına girenler, hadiselerin mânevî müsebbibidirler.
Gerçeği bilmeyenler ise “Şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş.” diyorlar. Onlar mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’yı bilip tanımıyorlar, imanları da yok.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz.” (Fatır: 11)
Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz.” (Fussilet: 47)
O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)
İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.” (Şûrâ: 12)
Her şey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da öldürmek de O’na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
Sonsuz Nimetler:
Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları sonsuzdur. Zâhirî ve bâtınî nimetleri o kadar engindir ki; bir damla kerih su iken insanı en güzel bir biçimde yaratıyor, vücuttaki âzâ nimetlerini yerli yerine koyuyor ve donatıyor, bir de suretini veriyor.
Bir taraftan vücudunla seni var ediyor, diğer taraftan seni en güzel nimetlerle rızıklandırıyor ve mülkünde yaşatıyor.
Sonsuz ihsan ve ikramların sahibi Allah-u Teâlâ’dır. Bu nâmütenahi nimetleri ihsan ve ikram eden Allah-u Teâlâ kullarını bir takım emir ve nehiylerle mükellef kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.”buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Kullarına iman etmeleri için emir vermiş, şartlarını koymuş, hudutlarını çizmiştir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlar Allah’ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayın!” buyurmuştur. (Bakara: 187)
Allah-u Teâlâ’nın bu hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere “Hududullah” denir.
Diğer taraftan namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri de İslâm’ın şartlarından kılmıştır.
İsyankârların Cezası:
Ve fakat bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah’lık dâvâsında bulunan kimselere gelince; O bu zâlimlere karşı Kahhar’dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.
O her şeye kâdirdir, O’nun hükmünden kurtulmak mümkün değildir. O nasıl cezalandırmayı murad ederse öyle cezalandırır, azabı çok şiddetlidir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.
Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.”(En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Zâlimlerin Âkıbeti:
Bu zâlimlerden önce, geçmiş devirlerde Allah’lık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?
Dikkatle bir inceleyin! Nemrut’u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun’u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle Allah’lık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.
Allah-u Teâlâ onun da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de ‘Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!’ denilir.”(Mümin: 46)
Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.
Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O’nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah’a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bu zâlimlerin de hakkından gelir.
İlâhî Ferman:
Allah’lık dâvâsında bulunan bu bölücüler, din kuran sapıtıcı imamlar, Allah yolundan alıkoyan imansız imamlar da böyledir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve meliklerin Meliki’yim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler.
Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim, kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm, en kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.”(Mişkât’ül- Mesâbih)
Demek oluyor ki; insanlar, yaratıcı ve yaşatıcı olan Allah-u Teâlâ’dan, O’nun emir ve nehiylerinden ayrıldıkları zaman, onlara hakettikleri ceza olarak başlarına zâlim idareci veriyor. Onlar da en şiddetli azap ile halka zulmederler.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir.” (Deylemî)
Ve onlardan her türlü kötülüğü bekleyin. Çünkü bu kötülüğü başta siz yaptınız
***
AHMETKALKAN.ORG
YARATMA (HALK)
e-Posta Yazdır PDF
Bakara, 21; Kavram: 30
HALK (YARATMA)
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah'tır
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
İlk İnsanın Yaratılışı
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Kulluk, Yaratana Yapılır
Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
"Ey nâs (ey insanlar)! Sizi ve sizden öncekileri halk eden/yaratan Rabbinize ibâdet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz." (2/Bakara, 21)
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
"Halk" kelimesi, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve benzere dayanmaksızın bir şeyi ibdâ etmek manasında kullanılır. Arap dilinde halk, önce geçmiş bir örneğe dayanmadan bir şeyi icad etmek, yoktan var etmek, yaratmak anlamında kullanılmıştır. Halk, bir şeyden bir şey icad etmek, yapmak manasına da gelir. 6/En'âm, 101 ayetindeki göklerin ve yerin yaratılması (ibdâ/yoktan var edilmesi anlamında kullanılırken; "İnsanı nutfeden yarattı." (16/Nahl, 4) ayeti de, bir şeyi, başka bir şeyden icad etmek, yapmak anlamında kullanılmıştır. Şu halde, yaratmak manasına gelen "halk" kelimesinin şu üç manası meydana çıkmış oluyor: "Bir şeyi güzelce ölçüp biçip takdir etmek" ; "yoktan var etmek (ibdâ); "var olan bir şeyden başka bir şey ortaya koymak, icad etmek". Halk kelimesini, Türkçede "yaratmak" kelimesi karşılamaktadır.
"Halk" kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an'da önemli bir yer tutar. Haleka kökü Kur'an'da 259 yerde kullanılmıştır. Bu kelimenin dışında, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, yaratma anlamının nüansları şeklinde başka kelimeler de Kur'an'da zikredilir. Bunlar: Bedee, fetara, berae, felaka, zerae, enşee, ceale, savvera, sevvâ, ehyâ, sanea, feale, ahrece, eâde, enbete, a'tâ, vehebe, elkaa, vedaa, enzele kelimeleridir.
Birçoğumuz "Allah yaratmıştır, Allah yarattı" der, geçeriz. Bu sözler, derinden hissedilerek, üzerinde düşünülerek, manaları idrak edilerek söylenmesi gereken sözlerdir. Yaratma işi, öyle kolayca söylenip geçilecek bir kavram değildir. Akıllı bir varlık olan insan, pek çok önemli konuda olduğu gibi, yaratma kavramını idrak hususunda da gâfil davranmaktadır. Halbuki ilâhî hitâba mazhar olan insan, Allah'ın münzel ayetlerini okuyacak, kevnî ayetlerini tefekkür edecek kabiliyettedir. Allah'ın ayetlerinin yanından umursamaz bir tavırla geçip gitmek, şuurlu insanın davranışı olamaz.
Hâlık ile mahlûku ayırıcı en kalın çizgi, yaratma kavramıdır. Yaratan, yarattıklarının sahibi, mâliki, mün'imi, onların rızık vereni ve besleyenidir. Onlar üzerinde tam tasarruf sahibidir. Bu kavram iyi kavranılmadığı zaman birçok karışıklıklara meydan verilmekte, Hâlik'ın hukuku ile mahlûkun hukuku birbirine karıştırılmaktadır. "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (39/Zümer, 67) ayetinin itâbına maruz kalınmaktadır.
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah'tır
Kur'an-ı Kerim'de halk, yaratma anlamıyla, çokça kullanılmaktadır. "Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır" gibi ifadelerde Allah hakkında vârid olmuştur. "Yaratamazlar, yaratılırlar, yaratıldı, yaratıldılar" tarzındakiler de yaratıklar için kullanılır. Yani onlarda Allah'ın bu vasfının bulunmadığı ifade buyrularak, yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtilir.
Doğrudan doğruya "yaratma" anlamı ifade eden "haleka" kökü, Kur'an-ı Kerim'de 259 yerde kullanılmıştır. Hem fiil, hem isim şekilleriyle çokça geçer. Yaratma anlamına gelen "halk" kökü, Kur'an'da hep Allah'a izafe edilmiştir. Tek istinası, Hz. İsa'dan nakledilen 3/Âl-i İmran, 49; 5/Mâide, 110 ayetleridir ki, buralarda Hz. İsa'ya hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki yaratıcının Allah Teala olduğu, ayetin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır.
Yaratma, Kur'an'da çok geniş bir alana yayılmıştır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz her şey, yaratmanın konusudur. Allah, onların yaratıcısıdır. Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar, hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuş yaratıklardır.
Huluk (ahlak) kelimesi de, halk manasına gelir. Huy anlamında kullandığımız huluk kelimesi, 26/Şuarâ 137 ve 68/Kalem, 4. ayette geçmektedir. Halk, gözle görülen hey'et, şekil ve suretlere tahsis edilmiş; huluk ise, basiretle idrak edilen kuvvet ve seciyyelere tahsis edilmiştir.
El-Hâlik, el-Hallâk, Kur'an'da zikredilen esmâü'l-hüsnâ/Allah'ın isimlerindendir. El-Hâlik'ın anlamı şudur: Cenab-ı Hak, mutlak manada yaratıcıdır. Yaratıcılığı, görülen - görülmeyen, bilinen - bilinmeyen, varlık namına ne varsa, hepsini kapsar. El-Hallâk, Hâlik ism-i failinin mübalağalı şeklidir. Mübalağa, tekerrür ifade eden fa'âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan manasını ifade eder. Durmadan yaratan, demektir.
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
"Allah, her şeyin yaratıcısıdır" hükmünü Kur'an'dan alıyoruz. Allah, bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. "Allahu hâliku külli şey" ve aynı anlama gelen ifadeler birçok âyette tekrarlanır. (Bkz. 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62) "De ki: 'Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, hâkim olan (her şeye üstün gelen)dır." (13/Ra'd, 16)
Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren ayetler, çok geniş bir anlam ifade ediyor. Allah, "bütün eşyanın hâlikı, hayır şer, iman küfür, her şeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır." O, aynı zamanda, evvelce her şeyi yarattığı gibi, bundan böyle ve gelecekte de her şeyin yaratıcısıdır. İlahlık, mâbudluk da; ibdâ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır. Ubûdiyete ve ibadete Allah'tan başka layık hiçbir şey yoktur; ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Allah vardır. O halde, biz insanların ibadeti, göklerde ve yerde bulunanların ibadeti, O'na tahsis edilmelidir. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Yaratılanın görevi de Yaratan'ını ibadette tek kılmaktır. Yaratıcı kim ise, ibadet edilmek de O'nun hakkıdır. "Rabbiniz Allah işte budur. O'ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir." (6/En'âm, 102) "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi korumuş) olursunuz." (2/Bakara, 21)
Allah, dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman, ona sadece "ol" der, o şey hemen oluverir. Allah, sebeplerini ve maddesini bulundurarak yarattığı gibi, bunlar olmadan da bir defada yaratmaya kaadirdir. "Dedi ki: 'Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?' ' Allah böylece dilediğini yapar' dedi. 'Bir şey(in olmasını) istedimi, ona 'ol' der, o da oluverir." (3/Âl-i İmran, 47) Bu ayette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına dair muzâri sigasıyla birçok ayet gelmiştir. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır." (28/Kasas, 68) Allah, dilediğini dilediği gibi yaratır. Allah, gökleri bir asıl/benzer olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Adem'i topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi, veya o ikisinden diğer insanları yaratması gibi.
Allah, bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yarattı." (16/Nahl, Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O'na mahsustur. "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra (emri), arş üzerine hükümran oldu. (O,) geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!" (7/A'râf, 54) Karşı durulmayan bütün emr O'nundur; O'ndan başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır.
Hz. Musa'ya Firavun'un sorduğu soruyu ve Hz. Musa'nın cevabını nakleden şu ayet-i kerimeler, Cenab-ı Hakk'ı en bâriz vasfıyla tanıtır: "(Fir'avn) 'Rabbiniz kim ey Musa?' dedi. (Musa:) 'Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir' dedi." (20/Tâhâ, 50) Görülüyor ki, herşeye hilkatini veren Allah'tır. Bu herşey kavramından hiçbir şey müstesna ve hariç değildir. Herşeye Allah, yaratılışına uygun sureti vermiş, yaratılış, rızık ve tenasül hususunda birbirine benzemez durumlar ihsan etmiştir. Allah, her şeye yetenek dili ile istediği suret, şekil, menfaat vb. hepsini verdi. Kendisine uygun, faydalanmasına, özelliklerine elverişli durum var etti. Mesela, göze görmeye uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun şekli vücuda getirdi.
Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, kâsibdir; Allah hâliktır. "Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır." (37/Saffat, 96)
Allah, görülmeyen varlıkları, soyut nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri, cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız herşeyi ve bunların en ince cihazlarını yaratan Allah'tır. Şu halde Allah, mutlak yaratıcıdır, el-Hâliktır. Herşey onun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya ıztırarî olarak (isteyerek veya zaruret icabı, mecburen) yaratıcısını tanıma ve O'nu yüceltmektir.
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
Allah, gördüğümüz yer, gökler ve onların içindekileri yarattığı gibi görünmeyen nice varlıkları da yaratmıştır. Bizim bilmediğimiz yaratıklar yanında, görmediğimiz halde vahyin bildirdiği meleklerin ve cinlerin niçin, nasıl ve hangi şeyden yaratıldığını nasslardan öğreniyoruz. Bu varlıkların yanında, mücerred/soyut kavramlar sayılabilecek hayatın ve ölümün yaratılması da Kur'an'da önemle vurgulanır.
Allah, ölümü ve hayatı yaratmıştır. "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır." (67/Mülk, 2) Demek ki ölüm ve dirim, insanların imtihan edilmeleri için bir vesile olmak üzere yaratılmıştır. Hayatın yaratılması herkes tarafından kolayca anlaşılabildiği halde, ölümün nasıl bir yaratma olarak tavsif edilebileceği açıklanmaya ihtiyaç duyan bir husustur.
Halk, takdir ve icad eylemek manalarına geldiğine göre, bu fiili burada takdir manasına alanlar olmuştur. Ancak, müfessir ve âlimlerin çoğunluğu, ölümün sırf yokluktan ibaret ademî bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığı haiz, vücûdî bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğuna kaail olmuşlardır. Yani ölüm ile hayatın tekabülünün, yoklukla varlık gibi değil, hareket ve sükûn, birleşme ve ayrılma, kalkmakla yatmak, açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezat karşılığı kabilinden olması gerekeceğini söylemişlerdir. Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün alâkası kesilerek yok olup gitmiyor, ömrünün neticesine göre iyi veya kötü, ya da karışık bir şekilde diğer bir doğuma sevk edilerek acı veya tatlı diğer bir hayatta yüksek veya âdi bir mevki almak üzere ilk önce yaratan varlığa doğru başka bir âleme dönüyor. (1)
Şu halde hayatın dünyaya gelmesi nasıl bir yaratma ve takdirle ise, dünyadan gitmesi de bir yaratma ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. En basit hayat, bitkilerin hayatı olduğu halde, onların ölümü bile hayattan daha muntazam bir sanat eseri olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü, çürüme, bozulma ve dağılma şeklinde görüldüğü halde, gayet muntazam bir kimyevî muameleyle ve ölçülü bir unsurlar birleşimi ile hikmetli bir zerreler şekillenmesinden ibaret bir yoğurmadır.
Çekirdeğin görünmeyen, intizamlı ve hikmetli ölümü, başağın hayatıyla kendini gösteriyor. Demek ki çekirdeğin ölümü, başağın hayatının başlangıcıdır. Hatta hayatının ta kendisidir. Bundan dolayı, şu ölüm de hayat kadar yaratılmıştır, intizamlıdır ve aynı zamanda bir nimettir. Ölüm, aslında dünya görevinden bir terhistir, bir tatildir. Bir yer değiştirme, bir varlık değişimi, sonsuz hayatın başlangıcıdır.
Şu halde ölüm, sonsuz bir yokluğa gömülme, kaybolup gitme olayı değildir. Kur'an'daki ikili anlatım sisteminin bir tezahür şeklidir. Benzer-benzemez, ruh-beden, dünya-ahiret, hayır-şer, cennet-cehennem gibi hayat ve ölüm de birbirinin tekabülü/karşılığıdır; bir yaratma konusudur ve bir nimettir.
İlk İnsanın Yaratılışı
Cenab-ı Allah, yeri, yerdeki bütün canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra, yaratmanın altıncı günü/devri, ilk insan ve ilk peygamber, beşerin atası Hz. Adem'i topraktan yaratmıştır. İnsanın yaşaması için gerekli herşeyi yaratıp, yaşamaya uygun ortamı hazırladıktan sonra insanı yaratmıştır. Allah, yaratmanın uzun altı devrinde herşeye en mükemmel şeklini vermiş, hatta insan için toprakta taşkömürü, petrol ve doğal gaz vs. gibi enerji depo etmiştir. Bunlar, milyonlarca uzun yıl süren yaratma çağlarında hazırlanmış ve müstekar şeklini almıştır. Bu kurulu nizama idareci, hâkim ve halife olmak üzere Yüce Allah insanı yaratmıştır. Elbette bütün bunlar, bir gayeye yönelmiş icraatlardır. İnsan, bu yaratıkların en sonuncusu ve en mütekâmili-dir. Bu kurulu kâinat, insanın hizmetine verilmiştir.
Allah, insanı topraktan yaratmıştır. Bu gerçek, pek çok ayet-i kerimede ifade buyrulur. "O'nun ayetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz." (30/Rûm, 20) (İnsanın topraktan yaratılması ile ilgili diğer ayetler olarak, bkz. 3/Al-i İmran, 59; 18/Kehf, 37; 22/Hacc, 5; 35/Fâtır, 11; 40/Mü'min, 67)
Modern ilim, insan vücudunun, yeryüzünün içerdiği elementleri kendisinde topladığını ispat etmiştir. Toprağın taşıdığı elementler şunlardır: Karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerin, insanda da değişik oranlarda yer aldığını görüyoruz. Bu oran, topraktan toprağa değiştiği gibi, insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer parça hepsinde bulunmaktadır. (2)
İnsanın yaratılışındaki cevher, maddî ve manevî suretinde ve sîretinde, yani bedenî terkibinde ve manevî huy ve kabiliyetlerinde etkisini gösterir. Nitekim toprağın cevherinde ağırlık, sükûnet, yumuşaklık, sebat ve teennî vardır. Bu özellikler, insanların manevî suretlerinde tecelli etmiştir.
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber, beşeriyetin atası Adem (a.s.)'ı yarattıktan sonra, onun eşini de Adem'den yarattı. "Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbiniz'den korkun. " (4/Nisa, 1) "O'dur ki, sizi bir tek nefisten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti." (7/A'râf, 189) Bu ayetlerdeki nefsle muradın Adem (a.s.), eşinin de Havva annemiz olduğu açıktır. İnsanlığın anası Havva'nın yaratılış şekli Kur'an'da belirtilmez. Rivayetlerde Havva validemizin, Adem (a.s.)'ın en kısa sol eğe kemiğinden yaratıldığına dair haber verilmekte ise de, bu rivayetlerin sıhhati ve sahihse gerçek mi yoksa mecazî anlamda mı olduğu kesin değildir. Keyfiyet bizce meçhuldür.
Allah, insanları dört tarzda yaratmıştır: 1- Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Adem gibi, 2- Anasız babasız, erkekten dişi yaratmış, Havva annemiz gibi, 3- Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. İsa'nın babasız yaratılması gibi, 4- Diğer insanları da bir ana ve bir babadan, Adem ile Havva'dan yaratmıştır. Bu şekil ve suretlerle Cenab-ı Allah dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir. Hz. İsa'nın yaratılışı hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah yanında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra 'Ol' dedi, o hemen oluverdi." (3/Al-i İmran, 59)
İlk insan Adem (a.s.) ve eşi Havva anamız yaratıldıktan sonra bu ikisinden tüm insanlık erkekli dişili yaratılagelmiştir. Zürriyeti tenasül yolu ile devam etmektedir. Artık insanlar bir erkek ve bir kadının soyundan yaratılmaktadırlar. Adem (a.s.)'ın zürriyetinin bir erkek ve bir kadından yaratılışı da yine hârika safhalar arzetmektedir.
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alaka (embrio)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabileyet)lerinize ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (Çocukluğunuzdaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (22/Hacc, 5)
"Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embrio)ya çevirdik, alaka (embrio)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (23/Mü'minun, 12-14
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratmadan yaratmaya (nutfeden alakaya, alakadan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl (O'na kulluktan şirke) çevriliyorsunuz?" (39/Zümer, 6)
"O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?" (32/Secde, 7-9)
Bu ayet-i kerimeler, modern embriyoloji bilgisiyle tasdik edilmektedir. Döllenme esnasında erkek, 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Kur'an'da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimi ile hareket eder. Kadının ovariumuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık aşılar. Aşılanmış yumurtacık, ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye başlar. Böylece Kur'an'ın belirttiği gibi nutfe, kan pıhtısına benzer bir şekil alır, bu uzun biçimi alan cenin, kırk gün kadar böyle alaka halinde kalır. Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklaşır. Ne olduğu belli belirsiz bir çiğnem et parçası gibi bir görüntü kazanır. Alaka, çiğnenmiş et şekline konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm. den fazla olmayan mudğanın hacmi, böylece elli katına, ağırlığı da sekiz bin katına çıkar. Bundan sonra mudğa, birçok hücrelere
bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, ceninin belirli bir parçasını yapar. Mü'minun suresinin 13. ayetinde belirtildiği gibi, insanın ana rahminde yaratılışı nutfe ile başlar. Nutfe alakaya, alaka mudğaya döner. Mudğanın içinde teşekkül eden kemikleri, adale dokusu sarar. Yüce kudret, böylece insanı yaratır. (3)
Rahmin üç zulumâtını (karanlıklarını) "sulb, rahim, batın" şeklinde açıkladıkları gibi, batın zulmeti, meşîme zulmeti, rahim zulmeti diyenler de vardır. (4) Rahim, dıştan içe doğru üç doku ile yapılmıştır. Parametrium, miometrium, endometrium dokuları. Bu dokular ışık, ısı ve su geçmez zarlarla sarılmıştır. Kur'an, ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor, insanın üç zulmet içinde yaratıldığını söylüyor. Ne yüce söz, ne ebedî mûcize! (5) Cenab-ı Hak, insanda erkeğin beli ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkan (86/Târık, 7) insan suyunu yaratmıştır (59/Haşr, 59). Erkeğinkine Kur'an'da meni, nutfe ve mâ-i dâfık (atılgan su) (86/Târık, 6), mâ-i mekîn (hakir, âdi su) isimleri verilir. Onu karar-ı mekîn (sağlam bir karar yeri) denilen rahimde yerleştirmiştir. Yukarıdaki ayetlerde belirtilen insan neslinin, yaratılma safhalarından geçirilerek insan şeklinde hilkati tamamlanmıştır.
Rahimde cenine ruh üfürülüşünü, 22/Hacc suresi 5. ayette geçen "bir başka yaratılış" olarak tefsir edenler vardır. Yaratılış safhalarını şöylece izah ederler: Her biriniz önce nutfe olur, sonra alaka (embriyo), sonra bir çiğnem et olur. Sonra yine yaratır da et, kemik, sinir ve damar olur ve ona ruh üfürülür de başka bir yaratık haline gelir. (6) Rahimdeki yaratılış safhalarını açıklayan bir de şu hadis-i şerif dikkat çekicidir: "Abdullah ibn Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: 'Bize daima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasulullah (s.a.s.) şöyle anlattı: "Sizden birinizin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde toplanır. (Erkekle kadının suyu birleşir, sonra bu kadar zamanda alaka olur, daha sonra bu kadar günde) bir çiğnem et halini alır, sonra melek gönderilir de ona ruhu üfürür ve ona dört kelime ile, yani rızkını, ecelini, amelini, saîd mi şakî mi olduğunu yazmakla emredilir." (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, M. Sofuoğlu, VIII, 114)
Şu halde, insan neslinin ana rahminde yaratılışı da, çamurdan ilk insanın yaratılması gibi safha safha cereyan etmektedir. Hatta bu ikisinde de benzer yanlar vardır. Orada "çamur sülâlesi" bu ikinci durumda nutfe halini almıştır ki, Araplar "selile" diye hem çocuğa, hem nutfeye diyorlar. Sülâle ve selîle kelimelerindeki lafız benzerliği de dikkat çekicidir. Suyun hepsinden çocuk olmaz. Her iki durumda da hilkat belirlenip tamamlandıktan sonra yeni bir yaratılış veren ruh üfürülüyor. Cenine ana rahminde hadisin beyanına göre 120 günlük iken ruh üfürülüyor. Allah, ilk insanı çamurdan şekillendirdiği gibi, onun nesline de, ana rahminde şekil belli belirsiz bir çiğnem et parçasıyken dilediği şekli vererek, onu dilediği gibi düzeltip denkleştirdikten sonra en son şeklini veriyor. Allah dilediği gibi güzellik, çirkinlik, erkeklik, dişilik bakımından onu tesviye eder, en yakın cedlerinden ta Adem (a.s.)'a kadar çeşitli suretlerden birinin suretine benzetir. "O (Rab) ki, seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkibetti." (82/İnfitar, 7-8)
Yüce Allah, insan olmak bakımından tüm organlarıyla insanları birbirine benzer yaratmış, aile hususiyetleriyle, veraset yönüyle de ikinci derecede bir benzeyiş halinde yarattığı halde, asla iki ferdi birbirinin aynısı yapmamıştır. Bütün bu derece derece benzerlikler içinde tıpatıp benzemezlik var. Birbirine en çok benzeyen ikizlerin bile yine çok farklı, benzemez tarafları görülür. Yüce kudret, üstün irade ve ihtiyarını yalnız insanlarda değil; tüm yaratıklarda böylesine dakik olarak göstermiştir. Bu durumun bir de, duygular, kabiliyetler gibi manevî suretlerde de aynı şekilde tecellisini düşünürsek, Allah'ın yüceliği ve büyük sanatkârlığı karşısında hayretlerimiz ve saygımız zirveye çıkar. "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) rızıklarla besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?" (16/Nahl, 72)
Görüldüğü gibi insanın nesli de tavırdan tavıra geliştirile geliştirile, her safhada yeni unsurlar ilave edilip yeni mahiyetler verilerek yaratılmıştır. Nihayet ruh üfürülecek kıvama getirilip yeni bir yaratılışla insan olmuş, görüp işitir, düşünür, hitaba layık, şuurlu bir varlık haline gelmiştir. "(O) Allah'tır ki sizi za'ftan yarattı (pek zayıf bir kökten, spermadan yarattı. Başlangıcınız çok zayıf bir madde idi. Kökünüz pek cılızdı). Sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi (güçlü kuvvetli delikanlılar oldunuz). Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. (Allah) dilediğini yaratır. O, bilendir, gücü yetendir." (30/Rûm, 54)
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Allah, her varlığı, ifâ edeceği vazifeye uygun şekilde yaratmıştır. İnsanı yeryüzünde halife, hâkim ve Cenab-ı Allah'ın kanunlarının yeryüzünde tatbikçisi, O'na kulluk vazifesinin ihtiyarî olarak imtihanını verecek bir varlık olarak yarattığı için, görevleriyle mütenasip kabiliyetler ve organlar vermiştir. "O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (32/Secde, 7). Allah, "ahsenü'l-hâlikîn: yaratanların, takdir edenlerin, yapanların en güzelidir. (Bkz. 23/Mü'minun, 14; 37/Saffat, 125). "Allah odur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızıklarla besledi. İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah ne yücedir!" (40/Mü'min, 64). "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (95/Tîn, 4). "Göklerde ve yerlerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir." (64/Teğâbün, 4)
Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhanî bakımdan, insan en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Organlar, görecekleri vazifelere uygun şekilde hikmetinin iktizasınca yaratılmıştır. Bu güzellik, belinin doğru ve dik oluşundan, endamının güzelliğinden Allah'ın isim ve sıfatlarına tecelligâh olmasına kadar, her husustadır. İnsanın görevi, yeryüzünde ifa edeceği ilâhî emaneti yüklenmek ve gereğini yerine getirmek olduğu için, insan Allah'a nisbeti yönüyle büyük bir kemal ifade eder. İnce düşünen, insanın inceliklerinde ve sırlarında nazarlarını dolaştıran herkes görür ki, insan, gayb ve şehadet âleminin birleştiği yerdir, kâinatın özüdür. "Andolsun biz Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." (17/İsrâ, 70) İnsan, Allah'ın emrine uyarsa yücelerin yücesine çıkar; nefsanî ve şeytanî duygularına kapılır giderse hayvanlardan daha aşağıya, aşağıların aşağısına düşer. İnsan, cismanî ve ruhanî pek çok kabiliyetleriyle ebediyete namzet bir varlıktır. İnsana ait bütün bu özellik ve güzellikler, Allah'tandır, Allah'ın yaratıcılığındaki ihtişamlı sanatının göstergesidir.
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır
"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir." (2/Bakara, 29). Allah, yalnız yerde bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, gökleri ve gök cisimlerini de insana hizmet için görevlendirmiştir. "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyi size boyun eğdirdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç, görülen görülmeyen, bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi. Yine de insanlardan kimi var ki, ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31/Lokman, 20). "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45/Câsiye, 13)
Bu kâinatın kendisi için yaratıldığı insan da, Allah'a kul olmak için yaratılmıştır. "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk/ibadet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyat, 56). "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." (2/Bakara, 21)
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Yaratıcılık, Yüce Allah'ın sıfatıdır. O'nun yaratıcılık sıfatı, elbette tecelli edecektir. Yüce Allah, sadece hâlık, yaratıcı değil; aynı zamanda hallâktır. Yani devamlı ve tekerrür halinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma, Allah'ın işidir. Yaratıcılık O'ndan ayrılmaz bir vasıftır. Allah, el-hallâktır, mutlak manada yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık, O'nun zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka başka şeyler de yaratır. Yaratması, bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar, Hâlik ve Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır. "Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor (dönüp yeniden yaratıyor). Bu, Allah'a göre kolaydır." (29/Ankebut, 19) Bu ayette, öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir.
İradesi, hiçbir kayda bağlı olmayan Allah, dilediği zaman, hikmeti gereğince yaratır. "Biz, birşeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir; derhal oluverir." (16/Nahl, 40) Bu ve benzeri ayetlerle (2/Bakara, 117; 3/Al-i İmran, 47, 59; 6/En'âm, 73; 36/Yâsin, 82; 40/Mü'min, 68) "yekûnu" fiilinin zamanının muzâri oluşu, açıkça bize bu fiillerin şimdiki zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyor. Yani her an, Allah'ın "ol" dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor. "Göklerde ve yerde bulunanlar, (herşeyi) O'ndan isterler. O, her gün (her an) yeni bir iştedir, kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hali giderir, başka haller getirir." (55/Rahman, 29) Allah, evreni yaratmış ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü, "yaratma ve emir O'na mahsustur." (7/A'râf, 54) Hatta Allah, yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor da. "Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz." (51/Zâriyat, 47) Galaksiler, birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir. (Bkz. 13/Ra'd, 41; 21/Enbiya, 44) "O, yaratmada dilediğini arttırır." (35/Fâtır, 1). Bu keyfiyet, artık bugün bilimin de tespit ettiği bir gerçektir. Evren, yeni yaratmalarla genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücuda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından başka bir şey değildir. "Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." (39/Zümer, 6) "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor." (16/Nahl, Yaratma, bir zaman olup bitmiş bir vak'a değil; Allah'ın iradesiyle devamlı tekerrür etmekte olan bir hadisedir. Çünkü Allah, evreni bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir usta değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda tam tasarruf eden, dualara icabet eden, mazlumun âhına yetişen, her an fa'âl, hay, kayyum, terbiye edip yetiştiren, olgunlaştıran, gözeten rab, her an bir işte olan, her türlü kemalin kaynağı olan yüce Zâttır. "Allah dilediğini yaratır, O bilendir, gücü yetendir." (30/Rûm, 54)
Kulluk, Yaratana Yapılır
Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibadete lâyık olan da O'dur. "Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O'na döndürüleceksiniz." (36/Yâsin, 22) "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun." (4/Nisâ, 1) Ondan başka ibadete lâyık mâbud da yoktur. "Semud (kavmin)e de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. (O), herşeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin, O herşeye vekildir." (6/En'âm, 102) Bu ayetlerde hep "Allah'a ibadet edin" emrinden sonra, yüce Allah'ın yaratıcı oluşu ifade ediliyor. Bunlar çok açık olarak gösteriyor ki, ibâdet, yaratana yapılır. Kulluk edilmeye lâyık olan, yaratan Zâttır. Bu vasfa sahip olan Allah'tan başa hiçbir varlık olmadığına göre, O'ndan başka ilâh, O'ndan başka tapılmaya lâyık bir varlık yoktur.
Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur
Yaratıcılık sadece Allah'a mahsus bir vasıftır. Yaratıcı olmayan ise, ilâh olamaz. O halde tek Yaratıcı vardır, o da Allah'tır. Mahlûklar, ancak mevcut şeylerde başı değişiklikler yaparlar. Kendileri tarafından bilinmeyen bazı yeni şeyleri keşfedebilirler. Bu hareketler yaratma değildir. Yaratılanlara, yine Allah'ın verdiği kabiliyetlerle, kâinatta zaten mevcut olan bir şeyden, örtüyü açmaktır. Halbuki o şey, Allah tarafından, keşfedildiği gibi yaratılmıştır.
Mahlûklara, bilhassa insanlara Türkçede yaratma kavramının izafe edilmesi, müslümanların sadece Allah'a tahsis ettikleri bir kelimedeki kudsiyeti ortadan kaldırmak, dinî bir tabiri yerinden kaydırmak suretiyle, Allah ile yaratma kavramının ilgisine şüphe düşürmek ve sanki başka yaratıcılar da varmış intibasını uyandırmak ve yerleşmiş bir dinî kavramı dejenere etmek niyetine dayanmaktadır. Kelimeler ve kavramlar, manaların kalıpları olduğuna göre, bu kelimenin müslümanların hâfızasında delalet ettiği anlam bir itikad konusu olduğu için, bu itikadı sarsmak gayesi güdülmektedir. Ne yapılırsa yapılsın, tek ve gerçek yaratıcı Allah'tır. Yaratma nisbet edilen yaratıklar, asla bir şey yaratmamaktadırlar.
Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir. Oysa sadece Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece "ol" demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan. Bunca âciz ve yaratılmış olmalarına rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, sahte ilahlar, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar. (Bkz. 22/Hacc, 73). İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibarettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; belki sembolik ve mecazi anlamda söylenebilir. İnsana gerçek anlamda yaratıcılık atfetmek, onu ilah yerine koymaktır. (7)
Bâtıl tanrılar, bir şey yaratamazlar. Allah'ı tanıtıcı en bâriz vasıf, Kur'an'a göre yaratıcılıktır. Yaratıcı olmayan şeyler, tanrı olamayacağı için Kur'an, şirkin kapısını ta baştan
kapatmaktadır.
"De ki, Sizin, koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" (10/Yûnus, 34)
"De ki, siz Allah'tan başka yalvardığınız şu ilahlarınızı gördünüz mü? Bana gösterin (bakayım), onlar yerden hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerin yaratılmasında (Allah'a) ortaklıkları mı var? (35/Fâtır, 40). "Hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allah'a) ortak mı koşuyorsunuz?" (7/A'râf, 191). "Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O, Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. İsteyen de âciz, istenen de (yani puta tapan da âciz, put da)." (22/Hacc, 73). Allah'ın ülûhiyet hakkını birtakım canlı cansız şeylere vermek, Allah'a karşı büyük bir zulümdür. "Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" (16/Nahl, 17)
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
Yaratmayı ilk defa başlatıp meydana çıkaran ve bu varlık nizamını kuran Allah, ikinci yaratmayı da elbette yapmaya kaadirdir. "O gün, göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıysak, onu yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız." (21/Enbiyâ, 104). "İlk yaratma ile âciz mi kaldık ki (yeniden yaratmayalım)? Doğrusu onlar, yeni bir yaratmadan kuşku içindedirler." (50/Kaf, 15). İlk yaratma, ikinci yaratmaya da delildir. İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi, veya ikinci yaratmadan şüphe içinde olması bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek akıllıca bir iddia değildir. İlk yaratmayı, yani dünya hayatını inkâr etmekse, kişinin kendisini inkâr etmesi manasına gelir. Şu halde her iki yaratmaya da iman etmek zaruridir. "Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır." (30/Rûm, 27)
Allah, yaratmadan asla yorulmaz. Yaratma, O'ndan ayrılmaz bir vasıftır. "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye kaadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye kaadirdir." (46/Ahkaf, 33). Çünkü tabii olarak bakıldığı zaman, ilk yaratılış tabiatın hilafına iken, ikincisi, yani diriltme, tabii olmuş olur. Kendisini bilen herkes bir zaman yok iken var olduğunu bilir.
Yaratma kavramını bütün açıklığı ile anlamak, ilk yaratmayı ve sonunu (diriltmeyi) idrak etmekle olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var olan bir şeyin yok olduğunu görmek de, tabiat safsatasını yaratılışın ayetleriyle anlamaya yeter. Cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta akıl sahipleri arasında bile, yaratmayı ta başından yapıp sonra yok edecek hiçbir fert ve grup yoktur.
Makineyi yapan sanatkâr, makinenin içinde aranmaz. Sebepler, yaratıcı olamaz. Sade dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden ölü, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken, sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk insanı, ilk hayvanı ihdas edivermek gibi, yaratmanın ilk madde ve suretine, ilk miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma, Yaratıcının zât ve sıfatından başka hiçbir ön şart ve sebebe bağlı değildir. İşte böylesine ilk defa yaratan, yarattığını iade eder, sonuna vardırır. Ölüleri diriltir. Allah böyle önceye de, sonraya da hâkimdir. (8) *
1- Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. VII, s. 5156
2- Seyyid Kutub, Fi Zılali'l- Kur'an; Allah ve Modern İlim, 117
Allah'ın sonsuz kudretine, ahireti getirmek zor değildir.
Metin:
Bu delilde şu kaideyi işleyeceğiz:
“Bir şey zatî olsa, onun zıddı ona arız olamaz. Çünkü zıtların bir arada bulunması durumu olur; bu ise imkansızdır.”
İlk önce kaidede geçen kelimelerin manalarına bakalım:
Zatî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait. Arız: Sonradan takılan, sonradan olan şey.
Şu âlemdeki hiçbir mahlukun, hiçbir sıfatı zatî değildir. Yani zatına ait olmayıp hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zatî (zatıyla kaim olan) sıfatlar, ancak Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki mahlukat da sonradan icad edilmiştir. Yani ezelî değil, sonradan olmuştur.
Kendisi ezelî olamayanın, sıfatları da elbette ezelî ve zatî olamaz. Lakin biz burada, bu delilin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı şeyleri zatî kabul edeceğiz. Her ne kadar o sıfatlar sonradan yaratılmışsa da, yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zatî kabul edilebilir. Bu konuda bir kaç açıklayıcı misal vermek, meselenin aydınlanması açısından lazımdır:
Birinci Misal: Güneş’in ışığı bir derece zatîdir. Yaratılması ile beraber, ışığa sahip olmuştur. Bu sebepten, ışığın zıddı olan karanlık ona arız olamaz; yani karanlık Güneş’e yaklaşamaz. Çünkü “bir şey zatî olduğunda, ona zıddının arız olamaması” bir kaidedir.
Fakat lambanın ışığı, zatî olmayıp arızî olduğundan, yani sonradan o cam parçasına takıldığından ve onun bizzat zatî malı olmadığından dolayı, ışığın zıddı olan karanlık, lambaya arız olabiliyor.
İkinci Misal: Güneş’in sıcaklığı bir derece zatîdir. Güneş, icadıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Bu sebepten, sıcaklığın zıddı olan soğukluk Güneş’e yaklaşamıyor ve yanaşamıyor. Çünkü bir şey zatî olduğunda, ona zıddı arız olamaz.
Sobanın sıcaklığına gelince, onun sıcaklığı zatî değildir; yani soba “sıcak olma” sıfatına, içinde bir madde yakılmasıyla sonradan sahip olmaktadır. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıddı olan soğukluk sobaya arız olabiliyor. Odunu biten soba, bir müddet sonra soğuyor.
Üçüncü Misal: Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zatî olduğundan, solma ve kararma onlara arız olamıyor. Zira bir şey zatî olduğunda, onun zıddı ona arız olamaz.
Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise arızî (sonradan) olduğundan, solmaya ve kararmaya mahkûmdur. Parlaklığın zıddı olan matlık, o eşyaya yaklaşır ve onu soldurur.
Dördüncü Misal: Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zatî olduğundan, hareketin zıddı olan sükûnet ve yerinde durmak, ona arız olamıyor. Dünyamız devamlı dönüyor.
Fakat bir topacın ya da bisiklet tekerinin hareketi arızî olduğundan (o eşyalara sonradan takıldığından), yani “dönmek” onların zatî bir sıfatı olmadığından dolayı, hareketsizlik onlara arız olabiliyor.
Netice: Demek bir şey zatî olursa, onun zıddı ona arız olamıyor.
Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvveti zatîdir, kendindendir; yani varlığı ile daimdir, başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir, nihayetsizdir ve mutlaktır (kayıt altına girmez).
Buraya kadarki anlattığımız konuyu şöyle maddeleyebiliriz:
Madem kudret sıfatı, Allah’ın zatî bir sıfatıdır; o hâlde zıddı olan âcizlik Allah’a arız olamaz.
Madem âcizlik Allah’a arız olamaz, o hâlde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.
Madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz; o hâlde eğer hikmeti müsaade ederse, her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneş’in ışık verme fiilinde, bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az, çok, büyük, küçük, parça, bütün birdir. İcatta ve tasarrufta, zerreler yıldızlara eşittir. Bir sineğe hayat vermek ile bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla baharı yaratır, cenneti dahi aynı kolaylıkla icad eder.
Bu kaideden çıkaracağımız neticeler şunlar:
Hayat, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıddı olan ölüm, Allah’a yanaşamıyor ve Allah ebedî oluyor.
Görmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıddı olan görmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah her şeyi aynı anda müşahade ediyor, hiçbir şey nazarından saklanamıyor.
İşitmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıddı olan işitmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah bütün sesleri, hatta kalbin geçirdiklerini dahi aynı anda işitiyor.
Allah’ın ilim sıfatı zatîdir; elbette bu sıfatın zıddı olan cehalet, yani “bilmemek” Allah’a arız olamaz. Allah denizlerin binlerce metre derinliğindeki bir balığın yüzmesini bilir. Gecenin karanlığında adım atan bir karıncayı bilir. Hiçbir yaprak onun bilgisi olmadan düşemez. Allah bütün kalplerden geçenleri bilir... Bütün bunlar, ilim sıfatının Allah’ın zatî bir sıfatı olmasının neticesidir; zira bunlardan birini bilmemek cahilliktir. Hâlbuki ilim sıfatı zatî olduğundan, zıddı olan cehalet ona arız olamıyor; olamayınca da Allah her şeyi biliyor.
Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına da bu kaideyle bakılabilir.
Bu kaideyle birlikte, şu kaidenin de beraber düşünülmesi faydalı olacaktır: “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin zıddının ona müdahalesi iledir.” Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:
Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesi iledir.
Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğukluğun müdahalesi iledir.
Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesi iledir.
Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesi iledir.
Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesi iledir…
Demek kaidemiz şu: Bir şeye zıddı müdahale edemezse, o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkabiliriz:
Allah’ın zıddı yoktur.
Madem Allah’ın zıddı yoktur, o hâlde Allah’ın tasarrufuna müdahale de yoktur.
Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın kudretinde bir mertebe olamaz. Kudreti nihayetsiz olur.
Kudreti nihayetsiz olunca da, bir çiçeği yaratmak ile bir baharı yaratmak, bir sineği hayat vermekle öldükten sonra bütün mahlukatı yeniden yaratmak o kudrete göre eşittir. Bir iş, bir işe mâni olamaz.
“Ahirete İman” isimli eserimiz burada tamam oldu. Eserin başında da ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Haşir Risalesi”, bu çalışmamızda kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde, Üstad Hazretlerinin eserinde zikredilen delillerden sadece bir kısmını zikrettik. Diğer delilleri merak edenleri, Üstad Hazretlerinin bahsi geçen eserine havale ediyor ve eserimizi Kur’an’ın şu ayetleriyle tamamlıyoruz:
“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında, kapıları açılır ve bekçileri onlara der ki: ‘İçinizden size uyaran peygamberler gelmedi mi? Rabbinizin ayetlerini okuyup sizi bu kavuşma gününüzle korkutmadı mı?’ Onlar da: ‘Evet, geldi.’ derler. Fakat kâfirler üzerine artık azap kelimesi hak olmuştur. Onlara: ‘Ebedî olarak, içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından!’ denilir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne de kötüdür!”
“Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilirler. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara şöyle derler: ‘Selam sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak, içinde kalmak üzere haydi girin oraya!’ Onlar da: ‘Hamdolsun o Allah’a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennete vâris kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz.’ derler. Bak, amel edenlerin mükâfatı ne de güzel oldu!”
“Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur...” (Bakara /255)
“Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden, gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah’tır. Bilin ki yaratma da emir de O’nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah Yüce’dir!” (A’raf /54)
“Hem o insan görmedi mi gerçekten biz kendisini nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulasadan) yarattık! Buna rağmen bakarsın ki o apaçık bir hasım (kesilmiş)tir. (Yasin /77)
“Deki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kıldı?” Deki: “Onlar, dünya hayatında iman edenler içindir: (Kafirler de bu vesileyle yararlanırlar) Kıyamet Günü’nde ise (yalnız müminlere) mahsustur” işte (bunların kıymetini) bilecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf /32)
Evet! Tüm kâinatı, göğü, yeri ve ikisinin arasındaki her şeyi ama her şeyi Allah yarattı. Sonra bu yarattığını mü’minlerin emrine boyun eğdirtti. O mü’minler ki O’na hakkıyla boyun bükerler. Ancak kafirler münafıklar, fasıklar da bu dünyada yaşadığı için onlar da mü’minlerin yüzü suyu hürmetine nimetlerden faydalanıyorlar. Güneş mü’minler için ışık, ısı verirken, yağmur mü’minler için gökten yeryüzüne iniyor.
Şüphesiz herşeyi var eden kainatta tek hüküm sahibidir.
Bir şirketi kuran şahsın elinden bir başkası onu almaya çalışsa veya “ben bu şirketi yöneteceğim” dediğinde bu son derece haddi aşmak anlamına gelmeyecek midir?
İşte Rabbimiz tüm kainatı, milyarlarca canlıyı yarattığı ve tek hüküm sahibi olduğu halde kendini bilmez, ukala yaratıklar, Allah’a ve onun sevgili kullarına kafa tutup hakimiyet mücadelesini ele geçirmek istiyorlar. Rabbimizin haram dediğini helal sayma, basite alma yanlışlığında boğuluyorlar.
Bu coğrafyanın ve tüm dünya topraklarının tamamı Allah’a ve O’nun yeryüzündeki mü’min halifelerinin tasarrufunda iken “Siz de nerden çıktınız” deme basitliğini gösteriyorlar. Bir kaç olay aktarayım.
Geçenlerde Yusufiyeden bir kardeşimiz hastaneye gitti. Bindiği araçta bir Pkk’li de varmış. Bir ara Pkk’li “Yüksekova’da o kadar olay var. Devlet-Pkk savaşıyor. Dindarlar da kalkmış orda dernek açmış. Niçin açıyorsunuz oturun yerinize, orada Pkk’nın hakimiyeti var” deyince, kardeşimiz “Sizin hakimiyetinizin olduğunu söylediğin Yüksekova da, Kürdistan da, tüm Türkiye de hepsi dinine sahip çıkanlarındır.” Şeklinde sert çıkınca o şahıs ürkerek yerine oturmuş. Meğer Müslümanların topraklarında dinsizlerden izin almak gerekiyormuş da haberimiz yokmuş.
Bir başka ipini koparmış, televizyon ekranlarında haber yapıyor sonra da yorum ekliyor. Bursa’da başörtüleriyle okumak isteyip sorun yaşayanlara ağzından köpük salya akıtarak saldırıyor: “Bilmiyor musun başörtüsü ile okula gitmek yasak, kanunda bellidir. Bir de sizinle mi uğraşacağız, oturun oturduğunuz yerde. Bu kadar terör var, cinayetler var vs. vs.” Görüyor musunuz, ne de pervasız yavuz hırsız misali ev sahibini bastırma girişimlerini.... Tam da bir damla hakir Sudan” yaratıldığını unutmanın nankörlüğüyle nasıl da dindarlara, Allah’ın bir açık hükmüne kin kusuyor.
O dindar ki elinde silah yok, molotof yok diye “Sen nerden çıktın” deme tepkisiyle karşılaşmış. O zaman da bu kişi sormaz mı kendine” Her gün adam, çocuk, kadın öldürenlerin sırtını sıvazlayıp onlardan yağ alıyorsun da benim gibi derdi okumak olan çocuğun başörtüsüyle uğraşmanın nedeni benim elimde veya arkamda silahın olmaması mıdır?”
Tabi ya şimdi Rablerinin emrini yerine getirmek uğruna okullara başörtüleriyle gitmek isteyenleri daha tehlikeli görüyorlar…
“Yerde olan herşeyi sizin için yaratan O’dur. Sonra göğü (yaratmayı) kasdetti de onları yedi (kat) sema olarak tanzim etti. Ve O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara /29)
Allah’tan Başkası İçin Yaratıcı Denir mi?
Her şeyi yaratan Allah’tır. Yaratmak işi ve yaratma yalnız Cenab-ı Allah’a mahsustur. “Yaratmak” kelimesi Allah için kullanılır. İnsanlar için “yarattı”, “yaratıcı” denmez. Çünkü; yaratmak, yoktan var etmektir. İnsan yoktan var edemez, yaratamaz. İnsan yaratılan şeyler üzerinde sadece değişiklik yapabilir. Mesela, bir masa yaratamaz. Masayı yapar. Malzemeler üzerinde çalışma yapar, masayı şekillendirir. O, malzemeyi yoktan var eden, yaratan Allah’tır.
Yaratıcılık, Allah’ın sıfatlarındandır. Yaratan olmadan bir şey olmaz.
Tabiatı yaratıcı olarak görmek, “tabiat ana” demek gülünçtür. Tabiat dediğimiz nedir? Taş, toprak, ağaç, su gibi şeyler değil midir? Bunlar bu güne kadar ne yaratmış, ne var etmiştir? Bunlar kendileri yaratılmış şeylerdir ne yaratabilirler ki? Kim ne derse desin, tabiatı da Allah yaratmıştır. Tabiatçıları da Allah yaratmıştır.
- Dut yaprağıdır; Tadı, rengi, kokusu ve nihayet maddesi birdir. İşte bu tek maddeden koza böceği yer, ipek yapar; koyun yer, et ve süt olur; geyik yer, misk yapar; arı yer bal yapar” der.
Allah’ın varlığına, yaratmasına en büyük delil insanın kendisidir.
İnsanların vücut yapılarının hepsi aynı kimyevi maddelerden meydana geldiği halde, fiziki olarak her insan birbirinden farklıdır. Her insanın parmak izinin birbirinden farklı olması, elektronik yolla kaydedilen insanın sesinin spektrografisinin başkalarından farklı oluşu, insan vücuduna sıkıştırılan sayısız genler, insan beyninde on dört milyar hücre ve iki hücre arasında üç bin bağlantının oluşu, beyindeki tekbir hücrenin iki yüz elektronik beyine eşit gücü, karaciğerin beş yüzden fazla iş yapması, sinir ve sindirim sisteminin, kalbin çalışması, duyu organlarının faaliyeti, insanın bir damla sudan teşekkülü ve her türlü tedbir, tıbbi imkanlar kullanıldığı halde ölüm… Bütün bunlar hayatımıza bir karışanın olduğuna, daha açık ifadeyle Allah’ın varlığına inanmaya zorlar.
Nereye bakarsak bakalım, görünen görünmeyen her şeyi yaratan, canlılara hayat verip yaşatan ve bir gün her şeyi yok edecek olan Allah’tır. Her şey onun yaratması ve kudretiyle olur. Yaratma gücüne Allah’tan başka kimse sahip değildir. Yaratma işi Allah’a aittir. Bugün Firavunluk ölçüsüne varan her iddia gülünçtür. İnsanoğlu, olacak bir deprem için bütün teknik imkanları seferber etse deprem sonrası yaralıları tedavi etmek, ölüleri gömmekten başka ne yapabilir?
Cenab-ı Allah, sevgili peygamberimize şöyle buyurur:
“Ey Peygamberim! De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kim? Kulak ve gözlerin sahibi kim? Diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir?” (Yûnus Sûresi:31) Ardından da: “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır. O bir işin olmasını dilerse, ona ancak “Ol!” der ve olur.” (Bakara Sûresi:117)
“Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O’dur. O’nun huzurunda toplanacaksınız. Dirilten de öldüren de O’dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O’nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?” (Mü’minûn Sûresi:78-80) diyerek bize hitabetmiş, düşünmemizi istemiştir.
Bana arkadaşlarının “bu Allah’a inanmıyorum” dediği öğrencim, ödev olarak güzel bir dünya haritası yapmış, önünde duruyordu. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Bu ne?
- Dünya haritası.
- Kim yapmış?
- Ben.
- Yok canım.
- Evet hocam, ben yaptım. Başka kim yapacak?
- Yani birisi yapmadan bu kendi kendine olmaz mı?
Güldü ve: – “Olmaz tabi” dedi.
Peki bu küçücük kağıda dünya haritası kendi kendine olmaz da. Üzerinde yaşadığımız koskoca dünya kendi kendine nasıl olabilir?
- Rasûlüm de ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah’tır. O halde de ki: O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz? De ki: Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıkla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O’nun yarattığı bir yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah, her şeyi yaratandır. Ve O; birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.” (Râd:16)
Cenab-ı Allah’ın yaratması her an devam ediyor. Tabiatta her şey yenileniyor; biri kuruyor, biri yeşeriyor, bir meyva bitiyor, başka bir meyva çıkıyor.
Beyin, göz ve sinir sistemi hariç insanın her organı yenileniyor.
Ne yazık ki bu gün bazı okumuşların, neden, niçin, nasıl derken kafaları karışıyor, kendilerini mükemmel bir şekilde yaratan Allah için şüpheleri oluyor. Bazıları tabiat ana derken Darvinizme, Ataizme yönelenler oluyor.
İnsan göremediği, kavrayamadığı konuda çok soru sorar ve çok düşünürse sapıtır. Meselâ; ruhumuz ve aklımız konusunda tartışalım, sorular soralım cevap arayalım. Nereye kadar varabiliriz? Allah için de böyle…
Peygamber (as) şöyle diyor: “İnsanlardan bazıları sözü şunu demeye kadar getirirler. Anladık, Allah her şeyin yaratıcısı. Peki Allah’ın yaratıcısı kim?” (İ.Canan, Hadis Ans:7/169), (Müslim, İman:232)
İnanan kimse için bu soru bir şey değil, inancı zayıf veya inanmayan için büyük bir yıkım.
Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı? Tartışmasının sonu gelir mi?
Bir tren düşünün; en arkadan bu vagonu kim çekiyor? Öndeki. Onu kim çekiyor? Onun önündeki. Ya onu kim çekiyor? Lokomotif. Lokomotifi kim çekiyor? Denir mi? O çeken… Ancak niyet kötü ise uzar gider.
Geçmişte Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller gibi şerli kimseler böyle sorular sormuşlardır.
İnanan bir insan “Ben Allah’a inandım” der, konuyu kapatır: “Yaratan Allah, yaşatan Allah, öldürecek olan Allah, sonra da diriltip hesap soracak olan Allah” der.
Peygamber (as) bu konuda Müslümanların nasıl davranmaları gerektiğini şöyle ifade ediyor:
- “Şeytan birinize gelip: ‘Şunu kim yarattı? Bunu kim yarattı?’ diye sorar. Siz: ‘Rabbim yarattı’ dersiniz. Bu defa: ‘Rabbini kim yarattı?’ der. Şeytan bu noktaya gelince Allah’a sığının, O’nu muhatap edinmeyin: ‘Ben Allah’a ve Rasûlüne inandım!” deyin. (İ.Canan, Hadis Ans:7/170)
Yaratıcılık yüce ALLAH'ın sıfatıdır. O'nun yaratıcılık sıfatı elbette tecelli edecektir. Yüce ALLAH sadece Halik, Yaratıcı değil, aynı zamanda Hallâk'tır. Yani devamlı ve tekerrür hâlinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma ALLAH'ın işidir. Yaratıcılık O'ndan ayrılmaz bir vasıftır.
El-Hallâk'tır, mutlak mânâda yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık O'nun Zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka başka şeyler de yaratır. Yaratması bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar Halik ve Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır.
"Görmediler mi ALLAH nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor, (dönüp yeniden yaratıyor). Bu ALLAH'a göre kolaydır." [811]
Bu âyette öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir [812].
"Yahut yaratmaya kim başlıyor, sonra onu (kim) iade ediyor (ölüp ortadan kalkan şeyleri yeniden yaratıyor)? Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? ALLAH ile beraber başka bir tanrı mı var? De ki: Eğer doğru iseniz delilinizi getirin" [813].
"...O, yaratmaya başlar, sonra inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için yaratmayı tekrar eder, (dönüp yeniden.yaratır)..." [814]
Bu âyetlerde görüldüğü gibi, ALLAH tekrar tekrar yaratır. Öldükten sonra diriltmeyi de böyle bir yaratma olarak yapacaktır.
İradesi hiçbir kayda bağlı olmayan ALLAH, dilediği zaman hikmeti iktizasınca yaratır.
"Biz birşeyi(n) (olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir; derhal oluverir" [815]. Bu ve benzeri âyetlerle [816] önceki paragraftaki âyetlerde, "yu'îdu," "yekûnu" fiillerinin zamanının muzârî oluşu açıkça bize bu fiillerin şimdiki zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyorlar, Yani her an ALLAH'ın "ol" dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor.
Nitekim "ALLAH'ın kelimeleri tükenmez." ALLAH kün (ol) emri ile yaratmaktadır.
"De ki: Rabbimiz sözlerini (yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabbim’in sözleri tükenmeden deniz tükenir.
Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine) yetmez" [817].
"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, deniz(ler) de (mürekkep olup), arkasından yedi deniz (daha gelip mürekkep olsa) ona yardım etse de (ALLAH'ın kelimeleri yazılsa), yine (bunlar tükenir), ALLAH'ın kelimeleri tükenmez. ALLAH öyle üstündür, öyle hikmet sahibidir" [818]. Bu âyette ALLAH'ın kelimeleri, ALLAH'ın ilm-i ilâhîsi ve gerçekleri demek olduğu gibi, yaratması ve yarattığı şeyler bitmez mânâsına da alınabilir. Çünkü varlığa sebeb olan "kün" lâfzı da ALLAH'ın bir kelimesidir.
"Göklerde ve yerde bulunanlar, (herşeyi) O'ndan isterler. (Çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir, kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir" [819]. Bu âyet-i kerîmedeki gün, kelimesini "an" mânâsına almak daha uygundur.
"O, her an bir iştedir." Bir işte oluşu diğer işlerden O'nu alıkoyamaz. Yahudiler, "ALLAH kâinatı altı günde yarattı, yedinci gün cumartesinde istirahat etti (hâşâ), Cumartesi ALLAH iş yapmaz" derler. Bu fikrin ve belki birçok felsefi sistemlerin tesiriyle olsa gerek, bu âlem, gökler yer, bir kere kurulmuş, yaratılmış, öylece âtıl duruyor, zannediliyor. Halbuki Allah:
"Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı"[820]. "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, herşeye kadirdir" [821] buyuruyor.
Gerçekten ALLAH, yukarıda zikrettiğimiz ve zikredeceğimiz âyetler muvacehesinde anlaşılacağı gibi kâinatı yaratmış, ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü
"Yaratma ve emir O'n(a) mahsus)tur" [822].
Hattâ ALLAH yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor da.
"Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz" [823].
Yukarıda belirttiğimiz gibi galaksiler birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir [824].
"...O yaratmada dilediğini arttırır" [825].
Bu keyfiyet artık bugün ilmin tesbit ettiği bir gerçektir. Şu halde kâinat yeni yaratmalarla genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücûda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce ALLAH'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından başka birşey değildir.
"... Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor” [826].
"...Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor" [827].
"...Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan herşey O'nundur. O, dilediğini yaratır, ALLAH herşeye yapabilendir" [828] âyeti ve [829] âyetleri de aynı mânâdadır.
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer..." [830] âyetleri de muzarî zamanıyla ALLAH'ın el'an yaratmakta olduğunu gösteren âyetlerdir.
"De ki: Sizin koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratıp sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı?" "De ki: ALLAH ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" [831].
"Bilmezsin ki ALLAH, bundan sonra (yeni) bir iş ortaya çıkarır" [832]. ALLAH yarattığı ve yaratacağı herşeyin Rabbidir. İbn Hazm muhataplarına soru irâd ederek der ki:
"Onlara sorduk ve dedik ki:
ALLAH Teâlâ'nın hâlen yaratmaya kadir olduğunu ikrar ediyor musunuz, yoksa O, yaratmaya kadir değildi de sonra kadir oldu mu diyorsunuz? Onlardan (muhataplarından) karşılaştığımız herkesin ve bütün ehl-i İslâm'ın sözü "ALLAH'ın yaratmaya hâlen kadir olduğudur." Ve yine îbn Hazm şöyle devam eder: "Bütün Müslümanlar, ilhâd ehlinden olan, "ALLAH şimdi de yaratıcıdır, fakat yaratması muhaldir, mütefâsiddir" diyenleri inkâr ederler. Buraya kadar güzel; ancak onların ALLAH'ın halen de yaratması muhaldir diyenleri tasdik etmeleri çirkindir. Halbuki ALLAH halen yaratmaya kadirdir, demekle bizim sözümüzün doğruluğunu ve 'ALLAH muhale de kadirdir' fikrini ikrar etmiş oluyorlar. Artık ya ALLAH devamlı yaratmaya kadirdir, hem de yaratıyor görüşünü kabul etmek gerekir; yahut bunu fikren kabul edip, fiilen fasit saymak, ALLAH'ın muhale kadir olmadığını ileri sürmek olur ki evvelkinin inkârı demek olacağından küfür lâzım gelir [833].
ALLAH'ın devamlı yaratışı, "her an bir işte oluşu" Resulullah (s.a.v.)'den "Bir günahı afvetmesi, bir sıkıntıyı gidermesi, bir kısmını yükseltip, bir kısmınım alçaltması da, O'nun işlerindendir" şeklinde izah edilmiştir [834].
İbn Hazm yine der ki:
"Bize ALLAH Teâlâ daima Halik, Mallak ve Râzık olmuştur, der misiniz, derlerse, 'Bunu kabul etmeyiz, çünkü ALLAH Halik, Hallâk ve Râzık idiğini zikretmem iştir. Lâkin halen Hallâk'tır, Rezzak'tır, yaratmıyordu, rızık vermiyordu, sonradan yarattı ve yarattığına rızık verdi' deriz. Bu durum mezkûr isimlerin alem isimler olmasını, müştak olmamasını gerektirir. Çünkü eğer, Halik ve Râzık isimleri 'Haleka' ve ırâzeka'dan müştak olsaydılar o zaman yarattığı ve rızık verdiği bîr yaratık sahibi olmaktan hâlî olmadığı, ortaya çıkardı. Eğer 'Semi', Basîr, Rahman, Rahîm, Afüv, Gafur, Melik gibi isimlerin hepsi de, işitilecek, görülecek, rahmet edilecek, bağışlanacak, affedilecek ve mâlik olunacak nesneleri gerektirir' denilirse; deriz ki; ALLAH'tan haber veren Semi' ve Basîr, alimdeki mânânın aynısıdır, arada fark yoktur. İlim sahiplerinin görülecek ve işitilecek şeylere mahsus, mahlûkatınkine benzer, ALLAH'ın bir işitmesinin, görmesinin var olduğunu zannettiği şeyler değildir, çünkü ALLAH bu hususta bir nass getirmemiştir ki, onu biz de söyleyelim. Çünkü ALLAH'ın Zatından haber vermediği şeylerle haber vermek, caiz olmaz. Zira "ALLAH'ın benzeri hiçbir şey yoktur" ALLAH Semi'dir, fakat işitenlerden hiçbirisine benzemez. Basîr'dir, fakat “örenlerden hiçbiri kendine benzemeyen bir görendir" [835]. Bunlar da gösteriyor ki İbn Hazm ALLAH'ın şimdi de yaratmakta ve rızık vermekte olduğunu kabul ediyor.
Kur'ân esas itibariyle genel mânâda yaratma için halk maddesini kullanmakla birlikte, aynı tezahürü birçok değişik kelime ile de ifade buyurarak, ALLAH'ın yaratıcı aksiyonun bir ağ halinde, bütün kâinatı sarmasını sağlamıştır. Bu terimler, genel yaratma kavramını hususileştiren değişik anlamlara sahiptirler; bed'e, yubdi'u, el-halk, fatara. Yeniden yaratılış için: yu'îdu. foktan bir asla dayanmaksızın yaratan için:
Bedî'. Yaratılışın halktan sonraki safhaları için: enşe'e, zera'e, ce'ale, savvara, sevrâ. Özellikle canlıları yaratmak için: bera'a [836] Bu mefhumlarla yaratma Kur'ân'da çok geniş mânâlar kazanıyor.
Yaratma bir zaman olup bitmiş bir vak'a değil, ALLAH'ın iradesiyle devamlı tekerrür, etmekte olan bir hadisedir. Çünkü Allah sebebler içerisinde bir ilk sebep değildir. Bu kâinatı bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir usta da değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda tam tasarruf eden, dualara icabet eden, mazlumun ahına yetişen, her an Fâ'al, Hayy, Kayyum, her an bir işte olan, her türlü kemalin kaynağı olan yüce Zattır."(ALLAH) dilediğini yaratır, O bilendir, gücü yetendir". [837]
[834] İbn Mâace, Mukaddime, hadis no: 202, Kur'ân'da Ulûhiyet Kitabı, s. 15.
[835] el-Fasl, II, 143-144.
[836] Kur'ân âa Ulûhiyet, s. 180.
[837] Rûm: 30/54. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, İnsan Yayınları: 151-156.
xxxxxxxxxxxx
.
Allah’ın yaratması tam olarak nasıldır?
Soran : mecnun16
Tarih: 05.01.2018 - 01:07 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah’ın iki tür yaratması var biri yoktan biri de yarattıklarından deniyor. Yarattıklarından yaratmada aklıma şu takılıyor:
- Mesela ben bir telefon yaptım yaratan Allah oluyor ya benim yapmış olmam ve Allah’ın yaratan olması için Allah ol diyor ve telefon mu oluyor, yoksa tüm özelliklerimi tüm gücümü Allah yarattığı için o yaratmış mı oluyor?
- Yani Allah ol demese veyahut ayrı bir şekilde yaratmasa ben hiçbir şey yapamam mı yoksa, Allah ne yaparsam yapayım bana bu özellikleri o verdiği için mi yaratmış oluyor?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın iki şekilde yaratması vardır:
a)İbda’, yoktan var etmek. İbda’, Cenab-ı Hakk’ın misilsiz, modelsiz bir şekilde yoktan yaratmasıdır.
İlk yaratılış ibda iledir. Çünkü, bu kainattan evvel bir başka kâinat yoktur, her şey ilk defa icat edilmiştir.
Bu kâinat -bu günkü ilmi nazariyelerce de kabul gören görüşe göre- ezeli olmayıp sonradan var edilmiştir. Top yekun varlıklar, toptan ezeli olmadıkları gibi, onların hiçbir maddesi, hiçbir elementi, hiçbir atomu, molekülü de ezeli olmayıp sonradan var edilmiştir. Bu durum, varlıkların hiçten, yoktan var edilmelerini aklen zorunlu kılmaktadır, başka olamaz.
“De ki: Allah'a ortak koştuklarınız arasında mahlûkatı hem baştan yaratacak, hem de sonradan diriltecek birisi var mı? De ki: Mahlûkatı Allah yaratır ve diriltir. Öyleyse nasıl olurda batıla / yanlışa saparsınız?”(Yunus, 10/34)
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur, o halde sırf O'na kulluk ediniz, her konuda dayanılacak tek merci O'dur.”(Enam, 6/102)
“İnsanın üzerinden zamandan öyle bir an geçti ki, o vakit onun adı bile anılan bir şey değildi.” (İnsan, 76/1)
mealindeki ayetlerde, bütün varlıkların bütün maddeleriyle, bütün parçalarıyla Allah tarafından yoktan yaratıldığına işaret edilmiştir.
b) İnşa, bir şeyi başka bir şeyden / şeylerden var etmektir. Daha sonraki yaratılışlar, daha çok, inşa iledir. Elementler vasıtasıyla her an yeni yeni şeyler yaratılmaktadır. Aslında her inşa’da bir ibda’ vardır. O varlığın elementleri dışında kalan bütün özellikleri, başka varlıklardan farklıdır. Mesela, şu anda dünyada yaşayan altı milyar insan, madde itibariyle önceden vardı. Onları meydana getiren atomlar, havada, suda, gıdalarda dağınık vaziyette idi. Fakat, her insan simasıyla, sesiyle, parmak iziyle, hususi kabiliyetleriyle diğerlerinden farklı olduğundan, bu inşa’da bir ibda açıkça kendini göstermektedir.
“Allah O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı. İnsanın yaratılışı ise çamurdan başladı.” (Secde, 32/7),
“Şüphesiz biz insanı katışık bir nutfeden yarattık...”(İnsan, 76/2)
mealindeki ayetlerde, yaratmanın inşa türüne işaret edilmiştir.
c) Sorudaki son cümlelerin cevabı ise şöyledir:
İnsan hiçbir şeyi yoktan var etmez, edemez. Onun bütün yaptığı şey, Allah’ın yarattığı maddelerden istifade ederek bir şeyler yapmaktır. Maddeleri bir araya getirmek suretiyle bir sanat eserini ortaya koymasından dolayı, insana -mecazi manada- mucid/icad eden, yapan unvanı verilebilir. Fakat, hem insanı, hem o sanatın temel maddelerini yarattığı için aslı yaratan yalnız Allah’tır.
“Oysaki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır."(Saffat, 37/96) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Evet, ayette -mealen- geçen “yaptığınız şeyleri” ifadesiyle, insanın yaptığı işlerin olduğuna vurgu yapıldığı gibi, “sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır”mealindeki ifadeyle de hakiki yaratanın yalnız Allah olduğuna işaret edilmiştir.
Risale-i Nur’da bu konudaki ifadelerden birisi şöyledir:
“Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz'-i ihtiyarîden başka ellerinde olmayan firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi i'dam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinden hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: 'Yoktan var olmaz, var da yok olmaz.' deyip, bu bâtıl ve hata düsturu, Kadîr-i Mutlak'a teşmil etmek istiyorlar."
"Evet, Kadîr-i Zülcelal'in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira' ve ibda' iledir. Yani hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşa ile san'at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi' olan zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır."
"Evet, Kadir-i Mutlak'ın iki tarzda, hem ibda' hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva'-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, 'Yoğu var edemez!' diyen adam, yok olmalı!..”(Asa-yı Musa, s. 176)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
ALLAH’IN YARATMA HAKİKATİNE BİR YAKLAŞIM
Dr. Öğr. Üyesi Ali TENİK
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Urfa. ali.tenik1@gmail.com
Allah, insan hayatı için gerekli ne varsa her şeyi kitabında açıkladığını, hiçbir şeyin muallâkta kalmadığını açık ve net bir şekilde ilan etmektedir. Bu gerçeği de şu cümleyle beyan buyurmaktadır:
“Yaş ve kuru her ne varsa apaçık kitapta açıklanmıştır.”[1]
Hatta dalında kıpırdayan ya da düşen yaprağın O’nun bilgisiyle olduğunu açıkça beyan etmektedir.[2]Allah, yer ve gökler arasında yarattığı ve sürekli yaratmada olduğu her nesneyi ve bütün varlıkları bir gaye ve ölçüye göre yaratmaktadır.[3]Yaratılan tüm mevcûdat da insana hizmet ve fayda vermek için yaratılmaktadır.[4] Fakat Allah’ı tanıma ve yaşama hakikatinden mahrum olan insanların mesela toprağın verdiği her türlü üründe insanların hem kendilerine olan yararından, hem de niçin, nasıl yaratıldığı ve ne olduğu konusunda bilgileri yoktur.[5]
Yaratıcı, yaratılan her nesneye ve her varlık türüne hâkim olduğundan dolayı, onların türemesini ve evrimini de iki parmağı arasına almıştır.[6]
“O, her canlının yaratılış ve türeyiş seyrini bilir. Bunların hepsi Allah’ın ilmi dâhilinde gerçekleşmektedir.”[7]
Bu yüzden “O’nun bilgisi olmadan hiçbir varlık teşekkül etmemekte, türememekte ve hiçbir olay gerçekleşmemektedir; öyle ki ne meyve kabuğunu çatlatır ne de bir dişi gebe kalabilir.”[8]
Zira O, bütün varlıkların türeyişlerinin sebebidir. En küçük varlık olan proton-nötron-elektrondan, en devasa varlıklara kadar her şeyi çift yaratarak[9] her an ve her mekânda türeyişlerini sağlamaktadır. Yani O’nun;
“Yer ve gökleri ve bunların içinde üretip çoğalttığı bütün canlı varlıkları yaratması O’nun işaretlerindendir/ayetlerindendir.”[10]
Bu da gösteriyor ki, Allah bütün varlıkları yarattığı gibi bu varlıkların türeyip çoğalmasının hakikatini de bizzat kendi hükmüne göre gerçekleşmektedir. Tıpkı;
“Yeryüzünü yaydık, üzerine dağlar yerleştirdik ve üstünde her tür güzel bitki yerleştiriyoruz”[11] hakikatinde vurguladığı gibi, kendiliğinden meydana gelen gelişen hiçbir varlık türü yoktur ve kendiliğinden olmamaktadır ve olması da mümkün değildir. Bu ilâhî hakikatler de gösteriyor ki, ancak bu gerçekleri kabul edip onlara “iman” edenler için, “Kendi yaratışlarında ve O’nun yeryüzüne serpiştirdiği canlı türlerinden önemli mesajlar vardır.”[12]
Yukarıda misalleri verilen bazı ilâhî hakikatlere bakıldığında, görünen ya da görünmeyen bütün canlılar üzerinde tek tasarruf ve hâkimiyet hakkı onları yaratan Yaratıcı’nındır. Onun için O, dilediği şekilde varlıkların türeyişine müsaade etmekte ve her an bir yaratışta olduğu için de yeni canlı türleri yaratmaktadır.[13]
“Evrimci ve yaratılışçı”lar bazıları da bu gerçeklerin farkında olarak ya da olmayarak bu konudaki bilgilerinin kendi akıllarının ürünü olduğunu iddia etmektedirler. Fakat onlar, bütün bilimleri ilk yaratanın ve bu bilimlerin her bir bölümünü yarattığı kâinattaki nesneye yerleştiğinin bilincinden ve farkında değillerdir. Onlar zan ediyorlar ki, bu bilgileri ya kendilerinde önce yaşamış kendileri gibi insanlar ya da ilk defa kendileri icat etmektedir. Onlar, birçok konuda olduğu gibi yaratılış konusunda da kendi hayallerine göre ya da salt pozitivist akla dayalı iddialarını aklını kullanamayan kitlelere sanki yeni ve orijinal düşüncelermiş gibi sunmaya ve kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Konunun arka planına bakıldığında, gerçeklerin böyle olmadığı net bir şekilde anlaşılmaktadır. Zira yukarıda da ifade edildiği şekilde, Allah her ilmin harcını kendisi koyarak, bütün ilimlerin ilk öğretmeni, ilk pîri olarak insanları varlıklarda bulunan kendi ilmini keşfederek kendi hayatlarını bu ilimlerle dizayn etmeye davet etmektedir. O’nun hiçbir işinin gayesiz ve ölçüsüz olmadığı ve her şeyi bir ölçüye göre yarattığından dolayı insanlardan da bu ölçüye uymalarını dilemektedir.[14]
Yarattığı hiç bir şeyde bir sapmanın ve yanılgının olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İşte bu gerçeklerden sonra Allah, insana hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadığı bilgileri kabul edip bunlarla hayatını düzenlemeyi yasak etmektedir. Ve insandaki idrak ve algı organları olan kulak, göz ve kalbin bu asılsız bilgiden dolayı sorumlu olacağını net bir şekilde açıklamaktadır.[15] Fakat insanlar hayatlarıyla ilgili birçok konuda Allah’ın net olarak bildirdiği bilgiye göre değil, ya başka insanların ya da kendi aklının ürünü olan bilgilerin peşine düşerek bu bilgilerle hayatlarına şekil vermektedirler.
İnsan tek öğretmen, yanılmaz zat, tek gerçek âlim kişinin Allah olduğunu akledip farkına varırsa varlıkların neden, niçin ve nasıl yaratıldığı konusunda aklında ve kalbinde herhangi bir çelişkinin kalması söz konusu olamaz.
Aklın Değeri
Tarihsel süreçte insanlar akla, kendi inanç, inanış ve düşüncelerine göre farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Meselâ materyalist anlayışa göre akıl, beynin eşya üzerinde çıkarımlar ortaya koymasıdır. Felsefecilere göre akıl, beynin bilme, doğru düşünme ve herhangi bir konuda hüküm çıkarmasıdır. İlk çağ düşünürlerinden Herakleitos’a (MÖ 490) göre, hakikati öğrenmek için duyusal algı ile akla ihtiyacı vardır. Fakat duyusal algı güvenilir değildir. Zira ruhları eğitilmemiş insanlar için göz ve kulak kötü tanıklardır. Akla dayanmayan duyusal algılara güvenmek kaba ruhlu insanlara özgüdür. Herakleitos’a göre, insana muhakeme yetisi kazandıran bir “tanrısal akıl” vardır. Bu akıl, hakikatin ölçüsüdür. İnsan denilen varlık aklını çok az kullanır.[16] Yine ilk çağ düşünürlerinden Parmenides (MÖ 450) ise bilgi olarak aklı ön planda tutarken, duyuların yanıltıcı olduğunu söylemektedir.[17]
Ünlü düşünür Aristoteles, bilgi edinme aracı olarak kabul ettiği aklı, ruhun bir melekesi olarak görmektedir. Ona göre insan, akılla diğer varlıklardan öne çıkmıştır. Akıl, ruhun kendisiyle düşünüp anladığı bir melekedir. Akıl, bütün kavranabilirleri kabul eden özdür. Akıl ile mâkuller (akledilen nesne) arasında, hisseden süje ile hissedilen objeler arasında bir ilişki vardır. Akıl, sadece mâkulleri almaya kabiliyetli olmaktan başka bir özelliğe sahip değildir. Aklın objesi ister kuvve hâlinde ister fiil hâlinde olsun eşyada ve zihinde olanları kavrayabilenlerin bütünüdür. Aristo, aklı ikiye ayırır; birincisi pasif akıldır. Bu akıl, duyum ve imajlardakini alır. İkincisi faal akıldır ki kavranabilirleri kavrayan etken akıldır.[18]
Kur’ân’a göre akıl, insandaki algının, idrak etmenin, farkındalık meydana getirmenin, izanın ve anlayışın cevheri ve özüdür. Bu cevher, Allah’ın eşyaya tecellî ettiği ilim çerçevesinde hüküm ortaya koymaktadır. Allah, kitabında dört algı, idrak merkezi üzerinde hassasiyetle durarak insanlardan bunlarla akl edip hakikatlere varmayı istemektedir. Bu algılar; göz, kulak, kalp beynin muhakemesi olan akıldır. Akıl, bir nur/aydınlanma olduğu gibi, Allah’ın yarattığı en şerefli cevher ve varlıktır.[19] Çünkü akıl, ilmin kaynağı, esası ve doğuş yeridir.[20] Akıl, ilim ve hikmetin bilkuvve olarak bulunduğu yerdir. Aklın ilâhî vasfının ortaya çıkması için eğitimden geçmesi zorunludur.[21]
Allah’ın her sözünü dinleyip, en güzel olan bu sözlere uyarak hakikate ulaşmak gerçek akıl sahibi olmaktır.[22] Bu akıl, her türlü şüpheden, kirden, mâsivâdan uzak olan saf ve temiz akıldır. Kitabın tanımıyla “ulu’l-elbâb” olan akıldır. Aynı şekilde insan varlığının aslı olan şuur hâli, farkındalık ve idrak zindeliği akıl ya da kalp olarak tabir edilir. Akıl farkında olmaktır; âtıl olanı anlayan faal hakikattir. Akıl, faal olma vasfını ilâhî cevher ve canlılığından almaktadır. Aynı şekilde akıl, Allah’ın insana üflediği “nefhâ-yı Rahmânî” ve Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini veren “kelâm-ı Rabbânî”den bir hakikattir.[23]
İnsan, Allah’ın kendisine olan en büyük hediyesi akıl hakikati olduğunu bilebilirse ve en değerli cevherlerden olan akılla Allah’ın yazılı ve dikili ayetleri üzerinde düşündüğünde, Allah’ın kendi ayetlerinde insan için elzem ve gerekli olan her şeye açıklama getirdiğinin farkına varır. Allah’ın seksene yakın ayetle aklın önemine değinmesi ve aklın devreye girmesi için insandaki idrak duyularının açık tutulmasını dilemesi, insanın hakikatlere gitmesinin yolu olarak görmesindedir. Yani insan kulağını, gözünü, kalbini ve diğer algı organlarını devreye sokmadan akl etmesi mümkün değildir.[24]
Allah, aklın yanı sıra, kalbinde kendisinin gerçeklerini idrak etmede en az akıl kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. “Onlar, Kur’ân’ı düşünmezler mi yoksa kalpleri kilitli midir?”[25] Allah, diğer taraftan da kalbi akl etmenin merkezi olarak göstermektedir:
“Onunla akl etmeleri için onlara kalpler verdik”.[26]
Kısacası Allah’ın kendi nefhasında yarattığı ruh, insanın bedenine girdikten sonra bedenin bütün organları ruhun hâkimiyetine girer[27].
Kur’ânî aklın fonksiyonuna bakıldığında, Allah’ın hayatın kendisi olarak tanımladığı dini[28] insanlar arasında yanlış bir algıyla bilinen belli başlı bazı ibadetler olarak değil, yaratılan her şey ve Allah’tan peygamberler vasıtasıyla gelen tüm hakikatler üzerinde faaliyet gösteren bir hakikattir. Müslüman’daki akıl cevheri, bütün eşya üzerinde düşünerek, tefekkür ederek varlıktaki Allah bilgisini/hikmetini keşfederek O’nun dileğine göre bir hayat yaşamayı gaye edinir. Bu ilâhî akıl, Allah’ın kitabında açıkladığı ayetlerle kâinatta ve insanın kendi bedeninde mevcut olan Allah bilgisine göre yaşamayı “din/İslâm” olarak kabul etmektedir. Kur’ânî akıl insanlara, namazı, orucu, haccı, zekâtı, peygamberlere imanı, helâlı, haramı dinin/hayatın bir gereği olarak kabul ettiği gibi, insanın hayatı için de; sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tıp, biyoloji, fizik, kimya, hukuk, tarih vb. diğer bütün ilimleri de aynı derecede gerekli ve farz olarak görmektedir. Ve Allah bütün bu ilimlerin ilk muallimi, ilk öğretmenidir. Zira Allah, insana bizzat kendisinin bilgi vererek örettiğini, bu bilgiden önce herhangi bir bilgiye sahip olmadığını açıkladığı gibi,[29] kendi bilgisinin dışındaki bilgilendirmelerin insanı gerçekten ziyade yanlışa götüreceğini açıkça beyan buyurmaktadır[30].
Varlıkların Yaratılış Gerçeği
Allah, varlıkları dilediği şekilde farklı türlerde yaratmakta ve yarattığı varlıkları da farklı şekillerde çoğaltmaktadır. O, farklı türde ve sayısızca yarattığı varlıkları da yeryüzünün her tarafına yaymıştır.[31]Allah, yarattığı ve sürekli yaratmada olduğu bütün mevcudatın numunesini, nev’ini, rengini, cinsiyetini vb. her bir özelliğini belli ölçülere göre koymakta ve bu ölçüde de zerre kadar bir sapma meydana gelmemektedir. Bu hakikati de yazılı ayetlerinde açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Allah yeri ve gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi birbirleriyle tam bir uyum içinde yaratmıştır. Allah’ın yaratışında kesinlikle bir aksaklık görülmez. Sürekli de bakılıp araştırılsa tekrar tekrar incelense bile hiçbir şekilde bir eksikliğin ya da sapmanın bulunması sözkonusu değildir.[32] Varlıklardaki tür teşekkülü, değişimi, dönüşümü de yine kendisinin dileğiyle gerçekleşmektedir. Bir canlıdan başka bir canlının ya da türün meydana gelmesi de yine kendisinin koyduğu sebeplerle gerçekleşmektedir. Varlık türlerinin farklı teşekkülleri hakkında çeşitli teorik ve deneye dayalı teoriler ortaya koyanlar, Allah’ın ayetinde ifade ettiği gibi, “Hepsi bir araya gelse bile bir sinek yaratmaktan acizdirler”[33]gerçeğine muhatap olan insanların, varlıkların türleri ve bu türlerden farklı türlerin çoğalması hakkında insanlara gerçek bilgiler vermesi söz konusu değildir.
Allah yarattığı her şeyi çift yaratarak varlık türünün çoğalmasını sağlarken, diğer taraftan yarattığında herhangi bir eksiklik olmaması için de bütün mevcudatı bir ölçüye göre yarattığı gibi, yarattığı her varlığı da güzel ve noksansız yaratmıştır.[34]Allah her canlının yaratılış ve türeyiş seyrinden haberdardır ve her konu O’nun bilgisi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yani O, zerreden küreye her şeye hâkimdir.[35]
Öte taraftan Allah, her an bir yaratmadadır. Yarattığı her varlık O’nun belirlediği ölçüye göre hareket etmektedir. Şu hakikat de unutulmamalıdır ki, Allah bütün varlıklar için farklı ölçüler koymuştur. Her varlığın takip ettiği bir hayat çizgisi mevcuttur. Bir canlıdan başka bir tür teşekkül etse bile Allah o canlı üzerinde başka bir türün teşekkül ilkelerini de koymuş, o varlığın teşekkülü bu ilâhî hakikatle gerçekleşmektedir.
Evrimciler varlık türlerinin çoğalmasını ya da herhangi bir tür çeşidinin farklı iklim ve çevre şartlarına maruz kaldığında bu varlık üzerindeki değişimleri kendilerince büyük bir başarının neticesi olarak görmektedirler. Mesela balıklarda yüzme keselerinin hava soluyan akciğerlere dönüştüğü kabul edilmektedir. Aynı şekilde bir canlının aynı organı zamanla farklı iki görevi yerine getirmektedir. Canlılardaki bu özellikleri ve gelişmeleri düşünerek, tefekkür ederek bunu bilimsel olarak insanlara sunmak çok güzeldir. Fakat asıl olan bu gerçeklerin ilk ortaya koyan gücün kim olduğu ortaya konulup bu gerçeğin itiraf edilmesidir. İşte Darwin gibi insanlar, ilk yaratılışa dokunmadan üzerinde düşünmeden sonradan sürekli ve kesintisiz meydana gelen ilâhî hakikatlerin kendi akıllarınca ortaya konduğunu iddia etmektedirler.
Varlık türlerinin çeşitliliği, zenginliği ve her birinin farklı özelliklere sahip olduğu bir gerçektir. Sürekli yaratmada olan bir Yaratıcı, her an farklı özelliklere sahip sayısız varlık yaratmaktadır. Sadece günümüz bilimi üç milyon böcek türünü, on beş bin sinek türünü tepit etmişse demek ki, varlıkların türeyişi Darwin vb. evrimci ve yaratılışçıların düşündüğünün çok ötesindedir. Onlar, türlerin çeşit ve benzerliklerini anlaşılmaz görmektedirler. Oysa Allah, her varlığı her türü kendi yaratılış ölçüsüne, çizgisine göre yaratmaktadır.
Pozitivist bir akıl, ilâhî akılla bakmadığı sürece bu geçekleri kavraması mümkün değildir. Onlar, basit akıl çözümleriyle türlerin büyükten küçüğe doğru kendi içinde farklı bölünmelere gittiğini iddia etmektedirler.[36]
Türlerin değişimi üzerinde duranlar, ancak yarış atı ile koşum atını, tazı denilen av köpeğiyle samsuna denilen savaş köpeği cinsini misal verirler.[37] Fakat o bilmez ki, Allah, her varlığı farklı bir karakter ve yapıda yaratmaktadır.
Sonuç
Neticede, mevcut bütün varlıklar üzerinde düşünmek, onların yaratılışını, neden, niçin yaratıldıklarını ve her varlığın farklı özelliklerini bilmek düşünen insanlar için kaçınılmaz bir sorumluluktur. Yaratıcı, insanlardan yarattığı her varlık üzerinde düşünmeyi, o varlıklarda kendileri için hayati olan bilgiyi elde etmelerini önemle istemektedir, dilemektedir. O, çıplak gözle görünmeyen bir varlıktan en devasa varlığa kendi bilgisini nakış nakış işlemiş ve bu bilgiden de insanın faydalanmasını istemektedir. Bu yüzden insanları dikeyine, derinlemesine olan tefekküre çağırmaktadır. Hangi toplumda ve hangi kültürde yaşarlarsa yaşasın, eğer insan, kendine sunulan en önemli değer olan “ilâhî akıl” la hareket ederse, Allah’ın “Akl edin, tefekkür edin” hükümleriyle varlığa ve olaylara bakarsa, işte o vakit her baktığı yerde ilâhî gerçekleri görür ve yaşar. Allah’ın sıklıkla “düşünün” dediği hakikati unutan ya da bunu fark edemeyenler, varlık ve hadiseler üzerinde tefekkür etmeyi başkasına bırakan, tabiidir ki, nasıl düşüneceğini de bilemeyecektir.
Fakat o, yaratıcının kendisinden istediği “tefekkür” gerçeğini idrak ederse, varlık üzerinde evrimci ve yaratılışçıların düşündüğünün mislince düşünüp oradaki ilâhî bilgiyi algılayarak hem kendisi gerçekleri algılayacak hem de insanlara bunu aktarabilecektir.
Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 29.01.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de "Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusudur.
Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm.) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)
Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:
"De ki: O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Bu sûre Allah'ın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en cami bir ifadesidir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler.
“De ki: O Allah'dır, Ehad'dir.”
Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.
Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan"onu kimin yarattığı" gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.
"(O) Allah'tır, Samed'dir."
Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.
"Doğurmadığı gibi…"
Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir.
"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nevi, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan her şey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."(2)
O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir. Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.
"… doğmamıştır da."
Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez.
Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder.
"Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
"Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir 'Vacibu'l-vücud' yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur."(3)
Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.
İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:
Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü "kim yarattı" sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.
Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.
Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.
Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?
Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde ne rubûbiyetinde ne mabudiyetinde ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.
Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki:
Allah Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Her şeyi yaratan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.
"İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun."(4)
Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar:
Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o hâlde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir.
Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.
Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile hâline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.
Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:
On-on beş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.
Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.
Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.
Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki:"Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.
Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.
"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.
Dipnotlar:
(1) Hak Dini Kuran Dili, 9/6272; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/554-555.; Suyûtî, Lübâbun-Nukûl, 11,199-211; Alusi, XXX, 270-27I.
(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 9, s. 6321.
(3) Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., s. 6333.
(4) Said Nursî, Sözler, s. 65.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah her şeyi yarattı ve her an her şey ona muhtaç, sözünü nasıl açıklarsınız?
Soran : Med25
Tarih: 12.10.2017 - 00:13 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Misal biz arıya vahy ettik diyor. Arı burada artık bize göre artık bu vahy doğrultusunda hareket etmesi gerekiyor değil mi?
- Ama öyle değil islam inancına göre arı bu vahy aldı onun gidip poleni veya bal için çiçekte gerekli olan neyse işte onu bulması kovana yerleştirmesi bu olayların tek tek her birini Allah yapıyor.
- Yani Allah vahy ettikten sonra artık arıyı öyle bırakmıyor birde her an arı üzerinde tasarruf etmeye devam ediyor veya beyin koldaki sinir hücrelere kaldır talimatı veriyor beyne bu yetkiyi vermesi yeter mantıken ama İslama göre daha doğrusu islam alimi Bediüzzamana göre beyin komutu verirken de Allah verdiriyor sinir hücreleri arasında giden iletiyi de Allah tek tek her iletide yaratıyor yani müdahale ediyor.
- Allah niye uğraşıyor bununla?..
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Bu soruyu hakikatin altyapısını oluşturacak birkaç noktaya işaret etmekle cevaplandıracağız:
a)“Gökte ve yerde olan herkes O'ndan (bir şey) isterler. O her gün (her an) yeni bir işte / yaratmadadır.”(Rahman, 55/29) mealindeki ayette Allah’ın her vakit, her an başka bir yaratmada olduğuna işaret edilmiştir.
Ayetin ilk cümlesi olan “Gökte ve yerde olan herkes O'ndan (bir şey) isterler” mealindeki ifadede yer alan ve şuurlu varlıklara bakan “herkes” sözcüğü, ayetin metninde zikredilen “men” kelimesinin tercümesidir. Bu kelime prensip olarak akıllı varlıklar için kullanılır. Bu sebeple, tefsirlerde daha çok melekler ve insanlar şeklinde açıklanmıştır.
Bununla beraber, birçok müfessir “isterler” filini, hem kal dili hem hal dili ile istedikleri belirtmek suretiyle daha geniş bir pencere açmışlardır.
Buna göre, melekler, insanlar, cinler dilleriyle dünyevi ve uhrevi ihtiyaçlarını arz ederken, bütün yönleriyle fıtri ihtiyaçlarını da hâl dilleriyle arz ediyorlar.
Mesela, bir insan, varlığını, varlığının devamını, hayatı için gereken her türlü maddi ve manevi ihtiyaçlarını Allah’a arz ediyor.
Kâfir olanlar da -sözlü olarak istemezlerse de- yaratılış itibariyle muhtaç oldukları her şeyi lisan-ı haliyle isterler. Gözü görmek, kulağı duymak, akciğeri oksijen almak ister. Sindirim sistemi, midesi, bağırsakları, beyni, kalbi, aklı, ruhu her an ihtiyaçlarının karşılanması için Allah’a hâl diliyle yalvarıp yakarıyorlar...
b) Ayette akıllı varlıklar için kullanılan “men” ismi mevsulü bazen “akılsız, cansız” varlıklar için söz konusu olan “ma” ismi mevsulü ile aynı manada kullanılabilir.
Bu takdirde, mealde “herkes” kelimesi yerine “her şey” sözcüğü kullanılabilir.
Buna göre ayetin meali şöyle olur:
“Gökte ve yerde olan (canlı cansız; şuurlu şuursuz) her şey O'ndan (kal veya hâl diliyle bir şeyler) ister.”
İnsanların ruhu, şuuru, hayatı, lisan-ı hâl ile fıtri ihtiyaçlar diliyle Allah’tan bir şey istemeye mani olmadığı gibi, arının -sırf özel işi için- aldığı fıtri ilham da, genel olarak muhtaç olduğu şeyleri hâl diliyle istemesine engel değildir.
c) Ayetin son cümlesi olan “O her gün (her an) yeni bir işte / bir yaratmadadır” mealindeki ifadesinde de Allah’ın yaratma işini, vahdaniyet sıfatının izzetine uygun olarak kendi uhdesine aldığına, bu konuda hiçbir şeyi asla ortak kabul etmediğine işaret edilmiştir. Elbette arı da bundan müstesna değildir.
d)“O’nun ilmi, haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez.”(Enam, 6/59) mealindeki ayette, her şeyin her tavrında, her hareketinde, her duruşunda Allah’ın ilmine ve kudretine muhtaç olduğuna işaret edilmiştir. Yaprağın düşmesi gibi zahiren çok basit görünen bir olay, Allah’ın müdahalesine ihtiyaç duyuyorsa, en harika bir sanat olan balı-peteği yapan arının bu ilahi müdahaleye ihtiyaç duymaması mümkün mü?
e)“Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, pek halîmdir, çok bağışlayandır.”(Fatır, 35/41) mealindeki ayette, Allah’ın gökleri ve yerküresini bütün yönleriyle mevcut nizam içindeki konumlarında tuttuğuna, yarattığı günden beri, ilim, hikmet ve kudretiyle onları idare etmekte olduğu, Kayyumiyet sırrıyla onları varlık sahasında tuttuğuna işaret edilmiştir.
“Her göğe görevini vahy / ilham ettik.”(Fussilet, 42/12) mealindeki ayette yer alan kevni / ontolojik vahy, göklerin kendi hallerine bırakılmasına yetmediği gibi, arının aldığı ilhama rağmen Allah’ın inayetine muhtaçtır.
f) Şu nurlu ifadelerde bediâne hikmetler saklıdır:
“Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar, sırf zahirîdirler; perde-i izzet ve azamettirler. Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı rububiyetine dellâldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller, şerik-i saltanat-ı rububiyet olamazlar.” (bk. Sözler, s. 199)
“Ey esbab-perest gafil!Esbab, bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelî'nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir. Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin.” (bk. Sözler, s. 293)
- Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?
"İnsanlar neden yaratılmıştır?" sorusuna cevap olarak, "İnsanlar Allah'a ibadet etmek için yaratılmıştır." denilmektedir. Ama Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur.
- O zaman neden ihtiyacı olmadığı bir şeyi yaratsın?
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
- İbadet etmekle ilgili bu âyeti nasıl anlamak gerekir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:
Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber (asm) diliyle cevapları verilir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.”(Zâriyât, 51/56)
Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise, bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.
İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.
İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.
Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.
Nur Külliyatı'ndan bir marifet dersi:
“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Maksat, s. 264)
Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken, alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.
Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.
Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.
Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.
Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.
Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.
Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü / Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.
Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.
İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.
Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)’dir.
“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır:
“Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” (bk. Acluni, II, 164; Hakim el Müstedrek, II, 615)
Nur Küllîyatı'nda insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:
- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.
- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.
- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.
- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.
- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.
- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.
- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.
- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.
İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.
Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte âdeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.
* * *
Bir doktor, bir hastaya bazı ilaçları mutlaka kullanması gerektiğini söylese, hasta da o doktora, "Bu ilaçları benim kullanmama senin ne ihtiyacın var?" diyebilir mi? Hayır. Çünkü o ilaçlara doktorun değil hastanın ihtiyacı vardır. Bunun gibi ibadetlere de -haşa- Allah'ın değil, bizim ihtiyacımız vardır.
Yeryüzünün tamamını küçücük aynalardan oluşmuş farz edelim. Bu aynaların ışık ve sıcaklığı gökteki güneşten alacakları apaçık bir gerçektir. Gökteki güneşin aynalarda yansımasında, onları ışıklandırmasında bir ihtiyacı olduğu düşünülemez. Yani güneşin aynalarda yansıyıp yansımaması bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Yansıma hadisesi olmasa da onun ışığından, sıcaklığından, yedi renginden hiçbir şey eksilmez. Güneş, ışığı ve kütlesi ile ne ise yine odur. Yansıma olayındaki bütün fayda ve menfaat, ancak aynalara aittir. Onlar, karanlıktan kurtulup, ışığa kavuşma hususunda güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş, onların aydınlığa çıkmalarına muhtaç değildir.
Şimdi yukarıdaki örneği biraz daha geliştirerek güneşi ilim, irade, kuvvet ve hayat sahibi; aynaları da akıl ve şuur sahibi olarak kabul edelim. Şimdi tekrar düşünelim, akıl ve şuur sahibi aynalar, güneşi sevmeleriyle güneşin mükemmelliğine, muhteşemliğine ne katabilirler? Yahut ona isyan ederek onun yüce şanından ne eksiltebilirler? Mesela güneşin bitki ve hayvanlara ışık vermesinde ne faydası olabilir? Yahut vermemesinde, onun için ne eksiklik düşünülebilir? Elbette hem fayda hem de zarar onlara aittir.
Aynen yukarıdaki misaller gibi, Allah'ın varlık âlemini yaratmasında Onun sonsuz kemalinde bir fazlalık olduğu düşünülemez. Mevcudatı yaratmasaydı yine onun kemalinden hiçbir şey eksik olmazdı. Mesela, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin, üzerimizde bir çadır gibi çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle süslenmiş bir halı gibi ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bize aittir.
Hak Teâlâ, ne varlıkların yokluktan varlık âlemine çıkmalarına, ne meleklerin onu sena ve methetmelerine, ne de insanların ibadet ve itaatlerine muhtaçtır. Bunlar olsun ya da olmasın, O, zatında hamd ve senaya lâyık, eşi, misali, dengi olmayan bir Allah'tır. Sonsuz zenginlik sahibi, her şey kendisine muhtaç ve o hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın ihtiyaçtan münezzeh olduğunu böylece tespit ettikten sonra, kâinatı niçin yarattığı hususuna bakalım.
Kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet, Allah'ın kendi manevi cemal ve kemalini, yani ilminin eserlerini, kudretinin harikalarını, isimlerinin tecellilerini, zenginliğinin genişliğini, ihsan, şefkat ve merhametinin yansımalarını, varlık aynalarında bizzat kendisinin müşahede etmesidir.
Kâinatın yaratılmasının ikinci ciheti Allah'ın rahmetidir. Rahman ve Rahim olan Allah, insanları ve diğer canlıları yokluk karanlığında bırakmayı dileyebilirdi. Ama Onun o sonsuz rahmeti buna müsaade etmemiş ve bu varlık alemi ve ondaki bu sonsuz canlı alemler varlık sahasına çıkmışlardır.
Kâinatın yaratılışının üçüncü ciheti ise ahiret alemine bakmaktadır. Hadis-i şerifte bildirildiği gibi “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Tarlanın yaratılması mahsulleri içindir. Bu fani dünyanın mahsulü ebedi ahiret alemleridir.
Bu üçüncü gayede en büyük pay insan nevine ve o nevin temsilcileri olan peygamberler taifesine ve onların reisi olan Ahir Zaman Peygamberi, bizim peygamberimiz Hz. Muhammede (asm.) aittir. Yani alemler Onun için ve onun tebliğ arkadaşları olan diğer peygamberler için ve bu irşat ve ikaz kafilesinin izinde giden salih ümmetler için yaratılmıştır.
Allah'ın bizi sonradan yaratmasına mahluk diyemiyorum, kadim de değil, bunu nasıl anlatmalıyız?
Soran : fatihkbn
Tarih: 14.01.2015 - 00:39 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah'ın Tekvin sıfatı ezelidir. Ama bizi sonradan yaratmıştır. Yani bizleri yaratması hadistir. Bunu nasıl anlatmalıyız?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Bir şey ya ezelidir ya da sonradan var olmuş, hadistir; bunun ortası olamaz. Öyleyse, sonradan var olduğu açıkça belli olan kâinatın ezeli olmadığı açıktır.
- Allah’ın sıfatlarının ezeli olması, varlıkları sonradan yaratmasına engel değildir. Hatta başka şekilde düşünmenin imkânı da yoktur. Zira ezeli olmayan her şey sonradan var edilmiş demektir.
Eğer Allah bazı şeyleri yaratmak irade etmişse, bunları ezelde yaratmaz, zira bu imkânsızdır. Hem ezeli hem de sonradan var olmak gece ile gündüz gibi birbirinin zıddıdır. Buna göre bir varlık ezeli ise sonradan var olmamış, şayet sonradan var olmuş ise kesinlikle ezeli değildir.
- Tekvin sıfatı, rızık vermek, hayat vermek, öldürmek, merhamet etmek gibi sıfat-ı fiiliyedir. Yani Allah’ın fiilleri olarak tecelli eder.
Nasıl ki, Allah’ın Muhyi, Mümit, Rezzak ismi ezelîdir, hayat vermesi, öldürmesi, rızık vermesi sonradan olmuş ve olmaktadır, tekvin de bu şekildedir.
- Bununla beraber, Eşarilere göre, tekvin sıfatı müstakil bir sıfat olmayıp, KUDRET’in bir cilvesidir. Allah ezeli olan kudretiyle her şeyi var edince, buna tekvin de denilir...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah kâinatı neden yarattı?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 29.01.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Şu kainatın ve içindeki varlıkların Sanii olan Cenab-ı Hak, şu kainatı çok ciddi gayeler için yaratmıştır. Kur'an bunu şöyle bildirir:
"Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık."(Enbiya, 21/16)
"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları boşuna yaratmadık."(Sad, 38/27)
Bütün varlıklar kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcı'yı tesbih ve takdis ederler. Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler. Mesela, güneş bir saniye bile geri kalmadan, kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder. Irmaklar bir cuşuhuruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir itaatle ona hizmet eder.
Ayrıca, kâinat yaratılmasaydı, Allah'ın sıfatlarının ve isimlerin o sonsuz kemali ve güzelliği bilinmeyecekti. Bu bilgi sadece Allah'a mahsus kalacaktı. Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarının manevi güzelliklerini tecelli ettirmekle, kendi cemal ve kemalini bu eserlerinde kendisi bizzat müşahede buyurduğu gibi, melekleri, insanları ve cinleri de bu şereften, bu lütuftan hissedar etmek diledi.
Mahlukatı yaratıp yaratmama hususunda Allah, İlahi tercihini yaratma şeklinde yapmış ve bu tercih mahlukat için sonsuz bir rahmet olmuştur. Yoksa, bir ismi Samed (Her şey ona muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil) olan Allah'ın, bu alemi yaratmasının, -haşa- bir ihtiyaçtan geldiği düşünülemez...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yoktan Yaratma Her An Devam Etmekte midir?
Değerli Kardeşimiz
Varlıklar Allah tarafından yaratılmaktadır. Bu yaratılışta bir takım sebepler vardır. Çocuğun meydana gelmesinde anne ve baba sebeptir. Kuzunun teşekkülüne koyun vasıtadır. Aslında sebepler de, yani anne ve baba da, koyun da yaratılmaktadır.
Bilindiği gibi, Allah’ın yaratılışta kullandığı iki türlü kanunu vardır. Birisi yoktan yaratma. Buna “ibda” deniyor. İlk maddenin yaratılışı böyledir. Diğeri de mevcut elementlerin kullanılarak bir varlığın vücuda getirilmesi. Buna da “inşa” adı veriliyor.
Günümüzdeki canlıların maddî yapıları, karbon, hidrojen ve oksijen gibi elementlerden meydana gelmektedir. Bu elementler zaten kâinatın içerisinde vardır. Dolayısıyla bu mevcut maddelerden canlıların yaratılışı inşaa suretiyle bir yaratılıştır. Ancak, elementlerde bulunmayan, fakat canlılarda mevcut olan özellikler vardır. Canlının şekli, söz gelimi bülbülün davranışları ve şekli elementlerde yoktur. Dolayısıyla her bir canlıya has olan bu tip özellikler ise, ibda suretiyle, yani yoktan yaratılmaktadır. İnsanın şekli, yapısı, hatta yürüyüşünden konuşmasına varıncaya kadar kendisine has olan özellikleri yoktan yaratılmaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse, canlıların maddesinin dışındaki bütün özellikleri yoktan yaratılmaktadır. Bu cihetiyle her an Allah’ın hem ibda ve hem de inşa suretiyle yaratması devam etmektedir.
Selam ve Dua ile..
Prof.Dr.Adem Tatlı
.
Allah'ın kendi yarattığı kurallarına uyarak yaratması insana neden tuhaf gelmemelidir?
Soran : HacıYusuf
Tarih: 02.05.2019 - 20:02 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah’ın hiçbir şeye uymak zorunda olmadığı halde her vakit kendi koyduğu kurallara uygun olarak yaratması neden insana tuhaf gelmemelidir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İnsana tuhaf gelen bir şeylerin olması, insana tuhaf gelmemelidir.
Zira insanın anlayış ve kabiliyeti ancak imanla genişleyebilir. Aksi durumda insanın bilgi ve görgüsü görüp işittiklerinin dar dünyasından ibarettir.
Allah Teala ise dilediği şekilde yaratmaktadır.
Yeryüzünün küçücük ölçeğinde bile sayısız denebilecek bitkisel ve hayvani çeşitlilik, Allah’ın yaratmasında nihayetsiz bir imkân çeşitliliğine ve kudret tecellilerine sahip olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla onun yaratma kanunları ve kuralları sonsuz bir genişliğe sahiptir.
Allah’ın bir şeye uymak zorunda olması ya da olmaması şeklinde bir değerlendirme insanın kendi kendine yaptığı bir çıkarsama olarak boş bir çıkarsamadır. Çünkü şeyler kendi başlarına müstakil varlıklar değillerdir.
Her şeyin vücuda gelmeden önceki, vücuttaki ve vücuttan gittikten sonraki halleri ilahi irade, ilim ve kudretin o şeye yönelik tecellisi sebebiyledir. Onun ilminin şümulünden, iradesinin nüfuzundan, kudretinin yeterliğinden başka ve hariç bir şey ya da alan ya da başkası veyahut da başkasının kuralları yoktur ve olamaz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah Teâlâ'nın varlıkları ibda ve inşa şeklinde yaratmasını açıklar mısınız?
Soran : fatihgomuk
Tarih: 24.07.2006 - 14:43 | Güncelleme:
Soru Detayı
Allah'ın (C.C) iki türlü yaratması olduğunu duymuştum. "İbda" yani yoktan yaratma ve "inşa" yani olan şeylerden yeni bir şey yaratma. Cenab-ı Hakk'ın elementleri ibda ettiği yani yoktan yarattığını, diğer şeyleri örneğin bileşikleri ve canlıları ise elementleri kullanarak inşa ettiğini duymuştum. Bu doğru mu? Eğer Allah (c.c) elementleri yoktan yarattı ise o elementlerin yapı taşları olan atomları nereden buldu? Onları da mı yoktan yarattı veya onlar hazır hâlde evrende bulunuyorlar mıydı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İbda, yoktan yaratma demektir. Kâinat ilk yaratılmasında yoktan yaratılmıştır. Yok ise veya yokluk ise yaratmakla bitmez.
İnşa ise, yaratılmış olan element veya atomlardan, yeni şeyler meydana getirmektir. Bunda ise ilk yaratılıştaki atomlar ve elementler kullanılıyor. Sadece şekil, renk ve mahiyeti itibariyle farklılıklar sonradan oluyor. Ve sadece bu kısım yaratılıyor.
İbda alfabeye, inşa ise bu alfabenin harfleriyle kitap yazmaya benzetilebilir. Elementler, -tabir caizse- ilahi bir alfabedir, ibda ile var edilmişlerdir. Her bir varlık ise bu elementler alfabesiyle bir kitap gibi yazılmaktadır.
Her inşada yeni bir ibda vardır. Zira her varlık orijinal bir nüshadır. Allah’ın yaratması son derece süratli olmakla beraber, hiçbir varlık diğerinin aynı değildir. Bazı ehl-i hakikat bunu “la tekrara fi’t- tecelli” yani “Tecellide tekrar yoktur.” şeklinde ifade ederler.
Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. İlim adamları kâinatın yaşıyla alâkalı rakamlar vermektedirler. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan maada her şey için bir başlangıç vardır.
Ayrıca yaratılan şeylerin yıpranması ve ölümleri onların ezeli olmadığını gösterir.
Göklerin ve yer küresinin altı günde yaratılışının hikmeti nedir?
Soran : yunuserdal
Tarih: 27.07.2006 - 16:58 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu altı günün mahiyeti nasıldır, bizim günlerimizle bir farkı var mıdır?
- Cenab-ı Allah (cc) "kün fe yekün"e malik olup, istedikleri hemen olmaktadır. Dünyayı ve kâinatı yaratırken neden Âdem (a.s.)'ı yarattığı gibi defaten yaratmamış acaba, hikmeti nedir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Cevap 1:
Semavat ve arzaltı devrede, safha safha yaratılmış. Ve sonunda şu gördüğümüz harikalar harikası kâinat çıkmış ortaya.
Onun yaratılışındaki bu hikmet tecellisi ondaki hadiselerde de kendini göstermiş. Gece birden kaplamamış yeryüzünü; gündüz de âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine geçilmiş ve onu güneşin doğuşu takip etmiş. Daha sonra güneşin yine yavaş yavaş yükselmesiyle öğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti takip etmiş ve sonunda gurup.
Gündüz âniden gelse, gece birden bastırsaydı ne seherden söz edebilirdik, ne öğleden, ne ikindiden.
Bu hikmetli yaratılış, bitkiler âleminde de hüküm sürmüş. Çekirdekte ilâhî bir sanat ve hikmet gizli. Koca ağacın bütün programı o küçücük âlemde kader kâlemiyle çizilmiş. Ondaki, genetik şifre ilim adamlarını hayretler içinde bırakan bir mükemmellikte ve yine onları çaresiz kılacak kadar derin sırlarla dolu.
Çekirdeğin açılması apayrı bir harika. Fettah isminin tecellisi. Yerin çekimine rağmen yukarıya doğru başlayan hikmetli ve intizamlı yürüyüş. Derken fidan devresine eriş. Boy atma ve kalınlaşma devreleri ve sonunda çiçek açıp meyve verme... Her meyvenin de büyümesi, kemâle ermesi ve o yumuşak meyveden sert çekirdeklerin süzülmesi yine birden bire değil, safhalar hâlinde gerçekleşmekte.
Her safhası ilim ve hikmetle yürütülen bu akıl almaz faaliyetler, yeryüzünü değişik tablolarla doldurur ve fikir ehlini bu ilâhî sanatlara hayran bırakır.
Dünyada hikmet, âhirette ise kudret hâkim. Dünya kudret âlemi olsaydı, şu muhteşem kâinat altı gün, yani altı devre yerine bir anda yaratılacaktı. Ondaki ağaçlar da bir anda bitecek ve son şekliyle boy göstereceklerdi. O zaman yukarıda sıraladığımız ilâhî sanat eserleri de vücut bulmayacaklardı.
Çekirdekler olmayınca, haliyle, yumurtalar ve nutfeler âlemi de yokluktan kurtulamayacaklar, bu âleme gelip, taşıdıkları rabbanî sanatları sergilemekten mahrum kalacaklardı.
Fidanlar olmayınca bebekler de, kuzular da, buzağılar da olmayacaktı. Binlerce sanat bire inecek, yüzlerce güzellik ortadan kaybolacaktı.
Terbiye ve tedbir fiillerinin tecellileri görülmeyecek, sadece ibda ve icat fiillerinin mahsûlleri, âlemde boy gösterecekti.
İlâhî hikmet buna müsaade etmedi ve kâinatı bir anda yaratmak yerine altı devrede inşa etmeyi takdir buyurdu.
Cevap 2:
Kur'an-ı Kerim'de semavat ve arzın, yani kâinatın altı (6) günde halk edildiği (yaratıldığı) yazmaktadır. Altı günde halk edilmesini altı devir olarak anlıyoruz.
İnsan anne karnında altı safhada yaratıldığı, dünyada ve berzahda altı dönem geçirdiği gibi, bir gün de altı dönem ve devir geçirerek diğer güne geçiyor. Hatta her şeyin doğumu, kemali, ihtiyarlığı, ölümü, berzahı, unutulması gibi altı devir geçirdiğini söylemek mümkündür.
Semavat ve arzın altı günde halk edilmesine gelince:
İlk yaratılış 1. gün ve devir.
Hz. Âdem (as)'in yaratılışı 2. gün ve devir.
Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın gönderilmesi 3. gün ve devir.
Dünyanın kıyamet başlangıcındaki harabiyeti 4. gün ve devir.
Bu imtihan dünyasının kıyamet ile bütün bütün kapanması 5. gün ve devir.
Dünyanın kıyametinden haşir sabahına kadar geçen dönem ise 6. gün ve devir.
Demek ki altı (6) gün kâinatın ilk doğuşundan ve yaratılışından, haşir sabahına kadar geçen zaman, devir ve dönemi içine almaktadır.
Bütün zamanlar haftalık bir saat gibi düşünülürse, bu saatin altı günü bu alemde geçiyor. 7. günü ise haşrin baharından sonsuza kadar gidecektir.
Cevap 3:
Kâinatın altı günde yaratılması konusuyla ilgili ayetleri ve bunların farklı bir yorumunu da şöyle yapabiliriz:
"De ki: Siz dünyayı iki günde yaratan Allah’ın tek ilah olduğunu inkâr edip ona birtakım eşler, ortaklar mı uyduruyorsunuz? Halbuki bütün bunları yapan, Rabbulâlemindir."(Fussilet, 41/9)
"O, yerin üstünde yüce dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada arayıp soranlar için gıdalarını, bitkilerini ve ağaçlarını tam dört günde takdir etti, düzenledi."(Fussilet, 41/10)
"Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti. Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk. İşte bu, azîz ve alîm (üstün kudret sahibi, her şeyi en mükemmel tarzda bilen) Allah’ın takdiridir." (Fussilet, 41/12)
Cenab-ı Hak kâinatı yaratmayı dileyince sonsuz kudretini izhar ederek, ölçüsü belirsiz bir enerji meydana getirdi ve o enerji zamanla yoğunlaşıp gaz halini aldı ve sonra da yoğunlaşıp bugünkü katı durumuna geçti. Yerküre iki jeolojik devirde oluşmuş ve sonra da oradaki kaynaklar belirlenerek, plan uyarınca dört jeolojik devirde oluşup bugünkü duruma gelmiştir. Zira âyetteki yevm kelimesi, başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen uzun bir devir anlamına gelmektedir (...) Gökler, yerküre ile birlikte iki uzun devirde yedi tabaka haline getirilmiştir. Çünkü hepsi gaz halinde idi. Yoğunlaşıp katılaşması hep birlikte, iki devirde olmuştur.
Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün) mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi,
"Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı... görmediler mi?"(Enbiya, 21/30)
ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de
"O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3)
buyurulduğu üzere, yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.
Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, "halaka" fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de hâl olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir. Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına olması da düşünülebilir.
Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır.
Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik.
"En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6)
Hem de korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır…" (A'raf , 7/54)
Kur'an ile modern bilim arasındaki uyumun bir örneği, evrenin yaşı konusudur: Kozmologlar evrenin yaşını on altı-on yedi milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Kur'an'da ise tüm evrenin 6 günde yaratıldığı açıklanmaktadır. İlk bakışta farklı gibi görünen bu zaman dilimleri arasında aslında çok şaşırtıcı bir uyum vardır. Gerçekte, evrenin yaşı ile ilgili elimizde bulunan bu iki rakamın her ikisi de doğrudur. Yani evren, Kur'an'da bildirildiği gibi 6 günde yaratılmıştır ve bu süre bizim zamanı algıladığımız şekliyle on altı-on yedi milyar yıla karşılık gelmektedir.
1915 yılında Einstein, zamanın göreceli olduğunu, mekâna, seyahat eden kişinin süratine ve o andaki yer çekimi kuvvetine bağlı olarak zamanın akış katsayısının da değiştiğini öne sürmüştür. Kur'an'da yedi farklı ayette bildirilen evrenin yaratılış süresinin, zamanın akış katsayısındaki bu farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda bilim adamlarının tahminleri ile büyük bir paralellik içinde olduğu görülür. Kur'an'da bildirilen altı günlük süreyi, altı devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, Dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim bu ayetlerde (Secde Suresi, 4; Yunus Suresi, 3; Hud Suresi, 7; Furkan Suresi, 59; Hadid Suresi, 4; Kaf Suresi, 38; Araf Suresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi,"günler"anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir.
Evrenin ilk dönemlerinde, zaman bugün alışık olduğumuz akış hızından çok çok daha hızlı akmıştır. Bunun nedeni şudur: Big Bang anında evren çok küçük bir noktaya sıkıştırılmıştı. Bu büyük patlama anından bu yana evrenin genişlemesi ve evrenin hacminin gerilmesi, evrenin sınırlarını milyarlarca ışık yılı uzağa taşıdı. Nitekim Big Bang'den bu yana uzayın geriliyor olmasının evren saatinin üzerinde çok önemli sonuçları oldu.
Big Bang anındaki enerji, evrensel saatin zaman akış hızını milyon kere milyon(1012) defa yavaşlatmıştır. Evren yaratıldığında, evrensel zamanın akış katsayısı -bugün algılandığı şekliyle- milyon kere milyon kat kadar daha büyüktü, yani zaman daha hızlı akmaktaydı. Dolayısıyla Dünya’da milyon kere milyon dakikayı yaşadığımız esnada, evrensel saat için yalnızca bir dakika geçmiş olur.
Altı günlük zaman dilimi, zamanın göreceliği dikkate alınarak hesaplandığında, 6 milyon kere milyon (trilyon) güne denk gelmektedir. Çünkü evrensel saat, Dünya'daki saatin akış hızından milyon kere milyon daha hızlı akmaktadır. 6 trilyon günün karşılık geldiği yıl sayısı, yaklaşık olarak 16.427.000.000'dır. Bu rakam günümüzde evrenin tahmin edilen yaş aralığındadır.
6.000.000.000.000 gün / 365,25 = 16.427.104.723 yıl
Diğer yandan yaratılışın 6 gününün her biri -bizim zaman algımızla- birbirlerinden farklı zamanlara karşılık gelmektedir. Bunun sebebi zamanın akış katsayısının evrenin genişlemesiyle ters orantılı olarak azalmasıdır. Big Bang'den itibaren evrenin büyüklüğü her ikiye katlandığında, zamanın akış katsayısı yarıya düşmüştür. Evren büyüdükçe, evrenin ikiye katlanma hızı da gittikçe artan bir şekilde yavaşladı. Bu genişleme oranı, "Fiziksel Kozmolojinin Temelleri" adlı ders kitaplarında anlatılan, dünyanın her yerinde yaygın olarak bilinen bilimsel bir gerçektir.
Yaratılışın her gününü, Dünya zamanıyla hesapladığımızda karşımıza aşağıdaki durum çıkar:
* Zamanın başladığı andan itibaren bakıldığında, yaratılışın 1. günü (1. devre) 24 saat sürmüştür. Ancak bu süre, bizim zamanı Dünya'da algıladığımız şekliyle 8.000.000.000 yıla eşittir.
* Yaratılışın 2. günü (2. devre) 24 saat sürmüştür. Ancak bu, bizim algılarımızla bir önceki günün yarısı kadar sürmüştür. Yani 4.000.000.000 yıl.
* 3. gün (3. devre) ise yine bir önceki gün olan 2. günün yarısı kadar sürmüştür. Yani 2.000.000.000 yıl.
* 4. gün (4. devre) 1.000.000.000 yıl,
* 5. gün (5. devre) 500.000.000 yıl,
* ve 6. gün (6. devre) 250.000.000 yıl sürmüştür.
* Sonuç: Yaratılışın altı günü, yani altı devresi, Dünya zamanı türünden toplandığı zaman, 15.770.000.000 yıl bulunur. Bu rakam günümüzdeki tahminlerle büyük bir paralellik içindedir.
Bu sonuç XXI. yüzyıl biliminin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bilim, 1.400 yıl önce Kur'an'da haber verilmiş bir gerçeği bir kere daha tasdik etmektedir. Kur'an ve bilim arasındaki bu uyum, Kur'an'ın, her şeyi bilen ve yaratan Allah'ın vahyi olduğunun mucizevi kanıtlarından biridir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah neden yaratmayı tekrar ediyor?
Soran : Anonim
Tarih: 26.05.2022 - 14:53 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Tanrı & Bilim, Yaratılışı (galaksileri) tekrarlamaktan bahsediyor. Bizi zaten imtihan etmişken neden yaratmayı tekrar etmesi gerekiyor?
- Yine yeni insanlar ve cinler yaratıp imtihan mı edecektir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Soru muğlak ve kapalıdır, maksadı tam olarak anlayamadık.
Bununla beraber, şöyle bir bilgi verebiliriz ki, “Allah her an bir yaratmadadır.”(Rahman, 55/29) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, yaklaşık 14-15 milyar yıldan beri Allah daima yeni varlıkları yaratıyor.
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.”(Zariyat, 51/47)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Kur'an’ın bu beyanını bugünkü fen bilimleri de tasdik etmiştir. Samanyolunun yaratılması, evrenin yaratılmasına nispetle çok sonradan yaratılmış yeni bir sistem olduğu, Güneş sisteminin de Samanyolu galaksisinde yer alan çok sonradan yaratılmış olduğu ilmen sabittir.
Allah’ın varlıkları yaratmasının asıl hikmeti, onun kudret, hikmet, ilim ve irade gibi ezelî sıfatlarının tecellilerinin tezahürdür. Bu eşsiz ve haşmetli tezahürleri bizzat yaratıcı tarafından temaşa edildiği gibi, melek, insan ve cinler gibi şuurlu varlıklar tarafından da seyredilip, tetkik edilmesi, hikmetlerinin anlaşılması ve netice itibariyle Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren aklî ve fikrî temaşalar için bir pencere olmasıdır.
Bu sebeple, insan ve cinlerin yaratılmasındaki asıl hikmet, Allah’ın vahyi ışığında kâinatta göze ve gönüle çapan sanat tablolarını tahlil etmek, “eserden müessire” (sanattan sanatkâra) giden istidlal yolunu bulmaya çalışmaktır.
Böyle azametli bir sanat tablosu karşısında, azametli bir sanatkârın azametli sıfatlarının harika tecellilerini seyredip, ona boyun eğmek, emirlerini dinlemek, kulluk görevlerini yerine getirmektir. İnsanların ve cinlerin Allah’a yalnız ibadet için yaratıldığının ifade edilmesi (bk. Zariyat, 51/56), sadece oruç, namaz gibi bilinen ibadetler değil; bilakis evrende ve içindekilerde tecelli eden isimleriyle yaratıcıyı yakından tanımak, harika sanatlarını yakından temaşa etmek, kâinat çapında parlayan sıfatlarının kemal ve cemalini müşahede etmek suretiyle yerine getirilen aklî, fikrî, ruhî, bedenî ve hissi ibadetleriyle bir kulluk görevini ifade etmektedir.
Kıyamete kadar hayat devam eder ve hayat devam ettiği sürece insan ve cinlerin -açıklamaya çalıştığımız hakikatleri- tekrar tekrar temaşa edip mütalaa etmek, fiilî ve sözlü olarak yaratıcıya olan hayranlığını, saygı ve sevgisini ilan etmek için yaratılmaları, soruya ihtiyaç bırakmayacak derecede açık hikmetli bir hakikattir.
Demek ki, tekrar yaratılma kıyamete kadar devam edecektir, yoksa kıyametten sonra başka insan ve cin türleri olacağı anlamında değildir.
Yeryüzündeki varlıklar kaç günde yaratıldı? İnsan (Adem Aleyhisselam) hangi gün yaratıldı? Cenab-ı Hakk’ın haftanın yedi gününde sırasıyla yarattığı varlıklar.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem elimi tutarak şöyle buyurdu:
“Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nûru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı.” (Müslim, Münâfıkîn 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 327)
Hadisi Nasıl Anlamalıyız?
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadisi söylemeden önce, İslâmiyet’i öğrenmek için memleketini bırakıp Medine’ye gelen ve karın tokluğuna Mescid-i Nebevî’de yatıp kalkan Ebû Hüreyre radıyallahu anh’a verdiği değeri ve ona duyduğu sevgiyi göstermek üzere elinden tutmuş, sonra da ona dünyanın yaratılışı hakkındaki bu önemli bilgileri vermiştir.
Hadîs-i şerîf yeryüzündeki önemli varlıkların altı günde yaratıldığını, Hz. Âdem aleyhisselam’ın de son günde ve sonuncu olarak yaratıldığını belirtmektedir. Şu âyet-i kerîme de bunu ifade etmektedir: “Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi” (Kâf sûresi, 38)
Bazı müfessirler bu altı günü altı dönem olarak yorumlamışlar, buna gerekçe olarak da henüz dünyanın yaratılmadığı, dolayısıyla gün anlayışının belirgin hale gelmediği bir zamanda “gün” sözüyle, daha geniş veya daha az bir vaktin kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şudur: Bu hadis, sayılan günlerde Allah Teâlâ’nın sadece bu işleri yaptığı, başka bir şey yapmadığı anlamına gelmez. Bizi ilgilendiren veya bizim bilmemiz istenen husus yeryüzünün, dağların, ağaçların, Hz. Âdem aleyhisselam’ın ve diğer varlıkların hangi günlerde yaratıldığıdır. Kâinâtın diğer varlıklarının hangi günlerde yaratıldığına dair bazı âyetlerde bilgi bulunmaktadır. “Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti” (Fussilet sûresi, 12) âyeti bunlardan biridir. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirine bakabilirler. (A’râf sûresi, 54; Fussilet sûresi, 10-12)
Kaf sûresinin yukarıda zikredilen 38. âyeti ile bu hadis, Yahudilerin “Allah yoruldu; cumartesi günü istirahata çekildi” (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn 1-2) şeklindeki iddialarının asılsız olduğunu göstermektedir.
Hz. Âdem aleyhisselam’ın ve dolayısıyla neslinin yeryüzünde mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesini sağlamak üzere yer ve gökteki her şey onlardan önce yaratılmış, böylece onlar daha dünyaya gelmeden rahat ve konforları sağlanmıştır. Çünkü insan kâinatın özüdür. Muhtelif âyetlerde belirtildiği üzere yeryüzü, gökyüzü, kısaca bütün kâinat onun için, ona hizmet etmek için yaratılmıştır.
Salı günü yaratılan sevilmeyen şeylerin neler olduğu konusunda fazla bilgi yoktur. Salı günü demirin yaratıldığına dair zayıf bir rivayet vardır. (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, V, 93) Sevilmeyen şeylerin demir gibi madenler olduğunu söyleyenler herhalde bu ve benzeri rivayetlere dayanmışlardır. Şayet sevilmeyen nesneler ölüm ve âfet gibi şeyler ise buna dair de bir rivayet bulunmaktadır. Buna göre cuma günü yıldızlar, güneş, ay ve melekler, aynı günün muhtelif saatlerinde ise ecel, âfet ve Hz. Âdem aleyhisselam yaratılmıştır. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 543)
Bu hadisi tenkit etmek ve onu tâbiîn âlimlerinden Kâ’b el-Ahbâr radıyallahu anh’ın sözü gibi göstermek isteyenler çıkmışsa da İmam Müslim ile İmam Ahmed İbni Hanbel’in yukarıda zikredilen eserlerinde açıkça görüldüğü üzere bu hadis Kâ’b radıyallahu anh’ın değil, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözüdür.
Hadisten Öğrendiklerimiz
Allah Teâlâ kâinatı ve Hz. Âdem aleyhisselam’ı hadiste zikredildiği şekilde yaratmıştır.
Günden maksadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Her şey, insanın rahatını sağlamak üzere ondan önce yaratılmıştır.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları
.
Allah kötü olan şeyleri neden yaratmaktadır?
Soran : canturk54
Tarih: 15.01.2008 - 12:03 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hakk'tır.
- Ehl-i sünnet alimlerine göre, “Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.” Yani, şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir.
- İslam alimlerinin bu konudaki görüşleri kendi değerlendirmeleri çerçevesinde iki şekilde ortaya çıkmıştır.
- İmam Eşari’nin başını çektiği bazı alimlere göre, insan tek başına kendi aklıyla bizi Allah’ın yarattığını bilmesi zordur. Çünkü akıl yanılabilir. Onun için insan olarak biz, bizi yaratanın Allah olduğunu, aklımızla birlikte Allah’ın indirdiği vahiy / Kur’an’la ancak öğrenebiliriz.
- İmam Maturidi’nin başını çektiği diğer bazı alimlere göre ise, insan kendi aklıyla bizi yaratanın Allah olduğunu bilmesi mümkündür ve zorunludur. Akıl bazen yanılsa bile, Allah’ın varlığını gösteren binlerce açık delile dayanarak bunu bilebilir.
Bu iki grup alimlerin görüşlerinin bir araya gelmesinden doğan bir hakikati açıklamak suretiyle, bizi yaratanın Allah olduğunu gösteren dört külli delili şöyle sırlayabiliriz:
a) Kâinat: Kâinat denilen evren, bütün varlığıyla bütün şekilleriyle, yaptığı bütün hareketleriyle, ortaya koyduğu bütün faydalı işleriyle, değişik parçalarının arasındaki kucaklaşma, yardımlaşma, dayanışma, aynı işin meydana gelmesi için gösterdiği nizam, intizam gibi dillerle bizi yaratanın Allah olduğunu bildirmektedir.
b) Kur’an: Bütün insanlara ve cinlere meydan okuyarak kendisinin bir benzerini yapmalarının mümkün olmadığını ilan ederek, kırk yönden mucize olduğunun sinyallerini vererek Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden Kur’an, bizi yaratanın Allah olduğunu bildirmektedir.
İlk gelen vahiyde yer alan “Yaratan Rabbin adıyla oku!”(Alak, 96/1) mealindeki ayetin açık ifadesi, bu gerçeğin altını çizmektedir.
c) Hz. Muhammed (asm): O, ortaya koyduğu yüzlerce mucizeleriyle, Kur’an gibi harikulade bir kitabı göstermesiyle, hayatı boyunca Kur’an’ın sahibi olarak gördüğü Allah’a, herkesten daha fazla kulluk ederek, acizliğini, fakirliğini, güçsüzlüğünü ona açarak, gece gündüz ona yalvarıp yakarmak suretiyle ortaya koyduğu eşsiz bir kulluk ve takva ile eşsiz bir dürüstlük ve güzel ahlakla peygamberliğini ispat etmiştir.
İspat edilen ve mucize denilen peygamberlik nişaneleriyle ortaya çıkan Hz. Peygamber (asm): “Bizi yaratan Allah’tır.” davasını ispat etmeye çalışmış ve ispatlamıştır.
d) İnsanın Vicdanı: İnsanın maddi ve manevi bünyesinin kavşak noktası, fıtratın şuurlu bir mekanizması ve yüzü daima yaratıcıya dönük bir vaziyette yaratılmış olan vicdan, en vicdansız insanlarda bile Allah’ın varlığını, bizi yaratanın Allah olduğunu haykırmış ve haykırmaktadır.
Nitekim, insanlık tarihi boyunca, peygamberlerin hak yolundan ayrılmış olan kimseler bile vicdanlarında “Bizi yaratan Allah’tır.” demiştir.
Her türlü fetişe / puta tapanların bu tapmaları bile, insanlardaki bu vicdanın Allah’a dönük olan yüzünü göstermektedir. Çünkü, yanlış da olsa bu nesnelere yapılan kulluk, tapma duygusunun vicdanda her zaman korunduğunun göstergesidir(bu konuda Risale-i Nur külliyatına bakılabilir).
- Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, kâinat, Kur’an, Hz. Muhammed (asm) ve vicdan dörtlüsünden meydana gelen bu dört âdil şahidin şahadetiyle sabittir ki, “Bizi yaratan Allah’tır.”
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, “yarattığı her şeyi güzel yarattı” ise, inkarlar, zulümler, zinalar nasıl güzel olur?
Soran : alptuğ50
Tarih: 10.09.2013 - 12:43 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Kafirlerin veya diğer insanların kötü fiillerini, zulümlerini, zinalarını veya şer görünen olayları ve fiilleri de yaratan Allah olması hasebiyle, bu ayetin“yarattığı her şeyi güzel yarattı” ifadesini nasıl değerlendireceğiz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Evvela şunu biliyoruz ki, Ehl-i sünnet alimlerine göre, “Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.” Yani, şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir.
O halde,Allah’ın yarattığı her şeyin güzel olması, onun yaratması cihetine bakar, insanların fiillerine bakmaz.
Demek ki, aynı fiilde iki cihet vardır: Biri insanın kesbine, kazancına, yaptıklarına bakar, diğeri ise Allah’ın yaratmasına bakar. Şayet insanların yaptığı bir fiil çirkin ise, aynı fiil Allah’ın yaratması yönüyle yine de güzeldir. Çünkü yaratmak, sadece bir tek neticeye bakmaz ki, zalimin katlettiği bir kimsenin ölümünü yaratmak çirkin olsun. Söz konusu mazlumun ölümü, onun günahlarına kefaret olması, ona pek çok sevap kazandırması, onu şahadet mertebesine ulaştırması gibi birçok neticeleri vardır. Bu sebeple, Ehl-i sünnetin kabul ettiği “Şerrin halkı şer değildir.” hükmü çok güzel bir hakikatin ifadesidir.
- Bununla beraber, ayette söz konusu olan ifadeyle, genel olarak kâinattaki varlıkların hepsinin hikmetli bir şekilde sağlam bir sanat eseri olarak yaratılması kastedilmiş olabilir. Nitekim, rivayete göre,
“Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” (Secde, 32/7)
mealindeki ayetin açıklamasında, İbn Abbas, burada söz konusu olan güzellikten maksat, yakışıklı olmaktan çok, muhkem / sağlam, sanatlı olduğunu belirtmiş ve misal olarak “domuzun boynu güzel değil, ama harika bir sanat eseri olduğunu” söylemiştir. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
Taberi’ye göre de ayetten her şeyin güzel yaratıldığını düşünmek doğru değildir. Çünkü, çirkin olan varlıklar da vardır. Demek ki, buradaki hüsünden maksat “itkan ve ihkam”dır, yani sağlam ve sanatlı bir şekilde yaratılmasıdır. (Taberi, a.y.)
Bu ayetin “muhkemlik” manasını ifade eden bir diğer ayetin meali şöyledir:
“Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın; oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Muhakkak ki O, sizin yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Neml, 27/88)
- Maverdi’nin bildirdiğine göre, “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” mealindeki ayetin beş farklı yorumu yapılmıştır:
1) Köpek gibi hayvanlar dahil, gerçek anlamda her şey güzel yaratılmıştır.
2) Ayette geçen “güzel yapmak”, muhkem, sağlam yapmak anlamındadır.
3) Ayette geçen ve “güzel yaptı” şeklinde meallerde yer alan “ehsane” fiilinden maksat ihsan etmektir. Yani, Allah neyi yaratmış ise, onun yaratması, yarattığı varlık için Allah’ın bir ihsanıdır, bir ikramıdır.
4) “Ahsene” kelimesinin bir anlamı “a’leme-elheme”dir. Yani ihsan aynı zamanda ilam (öğretmek) ve ilham manasına gelir. Buna göre ayette kastedilen mana şudur: “Allah’ın, yarattığı bütün varlıklara onların ihtiyaçlarının ne olduğunu da onlara ilham edip bildirmiştir.”
5) Ayette yer alan ihsan, varlığa lazım olan şeyleri vermek demektir. Buna göre ayetin manası şöyledir:“Allah yarattığı her şeye, muhtaç olduğu her şeyi vermiştir ve onu bu ihtiyaçlarını karşılayacak yola sevk etmiştir.”(bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri).
Bu son iki görüş benzerdir.
Özetlersek; Allah ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkardığı gibi, -görünürde- güzelden çirkini, çirkinden güzeli yaratır. Fakat zahiren çirkin olan fiillerin yaratılması da güzeldir. Çünkü güzellik, ya bizzat güzeldir yahut da sebeplerden dolayı güzeldir.
Mesela: Bir insan zina eder, Allah ondan çocuk yaratır. Bu gayri meşru çocuk ile meşru bir çocuğun yaratılışı arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de harika birer sanat eseridir.
Keza, Allah’ın yaratması külli neticelere baktığı için, barındırdığı birçok güzel neticeler sebebiyle bir çirkin netice de “başkasından dolayı kazandığı” bir güzelliği söz konusudur.
Şunu da söylemek mümkündür ki; “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” mealindeki ayetin ifadesi, doğrudan Allah’ın yarattığı kâinattaki varlıklara bakar. İnsanların elinin karışıp da karıştırdığı işler bu ayetin kapsam alanına dahil olmayabilir. Yani, ayetin maksadı, kâinat çapında var olan eşyanın birer sanat harikası olarak yaratıldığını belirterek Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetine dikkat çekmektir... İnsanların karıştırdığı işlerin yaratılması ise, külli neticeler itibariyle ve dolaylı olarak güzeldir...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah bu şekilde yaratmasaydı hikmetli olmayacak mıydı?
Soran : HacıYusuf
Tarih: 21.04.2018 - 00:01 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah’ın hikmetlice yaratması hakkında kafama takılan sorular…
- Allah’ın gücünün her şeye yettiğini söylemek ve ‘’Allah bu şekilde yaratmasaydı hikmetli olmayacaktı.’’ demek birbiriyle çelişkili değil midir?
- Gücü her şeye yeten Allah herhangi bir şeyi ‘’bu şekilde’’ değil de kendi istediği farklı bir şekilde yaratsa da o şeyin gene hikmetli olması gerekmez mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Hikmetin manası, herkesin bilmediği gizli sebep olup, kâinatın ve yaratılışın gizli ilahi gayesini ve mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işler yapmak sıfatıdır.
Cenab-ı Hak, bilmek ve bilinmek sırrınca, halk ettiği birbirinden hikmetli mevcudatı hem kendi nazarıyla müşahede etmek için, hem de yarattıklarına müşahede ettirip, onların hayret ve sonsuz beğenileri sonrası, acz ve fakrlarını anlayıp kendisini hamd ve tespih etsinler diye halk etti.
Yüce Allah, Kur'an ve sünnet ile vaz etmiş olduğu şeriatı da ortaya koydu ki, biz ona göre hareket edelim, böylece hem iman ve ibadet imtihanından geçelim, hem de bu şeriata tabi olarak bu dünyada da huzur bulalım. İşin doğrusunu ve aslını Allah bilir. Bize düşen Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız riayet etmektir.
Allah bize “Kumar haramdır.” demişse, bunun tartışılacak tarafı yoktur. “Canım yılda birkaç piyango biletinden ne olacak? Alan razı veren razı!” diyemeyiz.
Allah “Kumar oynamayacaksınız!” demiş ve tabiri caizse noktayı koymuştur. Bunu inkar etmek imansızlık, kabul edip aksi davranmak günahkârlık olur.
Bizim kumarı “haram” olarak kabul etmekle beraber, bu yasağın hikmetlerini araştırmamız kesinlikle engellenmemiştir, aksine teşvik edilmiştir.
Araştırmada bulacağımız hikmetler belki bizi tatmin edecek belki etmeyecek, buradaki eksiklik işin hikmetsizliği değil, aksine bizim o hikmetleri bulmaktaki aczimizdir. Sonuçta ne bulursak bulalım, işin sonucunu değiştirmeyecek ve kumar oynamak haram olarak kalacaktır, çünkü emir O’ndandır.
Tarih boyunca, gerek sosyal olaylarda gerek fenlerde insanlık muhtelif eşyanın hikmetlerini hep araştırmış. Bazen bir, bazen yüzlerce hikmet bulmuş, zamanla bazılarını tekzip etmiş; 100 sene evvel hikmet dediğine yüz sene sonra bu böyle değilmiş demiş.
Dolayısıyla, bugün dahi “Bunun hikmeti budur.” deyip kesin bir nokta koymamız pek sağlıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü bugün “A” dediğimize ihtimalen seneler sonra “B” diyebileceğiz.
Mesela, bize senelerdir tereyağından uzak durun derlerdi, ama şimdi tereyağı yiyin diyorlar. Veya 50 sene evvel kalp krizi geçiren hastaları birkaç ay kıpırdamadan yatırırlardı, şimdi ise hemen yürüyüş veriyorlar. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Bu kısa izahatlar sonrası sualinize gelirsek, Allah neyi, nasıl yaratmışsa, gayet hikmetli yaratmıştır. Bunda şüphe yok.
Başka türlü yaratsaydı, o da hikmetli olurdu, onda da şüphe yok.
Allah’ın mutlak kemalde olan isimlerinin tamamı gibi, “Hakîm” ismi de hikmetli yaratılışlarda tecelli etmekte ve Allah’ın muradına göre eşyada işlemektedir.
Bizler, hikmet, kudret, ilim gibi sıfatlardan ve isimlerden oluşan sonsuz okyanusun bir damlasına bile hakim değiliz. Biz, bu bir damla dahi olmayan hakimiyetimizle, ancak Allah’ın hikmetle yarattıklarının ne kadar akıllara durgunluk verici olduğunu idrak etmek, bu idrak sonrası imanımızı arttırmak ve O’nun emirlerine itaat etmekle ve O’na kul olmakla mükellefiz.
Yoksa elbette Allah isteseydi elma muz tadında, ekmek şerbet tadında, kar yağışı aşırı sıcakta olur ve güneşli havalarda da soğuktan donardık. On yerine yirmi parmağımız, kol yerine kanatlarımız olabilirdi elbette. O böyle murat etseydi, aynen öyle olurdu ve O murat ettiği için de gene gayet de hikmetli olurdu.
O zaman da gene aynı sualleri bu sefer de tersten sorabilirdik…
Sonuç: Öyle veya böyle, Allah bu şekilde murat etmiş ve imtihan alemi olarak bizi ve kâinatı bu şartlarda gayet hikmetli yaratmış.
Şairin dediği gibi,
"Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler."
Buradaki “Güzel eyler”i, “Hikmetli eyler” diye de okuyabiliriz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yazdığım öyküyü de mi Allah yaratıyor?
Sesli dinle
00:00
-06:08
- Tatilim devam ediyor... Dedem, ninem ve annemle birlikteyiz... Hafta sonları babam da katılıyor aramıza...
- Annemin kendine özgü bir dünyası, arkadaşları var... Bir araya gelip çay içiyor, kâğıt oynuyor, dedikodu yapıyorlar...
- Bazen babamla şehre dönüyor, hafta sonunda tekrar geliyorum... Özel haberler bu kadar…
- Şimdi odamdayım... Işıkları söndürdüm, pencereden dışarıyı seyrediyorum...
- Bir yandan da öyküler kurguluyorum hayalimde... Her şey birbirine karıştı... Derken, bir soru geldi aklıma...
- Allah her şeyi yaratıyor, tamam... Peki, benim öykümü de mi yaratıyor yani? Ya da bir ressamın resmini?
…
İnsan, dünyadan malzemeler alır, onları bir araya getirerek yeni bir eser yapar...
Her ne kadar ona “Benim eserim.” derse de bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez...
Dünya galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da gerçek yaratıcısı Allah’tır...
Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor olmasa gerek. Akılları, bilgileri, bilinçleri yok onların...
İnsan ise, üstün yetenekleri olan bir canlı... Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak gerçek yaratıcıyı hatırlamak zor olabiliyor... İnsanın üstün meziyetleri akıl gözünü perdeliyor...
Hâlbuki insan da bir araç. Dikkatle düşününce anlıyoruz bunu...
Eserini bir düzene göre kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmiyor. İşi, yaratılmış, var edilmiş olanları bir araya getirmek...
Bunu yaparken de kendisine verilen donanımları, yetileri, duyguları kullanıyor. Akıl, kalp, hafıza, göz, kulak, el gibi... Tümü o merhametli Yaratıcı’nın verdikleri...
Onun evreninde, onun verdikleriyle eserler üreten sanatçı asla bir yaratıcı olamaz...
Elbet, o eserlerden dolayı yapılan övgüler de gerçek ustaya gidiyor, onun hakkı çünkü...
“Sâni” isminin tecellisidir sanat. Sanatçının rolü bu isme ayna oluşunda, tercihlerinde...
Önemli olan, iradesini iyi yönde mi yoksa kötü yönde mi kullandığı...
Balarısı eliyle balı, ipekböceği eliyle ipeği, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Rabbimiz, bizim elimizle de sanat eserlerini yaratıyor.
Fark, iradenin söz konusu olup olmamasında...
İnsan “Eserimi ben yarattım.” diyemez, buna hakkı yok... “Bu eser benim elimle yaratıldı.” diye düşünebilir...
Gerçek sanatkârı tanımakla birlikte “Bu eser benimdir.” demesinde bir sakınca yoktur elbette...
…
Sanat eserleri için geçerli olan bu durum teknik ürünler için de söz konusu...
Bir şiir, bir tablo, bir heykel, bir bestenin gerçek yaratıcısı kim ise bir masa, bir halı, bir bilgisayar, bir makineninki de o...
Tüm ürünler, insan eliyle ama onun yaratmasıyla var olurlar...
Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeleri kullanır. Bilimlerin bütün yasaları evrende var...
Bilim adamının yaptığı iş, bu yasaları bulup uygulamaktan ibaret...
Bütün bilimler, kâinat kitabının incelenmesi, içindeki yasaların bulunmasıyla oluşur.
İnsanların “Bu yasayı ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların birer yasa koyucu, birer yaratıcı olmalarını gerektirmez. Eylemin gerçek öznesi, yegâne ilah olan Rabbindir...
Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyorum elbet. Evet, insana özgür bir irade verilmiş, nasıl isterse öyle kullanır. Fakat ona iradeyi veren de Allah...
Nasıl düşünmüyoruz ki, sürekli olarak “benim” diye sahip çıktığımız bedenimizin bile gerçek sahibi değiliz...
Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay meydana gelir, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz...
Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını, nasıl çalıştığını bilenimiz pek azdır...
Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır, ama biz olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız...
“Ben, ben” deyip duruyoruz, ama o benliğe takılan donanımların gerçek sahibi değiliz...
Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, yollarda da bulmadık...
Yaratan yaratmış, elimize vermiş... “İstediğin gibi kullanmakta özgürsün fakat şunu unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin.” demiş...
Bedeninin, organlarının, duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserleri sahiplenir de “Ben yarattım.” der!..
Nasıl olur da kendisine verilen nimetlerle gurura kapılıp “Her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum.” diyerek Rabbini unutur!
Elhâsıl, cansızlar, bitkiler ve hayvanlar aracılığıyla nice eserler yaratan zat, insanlar eliyle de eserler yaratıyor...
Zira o her türlü yaratmayı bilendir... (Yasin, 36/79
- Bir şirket sahibi patron, eleman almak için imtihan yapabilir, şirketine yatırım yapmıştır ve şirketini büyütmek veya zarar etmemek için işleri en iyi şekilde yapabilecek elemanlara ihtiyacı vardır. Bunun için bir elemanı işe almadan önce onu imtihan etmeli ve şirketinde çalışmaya layık olup olmadığını test etmelidir. İmtihan neden gereklidir çünkü şirket sahibinin ortada bir emeği bir yatırımı vardır, iyi elemanlar seçmelidir ki zarar etmesin, zarar ederse her şeyi sil baştan düzeltecek bir kudrete de sahip değildir ve bu yüzden bir eleman işe alacağında zor imtihanlardan geçiriyordur.
(Bu mantıklı çünkü patronun işe aldığı her elemanı üstün meziyetlerle donatma kudreti yok.)
- Ama Allah gibi yüce bir kudretin batma ihtimali olmayan, zarar etmesi imkansız bir şirketi var, başvuran tüm elemanları şirketine(cennetine) alamaya muktedir, başvuran eleman ne kadar kötü ve yetersizde olsa ondaki o kusurları yok etmeye de kadir ama yine de tüm bu kuvvet ve kudrete rağmen oda aciz şirket patronu gibi sanki tüm başvuran adayları şirketine(cennetine) alması durumunda zarar edecekmiş gibi davranıp başvuranların kendilerini kanıtlamasını istiyor ve imtihanı gerekli görüyor.
- Şirket patronu imtihanı keyfi olarak yapmıyor, başvuran elemanların kusur ve kötü özelliklerini değiştirme kudreti olmadığı için yapıyor, ama Allah keyfi olarak yapıyor. Patronun elinde başvuran her elemanı aradığı niteliklerle donatma kudreti olsaydı başvuranları imtihan etme gibi bir zahmete girmez ve adayları böyle bir stresin içine sokmazdı.
- Allah 'ın tüm insanları cennetine almaya kudreti varken hayır size nefsi koydum keyfi olarak imtihan edeceğim demesinin mantığını idrak etmekte ve Allah'a sevgi duymakta zorlanıyorum. imtihan acizlik durumda bir zorunluluk olurken acizliğin olmadığı bir kudretin imtihana ihtiyaç duyması veya keyfi olarak istemesi tuhaf.
- Sonuçta yoktan var eden Allah şeytanı da bizi de Habibim dediği Rasullullah ahlakı üzere yaratabilirdi, Peygamberimiz kendi çabasıyla mı Habib oldu ki? Sizce?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Sualdeki meseleyi tam kavrayabilmek için mutlaka kainat ağacının ve meyvesi olan insanın yaratılış amacının ne olduğunu bilmek ve iyice kavramak gerekmektedir.
Her sağlıklı düşünebilen şuurlu insan hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını bildiği için, muhakkak ki kainatın da yoktan var olmayacağını bilir.
Dolayısıyla kainat ve içindekiler muhakkak Vacibü’l-Vücud, yani var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan, fakat yaratılmışların tamamının onun varlığına ihtiyaç duydukları bir yaratıcının var olması gerektiği noktasına gelmelidir.
Yaratıcı, hangi eğitim seviyesinde olursa olsunlar, insanların bu noktaya kadar gelmesini mutlaka beklemektedir. Bundan sonrası akıl ile bulunmayacağından O yaratıcıya teslim olmak ve O’ndan yardım istemek gerekmektedir.
Sonrasında ise, ihlas ve samimiyetle yaratıcıya ulaştıran dinler incelenirse, yaratıcı onu kendisiyle, yani Allah ile ve O’nun katında Âdem (as)’dan itibaren tek hak din olan İslam ile buluşturacaktır, yeter ki ihlas olsun, samimiyet olsun, riya olmasın.
İşte bizler de kainatın yaratılış sırlarını tam anlamıyla Kur'an’dan ve onun muallimi olan Muhammed (asm)’dan, yani kısaca İslam’dan öğreniyoruz.
Yüce Allah, bilmek ve bilinmek, tekbir, tahmid ve tesbih edilmek sırrınca kainatı yarattı; cansız varlıkları, çiçekleri, ağaçları, bitkileri, hayvanları ve melekleri yarattı.
Buraya kadar sayılanların hepsine kainatta, bahusus dünyamızda vazifeler verdi.
Bu vazifeleri esnasında da Allah’ın mutlakta olan ve her birinde tezahür eden bazı isim ve sıfatlarını teşhir etmelerini murad etti. Bu yaratılanlar, bilerek veya bilmeyerek Allah’a karşı bu ibadet vazifelerini aksatmadan, usanmadan, yorulmadan yerine getirmektedirler.
Bunlardan sonra, gene yüce Allah evvela cinleri sonra da kainata halifesi olarak seçtiği tam bir irade sahibi olarak insanları yarattı. Cinler burada konumuz olmadığı için biz insanlara bakalım.
Allah insanı en güzel şekilde yarattı. Diğer bütün yarattıklarında bazı isim ve sıfatları tezahür ederken, insanda tamamını tezahür ettirdi. Yanlış anlaşılmasın, belki bu tezahür sonsuz bir okyanustan bir damla bile değil, ama o damla olmayan tezahür dahi ne kadar muhteşem ki, insanı Allah’ın dünyadaki halifesi kılmasına yetti.
İşte insanın vazifesi, yaratıcıyı bulduktan sonra kendisine yüklenen bu isim ve sıfatlarla, İslam’ı ve Allah’ı bulması, imanını arttırması ve kendisinden istenen ibadet vazifelerini eksiksiz yerine getirmesi. Yani insan diyecek ki;
- Nasıl ben şu küçük işimi sevk ve idare ediyorum, Allah da aynen bütün kainatı idare ediyor; sübhanallah!
- Nasıl ki bu evin tapusu benim, kainatın tapusu da O’nun; sübhanallah!
- Nasıl ki ben imkanımca bir fakiri doyuruyorum, O’da bütün yarattıklarını rızıklandırıyor; sübhanallah!
Ve bunun gibi nice mukayeselerle onun Allah'ın uluhiyetini, büyüklüğünü, kusursuzluğunu, kudretini, hikmetini, ilmini... anlayacak ve böylece kendi aczinin, fakrının farkına varıp O’na kayıtsız şartsız iltica edecek.
Nasıl ki bizler güzel bir resim yapsak önce kendimiz beğenmek isteriz, sonra da başkalarının beğenmesini isteriz. Teşbihte hata olmasın, işte bu bizde tezahür etmiş yok hükmündeki özellik, Allah’ta mutlak olarak bulunmakta.
Evet, nasıl ki bizim muazzam resimleri yapıp yapıp yok olmak üzere çöpe atmamız düşünülemez, evvela biz beğeniriz, sonra etrafımıza gösteririz ve bilahere galeri açarız ve isteriz ki diğerleri de beğensin, aynen öyle de Cenab-ı Hak asla abes iş yapmayacağından, 70-80 senede bir var ettiği insan gibi bir sanat eserinin toprak olup gitmesine müsaade etmez.
İşte, irade sahibi olmayan yaratılmışlar, gayriiradi bir biçimde O’nu tekbir, tesbih ve tahmid ediyorlar. İrade sahibi olanlar, bahusus insanlar da kendi iradeleriyle O’nu tekbir, tesbih ve tahmid edip etmemeyi seçiyorlar, sonucunda da ya mükafat görüp, meleklerden üstün ebedi makamlara yerleşiyorlar veya mücazat görüp, hayvanlardan aşağı ebedi azablara duçar oluyorlar.
Özet olarak, yaratılış amacımız cennet veya cehenneme gitmemiz değil. O işin neticesi. Yaratılış amacımız Allah’a bihakkın, O’nun emrettiği şekilde ibadet, yani kulluk etmek.
Aynı okullar gibi düşünebiliriz. Onların da var olma sebebi, talebelerin sınıfta kalmaları veya geçmeleri değil, onlara bir şey öğretmektir. Sınıfta kalmak veya geçmek neticesidir.
Sualin son kısmındaki soruya da diyebiliriz ki, peygamberlik insanın ibadetle veya gayretle kazanacağı bir makam değildir, vehbidir, Allah vergisidir! Allah hikmetine binaen yarattığı bazı kullarına peygamberlik vazifesi vermiştir. Bu risalet vazifesi bir rivayete göre 124.000 insana verilmiş, Âdem (as) ile başlamış ve Muhammed (asm) ile sona ermiştir.
- Allah bizi neden yarattı?
- Bizi imtihan edecek, cennet cehennem v.s bunun sonucu nedir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
"Allah bizi neden yarattı?" sualinin cevabını gene mealen Cenâb-ı Hakk’tan, yâni kitabından dinleyelim:
“(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye halk ettim!”(Zâriyât, 52/56)
Buradaki ibadet kelimesi, “abd” kelimesinden, Türkçe karşılığı “kul” kelimesinden gelmektedir. Yani kısaca Allah bütün mevcudatı kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır.
Cin ve insanları ise, melekler dahil diğer mevcudata vermediği bir cüz’î irâde vererek, bu kulluk vazifelerini yapıp yapmamakta özgür bırakmıştır.
Sualimiz insan olması sebebiyle burada sadece ona, yani kendimize yönelik bir değerlendirme yapacağız.
Allah bizleri -hâşâ- O’nun bir işine yarayalım diye yaratmadı, böyle bir şey düşünülemez; yaratılan acizdir, fakirdir, yok olmaya mahkumdur! Yaratıcısı ona hiçbir şekilde muhtaç olamaz. Hele bu yaratıcının bütün isim ve sıfatları mutlak kemal noktasında ise.
Allah, bütün kâinatı ve içindekileri, bilinmek, kendini bildirmek ve tanıttırmak ve hemen akabinde yüceltilmek ve kendisine itaat edilmek amacıyla yarattı. Yaratılmışların en mükemmeli, arzın halifesi olan insan da aynen bu amaç için yaratıldı.
İlâhî hikmet gereği bir taraftan bize verilen başıboş nefis ve musallat edilen şeytan, diğer taraftan da nefsi terbiye ve şeytandan sakındırmak için Allah’ın talimatlarını içeren Kur'an ile imtihana tabi tutulmuşuz.
Bu imtihan sonucu irademizle seçeceğimiz yola göre de sonsuz bir mükâfat olan cennet veya sonsuz bir ceza olan cehennem ile karşılık göreceğiz. İman edip etmemek konusunda karar tamamen bize ait olduğu için, neticesinden de tamamen biz mesul olacağız, imtihanda aynen böyle olur zaten.
Allah bizden evvela O’nu nefsimize ve hevamıza ve nakıs aklımıza göre değil, O’nun istediği şekilde tanımamızı, O’nun âlemde yarattığı her mahluk üzerinde kudret kalemiyle yazdığı, nakış gibi işlediği esmâ-i hüsnâsını tefekkür ederek okumamızı ve böylece O’na olan imanımızı ve hayranlığımızı, canımız tende olduğu sürece arttırmamızı istemektedir.
Akabinde, imanımız arttıkça da O’nun bize koyduğu emir ve yasaklara daha büyük bir istek, arzu ve iştiyakla sarılmamızı, bütün kulluk vazifelerimizi yapmamızı, O’nun “Yapmayın uzak durun!” dediği işlerden uzaklaşmamızı beklemektedir. Böylece kavileşen tahkîkî bir iman sayesinde de O’na itaat ettiğimiz için hem bu dünyada ödül olarak bize büyük bir huzur vermekte ve çok daha mühimi ebediyette bize cenneti vaad etmektedir.
Yaratılışımızın amacı cennet veya cehenneme gitmek değildir. Nasıl ki mekteplerin amacı talebelere bir şey öğretmektir, talebeleri sınıfta bırakmak veya sınıf geçirmek değildir, sınıf geçmek veya sınıfta kalmak bu işin neticesidir. Aynen öyle de bizim de bu dünyada olmamızın amacı cennet veya cehenneme gitmek değildir. Cennet veya cehenneme gitmek bu işin neticesidir.
Sonuç olarak, başta dediğimiz gibi, Allah kendisini tanıttırmak ve bildirmek istedi, kâinatı yarattı ve en son olarak da sonsuz okyanus olan isimlerinden, bir damla dahi olmayan kısmı kadarını ona üfleyerek insanı yarattı. Âdeta bu yok hükmündeki üfleyiş dahi insanı en mükerrem varlık haline getirdi.
Bu mükerrem varlık olan insanın önünde iki yol var:
Ya istidadınca, kendinden isteneni yapıp, kulluk vazifelerini yerine getirecek ve meleklerin dahi fevkinde ebedi bir cennet makamına kurulacak.
Ya da kendisine verilen bu özellikler ile “BEN” diyecek, firavunlaşacak, yaratılış gayesinin taban tabana zıddına davranarak ebedi azaba müstahak olacak.
Ne mutlu yaratılış gayesini keşfedenlere!..
Yazık, nefsini vahyin emirlerinden uzaklaştırıp şeytanın yoluna sapıp ebediyetlerini mahvedenlere!
Kainat nasıl yaratılmıştır ve yaratılış amacı nedir?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 19.10.2009 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Varlık yaratılmamıştı ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktu.(bk. Buhârî, Megâzî, 67) Yüce Allah, zatının tanınmasını ve bilinmesini istedi. İsim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattı. Bir hadis-i kutside yüce Allah:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım.” (Acluni, II, 132)
buyurmuşlardır. Yani yüce Allah kâinatı kendisini tanıtmak için yaratmıştır. Yaratılışın gayesi ve amacı yaratıcıyı tanımaktır. Allah insanı da kendisini iman ile tanıması ve ibadet ile itaat etmesi için yaratmıştır.
Allah kendisini gizlemiş ve eserlerini ortaya çıkarmıştır. Çünkü eser ustasını daha iyi tanıtır. Amaç gizli hazinelerini ortaya çıkarmak ve o vasıta ile zatını tanıtmak olunca eserini izhar edip kendini gizlemek daha mükemmel bir şekilde zatın tanıtılmasını netice verir. Allah’ın hazineleri ise isimlerinde gizlidir. Çünkü mükemmel benzersiz gizli bir cemal kendi güzelliklerini aynada görmek ve güzelliğinin derecelerini şuurlu ve kendine âşık olanların gözleri ile de görünmek ve bilinmek ister. Bu da kendisinin isim ve sıfatlarını görerek eserlerini bilen, anlayan ve öven, takdir edenlerin varlığını gerektirir. Yüce Allah da kâinatı yaratarak kendi hazinelerini ortaya çıkardı. İnsanı yaratarak bu eserlerin sahibi, yaratıcısını bilmek ve iman ile tanımak, ibadet ile itaat etmeyi gerekli kıldı. İnsanın yaratılış amacı Allah’a iman olunca insan iman etmekle bu amacı gerçekleştirmiş olur. İnsanın affedilmez günahı da Allah’a şirk koşmak olacaktır. İşte bundan dolayı yüce Allah “Şirki Allah’a karşı yapılmış en büyük iftira kabul etmiş, Allah şirki affetmez, bunun dışında her günahı affeder.”(Nisa, 4/48, 116) buyurmuştur.
Varlık Allah’ın varlığını nasıl anlatır? Eserin ustasını tanıttığı gibi... Şöyle ki:
“Vücud; mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere, ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder.” Bu da görme, işitme ve konuşma sıfatlarını gerektirir. İşte Allah’ın sıfatlarını böylelikle anlarız. Akıl noktasında bu böyle olduğu gibi, yüce Allah da rahmetinin gereği olarak peygamberler ve kitaplar vasıtası ile de insanları bu amaca yöneltmiştir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de,
“O Allah yaratıcıdır, her şeyi yoktan yaratandır, her şeye suret ve şekil veren odur. Bütün güzel isim ve sıfatlar ona aittir. Semavat ve arzda bulunan her şey onu över, onu tesbih ve her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder. O azizdir, izzet ve azamet sahibidir. Her işi hikmetledir, her yaptığı şey ilim ve hikmetin gereğidir.”(Haşr, 59/24)
buyurarak bu hususu ifade etmiştir.
Amaç Allah’ı tanımak ve zikretmek olunca sabah ve akşam namazından sonra bu ayetleri okuyarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tekrar etmeyi Peygamberimiz (sav) tavsiye etmiş ve bunu devamlı yapanın şehit olarak öleceğini ve cennete gideceğini müjdelemiştir.
Yaratılış Keyfiyeti:
Sahabelerden Ebu Rezin (ra) Peygamberimize (sav) sordu:
“Ya Rasülallah! Allah yerleri ve gökleri yaratmadan önce nerede idi?”
Peygamberimiz (sav) cevap verdi:
“Allah vardı, varlık yoktu. O gizlilik ve bilinmezlik içinde idi. Henüz arşı da su üzerinde değildi. Sonra arşını su üzerinde yarattı.”(Buhari, Megazi, 67, 74, Bed'ul-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizi, Menakıb, 3946)
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa açıklık getirerek şöyle der:
“Şeriatın nakliyatına göre Cenab-ı Hak, bir cevhereyi (Nur-u Muhammediyi) yaratmış, sonra ona tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını mayi kılmıştır. Sonra o mayi kısmına da tecelli etmekle tekâsüf ettirip 'zebed' köpük kesmiştir. Sonra arzı ve yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir.” (İşaratü'l-icaz, Bakara 29. ayetin tefsiri)
Cenab-ı Hakk'ın arşı su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra cevahir-i ferde (atomlara) kalbetmiştir. Esir maddesi ise atomların tarlası olup “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi olup mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”
Yüce Allah esiri yaratıp arşını onun üzerine kurmuştur. Yani hâkimiyetini ve hükümranlığını ve arşını esire yüklemiştir. Böylece atomların içine bile nüfuz edebilen esire hükmetmekle Allah tüm kâinata ve her şeye hükmetmiş oluyor. Böylece Allah ilim, irade ve kudreti ve bunların gerektirdiği isim ve sıfatları ile her şeye her şeyden daha yakın olmaktadır. Ve ilim, irade ve kudreti her şeyin içini dışını, altını ve üstünü ihata etmiştir.
Hz. Ebu Hureyre (ra) Peygamberimize (sav) sordu:
“Ya Rasülallah! Yüce Allah mahlûkatı neden yarattı?”
Peygamberimiz (sav) cevap verdi:
“Yüce Allah Kur’an'da ‘Biz her şeyi sudan yaratarak hayat verdik.’ buyurmuyor mu? Öyle ise Allah her şeyi sudan yaratmıştır.” buyurdu. (Tirmizi, Cennet, 2)
Bundan dolayı İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) “Subhane men haleka’l-arza âlâ mâin cemed.” yani; “Yeryüzünü donmuş sudan yaratan Allah’ı tesbih ederim.” sözünü tesbihatı içine almıştır.
Yine Peygamberimiz (sav);
“Allah dünyayı yedi zaman üzere yarattı. Bunlardan her devir, zamanını Allah’tan gayrısının bilemiyeciği uzun bir süreçtir. İnsanın yaratılmasından önce altı devir geçmiştir. Âdem (as)’in yaratılışından kıyamete kadar bir devir geçecektir.” buyurmuştur. (Hindî, Kenzu‘l-Ummal, no: 15215)
Bu devirler ise; Gaz dönemi, ateş dönemi, kabuk bağlama dönemi, toprağın oluşması dönemi, bitkilerin oluşma dönemi, hayvanların oluşma dönemi, insanın yaratılma dönemi olmak üzere yedi dönemdir.
İnsanın yaratılış öncesi dönemi ki “İnsanın yaratılışına kadar öyle devirler geçti ki anlaşılır bir şey değildir” (İnsan, 76/1) ayeti ile ifade edilmiştir. İnsanın yaratılış dönemi de toprak, tin, çamur, şekillenmiş balçık, pişmiş ve kurumuş balçık olmak üzere altı devreyi içine almaktadır. Kur’an-ı Kerim'de insanın yaratılışına dair altı ayet, niteliksiz çamurdan yaratıldığına ait altı ayet, bu çamurun niteliklerine dair de altı ayet vardır. Elbette bu büyük hikmetleri ve sırları içinde saklamaktadır.
Kâinatın yaratılışının altı günde olduğunu yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de açıkça ifade etmektedir. İnsanın ilk yaratılışı altı safhada olduğu gibi, anne karnında yaratılışı da altı safhada cereyan etmektedir. Ayrıca insan psikolojik ve ruhsal olarak da altı temel karaktere ayrılmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (sav) “Yüce Allah Âdem’i (as) yeryüzünün tümünden aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Âdem’in çocukları da yeryüzü toprağının nevileri gibidir. Onlardan kimisi ova gibi uyumlu, yumuşak ve verimli, kimisi de yeryüzünün yüksek ve katı kısmı gibidir. Kimisi pis ve kimisi de hoş ve temizdir. Bazıları da ikisi arası bir durumdadır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibban, Sahih, 8/11)
İbn-i Abbas’dan (ra) gelen bir rivayette ise Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah ilk olarak kalemi yarattı. Kalem kâinatın plan ve programı şekilde olacak her şeyi, yani kaderi yazdı. Sonra Allah suyu yarattı ve o suyun buharından da gökleri yarattı. Sonra yüce Allah 'Nûn'u yarattı ve yerleri onun üzerine döşedi. Arz hareket edince dağlar ile sabitleştirdi. Ve Peygamberimiz (sav) 'Nûn. Ve’l-Kalemi ve mâ yesturûn'(Kalem, 52/1-2) ayetini okudu.” (Hakim, Müstedrek, 2/498)
Elmalılı Hamdi Yazır’ın yorumuna göre,
“Yüce Allah başlangıçta ezelî takdir ile kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ruhanî ilk unsuru yaratmıştır. Buna 'Akl-ı Evvel' ve 'Nûr-u Muhammedî' denilmiştir. Sonra madde yaratılmış ve buna 'Cevher' denilmiştir. Sonra su buharı gibi mâyî ve gaz karışımı maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra buna hareket verilerek sıvı halde hareket-i devriyesi ile küreye benzer olduğu için 'Nûn' denilmiştir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, 8/256)
Sonuç olarak “İnsan bir yolcudur. Rahm-ı maderden, dünyadan, berzahtan, haşirden ve sırattan geçen bir yolculuğu vardır. Bu yolculuğun sonu cennet ve cehennemde bitecektir. Yaratılışın amacı Allah’ın kendisini mahlûkatı ile tanıtmasıdır. Varlık Allah’ın tanınmasını sağlarken, mahlûkat içinde akıllı ve şuurlu olarak yaratılan insanın da görevi Allah’ı tanımaktır. Allah’ı iman ile tanıyarak yaratılış amacına hizmet eden insan ebedi saadeti kazanır. Ebedi saadet yurdu ise cennettir.
Dinin amacı ve hedefi insanı cennete götürecek olan amelleri öğretmek ve insana yaptırmaktır. Bu da peygamberlerin gösterdiği şekilde iman ve amel ile mümkün olur. Dinin amacı ve hedefi budur. İnsanlığa saadet-i ebediyeyi kazandıracak olan iman ve ameli insanlığa öğreten Peygamberimiz (sav) elbette kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı en değerli bir peygamber olacaktır. İnsanlığa bundan daha büyük hizmet olabilir mi?
Bundan dolayı yüce Allah Peygamberimizi “Seni yaratmasaydım kâinatı yaratmazdım.” buyurarak övmektedir.
Allah, yaratma işini araçsız / vasıtasız bir şekilde bizzat mı yapmaktadır?
Soran : Anonim
Tarih: 30.09.2014 - 07:36 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allahu Zülcelal yaratma işini araçsız-vasıtasız bir şekilde bizzat mı yapmaktadır?
- Mesela bir karıncanın yaratılmasında müvekkel meleğin görevi nedir?
- Arabayı gerçekte götüren Allahu Zülcelal olmasına rağmen biz ''Arabayı şoför sürüyor.'' diyoruz, meleklerin görevi de buradaki şoförün görevi gibi midir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Bu konuda genel prensip şu olmalıdır: Allah zatında, sıfatlarında ve isimlerinde olduğu gibi fiillerinde de birdir, ortağı yoktur.
Bunun anlamı şudur: Melekler dahil hiç bir varlık icat noktalarında/yaratmanın söz konusu olduğu hususlarda herhangi bir etkiye sahip değildir.
“Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.”(Tahrim, 66/6)
mealindeki ayetin son cümlesi meleklerin bazı işler yapmakla yükümlü olduklarını göstermektedir.
Öyleyse melekler Allah’ın talimatı doğrultusunda bazı işler yaparlar. Fakat bu işler asla bir yaratma işi değildir. Çünkü tevhid akidesi buna izin vermez.
Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri konumuza ışık tutmakladır:
“Melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hizmette ve onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena'umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.”
“Meleklerin bir kısmı âbiddirler (yalnız ibadet ederler), diğer bir kısmının ubudiyetleri (ibadetleri ve kullukları) ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler. Yani rûy-i zemin, umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlık-ı Zülcelal'in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük her bir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de rûy-i zemin bir tarladır, umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk'ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk'a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır."(bk. Nursi, Sözler, s. 353)
Özetle melekler, "irade" sıfatından gelen, "tekvini şeriat" olarak bilinen ve kâinatta işleyen Cenab-ı Hakk'ın icraatlarının hamelesi ve mümessilleridir. Hakiki irade ve tesir sahibi Kudret-i İlâhiyenin emirlerine tâbi olarak çalışır, iş görürler.
Allah kendisinin bilinmesini istiyordu ve bu yüzden kâinatı ve canlıları yarattı. İstemek fiili mahlukata ait bir şey değil mi, ya da Yaratıcı'nın bir şey istemesini nasıl açıklarız?
Soran : sersebil
Tarih: 27.06.2006 - 23:56 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela, elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.
Bu kaide kâinatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez.
Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve eksiktir. Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekândan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin?.. Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.
"Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister." ifadesinde, insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat ne mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, ne de teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz.
Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Aynen öyle de insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hakk’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.
Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat, hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlarda değerden ve kıymetten düşer.
Mesela, Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir. nisbetle kaim olanlar; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince, onların mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz. Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek? Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü âlemin sonunda başlamıştır.
O hâlde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu?.. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu, Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil insanlarını kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir. Ayrıca kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir.
Ayrıca bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela, insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzühte biter. Cenab-ı Hakk’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-Yİ İLAHİYEDENDİR.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir.
"Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir." (Hûd, 11/107)
Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir:
"Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye 'Ol!..' demektir; o da hemen olur." (Yâsin, 36/82);
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer." (Kasas, 28/68);
"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (Mâide, 5/1).
Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir.
Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kâinatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir.
Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir.
Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allah Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır.
Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir.
Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a. Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b. Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur.(Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın bir çiçeği yaratığını ispat eder misiniz?
Soran : Anonim
Tarih: 28.09.2013 - 14:14 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Anne-babamız Müslüman olduğu için biz de Müslümanız. Niçin Müslüman olduğumuzu bilmiyoruz. Anne-babamız Hristiyan ya da Yahudi olsaydı, biz de Yahudi ve Hristiyan olacaktık. Hindistan da doğsaydık, ineğe tapıyor olacaktık. Müslüman olduğunu söylediği halde, ömrü boyunca Kur'an-ı Kerim’in mealini okumayan milyonlarca Müslüman var bu ülkede.
- “Bu âlemi ve varlıkları Allah Teâlâ yaratmadıysa ya kim yarattı?..” diyen bir insan, yaratma fiiline şartlanmış durumdadır. Anne-babamız “Allah yarattı.” dedi diye, niçin kendimizi yaratma fiiline şartlıyoruz. İlle de yaratma fiili olmak zorunda mıdır?
- Yaratma fiili bir kabuldür, şartlanmadır. Evren öteden beri, hep var mıydı, yoksa sonradan mı meydana geldi? Bir yaratıcı tarafından mı yaratıldı? Bir yaratıcı tarafından yaratıldıysa delili nedir?
- Sebepler vasıtasıyla ya da evrim sonucu meydana geldiyse delili nedir?
- Sebeplerin ya da evrim bir çiçeği meydana getiremeyeceğini, geçersizliğini ortaya koymak, yaratılışı ispat eder mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Önce şunu söyleyelim ki, bu konuda samimi olarak bilgi sahibi olmak isteyenlerin Risale-i Nur Külliyatına bakmaları yeterli olacaktır.
- Bununla beraber, burada şunu da belirtelim ki;
a) Bir çiçeğin veya herhangi bir nesnenin kendiliğinden tesadüf eseri meydana geldiğine dair hiçbir bilgi kırıntısı dünyada mevcut değildir. Hiçbir ilim erbabı, böyle bir iddiada bulunamaz. Bulunsa sadece cahilliğini ortaya koymuş olacaktır.
b) Bugünkü bilim çevreleri, %90’ın üstünde bir ihtimalle, evrenin birkaç milyar yıl önce var olduğunu (yaratıldığını) kabul ederler. Samanyolu Galaksisinin çok daha sonra var olduğu (var edildiği), % 100'e yakın bir bilimsel tahminle kabul edilmektedir.
c) Bitki, insan ve diğer canlıların her gün var edildiği gerçeği gözle görülen bir hakikattir. Daha düne kadar ne biz ne de babalarımız vardı. Ama şu anda varız. Demek ki sonradan var edilmişiz.
d) Sonradan var oldukları ilmen, aklen ve gözle gördüğümüz bu varlıkların var olmalarının akli ihtimalleri dörttür:
1) Her şey kendiliğinde var olmuştur.
2) Sebepler bunları yaratmıştır.
3) Tabiat bunları var etmiştir.
4) Allah bunları yaratmıştır.
İlk üç ihtimalin yanlışlığı ortaya konduktan sonra “Allah’ın yaratması” ihtimalinden / doğrusu, gerçeğinden başka bir ihtimal ve bir gerçek olamaz. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ı kabil oldukları kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.” (Asa-yı Musa, 158)
Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: "Bu nebatatı yaratan Allah Teâlâ’dır. Allah’ın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde bitkiler yaratılır.''
Eğer -hâşâ- Allah’ın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1. Ya toprağın içinde her bir bitki için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu hâlde, bir saksı toprağın içinde bitkiler sayısınca maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2. Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara yönlendirmelidir.
Allah’ın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip O’nu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allah’ın ilmi kadar bir ilmi ve O’nun kudreti kadar bir kudreti verirken bunu nasıl açıklayabilirler?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak "tesadüf" deyip mi geçiyorlar?
Bu üç yolun ne kadar yanlış olduğu, dördüncü yolun ne kadar makul olduğunu görmek isteyen adı geçen yere bakabilir.
e) Kur’an’da, Allah’ın varlığı ve birliği umumi manada “ihtira” ve “İnayet” delili çerçevesinde değerlendirilmiştir.
İhtira delili: Varlıkların sonradan yaratılmış olmasından hareketle sonuca götüren delildir. Harika sanatlı olarak boy gösteren varlıkların ancak sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratılabilir.
“Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşa istiva ett(kâinattaki mevcut saltanatın yegâne hâkimi olduğunu gösterdi). Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz.” (Rad, 13/2)
“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk, 67/3-4)
mealindeki ayetlerde -bu ihtira ve yaratma delili penceresinden- Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetine vurgu yapılmıştır. Her tarafında sonsuz kudret, ilim ve hikmetin izleri görülen bu harika sanat eserlerine hangi kör (ve gerçekte hiç olmayan) tesadüfün, sağır tabiatın veya cansız, akılsız sebeplerin işi olabilir!
İnayet delili: Varlıklardaki akıllı tasarımı gösteren hikmetler, gayeler, amaçlar; sebep-sonuç ilişkileri penceresinden yaratıcının kudret, ilim ve hikmeti yanında, sonsuz merhamet, inayet ve himayesini gözler önüne seren bir delildir. Mesela; görsün diye yaratılan gözümüzün görebilmesi için güneşin olması gerekir. Duysun diye var edilen kulağımızın işitmesi için atmosferin/havanın olması gerekir. Nefes alıp versin diye yaratılan akciğerlerimizin bu işlevi görebilmesi için oksijenin olması gerekir... Bu misalleri çoğaltabiliriz...
Öyleyse, gözü kim yaratmışsa, güneşi de o yaratmıştır. Kulağı kim yarattıysa, havayı / atmosferi de o yaratmıştır. Akciğerlerimizi kim yaratmışsa, atmosferi / oksijeni de o yaratmıştır. Bu ise, sonsuz bir kudret, ilim ve hikmet yanında, bizimle yakından ilgilenen sonsuz merhamet ve inayet sahibi bir hâminin varlığını aklen zorunlu kılar.
“Biz yeri bir döşek yapmadık mı? Dağları da arzı tutan birer destek yapmadık mı?
Hem, sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme yaptık.
Geceyi bir örtü, gündüzü geçiminiz için çalışma zamanı kıldık. Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik. Orada pırıl pırıl yanan bir lamba koyduk. Size hububat, tohumlar, bitkiler ve ağaçları birbirine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye, sıkışıp yoğunlaşmış bulutlardan bol bol yağmur indirdik.” (Nebe’, 78/6-16)
mealindeki ayetlerde Allah’ın bin bir çeşit hikmet nakşını dokuyan inayetinin misalleri verilmiştir.
- Son olarak aşağıda mealleri verilen ayetleri dikkatle tefekkür ettiğimizde “akıllı tasarım” dedikleri ilahî yaratmayı gündüz gibi göreceğiz:
“Kahrolası kâfir insan, ne nankördür o! Yaratan onu neden yarattı? Bir meni damlasından yarattı. Yarattı ve güzel bir biçim verdi. Sonra da hayat yolunu kolaylaştırdı. En sonunda da onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra da, istediği zaman onu diriltir. Hayır! İnsan, Allah’ın buyruğunu layıkıyla yerine getirmedi. Hele, insan, yiyeceklerinin kaynağına bir baksın: Biz yağmuru gökten şırıl şırıl döktük. Sonra nebat bitsin diye, toprağı iyice sürdük, Orada hububatlar, taneler, üzümler ve yoncalar, zeytinler ve hurmalar, ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Bütün bunları sizin ve davarlarınızın faydalanması için yaptık.”(Abese, 80/17-32)
Evvelâ şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler saf zihinleri şüpheye düşürmek için, Allah'ı doğrudan inkâr etmek yerine; “Şu kâinat yoktan icat edilmeyip, zerrelerden teşekkül etmiştir.” diyerek önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah'ı inkâra gidiyorlar. Hâlbuki eşya ister hiçten bir anda, ister zerrelerden (tedricen, terkip tarzında) yaratılsın, bir tertip edeni vardır. Çünkü madem eşya var ve bu eşya hadistir, yani sonradan yaratılmıştır, mütegayyirdir, yani her an değişmektedir, mümkündür, elbette onu ihdas eden, yokluktan varlık âlemine çıkaran, yâni onun varlığını yokluğuna tercih eden Vâcib ve Ezeli bir müreccihi, bir muhdisi, bir sânii vardır.
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın iki tarzda icadı vardır. Birisi:İbda ve ihtira tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeriinşâ tarzındadır; yâni eşyanın zerrelerden terkip suretiyle icad edilmesidir. Malûmdur ki hiçbir san'at sâni'siz, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha zahirdir. Bu eserler ister tedricen, ister defaten yapılsınlar, her iki halde de ustalarına delil olurlar. O halde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise, “Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?” suali Sâni-i Âlem'i inkâr namına değil, ancak O'nun hikmetini taharri cihetiyle sorulabilir.
Allahü Azîmüşşân şu kâinatta yazdığı hadsiz, mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi hükmündeki zerreleri, yâni atomları ibda-i mahz ile hiç yoktan halketti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve meharet ve ihsanatını tecdit etmek gibi hikmetlere binaen, bir kısım mevcudatı inşâ suretiyle vücut dairesine çıkarttı. Yâni, zerreleri ibda ile yoktan yarattı. Sair mahlûkatı ise o zerrelerden inşâ etti.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?
Soran : Anonim
Tarih: 05.05.2020 - 14:33 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Evvelâ şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler saf zihinleri şüpheye düşürmek için, Allah'ı doğrudan inkâr etmek yerine; “Şu kâinat yoktan icat edilmeyip, zerrelerden teşekkül etmiştir.” diyerek önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah'ı inkâra gidiyorlar. Hâlbuki eşya ister hiçten bir anda, ister zerrelerden (tedricen, terkip tarzında) yaratılsın, bir tertip edeni vardır. Çünkü madem eşya var ve bu eşya hadistir, yani sonradan yaratılmıştır, mütegayyirdir, yani her an değişmektedir, mümkündür, elbette onu ihdas eden, yokluktan varlık âlemine çıkaran, yâni onun varlığını yokluğuna tercih eden Vâcib ve Ezeli bir müreccihi, bir muhdisi, bir sânii vardır.
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın iki tarzda icadı vardır. Birisi:İbda ve ihtira tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeriinşâ tarzındadır; yâni eşyanın zerrelerden terkip suretiyle icad edilmesidir. Malûmdur ki hiçbir san'at sâni'siz, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha zahirdir. Bu eserler ister tedricen, ister defaten yapılsınlar, her iki halde de ustalarına delil olurlar. O halde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise, “Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?” suali Sâni-i Âlem'i inkâr namına değil, ancak O'nun hikmetini taharri cihetiyle sorulabilir.
Allahü Azîmüşşân şu kâinatta yazdığı hadsiz, mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi hükmündeki zerreleri, yâni atomları ibda-i mahz ile hiç yoktan halketti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve meharet ve ihsanatını tecdit etmek gibi hikmetlere binaen, bir kısım mevcudatı inşâ suretiyle vücut dairesine çıkarttı. Yâni, zerreleri ibda ile yoktan yarattı. Sair mahlûkatı ise o zerrelerden inşâ etti.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Kulların iradesi, Allah’ın tercihiyle yaratılmış olup bir kısım sebeplere bağlıdır, ne demek?
Soran : Anonim
Tarih: 07.07.2020 - 20:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Beyzavi tefsiri Kasas 68’de geçen açıklamayı nasıl anlamamız lazım? İfade şöyle:
"Ayetin zahiri, insanlardan irade kuvvetini tamamen nefyetmektedir. Tahkik edildiğinde de durumun böyle olduğu anlaşılır. Çünkü kulların iradesi, Allah’ın tercihiyle yaratılmış olup bir kısım sebeplere bağlıdır. İnsanların ise, bu sebeplerde bir iradesi söz konusu değildir."
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Müfessir Beyzavi'nin bu ifadeleri, insanın fiillerinde tamamen kaderin mahkûmu olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsan, var olup olmama, cinsiyet, huy, saçının rengi gibi şeyleri seçemez, ama kendi yaptığı fiillerde tercih hakkına sahiptir. Yürümeyi yaratan Allah Teala'dır, ama camiye veya meyhaneye gitmeyi isteyen insanın iradesidir.
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Rabbin, dilediğini yaratır ve tercih eder. (O’nun seçme ve yaratmasında) onların tercih hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şanı yücedir.”(Kasas, 28/68)
Bu ayetin zahiri manasını Beyzavi’nin ilgili yorumuyla birlikte göz önünde bulundurduğumuzda şunları söylemek mümkündür:
- Allah her şeyi yaratandır. O dilediğini yaratır ve yaratmada dilediğini tercih eder. Hiç kimsenin ne yaratmada ne de tercihte onun dilediğinin dışında bir tercih hakkına sahip olması söz konusu değildir.
- İnsanın, işin son raddesinde yaratmanın ve tercihin son noktasında iradesinin devre dışı kalması tevhidin gereğidir. Zira, yaratma söz konusu olduğunda, dışarıdan zerre kadar bir müdahale şirk listesinde yerini alır.
- Yaratmanın dışında kalan safhalarda -imtihanın gereği olan- özgür iradenin varlığı muhakkaktır.
Demek ki, adil bir imtihanın gereği olarak insanın bir tercih hakkı ve iradesinin rolü vardır. Ancak bu durum -ayetin son cümlesinde ifade edildiği üzere- şirk kokusunu veren icadî noktalarda söz konusu değildir.
Mesela, özgür iradesiyle tüfek alan, içine mermi koyan ve birisine kurşun sıkan bir kimsenin, bu raddeye kadarki safhalarda hem özgür iradesi hem tercihi söz konusudur. Fakat o kişinin canını almak yalnız Allah’ın iradesine, tercihine ve yaratmasına bağlıdır. Aksini düşünmek şirke davetiyedir.
O halde konuyu, "Kul ister, Allah yaratır." diye özetlemek gerekir.
İşte ayette Allah’ın yaratmasına dikkat çekilmiştir. Yoksa kulun iradesi ve tercihi yok sayılmamıştır.
Allah'ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?
Allah’ın varlığı vaciptir, sıfatları sonsuzdur ve bütün eşyayı kaplamış, ihata etmiştir. Yaratıklar ise varlık mertebesi itibariyle "mümkin" grubuna girerler ve her şeyleriyle sınırlıdırlar. Vacibin mümkini, sonsuzun sınırlıyı yaratması son derece kolaydır. Burada az ile çoğun, büyükle küçüğün farkı yoktur. Hem, Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecelli yönüyle her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır. Bu kaplama sahası içinde az ile çok, büyük ile küçük fark etmezler.
Allah’ın varlığı vacip, mahlûkatın ki ise mümkindir. Bu mahiyet farklılığı kolaylığın en büyük bir sebebidir. Vacibin varlığı kendi zâtındandır, ezelî ve ebedîdir. Mümkin ise Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkar, bu yaratma olmazsa yoklukta kalır. Bunun için mümkini “varlığıyla yokluğu eşit olan” şeklinde tarif ederler. Mümkinle Vacip arasındaki bu mahiyet farklılığının kolaylığa nasıl sebep olduğunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:
“İnsan” ile “yazı” arasında sonsuz denecek kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. Bundandır ki, insan bir yazıyı rahatlıkla yazar ve siler.
Birisi size, “Dağ yazmak mı daha kolaydır, taş yazmak mı?”, yahut “Güneş yazmak mı daha rahattır, lâmba yazmak mı?” diye sorsa, bu soruyu saçma bulursunuz. Ve soru sahibine dersiniz ki: "Güneş lâmbadan büyüktür, ama benim ilmime göre değil; ben ikisini de aynı kolaylıkla bilirim ve yazarım."
Eşyanın büyüklükleri, küçüklükleri, az ve çok oluşları birbirlerine göredir ve kendi aralarında geçerlidir. İlâhî ilim azla çoğu, büyükle küçüğü bir bildiği gibi, ilâhî kudret de bunları aynı kolaylıkla yaratır, vücuda getirir.
Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Sonsuza göre az ile çoğun farkı olmaz. Matematikte, sonsuzdan biri de bir milyarı da çıkarsanız geriye yine sonsuz kalır. Bu kavram için bir ile milyar fark etmez.
Ve Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecellileriyle bütün eşyayı kaplamıştır. Güneş bir şehrin tamamını aydınlattıktan sonra artık onun için gökdelenle gecekondunun, sinekle kartalın, karıncayla insanın bir farkı kalmaz. Işığıyla hepsini ihata ettiği, kapladığı için hepsini aynı kolaylıkla aydınlatır. Bütün insanları o şehirden göç ettirseniz güneşin işi kolaylaşmayacağı gibi, mevcut nüfusun yüz katı kadar insanı başka illerden misafir getirseniz onu yoramazsınız. Çünkü onun ışığı şehrin tamamını kaplamış, içine almıştır.
Problemler birbirine göre kolay ve zor olabilirler. Ama bir insan bunların tümünün çözümünü biliyorsa, onun için kolay ve zor kavramları ortadan kalkmış demektir. Çarpım tablosunun tümünü bilen bir insan, “iki kere ikinin dört olduğunu” da “dokuz kere dokuzun seksen bir olduğunu” da aynı kolaylıkla bilir. Dokuzun ikiden büyük olması onun ilmi için bir zorluk getirmez. Kudreti için de dokuz yazmak, iki yazmaktan zor değildir. Bu rakamlar birbirlerine göre büyük veya küçüktürler. Katibin kuvvetine ve ilmine göre değil.
Cenâb-ı Hakk’ın da bütün sıfatları umum eşyayı ihata etmiştir. Ne kudreti ne ilmi ne de diğer sıfatları için eşyanın tümü ile bir ferdi, azı ile çoğu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Hepsini aynı kolaylıkla bilir ve aynı kolaylıkla yaratır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah kendisine ait bazı özellikleri sonradan mı yaratıp sonsuzlaştırmıştır?
Soran : Anonim
Tarih: 15.09.2013 - 14:31 | Güncelleme:
Soru Detayı
"Allah Tealâ, kendi üzerine rahmeti yazdı..."(Enam, 6/12) "Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir."(Hud, 11/56) "Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik."(Enbiya, 21/17)
- Enam suresi 12. ayette, Allah’ın rahmet sahibi olmasının Allah tarafından sonradan kendisine yazılan bir şey olduğu, Allah’ın doğru yol (sıratı müstakim) üzere olması, Allah’ın isterse eğri yolda olup, adaletsiz , merhametsiz, şefkatsiz, gaddar olabileceğine, fakat Allah doğru yolu ve rahmeti kendisine uygun gördüğüne,
- Enbiya suresi 17. ayette ise, Allah’ın oyun ve eğlence için evreni yaratmadığı fakat, istese oyun ve eğlence edinebileceğine işaret değil midir? Bu da gösteriyor ki, Allah kendisine diye söylediği bazı şeyleri kendisine yazmıştır. Yani "Allah’ın sıfatları" diye bahsettiğiniz bazı özellikler, sonradan Allah tarafından kendi nefsine yazılmış olamaz mı?
- Allah’ın kendisine diye söylediği şeylerin birçoğu sonradan kendi nefsine eklediği şeyler olamaz mı?
- Allah sonsuzluktan beri, yani hep başlangıcı olmadan yani her zaman rahmetlidir, şefkatlidir, adaletlidir demek yanlış olmaz mı?
- Çünkü istese adaletsiz ve merhametsiz olabilecek, oyun ve eğlence edinebilecek bir Allah’ın rahmetinin sonsuzdan beri, yani Allah ile birlikte baki olması ayetlere ters değil midir?
- Allah’ın rahmetinin sonradan Allah tarafından sonsuzlaştırıldığına kanıt değil midir bu? Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır.
- Buna mukabil Allah’ın kelamı vs. gibi bazı sıfat diye adlandırdığınız şeylerin Allah ile birlikte hep var olmayabileceğine, Allah’ın kelamının olması istediği için kelam sahibi olduğuna, emir vermek istediği için emrettiğine, şefkatli olmak istediği için şefkat sahibi olduğuna kanıt değil midir?
- Yani bu tür özellikler sonsuz olsa bile başlangıcı olan bir sonsuz özellikler olduğuna kanıt değil midir?
- Bir tek Allah’ın başlangıcı yoktur, fakat sahip olduğu şeylerin başlangıçsız ve sonsuz olduğu ne malum?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu konuya soru-cevap şeklinde şöyle cevap verilebilir:
Soru:
Enam, 6/12: Allah Tealâ, kendi üzerine rahmeti yazdı...
Cevap:
Önce şunu belirtelim ki, Allah’ın zat-ı akdesi gibi sıfatlarının da ezeli olduğu hususunda İslam alimlerinin ittifakı vardır. Ezeli olanın yaratılması elbette söz konusu değildir.
Bu ayette rahmetin yazılması demek, Allah’ın kullarına karşı merhametli davranacağına, onları hemen cezalandırmayacağına, tövbe kapısını onlar için açık bırakacağına dair karar verdiği anlamına gelir. (bk. Taberi, ilgili yer)
Keza, rahmetin yazılması demek, Allah’ın kulları için rahmetini ön planda tutacağına dair kararını yazdığı manasına gelir. Nitekim, Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Allah mahluklarını yarattıktan sonra, yanındaki bir kitabında (levh-i mehfuzda) ‘Şüphesiz benim rahmetim gazabımı geçti.’ diye yazdı.” (Taberi, a.y.)
Demek ki rahmeti yazmak, onu yaratmak anlamına gelmez... Bilakis, Allah’ın bu sonsuz ve ezeli rahmetini mahlukları ve özellikle de insanlar için nasıl kullanacağına dair verdiği kararını ve bu kararın levh-i mahfuzdaki yazılımını gösterir.
Bununla beraber, bu ayetin önemli bir manası şöyledir: “Allah, sizi (ey insanlar!) mutlaka diriltecektir; bu onun ezeli rahmetinin bir yazılımıdır / bir gereğidir.”(bk. Razî, ilgili yer)
Bununla, yeniden diriliş hadisesi, Allah’ın sonsuz rahmetinin muktezası olduğu vurgulanmıştır.
Soru:
Hud, 11/56: Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir. ...
Cevap:
Bu ayette, Allah’ın yolu olan İslam’ın dosdoğru bir yol olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü, Allah’ın yolu vahiy yoludur, Kur’an yoludur.
Bununla beraber, bir önceki cümlede “Hiçbir canlı yoktur ki mukadderatı O’nun elinde olmasın.” denilerek, bütün canlıların dizgini Allah’ın elinde olduğu, istediği gibi onlarla muamele edebilecek güçte olduğu belirtilmiştir.
Ancak “Bu mutlak hâkimiyet, haksızlığa yol açacak şekilde bir icraatta bulunur mu?” şeklinde akla gelebilen bir vehmi ortadan kaldırmak için “Rabbim elbette tam istikamet üzeredir.” mealindeki ifadeye yer verilmiş ve Allah’ın asla bir canlıya haksızlık etmeyeceği, onun ortaya koyduğu kevnî ve şerî bütün hükümlerinin adaletli olduğuna vurgu yapılmıştır. (krş. Razî, ilgili ayetin tefsiri)
Keza bu ifadeyle, “Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğu, onun idaresinde hiçbir hak sahibinin hakkı zayi olmayacağı gibi, hiçbir zalim dahi onun pençe-i kahrından kurtulamayacağına...” işaret edilmiştir. (krş. Beydavî, ilgili yer)
Soru:
Enbiya, 21/17: Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik.
Cevap:
Enbiya suresinin “Elbette biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğlenmek isteseydik, nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!” mealindeki 16 ve 17. ayetlerinde, dünyanın bir oyun ve eğlence yeri değil, ciddi bir imtihan salonu olduğuna, bu sebeple, insanın ilahî emir ve yasakları ciddiye alması gerektiğine, aksi takdirde sonlarının çok kötü olacağına, işaret edilmiştir.
Bu ifadeler, imtihan ve sorumluluğun boyutunu göstermeye yönelik farazi ifadelerdir. Ayetin sonunda yer alan “Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!” mealindeki ifadesi, bunun ibret almak için verilen bir misal olduğu, gerçekte Allah’ın hiçbir zaman bir oyun ve eğlenceyi tertip etmeyeceği gerçeğine yapılan bir vurgudur.
Soru:
- Allah sonsuzluktan beri, yani hep başlangıcı olmadan yani her zaman rahmetlidir, şefkatlidir, adaletlidir demek yanlış olmaz mı? Çünkü istese adaletsiz ve merhametsiz olabilecek, oyun ve eğlence edinebilecek bir Allah’ın rahmetinin sonsuzdan beri yani Allah ile birlikte baki olması ayetlere ters değil midir? Allah’ın rahmetinin sonradan Allah tarafından sonsuzlaştırıldığına kanıt değil midir bu? Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır.
Cevap:
Bir vasfın varlığı ayrı, kullanılması ayrı bir şeydir. Örneğin, bir insanda cömertlik, cesaret, affetmek, merhamet etmek, şefkat etmek gibi vasıfların bulunması ayrıdır, bunları uygulama sahasına koyması ayrıdır. Kişi, doğuştan beri taşıdığı bazı özelliklerini çok sonradan sırası geldiğinde kullanabilmektedir.
Bunun gibi, Allah’ın diğer bütün sıfatları gibi, rahmet ve şefkati de ezelidir. Ancak bunların fiilen devreye girmesi ancak canlıların varlığından sonra olmuştur. Keza, Allah’ın sonsuz kudreti ezelidir, fakat bu kudretin dışa yansıması ancak evreni yarattığı zamanda söz konusudur.
“Hz. Ömer, istese bütün vatandaşlarına zulmedebilir.” varsayımından hareketle, onun âdil olmadığını söylemek için deli olmak gerekir. Elbette Allah isterse her mahluku bir anda yok eder; fakat bunu yapmaz. Çünkü adalet ve merhameti buna izin vermez. Çünkü, Allah bizatihi âdildir, merhametlidir...
Soru:
- Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır. Buna mukabil Allah’ın kelamı vs. gibi bazı sıfat diye adlandırdığınız şeylerin Allah ile birlikte hep var olmayabileceğine, Allah’ın kelamının olması istediği için kelam sahibi olduğuna, emir vermek istediği için emrettiğine, şefkatli olmak istediği için şefkat sahibi olduğuna kanıt değil midir? Yani bu tür özellikler sonsuz olsa bile başlangıcı olan bir sonsuz özellikler olduğuna kanıt değil midir? Bir tek Allah’ın başlangıcı yoktur, fakat sahip olduğu şeylerin başlangıçsız ve sonsuz olduğu ne malum?
Cevap:
Sonradan var olmuş insanda bile -istediği için değil- yaratılışının gereği olarak, var olan vasıfları ortada iken, Allah’ın sıfatlarının ezeli değil de sonradan onun istemesiyle olduğunu iddia etmek, öyle gülünç bir safsatadır ki, sofistler bile buna güler. O zaman biri kalkıp da -haşa- “Allah önceden yoktu, sonradan istediği için var oldu...” dese, buna ne cevap vereceksiniz?
Allah’ın sıfatlarını zatından ayıramazsınız. Çünkü sıfatsız bir zat olamaz. Hiçbir varlık yoktur ki, kendisine mahsus bazı vasıf ve özellikleri olmasın. Mutlak varlık olan Allah’ın ezeli zatıyla birlikte, ezeli sıfatlarının olmamasını düşünmek akıldan istifa etmeyi gerektirir.
Çünkü o zaman birileri: “Allah istediği için ilim sahibi, kudret sahibi, yaratma sahibi oldu.” diyebilirler ve şunu da ekler: “madem bütün sıfatları onun istek ve iradesiyle meydana gelmiş, öyleyse onun iradesi de sonradan meydana gelmiştir." Peki iradesi olmadan nasıl iradesini irade edebilir? Bundan daha gülünç bir mantık tasarımı olamaz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratma ile yapma arasındaki fark nedir?
Soran : kaandoruk
Tarih: 25.07.2006 - 11:40 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
"Yaratma" fiili, Yaratıcı'ya has kullanılan bir ifadedir. "Yapma" fiili ise, insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Ancak kullanılan ifade ne olursa olsun, ancak Allah'ın yapabileceği şeyleri insanlara hamlederek "yaptı veya yarattı" ifadelerini kullanmak uygun olmaz.
İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kainat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkarı yine Allah'tır.
Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. İnsan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak Allah'ı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor. Ondaki meziyetler, akıl gözümüze perde oluyor.
Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı tertip eder. Bunu yaparken de kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalb, hafıza, göz, kulak ve eli bahşeden Allah'tır. O'nun mülkünde, O'nun verdiği aletler ve O'nun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakiki sahibi olamaz. Bundan dolayı eserin güzelliğinden hareketle edilen bütün medihler ve takdirler, Yaratan'a aittir.
Sanatçının rolü “dilemek”tir, önemli olan iradesini hayır için mi, yoksa şer için mi kullandığıdır. Denilebilir ki, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Allah, insan eliyle de beşeri sanat eserlerini halk etmektedir. Fark, iradenin söz konusu olup olmamasındandır. Şu halde insan, akıl ve irade sahibi olduğu için “Eserimi ben yarattım.” diyemez, ancak, “Bu eser benim vasıtamla yaratıldı.” diye düşünebilir. Hakiki sanatkarı tanımakla birlikte “Bu eser benimdir.” demesinde bir mahzur yoktur elbet. Vazifesi, anlayan bir akıl ve dileyen bir irade ihsan eden Rabbine şükürdür.
Sanat eserleri hakkında geçerli olan bu hükümler, teknolojik eserler için de söz konusudur. Bir şiir, bir tablo, bir heykel veya bir bestenin gerçek sanatkarı O olduğu gibi, bir masa, bir halı, bir bilgisayar veya bir makinenin da hakiki ustası yine O'dur. Bütün teknolojik cihazlar, insan eliyle fakat O'nun yaratmasıyla vücuda gelir.
Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeyi kullanır. Fenlerin bütün kanunları kainatta mevcuttur. İlim adamının yaptığı iş, bu kanunları keşfedip hayatta uygulamaktan ibarettir. Bütün fenler, kainat kitabının incelenmesi ve ondaki kaidelerin tespitiyle ortaya çıkmıştır.
İlim ve teknik adamları da sanatçılar gibi, varlıkları idrak ederken, çeşitli alet ve makineler yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. “Bu kanunu ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez.“Yaptım, ettim, buldum” fiillerinin hakiki faili başkasıdır.
Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyoruz elbet. Evet, insan hür bir irade sahibidir ve bu istidadını istediği yönde kullanır. Ama ona o hür iradeyi veren de Allah değil mi? Nasıl düşünmüyoruz ki, daima “benim” diye sahip çıktığımız bedenimizin bile hakiki sahibi değiliz. Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır; fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.
“Ben, ben" deyip duruyoruz, lakin o benliğe takılan maddi veya manevi cihazlarımızın hakiki sahibi değiliz. Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, tesadüfen yollarda da bulmadık. Yaratan yaratmış, “benliğimizin” eline vermiş, “İstediğin gibi kullanmakta serbestsin, ama unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin.” demiş.
Benliğinin ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakiki sahibi olur? Nasıl olur da kendisine bahşedilen nimetlerle gurura kapılıp, “her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum” diyerek Rabbini unutur?
Yani cansızlar, bitkiler ve hayvanlar vasıtasıyla nice mucizeli eserler yaratan Allah, insanlar eliyle de eserler yaratmaktadır. Çünkü O, “her türlü yaratmayı bilen”dir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Hayır ve şerri, Allah'ın yaratması ne demektir?
Soran : doluolmak
Tarih: 23.08.2006 - 05:49 | Güncelleme:
Soru Detayı
Hayır ve şer Allah'tandır. Peki insanların şerri bilip de o yola giderken, "Şerri de Allah yaratmıştır." deyip gitmesi nasıl izah edilir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Hayır ve Şerri Allah'ın Yaratması:
İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hakk'tır. O'ndan başka Halik yoktur ve yaratmak O'na mahsustur. Lakin, hayrı ve şerri insan kendi ihtiyariyle istemekte, dolayısıyla da mesuliyeti o çekmektedir. Bu hakikate iki misâl ile işaret etmeye çalışalım:
İnsan ruhuna görme kabiliyetini veren, ruh ile göz arasındaki münasebeti kuran ve göz fabrikasına ışığın bir hammadde gibi girerek görmeyi netice vermesini takdir eden Allahü Azimüşşân'dır. Bu fiillerde insan iradesinin ve kudretinin hiçbir tesiri yoktur. O halde, görme fiilini yaratan ancak O Hâlık-ı Küllî Şey'dir. Fakat Cenâb-ı Hak, insana bazı şeylere bakmasını helâl, bazılarını ise haram kılmıştır. İşte insan O'nun helâl kıldığı şeylere bakmakla hayır, haram kıldıklarına bakmakla şer işlemiş olur. Her iki hali de, yâni hayır ve şerri netice veren iki görme fiilini de, yaratan Allah'tır.
Aynı şekilde, yürüme fiilini yaratan da Cenâb-ı Hakk'tır. İnsanın herhangi bir yere veya istikamete gitmeyi arzu etmesiyle birlikte ayaklar onun seçtiği hedefe doğru harekete başlar. İnsanın bu hareketi ihtiyari bir fiildir. Bu fiil ile bir ıztırarî fiilin, meselâ, dünyanın güneş etrafında dönmesinin farkı açıktır.
Cenâb-ı Hak güneşe dünyayı istediği gibi hareket ettirme iradesini vermemiştir. Bu sebeble dünya Allah'ın takdir ettiği yörüngede milyarlarca seneden beri dönmektedir. Fakat insanın yürüme fiilinin yönünün tâyin ve tesbitini onun cüz'î iradesine bırakmıştır. Yürüme fiilini Allah yaratmakla birlikte, gidilecek yeri insan tercih ettiğinden, mesuliyet ona aittir. O halde insan Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı yürüme fiiliyle O'nun emrettiği bir yere gittiğinde hayır, yasakladığı bir yere gittiğinde ise şer işlemiş olur. Bu iki misâle insanın diğer fiillerini kıyas edebiliriz.
O halde, hayır ve şerrin Allah'tan olması, bizim yaptığımız bütün amelleri O'nun yaratması demektir.
Hidâyet ve Dalâlet:
Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren ancak O'dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine sadece sebeb olurlar. Hidâyet ve dalâleti Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, "Hidâyet Allah'tandır, O nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez." diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarından mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim. Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidâyet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak O'dur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm'in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz'î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenâb-ı Hak onu o yola sevketmez. Aynı durum hidâyet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeblere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak O'dur. Sebebleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Allahü Azimüşşân'dır. O Zât-ı Zülcelâl'in dilediğine hidâyet vermesi ise, hidâyet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidâyet vereceği demektir.
Yoksa, hidâyet sebeblerine teşebbüs etmemek mânâsına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misâlinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergâh-ı İlâhiye'ye iltica etmesi ve O'na yalvarması hikmetine binâendir. Bu hakikat, hidâyet meselesi için de söz konusudur.
Bütün İyiliklerin Allah'tan, Kötülüklerin Nefisten Olması
Misâllerin, hakikat yıldızlarını gözetmekte birer dürbün vazifesi görmesi kaidesince, bu hakikati bir temsil ile açıklamaya çalışacağız:
Bir padişahın, memurlarından birisine kâfi miktarda altın vererek, bunların bir kısmıyla Kur'ân-ı Kerim tab'edip dağıtmasını emrettiğini, diğer kısmıyla da ahalinin ibâdeti için Süleymaniye gibi bir cami, ilim ve irfan sahasında terakkileri için Fatih Külliyesi gibi bir külliye ve düşmana karşı en güzel şekilde hazırlanmaları için de Selimiye gibi bir kışla yaptırmasını ferman buyurduğunu farzediniz. Bu memur verilen emirleri aynen yerine getirdiği takdirde ortaya çıkacak hayırlı neticelere sahip çıkabilir mi? "Bütün bu Kur'ân-ı Kerimleri ben bastırdım, bu cami, külliye ve kışla hep benim eserlerimdir." diyebilir mi?
Fakat o memur, padişahın emrinin hilâfına, altınlarla Kur'an bastırmak yerine, insanların itikad ve ahlâkını bozacak eserler bastırarak dağıtsa; cami, külliye, kışla yerine insanları ahlaken sukut ettiren rezalet yuvaları açsa, gençleri devlete ve millete düşman hale getirecek kamplar kursa, bütün bu faaliyetlerin neticesi olarak cemiyet hayatı alt üst olsa, bu adam diyebilir mi ki, "Bütün bu işleri padişah yaptı, çünkü bana bunları yapmam için gerekli sermayeyi o verdi?"
Her iki halde de sermayeyi veren padişahtır. Sermaye padişahın emri üzerine kullanıldığında bütün şeref ona aittir. Emrinin aksine kullanıldığında ise ortaya çıkacak bütün şer ve tahribat sermayeyi yanlış yolda kullanan kişiye ait olur.
Cenâb-ı Hak da herbir insana akıl, hafıza, hayal gibi hârika cihazlar takmış ve herbiri ayrı bir âlemin kapısını açan görme, işitme, korkma, sevme gibi nice hisler vermiştir.
Gözün büyüklüğünü ve görme sahasını iradesiyle takdir ettiği gibi, neye bakılıp neye bakılmayacağını da hikmetiyle tâyin etmiş ve tercihi insanın cüz'î iradesine bırakmıştır. Aynı şekilde, insanın neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğini, neyi konuşup neyi konuşmayacağını tesbit etmiştir. Bütün azaların ve latifelerin kendi emri üzere kullanılması halinde, insana mükâfat olarak cennette ebedî bir saadet ihsan edeceğini de vaad etmiştir.
İşte insan, Hak Teâlâ'nın ihsan ettiği bu büyük sermayeyi O'nun nzası istikametinde kullandığında, ortaya çıkan dünyevî ve uhrevî neticeleri Allah'tan bilmeli ve O'na minnettar olmalıdır. Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz, hakikatini rehber edinerek kendisine ihsan edilen nimetleri gasb ve temellük etmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın ona lütfettiği bu büyük sermayeyi, O'nun rızası hilâfına kullanan kimse, elde edeceği şerli neticelerden elbette ki tamamen mesul olacaktır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın inşa ve ibda diye iki tür yaratması var. Yoktan var etme devam ediyor mu?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 02.01.2012 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İbda ve inşa ne demektir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İbda’, Cenab-ı Hakk’ın misilsiz, modelsiz bir şekilde yoktan yaratması; inşa ise, yarattığı elementlerle yeni yeni varlıklar vücuda getirmesidir.
İlk yaratılış ibda iledir. Çünkü, bu kainattan evvel bir başka kâinat yoktur, her şey ilk defa icat edilmiştir. Daha sonraki yaratılışlar ise, daha çok, inşa iledir. Elementler vasıtasıyla her an yeni yeni şeyler yaratılmaktadır.
Aslında her inşa’da bir ibda’ vardır. O varlığın elementleri dışında kalan bütün özellikleri, başka varlıklardan farklıdır. Mesela, şu anda dünyada yaşayan altı milyar insan, madde itibariyle önceden vardı. Onları meydana getiren atomlar, havada, suda, gıdalarda dağınık vaziyette idi. Fakat, her insan simasıyla, sesiyle, parmak iziyle, hususi kabiliyetleriyle diğerlerinden farklı olduğundan, bu inşa’da bir ibda açıkça kendini göstermektedir.
Cenab-ı Hak, element harfleriyle, her an ve her zaman yeni yeni kudret kelimeleri yazmakta, şuur sahiplerinin nazarına göstermektedir.
İnşa fiili, maddî varlıklar için söz konusudur. İnsanın ruhu ve melekler gibi ruhani varlıklar ise, tamamen ibda’ ile yaratılmışlardır.
İbda, bir şeyin tedric kanununa tabi olmaksızın birden ve en mükemmel şekilde yaratılmasıdır. İnşa ise, bir şeyin bir ilk noktadan başlayan bir terbiye ile safha safha ilerlemesi, tedricen kemale ermesidir.
Eşyanın İlahi ilimdeki teşekkülleri ibda iledir. Yani bunlar yoktan vücut bulurlar. Bu ilmî vücutlara mahiyet denilmektedir. Bu mahiyetler harici alemde yaratıldıklarında hakikat olurlar. Bu yaratma da iki şekilde olur. Ya ibda ile, zamansız bir anda vücut bulurlar. Yahut inşa ile kademeli olarak yaratılırlar. Kainatta bu iki tür yaratılışın sonsuz örnekleri vardır.
Kainatın bir küçük misali olan insanda da bu iki tür yaratılış açıkça görülmektedir. Bir insanda hem ibdanın hem de inşanın örnekleri vardır. Beden ve ona takılı organlar inşaile ruh ve his dünyası ise ibda ile yaratılmışlardır. Anne rahminde inşa edilen insan bedenine bu inşanın belli bir safhasında ruh ilka edilir. Ruhun yaratılması da bedene ilka edilmesi de ibda iledir.
Söylenen mübarek bir kelimeden melek yaratılması da yine ibda iledir.
Özellikle madde aleminde inşa daha fazla görülür. Bu dünya hikmet dünyası olduğundan kainatın yaratılışı altı devrede gerçekleşmiş, bu hal kainatta yaratılan bütün maddi varlıklara da aksetmiştir. Dünya güneşten koptuktan sonra bir anda bugünkü halini almadığı gibi, bir çekirdek de anında ağaç olmuyor, bir yumurta hemen kuş haline gelmiyor. Ahiret ise kudret alemi olduğundan orada ibda hakim olacak, yenilen meyvenin yerine yenisi anında gelecektir.
Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. Mesela; dünyanın ve kainatın yaşı muhtelif de olsa bellidir. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan başka her şey için bir başlangıç vardır. Ayrıca yaratılan şeylerin zaman aşımına uğraması ve yıpranması ve ölümleri ise onların ezeli olmadığını gösterir.
Mutlak yokluk yoktur. Allah (cc) vardı hiçbir şey yoktu. Fakat İlm-i İlahide her şey mevcut idi. Allah irade etti kudreti ile ve kün emriyle, alemi daire-i ilimden, daire-i kudrete geçirdi, yani yarattı.
Maddenin başka şeye çevrilmesi mutlak yokluk olmasa da; madde sıfatlarla kaim olduğundan dolayı o sıfatlar gidince o madde de gider. Mesela; bir insanın hafızasında İstiklal Marşının olduğunu düşünelim. Bu daire-i ilimdir. Yazıncadaire-i kudrete geçer. Yani meydana gelir. Silinirse tekrar kudretten ilme geçer.
Esas varlık, ilimdeki varlık olduğundan dolayı gözden kaybolma veya sayfadan silinme hakiki yokluk değildir. Önemli olan ilimdeki vücuttur. Mutlak yokluk yoktur; fakat nisbi bir yokluk oluyor. Diyelim ki bir kağıdı yaktık. Duman ve kül meydana geldi. Fakat kağıtlık maddesi gitti. Başka şey oldu. Çünkü kül ve dumana kağıt denmiyor. Netice itibarıyla var olan eşyayı değiştirmek hakiki yokluk manasına değildir. Nisbi olarak yok olma manası anlaşılır. Allah isterse istediği an varı yok eder, yoku da var eder.
Yaratılış, aslında aklı başında hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar aşikâr bir gerçekliktir. Yer ve gök ve bunların içinde yer alanlar bir zamanlar yokluk karanlıklarında idiler, Allah ezeli inayetiyle şu âlemi yaratmayı murat etti ve yarattı. Allah kendisini şöyle tavsif eder:
وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ “O, her türlü yaratmayı bilendir.” (Yasin, 36/79)
Onun yaratması başlıca iki şekildedir:
1. Yoktan yaratma (İbda)
Âlemin yaratılışı böyle olmuştur. بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِۜ “Allah göklerin ve yerin Bedii’dir.” (Bakara 2/117; En’am 6/101) yani onları misilsiz, maddesiz yoktan var edendir. Yokluk karanlıklarını yarıp yaratmayı murat ettiklerini vücud sahasına çıkarmıştır. Eşyanın esasını meydana getiren atomlar bu şekilde var edilmiştir.
2. Var olanlarla yaratma(İnşa)
Atomlarla var edilen her şey inşa yoluyla yaratılmaktadır. Atomlar, âdeta ilahi alfabedir. Bu alfabenin meydana getirilmesi ibda, bu alfabe ile yeni varlıklar meydana getirme ise inşadır. Mesela, insanın yaratılışında yer alan maddeler toprakta, havada, suda var idi. Allah var olan maddeleri kullanarak yeni yeni insanları yarattı ve yaratmaya devam ediyor.
Allah'ın insanları yaratması ise üç şekilde olmuştur:
1. Hz. Âdem’in anne-baba olmaksızın topraktan yaratılması.
2. Hz. İsa’nın sadece anne ile yaratılması.
3. Diğer insanların anne-baba ile yaratılması.
Öte yandan mesela kuşlar âlemine baktığımızda kartal, kelebek ve helikopter böceği gibi çok farklı modellerde uçuş farklılığı görürüz.
Evet, Allah bu kadar farklılıklarla dolu rengârenk bir âlem yarattı. Kim bilir daha neler neler yaratacaktır? Çünkü yaratılış bitmiş bir olgu değil, devam eden ve edecek bir süreçtir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hâlâ yaratmakta mıdır?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 21.08.2009 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın kâinatı, evreni, içinde bulunduğumuz zaman diliminden önce yarattığında şüphe yoktur. Göklerin ve yerin daha önce yaratıldığında şüphe edilemez.
- Kaf Suresi'nin 20. âyetinde ve benzeri âyetlerde geçen “Sura üfürüldü” ifadesi, geçmiş zamanı değil geniş zaman anlamına gelir ve meallerde de “Sura üfürülür” şeklinde geçer. Arap edebiyatında değişik zaman kiplerinin birbirinin yerinde kullanılma geleneği önemli bir yer tutar. Nitekim aynı surenin 31. âyetinde, zaman kipi bakımından “Takva sahiplerine cennet yaklaştırıldı.” ifadesi, genellikle meallerde “yaklaştırılır” şeklindedir. Bu ifadelerin bir hikmeti, olacağı söylenen hususların olmuş gibi kesin gözüyle bakılması gerektiğine vurgu yapmaktır.
- Rahman Suresi'nin 29. âyetinin meali şöyledir:
“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. (Bütün bunları gerçekleştirmek için) O, her an yeni bir yaratıştadır / yeni tecellilerle iş başındadır.”
Müfessirlerin bu konudaki yorumları, genel olarak şu hususlarda yoğunlaşmıştır: Allah, her an: yaratır- yok eder, diriltir-öldürür, zengin kılar-fakirleştirir, yükseltir-alçaltır, aziz kılar-zelil eder, hasta eder-şifa verir, güldürür-ağlatır, affeder-cezalandırır ve saire...
"Göğü biz çok sağlam bir şekilde bina ettik / yaptık / inşa ettik / yarattık, onun genişleten de biziz.” (Zariyat, 51/47)
mealindeki âyet de göklerin her an genişlemekte olduğuna delalet etmektedir. Bu ise, yaratılış öyküsünün sona ermeyip her an devam ettiğini göstermektedir. Keza, bu gün bilim, gök cisimlerinin bir kısmının sürekli yıkılıp yok olduğunu ve yerine başka cisimlerin yaratılmakta olduğunu kabul etmektedir. Örneğin, Samanyolu Galaksinin yaratılış zamanı, diğer sistemlere göre çok yeni olduğu bilinmektedir.
Rahman sûresi'nin ilgili âyetinin beyanına bu pencereden de bakmak gerekir.
Bu âyette evrendeki bütün varlıkların Yüce Allah'a muhtaç bulunduğuna, onun da hem azametini hem de lütuf ve keremini her an yaydığına yani hiçbir varlık veya oluşun onun bilgi, irade ve gücü dışında olamayacağına dikkat çekilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik vesilelerle Cenâb-ı Allah'ın yaratıcılık sıfatına ve iradesinin nüfuz etmediği hiçbir olay düşünülemeyeceğine değinilir. Fakat "O her an yaratma halindedir." diye çevrilen 29. âyet bu konuda özel bir vurgu taşımakta ve özellikle şu iki noktanın aydınlatılmasında ayrı bir önemi haiz bulunmaktadır:
a) Yaratılmışlar açısından anlatım kolaylığı sağlaması itibariyle kutsal metinlerde Allah Teâlâ'ya nispetle zaman kavramının kullanıldığı olmuşsa da bu asla O'nun mutlak iradesini kayıtlayacak veya gücüne sınır koyacak biçimde yorumlanamaz. Binaenaleyh İsrâiloğullarının sınanması için konan bir dinî hüküm olan cumartesi yasağının, Allah'ın -hâşâ- o gün istirahata çekildiği tarzında bir gerekçeyle açıklanması (bk. Tekvin 2/2-3) tenzih ilkesiyle bağdaşmaz. Âyetin Yahudilerdeki bu yanlış telakkiyi reddetmek üzere indiğine dair bir rivâyet de bulunmaktadır. (İbn Atıyye, V/229) Bu mânada âyet,"Tanrı yarattıktan sonra vahyetmek, ihtiyaçları karşılamak gibi şeylerle ilgilenmemiştir." diyen deist felsefeyi de reddetmektedir.
b) Bu âyet, tabiat olaylarından Yaratıcı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkum etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ'nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bütün bulguların gerçekte onun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. (Kur’an Yolu, V/148.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratıcının Allah olduğuna dair bir kanıtın var mı?
Soran : Hüseyin Baydemir
Tarih: 15.05.2017 - 07:33 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Deist bir arkadaşımın sorusu:
"Yaratıcının Allah olduğuna dair bir kanıtın var mı? Bir yaratıcı var evet ama bu Allah mı ve ispatı nedir?”
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Yaratıcıyı kabul eden kimsenin, onu yakından tanımak için ilgili kaynaklara bakması tek çıkar yoldur. Çünkü, eskiden beri, aklı başında bütün felsefeciler, fikir adamları, bu evreni yaratan bir gücün olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü, bir tek iğnenin bile ustasız olamayacağı gerçeği ortada iken, bu harika sanat eseri olan kâinatın yaratıcısız olmasının milyar defa daha fazla imkânsız olduğunu düşünmemek en büyük akılsızlıktır.
- Bunun yanında doğrudan yaratıcının mesajını insanlara ileten “vahiy” denilen semavi kitaplar ve bu kitapları melek vasıtasıyla Yaratıcı'dan aldığını söyleyen peygamberler vardır.
Peygamberler ortaya çıktıkları her devirde, doğruluklarını ispat etmek adına insanüstü harikalar denilen mucize nişanlarını göstermişlerdir.
Farklı dillerle vahiy edilen bu semavi kitap ve sahifelerde Yaratıcının o dillerdeki kullanımına göre bir veya birkaç ismi zikredilmiştir.
Örneğin, İbranice’de ÎL, Arapça’da ALLAH ve bu kitapların tercüme edildiği İngilizcede GOD, Farsçada HUDA, Türkçede TANRI ve daha pek çok dillerde başka kelimelerle takdim edilmiştir.
“İsimle müsemma değişmez.” şeklinde bir ilmi ve mantıki kural vardır.
Mesela: Bir bölgede “ceviz”e “yumurta” adını verildiğini farz edelim, bu isimler, ne cevizin ne de yumurtanın gerçek kimliğini değiştirmez.
- Bu açıklamaların ışığında konuya bakarsak, “evrenin yaratıcısının ismini öğrenmek” için, konuyla ilgili kaynaklara bakmanın dışında bir seçeneğimizin olmadığını göreceğiz.
O halde, evrenin yaratıcısının ne / kim olduğunu öğrenmeye ihtiyaç vardır. Aklın en fazla bileceği şey, yalnız “Yaratan-yaratılan” arasındaki ilişki penceresinden bakıp “Her iğnenin bir ustası, her harfin bir yazarı olduğu gibi, şu kâinat sarayının da bir ustası, şu evren kitabının da bir yazarının olduğu” gerçeğidir.
İnsanlık tarihi boyunca vahyin ışığından istifade etmeyen filozoflar ve benzeri fikir adamları bu tasavvur ettikleri Yaratıcı için “Yaratıcı güç / kuvvet” gibi belirsiz bir kavram kullanmaktan öteye geçememişler ve geçemeyecekler. Zira, kuvvet / güç dedikleri şey bir sıfattır. Her sıfatın mutlaka bir mevsufu / o sıfatların sahibi bir varlığın olması şarttır.
“Görmek, işitmek, bilmek, irade etmek, tasarlamak” gibi vasıfların ancak bunlara sahip bir varlıkta tasavvur edilebildiği gibi, “güç / kuvvet” gibi bir vasfın söz konusu olması için de ancak ona sahip olan bir varlığın tasavvuruyla mümkündür.
- Bundan da anlaşılıyor ki, doğru bir şekilde Yaratıcının isim ve sıfatlarını, yüksek ahlakını, sonsuz ilim ve kudretini bilmek ve yakından tanımak için, Onun konuyla ilgili beyanlarına ihtiyaç vardır. Bu da Semavi kitaplardan, özellikle Kur’an-ı Hakim'den öğrenilebilir.
Yoksa, aklını kullanarak bu konuda bir şey söylemek, hiçbir ilmi değeri olmayan bir hayalden öteye geçemez. Zira bu konu aklın kapsam alanının dışındadır. Zaten, insanların bu ihtiyacını gidermek üzere ilahi kitaplar indirilmiştir.
- Özetlersek:
Evrenin yaratıcısı, semavi dinlerin bildirdiği şekilde (örneğin Allah) olmadığını gösterecek en ufak bir ilmin kırıntısı yoktur. Aksini ispatlayan milyarlarca mensubu bulunan semavi dinlerin, özellikle dünyanın değerlerini kabul ettiği milyonlarca ilim, fikir adamını barındıran, yaklaşık 14 asır boyunca, yüz ölçüm bakımından dünyanın yarısını, nüfus bakımından insanların en az beşte birini hakimiyeti altına alan İslam dininin öğretilerini öğrenmek gerekir.
Kırk yönden mucize olduğu ispat edilen Kur’an gibi bir hakikat pırlantasına ön yargıyla yaklaşmak, onu vesveselerle bir tarafa bırakmak, telafisi mümkün olmayan zararları davet etmek anlamına gelir.
Bizim sitemizde Kur’an’ın Allah’tan başka birinin sözü olamayacağına dair onlarca deliller gösterilmiştir, bakılabilir.
Ayrıca, bu tür vesvese ve evham hastalığından kurtulup aklın ve kalbin aydınlığına kavuşmak için bu asrın idrakine hitap eden Risale-i Nur Külliyatını özellikle tavsiye ederiz.
Allah hepimize hidayet versin...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İnsanın yaratılışında ve tabiat olaylarında, Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir?
Soran : samanyolu626
Tarih: 24.02.2007 - 19:24 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
“Dünya darü’l-hikmet, âhiret darü’l-kudrettir.” Yani, bu dünyada hikmet hâkimdir. İlahi ilimle takdir edilen ve yine ilahi irade ve kudretle yaratılan “sebepler” âleminden, “müsebbepler,” yani neticeler çıkarılmakta ve insanlar sebeplere gönül vermekle, onları aşmanın ve neticeleri Allah’tan bilmenin imtihanını vermektedirler.
Bu ilahi imtihanda insanın zafere ulaşması için, Rahman ve Rahim olan Allah nice kolaylıklar yaratmıştır. Bunlar saymakla bitmez. Sadece bir kaçına kısaca değinmek isterim:
Allah, insanı ana rahminde yaratıyor. Anne ve baba birer “sebep” çocuk, “müsebbep.” Ve Allah, o çocuğu bu sebeplerle yaratıp dünyaya gönderen “Müsebbibü’l-Esbap.”
Söz konusu sebeplerden biri evin ihtiyaçlarını görmekle meşgul, diğeri evin iç işlerini tanzimle vakit geçiriyor. Bir süre ikisi de her şeyden habersiz... Bir vesile, annenin hamile olduğu anlaşılıyor... Bu anlama noktasının öncesiyle sonrası, rahimdeki insan adayı için fark etmiyor. Anne de ondan habersiz, baba da... Aylarca herkes kendi işlerini yapmakla vakit geçiriyor ve dokuzuncu ayın sonunda, gayb âleminden, dünyaya yeni bir misafir geliyor.
Ve komşular birbirlerine yanlış bir haber ulaştırıyorlar:
“Falanca hanım çocuk yapmış.”
“Çocuğun nesini yapmış?”diye soruyorsunuz, afallıyorlar. “Hiçbir şeyini” diyorlar ve ilave ediyorlar: "Hepsini Allah yaratmış."
Eğer anne, örgü örer gibi, deri örebilseydi, çorap dokur gibi ayak dokuyabilseydi, başlık yaptığı gibi baş da yapabilseydi; işte o zaman onun çocuk yaptığından söz edebilirdik. Hâlbuki anne çocuğun resmini bile aynen çizmekten aciz. Kendisini nasıl yapsın? Ve yine anne, kendi içinde olup bitenlerden habersiz olduğu gibi çocuğunun içinde olanlardan da habersiz. Habersizce bir iş yapmak mümkün mü?
İşte bütün bunlar insana dünya imtihanını kazanması için ilahi bir kolaylıktır: Çocuk, annenin iç âleminde ve onun ilmi ve iradesi dışında yaratılıyor. Bundandır ki Allah Kelâmında insanın o dokuz aylık dönemde geçirdiği safhalar sıkça nazara veriliyor; imtihanını kolay kazansın diye.
Bir başka kolaylık:
Şuursuz sebeplerden son derece hikmetli mahlukların yaratılması. Ve çoğu zaman müsebbebin, sebepten daha mükemmel olması.
Sadece bir misal:
Topraktan ağaç yaratılıyor, ağaç ise topraktan daha mükemmel. Ve ağaçtan meyve süzülüyor; meyve ağaçtan daha sanatlı. Tersi olsaydı, meselâ, ağacın üstünden topraklar çıksaydı, belki “bunlar ağacın artık maddesidir,” denilip geçilirdi. Ama ilahi kanun öyle cereyan etmiyor. Topraktan ağaç yaratılıyor ve ağaçtan meyve süzülüyor.
Meyveler de ağacın çocukları gibi. O da kendi içinde olup bitenlerden habersizken üstünde meyveler boy gösteriyor. Ve ağaç, meyvelerini tanımıyor, faydalarını bilmiyor, kime rızk olacaklarından habersiz. İnsanın diline göre tat, göz zevkine göre renk, eline uygun büyüklük, bedenine uygun vitaminlerle dünyaya gelen o meyve, bütün bunlardan habersiz ve insanı tanımaktan uzak bir ağacın eliyle yaratılıyor.
İnsan bedeni, meyve olarak, sadece, “saç” verebiliyor, onda da hiçbir hissesi yok. Kafa tası ile deri arasında ince bir tarla yaratılmış oradan saç mahsulü alınıyor.
Ve insan, “saçım uzadı, saçım ağardı” gibi sözlerle saçına sahip olamadığını açıkça beyan ediyor.
İnsan, kendi saçının yapılmasına, yaratılmasına karışamazken, meyveyi ağacın, balığı deryanın, buzağıyı ineğin, sebzeyi toprağın yaptığını nasıl iddia edebilir? Bu mucize eserleri onların yaptığına nasıl inanabilir? Daha doğrusu, bu konuda nefsini nasıl kandırabilir?
İşte, bütün sebepleri ve onlardan çıkan neticeleri, meyveleri birlikte düşündüğümüzde Nur Külliyatı'ndaki şu hüküm cümlesine bütün ruhumuzla “amenna” deriz:
“Bütün zahirî sebebler yalnız birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur.” (Şualar, s. 606)
Yine Nur Külliyatı'ndan Sözler’de, sebeplerle neticeler arasında çok uzun bir manevî mesafe bulunduğuna dikkat çekilir ve harikalar harikası bir misalle hakikat bütün berraklığıyla ortaya konulur:
“Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i ilahiye birer yıldız gibi tulû’ eder. Matla’ları, o mesafe-i manevîyedir. Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Hâlbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar, umum yıldızların matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i manevîye var ki, imanın dûrbiniyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür.” (Sözler, s. 422)
Sebepler, neticeleri yapacak güce, kuvvete, ilme, hikmet ve merhamete sahip olmanın çok uzağında bulunuyorlar. Tıpkı, dağların yıldızların çok uzağında bulunmaları gibi. Bu harika teşbihte, dağların başına değiyor gibi görünen semanın, dağlardan çok uzak olduğu hatırlatılarak, sebeplere bitişik olan neticelerle o sebep arasında da çok uzun bir mesafenin bulunduğuna dikkat çekilir. Ve dağların tepeleriyle sema arasındaki uzun mesafenin yıldızlarla dolu olması gibi, sebeple netice arasındaki o uzun mesafede de ilahi isimlerin tecellilerinin saklı olduğu ders verilir ve dikkatle bakıldığında okunabileceklerine işaret edilir.
Meselâ, meyve dala bitişiktir. Maddî olarak arada hiçbir mesafe yoktur. Ama, ağacın bizi tanımaktan çok uzak olduğu dikkate alındığında, ağaçla meyve arasındaki bu manevî mesafede “Rezzak” ismi açıkça okunur.
Aldığımız ilaçla şifa arasındaki uzun mesafe, bize “Şâfi” ismini açıkça bildirir.
Cansız ve şuursuz varlıklar üzerinde yapılan ilmî çalışmalar, hazırlanan tebliğler, neşredilen kitaplar “Alîm” ve “Hakîm” isimlerini her akıl sahibine âdeta haykırırlar.
Misaller çoğaltılabilir.
Bir başka risalede geçen şu cümleler de sebeplerle neticeler arasındaki uzun mesafeyi güzelce ortaya koyar:
“Zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahüratı var. Ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor. ...”
“Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-i mutlakın tezahüratı var. ...”
“Hem cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı görünüyor. ...” (Sözler, s. 663)
Bir noktayı daha önemle hatırlatmak isteriz:
Bilindiği gibi eşyanın vücuda gelmesi ya “ibda” veya “inşa” yoluyladır. Sebepler, “inşa” için söz konusudur ve bu dünyada en fazla göze çarpan yaratma şekli de inşadır. Ama, bu âlemde “ibda”nın, yani yoktan ve sebepsiz yaratmanın da birçok misalleri mevcuttur. Meselâ, bedenlerin yaratılması inşa iledir ama, ruhların yaratılması ibda iledir, sebepsizdir. Yani anne ve babalar, ruhların yaratılmasında sebep olarak istimal edilmemişlerdir.
Feyizler, bereketler, sevaplar hep sebepsiz yaratılırlar. Okuduğumuz bir tesbihi temsil edecek bir meleğin yaratılması da ibda yoluyladır. Yani, o tespihi okurken ağzımızdan çıkan hava, onu temsil edecek meleğin yaratılmasında bir sebep olarak istimal edilmez. Melek, doğrudan, sebepsiz yaratılır.
Tesbihimizin o meleğin yaratılmasına vesile olması ayrı bir konudur. Bir beldeye, meselâ, uçakla gittiğimizde, uçak oraya varmamıza vesile olur; ancak o beldenin inşasında uçak sebep olarak kullanılmış değildir. Yani, o şehir, ağacın çekirdekten çıkması kabilinden, o uçaktan çıkmış değildir.
İbda yoluyla yaratılan varlıklar için ilahi iradeyle tespit edilen bütün vesileler de bunun gibidir.
Eezelde Allah'tan başka birşey yok iken Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Soran : AsA veMuSa
Tarih: 16.08.2007 - 09:37 | Güncelleme:
Soru Detayı
Ehli sünnete göre Allah'ın sıfatları ezelidir.Bu durumda tekvin (yaratma ) sıfatıda ezelidir.Peki ezelde Allah'tan başka birşey yok iken Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Allah’ın her şeyi yarattığına inanıyoruz. Neden her şeyde kudret tecellisine ihtiyaç var?
Soran : rumman
Tarih: 02.04.2012 - 11:10 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Ateş yaktı deyince ne için şirk oluyor?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın kâinatı yaratmasındaki en büyük maksadı kendi varlığı ve -şeriksiz- vahdaniyetini göstermektir. Bu yüzdendir ki,
“Allah her günahı affedebilir, fakat şirki asla affetmez.” (Nisa, 4/116)
mealindeki ayette açıkça şirke karşı sert tavrını ortaya koymuştur. Nitekim, İslam alimleri tarafından kabul edilen, -farklı bazı artı-eksilere rağmen- ittifak edilen bir husus şudur ki; Kur’an’ın temel maksatları dörttür: Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı, nübüvvetin ispatı, haşrin ispatı, kulluk ve adaletin tespitidir. İslam’da en ufak bir gösteriş ve riyakarlığın bile gizli bir şirk olarak değerlendirilmesinin arka planındaki espri de tevhidin önemli konumundan kaynaklanmaktadır.
- Bir ilde iki vali, bir köyde iki muhtar, bir makamda iki müdür, bir ülkede iki devlet başkanının olmaması, hâkimiyetin en büyük özelliğinin “men’i müdahale” prensibi olduğunu gösterir. Kâinatın yegâne hâkimi olan Allah’ın mutlak hâkimiyetine şeriki müdahale ettirmesinin mümkün olmadığına Kur’an, hadis ve akl-ı selim şahadet etmektedir.
- Bununla beraber, insanlar için bu konuda düşünmesi gereken iki saha vardır:
Birincisi: İtikat sahasıdır. Her mümin şunu kesin olarak bilecek ki, varlık aleminde Allah’tan başka hakiki müessir yoktur. En küçük bir zerreden ta en büyük bir galaksiye kadar her şeyin dizgini yalnız Allah’ın elindedir, her şeyin anahtarı onun yanındadır. Hiçbir şey hiç bir yönüyle Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin dışında var olamaz, varlıkta kalamaz. Bir yıldız onun emri dışında kaymadığı gibi, bir yaprak dahi onun izni dışında yere düşmez.
İkincisi: Sebepler sahasıdır. Allah pek çok hikmetinin gereği olarak, dünyada bir sebepler örgüsünü yaratmıştır. İnsanlar sebepler dairesinde hareket etmek zorunda olduğu için, Allah’ın kâinattaki fıtrî kanunları denilen bu sebepler örgüsüne yapışmak zorundadır. Örneğin, insan oğlu, ekmeden biçemez. Evlenmeden çocuk sahibi olamaz. Gözlerini açmadan göremez. Yemek yemeden doyamaz. Su içmeden susuzluğunu gideremez. Yürümeden/veya bir vasıtaya binemeden bir yere varamaz...
Ancak, sebepler dairesinde sebeplere fiili olarak riayet ederken, gönlündeki iman şuuruyla -örneğin- şunu kesin olarak bilecek ki, şu elma ve armudun sahibi, ağaç değil, Allah’tır. Şu çocuğun yaratıcısı anne-babası değil, Allah’tır. Şu hastalığın şifa kaynağı doktor veya ilaç değil, Allah’tır...
“Doğrusu güldüren de ağlatan da Allah’tır.”(Necm, 53/43)
mealindeki ayette en basit bize ait zannettiğimiz hallerimizin dahi hakiki sahibi Allah olduğuna işaret edilmiştir.
Evet, adet olarak: “ateş beni yaktı; yemek yedim doydum; çok sevindiğim için güldüm, çok üzüldüğümden ağladım; doktora gidip iyileştim” gibi ifadeleri kullanmakta bir sakınca yoktur. Yeter ki, bunların birer vesile olduğunu bilsin ve halk arasında böyle kullanıldığı için kullanmış olsun... Çünkü, bu ifadeler sadece sebepler cihetine vurgu yapan sözlerdir. Ancak, bunları söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ı unutup da bu sebeplerin söz konusu fillerin/işlerin gerçek sahibi olduğunu düşünürse o zaman şirkin pençesine düşmüş olur.
Şunu da belirtelim ki, Allah’ın birliğini ders veren her şeyde tevhid hakikatine bir pencere açan eserleri okumak bu iman şuurunu sürekli elde tutmanın en önemli bir anahtarıdır...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah niçin kullarını bir yaratmadı; kimini iki başlı, kimini kör, kimini topal olarak yarattı?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 30.03.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bazı insanların sakat doğması, elsiz, kolsuz, iki başlı yaratılması, boylarının kısa, gözlerinin kör, ayaklarının ve kollarının çarpık olması, gibi hususlar dikkate alındığında;
- Bu farklılık ve noksanlıklar adalet-i İlahiyye ile nasıl bağdaşır?
- Bunlar zulüm olmaz mı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
“Hiç kuşkunuz olmasın, güçlüklere katlananlara bunun karşılığı hesapsızca ödenir.”(Zümer, 39/10)
Bu soruya bir kaç açıdan cevap vermek mümkündür:
- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Bizim hücrelerimizi yaratan, aza ve organlarımızı çalıştıran, kafamıza akıl, sinemize kalp takan kim ise vücudumuzda irade ettiği şekilde tasarruf etme hakkına sahip olan da odur.
Aslında vücudumuzun maliki ancak kâinatın maliki olabilir; zira gözlerimizin görmesi için güneşe, nefes alabilmemiz için atmosfer tabakasına, midemizin ihtiyaçlarının giderilmesi için yeryüzü sofrasına ihtiyacımız var. Bir elmanın rızık olarak bize gelebilmesi için kâinat fabrikasının çalışması gereklidir.
Öyleyse her an kâinatı hayatımıza hizmet edecek şekilde sevk ve idare eden Allah hem vücudumuzun hem de bütün kâinatın yegâne sahibidir. Vücudundaki yüz trilyon atomdan bir tekine bile hükmünü dinletemeyen, idare edemeyen, iradesi dâhilinde çalıştıramayan biz âciz ve fakir insanların, mülk sahibine itiraz etmeye bir atom kadar dahi olsa hakkımız yoktur, şikâyet etme cüretine sahip değiliz.
- Bu vücudu ne yolda bulduk, ne herhangi bir ücret mukabilinde satın aldık, ne de bir mücadele veya müsabaka sonunda kazandık. Zerre kadar hak sahibi değiliz ki hak arama peşine düşmek gibi bir hakka sahip olabilelim; zira haksızlık ödenmeyen bir haktan doğar.
Eğer bize verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydık, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!.." gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkımız olabilirdi.
Yokluk karanlıklarından kurtulup vücut elbisesini giydik; bitki olabilirdik, hayvan olarak kalabilirdik, mahlûkatın en mükerrem rütbesine sahip insan olduk; dinsiz olabilirdik, dalâlet bataklıklarında boğulabilirdik iman gibi iki cihan saadetinin anahtarı olan bir nimete ulaştık;her basamağında çok büyük lütuflara mazhar olarak adeta kuyu dibinden minare başına çıktık. Bu nimetleri verene sonsuz derecede şükretmek boynumuzun borcu iken isyanla, şikâyetle nankörlük etmek, “Neden böyle yaptın?” demek suretiyle hikmetini, rahmetini tenkit etmek akıl kârı bir iş değildir.
- Allah’ın rahmeti ve hikmeti neden böyle bir şeye müsaade ediyor denilse pek çok hikmet ve rahmet boyutu vardır diyebiliriz. Bu makamda bir numunesinden bahsedelim. Sağlık bazen hastalıktan daha dehşetli neticeler doğurabilir.Hasta ve sakat olmayan, vücudu sağlam olan kişilerin aklına kabir ve âhiret gelmeyebilir, ama bir hastalık veya musibetin darbesine maruz kalan kişi vücudunun her an ayrılmaya müsait olduğunu, taştan demirden olmadığını, vücut binasının her an göçebileceğini bilir. Çünkü bu manayı kısmen de olsa yaşamaktadır.
Öyleyse, ebedî hayattan gaflet etmemek gibi büyük bir hazineyi bulduran hastalık veya sakatlıktan şikâyet etmek yerine, bilakis teşekkür etmek lazım gelir.
Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri ne güzel demiş:
"Her işte hikmeti vardır. Abes fiil işlemez Allah."
Bu kısa açıklamadan sonra konuyu bazı yönlerden ele alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorur:
Evvela işin hakikatini ve İslamın bu husustaki bakışını bilmek ve öğrenmek gerekir. Bu nokta bilinmeden yapılacak yorumlar hakikatsiz, hikmetsiz olur.
İslam'ın belirlediği ölçüler dışında, nefsi işin içine karıştırarak, zan ve tahminle, enaniyet ve kibirle, alay ve hakaretle yapılacak değerlendirmeler asla hakka ve hakikate hizmet etmez, şeytanın işine yarar.
Nedir İslam'ın getirdiği ölçüler? Nedir Müslümanda bulunması gereken sıfat ve özellikler?
1. İslam teslimiyettir. Allah’a itaat ve boyun eğmedir.
“İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz. Allah bilir.” (Bakara, 2/216)
İşte, mümin, bu ayet-i kerimenin ışığında hareket eder “Allah bilir. Biz bilemeyiz. O sonsuz hikmet sahibidir, asla abes iç yapmaz. Sonsuz merhamet ve şefkati vardır, kullarının zararına hiçbir şey yaratmaz.” der, Allah’a teslim olur. Çünkü teslimiyetin içindi firdevsî bir memnuniyet, cennetvarî bir lezzet vardır.
2.Mümin, “işittik, itaat ettik” der. Allah’ın hikmetini ve rahmetini asla itham etmez. Önce Allah deyip sonra da Allah’ı -haşa ve kella- sığaya çekme gibi bir çiğliğin, bir cehaletin, bir ihanetin çukuruna düşmez.
3. Mümin“makam-ı rıza”, “makam-ı teslim” ve “makam-ı tevekkül”de oturur. Dinin her şeyden önce Allah’a karşı samimiyet olduğunu bilir.
4. Mümin, “imtihan ve deneme” için dünyaya geldiğinin şuuru içindedir. Bundan gafil olanların dünyası, oyun ve oyuncaktır. Bunun farkında olanların dünyası ise, Allah’ı tanıma, ona ibadet etme ve dünya misafirhanesindeki görevlerini yerine getirmektir. Dünya, istidatlarını açma ve kabiliyetlerin kuvveden fiile çıkartma diyarıdır. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Mümin, ekmeye, biçmeye ve cennete liyakat kazanmaya gelmiştir.
5. Mümin, iman ve izan eder ki, Yüce Allah kullarını, gah varlık ve devletle, şan ve şöhretle, varlık ve servetle, gah hastalık ve fiziki arızalarla, musibet ve belalarla imtihan eder. Bu musibetler ve hastalıklar, bu varlık ve devletler aslında birer “mihenk taşı” hükmündedir. İnsanların “kaç ayar” “kaç krat” olduklarını ortaya koyar. Mümin bütün bunların birer “imtihan kağıdı” olduğunu bilir.
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar canlar ve ürünlerle eksilterek imtihan ederiz. Sabredenlere müjdele.” (Bakara, 2/155)
ayetinde açıkça bildirildiği gibi, korku, açlık ve kıtlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksiltme, azaltma gibi tecelliler birer “imtihan kağıdı”dır.
6. Mümin, iman eder ki, “Sabır dinin yarısıdır.” Musibetlere sabredip, Allah’a teslim olan kulların ebedi ve sonsuz mutluluk diyarı olan cennetle müjdelendiğini bilir. Tevekkül ve teslimiyetle, sabır ve tahammülle, ihlas ve istikametle kulluk görevini yapar, yüce Allah’ı kimseye şikayet etmez.
7. Mümin, ölümün bir bitiş ve tükeniş değil; dünya zindanından cennet bahçelerine intikal olduğunun bilincindedir. Allah’ın rızasını esas alır, ahiret için çalışır. “Ahirette hiçbir şey sıfırdan başlamaz. Geldiği yerden devam eder.” gerçeğince, ebedi hayatın burada, dünyada kazanılacağının idrak ve bilinci içindedir. Bu nedenle, ahiret hayatının “kimlik karneleri”, “başarı levhaları”, “hıyanet listeleri”, “sonuç bildirgeleri”, “arşiv dosyaları”nın hep dünyadan gittiğinin şuurundadır.7
8. Mümin, iman eder ki, şu dünya hanı, bir “liyakat tescil istasyonu”dur. Bu istasyonda, insanlar “hastalık, fiziki arıza, yokluk, kıtlık, mahrumiyet; ya da sıhhat ve servet, makam ve rütbe..” gibi özellikleriyle tartılmaktadır. Ta ki, insanların ağırlığı ortaya çıksın. Ne oldukları anlaşılsın, tescil edilsin.
Soru:
Bu açıklamalarınız güzel! Müminde olması lazım gelen vasıflar bunlar... Bu vasıfları taşıyanlar için hiçbir problem yok! Ama şu var ki, ahir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar her şeyin hikmet cephesini araştırıyorlar. Sır perdelerini merak ediyorlar, açılmasını da talep ediyorlar. Bunların talep ve sorularına cevap vermek de gerekmez mi?
Cevap:
Elbette gerekir. Daralan göğüsleri bir anlamda ferahlandırmak maksadıyla perde arkasındaki bazı sırlara -gücümüzün yettiği ölçüde- işaret edebiliriz. Bu noktada, kader ile ilgili meselelerin hikmet, rahmet ve hakikat cepheleri üzerinde durabiliriz.
Birinci Nokta:“Zulüm nedir” bilmeyen, “zalim kimdir” anlamayan kimse, abesle iştigal etmiş olur, boşu boşuna çenesini yorar, havanda su döver. Pek çok yanlışlara kapılar açar, şeytanın kucağına düşer. Aldanır, aldatır.
Zulüm, başkasının mülküne, hak ve hukukuna tecavüz etmektir; başkasının hakkını yemektir.
Zalim ise zulmedendir; hakkı gasbedendir; hakkı zorbalıkla çiğneyen, hak ve hukuk tanımayandır.
Şimdi, işin hakikatine gelelim:
Bir zatın kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla zulüm denilemez. Mülk kimin ise, o zat, mülkünde istediği gibi tasarruf eder; mesela, bir çiftçi kendi tarlasına istediği sebzeyi ekebilir, arzu ettiği meyve ağacını dikebilir. Yahut tarlasını nadasa da bırakabilir. Ya da isterse buğday, arpa ve yulaf da ekebilir. Bu tasarruflara zulüm denilemez. Zaten hürriyet ve mülkiyetin esprisi de budur.
Ama ne zaman ki, komşusunun tarlasına, bağ ve bahçesine müdahale ederse, o zaman zulüm başlar, hak çiğnenir.
Evet, mülk edindiğimiz ne varsa, varlık olarak sahip çıktığımız her şey, her mevcut, bize bahşedilen her nimet, her ikram ve ihsan, tüm varlığımız, aza ve cihazlarımız, devlet ve servetimiz Yüce Allah’ındır. Yerler ve gökler, içindeki umum mevcudat Allah’ın mülküdür.
O hâlde, Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, dilediği gibi hükmeder. Çünkü, yaratan O’dur, yaşatan da O’dur; bütün nimetleri başımıza bağlayan da O’dur. Geceleri, gündüzleri, bağ ve bahçeleri emrimize tahsis eden de O’dur. Demek, Yüce Allah’ın mülkünde hayatı tanzim etmesine, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla ve asla zulüm denilemez.
Evet, verilen bütün nimetler sadece ve sadece minnettarlık, kanaat ve şükrü gerektirir. İnsanın şükrü bırakıp şikayete kalkması, kendisine verilen insaniyet, akıl, şuur ve göz, kulak, el ayak gibi nimetleri unutup “Niye benim boyum kısa! Ayağım çarpık!” diye şikayete kalkması hakikat, hikmet ve edebe uygun düşmez.
Yüce Allah, bir kuluna hangi nimetleri takdir etmişse, ona kanaat edip, şikayet kapısını kapatıp, şükür kapısına yönelmek aklın, vicdanın, insaf ve hakperestliğin bir gereğidir.
İkinci Nokta: Bu asırda pek çok insan “hak” ile “ihsan” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Bu karışıklık ve yanlış algılama, maalesef tutarsız ve çürük kıyaslara, yanlış yorumlara sebep olmaktadır.
Aslında bu iki kavramı birbirinden ayıranlar, tam anlayanlar, zihinlerine oturtanlar, âlemlerine sindirenler, herhalde kader ile ilgili bütün sualleri önemli ölçüde çözmüş olurlar.
Hak, mülkiyeti senin olandır; sahip olduğun kıymet hükümleridir. Hakta, aidiyet manası vardır. “Benim evim.. Benim param.. Benim arabam” gibi..
Hak, bir gram bile olsa haktır. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hak, gasb edilir, elden alınıp zayi edilirse zulüm ortaya çıkar.
Aslında bütün dünyada hukuk sistemlerinin temel espirisi, hakkı korumak, hakkı alanlardan hakkı almaya çalışmaktır. Hak zayi edilirse, zulümdür.
Mesela, bir çiftlik sahibi iki kişiyi aynı işte çalıştırsa, hizmetlerinin karşılığında her birisine 5 altın vereceğini taahhüt etse ve anlaşma yapılsa, bu iki kişi de aynı işi yapsalar, çiftlik sahibi birisine 5 altın, diğerine 2 altın verse, elbette 3 altınını alamayan kişi mazlum, altını vermeyen adam da zalim olmuş olur.
İhsan ise, haktan çok farklıdır. Çünkü ihsan, kalbin şefkatinden ve merhamet hissinden gelen bir cömertlik, bir bağış ve bir ikramdır. Bu bağış ve ikram, bu lütuf ve kerem, hak terazisinde tartılmaz. Hiçbir yönden eksiklik ve kusur olarak algılanamaz.
İhsandaki farklılık, azlık veya çokluk, ihsan eden zatın kerem ve lütfunun derecelerini gösterir. Kerem sahibine karşı, hiçbir insan “başkalarına niye fazla, bana niye az?” diye itirazda bulunamaz.
Mesela, cömert zengin bir adam, iki fakirden birisine bir kese, diğerine üç kese altın “ihsan” etse.. Arkadaşının üç kese altın aldığını gören fakir adam, hiddet ve şiddetle cömert zengin adama karşı kaşlarını çatarak: “Senin bu yaptığın doğrudan doğruya zulümdür! Ben sana ne yaptım ki? Niye ona üç kese altın verdin, bana bir kese.. Bu adalete sığar mı?” demeye ve böyle bir şikayete hakkı yoktur. Çünkü, ortada gasb edilmiş ne bir hak, ne de zayi edilmiş bir hukuk vardır. Bu olaya hiçbir cihette zulüm olarak bakılamaz. Olay, bir ikram olayıdır. Cömert zengin adam, iradesiyle keremini öyle takdir etmiştir. Az verir veya çok verir, ya da hiç vermez..
Evet, “ihsan” şefkat sıfatının bir tezahürüdür. Az veya çok vermek ihsan sahibinin iradesine bakar. İhsan nimetine karşı yapılması gereken şey minnettarlık ve teşekkürdür.
İhsana karşı hiddet edilemez. Çünkü ortada işlenmiş bir zulüm, ödenmemiş bir alacak, zorla elden alınmış bir hak yoktur.
Evet, şimdi bu makamda, Cenab-ı Allah’tan hak dava edenlere sorulacak tek bir soru vardır:
“Kimin Allah’tan ne alacağı vardır? Haydi! Hiç durmasın! Varsa, hemen söylesin, tek tek saysın. Ortaya koysun?”
Yüce Allah’ın bize bahşettiği her şey O’nun ihsanıdır, ikramıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah’tan hak istemeye hakkı yoktur. Hem Cenab-ı Hak da kullarına zulmetmiş değildir.
Mesela bir adamın boyu bir metre olsa, bu adamın “Niçin benim boyum bu kadar kısa?” demeye hakkı yoktur. Haddini aşarak “Bu bana zulüm değil mi?” derse, elbette ona sorulur:
- Söyle bakalım! Sen boyunun ne kadar olmasını istiyorsun? - Bir metre yetmiş santim olsun isterim.
- Arada ne kadar fark var? - Yetmiş santim.
- Söyler misin bana, senin Allah’tan yetmiş santim boy alacağın mı vardı? Allah vermedi de -haşa- sana zulüm mü etti?
Evet, Allah-ı Azimüşşan’ın bize bahşettiği bütün nimetler, doğrudan doğruya O’nun lütfundandır, ikram ve ihsanıdır. O dilediğine dilediği kadar lütfedendir.
Üçüncü Nokta: Dünyadaki kayıplar, eksiklikler, eksik ve noksan bedenler, organlar ve fizikî arızalar ahirette telafi edilecek, fani organ ve bedenler, ebedi ve sonsuz olanlarla değiştirilecektir, cennete ve sonsuz hayata uygun hale getirilecektir. Eksik ve kusurlu azalarıyla Allah’a şükredenler, diğer müminlerden daha çok ikram ve ihsanlara mazhar olacaktır.
Dördüncü Nokta: Üzerinde hassasiyetle durulması gereken asıl konu, vücud, aza ve duygularımızın nakıs ve noksanlığı, eksiklik ve çarpıklığı değildir. Her müminin en mühim meselesi, imanla kabre girmektir, kabre giriş gediğini sağlam geçmektir, cennete liyakat kazanmaktır.
Evet, her insan ölürken imanla gidip gitmeyeceğinin ızdırabını duymalı, akıbetinin nasıl olacağı noktasında Allah’a iltica etmeli, imanının muhafazası açısından Allah’ın rahmet kapısını çalmalıdır.
Yoksa, dünyada Yusuf (a.s) gibi güzel olsa, fiziki hiçbir arızası bulunmazsa, varlık, devlet ve nimetler içinde sultanlar gibi yaşasa; ama sekeratta/ölüm anında imanını kurtaramazsa, o varlık ve devletin o güzellik ve sıhhatin ne ehemmiyeti olur! Onlar kaç kuruş eder!
Üç beş günlük dünya hayatında insanın boyunun kısa, ayaklarının topal olmasının hakikat noktasında fazla önemi yoktur, insanın azalarının yetersizliği, kaybı, çarpıklığı fazla önemli değildir. Çünkü müminin asıl yurdu ahirettir. Saadet ve mutluluğun gerçek yeri ebedi hayattır. Cennette nimetleri en mükemmel ve en güzel bir biçimde arızasız, kusursuz ve noksansız olarak müminlere ebediyen ihsan edilecektir.
Demek dünyevi kayıplar için elem ve tasaya gerek yoktur. Asıl tasa, elem ve ızdırap Allah’ı bilmemek, ebedi hayatı kaybetmektir. O’nu kaybetmektir.
Beşinci Nokta:Biz Allah’tan alacağımızı peşin almışız. Evvela insan olarak yaratılmışız. Kainat kadar kıymetli nimetlerle taltif edilmişiz. Gözümüz, kulağımız dünya kadar kıymetli.. Akıl ve şuurumuz, kainat kadar değerlidir.
Allah, insanı, düşünen, irade eden bir varlık olarak yarattı. İnsanı, sonsuz nimet ve ihsanlarına da merkez kıldı. Ona kelam ve kalem nimetini verdi, konuşma kabiliyetini ihsan etti.
Evet, bütün bu kendimizdeki ve kainattaki nimetlere karşı bizim görevimiz, Yüce Allah’a minnettarlıktır, şükür ve hamd etmektir.
İslamiyet, en büyük insanlıktır. Çünkü hidayetten büyük hiçbir nimet yoktur, hidayetten büyük hiçbir devlet yoktur. Hidayet en büyük ihsandır, ebedi sürür, sonsuz saadet ve bitmeyen tükenmeyen bir servettir.
Hidayet nimetine bir kul mazhar olmuşsa, o her şeyi bulmuştur. Sonsuz nimetlere gark olmuştur; dünyevi arızalar, eksik ve noksanlıklar hidayete mazhar göğüslerde gedikler açamaz!
Altıncı Nokta:Bize ikram edilen hayat nimeti emanettir. Emanet, muhafaza edilir. Emanet üzerinde hak dava edilmez. Emanet gasb edilemez.
Bu emaneti sahibine satarsak; yani, O’nun adıyla O’nun ve izni dairesinde kullanırsak, Cenab-ı Hak, karşılığında sonsuz ve baki bir hayatı bize ihsan edecek, bizi cennetle taltif edecektir. Nitekim, Kur'an-ı Azimüşşan’da nefis ve malını Allah’a satan kimseye cennet vadedilmiş ve ebedi hayata davet edilmiştir.
Bu çağrı bütün dertlere deva, bütün hastalıklara şifa değil midir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın bizi yarattığını nereden biliyoruz, belki başka uzaylı bir yaratıcı daha vardır, diyen kişinin amacı nedir?
Soran : rukyail
Tarih: 16.03.2015 - 00:36 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu insanın amacı muhalefet etmektir. Ancak muhalefet etmek için böyle bir iddiada bulunan kişi, yine kendi tuzağına düşmektedir. Çünkü Allah'tan başka birisinin kendisini yarattığını iddia eden birisi, onu ilah olarak kabul etmiş olur. Böylece Kitap ve peygamberler göndererek, kendisini insanlara tanıtan Allah'ı kabul etmek yerine, farazi bir ilahı kabul etmeye mecbur kalmaktadır.
Uzaylının kendisini yarattığını iddia eden kişi, o uzaylıyı ilah kabul etmiş olur.Alim ve Kadir olan Allah'ı kabul etmek yerine bilmediği, tanımadığı, kendisinden bihaber olduğu bir ilahı kabul etmek gibi bir acziyet içerisine düşmektedir. "Allah'ı inkar edeyim de varsın bilmediğim bir ilahı kabul edeyim." demenin hiçbir delili ve mantığı yoktur. Bunu kabul etmek şeytanın maskarası olmaktadır.
Kainattaki düzen Allah'tan başka ilah olmadığını göstermektedir.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş'ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir." (Enbiya, 21/22)
Yerde ve göklerdeiki ayrı kudret sahibi bulunsaydı, durum ne olurdu? Onlardan yalnız birisi tasarruf ve tedbire sahipse, diğeri âciz ve noksan demektir. Âciz olan hiçbir zaman ilâh olamaz. İkisi de eşit kudrete sahip bulunsaydı, ayrı ayrı düzenlerin, sistemlerin bulunması gerekirdi, O takdirde bugünkü tek ve şaşmaz düzen olmazdı. İkisinin anlaşabildiğini ve tek düzen kurup birleştiklerini varsayalım; o takdirde iki illetin bir malûl üzerinde çarpışması ve sürtüşmesi gerekirdi. Böyle olunca da yine görünen nizam olmazdı. Birbirleriyle anlaşmazlık halinde olsalar, birinin yaptığını diğeri bozar, anarşi başlar ve düzen diye bir şey vücut bulmazdı.
Her biri düzen için cüz'î bir kudret ve illeti meydana getirmiş dersek, o takdirde her biri kendi kudretini tam olarak ortaya koyma imkânına sahip değildir. Bu durumda da ilâh olmaları düşünülemez.
İlâhlardan biri diğerinin illeti, o diğeri de kâinatın illetidir dersek, malûl olan ilâh illete muhtaç bulunduğu için ilâh olamaz. Hem o takdirde illet-malûl geriye doğru gider ve böylece illetler, malûller zincirinin öncesi ve başlangıcı olmaz, illet-mâlûl halkaları uzayıp giderdi. Bu da caiz değidir. Aynı zamanda ilâhlık vasfını temelinden yıkmaktadır.
İşte Kur'ân-ı Kerim bu gerçeği belirterek bize şu aydınlatıcı ana bilgiyi veriyor; "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu."
O halde bir olan, dengi, benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah; inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların, putperest azgınların, şüpheci beyinsizlerin vasfettikleri noksanlıklardan, mahlukî sıfatlardan çok yücedir, çok münezzehtir. Selim akıl bunun şahidi, sağduyu bunun açıklayıcısı, ilim bunun kanıtlayıcısı, imân bunun temel yapısıdır. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Enbiya, 22. ayetin tefsiri)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Bütün fiillerimizi Allah yarattığına göre, bizim suçumuz ne?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 01.04.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.
Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.
İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela, Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.
Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.
Kendi fiilinin yönünü belirleyebilen bir insan benim fiillerimi Allah yarattı öyleyse benim ne suçum var deme hakkına sahip olamaz. Böyle düşünmek insanın seçme iradesini değersiz hale getirmek olur. İnsanın bu seçme/tercihte bulunma niteliğini (irade) değersizleştirmek ise onun insan olma vasfını yok saymak anlamına gelir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah neden bizim gibi sıradan varlıkları yarattı?
Soran : katreigevher
Tarih: 30.01.2016 - 07:06 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Geçenlerde arkadaşım bana gelip: “Allah neden bizim gibi sıradan varlıkları yarattı? O kadar yüce biri neden bizim gibi sıradan varlıkları yaratıp zamanını boşa harcıyor? Sebep ne? Yani Hz Adem (a.s) neden yaratıldı bunun sebebi ne? Allah bizimle neden zaman harcıyor. '' dedi.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, insan o ağacın meyvesidir. Zira kainattaki bütün varlıklar insan için var edilmiş, insan da Allah için var edilmiştir.
Nasıl ki bir ağaç, her şeyiyle meyvenin gelişip olgunlaşmasına hizmet ediyorsa, aynen bunun gibi bütün varlıklar, canlısından cansızına kadar insanoğlunun hizmetine sunulmuştur.
Ve nasıl ki bir meyvenin çekirdeğini toprağa ektiğimizde, koskoca bir ağaç elde ediyorsak, işte bunun gibi kainatın meyvesi olan insanoğlunun, çekirdeği hükmünde olan kalbini, doğru yerlere ektiğimizde, kainatı aşacak kadar büyük bir iman, ubudiyet, kulluk, sevgi, gibi meyveler verecektir.
Demek ki, bir ağaç meyvesi için yetiştirildiği ve meyvesi de ağaçtan daha değerli olduğu gibi, kainat da insan meyvesi için yaratılmış ve kinattan daha değerli nadide bir varlıktır.
Bir başka açıdan bakıldığında, kainat bir fabrika ise, insan onun ürünüdür; kainat bir saray ise,insan o sarayn içindeki sultandır.
O halde, insanın bu yönlerine bakmak ve ona göre Allah'ın bize ihsan ettiği sonsuz nimetlerine dikkat çekmek gerekir.
Allah bu kâinatı yaratmış ki, sonsuz ilmini, kudretini, hikmetini, rahmetini göstersin.
Kâinata tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları, vahidiyet ve ehadiyet olarak iki şekilde tecelli eder.
Vahididyet Allah’ın isim ve sıfatlarının varlık alemine birden teceli etmesi, ehadiyet ise varlıkların her bir ferdine tek tek, ayrı ayrı tecelli etmesi anlamına gelir.
Her varlığı kendi konumunda tutması ve bu fani alemde geçici de olsa bir nevi bekaya mazhar kılmasına kayyumiyet sırrı denir. “Her şeyi ayakta tutan/varlıkta devam ettiren” manasındaki Kayyum isminin kâinattaki tecellisi olan kayyumiyet cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur/şuurlu meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var.
Yani nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. Öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir.
Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, başka hiç bir varlıkta bulunmayan bir genişliği, kapsamlı bir mahiyeti olduğu için bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.(bk. Nursi, Lem'alar, 353)
- Allah, insanı kâinata bir merkez yapmış, kâinattaki hikmetlerin büyük bir kısmı insanın hayatına hizmet edecek şekilde yaratmıştır. Küçük bir varlık olmasına rağmen, koca kâinatı içine almıştır. Kudret ve hikmeti sonsuz olan Allah, -insanın eliyle- yüz binler cilt kitabı içine alacak kadar geniş manevi kapsam alanına sahip ve bir tırnak kadar bile olmayan bir elektronik beyin yaratması, keza, koca bir güneş sisteminin modelini mikroskopla bile görünemeyecek kadar küçük bir atom sisteminde yerleştirmesi gibi, koca evren gibi geniş çaplı bir varlık armonisini küçük bir varlık olan insanda sahnelemiştir. İnsanın bu kadar önemsenmesi ve önemli bir konumda bulundurulmasının hikmeti, insanın mühim üç vazifesidir:
Birincisi: Kâinat çapında yer alan her türlü nimeti, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi insan vasıtasıyla dizip tanzim etmek. Evet Allah, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlamış, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirmiştir.
İkinci Vazifesi: Bir Zat-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’ın hitaplarına, muhatap olabilecek bir kabiliyet ve istidada sahip olmasıdır.
Gerçekten insanın, câmiiyeti/geniş kapsam ve kapasitesi itibariyle Allah’ın sözlü ve fiili/kevni mesajlarına en mükemmel bir muhatap olması ve büyük bir hayranlıkla Onun sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olması ve şuurlu bir varlık olarak bütün enva'-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanlarına şükür ve hamd ü sena etmesi, çok önemli bir vazifesidir.
Üçüncü Vazifesi: İnsanın kendi hayatı ile üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’a ve şuunatına ve her şeyi kuşatan sıfatlarına âyinedarlık etmektir/ayna görevini yapmaktır. (Geniş bilgi için bk. Lem'alar, s. 352-354)
- Özetle, insanın kapsamlı fıtratı, geniş kapasitesi, harika istidat ve kabiliyetiyle şu kâinat içinde bir ustabaşı, Allah’ın mucizevi sanatının ve saltanatının bir dellalı, yaratılış ağacının en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi, kâinatın küçük bir fihristi ve bir küçük bir örneği hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor olması ve bütün varlıkların hususi ibadetlerini külli manada yapabilen bir kul olması haysiyetiyle, ilahi hikmet onun yaratılıp yer yüzüne halife yapılmasını ön görmüştür.
Hz. Ali’nin dediği gibi, insan küçük bir cisimdir, fakat alemleri içine alacak kadar geniş, büyük bir varlıktır. (bk. Lemalar, a.y)
Allah, bir tane daha yaratıcı yaratabilir mi sorusuna neden paradoks deniyor?
Soran : Anonim
Tarih: 22.04.2018 - 00:01 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah (cc); bir tane yaratıcı yaratabilir mi sorusuna paradoks diye cevap veriyoruz ama buradaki paradoks nedir?
- Buradaki paradoks şey olabilir. Ortağı olamayacak olan Allah kendisine ortak yaratabilir mi?
- Bu olabilir ama aklıma şu takıldı burada da. Allah'ın ortağının olamayacağının delili nedir?
- Özellikle olamayacağının delilini merak ediyorum. Olduktan sonra düzen bozulabilir ama sonuçta olmuş olur?
- Bu soruya yaratabilirdi ama yaratmak istememiş diye cevap versek ehlisünnete muhalif midir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İslam dininin temel karakteristiği tevhid inancıdır. Allah’ın zatında sıfatlarında ve fiillerinde ortağı olmadığı, doğrudan doğruya kendisinin asıl fail olduğu hakikatidir.
Bu hakikat Kur'an ve sünnetle sabit olup, doğrudan iman denilen bireysel yönelişin temel kodu olmazsa olmaz esasıdır. Bu temel kod kendisini doğrudan ilahi yaratıcılık sıfatında gösterir.
Meleklerin ve fiziki kanunların hiçbirisinde bu yaratıcılık esası bulunmaz. Onlar kendileri de yaratılmış varlıklar olarak Allahu tealaya ait olan yaratma eyleminin mülk ve melekut aleminde derecelenmelere göre temsili görevini yaparlar.
Bilinmelidir ki Allah Teala'nın yaratma fiili onun zatı gibi misli ve benzeri olmayan bir fiildir. Halık ya da yaratıcı isminin kullanılması yalnızca isimlendirme içindir. Yoksa bizim herhangi bir şeyi yapmamıza hiçbir cihetten benzemez.
Dolayısı ile kendi zihnimizdeki beşeri ölçülerle mümkün ya da olabilir gibi akıl yürütmelerle onu değerlendiremeyiz.
Öte yandan akli ölçüler sadedinde bir yaratıcıdan sonra ikinci bir yaratıcının olabilirliğini düşünmek kurgusal bir tanrı anlayışına bizi götürecektir.
Tarih boyunca Agnostik olarak isimlendirilen pek çok sapkın akım Demiurg adıyla ikincil, üçüncül tanrılar edinmiştir.
Ehl-i sünnet anlayışı böylesi bir düşünceden uzak olmak bir yana, tüm tarih boyunca bu tür düşüncelerle mücadele eden bir karşıtlıkta olmuştur.
Arabayı yaratan Allah'tır, bilgisayarı yaratan Allah'tır." gibi ifadeleri nasıl anlamalıyız?
Soran : kartalbozo
Tarih: 15.09.2011 - 00:03 | Güncelleme:
Soru Detayı
Bir yerde okuduğum, "Arabayı yaratan Allah'tır, bilgisayarı yaratan Allah'tır." gibisinden ifadeler kafamı karıştırdı. - Bu ifadeleri nasıl anlamalıyız; izah eder misiniz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu ifadelerden şunu anlamak gerekir; Allah yaratmıştır arabaların ve bilgisayarların bütün ham maddelerini. İlgili teknolojiyi insanlara ilham eden, dolayısıyla insanlara onu yaptıran Allah’tır.
Nitekim taştan, ağaçtan put yapanlara hitap eden Hz. İbrahim’in sözlerini hikâye eden,
“Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah'tır."(Saffat, 37/96)
mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır.
“Yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.” mealindeki ifadeye alimlerin birbirine yakın iki yaklaşımları vardır:
Birincisi; ayetteki “M” masdariyedir. Buna göre ayetin manası şöyledir: “Sizi de sizin yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” Çünkü sizin her şeyinizi, maddî-manevî bütün donanımlarınızı; ellerinizi, ayaklarınızı, aklınızı, gücünüzü, hülasa her şeyinizi yaratan Allah'tır. Bu sebeple, sizin Allah’ın size verdiği donanımlarla yapacağınız her şey gerçekte Allah’a aittir.
İkincisi; "MÂ" mevsuledir, ayetin manası şöyledir: “Sizi de yaptığınız şeylerin maddelerini de yaratan Allah’tır.”
Bu iki yaklaşım da doğrudur ve birbirini tamamlayan mahiyettedir. Buna göre, ayetin manasını şöyle açıklayabiliriz:
“Size iş yapma gücünü veren de yaptığınız nesnelerin maddelerini yaratan da Allah’tır.”
Örneğin, bilgisayarın bütün ham maddelerini, bu maddelerin bilgi akışını sağlama ve onun kaydını yapma kabiliyetini, bilgileri sayacak bir mekanizma olma becerisini yaratan, özetle bilgisayara bilgileri öğretip matematiksel şifrelerle o bilgileri saydıran Allah olduğu gibi, bu bilgisayarı yapan insanlara bunun nasıl yapılacağını ilham ve yardımlarıyla yaptıran da Allah’tır.
İsteyen, tercih eden insan ise de yaratan Allah'tır.
- Allah'ın sonsuz yaratma gücü ile sınırlı bir kainatın varlığı çelişkili değil midir?
- Allah en büyüktür ve kendisinden daha büyüğü yoktur, düşünülemez. Yaratma gücü sonsuzdur. Allah'ın kendisinden daha büyük bir şeyi yaratması hususu çelişkiye düşüyor. Fakat sınırlı bir kainatın olması da sonsuz yaratma sıfatı ile çelişkiye düşmez mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Yaratma sıfatının sonsuz olması, sınırsız bir evreni gerektirmez; evrenin de bir sınırı vardır.
- Yaratma sıfatı dahil Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Fakat sıfatların sonsuz olmaları tecellilerinin bulunduğu tecelligâhlarının da sonsuz olmasını gerektirmez. Sıfatların ezeli / önsüz olmaları, onların tecelli ettiği aynaların da ezeli olmasını gerektirmediği gibi, onların sonsuz olmaları da bu aynaların sonsuz olmalarını gerektirmez. Mesela:
Bizim on dairelik bir kuvvetimiz olduğu hâlde, yaptığımız dairelerin beş olması bir çelişki değildir. Keza, motoru, enerjisi ve diğer donanımları itibariyle bin km. bir hızla hareket edebildiği halde, elli km. hızla hareket etmesi, bir çelişki değildir. Hızın ayarlanması kaptanın / şoförün elindeki gaz, fren ve benzeri alet ve edevatı arabanın hızını sınırlayan tercih ve iradesine bağlıdır.
Bunun gibi, Güneş sistemini bir atom sisteminde sınırlayan Allah’ın iradesi ve tercihidir.
Umarız, bu pencereden hakikatin yüzüne bakıp sineklerden yıldızlara farklı yaratıkların farklı güç ve kuvveti gösteren gerçeğin kapılarını açabiliriz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, kendisinde olmayan özelliği yaratmaz mı?
Soran : HacıYusuf
Tarih: 10.09.2020 - 20:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İslam'da Allah (c.c.)’ın kendisinde olmayanı yaratmayacağı şeklinde ifadeler geçiyor mu?
- Allah (c.c.)’ın kendisinde olmayan acizliği yaratması, kendisinde olmayan şeyleri de yarattığını ispatlamaz mı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Acizlik, bilgisizlik, ölüm, cansızlık, rızıklanmaz, belirli sınırlarla verili sıfatlarla donatılmak yaratılmışlığın yani Allah olmayışın vasıflarıdır. Bunları yaratmak, yaratılanların mahiyetine uygun davranmak anlamında bir güç, bilgi ve irade gerektirir.
Varlıklar ezeli olmadıkları için, özleri gereği sınırlı olmak zorundadırlar. Dolayısıyla sınırlı olanı yaratmak ve öncesiz olanları var kılmak tam bir iktidar ve iradeyi gösterir.
Allah Teala'nın kendi zatında bulunmayan şeyleri var kılması onun kudretini gösterdiği gibi, bu yaratılmışların var edilmesi ilahi sıfatların görece olarak varlığını gösterir.
Örneğin mahlukatın acizliği kudretin tamlığını, bilgisizliği ilmin mükemmelliğini gösteren ayinelerdir.
Mutlak olanın tezahüründe açığa çıkan dereceler ve görelikler, mutlağın sonsuzluğuna eş olarak sonsuzdur.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın fiilleri mahluk mudur?
Soran : Anonim
Tarih: 11.12.2014 - 09:33 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İçinden çıkamadığım bir soru: Allah'ın zatında değişiklik olmuyor, ama ilk defa yaratmaya başladığında bir değişiklik olmuş gibi durmuyor mu?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın bütün sıfatları ezelidir. Fakat bu sıfatların tecellisi olanlar, sonradan yaratılmıştır. Yani Allah’ın fiili mahlûk olmayıp; yaratılan her şey mahluktur.
Bunda bir tuhaflık yoktur.
- Mesela; bir insan doktor olmuş, fakat başka işler yapmış, yıllar sonra doktorluk mesleğini icra etmiş olabilir. Onun yıllar sonra doktorluk fiilini icra etmesiyle onda bir değişiklik elbette olmaz. Bunun gibi; Allah’ın sonradan eşyayı yaratmış olması, onda bir değişiklik anlamına gelmez.
- Kaldı ki, yaratılan her şey, ezelde -ilmî hüviyetiyle- Allah’ın ezeli ilminde mevcuttur. Söz gelişi, Halık ismi bir şeyi yaratırken, o ezeli ilimde var olan keyfiyet üzerine yaratır; İlm-i ezeli dairesinde yer alan vücud-u ilmisini / ilmî mahiyetini, kudret-i ezeliye dairesine alır, vücud-u harici giydirir.
- Hiç bir şey yoktan kendi kendine var olamaz. O zaman bir şey hep vardı. Bu şey akılsız, güçsüz de olamaz. Çünkü insan gibi sanatlı bir canlı meydana getirmiş. Öyleyse bu yaratıcı çok güçlü ve bilgili biridir. Ama bu yaratanın Allah olduğu bilinemez. Başka bir yaratıcı da olabilir. Allah’ın her şeye gücü yeter bu yaratanın her şeye gücü yetmiyor da olabilir ama yine de güçlüdür. Çünkü insanı yaratmış. Bu yaratan her şeyi bilmiyor da olabilir. Belki de bilgisinin son sınırı insan gibi bir canlı yaratmaktır. Kuran’ı ve peygamberleri göndermiş. Ama şöyle ki:
- Bu yaratan bu peygamberlere kendisini sonsuz güçte tanıtmış ve yalan söylemiş olabilir. Yani yaratanın Allah olduğunu bilemiyoruz. Yalancı her şeyi bilmeyen bir yaratıcı da olabilir mantıken. Bu mümkündür.
- Diyen birine ne cevap vermeliyiz?
- Bizi yaratanın Allah olduğunu nasıl biliriz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle soruda yürütülen mantık kendi içinde çelişiktir.
Zira “Allah’ın her şeye gücü yeter.”yargısı, teorik bir iddia değildir. Aksine burada kullanılan “her şey” ifadesi evrende var olan her şeyi kapsadığı gibi, var olmayanları da var etmemekle kapsamaktadır.
Yani “Allah’ın her şeye gücü yeter.” demek, hem var etmeye hem de var etmemeye gücü yeter, anlamına gelmektedir. Bu ise zaten (var olanlar ve olmayanlar) realiteyi ortaya koyar.
Dolayısıyla, var olanları var etmeye ve var olmayanları da var etmemeye gücü yeten bir yaratıcıdır.
“Bilgisinin son sınırı insan...” ifadesi de sorunludur.
Zira yaratılmış olan insanın bilgisinin de bir sınırı yoktur. Ne kadar yeni bilgi olursa olsun onları bilmeye muktedir bir mahiyet söz konusudur. İnsan bilgisinin sınırları yoktur. Sadece sonsuzca ilerleyen bir bilgilenme süreci söz konusudur.
O halde yaratıcının bilgisinin sınırını konuşmak abestir.
Diğer tutarsız ifade ise “yalan” kavramı ile yaratıcının ilişkilendirilmesidir.
Zira “yalan”, bir şeyi öyle olmadığını bildiği halde olduğundan farklı göstermektir. Var olan ve var edilmeyen şeylerin hepsi, oldukları gibidirler. Kendi gerçekliklerinin fenomenleridirler.
Yalan yalnızca şeytanda ve bir şeytan fiili olarak insanda mevcuttur. Bunun nedeni ise, asıl gerçeklik Allah olduğu halde bu gerçekliğe dayanmamaktan kaynaklanan istisnailiktir. Bu istisnailik de sonuçta doğruyu ifade etmektedir. İfade edilen doğru ise Allah'a dayanmamak gerçekliğinden ibarettir.
Ancak bu dayanmamak olgusal bir gerçeklik olmayıp, vehmi (kurgusal) bir dil oyunundan ibarettir. Zira bu işlem de ilahi takdirin bilgisi ve izni dâhilinde yaratılmaktadır.
Eğer bu izin verilmemiş olsa, insanın özgür iradesinden de bahsedilemezdi. Dolayısıyla iradenin gereği öznelerce hak edilmiş derecelenme söz konusu olmayacaktı.
Sonuçta Allah ism-i şerifinin delalet ettiği yüce yaratıcımızın camiliği (kapsayıcılık) dir.
Allah kelimesi, Cevşen adlı Peygamber Efendimiz (asm)'in duasında, bin bir olarak ifade edilen tüm ilahi nitelik ve isimlerin toplamından zuhur eden zatlığın ismidir.
Yine “bin” “bir” ifadesi ile çokluk ve birlik arasındaki paradoksal zıtlığı bir araya getiren anlamı da ifade edilmektedir.
Yine hadislerde beyan edilen 99 esma ise, Allah isminin içindeki esmaları saymakta, onların cemi olarak yüzüncü de Allah ismi olmaktadır.
Bu isimlerden birisi de “sadıku’l-va’d” doğru sözlü olandır.
Yaratılmış olan insanların hangi dinden hangi görüşten olursa olsun, şeytanlaşmamış bir şekilde vicdanı tefessüh etmemiş hangisine sorsak, yalanı ret edecektir. Üstelik bu tüm insanların doğuştan getirdiği bir değerdir.
O halde bu yalanı ret ediş ve kabul etmeme yaratandan kaynaklanmaktadır.
Allah ismi aynı zamanda bir negation olarak bazı nitelikleri de ret eder.
Buna göre yalan söyleyen, zulüm eden, abesle iştigal eden Allah olamaz.
Oysa Allah’tan başka tarih boyunca edinilen sahte ilahlar, her türlü gayrı ahlaki niteliklere sahiptirler.
Bu konuda antik Grek mitolojisi batıl itikatların tanrı anlayışlarının absürtlüğünü net olarak ortaya koymaktadır.
Unutulmamalıdır ki hem mantıksal olarak hem de olgusal olarak Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olma ve bütün kemal sıfatları ile de muttasıf olma mertebesinin adıdır.
Descartes’in ontolojik argümanında belirttiği gibi, bu mertebenin bilgisi zihnimizde mevcuttur. Bu bilgi bize noksan olan kendimizden ya da evrenden gelemeyeceğine göre, açıktır ki bizim ve evrenin dışındaki yaratıcımızdan gelmektedir ve onun zatına has olan bu mertebenin ismi de Allah’tır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah'ın evreni yaratma sebebi olan insan, evrende neden bu kadar az yer kaplıyor?
Soran : yudoerts
Tarih: 31.07.2015 - 02:30 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- İnsanın az yer kaplaması, maddi açıdandır, yoksa manevi olarak kainatı içine alan çok nadide bir sanat eseridir. Bir çekirdeğin, bütün ağacı ve özelliklerini içine alması ve küçük bir ağaç olması gibi, insan da kainat ağacını ve kainatın bütün özelliklerini içine alan küçük bir kanattır.
- Bir insanı bütün olarak değerlendirdiğimizde, onun kalbi ona denktir denilebilir. Bunun gibi, büyük bir insan hükmünde olan kainata, o kainatın kalbi hükmünde olan insan da kainata denktir denilebilir.
- Ayrıca çok değerli ve çok kıymetli şeyler az olur. Madenler içinde altın, taşlar içinde elmas azdır. İşte, Allah'ın bu adeti, kainat içindeki insanlar için de geçerlidir.
- Diğer taraftan,insanın evrenin en mükerrem varlığı olması, demek değildir ki, evren yalnız insan için yaratılmıştır. Çünkü, insanı pek az ilgilendiren milyarlarca gezegen vardır. Allah’ın evreni yaratmasının önemli bir maksadı, kendi isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek, sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin maharetlerini ortaya koyan tezahürlerini göstermektir.
- Bununla beraber, Allah insanoğlu için yeryüzünü bir yaşama mekanı olarak seçmiştir. İnsan evrenin en mükerrem varlığıdır. Bu açıdan insan evrenin bir nevi sebebi gibidir. Çünkü bir ağaçtan maksat meyvedir. Evren ağacının meyvesi de insandır.
Yeryüzü, göklere nispeten küçük bir mekân olmakla beraber, bütün göklere karşı muvazeneye gelmektedir. Nitekim, Kur’an’da sürekli olarak “göklerin ve yerin Rabbi” gibi ve benzeri ifadelerde daima yeryüzü tartının bir kefesine, gökler ise diğer kefesine konulmuştur.
- Kur’an’da ifade edildiği üzere, insanoğlunun topraktan yaratılması, öldükten sonra yine toprağa konulması, daha sonra tekrar topraktan çıkarılması, onun topraktan bir mekân olan yerküresinde yaşamasıyla örtüşmektedir.
- Allah, evrenin bir fihristi, bir küçük örneği olan insanoğlunu, kâinatın bir fihristi ve küçük bir örneği olan yerküresinde ikamet ettirmesi, ontolojik belagat üslubu içinde son derece hikmetli düşmüştür.
Allah’ın, kainatı küçük mikyasta içine alan yerküresini maddi-manevi bakımdan bütün varlıkları küçük mikyasta içine alan insanoğluna ikametgâh yapması Onun kusursuz, israfsız iktisat prensibi yansıtması bakımında da çok manidardır.
- Burada sorunun cevabını özetleyen enfes bir açıklamayı vermek uygun olur diye düşünüyoruz:
"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir.
Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür.
İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten;
- bütün kâinatın kalbi, merkezi,
- bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi
- ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi
- ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi
- ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı
- ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı
- ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı
- ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı
- ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
İşte, arzın (yer küresinin) bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ (göklerin ve yerin Rabbi) der.” (Nursi, Sözler, s. 177)
Allah her şeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insanı yarattı?
Soran : Abdulhadi450
Tarih: 15.07.2006 - 14:37 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Yani her şeyi biliyor, yaratırsa ne olacağını da. Peki bunu bilmesine rağmen neden acı da çekebilen biz insanları yarattı?
- Allah bütün bunları biliyorsa, örneğin neden bir çocuğun babasını kaybettiğinde duyduğu acıya katlanmasına razı oldu?
- Bu acı onun için önemsiz midir ya da çocuğun acısını mı anlayamaz?
- Neden bir yaratma ihtiyacı duydu; Allah bunu neden yaptı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir.Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.
Allah her şeyi kemaliyle bilendir.Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve aklen biliriz.
Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.
Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah, la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.
Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:
1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.
2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.
3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.
4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.
5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.
6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.
İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.
Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.
"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..." (İsra, 17/44)
mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.
Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.
İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.
"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)
Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.
Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.
Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.
İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.
Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:
"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.
Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.
Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.
Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.
Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.
Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.
- Ezelde Allah'tan başka bir şey yok iken, Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Allah,mevcudatı yaratmadan önce gizli bir hazine idi, bilinmeyi sevdi ve mevcudatı yarattı. Allah mevcudatı yaratmadan önce kendi zatının hayranıydı.
Temsilde hata olmasın; çok maharetli bir insan düşünelim. Bu insan maharetlerini sanatlarla eserlerle ortaya koymamış olsun. Ancak bilkuvve (potansiyel) olarak onun bütün özellikleri ve maharetleri vardır. Bu insan kendi maharetlerini bilmektedir ve vardır. Ortaya bir eser koymasa da bu kişinin isimleri, sıfatları, ünvanları vardır. Bunu başkaları bilmese de o şahıs biliyordur.
Allah'ın sadece tekvin değil, diğer isim ve sıfatları da bilkuvve olarak ezelden beri vardır. Varlık ayrı şey, o varlığın tezahür etmesi ayrı şeydir. Tezahür etmemiş, yani görünmemiş bir sıfat veya özelliğe yok denmez. Çok güzel heykel yapma özelliği bulunan bir heykeltıraş hiç heykel yapmasa da heykeltıraşlık kabiliyeti bu kişide vardır.
Allah hiçbir şey yaratmamış olsa da yine yaratıcılık sıfatı onda vardır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur, ne demektir?
Soran : Anonim
Tarih: 26.10.2015 - 06:20 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Şeytan ve nefsin yaratılması da mı şer değildir.?
- Buna örnek verebilir misiniz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- “Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur.” demek, “Allah’ın yarattığı fiillerinde hedef şerrin yaratılması değil, hayrın yaratılmasıdır.” demektir. Demek ki, yaratılan her şey hayırlı neticeler içindir. Bazıları bu yaratılanları kötüye kullanırsa, onu kötüye kullanan kişi kendisi hakkında kötülüğe neden olmuştur. Dolayısıyla onun sorumluluğu da kendisine aittir.
Örneğin, yağmurun yaratılması tamamen hayırdır. Bazıları tedbirsizliğinden veya başka bir nedenden dolayı yağmurdan zarar görse, yağmurun yaratılması şerdir diyemez.
Ayrıca, ateşin yaratılması da bütünüyle hayırdır. Ancak bazıları ateşe elini sokup yaksa, ateşin yaratılmasının iyi olmadığını söyleyemez. Çünkü ateç onu yakmak için yaratılmamıştır.
Aynen bunlar gibi, nefis ve şeytan gibi varlıklar da hayırlı neticeler için yaratılmıştır. Bazıları bunları yanlış kullanarak zarar görse, bunun sebebi onu kötüye kullananlardır. O halde yaratılması hayırdır ve gözeldir, onun kötüye kullanmak şerdir ve bu şerrin sebebi de onu kötüye kullanan kişiye aittir.
Ancak hayrın yaratıldığı fiillerde “şerr-i kalil” denilen az bir şerrin bulunması, kâinattaki düzenin kaçınılmaz bir yan etkisidir.
Bir kural vardır: “Şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Aksi takdirde şerr-i kesir olur.” Yani, az bir şer/kötülük olmaması için büyük bir hayır terk edilmez. Az bir şer/kötülük gelmesin diye pek çok hayırlı işleri terk etmek büyük, çok şer/kötülük olur.
Mesela, yüz yumurtayı kuluçka işlemine tabi tutarsanız, bundan 10 tanesi cılk çıksa, 90 tanesi civciv olsa bu büyük bir hayır olur. Eğer bu 10 tanenin cılk çıkmaması için bu işlemi iptal ederseniz, o zaman yüzde yüz zarar olur ve “çok şer” olur. Hatta 90 tanesi cılk çıksa, 10 tanesi civciv olsa yine bunda büyük bir hayır olur.
- İşte Allah’ın mülkünde yaptığı tasarruflar sonuçta bazı yaratıklar açısından şer olsa da genel çerçevede lütuf, hikmet ve fayda içermesi bakımından hep hayra yöneliktir.
Şer ise bir düzenlemeyi yerli yerinde yapmamak, yapılması gerekenin dışında gerçekleştirmektir. Allah’ın yaptığı düzenlemeler için bu durum söz konusu değildir.
Nitekim, Allah’ın bazı isim ve sıfatları O’nun şerri işlemediğini, fiillerinin bütünüyle hayır olduğunu kanıtlar. Mesela Selâm, Kuddûs, Hakîm ve Hamîd gibi isimleri O’nun ayıp, hata ve kusurlardan, şerri işlemekten münezzeh bulunduğunu ifade eder.
- Allah’ın fiilleri umumi neticelere bakar. Bu neticelerin geneli mutlaka hayırdır. Hususi bazı neticeler şer olsa da o geniş yelpazedeki hayırlar arasında adeta kaybolur gider. Az önce de ifade ettiğimiz gibi yağmurdan veya ateşten bazı kimselerin hususi manada zarar görmesi, yağmur ve ateş nimetinin o külli hayır cihetini küçük düşüremez.
Demek ki, Allah’ın fillerinin hepsi hayırdır. Büyük bir kısmı doğrudan hayırdır, çok küçük bir kısmı ise dolaylı hayırdır. Bu sebeple: “Allah’ın fiillerinde (gerçek anlamda) hiçbir şer yoktur.” demek doğru bir tespittir.
Tercihlerimizin hiç mi önemi yok, onlar da mı Allah’tan?
Soran : HacıYusuf
Tarih: 15.10.2023 - 20:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu hadisler sahih mi, sahih değillerse bile şiddetli zafiyet taşıyorlar mı?
* Bu hadise göre çabalarımız Allah’ın takdiri ile oluyor.
- HADİS: Ebû Huzâme’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, babası Allah Resûlü’ne (s.a.v.) şöyle sormuştur: “Ey Allah’ın Resûlü! Şifa niyetiyle yaptığımız okumalar, tedavi olduğumuz ilaçlar ve korunma tedbirleri, Allah’ın takdirinden bir şeyi geri çevirir mi?” Resûlullah, “Onlar da Allah’ın takdiridir.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tıb, 21)
- Hadisteki “tabiatlandırılmıştır” ifadesine göre Hızır’ın öldürdüğü çocuğun seçim şansı olamazdı.
- HADİS: Ubeyy İbn Kâ’b (radıyallâhu anh) şöyle dedi: Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu:
− Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp bürüyecekti!..
* Burada ise emek çekip didine geldikleri şey için, yani çaba sarf etmelerinin kaderden kendilerine isabet eden bir şey olduğu yazıyor.
- HADİS: Müzeyn kabilesinden iki kişi Rasûlullâh’ın yanına geldiler ve şöyle sordular:
− Yâ Rasûlullâh!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan bir kaderden olarak, kendilerine isâbet eden bir şey midir?.. Yahut Nebi ve Rasûllerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sâbit olan şeylerden olarak, kendilerinin karşılayacakları şeyler içinde midir?..
- Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Aziz ve Celil olan Allâh’ın kitabında bunun tasdiki şu âyettir: “Nefse (bilince) ve onu düzenleyene; sonra da ona (bilince) hem fücurunu (Hakk’tan ve sistemden sapmayı) ve hem de takvasını (korunmasını) ilham edene ki..."
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İnsanın özgür iradesiyle ilgili yaptıklarının Allah'tan olması konusu, yaratma anlamındadır. Kul ister, Allah yaratır demektir. Yoksa "Kulun tercih hakkı yoktur -haşa- Allah kulu zorla tercih ettirir." şeklinde anlamak yanlıştır, büyük hatadır, iftira olur.
Bu konuda derin manalarının bilinmesi gerekir. Bunun için de en kısa, kolay ve amacına ulaştıran bilgi, "kader"in ne olduğunu bilmektir.
Mesela, sorudaki hadiste yer alan “Onlar da Allah’ın takdiridir.” manasındaki ifadede kaderin her şeyi zorla yaptırdığını bildirmiyor. Bilakis, -söz gelişi- içilen ilacın şifaya vesile olup olmaması da bir kader olduğu bildirilmiştir. Bu şu demektir:
Kader, Allah’ın ilminin bir nevidir. Yani olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyi Allah ezelî ilmiyle bilmektedir. Kuran’da defalarca “Allah her şeyi bilir.” mealindeki ayetlerin varlığı bunun kesin kanıtıdır.
- Peki, Allah’ın her şeyi bilmesi, bizim elimizi kolumuz bağlamıyor mu?
Hayır! Çünkü kader ilim nevindendir. İlim sıfatı ise, kudret gibi yaptırım gücü yoktur. Bir şey nasıl olacaksa öyle bilinir. “İlim maluma tabidir.” şeklindeki kaidenin manası da budur.
Kaderin takdir sahası iki şekilde takdir edilebilir:
Birincisi: İnsanın dini imtihan sınırlarının dışında cereyan eden kader: Mesela, anne-babamız, yaratıldığımız zaman ve özgür irademiz dışında hayatın binlerce yansıması bu türden bir kaderdir. İnsanoğlu bundan sorumlu değildir. Boyu kısa, uzun, kişinin teni, zenci, sarı beyaz vs. gibi ontolojik durumların bu sahada olan enfüsi ve afaki olayların hiçbirinden insanoğlu sorumlu değildir. Ancak, bunları özgür iradesiyle nerede ve nasıl kullandığından sorumlu olur.
İkincisi: İnsanın imtihan alanında cereyan eden kaderin varlığı. Bu kaderin iki yansıması vardır.
- İnsan gücünün dâhilinde olan işler. Bu çeşit işlerden veya işlerin bu kısmından insan sorumludur. Mesela, Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmek, ona göre hareket etmek, şeriatın emirlerine uymak, yasaklarından uzak durmak insanın gücü dâhilindedir ve yaptığı kötü işlerden kendisi sorumludur.
- Diğeri insan gücünün dâhilinde olmayan işler. Bu durumda yapılan kötü bir işin insanların gücünün dâhilinde bulunan bölümü insan aittir; sorumluluğu da kendisine aittir. Bu işin içinde bulunan ve insan gücünü aşan -icat ve yaratmaya dayanan- kısmı ise Allah’a aittir.
Buna göre, yapılan kötü bir işin bir bölümün faili insan, bir bölümünün faili / mucidi de Allah’tır. İnsan gücünün içinde olan kötü işlere teşebbüs edildiği zaman, Allah iki şekilde buna müdahale edebilir:
Birincisi: İnsanın yaptığı işi -ne kadar kötü olursa olsun- onun yapmak isteyip de yapamadığı kısmını yaratmak suretiyle ona yardımcı olabilir. Örneğin; tabancayı alıp, mermiyi koymak, bir adama nişan alıp tetiği çekmek, insanın özgür iradesi bağlamında tahakkuk eden bir husustur. Fakat, bütün bu çabalarına rağmen öldürmek istediği kişi ölmeyebilir.
İşte eğer Allah bu kişinin ölümünü yaratır ve canını alırsa, bu bir adalettir, insanın hür bir varlık olmasını sağlayan bir durumdur; fakat sonucundan kendisi sorumludur.
İkincisi: Normal şartlarda ölmesi gereken bu adamı Allah öldürmeyebilir. Bu ise bir lütuftur, bir ikramdır, bir atadır. Çünkü kurşunlanan adam ölseydi, öldüren kişi katil olacağından hem dünyada hem ahirette ceza çekerdi. Maktul da hayatını kaybederdi. Allah’ın bunu gerçekleştirmemesi, her iki taraf için ilahi bir lütuftur.
Soruda geçen hadis-i şeriflere gelince:
İki hadis-i şerif de sahihtir.(1)
Her iki hadiste de ifade edilen mana, olmuş, olan ve olacak her şeyin Allah’ın ilminde olmasıdır, Allah’ın ilmi sonradan olmaz, ezelî ve ebedidir, değişmez demektir. Bu nedenle olacağı haliyle Allah’ın ilminde olduğu ifade edilmiştir.
Hz. Hızır aleyhisselamın Allah’ın izniyle öldürdüğü çocuk eğer büluğa erseydi iman etmeyip kâfir olacaktı diye tevil edilir. Vefat ettiğinde çocuk olduğu için kâfir olduğu söylenemez.(2)
Demek ki, Hz. Hızır'ın öldürdüğü çocuk şayet yaşasaydı anne babasını isyana ve küfre zorlayacaktı.
Tercümede geçen "tabiatlandırılmış" ifadesi ayetlerde de geçen "mühür vurma" demektir. Mühür vurmanın, damgalamanın ve perdelemenin anlamı, adlandırmak, hüküm vermek, onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir.(3)
Çünkü Allah Teala ilim, hikmet ve adalet sahibidir. Kullarını, onların irade ve etkileri olmayan bir sebepten dolayı ayıplaması, cezalandırılması düşünülemez.(4)
Şu hâlde Allah, kâinatta var olan ve olacak her şeyi, mahiyetini bilmediğimiz bir kitapta kayıt altına almıştır. Ancak bu yazma işi onun ilmi ile ilgili bir durum olup bizleri cebre zorlamaz. Bu yazma bir hüküm değil ihbar şeklindedir yani Allah’ın geleceği de bildiğinin haber verilmesidir.(5)
Diğer taraftan, sorudaki ikinci hadis-i şerifin sonundaki ayetin meali şöyle verilebilir:
“Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun!” (Şems, 93/7-8)
Sonuç olarak:
Allah, iradesi ve yaratması noktasında mutlak tektir. Bu bağlamda hidayet ve dalalet gibi insan için olan bütün fiiller Allah'a nispet edilmektedir. Allah kendi fiili ile nitelendirilmiştir.
"Allah’ın fiili" demek her şeyi, o şeye en uygun olacak şekilde yaratması demektir. Allah kendi fiilini ya lütuf ya da adalet ilkesiyle gerçekleştirir. Bu iki yöntemden hangisiyle olursa olsun ona izafe edilen her fiil yarattı manasıyla gerçekleştirilmiş olur.(6)
Bunun yanında iradesi yönüyle de fiiller insana nispet edilmektedir.
İnsanı, hidayet ve dalalet noktasında cebir altında gösteren hadisler, Allah'ın mutlak ilmine, iradesine ve kudretine dikkat çekerken, bu noktada insanın hürriyetine vurgu yapan hadisler ise, Allah'ın üstün kudretinin sınırları dahilinde insanın irade ve kudretinin olduğunu göstermektedir.
İnsanların, ceza ve mükâfat görmelerine sebep olacak durumlara girmeleri, Allah'ın onları zorlamasıyla olacak değildir.
İnsanlara, irade ve tercih gibi imkânları veren Allah'tır. İradeyi, onun rızasına veya gazabına yönelik kullanan insandır.
İnsan dünyadan ahirete göç ettiğinde tercihlerini de yanına almaktadır. Ya cenneti kazanacak tercihlerle göç edecek ya da cehennemi hak edecek tercihlerle göç edecektir.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin "Kader Risalesi" cehalet hastalığının şifa bulmasına en müessir bir ilaçtır.
1) bk. Müslim, Kader, 29, 8.
2) bk. Nevevi, Şerhu Müslim ilgili hadisin şerhi.
3) Kurtubi, Tefsir 5/548.
4) DİB. Kuran Yolu, 1/76:
5) Ebû Hanîfe, Nu’man b. Sâbit, el-Fıkhu’l-Ekber (İslam'ın İnanç Esasları), trc., İsmail Bayer, İhtar Yay., Ankara, 1992, s. 15.
6) Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 401.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın “Kün” emriyle mi eşyaya vücud veriliyor?
Soran : Anonim
Tarih: 28.04.2020 - 12:53 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
“Tabiat kanunları” denilen şeyler, gerçekte Allah’ın kudretinin tecellilerinden başka bir şey değildir. O, bu kanunlarla âlemde icraatta bulunmaktadır.
Göklerin ve yerin Allah’ın yaratmasıyla yokluktan varlığa gelmeleri, yoktan yaratılmış insan için anlaşılması güç ve derin bir meseledir. Kur’an, sekiz ayetinde Allah’ın "Kün" emriyle, yani “Ol” demesiyle eşyaya vücut verildiğini bildirir. Mesela şöyle buyrulur:
“Onun emri, bir şeyi murat edince, ona sadece ‘ol’ demektir, o da olur.” (Bakara, 2/117; Âl-i İmran, 3/47-59; En’am, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; Yâsîn, 36/82; Mü’min, 40/68 ayetler)
“Ol” emri, ilahi iradenin mahlûka teveccühüdür.(Seyyid Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, V, 2978) Bu ifade, Yaratıcı ile yaratılmışın alaka nev’ini ifade eder. Şu görülen varlıkların Yaratıcıdan nasıl vücuda geldiğini anlatır. Ancak bu nafiz iradenin eşya ile ittisalinin nasıl olduğu beşer idrakine kapalıdır. (Kutub, age., I, 106)
Ayetteki “…o da olur” kısmı, oluş sürecinin başlamasını ifade eder, yoksa her şeyin bir anda her şeyiyle ve bütün ayrıntılarıyla hemen oluverdiğini anlatmaz. Çünkü Allah eşyayı sanatlı bir şekilde yaratmayı murat etmiştir. Mesela insanın ana rahmindeki devrelerinin her birinin nice hayret verici halleri vardır. Yoksa insan faraza birden kırk yaşında yaratılsa, kırk yıla kadar geçen ve her biri nice güzellikler taşıyan bebeklik, çocukluk, gençlik gibi hayat devreleri ve bunların her anındaki ayrıntılar hiç görülmeyecekti. Ayetteki fiilin geniş zamanla ifade edilmesi bu mühim gerçeği anlatmaktadır. Yani bu oluş, takdir edilen bir süreyi içine alır. Diğer varlıklar da genelde böyle tedrici bir tarzda yaratılmaktadır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratıcı, bu kadar büyük kainatta insan ile nasıl ilgilenir?
Soran : Anonim
Tarih: 26.02.2016 - 00:57 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu kadar büyük âlemleri idare eden bir yaratıcının, insanla ve insanın sosyal yapısı ile ilgili hükümler koymasını, insana değer vermesini aklına sığdıramıyor.
- Ona göre, gerektiğinden çok büyük olan âlem zaten yaratıcıya yeterince meşguliyet getiriyor. İnsanla ilgilenmesine zaman kalmamalı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Soru:
Lütfen bu konuda bir şeyler yazın kafam çok karışık !!!!!
Evrende dinin yeri
Bir ziyaretçimizin sorusu böyle başlıyor ve 7 sayfa devam ediyor. Yedi sayfalık sorunun özeti şu:
Kâinat uçsuz bucaksız bir yapıda. Galaksiler birbirinden ışık yılı ile ifade edilen uzaklıklara sahip. Galaksilerin kendi içerisindeki yıldızlar arasındaki uzaklıklar da böyle.
Dolayısıyla, soru sahibi, bu kadar büyük âlemleri idare eden bir yaratıcının, insanla ve insanın sosyal yapısı ile ilgili hükümler koymasını, insana değer vermesini aklına sığdıramıyor. Ona göre, gerektiğinden çok büyük olan âlem zaten yaratıcıya yeterince meşguliyet getiriyor. İnsanla ilgilenmesine zaman kalmamalı, diyor.
Geçmişte Kutsal kitapların bozulmalarına niçin izin verildiğini soruyor.
Cevap:
Bu ve benzer soruların esas temelinde yata,n genelde Allah’ın hakkıyla bilinememesi ve layıkıyla tanınamamasından ileri geliyor.
İnsan Allah’ın sıfatlarını, isimlerinin tecellilerini nasıl bilecek?
Bunun iki yolu var. Birisi Allah kendisini bize nasıl tanıtıyor, ona bakılacaktır. Diğeri de nefis bir yaratıcıyı kendisine kıyas ederek, âleminde kendisine benzer bir ilah modeli çizecektir.
Nefis şöyle bir benzetme yapıyor: “Benim iki elim var. Aynı anda çok yapsam iki iş yapabilirim. İlah da bundan az fazla bir şey yapar. Benim kaldırabildiğim ve idare edebildiğim şeyler belli. İlah da bunların biraz daha fazlasını yapabilir.” diye yanlış bir kıyas yapıyor.
1950’lili yıllarda Erzurum’da yaşanmış bir hatıra buna ışık tutuyor. O yıllar yolun ve vasıtanın olmadığı, ulaşımın yeterince sağlanamadığı yıllardı. Gençlerden birisi akrabalarını görmek için Trabzon’a gidiyor. Dönüşte arkadaşları etrafında toplanıp Karadeniz’in büyüklüğünü soruyorlar. O da Karadeniz’in büyüklüğünü şöyle tarif ediyor: “Siz deyin 30 misli, ben diyeyim 30.5 misli emmimgilin kazanından daha büyük.”
İşte nefsin kendi yapabildiği şeylere bakarak âleminde bir yaratıcının sıfat ve isimlerini anlaması, bu tipten olduğu için işin içinden çıkamıyor.
Halbuki Allah bize kendisini nasıl tanıtıyor, ona bakılmalı. O, doğurmadığını ve doğrulmadığını, benzerinin ve zıddının olmadığını, her şeyin Ona muhtaç olduğunu, Onun hiçbir şeye muhtaç olmadığını, her şeyi Onun yarattığını, kendisinin yaratılmadığını, yaratılmış olarak ne düşünülürse onun İlah olamayacağını, az-çok, büyük-küçük Ona göre bir olduğunu, bir atomu yaratmakla sonsuz kâinatı yaratmak arasında fark olmadığını, geçmiş, gelecek ve halin hepsi bir anda nazarında bulunduğunu beyan ediyor (Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi Kur’an’ın bir tefsiri olan altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatında vardır. Oraya müracaat edilmeli).
Eser Ustayı Gösterir
Eser ustasını tanıtır. Eser ne kadar büyük, harika ve hayret verici ise, ustasının harikalığını gösterir, Onun sonsuz ilim, irade ve kudretine işaret eder.
Bu kâinatın büyüklüğü ile beraber son derece nizam ve intizam içerisinde bulunması, her varlığın ihtiyacının en iyi şekilde karşılanması, karışıklık ve düzensizliğin bulunmaması, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretinin eseridir.
Cenab-ı Hak bu muhteşem kâinatı yaratmakla harika sanatlarını ve hikmetli nakışlarını ve gizli hazinelerini gösterdi. Bu varlıkları hem kendisi müşahede etmekte ve hem de şuur sahiplerinin nazar ve dikkatine göstermektedir.
Uzayın sonsuz büyüklüğü ve genişliği ne kadar hayret uyandırıyorsa, canlı bir hücre de en az onun kadar harikadır, muhteşemdir ve hayret vericidir.
İnsanı bir hücreden çekip çıkaran, o tek hücreden göz, kulak, mide, barsak ve kalp yapan, damarlarla ve sinirlerle bütün vücudu şekillendiren ve bunları yerli yerine koyan ve takan, hayal, hafıza, akıl, merak endişe, sevgi ve muhabbet gibi his ve duygularla bezeten bir kuvvet ve kudret, elbette büyük bir insan şeklinde olan uzayı galaksi ve yıldızlarla süsleyebilir, güzelleştirebilir.
İnsan, âdeta kâinatın küçük bir misali hükmünde olduğu gibi, kâinat da sanki büyük bir insan gibidir.
Allah’ın kâinattaki icraatı ve tasarrufu emir ve irade ile olduğu için, az-çok, büyük-küçük Ona göre birdir, fark etmez. Nasıl ki bir komutan yürü emriyle bir askeri yürüttüğü gibi, aynı emirle bir milyon askeri de yürütür.
İşte Allah da “Kün (Ol)” emri ile bir atomu yarattığı gibi, aynı emirle sonsuz kâinatı da yaratır. Yaratılan şeyin ne sayısı, ne büyüklüğü bakımından, Allah’ın kudreti, irade ve ilmi noktasında fark yoktur. Büyük-küçük, az-çok Ona göre birdir.
Kâinat Yanında İnsanın Büyüklüğü
Kâinat içerisinde maddî olarak insanın büyüklüğünün hiçbir değeri yoktur. Fakat insanda hayat, akıl, ilim ve şuur olması, onu mahlukatın en üstüne çıkarıyor ve işin daha önemlisi Cenab-ı Hak insanı kendisine muhatap kabul ediyor.
Bu koca kâinat bir ağaca benzetilebilir. O ağacın gövde, kök ve dallarını elementler, yapraklarını bitkiler, çiçeklerini hayvanlar ve meyvesini de insan temsil etmektedir. Bir ağaç; kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleriyle meyvesine hizmet etmektedir. O ağacın kıymeti ve değeri de meyvesinin değeri ile ölçülür.
İşte bu kâinat ağacı galaksileriyle, yıldızlarıyla, yağmuru, suyu, toprağı, havası, bitkileri ve hayvanlarıyla insana hizmet etmekte, insanı meyve vermektedir. İnsanın da öyle bir meyvesi olmalı ki, bütün kâinattaki varlıklardan daha değerli ve kıymetli olsun. Onun meyvesi de Allah’ı bilmesi ve Ona kulluk ve ibadet etmesidir. Zaten Cenab-ı Hak da insanı kendisine ibadet etmesi için yarattığını beyan buyuruyor.
İnsan ibadetinde bir bakıma bütün kâinatı arkasına alarak, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diyerek, onların şuursuz ibadetlerini şuurlu bir şekilde Allah’a takdim ediyor. Böylece Allah’a dost ve muhatap olan insan, maddeten yok hükmünde iken, manen bütün mahlûkatın en üstüne çıkıyor.
İşte varlıkların en şereflisi olan insanın bütün fiilleri ve davranışlarının kayıt altına alındığı, öldükten sonra diriltilerek hesaba çekileceği, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması nisbetinde Cennet veya Cehennemde ebedî hayatının devam edeceğini Allah beyan ediyor.
İnsanlar Hep Aynı Soruları Soragelmiştir
İnsanoğlu ilk insan Hz. Âdem'den beri hep şu soruları soragelmiştir:
Ben neyim? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Beni buraya kim gönderdi? Niçin gönderdi? Bu kâinatta benim vazifem nedir?
Bu soruların doğru cevabını verebilmeleri için onlara 124 bin peygamber gönderilmiştir. Geçmişte insanlar farklı beldelerde ve değişik kabileler halinde yaşadıkları için her topluluğa ayrı peygamber gelmiştir. Bazı peygamberlere kitaplar verilmiştir.
İnsanlık maddeten ve manen terakki ettikten ve bütün dünya bir köy şekline geldikten sonra artık bütün insanlığa tek peygamber Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ve tek kitap olan Kur’an-ı Kerim gönderilmiştir.
124 bin peygamberin hepsi de; Allah’ın varlığını ve birliğini, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunu, ölümden sonra dirilmenin olacağını, yalan söylemenin ve başkasının hakkına tecavüz etmenin yasak olduğunu, herkesin yaptıklarının ve yapması gerekip de yapmadıklarının hesabını vereceğini, buna göre edebî olarak cennet ve cehennemde kalınacağını ümmetlerine bildirmişlerdir.
İnsanlığın anlayışına ve yaşayış tarzına göre peygamberlere gelen kitaplar ilk zamanlar daha kısa ve öz, ama mahiyet olarak aynı idi. Mesela Hz. Âdem’e 8-10 sayfalık bir kitap geldiği halde, son peygamber Hz. Muahammed’e (sallalahu aleyhi vesellem) altı yüz sayfalık kitap gönderilmiştir.
Geçmişteki Kutsal kitapların bozulmasına Allah’ın müsaade etmesi de imtihanın bir gereğidir. Ama Kur’an’ın değişmeyeceğini kesin bir şekilde bildirmektedir.
Allah neden hep iyi bir varlık olarak kabul edilir?
Soran : baelor
Tarih: 31.01.2015 - 09:19 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Kötü bir varlık olamaz mı?
- Sonuçta insanlar gibi kızıyor, hoşnut oluyor, seviyor, nefret ediyor, lanet okuyor?
- Ayrıca sonsuz iradesi de var?
- İyi olma gibi bir zorunluluğu yok?
- Bizim yaptığımız bir nevi kumar değil mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
1.Hayır veya şer her şeyin yaratıcısı Allah olup, O’ndan başka yaratıcı yoktur. Alemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Alemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur.
Ancak, Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise yoktur. Hayrı ve şerri dileyen, tercih eden kuldur. Bundan dolayı da insanlar hayır ve şer, iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur. Hayrı seçen mükafat, şerri seçen ceza görecektir.
Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için, Allah’ın tekvini iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrii (dini) iradesi yoktur.
Kulların sorumluluk alanı ile ilgili hususlarda terk(yapmamak) veya ifa (yapmak) konusunda iradelerine asla müdahale edilmemiş, kullar özgür iradeleri ile iyi veya kötüyü seçmelerinde serbest bırakılmıştır. Bunun sonucunda iyiyi, güzeli, doğruyu seçenler ödüllendirilir, kötüyü, sapıklığı seçenler de cezalandırılır.
Allah’ın şerri yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Mesela, usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için “Ne güzel resim yapmış.” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir.
Yüce Allah, mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegane varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.
Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir.
Öte yandan Allah’ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz ya başkaları ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir ayette bu husus şöyle açıklanmaktadır:
“Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”(Bakara, 2/216)
Bu itibarla hayrı, şerri ve her şeyi yaratan ancak Yüce Allah’tır; her şey Onun tasarrufu altındadır. Ancak onun şerre ve şerrin işlenmesine rızası yoktur. Allah Teala kullarına gerekli yetenekleri bahşedip, hak ve batıl yolu peygamberleri vasıtasıyla kendilerine bildirdikten sonra, onları belirli konularda gücü ile orantılı olarak sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluğun gereğinin yerine getirilmemesi durumunda cezalandırılacağı yine Allah Teala tarafından ifade buyurulmuştur.
2. Rahmet, ferah, sevinmek, haya, gazap, hoşlanmak gibi sıfatların hem dışa akseden yönleri hem de bazı sonuçları vardır. Bu duyguların Allah’a izafe edilmesi dışa yansıyan kısmıyla muhaldir. Yani, Allah’ın bir şeyden hoşnut olması veya bir şeye gazab etmesi, O’nda mutluluk ve kızgınlık halinin ortaya çıkması demek değildir.
İslam alimleri bu duyguları sonuçları itibariyle değerlendirmişler. Allah’ın gazabı, isyankarlardan hoşnut olmaması, isyanda aşırılığa varan yahut küfre düşenleri rahmetinden uzaklaştırması ve hak edenleri cezalandırması; hoşnut olması ve buna benzer duygulara sahip olması ise emrine itaatkar olanları mükafatlandıracak olması anlamında değerlendirilmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Kainatı yaratan ilah, İslam'ın ilahı olan Allah mıdır?
Soran : Uryan
Tarih: 31.07.2015 - 04:11 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Yaratıcı bir gücün varlığına ikna olduktan sonra, o yaratıcının İslam'ın ilahı olan Allah olduğu bilgisine nasıl ulaşılabilir?
- Çok sayıda din ve onların yaratıcı ilahlarına dair iddialar arasında, İslam'ın ilahının gerçek ve doğru olduğu nasıl ayırt ve ispat edilebilir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- İslam dini önce kendisinin doğruluğunu ispat etmiştir.
- İslam’ın kaynağı olan Kur’an, kırk yönden mucize olduğunu ispat eden eşsiz ve benzersiz yegâne kitaptır.
- Diğer bütün peygamberin kitapları insan düşüncesinin de karıştığı, tahrif edilmeye mahkum olmuş durumda olmasına karşılık, Kur’an "A" dan "Z"ye Allah’ın vahyi olduğunu iddia eden ve ispat eden tek semavi kitaptır.
- Bütün peygamberlerin mucizeleri -hissi/maddi oldukları için- miatlarını tamamlamış, şu anda harikulade bir olay olarak ilgili dinlerin hak olduklarına delil teşkil edecek misyonunu çoktan tamamlamıştır.
Bunun tek istisnası Hz. Muhammed (asm)’dir. Onun elinde semavi kimliğini ispat eden mucizevi konumuyla herkese meydan okuyan Kur’an gibi eşsiz bir kitap vardır.
İşte İslam dini, bu özellikleriyle diğer düşüncelerden hatta diğer semavi dinlerden çok farklıdır. Onun bu açık semavi kimliği onun doğruluğunun delildir.
O halde, Kur’an’ın Allah hakkında verdiği bilgiler en doğru bilgilerdir.
Kaldı ki, İslam'ın takdim ettiği Allah tasavvuru en makul, en mantıklı ve büyük yaratıcı için en lüzumlu olan sıfatları ihtiva ettiğinden, en doğru kabul edilmek durumundadır.
Kur’an’ın Allah tasavvuru dışındaki bütün tasavvurlar tamamen yanlıştır, noksandır ve mantıksal çelişkilerle doludur.
İnsanlar için "yaratıcı" veya "yaratmak" kelimelerini kullanmak uygun mudur?
Soran : suheyla97
Tarih: 28.11.2006 - 22:01 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle "yaratma" sıfatının insanlara mecazen de olsa atfedilmesini uygun bulmadığımızı ifade edelim.
İnsanın yaratmasıyla Allah’ın yaratması arasında (yok)la (var) arasındaki kadar fark vardır. Bu büyük farkın farkına varmayanlar, "yarattım" diyenlerin küfre düşeceğini düşünüyorlar. Halbuki, Allah’ın yaratmasıyla kulun yaratması arasında fark vardır. Allah’ın yaratması yoktan var etmesi demektir. Kulun yaratması da var olana şekil vermesi demektir...
Bu sebeple hiçbir kul, yoktan var ederek yaratamaz. Yaratıkların hepsinin de önce bir çekirdeği, özü ve aslı mevcuttur. Bu çekirdek, öz ve asıldan üretmiş, şekillendirmiş, geliştirmiş olur insan. Bu manada kullara "yarattı" denebilir. Ama "yoktan var etti" manasında yarattı denemez.
Bir mobilyacı ağaç yaratamaz. Ama yaratılmış ağaçlardan güzel mobilya yapabilir. Buna yarattım derse, yoktan yaratmış olmaz. Belki var olan ağaçtan güzel şekiller yapmış, kendi ifadesiyle yaratmış olur...
Kopyalama olayı da böyledir. Yoktan yaratma değil, var olan geni geliştirme olayıdır. Nitekim bu konuda Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN Hocaefendi "Hayatımızdaki İslam" kitabında, kopyalamayı soran okuyucuya verdiği cevabında şöyle demektedir:
“Kopyalama yaratma değildir! Yaratma, yoktan var etmedir. Allah canlı ve cansız bütün varlıkları yoktan ve önceden mevcut bir örneğe bakmadan, ondan yararlanmadan yaratmıştır. Genetik kopyalama ise mevcut yaratılmış genler üzerinde işlemler yaparak gerçekleştirilmektedir. Bunun yaratma ile bir ilgisi olmadığına göre ortada bir “ikinci yaratıcı” da yoktur.”
“Genetik kopyalama insanlara uygulanamaz. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir.”
Hemen hatırlatalım ki, yaratma kelimesini kullananların niyetleri mühimdir. İmanına delil bulunan kimsenin “yarattım” demesiyle küfrüne hüküm verilemez. Ağız alışkanlığı yahut da kelimenin manasının nereye kadar uzandığını bilememesi olarak yorumlanır. Çünkü imanına delil vardır.
Nitekim camiye çocuğuyla birlikte namaza gelmiş olan bir babanın, namazdan çıkışta cami avlusunda çiçekleri koparan çocuğuna söylediği, “Yavrum, çiçekleri koparma. Allah (baba–gökte) seni çarpar sonra!” sözünde küfür kelimeleri vardır.
Çocuğunu terbiye maksadıyla söylenen bu sözlerin içindeki iki kelime küfür manasına gelmektedir. Biri Allah’a "baba" demesi. Allah’ın Hristiyanlar gibi babalık sıfatının olduğunu söylemiş olması. İkincisi de "gökte" demekle Allah’a mekan göstermiş olması... İkisi de kelam ilminde küfürden başkası değildir.
Şayet bu kelimelere bakarak bu babanın kâfir olduğunu söyleyecek olursak sorarlar:
– Kâfirin camide hem de çocuğuyla işi ne? Adam namaz kılıp çıkmıştır cami avlusuna...
Namaz kılışı imanına delildir. Öyle ise sarf ettiği "Allah baba, Allah gökte" sözlerine bakarak küfrüne hükmedilemez..
İşte burada konuyu aydınlatan Bediüzzaman Hazretleri, meşhur ikazını şöyle yapıyor:
"Bazen kelam küfür görünür, ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bana öyle geliyor ki, bu tek cümlelik açıklama, sanki koskoca bir kitap kadar tatmin edici olmakta, imanlı insanları küfür ithamından kurtarmaktadır.
Yoksa aynı safta namaz kıldığımız insanı, avluda çocuğuna söylediği sözleri yüzünden küfürle ithamdan çekinmeyecektik. Çünkü açıkça, “Allah baba” diyor, gökte olduğunu da söylüyor.
Evet, bu cümle tekrar edilerek ezberlenmeli:
"Bazen kelam küfür görünür; ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bununla beraber yanlış anlaşılacak küfür kelimelerini kullanmamalı, suizanna sebep olmamalıdır. Onda tartışma yoktur zaten...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Allah (cc) konusunda en çok merak edilenler
1 Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?
2 Allah'ın sıfatları nelerdir?
3 İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?
4 "Celle Celalühu" nün kelime manası ve açıklaması nedir?
5 Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı?
6 Allah, kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
7 “Ya Baki Entel Baki” duasıyla, kalbimizde dünya ve içindekilere duyduğumuz derin alakayı kesebilmemiz ve bu sevgiyi yalnızca “Baki olan Allah’a” vermemiz için bize düşen vazifeler nelerdir?
8 Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek ne demektir; nasıl anlamak gerekir?
9 Allah'tan başkasını sevmek caiz midir?
10 Allah'ın sıfatları nelerdir, nasıl anlaşılmalıdır?
11 Allah kendisinden büyük bir (taş) varlık yaratabilir mi?
12 Sübhanallah ne demektir?
13 Cennette rü’yet yani Allah’ı görme olacak mıdır?
14 İlah ve rab ne demektir, arasındaki farkları açıklar mısınız?
15 Allah için "Tanrı" ifadesi kullanmak caiz midir?
16 Tevhit inancı neyi ifade eder ve kaç kısma ayrılır?
17 "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim..." sözünün kaynağı nedir?
18 Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?
19 Allah nerededir?
20 Allah var mı; bunun mantıki delilleri nelerdir?
25 Muhabbetullah nedir? İnsan kime, ne ölçüde muhabbet edecektir?
26 Allah'a aşık olmak ne demektir?
27 Ayetlerde geçen "Allah'a dönme" ne demektir?
28 Küllî irade ve cüz'i irade ne demektir?
29 On sekiz bin (18.000) âlem hakkında bilgi verir misiniz?
30 Allah ile ünsiyet kurmak ne demektir?
31 "Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" kavramları ne anlama geliyor?
32 Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?
33 "Allah, insanı Rahman suretinde yarattı." hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?
34 Çevremizde, az da olsa, “Görmediğime inanmam” diyen kişilerle karşılaşıyoruz. Bunlara, bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek için neler söylemeliyiz?
35 Allah kelimesi Arapça mıdır; anlamı nedir?
36 Gayretullah nedir, açıklar mısınız? Zulümler, haksızlıklar belli bir raddeden sonra gayretulllah dokunur, deniyor...
37 Allah ve Peygamber sevgimi nasıl arttırabilirim?
38 İmam Azam "Allah göktedir" demiş midir?
39 Bismillah ve "B" harfinin sırrı hakkında detaylı bilgi verir misiniz?
40 Hristiyanların Tanrı anlayışları nasıldır? Günümüzdeki Hristiyanların, İslam dinine ve Müslümanlara bakışları nasıldır?
41 Allah'ın kıskanç olduğunu haber veren rivayetleri nasıl anlamak gerekir? Efendimizin kıskançlıkla ilgili hadislerinde insana özgü nitelikler Allah'a verilmiş olmuyor mu?
42 Allah kullarını niçin seviyor?
43 “Allah insana kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara, 2/286) ayetinin ahireti de kapsadığını söyleyemez miyiz?
46 Allah'ın isimleri hakkında bilgi verir misiniz?
47 İmam Maturidi, Allah mekandan münezzehtir, kim gökte derse kafir olur derken, İmam Ebu Hanife Allah yedi kat semanın üstünde arşına istiva etmiştir, demesi bir zıtlık değil midir?
48 Hüda isminin kullanımı caiz midir?
49 Allah Kur'an'da, "Ahsenü'l-Hâlikîn = Yaratanların en güzeli" demektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?
50 Allah mekândan münezzehtir; hâlbuki bazı ayetlerden hareketle Allah'ın göklerde olduğu iddia ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız?
51 Esmâ-i hüsnâ, Allah'ın bütün isimleri güzeldir. Allah'ın isimleri neye dayanır?
52 Allah'ta ruh ne demektir?
53 Cenab-ı Hak, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, insanlara ibadeti emretmesi ve bu görevi yerine getirmeyenleri şiddetle tehdit etmesi, nedendir?
54 "Allah hiçbir yerde olmadığı gibi her yerdedir." sözünü nasıl anlamalıyız? "Allah bize gayet yakın, biz ise ona çok uzağız." deniliyor, bu nasıl oluyor?
55 Kalpte Allah sevgisi ve korkusunun dengesi nasıl kurulmalıdır?
56 Sonsuzluk anlaşılabilir mi?
57 Allah'ın "ben, biz, o" zamirleri kullanmasını nasıl anlamalıyız?
58 Cenâb-ı Hakk'ın, yetmiş bin perde arkasında olması, ne demektir?
59 Allah'a inanmayan insanlara, Allah'ın varlığını nasıl tebliğ edebiliriz?
60 Hiçbir şey yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
61 "Allah nazari akılla bilinmez, amelle bilinir." cümlesini izah eder misiniz?
62 "Ya Baki entel Baki" ne manaya gelmektedir?
63 Allah yarattığı kullarını niçin cehenneme atıyor veya musibetlere maruz bırakıyor?
64 Allah, kendi katından yeryüzüne yüz parça rahmetinden sadece biri göndermiştir. Bu yüz parça rahmet konusunu açıklar mısınız?
65 Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar?
66 Allah niye var? Neden değil, niye var?
67 Allah'ın, kullarına karşı olan şefkat ve merhametini anlatır mısınız?
68 Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsade ediyor?
69 Allah isminin etimolojisi nedir? Türemiş bir kelime midir?
70 Allah’ın, küçük çocuklara tecavüz edilmesine izin vermesi nasıl açıklanabilir?
71 "Her şeyin melekûtu Allah'ın elindedir." ayeti nasıl anlaşılmalıdır?
72 Allah'ın her yerde olduğunu ve arşa istiva ettiğini nasıl anlamalıyız?
73 Cenâb-ı Hak bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah'ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi?
74 Allah'a imanın maddi ve manevi faydaları nelerdir?
75 Allah'ın ilminin nihayetsizliğini nasıl anlarız?
76 Şuunât-ı İlahiye ne demektir?
77 Allah bu dünyayı neden adalet üzerine yaratmadı, tam tersi savaş ve adaletsizlik üzerine yarattı?
78 Allah sevdiği kuluna ne verirmiş?
79 Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için sınava tabi tutuyor da direkt cennete koymuyor?
80 Allah'ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda, aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?
81 Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu nasıl anlamak gerekir?
82 Cansız varlıklar da Allah'ı zikir ve tesbih eder mi?
83 Allah'ın mahiyeti, insan aklıyla kavranabilir mi?
85 "Allah affedicidir" diyerek günah işlesek ve ardından tövbe etsek yeterli midir?
86 Deistler ve deizm nedir?
87 Allah'ın fiili isimleri nelerdir, örnek verebilir misiniz?
88 "Allah’ın varlığı, zatının icabıdır." sözü ne demektir?
89 Allah'a şirk koşmak neden yedi büyük günah içinde zikredilmiştir?
90 Allah'ın zamandan münezzeh olması ne demektir?
91 Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler söyleyebilir miyiz
.
Allah'ın ilk olarak yarattığı şey nedir?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 01.06.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed."
Merak edip sordu:
"Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu:
"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!"(Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6)
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır:
Bir gün ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.),
"Yâ Resûlallah, bana, Allah'ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" dedi. Şu cevabı verdiler:
"Her şeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz ne kalem ne cennet ne cehennem, ne melek ne semâ ne arz, ne Güneş, ne Ay, ne insan ve ne de cin vardı..." (Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye:1/7)
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti…
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, yeryüzündeki varlıkları hangi gün yarattı?
Soran : Anonim
Tarih: 01.11.2022 - 11:10 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Yeryüzündeki varlıklar kaç günde ve hangi varlıklar hangi gün yaratıldı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Konuyla ilgili bir hadis rivayeti şöyledir:
Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Bir gün Resulullah aleyhissalatü vesselam elimi tutarak şöyle buyurdu:
“Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı.”(Müslim, Münafıkin 27; bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 2/327)
Hadis-i şerif yeryüzündeki önemli varlıkların altı günde yaratıldığını, Hz. Âdem’in de son günde ve sonuncu olarak yaratıldığını belirtmektedir. Şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir:
“Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.”(Kâf, 50/38)
Bu ayet ve bu hadis, Yahudilerin “Allah yoruldu; cumartesi günü istirahate çekildi” (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn 1-2) şeklindeki iddialarının asılsız olduğunu göstermektedir.
Hz. Âdem’in ve dolayısıyla neslinin yeryüzünde mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesini sağlamak üzere yer ve gökteki her şey onlardan önce yaratılmış, böylece onlar daha dünyaya gelmeden rahat ve konforları sağlanmıştır. Çünkü insan kainatın özüdür. Muhtelif ayetlerde belirtildiği üzere yeryüzü, gökyüzü, kısaca bütün kâinat onun için, ona hizmet etmek için yaratılmıştır.
Salı günü yaratılan sevilmeyen şeylerin neler olduğu konusunda fazla bilgi yoktur. Salı günü demirin yaratıldığına dair zayıf bir rivayet vardır. (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, 5/93)
Sevilmeyen şeylerin demir gibi madenler olduğunu söyleyenler herhalde bu ve benzeri rivayetlere dayanmışlardır. Şayet sevilmeyen nesneler ölüm ve afet gibi şeyler ise, buna dair de bir rivayet bulunmaktadır.
Bu hadisi tenkit etmek ve onu tabiin alimlerinden Kab el-Ahbar’ın sözü gibi göstermek isteyenler çıkmışsa da, Müslim ile Ahmed İbni Hanbel’in yukarıda zikredilen eserlerinde açıkça görüldüğü üzere bu hadis Kab’ın değil, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) sözüdür.
Burada haftanın günleriyle, evrenin günlerinin farklı olduğuna dikkat çekmek gerekir.
Evrenin ve içindekilerin altı günde yaratıldığını bildiren ayet ve hadislerle kastedilen mana, haftanın günleri değildir; evrenin günleri yani devir ve dönemleridir.
Ayrıca haftanın günleri diye ifade edilen günler de aynı hafta içinde şeklinde anlaşılmamalıdır. Örneğin Hz. Âdem aleyhisselam hangi hafta yaratıldıysa o haftanın cuma gününde demektir.
Allah yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
Soran : Anonim
Tarih: 15.09.2022 - 11:55 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Allah’ın (c.c) ezeli ilmi ve bilgisinin sonsuz olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Allahımız bizleri varlık sahasına getirmeden önce, yarattıktan sonraki akıbetimizin ne olacağını biliyordu. Aynı zamanda yaratmayı dilemediği kişiler hakkında da eğer yaratsaydı onların akıbeti ne olacaktı onu da biliyordu. Benim sorum ise şu;
- Allah bizleri yaratarak bize değer verdi ve bizi seçti. Peki, yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bizi kendimize getirip, kıymetimizin farkına vardırıp hakkıyla kul olmamıza vesile olacak çok nefis bir soru:
Allah bizleri yaratarak bize değer verdi ve bizi seçti. Peki, yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
Allah rahmetinden bizi yarattı. Zira hiçbir varlığın var olmak gibi bir hakkı yoktu; zaten var olmayan bir şeyin, varlık diye bir gerçeğin farkında olması da mümkün değildir.
Demek ki, Allah rahmetinden, kereminden ve lütfundan bizi ihsan eyledi. Bu durumda bize düşen görev, bu rahmete ayna olmaya ve layık olmaya çalışmaktır.
Ayrıca, Rabbimiz dilediğini yaratır veya yaratmaz, biz anlarız veya anlamayız hiç önemi yok. Neyi anlamıyor veya yanlış anlıyorsak bizim bilgisizliğimizdendir, bizim eksikliğimizdendir. Rabbimiz her bir yarattığını hikmetle ve pek çok yöne bakan gayelerle yaratmıştır ve yaratmaktadır ve yaratmaya devam edecektir.
Rabbimiz kâinatı ve içindekileri, sanatının harikalarını bizzat müşahede etmek ve yarattıklarına teşhir edip onlar tarafından yüceltilmek için yaratmıştır.
Akabinde cüzi bir irade vererek cin ve insanları yaratmış ve onları Allah’a iman, ibadet ve itaat konusunda hür bırakmıştır.
Özetle, Allah dilediklerini yaratmış, dilemediklerini de yaratmamıştır. Bu rahmetin farkında olabilmek ve o rahmete uygun yaşamak ne büyük nimet!..
Altı günden maksadın, altı devre olduğunun delili nedir?
Soran : HacıYusuf
Tarih: 02.04.2019 - 20:03 | Güncelleme:
Soru Detayı
Not: Bununla ilgili yazılarınızı okudum, lakin sorduğum soruların cevaplarını göremedim. Lütfen hazır yazı göndermeyiniz.
1. Kuranda olan altı günde yaratılışın altı devre olduğunu savunan alimler, dünyanın çok uzun sürede oluştuğunun bilimsel ispatından önce yaşamış olan alimler midir?
2. Bu alimler neyi delil göstererek altı günden kastın altı devir olduğunu savunabilmişlerdir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Cevap 1:
Öncelikle şunu belirtelim ki, bilim dünyası, kainatın altı devrede yaratıldığına dair bir bilgiye sahip değildir. Çünkü, evrenin ilk oluşumundan itibaren kaç devrede olgunlaştığını, hangi devrenin hangi safhadan başladığını hesaplamak imkansız gibidir.
Dünyanın nüfus cüzdanını çıkarıp yaşını belirleme çalışmaları çok yenidir. Bu sebeple, İslam alimlerinin bu konudaki yorumları çok öncedir.
Cevap 2:
Delillerden biri akıldır. Koca bir evrenin hepsinin -bizim bildiğimiz- 6 günde yaratılması, Allah’ın Hakim isminin gereğidir. Bu dünya hikmetle yaratıldığına göre, hikmetin gereği olan belli süreçlerin olması lazımdır..
- Bizim bildiğimiz “gün” kavramı ancak göklerin ve yerin yaratılmasından sonra oluşmuştur. Bu artık bilinen bir gerçektir.
Demek ki bugün başka bir gündür. Şemsuşşumus / Vega yıldızının kendi etrafında dönmesiyle meydana gelen gün ile dünya günü arasında büyük fark olduğu açıktır.
- Kur'an’da “altı gün” ifadesi var. Bir de “göklerin iki günde, yerin iki günde ve düzenlenmesinin de iki günde” olduğuna vurgu yapılmıştır.
Buna göre, 6 günden ikisinin göklerin yaratılışıyla alakalı olduğunu kabul etme zorunluluğu vardır. Atmosfer ve diğer hayat şartlarına sahip yerküresinin de 4 günde yaratıldığı belirtilmiştir.
Bu ayetlerde yer alan "gün" kelimesinin daha geniş bir zaman dilimi için de kullanıldığını yine Kur'an’dan öğreniyoruz. Bir günün “bin yıl” ve “elli bin yıl” (bk. Secde, 32/5, Mearic, 70/4) ifadeleri gün kavramının farklı zaman dilimlerine işaret ettiğini göstermektedir.
- Kâinatın altı günde yaratıldığı Kur'an’da açıktır. Geri kalan alimlerin tespitleri birer yorumdur. Bizce ayetlerin zahiri ifadelerine bakarak, 6 gün: iki astronomik / kozmolojik, dördü de (biyoloji, zooloji ve botanik devrelerini de içine alan)jeolojik devre olarak düşünülebilir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi de bize ışık tutmaktadır:
"Altı günde gökleri ve yerleri yarattık" demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur'aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, herbir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelal'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal'in emriyle âlem dolar, boşanır.” (bk. Sözler, s. 163)
Bu sorunun temelinde "zaman"ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.
"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.
"Geçmiş, şu an ve gelecek"olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.
"Ezel"e gelince,ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.
Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği hâlde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.
Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.)
"Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu."(1)
hadîsi ile beyan buyurmuştur.
O halde "Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması" demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni,“yegâne vetek bir"olan O Vâcibü'l-Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı”manasındadır.
Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek, bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı)hâdis(sonradan yaratılan) ile mahlûku Hâlık ile sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır.Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.
Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?"
Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, bir şey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.
Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:
1)Cenâb-ı Hak ezelde, kendi zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî zâtını, ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.
Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.
Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü hâlde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)
Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
"Sen kendini sena ettiğin gibisin."(3)
2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi.(4)
O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdes'in kemâlinde bir artış olmamıştır.
Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.
(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Allah kâinatı yaratıp kenara çekilmiş, deniyor. Bu konuda (deizm) bilgi verir misiniz?
Soran : Anonim
Tarih: 31.07.2006 - 12:26 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bazıları "Allah evrende her şeyi yarattı ve ondan sonra kıyamete kadar ne olursa olsun evrene müdahale etmeyecek ve hesabını mahşerde görecek."diyorlar, bu doğru mu?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Güneşin ışıklarını gösteren bir ayna, bu ışıkları sürekli göstermesi için her an güneşin ışığına, ısısına ve renklerine muhtaçtır. Güneş ışıklarını keser kesmez, aynanın kendisi karanlığa gömülecektir. Bunun gibi Allah, bizde ve kâinatta tecelli eden isimlerini çekse kâinat yok olacaktır. Bu nedenle her şey her anında Ona muhtaçtır.
Allah'ın yarattığı kanunlar kendi kendine iş yapmıyor. O kanunları yaratan ve idare eden Allah, isterse ve hikmeti iktiza ederse, kendi kanununu bizzat kendisi bazı kulları hakkında yaratmaz. Örneğin ateşin yakma kanunu vardır. Ama yakan ateş değildir, Allah'tır. Bu kanunu yaratan Allah'tır. Bu kanunu İbrahim Aleyhisselam hakkında gerçekleştirmemiştir. İş gören kanunlar değil Allah'tır. Bu açıdan kanunlara aykırı hareket etme diye bir soru mantıksız olur. Allah kanunlara aykırı hareket etmemiştir. Tam tersine Allah kendi koyduğu kanunlarını istediği gibi yaratır demek gerekir.
Kâinatın bir saat gibi kurulup devam ettiğini ve Allah'ın -haşa- bu işi bıraktığını söylemek hem nakle hem de akla aykırııdr. Çünkü:
Her şey her anında Ona muhtaçtır. Kur'an'da birçok yerde Allah Kayyum, Faal, Kadir, olduğunu ifade eder. Bu nedenle Kayyumiyetini bir an çekse kâinat yok olur:
"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür."(Bakara, 2/255)
Allah'ın bütün isinmleri her an tecelli ediyor:
"O her şeyi kendi bekâsı ile bâki kılar...
Kayyumiyet sıfatı ile kâim kılar...
Hayatı ile ona hayat verir...
Kudreti ile onu kudrete erdirir...
İrâdesi ile onu dilek sahibi eyler...
Kelâmı ile konuşturur."
Bu nedenle Allah isimlerinden birini, örneğin Mukaddir ismini çekse, hiçbir şeyde şekil, ölçü ve denge kalmaz. Bunun gibi her şey her anında Ona muhtaçtır.
Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Alîm ismi sıfat-ı sübutiyeden ‘ilim’ sıfatına, ‘Kadîr’ ismi ‘kudret’ sıfatına, ‘Mütekellim’ ismi ‘kelam’ sıfatına dayanır.
Keza, "Evvel" ismi, sıfat-ı selbiyeden "kıdem"sıfatına,"Âhir" ismi, "beka"sıfatına dayanır.
Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, "sıfat" diye söz edildiği görülür. Meselâ, "Kerîm", Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerîm Allah" dediğimiz zaman, Kerîm ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.
Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.
Hiçbir şey yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 11.06.2009 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İnsanlar ve cinler yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Muhyiddin İbn Arabî’nin konuyla ilgili görüşü şöyledir:
“Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘ÂMÂ’da idi. Âmâ'nın altında da hava, üstünde de hava vardı.” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I/148).
- İbn Arabî, bu konuyu bir hadis-i şerife dayanarak açıklamaktadır. Hadiste gelen rivayet şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor: Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah, mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava, üstünde de hava vardı. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel; IV, 11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime,13)
Alimlerin bildirdiğine göre, ‘Amâ’dan maksat, Allah ile birlikte hiçbir şey yoktu' demektir. (Tirmizî, a. g.y.) İbn Mace’nin rivayetinde yer alan “Onunla birlikte hiçbir yaratık yoktu” ilavesi de bu anlamı pekiştirmektedir.
İbn Esir, “en-Nihaye fi Garibi’i-Hadisi ve’l-Eser” adlı eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir: ‘Amâ’ kelimesi uzatmalı şekliyle bulut demektir. Bazı rivayetlerdeki ‘Amen’ kısaltmalı şekliyle de “Allah ile birlikte hiçbir şeyin olmadığını” ifade etmektedir.
Bunun ‘ince bulut’ anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, ‘Amâ’ insan aklının kavrayamayacağı, insan idrak sınırının ötesinde olan bir kavramdır.
Ünlü Dil bilgini, el-Ezherî, “Biz buna iman ederiz, fakat herhangi bir şekilde onu nitelendiremeyiz.” diyerek görüşünü açıklamıştır. (bk. a.g.e, III, 576 -el-Mektebe eş-şamile)
Bazı bilginler, mananın yanlış anlaşılmaması için, hadiste bir muzafın/tamlayan bir kelimenin/Arş kelimesi takdir edilmesinin lüzumuna işaret etmişler. Buna göre, “Ey Allah’ın Resulü! mahlukatı yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” ifadesi “Rabbimizin Arşı neredeydi?” şeklindedir. Bu kelimenin takdir edilmesi, “Allah’ın Arşı su üzerindeydi.” (Hud, 11/7) mealindeki ayetin ifadesine de uygundur. Nitekim âlimler;
“Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah’ın (emrinin) ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesinden başka bir şey mi beklerler? Halbuki bütün işler sadece Allah’a döndürülür.” (Bakara, 2/210)
mealindeki ayette de “Allah’ın gelmesi” ifadesinde emir kelimesini takdir etmişler ve “Allah’ın emrinin gelmesi...” şeklinde anlamışlardır (a.g.y).
İbn Arabî, ‘Amâ’nın Allah’ın nurunun tecelli ettiği ilk sahne olduğunu ifade etmiştir (bk. Fütuhat, a.g.y).
Hadis-i şerifte geçen ‘Ama’ kelimesinin de yardımıyla bu konuyu -anladığımız kadarıyla- şöyle açıklayabiliriz:
Hadiste geçen ‘Amâ’ kavramı, anlamı ne olursa olsun, bir muammayı ifade etmektedir. Yani varlık yaratılmadan önce Allah’ın isim ve sıfatlarının nasıl olduğu bilinmez bir muamma idi.
Allah’ın varlığı, birliği, yaratıcılığı, ilmi, hikmeti, kudreti, bağışlaması, affı, gazabı, celal ve cemal ve kemal sıfatlarının olup olmadığı bilinmiyordu. Bu durum ‘Amâ’ olarak ifade edilmiş olabilir.
"Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlukatı yarattım ki, beni tanısınlar." (Aclunî, II, 132).
Bu hadis, hadis alimlerince, senet bakımından eleştirilmiş olmakla beraber, Aliyyu’l-Karî gibi bazı alimler, bunun manasının doğru ve
“Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyat, 51/56)
ayetine uygun olduğunu söylemiş ve İbn Abbas’ın bu ayette geçen ‘ibadet / kulluk’tan maksat Allah’ı tanımaktır, şeklindeki açıklamasını delil göstermişlerdir. (bk. a.g.y; Aliyyu’l-Karî, el-Esraru’l-Merfua, s. 273).
Bu açıklama İbn Arabî’nin genel felsefesiyle de uyuşmaktadır. Nitekim, İbn Arabî, söz konusu hadisi şöyle açıklamıştır:
“Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim.”(bk. İşaratu’l-İ’caz, s.17).
Demek ki, mahlukat yaratılmadan önce, güneşin bulut arkasında gizlendiği gibi, Şems-i Ezelî olan yüce Allah’ın isim ve sıfatları o mahiyeti bilinmez gizemde bir muamma idi. “Amânın altında hava, üstünde hava vardı”. Yani Onunla birlikte hiçbir varlık yoktu. Kimse onu tanımıyordu. Çünkü varlıktan eser yoktu. Sonra mahlukatı yarattı ve kendisini tanıttı.
"Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını, kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki yönden müşahede etsin: Birincisi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. İkincisi ise, diğer şuurlu varlıkların nazarıyla baksın." (bk. Sözler, On Birinci Söz, s. 120).
Bu safha âyân-ı sabitenin teşahhus ettiği varlığın ilk sahnesidir.
2 Kas 2019 — Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan ...
8 Eki 2018 — Bu kanunu yaratan Allah'tır. Bu kanunu İbrahim Aleyhisselam hakkında gerçekleştirmemiştir. İş gören kanunlar değil Allah'tır. Bu açıdan ...
4 Ağu 2020 — - Allah insanı topraktan ve sudan yaratmış. Bu yaratma milyonlarca senede olmuş ve insan bugünkü şekline gelmiş. Sonra Allah onlardan birine ...
7 Eki 2017 — Ancak bu yatkınlık ve isteği gerçekleştirecek güç, mümkünün doğasında yoktur. Allah'ın yaratması sizin mümkünlük doğanıza uygun bir eylem ...
28 Nis 2020 — Cenab-ı Hakk'ın nâfiz ve yaratıcı iradesi, daima faaldir. Yoksa “Ol” emri ilk yaratışta sona ermiş değildir. Kur'an bunu “... O (Allah) ...
25 Kas 2019 — Allah'ın yarattığı kanunlar kendi kendine iş yapmıyor. O kanunları yaratan ve idare eden Allah, isterse ve hikmeti iktiza ederse kendi kanununu ...