Yeryüzündeki varlıklar kaç günde yaratıldı? İnsan (Adem Aleyhisselam) hangi gün yaratıldı? Cenab-ı Hakk’ın haftanın yedi gününde sırasıyla yarattığı varlıklar.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem elimi tutarak şöyle buyurdu:
“Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nûru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı.” (Müslim, Münâfıkîn 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 327)
Hadisi Nasıl Anlamalıyız?
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadisi söylemeden önce, İslâmiyet’i öğrenmek için memleketini bırakıp Medine’ye gelen ve karın tokluğuna Mescid-i Nebevî’de yatıp kalkan Ebû Hüreyre radıyallahu anh’a verdiği değeri ve ona duyduğu sevgiyi göstermek üzere elinden tutmuş, sonra da ona dünyanın yaratılışı hakkındaki bu önemli bilgileri vermiştir.
ALLAH’IN HAFTANIN 7 GÜNÜNDE SIRASIYLA YARATTIĞI VARLIKLAR
Hadîs-i şerîf yeryüzündeki önemli varlıkların altı günde yaratıldığını, Hz. Âdem aleyhisselam’ın de son günde ve sonuncu olarak yaratıldığını belirtmektedir. Şu âyet-i kerîme de bunu ifade etmektedir: “Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi” (Kâf sûresi, 38)
Bazı müfessirler bu altı günü altı dönem olarak yorumlamışlar, buna gerekçe olarak da henüz dünyanın yaratılmadığı, dolayısıyla gün anlayışının belirgin hale gelmediği bir zamanda “gün” sözüyle, daha geniş veya daha az bir vaktin kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şudur: Bu hadis, sayılan günlerde Allah Teâlâ’nın sadece bu işleri yaptığı, başka bir şey yapmadığı anlamına gelmez. Bizi ilgilendiren veya bizim bilmemiz istenen husus yeryüzünün, dağların, ağaçların, Hz. Âdem aleyhisselam’ın ve diğer varlıkların hangi günlerde yaratıldığıdır. Kâinâtın diğer varlıklarının hangi günlerde yaratıldığına dair bazı âyetlerde bilgi bulunmaktadır. “Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti” (Fussilet sûresi, 12) âyeti bunlardan biridir. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirine bakabilirler. (A’râf sûresi, 54; Fussilet sûresi, 10-12)
Kaf sûresinin yukarıda zikredilen 38. âyeti ile bu hadis, Yahudilerin “Allah yoruldu; cumartesi günü istirahata çekildi” (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn 1-2) şeklindeki iddialarının asılsız olduğunu göstermektedir.
Hz. Âdem aleyhisselam’ın ve dolayısıyla neslinin yeryüzünde mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesini sağlamak üzere yer ve gökteki her şey onlardan önce yaratılmış, böylece onlar daha dünyaya gelmeden rahat ve konforları sağlanmıştır. Çünkü insan kâinatın özüdür. Muhtelif âyetlerde belirtildiği üzere yeryüzü, gökyüzü, kısaca bütün kâinat onun için, ona hizmet etmek için yaratılmıştır.
Salı günü yaratılan sevilmeyen şeylerin neler olduğu konusunda fazla bilgi yoktur. Salı günü demirin yaratıldığına dair zayıf bir rivayet vardır. (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, V, 93) Sevilmeyen şeylerin demir gibi madenler olduğunu söyleyenler herhalde bu ve benzeri rivayetlere dayanmışlardır. Şayet sevilmeyen nesneler ölüm ve âfet gibi şeyler ise buna dair de bir rivayet bulunmaktadır. Buna göre cuma günü yıldızlar, güneş, ay ve melekler, aynı günün muhtelif saatlerinde ise ecel, âfet ve Hz. Âdem aleyhisselam yaratılmıştır. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 543)
Bu hadisi tenkit etmek ve onu tâbiîn âlimlerinden Kâ’b el-Ahbâr radıyallahu anh’ın sözü gibi göstermek isteyenler çıkmışsa da İmam Müslim ile İmam Ahmed İbni Hanbel’in yukarıda zikredilen eserlerinde açıkça görüldüğü üzere bu hadis Kâ’b radıyallahu anh’ın değil, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözüdür.
Hadisten Öğrendiklerimiz
- Allah Teâlâ kâinatı ve Hz. Âdem aleyhisselam’ı hadiste zikredildiği şekilde yaratmıştır.
- Günden maksadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
- Her şey, insanın rahatını sağlamak üzere ondan önce yaratılmıştır.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları
.
Allah kötü olan şeyleri neden yaratmaktadır?
Değerli kardeşimiz,
- İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hakk'tır.
- Ehl-i sünnet alimlerine göre, “Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.” Yani, şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Hayır ve şerri , Allah'ın yaratması ne demektir?
- Allah, “yaratığı her şeyi güzel yarattı” ise, inkârlar, zulümler, zinalar nasıl güzel olur?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Bizi yaratanın Allah olduğunu nasıl kanıtlarız?
- Aklımızla mı kanıtlarız; akıl yanılamaz mı?
Değerli kardeşimiz,
- İslam alimlerinin bu konudaki görüşleri kendi değerlendirmeleri çerçevesinde iki şekilde ortaya çıkmıştır.
- İmam Eşari’nin başını çektiği bazı alimlere göre, insan tek başına kendi aklıyla bizi Allah’ın yarattığını bilmesi zordur. Çünkü akıl yanılabilir. Onun için insan olarak biz, bizi yaratanın Allah olduğunu, aklımızla birlikte Allah’ın indirdiği vahiy / Kur’an’la ancak öğrenebiliriz.
- İmam Maturidi’nin başını çektiği diğer bazı alimlere göre ise, insan kendi aklıyla bizi yaratanın Allah olduğunu bilmesi mümkündür ve zorunludur. Akıl bazen yanılsa bile, Allah’ın varlığını gösteren binlerce açık delile dayanarak bunu bilebilir.
Bu iki grup alimlerin görüşlerinin bir araya gelmesinden doğan bir hakikati açıklamak suretiyle, bizi yaratanın Allah olduğunu gösteren dört külli delili şöyle sırlayabiliriz:
a) Kâinat: Kâinat denilen evren, bütün varlığıyla bütün şekilleriyle, yaptığı bütün hareketleriyle, ortaya koyduğu bütün faydalı işleriyle, değişik parçalarının arasındaki kucaklaşma, yardımlaşma, dayanışma, aynı işin meydana gelmesi için gösterdiği nizam, intizam gibi dillerle bizi yaratanın Allah olduğunu bildirmektedir.
b) Kur’an: Bütün insanlara ve cinlere meydan okuyarak kendisinin bir benzerini yapmalarının mümkün olmadığını ilan ederek, kırk yönden mucize olduğunun sinyallerini vererek Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden Kur’an, bizi yaratanın Allah olduğunu bildirmektedir.
İlk gelen vahiyde yer alan “Yaratan Rabbin adıyla oku!” (Alak, 96/1) mealindeki ayetin açık ifadesi, bu gerçeğin altını çizmektedir.
c) Hz. Muhammed (asm): O, ortaya koyduğu yüzlerce mucizeleriyle, Kur’an gibi harikulade bir kitabı göstermesiyle, hayatı boyunca Kur’an’ın sahibi olarak gördüğü Allah’a, herkesten daha fazla kulluk ederek, acizliğini, fakirliğini, güçsüzlüğünü ona açarak, gece gündüz ona yalvarıp yakarmak suretiyle ortaya koyduğu eşsiz bir kulluk ve takva ile eşsiz bir dürüstlük ve güzel ahlakla peygamberliğini ispat etmiştir.
İspat edilen ve mucize denilen peygamberlik nişaneleriyle ortaya çıkan Hz. Peygamber (asm): “Bizi yaratan Allah’tır.” davasını ispat etmeye çalışmış ve ispatlamıştır.
d) İnsanın Vicdanı: İnsanın maddi ve manevi bünyesinin kavşak noktası, fıtratın şuurlu bir mekanizması ve yüzü daima yaratıcıya dönük bir vaziyette yaratılmış olan vicdan, en vicdansız insanlarda bile Allah’ın varlığını, bizi yaratanın Allah olduğunu haykırmış ve haykırmaktadır.
Nitekim, insanlık tarihi boyunca, peygamberlerin hak yolundan ayrılmış olan kimseler bile vicdanlarında “Bizi yaratan Allah’tır.” demiştir.
Her türlü fetişe / puta tapanların bu tapmaları bile, insanlardaki bu vicdanın Allah’a dönük olan yüzünü göstermektedir. Çünkü, yanlış da olsa bu nesnelere yapılan kulluk, tapma duygusunun vicdanda her zaman korunduğunun göstergesidir(bu konuda Risale-i Nur külliyatına bakılabilir).
- Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, kâinat, Kur’an, Hz. Muhammed (asm) ve vicdan dörtlüsünden meydana gelen bu dört âdil şahidin şahadetiyle sabittir ki, “Bizi yaratan Allah’tır.”
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, “yarattığı her şeyi güzel yarattı” ise, inkarlar, zulümler, zinalar nasıl güzel olur?
- Kafirlerin veya diğer insanların kötü fiillerini, zulümlerini, zinalarını veya şer görünen olayları ve fiilleri de yaratan Allah olması hasebiyle, bu ayetin “yarattığı her şeyi güzel yarattı” ifadesini nasıl değerlendireceğiz?
Değerli kardeşimiz,
- Evvela şunu biliyoruz ki, Ehl-i sünnet alimlerine göre, “Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.” Yani, şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir.
O halde, Allah’ın yarattığı her şeyin güzel olması, onun yaratması cihetine bakar, insanların fiillerine bakmaz.
Demek ki, aynı fiilde iki cihet vardır: Biri insanın kesbine, kazancına, yaptıklarına bakar, diğeri ise Allah’ın yaratmasına bakar. Şayet insanların yaptığı bir fiil çirkin ise, aynı fiil Allah’ın yaratması yönüyle yine de güzeldir. Çünkü yaratmak, sadece bir tek neticeye bakmaz ki, zalimin katlettiği bir kimsenin ölümünü yaratmak çirkin olsun. Söz konusu mazlumun ölümü, onun günahlarına kefaret olması, ona pek çok sevap kazandırması, onu şahadet mertebesine ulaştırması gibi birçok neticeleri vardır. Bu sebeple, Ehl-i sünnetin kabul ettiği “Şerrin halkı şer değildir.” hükmü çok güzel bir hakikatin ifadesidir.
- Bununla beraber, ayette söz konusu olan ifadeyle, genel olarak kâinattaki varlıkların hepsinin hikmetli bir şekilde sağlam bir sanat eseri olarak yaratılması kastedilmiş olabilir. Nitekim, rivayete göre,
“Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” (Secde, 32/7)
mealindeki ayetin açıklamasında, İbn Abbas, burada söz konusu olan güzellikten maksat, yakışıklı olmaktan çok, muhkem / sağlam, sanatlı olduğunu belirtmiş ve misal olarak “domuzun boynu güzel değil, ama harika bir sanat eseri olduğunu” söylemiştir. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
Taberi’ye göre de ayetten her şeyin güzel yaratıldığını düşünmek doğru değildir. Çünkü, çirkin olan varlıklar da vardır. Demek ki, buradaki hüsünden maksat “itkan ve ihkam”dır, yani sağlam ve sanatlı bir şekilde yaratılmasıdır. (Taberi, a.y.)
Bu ayetin “muhkemlik” manasını ifade eden bir diğer ayetin meali şöyledir:
“Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın; oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Muhakkak ki O, sizin yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Neml, 27/88)
- Maverdi’nin bildirdiğine göre, “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” mealindeki ayetin beş farklı yorumu yapılmıştır:
1) Köpek gibi hayvanlar dahil, gerçek anlamda her şey güzel yaratılmıştır.
2) Ayette geçen “güzel yapmak”, muhkem, sağlam yapmak anlamındadır.
3) Ayette geçen ve “güzel yaptı” şeklinde meallerde yer alan “ehsane” fiilinden maksat ihsan etmektir. Yani, Allah neyi yaratmış ise, onun yaratması, yarattığı varlık için Allah’ın bir ihsanıdır, bir ikramıdır.
4) “Ahsene” kelimesinin bir anlamı “a’leme-elheme”dir. Yani ihsan aynı zamanda ilam (öğretmek) ve ilham manasına gelir. Buna göre ayette kastedilen mana şudur: “Allah’ın, yarattığı bütün varlıklara onların ihtiyaçlarının ne olduğunu da onlara ilham edip bildirmiştir.”
5) Ayette yer alan ihsan, varlığa lazım olan şeyleri vermek demektir. Buna göre ayetin manası şöyledir: “Allah yarattığı her şeye, muhtaç olduğu her şeyi vermiştir ve onu bu ihtiyaçlarını karşılayacak yola sevk etmiştir.” (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri).
Bu son iki görüş benzerdir.
Özetlersek; Allah ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkardığı gibi, -görünürde- güzelden çirkini, çirkinden güzeli yaratır. Fakat zahiren çirkin olan fiillerin yaratılması da güzeldir. Çünkü güzellik, ya bizzat güzeldir yahut da sebeplerden dolayı güzeldir.
Mesela: Bir insan zina eder, Allah ondan çocuk yaratır. Bu gayri meşru çocuk ile meşru bir çocuğun yaratılışı arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de harika birer sanat eseridir.
Keza, Allah’ın yaratması külli neticelere baktığı için, barındırdığı birçok güzel neticeler sebebiyle bir çirkin netice de “başkasından dolayı kazandığı” bir güzelliği söz konusudur.
Şunu da söylemek mümkündür ki; “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” mealindeki ayetin ifadesi, doğrudan Allah’ın yarattığı kâinattaki varlıklara bakar. İnsanların elinin karışıp da karıştırdığı işler bu ayetin kapsam alanına dahil olmayabilir. Yani, ayetin maksadı, kâinat çapında var olan eşyanın birer sanat harikası olarak yaratıldığını belirterek Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetine dikkat çekmektir... İnsanların karıştırdığı işlerin yaratılması ise, külli neticeler itibariyle ve dolaylı olarak güzeldir...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah bu şekilde yaratmasaydı hikmetli olmayacak mıydı?
- Allah’ın hikmetlice yaratması hakkında kafama takılan sorular…
- Allah’ın gücünün her şeye yettiğini söylemek ve ‘’Allah bu şekilde yaratmasaydı hikmetli olmayacaktı.’’ demek birbiriyle çelişkili değil midir?
- Gücü her şeye yeten Allah herhangi bir şeyi ‘’bu şekilde’’ değil de kendi istediği farklı bir şekilde yaratsa da o şeyin gene hikmetli olması gerekmez mi?
Değerli kardeşimiz,
Hikmetin manası, herkesin bilmediği gizli sebep olup, kâinatın ve yaratılışın gizli ilahi gayesini ve mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işler yapmak sıfatıdır.
Cenab-ı Hak, bilmek ve bilinmek sırrınca, halk ettiği birbirinden hikmetli mevcudatı hem kendi nazarıyla müşahede etmek için, hem de yarattıklarına müşahede ettirip, onların hayret ve sonsuz beğenileri sonrası, acz ve fakrlarını anlayıp kendisini hamd ve tespih etsinler diye halk etti.
Yüce Allah, Kur'an ve sünnet ile vaz etmiş olduğu şeriatı da ortaya koydu ki, biz ona göre hareket edelim, böylece hem iman ve ibadet imtihanından geçelim, hem de bu şeriata tabi olarak bu dünyada da huzur bulalım. İşin doğrusunu ve aslını Allah bilir. Bize düşen Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız riayet etmektir.
Allah bize “Kumar haramdır.” demişse, bunun tartışılacak tarafı yoktur. “Canım yılda birkaç piyango biletinden ne olacak? Alan razı veren razı!” diyemeyiz.
Allah “Kumar oynamayacaksınız!” demiş ve tabiri caizse noktayı koymuştur. Bunu inkar etmek imansızlık, kabul edip aksi davranmak günahkârlık olur.
Bizim kumarı “haram” olarak kabul etmekle beraber, bu yasağın hikmetlerini araştırmamız kesinlikle engellenmemiştir, aksine teşvik edilmiştir.
Araştırmada bulacağımız hikmetler belki bizi tatmin edecek belki etmeyecek, buradaki eksiklik işin hikmetsizliği değil, aksine bizim o hikmetleri bulmaktaki aczimizdir. Sonuçta ne bulursak bulalım, işin sonucunu değiştirmeyecek ve kumar oynamak haram olarak kalacaktır, çünkü emir O’ndandır.
Tarih boyunca, gerek sosyal olaylarda gerek fenlerde insanlık muhtelif eşyanın hikmetlerini hep araştırmış. Bazen bir, bazen yüzlerce hikmet bulmuş, zamanla bazılarını tekzip etmiş; 100 sene evvel hikmet dediğine yüz sene sonra bu böyle değilmiş demiş.
Dolayısıyla, bugün dahi “Bunun hikmeti budur.” deyip kesin bir nokta koymamız pek sağlıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü bugün “A” dediğimize ihtimalen seneler sonra “B” diyebileceğiz.
Mesela, bize senelerdir tereyağından uzak durun derlerdi, ama şimdi tereyağı yiyin diyorlar. Veya 50 sene evvel kalp krizi geçiren hastaları birkaç ay kıpırdamadan yatırırlardı, şimdi ise hemen yürüyüş veriyorlar. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Bu kısa izahatlar sonrası sualinize gelirsek, Allah neyi, nasıl yaratmışsa, gayet hikmetli yaratmıştır. Bunda şüphe yok.
Başka türlü yaratsaydı, o da hikmetli olurdu, onda da şüphe yok.
Allah’ın mutlak kemalde olan isimlerinin tamamı gibi, “Hakîm” ismi de hikmetli yaratılışlarda tecelli etmekte ve Allah’ın muradına göre eşyada işlemektedir.
Bizler, hikmet, kudret, ilim gibi sıfatlardan ve isimlerden oluşan sonsuz okyanusun bir damlasına bile hakim değiliz. Biz, bu bir damla dahi olmayan hakimiyetimizle, ancak Allah’ın hikmetle yarattıklarının ne kadar akıllara durgunluk verici olduğunu idrak etmek, bu idrak sonrası imanımızı arttırmak ve O’nun emirlerine itaat etmekle ve O’na kul olmakla mükellefiz.
Yoksa elbette Allah isteseydi elma muz tadında, ekmek şerbet tadında, kar yağışı aşırı sıcakta olur ve güneşli havalarda da soğuktan donardık. On yerine yirmi parmağımız, kol yerine kanatlarımız olabilirdi elbette. O böyle murat etseydi, aynen öyle olurdu ve O murat ettiği için de gene gayet de hikmetli olurdu.
O zaman da gene aynı sualleri bu sefer de tersten sorabilirdik…
Sonuç: Öyle veya böyle, Allah bu şekilde murat etmiş ve imtihan alemi olarak bizi ve kâinatı bu şartlarda gayet hikmetli yaratmış.
Şairin dediği gibi,
"Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler."
Buradaki “Güzel eyler”i, “Hikmetli eyler” diye de okuyabiliriz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yazdığım öyküyü de mi Allah yaratıyor?
- Tatilim devam ediyor... Dedem, ninem ve annemle birlikteyiz... Hafta sonları babam da katılıyor aramıza...
- Annemin kendine özgü bir dünyası, arkadaşları var... Bir araya gelip çay içiyor, kâğıt oynuyor, dedikodu yapıyorlar...
- Bazen babamla şehre dönüyor, hafta sonunda tekrar geliyorum... Özel haberler bu kadar…
- Şimdi odamdayım... Işıkları söndürdüm, pencereden dışarıyı seyrediyorum...
- Bir yandan da öyküler kurguluyorum hayalimde... Her şey birbirine karıştı... Derken, bir soru geldi aklıma...
- Allah her şeyi yaratıyor, tamam... Peki, benim öykümü de mi yaratıyor yani? Ya da bir ressamın resmini?
…
İnsan, dünyadan malzemeler alır, onları bir araya getirerek yeni bir eser yapar...
Her ne kadar ona “Benim eserim.” derse de bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez...
Dünya galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da gerçek yaratıcısı Allah’tır...
Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor olmasa gerek. Akılları, bilgileri, bilinçleri yok onların...
İnsan ise, üstün yetenekleri olan bir canlı... Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak gerçek yaratıcıyı hatırlamak zor olabiliyor... İnsanın üstün meziyetleri akıl gözünü perdeliyor...
Hâlbuki insan da bir araç. Dikkatle düşününce anlıyoruz bunu...
Eserini bir düzene göre kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmiyor. İşi, yaratılmış, var edilmiş olanları bir araya getirmek...
Bunu yaparken de kendisine verilen donanımları, yetileri, duyguları kullanıyor. Akıl, kalp, hafıza, göz, kulak, el gibi... Tümü o merhametli Yaratıcı’nın verdikleri...
Onun evreninde, onun verdikleriyle eserler üreten sanatçı asla bir yaratıcı olamaz...
Elbet, o eserlerden dolayı yapılan övgüler de gerçek ustaya gidiyor, onun hakkı çünkü...
“Sâni” isminin tecellisidir sanat. Sanatçının rolü bu isme ayna oluşunda, tercihlerinde...
Önemli olan, iradesini iyi yönde mi yoksa kötü yönde mi kullandığı...
Balarısı eliyle balı, ipekböceği eliyle ipeği, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Rabbimiz, bizim elimizle de sanat eserlerini yaratıyor.
Fark, iradenin söz konusu olup olmamasında...
İnsan “Eserimi ben yarattım.” diyemez, buna hakkı yok... “Bu eser benim elimle yaratıldı.” diye düşünebilir...
Gerçek sanatkârı tanımakla birlikte “Bu eser benimdir.” demesinde bir sakınca yoktur elbette...
…
Sanat eserleri için geçerli olan bu durum teknik ürünler için de söz konusu...
Bir şiir, bir tablo, bir heykel, bir bestenin gerçek yaratıcısı kim ise bir masa, bir halı, bir bilgisayar, bir makineninki de o...
Tüm ürünler, insan eliyle ama onun yaratmasıyla var olurlar...
Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeleri kullanır. Bilimlerin bütün yasaları evrende var...
Bilim adamının yaptığı iş, bu yasaları bulup uygulamaktan ibaret...
Bütün bilimler, kâinat kitabının incelenmesi, içindeki yasaların bulunmasıyla oluşur.
İnsanların “Bu yasayı ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların birer yasa koyucu, birer yaratıcı olmalarını gerektirmez. Eylemin gerçek öznesi, yegâne ilah olan Rabbindir...
Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyorum elbet. Evet, insana özgür bir irade verilmiş, nasıl isterse öyle kullanır. Fakat ona iradeyi veren de Allah...
Nasıl düşünmüyoruz ki, sürekli olarak “benim” diye sahip çıktığımız bedenimizin bile gerçek sahibi değiliz...
Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay meydana gelir, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz...
Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını, nasıl çalıştığını bilenimiz pek azdır...
Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır, ama biz olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız...
“Ben, ben” deyip duruyoruz, ama o benliğe takılan donanımların gerçek sahibi değiliz...
Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, yollarda da bulmadık...
Yaratan yaratmış, elimize vermiş... “İstediğin gibi kullanmakta özgürsün fakat şunu unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin.” demiş...
Bedeninin, organlarının, duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserleri sahiplenir de “Ben yarattım.” der!..
Nasıl olur da kendisine verilen nimetlerle gurura kapılıp “Her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum.” diyerek Rabbini unutur!
Elhâsıl, cansızlar, bitkiler ve hayvanlar aracılığıyla nice eserler yaratan zat, insanlar eliyle de eserler yaratıyor...
Zira o her türlü yaratmayı bilendir... (Yasin, 36/79
.
Allah'ın yaratıklarını imtihan etmesinin gerekliliğini anlayamıyorum!
- Bir şirket sahibi patron, eleman almak için imtihan yapabilir, şirketine yatırım yapmıştır ve şirketini büyütmek veya zarar etmemek için işleri en iyi şekilde yapabilecek elemanlara ihtiyacı vardır. Bunun için bir elemanı işe almadan önce onu imtihan etmeli ve şirketinde çalışmaya layık olup olmadığını test etmelidir. İmtihan neden gereklidir çünkü şirket sahibinin ortada bir emeği bir yatırımı vardır, iyi elemanlar seçmelidir ki zarar etmesin, zarar ederse her şeyi sil baştan düzeltecek bir kudrete de sahip değildir ve bu yüzden bir eleman işe alacağında zor imtihanlardan geçiriyordur.
(Bu mantıklı çünkü patronun işe aldığı her elemanı üstün meziyetlerle donatma kudreti yok.)
- Ama Allah gibi yüce bir kudretin batma ihtimali olmayan, zarar etmesi imkansız bir şirketi var, başvuran tüm elemanları şirketine(cennetine) alamaya muktedir, başvuran eleman ne kadar kötü ve yetersizde olsa ondaki o kusurları yok etmeye de kadir ama yine de tüm bu kuvvet ve kudrete rağmen oda aciz şirket patronu gibi sanki tüm başvuran adayları şirketine(cennetine) alması durumunda zarar edecekmiş gibi davranıp başvuranların kendilerini kanıtlamasını istiyor ve imtihanı gerekli görüyor.
- Şirket patronu imtihanı keyfi olarak yapmıyor, başvuran elemanların kusur ve kötü özelliklerini değiştirme kudreti olmadığı için yapıyor, ama Allah keyfi olarak yapıyor. Patronun elinde başvuran her elemanı aradığı niteliklerle donatma kudreti olsaydı başvuranları imtihan etme gibi bir zahmete girmez ve adayları böyle bir stresin içine sokmazdı.
- Allah 'ın tüm insanları cennetine almaya kudreti varken hayır size nefsi koydum keyfi olarak imtihan edeceğim demesinin mantığını idrak etmekte ve Allah'a sevgi duymakta zorlanıyorum. imtihan acizlik durumda bir zorunluluk olurken acizliğin olmadığı bir kudretin imtihana ihtiyaç duyması veya keyfi olarak istemesi tuhaf.
- Sonuçta yoktan var eden Allah şeytanı da bizi de Habibim dediği Rasullullah ahlakı üzere yaratabilirdi, Peygamberimiz kendi çabasıyla mı Habib oldu ki? Sizce?
Değerli kardeşimiz,
Sualdeki meseleyi tam kavrayabilmek için mutlaka kainat ağacının ve meyvesi olan insanın yaratılış amacının ne olduğunu bilmek ve iyice kavramak gerekmektedir.
Her sağlıklı düşünebilen şuurlu insan hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını bildiği için, muhakkak ki kainatın da yoktan var olmayacağını bilir.
Dolayısıyla kainat ve içindekiler muhakkak Vacibü’l-Vücud, yani var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan, fakat yaratılmışların tamamının onun varlığına ihtiyaç duydukları bir yaratıcının var olması gerektiği noktasına gelmelidir.
Yaratıcı, hangi eğitim seviyesinde olursa olsunlar, insanların bu noktaya kadar gelmesini mutlaka beklemektedir. Bundan sonrası akıl ile bulunmayacağından O yaratıcıya teslim olmak ve O’ndan yardım istemek gerekmektedir.
Sonrasında ise, ihlas ve samimiyetle yaratıcıya ulaştıran dinler incelenirse, yaratıcı onu kendisiyle, yani Allah ile ve O’nun katında Âdem (as)’dan itibaren tek hak din olan İslam ile buluşturacaktır, yeter ki ihlas olsun, samimiyet olsun, riya olmasın.
İşte bizler de kainatın yaratılış sırlarını tam anlamıyla Kur'an’dan ve onun muallimi olan Muhammed (asm)’dan, yani kısaca İslam’dan öğreniyoruz.
Yüce Allah, bilmek ve bilinmek, tekbir, tahmid ve tesbih edilmek sırrınca kainatı yarattı; cansız varlıkları, çiçekleri, ağaçları, bitkileri, hayvanları ve melekleri yarattı.
Buraya kadar sayılanların hepsine kainatta, bahusus dünyamızda vazifeler verdi.
Bu vazifeleri esnasında da Allah’ın mutlakta olan ve her birinde tezahür eden bazı isim ve sıfatlarını teşhir etmelerini murad etti. Bu yaratılanlar, bilerek veya bilmeyerek Allah’a karşı bu ibadet vazifelerini aksatmadan, usanmadan, yorulmadan yerine getirmektedirler.
Bunlardan sonra, gene yüce Allah evvela cinleri sonra da kainata halifesi olarak seçtiği tam bir irade sahibi olarak insanları yarattı. Cinler burada konumuz olmadığı için biz insanlara bakalım.
Allah insanı en güzel şekilde yarattı. Diğer bütün yarattıklarında bazı isim ve sıfatları tezahür ederken, insanda tamamını tezahür ettirdi. Yanlış anlaşılmasın, belki bu tezahür sonsuz bir okyanustan bir damla bile değil, ama o damla olmayan tezahür dahi ne kadar muhteşem ki, insanı Allah’ın dünyadaki halifesi kılmasına yetti.
İşte insanın vazifesi, yaratıcıyı bulduktan sonra kendisine yüklenen bu isim ve sıfatlarla, İslam’ı ve Allah’ı bulması, imanını arttırması ve kendisinden istenen ibadet vazifelerini eksiksiz yerine getirmesi. Yani insan diyecek ki;
- Nasıl ben şu küçük işimi sevk ve idare ediyorum, Allah da aynen bütün kainatı idare ediyor; sübhanallah!
- Nasıl ki bu evin tapusu benim, kainatın tapusu da O’nun; sübhanallah!
- Nasıl ki ben imkanımca bir fakiri doyuruyorum, O’da bütün yarattıklarını rızıklandırıyor; sübhanallah!
Ve bunun gibi nice mukayeselerle onun Allah'ın uluhiyetini, büyüklüğünü, kusursuzluğunu, kudretini, hikmetini, ilmini... anlayacak ve böylece kendi aczinin, fakrının farkına varıp O’na kayıtsız şartsız iltica edecek.
Nasıl ki bizler güzel bir resim yapsak önce kendimiz beğenmek isteriz, sonra da başkalarının beğenmesini isteriz. Teşbihte hata olmasın, işte bu bizde tezahür etmiş yok hükmündeki özellik, Allah’ta mutlak olarak bulunmakta.
Evet, nasıl ki bizim muazzam resimleri yapıp yapıp yok olmak üzere çöpe atmamız düşünülemez, evvela biz beğeniriz, sonra etrafımıza gösteririz ve bilahere galeri açarız ve isteriz ki diğerleri de beğensin, aynen öyle de Cenab-ı Hak asla abes iş yapmayacağından, 70-80 senede bir var ettiği insan gibi bir sanat eserinin toprak olup gitmesine müsaade etmez.
İşte, irade sahibi olmayan yaratılmışlar, gayriiradi bir biçimde O’nu tekbir, tesbih ve tahmid ediyorlar. İrade sahibi olanlar, bahusus insanlar da kendi iradeleriyle O’nu tekbir, tesbih ve tahmid edip etmemeyi seçiyorlar, sonucunda da ya mükafat görüp, meleklerden üstün ebedi makamlara yerleşiyorlar veya mücazat görüp, hayvanlardan aşağı ebedi azablara duçar oluyorlar.
Özet olarak, yaratılış amacımız cennet veya cehenneme gitmemiz değil. O işin neticesi. Yaratılış amacımız Allah’a bihakkın, O’nun emrettiği şekilde ibadet, yani kulluk etmek.
Aynı okullar gibi düşünebiliriz. Onların da var olma sebebi, talebelerin sınıfta kalmaları veya geçmeleri değil, onlara bir şey öğretmektir. Sınıfta kalmak veya geçmek neticesidir.
Sualin son kısmındaki soruya da diyebiliriz ki, peygamberlik insanın ibadetle veya gayretle kazanacağı bir makam değildir, vehbidir, Allah vergisidir! Allah hikmetine binaen yarattığı bazı kullarına peygamberlik vazifesi vermiştir. Bu risalet vazifesi bir rivayete göre 124.000 insana verilmiş, Âdem (as) ile başlamış ve Muhammed (asm) ile sona ermiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olmaları, diğerlerinin günah ...
- Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın ...
- Allah kullarını imtihan ederken adaletsizlik yapar mı? Dünyada ...
- Allah her şeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insanı ...
- İmtihan sırrının Allah'a bakan yönü nedir?
- Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için ...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın ne işine yarayacağız?
- Allah bizi neden yarattı?
- Bizi imtihan edecek, cennet cehennem v.s bunun sonucu nedir?
Değerli kardeşimiz,
"Allah bizi neden yarattı?" sualinin cevabını gene mealen Cenâb-ı Hakk’tan, yâni kitabından dinleyelim:
“(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye halk ettim!” (Zâriyât, 52/56)
Buradaki ibadet kelimesi, “abd” kelimesinden, Türkçe karşılığı “kul” kelimesinden gelmektedir. Yani kısaca Allah bütün mevcudatı kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır.
Cin ve insanları ise, melekler dahil diğer mevcudata vermediği bir cüz’î irâde vererek, bu kulluk vazifelerini yapıp yapmamakta özgür bırakmıştır.
Sualimiz insan olması sebebiyle burada sadece ona, yani kendimize yönelik bir değerlendirme yapacağız.
Allah bizleri -hâşâ- O’nun bir işine yarayalım diye yaratmadı, böyle bir şey düşünülemez; yaratılan acizdir, fakirdir, yok olmaya mahkumdur! Yaratıcısı ona hiçbir şekilde muhtaç olamaz. Hele bu yaratıcının bütün isim ve sıfatları mutlak kemal noktasında ise.
Allah, bütün kâinatı ve içindekileri, bilinmek, kendini bildirmek ve tanıttırmak ve hemen akabinde yüceltilmek ve kendisine itaat edilmek amacıyla yarattı. Yaratılmışların en mükemmeli, arzın halifesi olan insan da aynen bu amaç için yaratıldı.
İlâhî hikmet gereği bir taraftan bize verilen başıboş nefis ve musallat edilen şeytan, diğer taraftan da nefsi terbiye ve şeytandan sakındırmak için Allah’ın talimatlarını içeren Kur'an ile imtihana tabi tutulmuşuz.
Bu imtihan sonucu irademizle seçeceğimiz yola göre de sonsuz bir mükâfat olan cennet veya sonsuz bir ceza olan cehennem ile karşılık göreceğiz. İman edip etmemek konusunda karar tamamen bize ait olduğu için, neticesinden de tamamen biz mesul olacağız, imtihanda aynen böyle olur zaten.
Allah bizden evvela O’nu nefsimize ve hevamıza ve nakıs aklımıza göre değil, O’nun istediği şekilde tanımamızı, O’nun âlemde yarattığı her mahluk üzerinde kudret kalemiyle yazdığı, nakış gibi işlediği esmâ-i hüsnâsını tefekkür ederek okumamızı ve böylece O’na olan imanımızı ve hayranlığımızı, canımız tende olduğu sürece arttırmamızı istemektedir.
Akabinde, imanımız arttıkça da O’nun bize koyduğu emir ve yasaklara daha büyük bir istek, arzu ve iştiyakla sarılmamızı, bütün kulluk vazifelerimizi yapmamızı, O’nun “Yapmayın uzak durun!” dediği işlerden uzaklaşmamızı beklemektedir. Böylece kavileşen tahkîkî bir iman sayesinde de O’na itaat ettiğimiz için hem bu dünyada ödül olarak bize büyük bir huzur vermekte ve çok daha mühimi ebediyette bize cenneti vaad etmektedir.
Yaratılışımızın amacı cennet veya cehenneme gitmek değildir. Nasıl ki mekteplerin amacı talebelere bir şey öğretmektir, talebeleri sınıfta bırakmak veya sınıf geçirmek değildir, sınıf geçmek veya sınıfta kalmak bu işin neticesidir. Aynen öyle de bizim de bu dünyada olmamızın amacı cennet veya cehenneme gitmek değildir. Cennet veya cehenneme gitmek bu işin neticesidir.
Sonuç olarak, başta dediğimiz gibi, Allah kendisini tanıttırmak ve bildirmek istedi, kâinatı yarattı ve en son olarak da sonsuz okyanus olan isimlerinden, bir damla dahi olmayan kısmı kadarını ona üfleyerek insanı yarattı. Âdeta bu yok hükmündeki üfleyiş dahi insanı en mükerrem varlık haline getirdi.
Bu mükerrem varlık olan insanın önünde iki yol var:
Ya istidadınca, kendinden isteneni yapıp, kulluk vazifelerini yerine getirecek ve meleklerin dahi fevkinde ebedi bir cennet makamına kurulacak.
Ya da kendisine verilen bu özellikler ile “BEN” diyecek, firavunlaşacak, yaratılış gayesinin taban tabana zıddına davranarak ebedi azaba müstahak olacak.
Ne mutlu yaratılış gayesini keşfedenlere!..
Yazık, nefsini vahyin emirlerinden uzaklaştırıp şeytanın yoluna sapıp ebediyetlerini mahvedenlere!
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?
- İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır ...
- Yüce Allah neden kendisine ibadet edilmesini istiyor?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Kainat nasıl yaratılmıştır ve yaratılış amacı nedir?
Değerli kardeşimiz,
Varlık yaratılmamıştı ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktu. (bk. Buhârî, Megâzî, 67) Yüce Allah, zatının tanınmasını ve bilinmesini istedi. İsim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattı. Bir hadis-i kutside yüce Allah:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım.” (Acluni, II, 132)
buyurmuşlardır. Yani yüce Allah kâinatı kendisini tanıtmak için yaratmıştır. Yaratılışın gayesi ve amacı yaratıcıyı tanımaktır. Allah insanı da kendisini iman ile tanıması ve ibadet ile itaat etmesi için yaratmıştır.
Allah kendisini gizlemiş ve eserlerini ortaya çıkarmıştır. Çünkü eser ustasını daha iyi tanıtır. Amaç gizli hazinelerini ortaya çıkarmak ve o vasıta ile zatını tanıtmak olunca eserini izhar edip kendini gizlemek daha mükemmel bir şekilde zatın tanıtılmasını netice verir. Allah’ın hazineleri ise isimlerinde gizlidir. Çünkü mükemmel benzersiz gizli bir cemal kendi güzelliklerini aynada görmek ve güzelliğinin derecelerini şuurlu ve kendine âşık olanların gözleri ile de görünmek ve bilinmek ister. Bu da kendisinin isim ve sıfatlarını görerek eserlerini bilen, anlayan ve öven, takdir edenlerin varlığını gerektirir. Yüce Allah da kâinatı yaratarak kendi hazinelerini ortaya çıkardı. İnsanı yaratarak bu eserlerin sahibi, yaratıcısını bilmek ve iman ile tanımak, ibadet ile itaat etmeyi gerekli kıldı. İnsanın yaratılış amacı Allah’a iman olunca insan iman etmekle bu amacı gerçekleştirmiş olur. İnsanın affedilmez günahı da Allah’a şirk koşmak olacaktır. İşte bundan dolayı yüce Allah “Şirki Allah’a karşı yapılmış en büyük iftira kabul etmiş, Allah şirki affetmez, bunun dışında her günahı affeder.” (Nisa, 4/48, 116) buyurmuştur.
Varlık Allah’ın varlığını nasıl anlatır? Eserin ustasını tanıttığı gibi... Şöyle ki:
“Vücud; mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere, ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder.” Bu da görme, işitme ve konuşma sıfatlarını gerektirir. İşte Allah’ın sıfatlarını böylelikle anlarız. Akıl noktasında bu böyle olduğu gibi, yüce Allah da rahmetinin gereği olarak peygamberler ve kitaplar vasıtası ile de insanları bu amaca yöneltmiştir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de,
“O Allah yaratıcıdır, her şeyi yoktan yaratandır, her şeye suret ve şekil veren odur. Bütün güzel isim ve sıfatlar ona aittir. Semavat ve arzda bulunan her şey onu över, onu tesbih ve her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder. O azizdir, izzet ve azamet sahibidir. Her işi hikmetledir, her yaptığı şey ilim ve hikmetin gereğidir.” (Haşr, 59/24)
buyurarak bu hususu ifade etmiştir.
Amaç Allah’ı tanımak ve zikretmek olunca sabah ve akşam namazından sonra bu ayetleri okuyarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tekrar etmeyi Peygamberimiz (sav) tavsiye etmiş ve bunu devamlı yapanın şehit olarak öleceğini ve cennete gideceğini müjdelemiştir.
Yaratılış Keyfiyeti:
Sahabelerden Ebu Rezin (ra) Peygamberimize (sav) sordu:
“Ya Rasülallah! Allah yerleri ve gökleri yaratmadan önce nerede idi?”
Peygamberimiz (sav) cevap verdi:
“Allah vardı, varlık yoktu. O gizlilik ve bilinmezlik içinde idi. Henüz arşı da su üzerinde değildi. Sonra arşını su üzerinde yarattı.” (Buhari, Megazi, 67, 74, Bed'ul-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizi, Menakıb, 3946)
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa açıklık getirerek şöyle der:
“Şeriatın nakliyatına göre Cenab-ı Hak, bir cevhereyi (Nur-u Muhammediyi) yaratmış, sonra ona tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını mayi kılmıştır. Sonra o mayi kısmına da tecelli etmekle tekâsüf ettirip 'zebed' köpük kesmiştir. Sonra arzı ve yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir.” (İşaratü'l-icaz, Bakara 29. ayetin tefsiri)
Cenab-ı Hakk'ın arşı su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra cevahir-i ferde (atomlara) kalbetmiştir. Esir maddesi ise atomların tarlası olup “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi olup mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”
Yüce Allah esiri yaratıp arşını onun üzerine kurmuştur. Yani hâkimiyetini ve hükümranlığını ve arşını esire yüklemiştir. Böylece atomların içine bile nüfuz edebilen esire hükmetmekle Allah tüm kâinata ve her şeye hükmetmiş oluyor. Böylece Allah ilim, irade ve kudreti ve bunların gerektirdiği isim ve sıfatları ile her şeye her şeyden daha yakın olmaktadır. Ve ilim, irade ve kudreti her şeyin içini dışını, altını ve üstünü ihata etmiştir.
Hz. Ebu Hureyre (ra) Peygamberimize (sav) sordu:
“Ya Rasülallah! Yüce Allah mahlûkatı neden yarattı?”
Peygamberimiz (sav) cevap verdi:
“Yüce Allah Kur’an'da ‘Biz her şeyi sudan yaratarak hayat verdik.’ buyurmuyor mu? Öyle ise Allah her şeyi sudan yaratmıştır.” buyurdu. (Tirmizi, Cennet, 2)
Bundan dolayı İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) “Subhane men haleka’l-arza âlâ mâin cemed.” yani; “Yeryüzünü donmuş sudan yaratan Allah’ı tesbih ederim.” sözünü tesbihatı içine almıştır.
Yine Peygamberimiz (sav);
“Allah dünyayı yedi zaman üzere yarattı. Bunlardan her devir, zamanını Allah’tan gayrısının bilemiyeciği uzun bir süreçtir. İnsanın yaratılmasından önce altı devir geçmiştir. Âdem (as)’in yaratılışından kıyamete kadar bir devir geçecektir.” buyurmuştur. (Hindî, Kenzu‘l-Ummal, no: 15215)
Bu devirler ise; Gaz dönemi, ateş dönemi, kabuk bağlama dönemi, toprağın oluşması dönemi, bitkilerin oluşma dönemi, hayvanların oluşma dönemi, insanın yaratılma dönemi olmak üzere yedi dönemdir.
İnsanın yaratılış öncesi dönemi ki “İnsanın yaratılışına kadar öyle devirler geçti ki anlaşılır bir şey değildir” (İnsan, 76/1) ayeti ile ifade edilmiştir. İnsanın yaratılış dönemi de toprak, tin, çamur, şekillenmiş balçık, pişmiş ve kurumuş balçık olmak üzere altı devreyi içine almaktadır. Kur’an-ı Kerim'de insanın yaratılışına dair altı ayet, niteliksiz çamurdan yaratıldığına ait altı ayet, bu çamurun niteliklerine dair de altı ayet vardır. Elbette bu büyük hikmetleri ve sırları içinde saklamaktadır.
Kâinatın yaratılışının altı günde olduğunu yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de açıkça ifade etmektedir. İnsanın ilk yaratılışı altı safhada olduğu gibi, anne karnında yaratılışı da altı safhada cereyan etmektedir. Ayrıca insan psikolojik ve ruhsal olarak da altı temel karaktere ayrılmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (sav) “Yüce Allah Âdem’i (as) yeryüzünün tümünden aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Âdem’in çocukları da yeryüzü toprağının nevileri gibidir. Onlardan kimisi ova gibi uyumlu, yumuşak ve verimli, kimisi de yeryüzünün yüksek ve katı kısmı gibidir. Kimisi pis ve kimisi de hoş ve temizdir. Bazıları da ikisi arası bir durumdadır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibban, Sahih, 8/11)
İbn-i Abbas’dan (ra) gelen bir rivayette ise Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah ilk olarak kalemi yarattı. Kalem kâinatın plan ve programı şekilde olacak her şeyi, yani kaderi yazdı. Sonra Allah suyu yarattı ve o suyun buharından da gökleri yarattı. Sonra yüce Allah 'Nûn'u yarattı ve yerleri onun üzerine döşedi. Arz hareket edince dağlar ile sabitleştirdi. Ve Peygamberimiz (sav) 'Nûn. Ve’l-Kalemi ve mâ yesturûn' (Kalem, 52/1-2) ayetini okudu.” (Hakim, Müstedrek, 2/498)
Elmalılı Hamdi Yazır’ın yorumuna göre,
“Yüce Allah başlangıçta ezelî takdir ile kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ruhanî ilk unsuru yaratmıştır. Buna 'Akl-ı Evvel' ve 'Nûr-u Muhammedî' denilmiştir. Sonra madde yaratılmış ve buna 'Cevher' denilmiştir. Sonra su buharı gibi mâyî ve gaz karışımı maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra buna hareket verilerek sıvı halde hareket-i devriyesi ile küreye benzer olduğu için 'Nûn' denilmiştir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, 8/256)
Sonuç olarak “İnsan bir yolcudur. Rahm-ı maderden, dünyadan, berzahtan, haşirden ve sırattan geçen bir yolculuğu vardır. Bu yolculuğun sonu cennet ve cehennemde bitecektir. Yaratılışın amacı Allah’ın kendisini mahlûkatı ile tanıtmasıdır. Varlık Allah’ın tanınmasını sağlarken, mahlûkat içinde akıllı ve şuurlu olarak yaratılan insanın da görevi Allah’ı tanımaktır. Allah’ı iman ile tanıyarak yaratılış amacına hizmet eden insan ebedi saadeti kazanır. Ebedi saadet yurdu ise cennettir.
Dinin amacı ve hedefi insanı cennete götürecek olan amelleri öğretmek ve insana yaptırmaktır. Bu da peygamberlerin gösterdiği şekilde iman ve amel ile mümkün olur. Dinin amacı ve hedefi budur. İnsanlığa saadet-i ebediyeyi kazandıracak olan iman ve ameli insanlığa öğreten Peygamberimiz (sav) elbette kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı en değerli bir peygamber olacaktır. İnsanlığa bundan daha büyük hizmet olabilir mi?
Bundan dolayı yüce Allah Peygamberimizi “Seni yaratmasaydım kâinatı yaratmazdım.” buyurarak övmektedir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Evrenin kainatın yaşı hakkında bilgi verir misiniz? Altı günde yaratılması ne anlama geliyor?
- Allah kainatı neden yarattı?
- Neden dünyaya gönderildik de doğrudan cennete gönderilmedik?
- Allah melek, insan ve cinleri neden yaratmıştır?
- İnsan niçin yaratılmıştır? Gayesi ve hedefi ne olmalıdır?
(M. Ali KAYA)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, yaratma işini araçsız / vasıtasız bir şekilde bizzat mı yapmaktadır?
- Allahu Zülcelal yaratma işini araçsız-vasıtasız bir şekilde bizzat mı yapmaktadır?
- Mesela bir karıncanın yaratılmasında müvekkel meleğin görevi nedir?
- Arabayı gerçekte götüren Allahu Zülcelal olmasına rağmen biz ''Arabayı şoför sürüyor.'' diyoruz, meleklerin görevi de buradaki şoförün görevi gibi midir?
Değerli kardeşimiz,
- Bu konuda genel prensip şu olmalıdır: Allah zatında, sıfatlarında ve isimlerinde olduğu gibi fiillerinde de birdir, ortağı yoktur.
Bunun anlamı şudur: Melekler dahil hiç bir varlık icat noktalarında/yaratmanın söz konusu olduğu hususlarda herhangi bir etkiye sahip değildir.
“Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.” (Tahrim, 66/6)
mealindeki ayetin son cümlesi meleklerin bazı işler yapmakla yükümlü olduklarını göstermektedir.
Öyleyse melekler Allah’ın talimatı doğrultusunda bazı işler yaparlar. Fakat bu işler asla bir yaratma işi değildir. Çünkü tevhid akidesi buna izin vermez.
Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri konumuza ışık tutmakladır:
“Melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hizmette ve onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena'umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.”
“Meleklerin bir kısmı âbiddirler (yalnız ibadet ederler), diğer bir kısmının ubudiyetleri (ibadetleri ve kullukları) ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler. Yani rûy-i zemin, umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlık-ı Zülcelal'in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük her bir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de rûy-i zemin bir tarladır, umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk'ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk'a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır."(bk. Nursi, Sözler, s. 353)
Özetle melekler, "irade" sıfatından gelen, "tekvini şeriat" olarak bilinen ve kâinatta işleyen Cenab-ı Hakk'ın icraatlarının hamelesi ve mümessilleridir. Hakiki irade ve tesir sahibi Kudret-i İlâhiyenin emirlerine tâbi olarak çalışır, iş görürler.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Melekler her bir kar (yağmur) tanesini taşır mı?
- Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir?
- Melekler niçin yaratılmıştır?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah kendisinin bilinmesini istiyordu ve bu yüzden kâinatı ve canlıları yarattı. İstemek fiili mahlukata ait bir şey değil mi, ya da Yaratıcı'nın bir şey istemesini nasıl açıklarız?
Değerli kardeşimiz,
Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela, elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.
Bu kaide kâinatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez.
Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve eksiktir. Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekândan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin?.. Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.
"Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister." ifadesinde, insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat ne mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, ne de teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz.
Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Aynen öyle de insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hakk’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.
Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat, hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlarda değerden ve kıymetten düşer.
Mesela, Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir. nisbetle kaim olanlar; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince, onların mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz. Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek? Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü âlemin sonunda başlamıştır.
O hâlde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu?.. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu, Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil insanlarını kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir. Ayrıca kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir.
Ayrıca bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela, insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzühte biter. Cenab-ı Hakk’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-Yİ İLAHİYEDENDİR.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir.
"Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir." (Hûd, 11/107)
Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir:
"Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye 'Ol!..' demektir; o da hemen olur." (Yâsin, 36/82);
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer." (Kasas, 28/68);
"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (Mâide, 5/1).
Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir.
Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kâinatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir.
Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir.
Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allah Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır.
Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir.
Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a. Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b. Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/ 185)
ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur.(Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın bir çiçeği yaratığını ispat eder misiniz?
- Anne-babamız Müslüman olduğu için biz de Müslümanız. Niçin Müslüman olduğumuzu bilmiyoruz. Anne-babamız Hristiyan ya da Yahudi olsaydı, biz de Yahudi ve Hristiyan olacaktık. Hindistan da doğsaydık, ineğe tapıyor olacaktık. Müslüman olduğunu söylediği halde, ömrü boyunca Kur'an-ı Kerim’in mealini okumayan milyonlarca Müslüman var bu ülkede.
- “Bu âlemi ve varlıkları Allah Teâlâ yaratmadıysa ya kim yarattı?..” diyen bir insan, yaratma fiiline şartlanmış durumdadır. Anne-babamız “Allah yarattı.” dedi diye, niçin kendimizi yaratma fiiline şartlıyoruz. İlle de yaratma fiili olmak zorunda mıdır?
- Yaratma fiili bir kabuldür, şartlanmadır. Evren öteden beri, hep var mıydı, yoksa sonradan mı meydana geldi? Bir yaratıcı tarafından mı yaratıldı? Bir yaratıcı tarafından yaratıldıysa delili nedir?
- Sebepler vasıtasıyla ya da evrim sonucu meydana geldiyse delili nedir?
- Sebeplerin ya da evrim bir çiçeği meydana getiremeyeceğini, geçersizliğini ortaya koymak, yaratılışı ispat eder mi?
Değerli kardeşimiz,
- Önce şunu söyleyelim ki, bu konuda samimi olarak bilgi sahibi olmak isteyenlerin Risale-i Nur Külliyatına bakmaları yeterli olacaktır.
- Bununla beraber, burada şunu da belirtelim ki;
a) Bir çiçeğin veya herhangi bir nesnenin kendiliğinden tesadüf eseri meydana geldiğine dair hiçbir bilgi kırıntısı dünyada mevcut değildir. Hiçbir ilim erbabı, böyle bir iddiada bulunamaz. Bulunsa sadece cahilliğini ortaya koymuş olacaktır.
b) Bugünkü bilim çevreleri, %90’ın üstünde bir ihtimalle, evrenin birkaç milyar yıl önce var olduğunu (yaratıldığını) kabul ederler. Samanyolu Galaksisinin çok daha sonra var olduğu (var edildiği), % 100'e yakın bir bilimsel tahminle kabul edilmektedir.
c) Bitki, insan ve diğer canlıların her gün var edildiği gerçeği gözle görülen bir hakikattir. Daha düne kadar ne biz ne de babalarımız vardı. Ama şu anda varız. Demek ki sonradan var edilmişiz.
d) Sonradan var oldukları ilmen, aklen ve gözle gördüğümüz bu varlıkların var olmalarının akli ihtimalleri dörttür:
1) Her şey kendiliğinde var olmuştur.
2) Sebepler bunları yaratmıştır.
3) Tabiat bunları var etmiştir.
4) Allah bunları yaratmıştır.
İlk üç ihtimalin yanlışlığı ortaya konduktan sonra “Allah’ın yaratması” ihtimalinden / doğrusu, gerçeğinden başka bir ihtimal ve bir gerçek olamaz. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ı kabil oldukları kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.” (Asa-yı Musa, 158)
Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: "Bu nebatatı yaratan Allah Teâlâ’dır. Allah’ın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde bitkiler yaratılır.''
Eğer -hâşâ- Allah’ın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1. Ya toprağın içinde her bir bitki için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu hâlde, bir saksı toprağın içinde bitkiler sayısınca maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2. Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara yönlendirmelidir.
Allah’ın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip O’nu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allah’ın ilmi kadar bir ilmi ve O’nun kudreti kadar bir kudreti verirken bunu nasıl açıklayabilirler?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak "tesadüf" deyip mi geçiyorlar?
Bu üç yolun ne kadar yanlış olduğu, dördüncü yolun ne kadar makul olduğunu görmek isteyen adı geçen yere bakabilir.
e) Kur’an’da, Allah’ın varlığı ve birliği umumi manada “ihtira” ve “İnayet” delili çerçevesinde değerlendirilmiştir.
İhtira delili: Varlıkların sonradan yaratılmış olmasından hareketle sonuca götüren delildir. Harika sanatlı olarak boy gösteren varlıkların ancak sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratılabilir.
“Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşa istiva ett(kâinattaki mevcut saltanatın yegâne hâkimi olduğunu gösterdi). Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz.” (Rad, 13/2)
“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk, 67/3-4)
mealindeki ayetlerde -bu ihtira ve yaratma delili penceresinden- Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetine vurgu yapılmıştır. Her tarafında sonsuz kudret, ilim ve hikmetin izleri görülen bu harika sanat eserlerine hangi kör (ve gerçekte hiç olmayan) tesadüfün, sağır tabiatın veya cansız, akılsız sebeplerin işi olabilir!
İnayet delili: Varlıklardaki akıllı tasarımı gösteren hikmetler, gayeler, amaçlar; sebep-sonuç ilişkileri penceresinden yaratıcının kudret, ilim ve hikmeti yanında, sonsuz merhamet, inayet ve himayesini gözler önüne seren bir delildir. Mesela; görsün diye yaratılan gözümüzün görebilmesi için güneşin olması gerekir. Duysun diye var edilen kulağımızın işitmesi için atmosferin/havanın olması gerekir. Nefes alıp versin diye yaratılan akciğerlerimizin bu işlevi görebilmesi için oksijenin olması gerekir... Bu misalleri çoğaltabiliriz...
Öyleyse, gözü kim yaratmışsa, güneşi de o yaratmıştır. Kulağı kim yarattıysa, havayı / atmosferi de o yaratmıştır. Akciğerlerimizi kim yaratmışsa, atmosferi / oksijeni de o yaratmıştır. Bu ise, sonsuz bir kudret, ilim ve hikmet yanında, bizimle yakından ilgilenen sonsuz merhamet ve inayet sahibi bir hâminin varlığını aklen zorunlu kılar.
“Biz yeri bir döşek yapmadık mı? Dağları da arzı tutan birer destek yapmadık mı?
Hem, sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme yaptık.
Geceyi bir örtü, gündüzü geçiminiz için çalışma zamanı kıldık. Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik. Orada pırıl pırıl yanan bir lamba koyduk. Size hububat, tohumlar, bitkiler ve ağaçları birbirine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye, sıkışıp yoğunlaşmış bulutlardan bol bol yağmur indirdik.” (Nebe’, 78/6-16)
mealindeki ayetlerde Allah’ın bin bir çeşit hikmet nakşını dokuyan inayetinin misalleri verilmiştir.
- Son olarak aşağıda mealleri verilen ayetleri dikkatle tefekkür ettiğimizde “akıllı tasarım” dedikleri ilahî yaratmayı gündüz gibi göreceğiz:
“Kahrolası kâfir insan, ne nankördür o! Yaratan onu neden yarattı? Bir meni damlasından yarattı. Yarattı ve güzel bir biçim verdi. Sonra da hayat yolunu kolaylaştırdı. En sonunda da onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra da, istediği zaman onu diriltir. Hayır! İnsan, Allah’ın buyruğunu layıkıyla yerine getirmedi. Hele, insan, yiyeceklerinin kaynağına bir baksın: Biz yağmuru gökten şırıl şırıl döktük. Sonra nebat bitsin diye, toprağı iyice sürdük, Orada hububatlar, taneler, üzümler ve yoncalar, zeytinler ve hurmalar, ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Bütün bunları sizin ve davarlarınızın faydalanması için yaptık.” (Abese, 80/17-32)
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?
Değerli kardeşimiz,
Evvelâ şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler saf zihinleri şüpheye düşürmek için, Allah'ı doğrudan inkâr etmek yerine; “Şu kâinat yoktan icat edilmeyip, zerrelerden teşekkül etmiştir.” diyerek önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah'ı inkâra gidiyorlar. Hâlbuki eşya ister hiçten bir anda, ister zerrelerden (tedricen, terkip tarzında) yaratılsın, bir tertip edeni vardır. Çünkü madem eşya var ve bu eşya hadistir, yani sonradan yaratılmıştır, mütegayyirdir, yani her an değişmektedir, mümkündür, elbette onu ihdas eden, yokluktan varlık âlemine çıkaran, yâni onun varlığını yokluğuna tercih eden Vâcib ve Ezeli bir müreccihi, bir muhdisi, bir sânii vardır.
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın iki tarzda icadı vardır. Birisi: İbda ve ihtira tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeri inşâ tarzındadır; yâni eşyanın zerrelerden terkip suretiyle icad edilmesidir. Malûmdur ki hiçbir san'at sâni'siz, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha zahirdir. Bu eserler ister tedricen, ister defaten yapılsınlar, her iki halde de ustalarına delil olurlar. O halde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise, “Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?” suali Sâni-i Âlem'i inkâr namına değil, ancak O'nun hikmetini taharri cihetiyle sorulabilir.
Allahü Azîmüşşân şu kâinatta yazdığı hadsiz, mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi hükmündeki zerreleri, yâni atomları ibda-i mahz ile hiç yoktan halketti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve meharet ve ihsanatını tecdit etmek gibi hikmetlere binaen, bir kısım mevcudatı inşâ suretiyle vücut dairesine çıkarttı. Yâni, zerreleri ibda ile yoktan yarattı. Sair mahlûkatı ise o zerrelerden inşâ etti.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?
Değerli kardeşimiz,
Evvelâ şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler saf zihinleri şüpheye düşürmek için, Allah'ı doğrudan inkâr etmek yerine; “Şu kâinat yoktan icat edilmeyip, zerrelerden teşekkül etmiştir.” diyerek önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah'ı inkâra gidiyorlar. Hâlbuki eşya ister hiçten bir anda, ister zerrelerden (tedricen, terkip tarzında) yaratılsın, bir tertip edeni vardır. Çünkü madem eşya var ve bu eşya hadistir, yani sonradan yaratılmıştır, mütegayyirdir, yani her an değişmektedir, mümkündür, elbette onu ihdas eden, yokluktan varlık âlemine çıkaran, yâni onun varlığını yokluğuna tercih eden Vâcib ve Ezeli bir müreccihi, bir muhdisi, bir sânii vardır.
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın iki tarzda icadı vardır. Birisi: İbda ve ihtira tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeri inşâ tarzındadır; yâni eşyanın zerrelerden terkip suretiyle icad edilmesidir. Malûmdur ki hiçbir san'at sâni'siz, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha zahirdir. Bu eserler ister tedricen, ister defaten yapılsınlar, her iki halde de ustalarına delil olurlar. O halde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise, “Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?” suali Sâni-i Âlem'i inkâr namına değil, ancak O'nun hikmetini taharri cihetiyle sorulabilir.
Allahü Azîmüşşân şu kâinatta yazdığı hadsiz, mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi hükmündeki zerreleri, yâni atomları ibda-i mahz ile hiç yoktan halketti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve meharet ve ihsanatını tecdit etmek gibi hikmetlere binaen, bir kısım mevcudatı inşâ suretiyle vücut dairesine çıkarttı. Yâni, zerreleri ibda ile yoktan yarattı. Sair mahlûkatı ise o zerrelerden inşâ etti.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Kulların iradesi, Allah’ın tercihiyle yaratılmış olup bir kısım sebeplere bağlıdır, ne demek?
- Beyzavi tefsiri Kasas 68’de geçen açıklamayı nasıl anlamamız lazım? İfade şöyle:
"Ayetin zahiri, insanlardan irade kuvvetini tamamen nefyetmektedir. Tahkik edildiğinde de durumun böyle olduğu anlaşılır. Çünkü kulların iradesi, Allah’ın tercihiyle yaratılmış olup bir kısım sebeplere bağlıdır. İnsanların ise, bu sebeplerde bir iradesi söz konusu değildir."
Değerli kardeşimiz,
Müfessir Beyzavi'nin bu ifadeleri, insanın fiillerinde tamamen kaderin mahkûmu olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsan, var olup olmama, cinsiyet, huy, saçının rengi gibi şeyleri seçemez, ama kendi yaptığı fiillerde tercih hakkına sahiptir. Yürümeyi yaratan Allah Teala'dır, ama camiye veya meyhaneye gitmeyi isteyen insanın iradesidir.
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Rabbin, dilediğini yaratır ve tercih eder. (O’nun seçme ve yaratmasında) onların tercih hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şanı yücedir.” (Kasas, 28/68)
Bu ayetin zahiri manasını Beyzavi’nin ilgili yorumuyla birlikte göz önünde bulundurduğumuzda şunları söylemek mümkündür:
- Allah her şeyi yaratandır. O dilediğini yaratır ve yaratmada dilediğini tercih eder. Hiç kimsenin ne yaratmada ne de tercihte onun dilediğinin dışında bir tercih hakkına sahip olması söz konusu değildir.
- İnsanın, işin son raddesinde yaratmanın ve tercihin son noktasında iradesinin devre dışı kalması tevhidin gereğidir. Zira, yaratma söz konusu olduğunda, dışarıdan zerre kadar bir müdahale şirk listesinde yerini alır.
- Yaratmanın dışında kalan safhalarda -imtihanın gereği olan- özgür iradenin varlığı muhakkaktır.
Demek ki, adil bir imtihanın gereği olarak insanın bir tercih hakkı ve iradesinin rolü vardır. Ancak bu durum -ayetin son cümlesinde ifade edildiği üzere- şirk kokusunu veren icadî noktalarda söz konusu değildir.
Mesela, özgür iradesiyle tüfek alan, içine mermi koyan ve birisine kurşun sıkan bir kimsenin, bu raddeye kadarki safhalarda hem özgür iradesi hem tercihi söz konusudur. Fakat o kişinin canını almak yalnız Allah’ın iradesine, tercihine ve yaratmasına bağlıdır. Aksini düşünmek şirke davetiyedir.
O halde konuyu, "Kul ister, Allah yaratır." diye özetlemek gerekir.
İşte ayette Allah’ın yaratmasına dikkat çekilmiştir. Yoksa kulun iradesi ve tercihi yok sayılmamıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın küllî iradesi ile insanın cüzî iradesi nasıl bağdaştırılabilir ...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?
Değerli kardeşimiz,
Yazıyı Dinle |
Dosyayı indirmek için buraya sağ tıklayıp farklı kaydeti seçiniz. |
Allah’ın varlığı vaciptir, sıfatları sonsuzdur ve bütün eşyayı kaplamış, ihata etmiştir. Yaratıklar ise varlık mertebesi itibariyle "mümkin" grubuna girerler ve her şeyleriyle sınırlıdırlar. Vacibin mümkini, sonsuzun sınırlıyı yaratması son derece kolaydır. Burada az ile çoğun, büyükle küçüğün farkı yoktur. Hem, Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecelli yönüyle her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır. Bu kaplama sahası içinde az ile çok, büyük ile küçük fark etmezler.
Allah’ın varlığı vacip, mahlûkatın ki ise mümkindir. Bu mahiyet farklılığı kolaylığın en büyük bir sebebidir. Vacibin varlığı kendi zâtındandır, ezelî ve ebedîdir. Mümkin ise Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkar, bu yaratma olmazsa yoklukta kalır. Bunun için mümkini “varlığıyla yokluğu eşit olan” şeklinde tarif ederler. Mümkinle Vacip arasındaki bu mahiyet farklılığının kolaylığa nasıl sebep olduğunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:
“İnsan” ile “yazı” arasında sonsuz denecek kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. Bundandır ki, insan bir yazıyı rahatlıkla yazar ve siler.
Birisi size, “Dağ yazmak mı daha kolaydır, taş yazmak mı?”, yahut “Güneş yazmak mı daha rahattır, lâmba yazmak mı?” diye sorsa, bu soruyu saçma bulursunuz. Ve soru sahibine dersiniz ki: "Güneş lâmbadan büyüktür, ama benim ilmime göre değil; ben ikisini de aynı kolaylıkla bilirim ve yazarım."
Eşyanın büyüklükleri, küçüklükleri, az ve çok oluşları birbirlerine göredir ve kendi aralarında geçerlidir. İlâhî ilim azla çoğu, büyükle küçüğü bir bildiği gibi, ilâhî kudret de bunları aynı kolaylıkla yaratır, vücuda getirir.
Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Sonsuza göre az ile çoğun farkı olmaz. Matematikte, sonsuzdan biri de bir milyarı da çıkarsanız geriye yine sonsuz kalır. Bu kavram için bir ile milyar fark etmez.
Ve Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecellileriyle bütün eşyayı kaplamıştır. Güneş bir şehrin tamamını aydınlattıktan sonra artık onun için gökdelenle gecekondunun, sinekle kartalın, karıncayla insanın bir farkı kalmaz. Işığıyla hepsini ihata ettiği, kapladığı için hepsini aynı kolaylıkla aydınlatır. Bütün insanları o şehirden göç ettirseniz güneşin işi kolaylaşmayacağı gibi, mevcut nüfusun yüz katı kadar insanı başka illerden misafir getirseniz onu yoramazsınız. Çünkü onun ışığı şehrin tamamını kaplamış, içine almıştır.
Problemler birbirine göre kolay ve zor olabilirler. Ama bir insan bunların tümünün çözümünü biliyorsa, onun için kolay ve zor kavramları ortadan kalkmış demektir. Çarpım tablosunun tümünü bilen bir insan, “iki kere ikinin dört olduğunu” da “dokuz kere dokuzun seksen bir olduğunu” da aynı kolaylıkla bilir. Dokuzun ikiden büyük olması onun ilmi için bir zorluk getirmez. Kudreti için de dokuz yazmak, iki yazmaktan zor değildir. Bu rakamlar birbirlerine göre büyük veya küçüktürler. Katibin kuvvetine ve ilmine göre değil.
Cenâb-ı Hakk’ın da bütün sıfatları umum eşyayı ihata etmiştir. Ne kudreti ne ilmi ne de diğer sıfatları için eşyanın tümü ile bir ferdi, azı ile çoğu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Hepsini aynı kolaylıkla bilir ve aynı kolaylıkla yaratır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah kendisine ait bazı özellikleri sonradan mı yaratıp sonsuzlaştırmıştır?
"Allah Tealâ, kendi üzerine rahmeti yazdı..."(Enam, 6/12)
"Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir."(Hud, 11/56)
"Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik."(Enbiya, 21/17)
- Enam suresi 12. ayette, Allah’ın rahmet sahibi olmasının Allah tarafından sonradan kendisine yazılan bir şey olduğu, Allah’ın doğru yol (sıratı müstakim) üzere olması, Allah’ın isterse eğri yolda olup, adaletsiz , merhametsiz, şefkatsiz, gaddar olabileceğine, fakat Allah doğru yolu ve rahmeti kendisine uygun gördüğüne,
- Enbiya suresi 17. ayette ise, Allah’ın oyun ve eğlence için evreni yaratmadığı fakat, istese oyun ve eğlence edinebileceğine işaret değil midir? Bu da gösteriyor ki, Allah kendisine diye söylediği bazı şeyleri kendisine yazmıştır. Yani "Allah’ın sıfatları" diye bahsettiğiniz bazı özellikler, sonradan Allah tarafından kendi nefsine yazılmış olamaz mı?
- Allah’ın kendisine diye söylediği şeylerin birçoğu sonradan kendi nefsine eklediği şeyler olamaz mı?
- Allah sonsuzluktan beri, yani hep başlangıcı olmadan yani her zaman rahmetlidir, şefkatlidir, adaletlidir demek yanlış olmaz mı?
- Çünkü istese adaletsiz ve merhametsiz olabilecek, oyun ve eğlence edinebilecek bir Allah’ın rahmetinin sonsuzdan beri, yani Allah ile birlikte baki olması ayetlere ters değil midir?
- Allah’ın rahmetinin sonradan Allah tarafından sonsuzlaştırıldığına kanıt değil midir bu? Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır.
- Buna mukabil Allah’ın kelamı vs. gibi bazı sıfat diye adlandırdığınız şeylerin Allah ile birlikte hep var olmayabileceğine, Allah’ın kelamının olması istediği için kelam sahibi olduğuna, emir vermek istediği için emrettiğine, şefkatli olmak istediği için şefkat sahibi olduğuna kanıt değil midir?
- Yani bu tür özellikler sonsuz olsa bile başlangıcı olan bir sonsuz özellikler olduğuna kanıt değil midir?
- Bir tek Allah’ın başlangıcı yoktur, fakat sahip olduğu şeylerin başlangıçsız ve sonsuz olduğu ne malum?
Değerli kardeşimiz,
Bu konuya soru-cevap şeklinde şöyle cevap verilebilir:
Soru:
Enam, 6/12: Allah Tealâ, kendi üzerine rahmeti yazdı...
Cevap:
Önce şunu belirtelim ki, Allah’ın zat-ı akdesi gibi sıfatlarının da ezeli olduğu hususunda İslam alimlerinin ittifakı vardır. Ezeli olanın yaratılması elbette söz konusu değildir.
Bu ayette rahmetin yazılması demek, Allah’ın kullarına karşı merhametli davranacağına, onları hemen cezalandırmayacağına, tövbe kapısını onlar için açık bırakacağına dair karar verdiği anlamına gelir. (bk. Taberi, ilgili yer)
Keza, rahmetin yazılması demek, Allah’ın kulları için rahmetini ön planda tutacağına dair kararını yazdığı manasına gelir. Nitekim, Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Allah mahluklarını yarattıktan sonra, yanındaki bir kitabında (levh-i mehfuzda) ‘Şüphesiz benim rahmetim gazabımı geçti.’ diye yazdı.” (Taberi, a.y.)
Demek ki rahmeti yazmak, onu yaratmak anlamına gelmez... Bilakis, Allah’ın bu sonsuz ve ezeli rahmetini mahlukları ve özellikle de insanlar için nasıl kullanacağına dair verdiği kararını ve bu kararın levh-i mahfuzdaki yazılımını gösterir.
Bununla beraber, bu ayetin önemli bir manası şöyledir: “Allah, sizi (ey insanlar!) mutlaka diriltecektir; bu onun ezeli rahmetinin bir yazılımıdır / bir gereğidir.” (bk. Razî, ilgili yer)
Bununla, yeniden diriliş hadisesi, Allah’ın sonsuz rahmetinin muktezası olduğu vurgulanmıştır.
Soru:
Hud, 11/56: Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir. ...
Cevap:
Bu ayette, Allah’ın yolu olan İslam’ın dosdoğru bir yol olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü, Allah’ın yolu vahiy yoludur, Kur’an yoludur.
Bununla beraber, bir önceki cümlede “Hiçbir canlı yoktur ki mukadderatı O’nun elinde olmasın.” denilerek, bütün canlıların dizgini Allah’ın elinde olduğu, istediği gibi onlarla muamele edebilecek güçte olduğu belirtilmiştir.
Ancak “Bu mutlak hâkimiyet, haksızlığa yol açacak şekilde bir icraatta bulunur mu?” şeklinde akla gelebilen bir vehmi ortadan kaldırmak için “Rabbim elbette tam istikamet üzeredir.” mealindeki ifadeye yer verilmiş ve Allah’ın asla bir canlıya haksızlık etmeyeceği, onun ortaya koyduğu kevnî ve şerî bütün hükümlerinin adaletli olduğuna vurgu yapılmıştır. (krş. Razî, ilgili ayetin tefsiri)
Keza bu ifadeyle, “Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğu, onun idaresinde hiçbir hak sahibinin hakkı zayi olmayacağı gibi, hiçbir zalim dahi onun pençe-i kahrından kurtulamayacağına...” işaret edilmiştir. (krş. Beydavî, ilgili yer)
Soru:
Enbiya, 21/17: Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik.
Cevap:
Enbiya suresinin “Elbette biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğlenmek isteseydik, nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!” mealindeki 16 ve 17. ayetlerinde, dünyanın bir oyun ve eğlence yeri değil, ciddi bir imtihan salonu olduğuna, bu sebeple, insanın ilahî emir ve yasakları ciddiye alması gerektiğine, aksi takdirde sonlarının çok kötü olacağına, işaret edilmiştir.
Bu ifadeler, imtihan ve sorumluluğun boyutunu göstermeye yönelik farazi ifadelerdir. Ayetin sonunda yer alan “Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!” mealindeki ifadesi, bunun ibret almak için verilen bir misal olduğu, gerçekte Allah’ın hiçbir zaman bir oyun ve eğlenceyi tertip etmeyeceği gerçeğine yapılan bir vurgudur.
Soru:
- Allah sonsuzluktan beri, yani hep başlangıcı olmadan yani her zaman rahmetlidir, şefkatlidir, adaletlidir demek yanlış olmaz mı? Çünkü istese adaletsiz ve merhametsiz olabilecek, oyun ve eğlence edinebilecek bir Allah’ın rahmetinin sonsuzdan beri yani Allah ile birlikte baki olması ayetlere ters değil midir? Allah’ın rahmetinin sonradan Allah tarafından sonsuzlaştırıldığına kanıt değil midir bu? Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır.
Cevap:
Bir vasfın varlığı ayrı, kullanılması ayrı bir şeydir. Örneğin, bir insanda cömertlik, cesaret, affetmek, merhamet etmek, şefkat etmek gibi vasıfların bulunması ayrıdır, bunları uygulama sahasına koyması ayrıdır. Kişi, doğuştan beri taşıdığı bazı özelliklerini çok sonradan sırası geldiğinde kullanabilmektedir.
Bunun gibi, Allah’ın diğer bütün sıfatları gibi, rahmet ve şefkati de ezelidir. Ancak bunların fiilen devreye girmesi ancak canlıların varlığından sonra olmuştur. Keza, Allah’ın sonsuz kudreti ezelidir, fakat bu kudretin dışa yansıması ancak evreni yarattığı zamanda söz konusudur.
“Hz. Ömer, istese bütün vatandaşlarına zulmedebilir.” varsayımından hareketle, onun âdil olmadığını söylemek için deli olmak gerekir. Elbette Allah isterse her mahluku bir anda yok eder; fakat bunu yapmaz. Çünkü adalet ve merhameti buna izin vermez. Çünkü, Allah bizatihi âdildir, merhametlidir...
Soru:
- Çünkü Allah rahmeti kendine yazmıştır. Buna mukabil Allah’ın kelamı vs. gibi bazı sıfat diye adlandırdığınız şeylerin Allah ile birlikte hep var olmayabileceğine, Allah’ın kelamının olması istediği için kelam sahibi olduğuna, emir vermek istediği için emrettiğine, şefkatli olmak istediği için şefkat sahibi olduğuna kanıt değil midir? Yani bu tür özellikler sonsuz olsa bile başlangıcı olan bir sonsuz özellikler olduğuna kanıt değil midir? Bir tek Allah’ın başlangıcı yoktur, fakat sahip olduğu şeylerin başlangıçsız ve sonsuz olduğu ne malum?
Cevap:
Sonradan var olmuş insanda bile -istediği için değil- yaratılışının gereği olarak, var olan vasıfları ortada iken, Allah’ın sıfatlarının ezeli değil de sonradan onun istemesiyle olduğunu iddia etmek, öyle gülünç bir safsatadır ki, sofistler bile buna güler. O zaman biri kalkıp da -haşa- “Allah önceden yoktu, sonradan istediği için var oldu...” dese, buna ne cevap vereceksiniz?
Allah’ın sıfatlarını zatından ayıramazsınız. Çünkü sıfatsız bir zat olamaz. Hiçbir varlık yoktur ki, kendisine mahsus bazı vasıf ve özellikleri olmasın. Mutlak varlık olan Allah’ın ezeli zatıyla birlikte, ezeli sıfatlarının olmamasını düşünmek akıldan istifa etmeyi gerektirir.
Çünkü o zaman birileri: “Allah istediği için ilim sahibi, kudret sahibi, yaratma sahibi oldu.” diyebilirler ve şunu da ekler: “madem bütün sıfatları onun istek ve iradesiyle meydana gelmiş, öyleyse onun iradesi de sonradan meydana gelmiştir." Peki iradesi olmadan nasıl iradesini irade edebilir? Bundan daha gülünç bir mantık tasarımı olamaz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratma ile yapma arasındaki fark nedir?
Değerli kardeşimiz,
"Yaratma" fiili, Yaratıcı'ya has kullanılan bir ifadedir. "Yapma" fiili ise, insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Ancak kullanılan ifade ne olursa olsun, ancak Allah'ın yapabileceği şeyleri insanlara hamlederek "yaptı veya yarattı" ifadelerini kullanmak uygun olmaz.
İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kainat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkarı yine Allah'tır.
Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. İnsan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak Allah'ı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor. Ondaki meziyetler, akıl gözümüze perde oluyor.
Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı tertip eder. Bunu yaparken de kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalb, hafıza, göz, kulak ve eli bahşeden Allah'tır. O'nun mülkünde, O'nun verdiği aletler ve O'nun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakiki sahibi olamaz. Bundan dolayı eserin güzelliğinden hareketle edilen bütün medihler ve takdirler, Yaratan'a aittir.
Sanatçının rolü “dilemek”tir, önemli olan iradesini hayır için mi, yoksa şer için mi kullandığıdır. Denilebilir ki, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Allah, insan eliyle de beşeri sanat eserlerini halk etmektedir. Fark, iradenin söz konusu olup olmamasındandır. Şu halde insan, akıl ve irade sahibi olduğu için “Eserimi ben yarattım.” diyemez, ancak, “Bu eser benim vasıtamla yaratıldı.” diye düşünebilir. Hakiki sanatkarı tanımakla birlikte “Bu eser benimdir.” demesinde bir mahzur yoktur elbet. Vazifesi, anlayan bir akıl ve dileyen bir irade ihsan eden Rabbine şükürdür.
Sanat eserleri hakkında geçerli olan bu hükümler, teknolojik eserler için de söz konusudur. Bir şiir, bir tablo, bir heykel veya bir bestenin gerçek sanatkarı O olduğu gibi, bir masa, bir halı, bir bilgisayar veya bir makinenin da hakiki ustası yine O'dur. Bütün teknolojik cihazlar, insan eliyle fakat O'nun yaratmasıyla vücuda gelir.
Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeyi kullanır. Fenlerin bütün kanunları kainatta mevcuttur. İlim adamının yaptığı iş, bu kanunları keşfedip hayatta uygulamaktan ibarettir. Bütün fenler, kainat kitabının incelenmesi ve ondaki kaidelerin tespitiyle ortaya çıkmıştır.
İlim ve teknik adamları da sanatçılar gibi, varlıkları idrak ederken, çeşitli alet ve makineler yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. “Bu kanunu ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez. “Yaptım, ettim, buldum” fiillerinin hakiki faili başkasıdır.
Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyoruz elbet. Evet, insan hür bir irade sahibidir ve bu istidadını istediği yönde kullanır. Ama ona o hür iradeyi veren de Allah değil mi? Nasıl düşünmüyoruz ki, daima “benim” diye sahip çıktığımız bedenimizin bile hakiki sahibi değiliz. Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır; fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.
“Ben, ben" deyip duruyoruz, lakin o benliğe takılan maddi veya manevi cihazlarımızın hakiki sahibi değiliz. Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, tesadüfen yollarda da bulmadık. Yaratan yaratmış, “benliğimizin” eline vermiş, “İstediğin gibi kullanmakta serbestsin, ama unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin.” demiş.
Benliğinin ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakiki sahibi olur? Nasıl olur da kendisine bahşedilen nimetlerle gurura kapılıp, “her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum” diyerek Rabbini unutur?
Yani cansızlar, bitkiler ve hayvanlar vasıtasıyla nice mucizeli eserler yaratan Allah, insanlar eliyle de eserler yaratmaktadır. Çünkü O, “her türlü yaratmayı bilen”dir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Hayır ve şerri, Allah'ın yaratması ne demektir?
Değerli kardeşimiz,
Hayır ve Şerri Allah'ın Yaratması:
İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hakk'tır. O'ndan başka Halik yoktur ve yaratmak O'na mahsustur. Lakin, hayrı ve şerri insan kendi ihtiyariyle istemekte, dolayısıyla da mesuliyeti o çekmektedir. Bu hakikate iki misâl ile işaret etmeye çalışalım:
İnsan ruhuna görme kabiliyetini veren, ruh ile göz arasındaki münasebeti kuran ve göz fabrikasına ışığın bir hammadde gibi girerek görmeyi netice vermesini takdir eden Allahü Azimüşşân'dır. Bu fiillerde insan iradesinin ve kudretinin hiçbir tesiri yoktur. O halde, görme fiilini yaratan ancak O Hâlık-ı Küllî Şey'dir. Fakat Cenâb-ı Hak, insana bazı şeylere bakmasını helâl, bazılarını ise haram kılmıştır. İşte insan O'nun helâl kıldığı şeylere bakmakla hayır, haram kıldıklarına bakmakla şer işlemiş olur. Her iki hali de, yâni hayır ve şerri netice veren iki görme fiilini de, yaratan Allah'tır.
Aynı şekilde, yürüme fiilini yaratan da Cenâb-ı Hakk'tır. İnsanın herhangi bir yere veya istikamete gitmeyi arzu etmesiyle birlikte ayaklar onun seçtiği hedefe doğru harekete başlar. İnsanın bu hareketi ihtiyari bir fiildir. Bu fiil ile bir ıztırarî fiilin, meselâ, dünyanın güneş etrafında dönmesinin farkı açıktır.
Cenâb-ı Hak güneşe dünyayı istediği gibi hareket ettirme iradesini vermemiştir. Bu sebeble dünya Allah'ın takdir ettiği yörüngede milyarlarca seneden beri dönmektedir. Fakat insanın yürüme fiilinin yönünün tâyin ve tesbitini onun cüz'î iradesine bırakmıştır. Yürüme fiilini Allah yaratmakla birlikte, gidilecek yeri insan tercih ettiğinden, mesuliyet ona aittir. O halde insan Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı yürüme fiiliyle O'nun emrettiği bir yere gittiğinde hayır, yasakladığı bir yere gittiğinde ise şer işlemiş olur. Bu iki misâle insanın diğer fiillerini kıyas edebiliriz.
O halde, hayır ve şerrin Allah'tan olması, bizim yaptığımız bütün amelleri O'nun yaratması demektir.
Hidâyet ve Dalâlet:
Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren ancak O'dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine sadece sebeb olurlar. Hidâyet ve dalâleti Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, "Hidâyet Allah'tandır, O nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez." diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarından mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim. Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidâyet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak O'dur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm'in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz'î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenâb-ı Hak onu o yola sevketmez. Aynı durum hidâyet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeblere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak O'dur. Sebebleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Allahü Azimüşşân'dır. O Zât-ı Zülcelâl'in dilediğine hidâyet vermesi ise, hidâyet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidâyet vereceği demektir.
Yoksa, hidâyet sebeblerine teşebbüs etmemek mânâsına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misâlinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergâh-ı İlâhiye'ye iltica etmesi ve O'na yalvarması hikmetine binâendir. Bu hakikat, hidâyet meselesi için de söz konusudur.
Bütün İyiliklerin Allah'tan, Kötülüklerin Nefisten Olması
Misâllerin, hakikat yıldızlarını gözetmekte birer dürbün vazifesi görmesi kaidesince, bu hakikati bir temsil ile açıklamaya çalışacağız:
Bir padişahın, memurlarından birisine kâfi miktarda altın vererek, bunların bir kısmıyla Kur'ân-ı Kerim tab'edip dağıtmasını emrettiğini, diğer kısmıyla da ahalinin ibâdeti için Süleymaniye gibi bir cami, ilim ve irfan sahasında terakkileri için Fatih Külliyesi gibi bir külliye ve düşmana karşı en güzel şekilde hazırlanmaları için de Selimiye gibi bir kışla yaptırmasını ferman buyurduğunu farzediniz. Bu memur verilen emirleri aynen yerine getirdiği takdirde ortaya çıkacak hayırlı neticelere sahip çıkabilir mi? "Bütün bu Kur'ân-ı Kerimleri ben bastırdım, bu cami, külliye ve kışla hep benim eserlerimdir." diyebilir mi?
Fakat o memur, padişahın emrinin hilâfına, altınlarla Kur'an bastırmak yerine, insanların itikad ve ahlâkını bozacak eserler bastırarak dağıtsa; cami, külliye, kışla yerine insanları ahlaken sukut ettiren rezalet yuvaları açsa, gençleri devlete ve millete düşman hale getirecek kamplar kursa, bütün bu faaliyetlerin neticesi olarak cemiyet hayatı alt üst olsa, bu adam diyebilir mi ki, "Bütün bu işleri padişah yaptı, çünkü bana bunları yapmam için gerekli sermayeyi o verdi?"
Her iki halde de sermayeyi veren padişahtır. Sermaye padişahın emri üzerine kullanıldığında bütün şeref ona aittir. Emrinin aksine kullanıldığında ise ortaya çıkacak bütün şer ve tahribat sermayeyi yanlış yolda kullanan kişiye ait olur.
Cenâb-ı Hak da herbir insana akıl, hafıza, hayal gibi hârika cihazlar takmış ve herbiri ayrı bir âlemin kapısını açan görme, işitme, korkma, sevme gibi nice hisler vermiştir.
Gözün büyüklüğünü ve görme sahasını iradesiyle takdir ettiği gibi, neye bakılıp neye bakılmayacağını da hikmetiyle tâyin etmiş ve tercihi insanın cüz'î iradesine bırakmıştır. Aynı şekilde, insanın neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğini, neyi konuşup neyi konuşmayacağını tesbit etmiştir. Bütün azaların ve latifelerin kendi emri üzere kullanılması halinde, insana mükâfat olarak cennette ebedî bir saadet ihsan edeceğini de vaad etmiştir.
İşte insan, Hak Teâlâ'nın ihsan ettiği bu büyük sermayeyi O'nun nzası istikametinde kullandığında, ortaya çıkan dünyevî ve uhrevî neticeleri Allah'tan bilmeli ve O'na minnettar olmalıdır. Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz, hakikatini rehber edinerek kendisine ihsan edilen nimetleri gasb ve temellük etmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın ona lütfettiği bu büyük sermayeyi, O'nun rızası hilâfına kullanan kimse, elde edeceği şerli neticelerden elbette ki tamamen mesul olacaktır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın inşa ve ibda diye iki tür yaratması var. Yoktan var etme devam ediyor mu?
- İbda ve inşa ne demektir?
Değerli kardeşimiz,
İbda’, Cenab-ı Hakk’ın misilsiz, modelsiz bir şekilde yoktan yaratması; inşa ise, yarattığı elementlerle yeni yeni varlıklar vücuda getirmesidir.
İlk yaratılış ibda iledir. Çünkü, bu kainattan evvel bir başka kâinat yoktur, her şey ilk defa icat edilmiştir. Daha sonraki yaratılışlar ise, daha çok, inşa iledir. Elementler vasıtasıyla her an yeni yeni şeyler yaratılmaktadır.
Aslında her inşa’da bir ibda’ vardır. O varlığın elementleri dışında kalan bütün özellikleri, başka varlıklardan farklıdır. Mesela, şu anda dünyada yaşayan altı milyar insan, madde itibariyle önceden vardı. Onları meydana getiren atomlar, havada, suda, gıdalarda dağınık vaziyette idi. Fakat, her insan simasıyla, sesiyle, parmak iziyle, hususi kabiliyetleriyle diğerlerinden farklı olduğundan, bu inşa’da bir ibda açıkça kendini göstermektedir.
Cenab-ı Hak, element harfleriyle, her an ve her zaman yeni yeni kudret kelimeleri yazmakta, şuur sahiplerinin nazarına göstermektedir.
İnşa fiili, maddî varlıklar için söz konusudur. İnsanın ruhu ve melekler gibi ruhani varlıklar ise, tamamen ibda’ ile yaratılmışlardır.
İbda, bir şeyin tedric kanununa tabi olmaksızın birden ve en mükemmel şekilde yaratılmasıdır. İnşa ise, bir şeyin bir ilk noktadan başlayan bir terbiye ile safha safha ilerlemesi, tedricen kemale ermesidir.
Eşyanın İlahi ilimdeki teşekkülleri ibda iledir. Yani bunlar yoktan vücut bulurlar. Bu ilmî vücutlara mahiyet denilmektedir. Bu mahiyetler harici alemde yaratıldıklarında hakikat olurlar. Bu yaratma da iki şekilde olur. Ya ibda ile, zamansız bir anda vücut bulurlar. Yahut inşa ile kademeli olarak yaratılırlar. Kainatta bu iki tür yaratılışın sonsuz örnekleri vardır.
Kainatın bir küçük misali olan insanda da bu iki tür yaratılış açıkça görülmektedir. Bir insanda hem ibdanın hem de inşanın örnekleri vardır. Beden ve ona takılı organlar inşa ile ruh ve his dünyası ise ibda ile yaratılmışlardır. Anne rahminde inşa edilen insan bedenine bu inşanın belli bir safhasında ruh ilka edilir. Ruhun yaratılması da bedene ilka edilmesi de ibda iledir.
Söylenen mübarek bir kelimeden melek yaratılması da yine ibda iledir.
Özellikle madde aleminde inşa daha fazla görülür. Bu dünya hikmet dünyası olduğundan kainatın yaratılışı altı devrede gerçekleşmiş, bu hal kainatta yaratılan bütün maddi varlıklara da aksetmiştir. Dünya güneşten koptuktan sonra bir anda bugünkü halini almadığı gibi, bir çekirdek de anında ağaç olmuyor, bir yumurta hemen kuş haline gelmiyor. Ahiret ise kudret alemi olduğundan orada ibda hakim olacak, yenilen meyvenin yerine yenisi anında gelecektir.
Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. Mesela; dünyanın ve kainatın yaşı muhtelif de olsa bellidir. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan başka her şey için bir başlangıç vardır. Ayrıca yaratılan şeylerin zaman aşımına uğraması ve yıpranması ve ölümleri ise onların ezeli olmadığını gösterir.
Mutlak yokluk yoktur. Allah (cc) vardı hiçbir şey yoktu. Fakat İlm-i İlahide her şey mevcut idi. Allah irade etti kudreti ile ve kün emriyle, alemi daire-i ilimden, daire-i kudrete geçirdi, yani yarattı.
Maddenin başka şeye çevrilmesi mutlak yokluk olmasa da; madde sıfatlarla kaim olduğundan dolayı o sıfatlar gidince o madde de gider. Mesela; bir insanın hafızasında İstiklal Marşının olduğunu düşünelim. Bu daire-i ilimdir. Yazınca daire-i kudrete geçer. Yani meydana gelir. Silinirse tekrar kudretten ilme geçer.
Esas varlık, ilimdeki varlık olduğundan dolayı gözden kaybolma veya sayfadan silinme hakiki yokluk değildir. Önemli olan ilimdeki vücuttur. Mutlak yokluk yoktur; fakat nisbi bir yokluk oluyor. Diyelim ki bir kağıdı yaktık. Duman ve kül meydana geldi. Fakat kağıtlık maddesi gitti. Başka şey oldu. Çünkü kül ve dumana kağıt denmiyor. Netice itibarıyla var olan eşyayı değiştirmek hakiki yokluk manasına değildir. Nisbi olarak yok olma manası anlaşılır. Allah isterse istediği an varı yok eder, yoku da var eder.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratılış şekillerini açıklar mısınız?
Değerli kardeşimiz,
Yaratılış, aslında aklı başında hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar aşikâr bir gerçekliktir. Yer ve gök ve bunların içinde yer alanlar bir zamanlar yokluk karanlıklarında idiler, Allah ezeli inayetiyle şu âlemi yaratmayı murat etti ve yarattı. Allah kendisini şöyle tavsif eder:
وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ “O, her türlü yaratmayı bilendir.” (Yasin, 36/79)
Onun yaratması başlıca iki şekildedir:
1. Yoktan yaratma (İbda)
Âlemin yaratılışı böyle olmuştur. بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِۜ “Allah göklerin ve yerin Bedii’dir.” (Bakara 2/117; En’am 6/101) yani onları misilsiz, maddesiz yoktan var edendir. Yokluk karanlıklarını yarıp yaratmayı murat ettiklerini vücud sahasına çıkarmıştır. Eşyanın esasını meydana getiren atomlar bu şekilde var edilmiştir.
2. Var olanlarla yaratma (İnşa)
Atomlarla var edilen her şey inşa yoluyla yaratılmaktadır. Atomlar, âdeta ilahi alfabedir. Bu alfabenin meydana getirilmesi ibda, bu alfabe ile yeni varlıklar meydana getirme ise inşadır. Mesela, insanın yaratılışında yer alan maddeler toprakta, havada, suda var idi. Allah var olan maddeleri kullanarak yeni yeni insanları yarattı ve yaratmaya devam ediyor.
Allah'ın insanları yaratması ise üç şekilde olmuştur:
1. Hz. Âdem’in anne-baba olmaksızın topraktan yaratılması.
2. Hz. İsa’nın sadece anne ile yaratılması.
3. Diğer insanların anne-baba ile yaratılması.
Öte yandan mesela kuşlar âlemine baktığımızda kartal, kelebek ve helikopter böceği gibi çok farklı modellerde uçuş farklılığı görürüz.
Evet, Allah bu kadar farklılıklarla dolu rengârenk bir âlem yarattı. Kim bilir daha neler neler yaratacaktır? Çünkü yaratılış bitmiş bir olgu değil, devam eden ve edecek bir süreçtir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hâlâ yaratmakta mıdır?
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın kâinatı, evreni, içinde bulunduğumuz zaman diliminden önce yarattığında şüphe yoktur. Göklerin ve yerin daha önce yaratıldığında şüphe edilemez.
- Kaf Suresi'nin 20. âyetinde ve benzeri âyetlerde geçen “Sura üfürüldü” ifadesi, geçmiş zamanı değil geniş zaman anlamına gelir ve meallerde de “Sura üfürülür” şeklinde geçer. Arap edebiyatında değişik zaman kiplerinin birbirinin yerinde kullanılma geleneği önemli bir yer tutar. Nitekim aynı surenin 31. âyetinde, zaman kipi bakımından “Takva sahiplerine cennet yaklaştırıldı.” ifadesi, genellikle meallerde “yaklaştırılır” şeklindedir. Bu ifadelerin bir hikmeti, olacağı söylenen hususların olmuş gibi kesin gözüyle bakılması gerektiğine vurgu yapmaktır.
- Rahman Suresi'nin 29. âyetinin meali şöyledir:
“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. (Bütün bunları gerçekleştirmek için) O, her an yeni bir yaratıştadır / yeni tecellilerle iş başındadır.”
Müfessirlerin bu konudaki yorumları, genel olarak şu hususlarda yoğunlaşmıştır: Allah, her an: yaratır- yok eder, diriltir-öldürür, zengin kılar-fakirleştirir, yükseltir-alçaltır, aziz kılar-zelil eder, hasta eder-şifa verir, güldürür-ağlatır, affeder-cezalandırır ve saire...
"Göğü biz çok sağlam bir şekilde bina ettik / yaptık / inşa ettik / yarattık, onun genişleten de biziz.” (Zariyat, 51/47)
mealindeki âyet de göklerin her an genişlemekte olduğuna delalet etmektedir. Bu ise, yaratılış öyküsünün sona ermeyip her an devam ettiğini göstermektedir. Keza, bu gün bilim, gök cisimlerinin bir kısmının sürekli yıkılıp yok olduğunu ve yerine başka cisimlerin yaratılmakta olduğunu kabul etmektedir. Örneğin, Samanyolu Galaksinin yaratılış zamanı, diğer sistemlere göre çok yeni olduğu bilinmektedir.
Rahman sûresi'nin ilgili âyetinin beyanına bu pencereden de bakmak gerekir.
Bu âyette evrendeki bütün varlıkların Yüce Allah'a muhtaç bulunduğuna, onun da hem azametini hem de lütuf ve keremini her an yaydığına yani hiçbir varlık veya oluşun onun bilgi, irade ve gücü dışında olamayacağına dikkat çekilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik vesilelerle Cenâb-ı Allah'ın yaratıcılık sıfatına ve iradesinin nüfuz etmediği hiçbir olay düşünülemeyeceğine değinilir. Fakat "O her an yaratma halindedir." diye çevrilen 29. âyet bu konuda özel bir vurgu taşımakta ve özellikle şu iki noktanın aydınlatılmasında ayrı bir önemi haiz bulunmaktadır:
a) Yaratılmışlar açısından anlatım kolaylığı sağlaması itibariyle kutsal metinlerde Allah Teâlâ'ya nispetle zaman kavramının kullanıldığı olmuşsa da bu asla O'nun mutlak iradesini kayıtlayacak veya gücüne sınır koyacak biçimde yorumlanamaz. Binaenaleyh İsrâiloğullarının sınanması için konan bir dinî hüküm olan cumartesi yasağının, Allah'ın -hâşâ- o gün istirahata çekildiği tarzında bir gerekçeyle açıklanması (bk. Tekvin 2/2-3) tenzih ilkesiyle bağdaşmaz. Âyetin Yahudilerdeki bu yanlış telakkiyi reddetmek üzere indiğine dair bir rivâyet de bulunmaktadır. (İbn Atıyye, V/229) Bu mânada âyet, "Tanrı yarattıktan sonra vahyetmek, ihtiyaçları karşılamak gibi şeylerle ilgilenmemiştir." diyen deist felsefeyi de reddetmektedir.
b) Bu âyet, tabiat olaylarından Yaratıcı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkum etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ'nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bütün bulguların gerçekte onun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. (Kur’an Yolu, V/148.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratıcının Allah olduğuna dair bir kanıtın var mı?
- Deist bir arkadaşımın sorusu:
"Yaratıcının Allah olduğuna dair bir kanıtın var mı? Bir yaratıcı var evet ama bu Allah mı ve ispatı nedir?”
Değerli kardeşimiz,
- Yaratıcıyı kabul eden kimsenin, onu yakından tanımak için ilgili kaynaklara bakması tek çıkar yoldur. Çünkü, eskiden beri, aklı başında bütün felsefeciler, fikir adamları, bu evreni yaratan bir gücün olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü, bir tek iğnenin bile ustasız olamayacağı gerçeği ortada iken, bu harika sanat eseri olan kâinatın yaratıcısız olmasının milyar defa daha fazla imkânsız olduğunu düşünmemek en büyük akılsızlıktır.
- Bunun yanında doğrudan yaratıcının mesajını insanlara ileten “vahiy” denilen semavi kitaplar ve bu kitapları melek vasıtasıyla Yaratıcı'dan aldığını söyleyen peygamberler vardır.
Peygamberler ortaya çıktıkları her devirde, doğruluklarını ispat etmek adına insanüstü harikalar denilen mucize nişanlarını göstermişlerdir.
Farklı dillerle vahiy edilen bu semavi kitap ve sahifelerde Yaratıcının o dillerdeki kullanımına göre bir veya birkaç ismi zikredilmiştir.
Örneğin, İbranice’de ÎL, Arapça’da ALLAH ve bu kitapların tercüme edildiği İngilizcede GOD, Farsçada HUDA, Türkçede TANRI ve daha pek çok dillerde başka kelimelerle takdim edilmiştir.
“İsimle müsemma değişmez.” şeklinde bir ilmi ve mantıki kural vardır.
Mesela: Bir bölgede “ceviz”e “yumurta” adını verildiğini farz edelim, bu isimler, ne cevizin ne de yumurtanın gerçek kimliğini değiştirmez.
- Bu açıklamaların ışığında konuya bakarsak, “evrenin yaratıcısının ismini öğrenmek” için, konuyla ilgili kaynaklara bakmanın dışında bir seçeneğimizin olmadığını göreceğiz.
O halde, evrenin yaratıcısının ne / kim olduğunu öğrenmeye ihtiyaç vardır. Aklın en fazla bileceği şey, yalnız “Yaratan-yaratılan” arasındaki ilişki penceresinden bakıp “Her iğnenin bir ustası, her harfin bir yazarı olduğu gibi, şu kâinat sarayının da bir ustası, şu evren kitabının da bir yazarının olduğu” gerçeğidir.
İnsanlık tarihi boyunca vahyin ışığından istifade etmeyen filozoflar ve benzeri fikir adamları bu tasavvur ettikleri Yaratıcı için “Yaratıcı güç / kuvvet” gibi belirsiz bir kavram kullanmaktan öteye geçememişler ve geçemeyecekler. Zira, kuvvet / güç dedikleri şey bir sıfattır. Her sıfatın mutlaka bir mevsufu / o sıfatların sahibi bir varlığın olması şarttır.
“Görmek, işitmek, bilmek, irade etmek, tasarlamak” gibi vasıfların ancak bunlara sahip bir varlıkta tasavvur edilebildiği gibi, “güç / kuvvet” gibi bir vasfın söz konusu olması için de ancak ona sahip olan bir varlığın tasavvuruyla mümkündür.
- Bundan da anlaşılıyor ki, doğru bir şekilde Yaratıcının isim ve sıfatlarını, yüksek ahlakını, sonsuz ilim ve kudretini bilmek ve yakından tanımak için, Onun konuyla ilgili beyanlarına ihtiyaç vardır. Bu da Semavi kitaplardan, özellikle Kur’an-ı Hakim'den öğrenilebilir.
Yoksa, aklını kullanarak bu konuda bir şey söylemek, hiçbir ilmi değeri olmayan bir hayalden öteye geçemez. Zira bu konu aklın kapsam alanının dışındadır. Zaten, insanların bu ihtiyacını gidermek üzere ilahi kitaplar indirilmiştir.
- Özetlersek:
Evrenin yaratıcısı, semavi dinlerin bildirdiği şekilde (örneğin Allah) olmadığını gösterecek en ufak bir ilmin kırıntısı yoktur. Aksini ispatlayan milyarlarca mensubu bulunan semavi dinlerin, özellikle dünyanın değerlerini kabul ettiği milyonlarca ilim, fikir adamını barındıran, yaklaşık 14 asır boyunca, yüz ölçüm bakımından dünyanın yarısını, nüfus bakımından insanların en az beşte birini hakimiyeti altına alan İslam dininin öğretilerini öğrenmek gerekir.
Kırk yönden mucize olduğu ispat edilen Kur’an gibi bir hakikat pırlantasına ön yargıyla yaklaşmak, onu vesveselerle bir tarafa bırakmak, telafisi mümkün olmayan zararları davet etmek anlamına gelir.
Bizim sitemizde Kur’an’ın Allah’tan başka birinin sözü olamayacağına dair onlarca deliller gösterilmiştir, bakılabilir.
Ayrıca, bu tür vesvese ve evham hastalığından kurtulup aklın ve kalbin aydınlığına kavuşmak için bu asrın idrakine hitap eden Risale-i Nur Külliyatını özellikle tavsiye ederiz.
Allah hepimize hidayet versin...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İnsanın yaratılışında ve tabiat olaylarında, Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir?
Değerli kardeşimiz,
“Dünya darü’l-hikmet, âhiret darü’l-kudrettir.” Yani, bu dünyada hikmet hâkimdir. İlahi ilimle takdir edilen ve yine ilahi irade ve kudretle yaratılan “sebepler” âleminden, “müsebbepler,” yani neticeler çıkarılmakta ve insanlar sebeplere gönül vermekle, onları aşmanın ve neticeleri Allah’tan bilmenin imtihanını vermektedirler.
Bu ilahi imtihanda insanın zafere ulaşması için, Rahman ve Rahim olan Allah nice kolaylıklar yaratmıştır. Bunlar saymakla bitmez. Sadece bir kaçına kısaca değinmek isterim:
Allah, insanı ana rahminde yaratıyor. Anne ve baba birer “sebep” çocuk, “müsebbep.” Ve Allah, o çocuğu bu sebeplerle yaratıp dünyaya gönderen “Müsebbibü’l-Esbap.”
Söz konusu sebeplerden biri evin ihtiyaçlarını görmekle meşgul, diğeri evin iç işlerini tanzimle vakit geçiriyor. Bir süre ikisi de her şeyden habersiz... Bir vesile, annenin hamile olduğu anlaşılıyor... Bu anlama noktasının öncesiyle sonrası, rahimdeki insan adayı için fark etmiyor. Anne de ondan habersiz, baba da... Aylarca herkes kendi işlerini yapmakla vakit geçiriyor ve dokuzuncu ayın sonunda, gayb âleminden, dünyaya yeni bir misafir geliyor.
Ve komşular birbirlerine yanlış bir haber ulaştırıyorlar:
“Falanca hanım çocuk yapmış.”
“Çocuğun nesini yapmış?” diye soruyorsunuz, afallıyorlar. “Hiçbir şeyini” diyorlar ve ilave ediyorlar: "Hepsini Allah yaratmış."
Eğer anne, örgü örer gibi, deri örebilseydi, çorap dokur gibi ayak dokuyabilseydi, başlık yaptığı gibi baş da yapabilseydi; işte o zaman onun çocuk yaptığından söz edebilirdik. Hâlbuki anne çocuğun resmini bile aynen çizmekten aciz. Kendisini nasıl yapsın? Ve yine anne, kendi içinde olup bitenlerden habersiz olduğu gibi çocuğunun içinde olanlardan da habersiz. Habersizce bir iş yapmak mümkün mü?
İşte bütün bunlar insana dünya imtihanını kazanması için ilahi bir kolaylıktır: Çocuk, annenin iç âleminde ve onun ilmi ve iradesi dışında yaratılıyor. Bundandır ki Allah Kelâmında insanın o dokuz aylık dönemde geçirdiği safhalar sıkça nazara veriliyor; imtihanını kolay kazansın diye.
Bir başka kolaylık:
Şuursuz sebeplerden son derece hikmetli mahlukların yaratılması. Ve çoğu zaman müsebbebin, sebepten daha mükemmel olması.
Sadece bir misal:
Topraktan ağaç yaratılıyor, ağaç ise topraktan daha mükemmel. Ve ağaçtan meyve süzülüyor; meyve ağaçtan daha sanatlı. Tersi olsaydı, meselâ, ağacın üstünden topraklar çıksaydı, belki “bunlar ağacın artık maddesidir,” denilip geçilirdi. Ama ilahi kanun öyle cereyan etmiyor. Topraktan ağaç yaratılıyor ve ağaçtan meyve süzülüyor.
Meyveler de ağacın çocukları gibi. O da kendi içinde olup bitenlerden habersizken üstünde meyveler boy gösteriyor. Ve ağaç, meyvelerini tanımıyor, faydalarını bilmiyor, kime rızk olacaklarından habersiz. İnsanın diline göre tat, göz zevkine göre renk, eline uygun büyüklük, bedenine uygun vitaminlerle dünyaya gelen o meyve, bütün bunlardan habersiz ve insanı tanımaktan uzak bir ağacın eliyle yaratılıyor.
İnsan bedeni, meyve olarak, sadece, “saç” verebiliyor, onda da hiçbir hissesi yok. Kafa tası ile deri arasında ince bir tarla yaratılmış oradan saç mahsulü alınıyor.
Ve insan, “saçım uzadı, saçım ağardı” gibi sözlerle saçına sahip olamadığını açıkça beyan ediyor.
İnsan, kendi saçının yapılmasına, yaratılmasına karışamazken, meyveyi ağacın, balığı deryanın, buzağıyı ineğin, sebzeyi toprağın yaptığını nasıl iddia edebilir? Bu mucize eserleri onların yaptığına nasıl inanabilir? Daha doğrusu, bu konuda nefsini nasıl kandırabilir?
İşte, bütün sebepleri ve onlardan çıkan neticeleri, meyveleri birlikte düşündüğümüzde Nur Külliyatı'ndaki şu hüküm cümlesine bütün ruhumuzla “amenna” deriz:
“Bütün zahirî sebebler yalnız birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur.” (Şualar, s. 606)
Yine Nur Külliyatı'ndan Sözler’de, sebeplerle neticeler arasında çok uzun bir manevî mesafe bulunduğuna dikkat çekilir ve harikalar harikası bir misalle hakikat bütün berraklığıyla ortaya konulur:
“Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i ilahiye birer yıldız gibi tulû’ eder. Matla’ları, o mesafe-i manevîyedir. Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Hâlbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar, umum yıldızların matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i manevîye var ki, imanın dûrbiniyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür.” (Sözler, s. 422)
Sebepler, neticeleri yapacak güce, kuvvete, ilme, hikmet ve merhamete sahip olmanın çok uzağında bulunuyorlar. Tıpkı, dağların yıldızların çok uzağında bulunmaları gibi. Bu harika teşbihte, dağların başına değiyor gibi görünen semanın, dağlardan çok uzak olduğu hatırlatılarak, sebeplere bitişik olan neticelerle o sebep arasında da çok uzun bir mesafenin bulunduğuna dikkat çekilir. Ve dağların tepeleriyle sema arasındaki uzun mesafenin yıldızlarla dolu olması gibi, sebeple netice arasındaki o uzun mesafede de ilahi isimlerin tecellilerinin saklı olduğu ders verilir ve dikkatle bakıldığında okunabileceklerine işaret edilir.
Meselâ, meyve dala bitişiktir. Maddî olarak arada hiçbir mesafe yoktur. Ama, ağacın bizi tanımaktan çok uzak olduğu dikkate alındığında, ağaçla meyve arasındaki bu manevî mesafede “Rezzak” ismi açıkça okunur.
Aldığımız ilaçla şifa arasındaki uzun mesafe, bize “Şâfi” ismini açıkça bildirir.
Cansız ve şuursuz varlıklar üzerinde yapılan ilmî çalışmalar, hazırlanan tebliğler, neşredilen kitaplar “Alîm” ve “Hakîm” isimlerini her akıl sahibine âdeta haykırırlar.
Misaller çoğaltılabilir.
Bir başka risalede geçen şu cümleler de sebeplerle neticeler arasındaki uzun mesafeyi güzelce ortaya koyar:
“Zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahüratı var. Ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor. ...”
“Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-i mutlakın tezahüratı var. ...”
“Hem cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı görünüyor. ...” (Sözler, s. 663)
Bir noktayı daha önemle hatırlatmak isteriz:
Bilindiği gibi eşyanın vücuda gelmesi ya “ibda” veya “inşa” yoluyladır. Sebepler, “inşa” için söz konusudur ve bu dünyada en fazla göze çarpan yaratma şekli de inşadır. Ama, bu âlemde “ibda”nın, yani yoktan ve sebepsiz yaratmanın da birçok misalleri mevcuttur. Meselâ, bedenlerin yaratılması inşa iledir ama, ruhların yaratılması ibda iledir, sebepsizdir. Yani anne ve babalar, ruhların yaratılmasında sebep olarak istimal edilmemişlerdir.
Feyizler, bereketler, sevaplar hep sebepsiz yaratılırlar. Okuduğumuz bir tesbihi temsil edecek bir meleğin yaratılması da ibda yoluyladır. Yani, o tespihi okurken ağzımızdan çıkan hava, onu temsil edecek meleğin yaratılmasında bir sebep olarak istimal edilmez. Melek, doğrudan, sebepsiz yaratılır.
Tesbihimizin o meleğin yaratılmasına vesile olması ayrı bir konudur. Bir beldeye, meselâ, uçakla gittiğimizde, uçak oraya varmamıza vesile olur; ancak o beldenin inşasında uçak sebep olarak kullanılmış değildir. Yani, o şehir, ağacın çekirdekten çıkması kabilinden, o uçaktan çıkmış değildir.
İbda yoluyla yaratılan varlıklar için ilahi iradeyle tespit edilen bütün vesileler de bunun gibidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah neden sebepleri çalıştırıyor?..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Eezelde Allah'tan başka birşey yok iken Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Ehli sünnete göre Allah'ın sıfatları ezelidir.Bu durumda tekvin (yaratma ) sıfatıda ezelidir.Peki ezelde Allah'tan başka birşey yok iken Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Değerli kardeşimiz,
Bu konu, cevap ve yorumlarıyla taşınmıştır, okumak için tıklayınız...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın her şeyi yarattığına inanıyoruz. Neden her şeyde kudret tecellisine ihtiyaç var?
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın kâinatı yaratmasındaki en büyük maksadı kendi varlığı ve -şeriksiz- vahdaniyetini göstermektir. Bu yüzdendir ki,
“Allah her günahı affedebilir, fakat şirki asla affetmez.” (Nisa, 4/116)
mealindeki ayette açıkça şirke karşı sert tavrını ortaya koymuştur. Nitekim, İslam alimleri tarafından kabul edilen, -farklı bazı artı-eksilere rağmen- ittifak edilen bir husus şudur ki; Kur’an’ın temel maksatları dörttür: Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı, nübüvvetin ispatı, haşrin ispatı, kulluk ve adaletin tespitidir. İslam’da en ufak bir gösteriş ve riyakarlığın bile gizli bir şirk olarak değerlendirilmesinin arka planındaki espri de tevhidin önemli konumundan kaynaklanmaktadır.
- Bir ilde iki vali, bir köyde iki muhtar, bir makamda iki müdür, bir ülkede iki devlet başkanının olmaması, hâkimiyetin en büyük özelliğinin “men’i müdahale” prensibi olduğunu gösterir. Kâinatın yegâne hâkimi olan Allah’ın mutlak hâkimiyetine şeriki müdahale ettirmesinin mümkün olmadığına Kur’an, hadis ve akl-ı selim şahadet etmektedir.
- Bununla beraber, insanlar için bu konuda düşünmesi gereken iki saha vardır:
Birincisi: İtikat sahasıdır. Her mümin şunu kesin olarak bilecek ki, varlık aleminde Allah’tan başka hakiki müessir yoktur. En küçük bir zerreden ta en büyük bir galaksiye kadar her şeyin dizgini yalnız Allah’ın elindedir, her şeyin anahtarı onun yanındadır. Hiçbir şey hiç bir yönüyle Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin dışında var olamaz, varlıkta kalamaz. Bir yıldız onun emri dışında kaymadığı gibi, bir yaprak dahi onun izni dışında yere düşmez.
İkincisi: Sebepler sahasıdır. Allah pek çok hikmetinin gereği olarak, dünyada bir sebepler örgüsünü yaratmıştır. İnsanlar sebepler dairesinde hareket etmek zorunda olduğu için, Allah’ın kâinattaki fıtrî kanunları denilen bu sebepler örgüsüne yapışmak zorundadır. Örneğin, insan oğlu, ekmeden biçemez. Evlenmeden çocuk sahibi olamaz. Gözlerini açmadan göremez. Yemek yemeden doyamaz. Su içmeden susuzluğunu gideremez. Yürümeden/veya bir vasıtaya binemeden bir yere varamaz...
Ancak, sebepler dairesinde sebeplere fiili olarak riayet ederken, gönlündeki iman şuuruyla -örneğin- şunu kesin olarak bilecek ki, şu elma ve armudun sahibi, ağaç değil, Allah’tır. Şu çocuğun yaratıcısı anne-babası değil, Allah’tır. Şu hastalığın şifa kaynağı doktor veya ilaç değil, Allah’tır...
“Doğrusu güldüren de ağlatan da Allah’tır.” (Necm, 53/43)
mealindeki ayette en basit bize ait zannettiğimiz hallerimizin dahi hakiki sahibi Allah olduğuna işaret edilmiştir.
Evet, adet olarak: “ateş beni yaktı; yemek yedim doydum; çok sevindiğim için güldüm, çok üzüldüğümden ağladım; doktora gidip iyileştim” gibi ifadeleri kullanmakta bir sakınca yoktur. Yeter ki, bunların birer vesile olduğunu bilsin ve halk arasında böyle kullanıldığı için kullanmış olsun... Çünkü, bu ifadeler sadece sebepler cihetine vurgu yapan sözlerdir. Ancak, bunları söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ı unutup da bu sebeplerin söz konusu fillerin/işlerin gerçek sahibi olduğunu düşünürse o zaman şirkin pençesine düşmüş olur.
Şunu da belirtelim ki, Allah’ın birliğini ders veren her şeyde tevhid hakikatine bir pencere açan eserleri okumak bu iman şuurunu sürekli elde tutmanın en önemli bir anahtarıdır...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah niçin kullarını bir yaratmadı; kimini iki başlı, kimini kör, kimini topal olarak yarattı?
- Bazı insanların sakat doğması, elsiz, kolsuz, iki başlı yaratılması, boylarının kısa, gözlerinin kör, ayaklarının ve kollarının çarpık olması, gibi hususlar dikkate alındığında;
- Bu farklılık ve noksanlıklar adalet-i İlahiyye ile nasıl bağdaşır?
- Bunlar zulüm olmaz mı?
Değerli kardeşimiz,
“Hiç kuşkunuz olmasın, güçlüklere katlananlara bunun karşılığı hesapsızca ödenir.” (Zümer, 39/10)
Bu soruya bir kaç açıdan cevap vermek mümkündür:
- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Bizim hücrelerimizi yaratan, aza ve organlarımızı çalıştıran, kafamıza akıl, sinemize kalp takan kim ise vücudumuzda irade ettiği şekilde tasarruf etme hakkına sahip olan da odur.
Aslında vücudumuzun maliki ancak kâinatın maliki olabilir; zira gözlerimizin görmesi için güneşe, nefes alabilmemiz için atmosfer tabakasına, midemizin ihtiyaçlarının giderilmesi için yeryüzü sofrasına ihtiyacımız var. Bir elmanın rızık olarak bize gelebilmesi için kâinat fabrikasının çalışması gereklidir.
Öyleyse her an kâinatı hayatımıza hizmet edecek şekilde sevk ve idare eden Allah hem vücudumuzun hem de bütün kâinatın yegâne sahibidir. Vücudundaki yüz trilyon atomdan bir tekine bile hükmünü dinletemeyen, idare edemeyen, iradesi dâhilinde çalıştıramayan biz âciz ve fakir insanların, mülk sahibine itiraz etmeye bir atom kadar dahi olsa hakkımız yoktur, şikâyet etme cüretine sahip değiliz.
- Bu vücudu ne yolda bulduk, ne herhangi bir ücret mukabilinde satın aldık, ne de bir mücadele veya müsabaka sonunda kazandık. Zerre kadar hak sahibi değiliz ki hak arama peşine düşmek gibi bir hakka sahip olabilelim; zira haksızlık ödenmeyen bir haktan doğar.
Eğer bize verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydık, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!.." gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkımız olabilirdi.
Yokluk karanlıklarından kurtulup vücut elbisesini giydik; bitki olabilirdik, hayvan olarak kalabilirdik, mahlûkatın en mükerrem rütbesine sahip insan olduk; dinsiz olabilirdik, dalâlet bataklıklarında boğulabilirdik iman gibi iki cihan saadetinin anahtarı olan bir nimete ulaştık;her basamağında çok büyük lütuflara mazhar olarak adeta kuyu dibinden minare başına çıktık. Bu nimetleri verene sonsuz derecede şükretmek boynumuzun borcu iken isyanla, şikâyetle nankörlük etmek, “Neden böyle yaptın?” demek suretiyle hikmetini, rahmetini tenkit etmek akıl kârı bir iş değildir.
- Allah’ın rahmeti ve hikmeti neden böyle bir şeye müsaade ediyor denilse pek çok hikmet ve rahmet boyutu vardır diyebiliriz. Bu makamda bir numunesinden bahsedelim. Sağlık bazen hastalıktan daha dehşetli neticeler doğurabilir. Hasta ve sakat olmayan, vücudu sağlam olan kişilerin aklına kabir ve âhiret gelmeyebilir, ama bir hastalık veya musibetin darbesine maruz kalan kişi vücudunun her an ayrılmaya müsait olduğunu, taştan demirden olmadığını, vücut binasının her an göçebileceğini bilir. Çünkü bu manayı kısmen de olsa yaşamaktadır.
Öyleyse, ebedî hayattan gaflet etmemek gibi büyük bir hazineyi bulduran hastalık veya sakatlıktan şikâyet etmek yerine, bilakis teşekkür etmek lazım gelir.
Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri ne güzel demiş:
"Her işte hikmeti vardır. Abes fiil işlemez Allah."
Bu kısa açıklamadan sonra konuyu bazı yönlerden ele alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorur:
Evvela işin hakikatini ve İslamın bu husustaki bakışını bilmek ve öğrenmek gerekir. Bu nokta bilinmeden yapılacak yorumlar hakikatsiz, hikmetsiz olur.
İslam'ın belirlediği ölçüler dışında, nefsi işin içine karıştırarak, zan ve tahminle, enaniyet ve kibirle, alay ve hakaretle yapılacak değerlendirmeler asla hakka ve hakikate hizmet etmez, şeytanın işine yarar.
Nedir İslam'ın getirdiği ölçüler? Nedir Müslümanda bulunması gereken sıfat ve özellikler?
1. İslam teslimiyettir. Allah’a itaat ve boyun eğmedir.
“İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz. Allah bilir.” (Bakara, 2/216)
İşte, mümin, bu ayet-i kerimenin ışığında hareket eder “Allah bilir. Biz bilemeyiz. O sonsuz hikmet sahibidir, asla abes iç yapmaz. Sonsuz merhamet ve şefkati vardır, kullarının zararına hiçbir şey yaratmaz.” der, Allah’a teslim olur. Çünkü teslimiyetin içindi firdevsî bir memnuniyet, cennetvarî bir lezzet vardır.
2. Mümin, “işittik, itaat ettik” der. Allah’ın hikmetini ve rahmetini asla itham etmez. Önce Allah deyip sonra da Allah’ı -haşa ve kella- sığaya çekme gibi bir çiğliğin, bir cehaletin, bir ihanetin çukuruna düşmez.
3. Mümin “makam-ı rıza”, “makam-ı teslim” ve “makam-ı tevekkül”de oturur. Dinin her şeyden önce Allah’a karşı samimiyet olduğunu bilir.
4. Mümin, “imtihan ve deneme” için dünyaya geldiğinin şuuru içindedir. Bundan gafil olanların dünyası, oyun ve oyuncaktır. Bunun farkında olanların dünyası ise, Allah’ı tanıma, ona ibadet etme ve dünya misafirhanesindeki görevlerini yerine getirmektir. Dünya, istidatlarını açma ve kabiliyetlerin kuvveden fiile çıkartma diyarıdır. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Mümin, ekmeye, biçmeye ve cennete liyakat kazanmaya gelmiştir.
5. Mümin, iman ve izan eder ki, Yüce Allah kullarını, gah varlık ve devletle, şan ve şöhretle, varlık ve servetle, gah hastalık ve fiziki arızalarla, musibet ve belalarla imtihan eder. Bu musibetler ve hastalıklar, bu varlık ve devletler aslında birer “mihenk taşı” hükmündedir. İnsanların “kaç ayar” “kaç krat” olduklarını ortaya koyar. Mümin bütün bunların birer “imtihan kağıdı” olduğunu bilir.
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar canlar ve ürünlerle eksilterek imtihan ederiz. Sabredenlere müjdele.” (Bakara, 2/155)
ayetinde açıkça bildirildiği gibi, korku, açlık ve kıtlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksiltme, azaltma gibi tecelliler birer “imtihan kağıdı”dır.
6. Mümin, iman eder ki, “Sabır dinin yarısıdır.” Musibetlere sabredip, Allah’a teslim olan kulların ebedi ve sonsuz mutluluk diyarı olan cennetle müjdelendiğini bilir. Tevekkül ve teslimiyetle, sabır ve tahammülle, ihlas ve istikametle kulluk görevini yapar, yüce Allah’ı kimseye şikayet etmez.
7. Mümin, ölümün bir bitiş ve tükeniş değil; dünya zindanından cennet bahçelerine intikal olduğunun bilincindedir. Allah’ın rızasını esas alır, ahiret için çalışır. “Ahirette hiçbir şey sıfırdan başlamaz. Geldiği yerden devam eder.” gerçeğince, ebedi hayatın burada, dünyada kazanılacağının idrak ve bilinci içindedir. Bu nedenle, ahiret hayatının “kimlik karneleri”, “başarı levhaları”, “hıyanet listeleri”, “sonuç bildirgeleri”, “arşiv dosyaları”nın hep dünyadan gittiğinin şuurundadır.7
8. Mümin, iman eder ki, şu dünya hanı, bir “liyakat tescil istasyonu”dur. Bu istasyonda, insanlar “hastalık, fiziki arıza, yokluk, kıtlık, mahrumiyet; ya da sıhhat ve servet, makam ve rütbe..” gibi özellikleriyle tartılmaktadır. Ta ki, insanların ağırlığı ortaya çıksın. Ne oldukları anlaşılsın, tescil edilsin.
Soru:
Bu açıklamalarınız güzel! Müminde olması lazım gelen vasıflar bunlar... Bu vasıfları taşıyanlar için hiçbir problem yok! Ama şu var ki, ahir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar her şeyin hikmet cephesini araştırıyorlar. Sır perdelerini merak ediyorlar, açılmasını da talep ediyorlar. Bunların talep ve sorularına cevap vermek de gerekmez mi?
Cevap:
Elbette gerekir. Daralan göğüsleri bir anlamda ferahlandırmak maksadıyla perde arkasındaki bazı sırlara -gücümüzün yettiği ölçüde- işaret edebiliriz. Bu noktada, kader ile ilgili meselelerin hikmet, rahmet ve hakikat cepheleri üzerinde durabiliriz.
Birinci Nokta: “Zulüm nedir” bilmeyen, “zalim kimdir” anlamayan kimse, abesle iştigal etmiş olur, boşu boşuna çenesini yorar, havanda su döver. Pek çok yanlışlara kapılar açar, şeytanın kucağına düşer. Aldanır, aldatır.
Zulüm, başkasının mülküne, hak ve hukukuna tecavüz etmektir; başkasının hakkını yemektir.
Zalim ise zulmedendir; hakkı gasbedendir; hakkı zorbalıkla çiğneyen, hak ve hukuk tanımayandır.
Şimdi, işin hakikatine gelelim:
Bir zatın kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla zulüm denilemez. Mülk kimin ise, o zat, mülkünde istediği gibi tasarruf eder; mesela, bir çiftçi kendi tarlasına istediği sebzeyi ekebilir, arzu ettiği meyve ağacını dikebilir. Yahut tarlasını nadasa da bırakabilir. Ya da isterse buğday, arpa ve yulaf da ekebilir. Bu tasarruflara zulüm denilemez. Zaten hürriyet ve mülkiyetin esprisi de budur.
Ama ne zaman ki, komşusunun tarlasına, bağ ve bahçesine müdahale ederse, o zaman zulüm başlar, hak çiğnenir.
Evet, mülk edindiğimiz ne varsa, varlık olarak sahip çıktığımız her şey, her mevcut, bize bahşedilen her nimet, her ikram ve ihsan, tüm varlığımız, aza ve cihazlarımız, devlet ve servetimiz Yüce Allah’ındır. Yerler ve gökler, içindeki umum mevcudat Allah’ın mülküdür.
O hâlde, Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, dilediği gibi hükmeder. Çünkü, yaratan O’dur, yaşatan da O’dur; bütün nimetleri başımıza bağlayan da O’dur. Geceleri, gündüzleri, bağ ve bahçeleri emrimize tahsis eden de O’dur. Demek, Yüce Allah’ın mülkünde hayatı tanzim etmesine, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla ve asla zulüm denilemez.
Evet, verilen bütün nimetler sadece ve sadece minnettarlık, kanaat ve şükrü gerektirir. İnsanın şükrü bırakıp şikayete kalkması, kendisine verilen insaniyet, akıl, şuur ve göz, kulak, el ayak gibi nimetleri unutup “Niye benim boyum kısa! Ayağım çarpık!” diye şikayete kalkması hakikat, hikmet ve edebe uygun düşmez.
Yüce Allah, bir kuluna hangi nimetleri takdir etmişse, ona kanaat edip, şikayet kapısını kapatıp, şükür kapısına yönelmek aklın, vicdanın, insaf ve hakperestliğin bir gereğidir.
İkinci Nokta: Bu asırda pek çok insan “hak” ile “ihsan” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Bu karışıklık ve yanlış algılama, maalesef tutarsız ve çürük kıyaslara, yanlış yorumlara sebep olmaktadır.
Aslında bu iki kavramı birbirinden ayıranlar, tam anlayanlar, zihinlerine oturtanlar, âlemlerine sindirenler, herhalde kader ile ilgili bütün sualleri önemli ölçüde çözmüş olurlar.
Hak, mülkiyeti senin olandır; sahip olduğun kıymet hükümleridir. Hakta, aidiyet manası vardır. “Benim evim.. Benim param.. Benim arabam” gibi..
Hak, bir gram bile olsa haktır. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hak, gasb edilir, elden alınıp zayi edilirse zulüm ortaya çıkar.
Aslında bütün dünyada hukuk sistemlerinin temel espirisi, hakkı korumak, hakkı alanlardan hakkı almaya çalışmaktır. Hak zayi edilirse, zulümdür.
Mesela, bir çiftlik sahibi iki kişiyi aynı işte çalıştırsa, hizmetlerinin karşılığında her birisine 5 altın vereceğini taahhüt etse ve anlaşma yapılsa, bu iki kişi de aynı işi yapsalar, çiftlik sahibi birisine 5 altın, diğerine 2 altın verse, elbette 3 altınını alamayan kişi mazlum, altını vermeyen adam da zalim olmuş olur.
İhsan ise, haktan çok farklıdır. Çünkü ihsan, kalbin şefkatinden ve merhamet hissinden gelen bir cömertlik, bir bağış ve bir ikramdır. Bu bağış ve ikram, bu lütuf ve kerem, hak terazisinde tartılmaz. Hiçbir yönden eksiklik ve kusur olarak algılanamaz.
İhsandaki farklılık, azlık veya çokluk, ihsan eden zatın kerem ve lütfunun derecelerini gösterir. Kerem sahibine karşı, hiçbir insan “başkalarına niye fazla, bana niye az?” diye itirazda bulunamaz.
Mesela, cömert zengin bir adam, iki fakirden birisine bir kese, diğerine üç kese altın “ihsan” etse.. Arkadaşının üç kese altın aldığını gören fakir adam, hiddet ve şiddetle cömert zengin adama karşı kaşlarını çatarak: “Senin bu yaptığın doğrudan doğruya zulümdür! Ben sana ne yaptım ki? Niye ona üç kese altın verdin, bana bir kese.. Bu adalete sığar mı?” demeye ve böyle bir şikayete hakkı yoktur. Çünkü, ortada gasb edilmiş ne bir hak, ne de zayi edilmiş bir hukuk vardır. Bu olaya hiçbir cihette zulüm olarak bakılamaz. Olay, bir ikram olayıdır. Cömert zengin adam, iradesiyle keremini öyle takdir etmiştir. Az verir veya çok verir, ya da hiç vermez..
Evet, “ihsan” şefkat sıfatının bir tezahürüdür. Az veya çok vermek ihsan sahibinin iradesine bakar. İhsan nimetine karşı yapılması gereken şey minnettarlık ve teşekkürdür.
İhsana karşı hiddet edilemez. Çünkü ortada işlenmiş bir zulüm, ödenmemiş bir alacak, zorla elden alınmış bir hak yoktur.
Evet, şimdi bu makamda, Cenab-ı Allah’tan hak dava edenlere sorulacak tek bir soru vardır:
“Kimin Allah’tan ne alacağı vardır? Haydi! Hiç durmasın! Varsa, hemen söylesin, tek tek saysın. Ortaya koysun?”
Yüce Allah’ın bize bahşettiği her şey O’nun ihsanıdır, ikramıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah’tan hak istemeye hakkı yoktur. Hem Cenab-ı Hak da kullarına zulmetmiş değildir.
Mesela bir adamın boyu bir metre olsa, bu adamın “Niçin benim boyum bu kadar kısa?” demeye hakkı yoktur. Haddini aşarak “Bu bana zulüm değil mi?” derse, elbette ona sorulur:
- Söyle bakalım! Sen boyunun ne kadar olmasını istiyorsun?
- Bir metre yetmiş santim olsun isterim.
- Arada ne kadar fark var?
- Yetmiş santim.
- Söyler misin bana, senin Allah’tan yetmiş santim boy alacağın mı vardı? Allah vermedi de -haşa- sana zulüm mü etti?
Evet, Allah-ı Azimüşşan’ın bize bahşettiği bütün nimetler, doğrudan doğruya O’nun lütfundandır, ikram ve ihsanıdır. O dilediğine dilediği kadar lütfedendir.
Üçüncü Nokta: Dünyadaki kayıplar, eksiklikler, eksik ve noksan bedenler, organlar ve fizikî arızalar ahirette telafi edilecek, fani organ ve bedenler, ebedi ve sonsuz olanlarla değiştirilecektir, cennete ve sonsuz hayata uygun hale getirilecektir. Eksik ve kusurlu azalarıyla Allah’a şükredenler, diğer müminlerden daha çok ikram ve ihsanlara mazhar olacaktır.
Evet, evet... eksik olanı verip, mükemmeli alanlara, arızalı bedenleri verip ebedi vücutları kazananlara, dünya zindanından cennet bahçelerine intikal edenlere imrenilir.
Dördüncü Nokta: Üzerinde hassasiyetle durulması gereken asıl konu, vücud, aza ve duygularımızın nakıs ve noksanlığı, eksiklik ve çarpıklığı değildir. Her müminin en mühim meselesi, imanla kabre girmektir, kabre giriş gediğini sağlam geçmektir, cennete liyakat kazanmaktır.
Evet, her insan ölürken imanla gidip gitmeyeceğinin ızdırabını duymalı, akıbetinin nasıl olacağı noktasında Allah’a iltica etmeli, imanının muhafazası açısından Allah’ın rahmet kapısını çalmalıdır.
Yoksa, dünyada Yusuf (a.s) gibi güzel olsa, fiziki hiçbir arızası bulunmazsa, varlık, devlet ve nimetler içinde sultanlar gibi yaşasa; ama sekeratta/ölüm anında imanını kurtaramazsa, o varlık ve devletin o güzellik ve sıhhatin ne ehemmiyeti olur! Onlar kaç kuruş eder!
Üç beş günlük dünya hayatında insanın boyunun kısa, ayaklarının topal olmasının hakikat noktasında fazla önemi yoktur, insanın azalarının yetersizliği, kaybı, çarpıklığı fazla önemli değildir. Çünkü müminin asıl yurdu ahirettir. Saadet ve mutluluğun gerçek yeri ebedi hayattır. Cennette nimetleri en mükemmel ve en güzel bir biçimde arızasız, kusursuz ve noksansız olarak müminlere ebediyen ihsan edilecektir.
Demek dünyevi kayıplar için elem ve tasaya gerek yoktur. Asıl tasa, elem ve ızdırap Allah’ı bilmemek, ebedi hayatı kaybetmektir. O’nu kaybetmektir.
Beşinci Nokta: Biz Allah’tan alacağımızı peşin almışız. Evvela insan olarak yaratılmışız. Kainat kadar kıymetli nimetlerle taltif edilmişiz. Gözümüz, kulağımız dünya kadar kıymetli.. Akıl ve şuurumuz, kainat kadar değerlidir.
Allah, insanı, düşünen, irade eden bir varlık olarak yarattı. İnsanı, sonsuz nimet ve ihsanlarına da merkez kıldı. Ona kelam ve kalem nimetini verdi, konuşma kabiliyetini ihsan etti.
Evet, bütün bu kendimizdeki ve kainattaki nimetlere karşı bizim görevimiz, Yüce Allah’a minnettarlıktır, şükür ve hamd etmektir.
İslamiyet, en büyük insanlıktır. Çünkü hidayetten büyük hiçbir nimet yoktur, hidayetten büyük hiçbir devlet yoktur. Hidayet en büyük ihsandır, ebedi sürür, sonsuz saadet ve bitmeyen tükenmeyen bir servettir.
Hidayet nimetine bir kul mazhar olmuşsa, o her şeyi bulmuştur. Sonsuz nimetlere gark olmuştur; dünyevi arızalar, eksik ve noksanlıklar hidayete mazhar göğüslerde gedikler açamaz!
Altıncı Nokta: Bize ikram edilen hayat nimeti emanettir. Emanet, muhafaza edilir. Emanet üzerinde hak dava edilmez. Emanet gasb edilemez.
Bu emaneti sahibine satarsak; yani, O’nun adıyla O’nun ve izni dairesinde kullanırsak, Cenab-ı Hak, karşılığında sonsuz ve baki bir hayatı bize ihsan edecek, bizi cennetle taltif edecektir. Nitekim, Kur'an-ı Azimüşşan’da nefis ve malını Allah’a satan kimseye cennet vadedilmiş ve ebedi hayata davet edilmiştir.
Bu çağrı bütün dertlere deva, bütün hastalıklara şifa değil midir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın bizi yarattığını nereden biliyoruz, belki başka uzaylı bir yaratıcı daha vardır, diyen kişinin amacı nedir?
Değerli kardeşimiz,
Bu insanın amacı muhalefet etmektir. Ancak muhalefet etmek için böyle bir iddiada bulunan kişi, yine kendi tuzağına düşmektedir. Çünkü Allah'tan başka birisinin kendisini yarattığını iddia eden birisi, onu ilah olarak kabul etmiş olur. Böylece Kitap ve peygamberler göndererek, kendisini insanlara tanıtan Allah'ı kabul etmek yerine, farazi bir ilahı kabul etmeye mecbur kalmaktadır.
Uzaylının kendisini yarattığını iddia eden kişi, o uzaylıyı ilah kabul etmiş olur. Alim ve Kadir olan Allah'ı kabul etmek yerine bilmediği, tanımadığı, kendisinden bihaber olduğu bir ilahı kabul etmek gibi bir acziyet içerisine düşmektedir. "Allah'ı inkar edeyim de varsın bilmediğim bir ilahı kabul edeyim." demenin hiçbir delili ve mantığı yoktur. Bunu kabul etmek şeytanın maskarası olmaktadır.
Kainattaki düzen Allah'tan başka ilah olmadığını göstermektedir.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş'ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir." (Enbiya, 21/22)
Yerde ve göklerdeiki ayrı kudret sahibi bulunsaydı, durum ne olurdu? Onlardan yalnız birisi tasarruf ve tedbire sahipse, diğeri âciz ve noksan demektir. Âciz olan hiçbir zaman ilâh olamaz. İkisi de eşit kudrete sahip bulunsaydı, ayrı ayrı düzenlerin, sistemlerin bulunması gerekirdi, O takdirde bugünkü tek ve şaşmaz düzen olmazdı. İkisinin anlaşabildiğini ve tek düzen kurup birleştiklerini varsayalım; o takdirde iki illetin bir malûl üzerinde çarpışması ve sürtüşmesi gerekirdi. Böyle olunca da yine görünen nizam olmazdı. Birbirleriyle anlaşmazlık halinde olsalar, birinin yaptığını diğeri bozar, anarşi başlar ve düzen diye bir şey vücut bulmazdı.
Her biri düzen için cüz'î bir kudret ve illeti meydana getirmiş dersek, o takdirde her biri kendi kudretini tam olarak ortaya koyma imkânına sahip değildir. Bu durumda da ilâh olmaları düşünülemez.
İlâhlardan biri diğerinin illeti, o diğeri de kâinatın illetidir dersek, malûl olan ilâh illete muhtaç bulunduğu için ilâh olamaz. Hem o takdirde illet-malûl geriye doğru gider ve böylece illetler, malûller zincirinin öncesi ve başlangıcı olmaz, illet-mâlûl halkaları uzayıp giderdi. Bu da caiz değidir. Aynı zamanda ilâhlık vasfını temelinden yıkmaktadır.
İşte Kur'ân-ı Kerim bu gerçeği belirterek bize şu aydınlatıcı ana bilgiyi veriyor; "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu."
O halde bir olan, dengi, benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah; inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların, putperest azgınların, şüpheci beyinsizlerin vasfettikleri noksanlıklardan, mahlukî sıfatlardan çok yücedir, çok münezzehtir. Selim akıl bunun şahidi, sağduyu bunun açıklayıcısı, ilim bunun kanıtlayıcısı, imân bunun temel yapısıdır. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Enbiya, 22. ayetin tefsiri)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Bütün fiillerimizi Allah yarattığına göre, bizim suçumuz ne?
Değerli kardeşimiz,
Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.
Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.
İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela, Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.
Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.
Kendi fiilinin yönünü belirleyebilen bir insan benim fiillerimi Allah yarattı öyleyse benim ne suçum var deme hakkına sahip olamaz. Böyle düşünmek insanın seçme iradesini değersiz hale getirmek olur. İnsanın bu seçme/tercihte bulunma niteliğini (irade) değersizleştirmek ise onun insan olma vasfını yok saymak anlamına gelir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah neden bizim gibi sıradan varlıkları yarattı?
- Geçenlerde arkadaşım bana gelip: “Allah neden bizim gibi sıradan varlıkları yarattı? O kadar yüce biri neden bizim gibi sıradan varlıkları yaratıp zamanını boşa harcıyor? Sebep ne? Yani Hz Adem (a.s) neden yaratıldı bunun sebebi ne? Allah bizimle neden zaman harcıyor. '' dedi.
Değerli kardeşimiz,
Kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, insan o ağacın meyvesidir. Zira kainattaki bütün varlıklar insan için var edilmiş, insan da Allah için var edilmiştir.
Nasıl ki bir ağaç, her şeyiyle meyvenin gelişip olgunlaşmasına hizmet ediyorsa, aynen bunun gibi bütün varlıklar, canlısından cansızına kadar insanoğlunun hizmetine sunulmuştur.
Ve nasıl ki bir meyvenin çekirdeğini toprağa ektiğimizde, koskoca bir ağaç elde ediyorsak, işte bunun gibi kainatın meyvesi olan insanoğlunun, çekirdeği hükmünde olan kalbini, doğru yerlere ektiğimizde, kainatı aşacak kadar büyük bir iman, ubudiyet, kulluk, sevgi, gibi meyveler verecektir.
Demek ki, bir ağaç meyvesi için yetiştirildiği ve meyvesi de ağaçtan daha değerli olduğu gibi, kainat da insan meyvesi için yaratılmış ve kinattan daha değerli nadide bir varlıktır.
Bir başka açıdan bakıldığında, kainat bir fabrika ise, insan onun ürünüdür; kainat bir saray ise,insan o sarayn içindeki sultandır.
O halde, insanın bu yönlerine bakmak ve ona göre Allah'ın bize ihsan ettiği sonsuz nimetlerine dikkat çekmek gerekir.
Allah bu kâinatı yaratmış ki, sonsuz ilmini, kudretini, hikmetini, rahmetini göstersin.
Kâinata tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları, vahidiyet ve ehadiyet olarak iki şekilde tecelli eder.
Vahididyet Allah’ın isim ve sıfatlarının varlık alemine birden teceli etmesi, ehadiyet ise varlıkların her bir ferdine tek tek, ayrı ayrı tecelli etmesi anlamına gelir.
Her varlığı kendi konumunda tutması ve bu fani alemde geçici de olsa bir nevi bekaya mazhar kılmasına kayyumiyet sırrı denir. “Her şeyi ayakta tutan/varlıkta devam ettiren” manasındaki Kayyum isminin kâinattaki tecellisi olan kayyumiyet cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur/şuurlu meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var.
Yani nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. Öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir.
Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, başka hiç bir varlıkta bulunmayan bir genişliği, kapsamlı bir mahiyeti olduğu için bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.(bk. Nursi, Lem'alar, 353)
- Allah, insanı kâinata bir merkez yapmış, kâinattaki hikmetlerin büyük bir kısmı insanın hayatına hizmet edecek şekilde yaratmıştır. Küçük bir varlık olmasına rağmen, koca kâinatı içine almıştır. Kudret ve hikmeti sonsuz olan Allah, -insanın eliyle- yüz binler cilt kitabı içine alacak kadar geniş manevi kapsam alanına sahip ve bir tırnak kadar bile olmayan bir elektronik beyin yaratması, keza, koca bir güneş sisteminin modelini mikroskopla bile görünemeyecek kadar küçük bir atom sisteminde yerleştirmesi gibi, koca evren gibi geniş çaplı bir varlık armonisini küçük bir varlık olan insanda sahnelemiştir. İnsanın bu kadar önemsenmesi ve önemli bir konumda bulundurulmasının hikmeti, insanın mühim üç vazifesidir:
Birincisi: Kâinat çapında yer alan her türlü nimeti, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi insan vasıtasıyla dizip tanzim etmek. Evet Allah, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlamış, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirmiştir.
İkinci Vazifesi: Bir Zat-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’ın hitaplarına, muhatap olabilecek bir kabiliyet ve istidada sahip olmasıdır.
Gerçekten insanın, câmiiyeti/geniş kapsam ve kapasitesi itibariyle Allah’ın sözlü ve fiili/kevni mesajlarına en mükemmel bir muhatap olması ve büyük bir hayranlıkla Onun sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olması ve şuurlu bir varlık olarak bütün enva'-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanlarına şükür ve hamd ü sena etmesi, çok önemli bir vazifesidir.
Üçüncü Vazifesi: İnsanın kendi hayatı ile üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’a ve şuunatına ve her şeyi kuşatan sıfatlarına âyinedarlık etmektir/ayna görevini yapmaktır. (Geniş bilgi için bk. Lem'alar, s. 352-354)
- Özetle, insanın kapsamlı fıtratı, geniş kapasitesi, harika istidat ve kabiliyetiyle şu kâinat içinde bir ustabaşı, Allah’ın mucizevi sanatının ve saltanatının bir dellalı, yaratılış ağacının en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi, kâinatın küçük bir fihristi ve bir küçük bir örneği hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor olması ve bütün varlıkların hususi ibadetlerini külli manada yapabilen bir kul olması haysiyetiyle, ilahi hikmet onun yaratılıp yer yüzüne halife yapılmasını ön görmüştür.
Hz. Ali’nin dediği gibi, insan küçük bir cisimdir, fakat alemleri içine alacak kadar geniş, büyük bir varlıktır. (bk. Lemalar, a.y)
İlave bilgi için tıklayınız:
-
-
-
-
-
-
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, bir tane daha yaratıcı yaratabilir mi sorusuna neden paradoks deniyor?
- Allah (cc); bir tane yaratıcı yaratabilir mi sorusuna paradoks diye cevap veriyoruz ama buradaki paradoks nedir?
- Buradaki paradoks şey olabilir. Ortağı olamayacak olan Allah kendisine ortak yaratabilir mi?
- Bu olabilir ama aklıma şu takıldı burada da. Allah'ın ortağının olamayacağının delili nedir?
- Özellikle olamayacağının delilini merak ediyorum. Olduktan sonra düzen bozulabilir ama sonuçta olmuş olur?
- Bu soruya yaratabilirdi ama yaratmak istememiş diye cevap versek ehlisünnete muhalif midir?
Değerli kardeşimiz,
İslam dininin temel karakteristiği tevhid inancıdır. Allah’ın zatında sıfatlarında ve fiillerinde ortağı olmadığı, doğrudan doğruya kendisinin asıl fail olduğu hakikatidir.
Bu hakikat Kur'an ve sünnetle sabit olup, doğrudan iman denilen bireysel yönelişin temel kodu olmazsa olmaz esasıdır. Bu temel kod kendisini doğrudan ilahi yaratıcılık sıfatında gösterir.
Meleklerin ve fiziki kanunların hiçbirisinde bu yaratıcılık esası bulunmaz. Onlar kendileri de yaratılmış varlıklar olarak Allahu tealaya ait olan yaratma eyleminin mülk ve melekut aleminde derecelenmelere göre temsili görevini yaparlar.
Bilinmelidir ki Allah Teala'nın yaratma fiili onun zatı gibi misli ve benzeri olmayan bir fiildir. Halık ya da yaratıcı isminin kullanılması yalnızca isimlendirme içindir. Yoksa bizim herhangi bir şeyi yapmamıza hiçbir cihetten benzemez.
Dolayısı ile kendi zihnimizdeki beşeri ölçülerle mümkün ya da olabilir gibi akıl yürütmelerle onu değerlendiremeyiz.
Öte yandan akli ölçüler sadedinde bir yaratıcıdan sonra ikinci bir yaratıcının olabilirliğini düşünmek kurgusal bir tanrı anlayışına bizi götürecektir.
Tarih boyunca Agnostik olarak isimlendirilen pek çok sapkın akım Demiurg adıyla ikincil, üçüncül tanrılar edinmiştir.
Ehl-i sünnet anlayışı böylesi bir düşünceden uzak olmak bir yana, tüm tarih boyunca bu tür düşüncelerle mücadele eden bir karşıtlıkta olmuştur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Mantıken, neden Allah'tan başka sonsuzdan gelen ezeli bir varlık ...
- Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...
- Allah'ın zıddı yoktur ne demektir?
- Sınırlı olan bir şeyi yaratmak için, ille de sınırsız sıfatlar ve isimler mi ...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Arabayı yaratan Allah'tır, bilgisayarı yaratan Allah'tır." gibi ifadeleri nasıl anlamalıyız?
Değerli kardeşimiz,
Bu ifadelerden şunu anlamak gerekir; Allah yaratmıştır arabaların ve bilgisayarların bütün ham maddelerini. İlgili teknolojiyi insanlara ilham eden, dolayısıyla insanlara onu yaptıran Allah’tır.
Nitekim taştan, ağaçtan put yapanlara hitap eden Hz. İbrahim’in sözlerini hikâye eden,
“Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah'tır."(Saffat, 37/96)
mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır.
“Yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.” mealindeki ifadeye alimlerin birbirine yakın iki yaklaşımları vardır:
Birincisi; ayetteki “M” masdariyedir. Buna göre ayetin manası şöyledir: “Sizi de sizin yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” Çünkü sizin her şeyinizi, maddî-manevî bütün donanımlarınızı; ellerinizi, ayaklarınızı, aklınızı, gücünüzü, hülasa her şeyinizi yaratan Allah'tır. Bu sebeple, sizin Allah’ın size verdiği donanımlarla yapacağınız her şey gerçekte Allah’a aittir.
İkincisi; "MÂ" mevsuledir, ayetin manası şöyledir: “Sizi de yaptığınız şeylerin maddelerini de yaratan Allah’tır.”
Bu iki yaklaşım da doğrudur ve birbirini tamamlayan mahiyettedir. Buna göre, ayetin manasını şöyle açıklayabiliriz:
“Size iş yapma gücünü veren de yaptığınız nesnelerin maddelerini yaratan da Allah’tır.”
Örneğin, bilgisayarın bütün ham maddelerini, bu maddelerin bilgi akışını sağlama ve onun kaydını yapma kabiliyetini, bilgileri sayacak bir mekanizma olma becerisini yaratan, özetle bilgisayara bilgileri öğretip matematiksel şifrelerle o bilgileri saydıran Allah olduğu gibi, bu bilgisayarı yapan insanlara bunun nasıl yapılacağını ilham ve yardımlarıyla yaptıran da Allah’tır.
İsteyen, tercih eden insan ise de yaratan Allah'tır.
Her şeyi, her işi buna kıyas edebiliriz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratma sıfatı sonsuz ise, neden evren sınırlı?
- Allah'ın sonsuz yaratma gücü ile sınırlı bir kainatın varlığı çelişkili değil midir?
- Allah en büyüktür ve kendisinden daha büyüğü yoktur, düşünülemez. Yaratma gücü sonsuzdur. Allah'ın kendisinden daha büyük bir şeyi yaratması hususu çelişkiye düşüyor. Fakat sınırlı bir kainatın olması da sonsuz yaratma sıfatı ile çelişkiye düşmez mi?
Değerli kardeşimiz,
- Yaratma sıfatının sonsuz olması, sınırsız bir evreni gerektirmez; evrenin de bir sınırı vardır.
- Yaratma sıfatı dahil Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Fakat sıfatların sonsuz olmaları tecellilerinin bulunduğu tecelligâhlarının da sonsuz olmasını gerektirmez. Sıfatların ezeli / önsüz olmaları, onların tecelli ettiği aynaların da ezeli olmasını gerektirmediği gibi, onların sonsuz olmaları da bu aynaların sonsuz olmalarını gerektirmez. Mesela:
Bizim on dairelik bir kuvvetimiz olduğu hâlde, yaptığımız dairelerin beş olması bir çelişki değildir. Keza, motoru, enerjisi ve diğer donanımları itibariyle bin km. bir hızla hareket edebildiği halde, elli km. hızla hareket etmesi, bir çelişki değildir. Hızın ayarlanması kaptanın / şoförün elindeki gaz, fren ve benzeri alet ve edevatı arabanın hızını sınırlayan tercih ve iradesine bağlıdır.
Bunun gibi, Güneş sistemini bir atom sisteminde sınırlayan Allah’ın iradesi ve tercihidir.
Umarız, bu pencereden hakikatin yüzüne bakıp sineklerden yıldızlara farklı yaratıkların farklı güç ve kuvveti gösteren gerçeğin kapılarını açabiliriz...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, kendisinde olmayan özelliği yaratmaz mı?
- İslam'da Allah (c.c.)’ın kendisinde olmayanı yaratmayacağı şeklinde ifadeler geçiyor mu?
- Allah (c.c.)’ın kendisinde olmayan acizliği yaratması, kendisinde olmayan şeyleri de yarattığını ispatlamaz mı?
Değerli kardeşimiz,
Acizlik, bilgisizlik, ölüm, cansızlık, rızıklanmaz, belirli sınırlarla verili sıfatlarla donatılmak yaratılmışlığın yani Allah olmayışın vasıflarıdır. Bunları yaratmak, yaratılanların mahiyetine uygun davranmak anlamında bir güç, bilgi ve irade gerektirir.
Varlıklar ezeli olmadıkları için, özleri gereği sınırlı olmak zorundadırlar. Dolayısıyla sınırlı olanı yaratmak ve öncesiz olanları var kılmak tam bir iktidar ve iradeyi gösterir.
Allah Teala'nın kendi zatında bulunmayan şeyleri var kılması onun kudretini gösterdiği gibi, bu yaratılmışların var edilmesi ilahi sıfatların görece olarak varlığını gösterir.
Örneğin mahlukatın acizliği kudretin tamlığını, bilgisizliği ilmin mükemmelliğini gösteren ayinelerdir.
Mutlak olanın tezahüründe açığa çıkan dereceler ve görelikler, mutlağın sonsuzluğuna eş olarak sonsuzdur.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah'ın fiilleri mahluk mudur?
- İçinden çıkamadığım bir soru: Allah'ın zatında değişiklik olmuyor, ama ilk defa yaratmaya başladığında bir değişiklik olmuş gibi durmuyor mu?
Değerli kardeşimiz,
- Allah’ın bütün sıfatları ezelidir. Fakat bu sıfatların tecellisi olanlar, sonradan yaratılmıştır. Yani Allah’ın fiili mahlûk olmayıp; yaratılan her şey mahluktur.
Bunda bir tuhaflık yoktur.
- Mesela; bir insan doktor olmuş, fakat başka işler yapmış, yıllar sonra doktorluk mesleğini icra etmiş olabilir. Onun yıllar sonra doktorluk fiilini icra etmesiyle onda bir değişiklik elbette olmaz. Bunun gibi; Allah’ın sonradan eşyayı yaratmış olması, onda bir değişiklik anlamına gelmez.
- Kaldı ki, yaratılan her şey, ezelde -ilmî hüviyetiyle- Allah’ın ezeli ilminde mevcuttur. Söz gelişi, Halık ismi bir şeyi yaratırken, o ezeli ilimde var olan keyfiyet üzerine yaratır; İlm-i ezeli dairesinde yer alan vücud-u ilmisini / ilmî mahiyetini, kudret-i ezeliye dairesine alır, vücud-u harici giydirir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İnsanların fiillerinin Allah'ın sıfatlarına taalluk etmesi ne demektir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Neden Allah?
- Hiç bir şey yoktan kendi kendine var olamaz. O zaman bir şey hep vardı. Bu şey akılsız, güçsüz de olamaz. Çünkü insan gibi sanatlı bir canlı meydana getirmiş. Öyleyse bu yaratıcı çok güçlü ve bilgili biridir. Ama bu yaratanın Allah olduğu bilinemez. Başka bir yaratıcı da olabilir. Allah’ın her şeye gücü yeter bu yaratanın her şeye gücü yetmiyor da olabilir ama yine de güçlüdür. Çünkü insanı yaratmış. Bu yaratan her şeyi bilmiyor da olabilir. Belki de bilgisinin son sınırı insan gibi bir canlı yaratmaktır. Kuran’ı ve peygamberleri göndermiş. Ama şöyle ki:
- Bu yaratan bu peygamberlere kendisini sonsuz güçte tanıtmış ve yalan söylemiş olabilir. Yani yaratanın Allah olduğunu bilemiyoruz. Yalancı her şeyi bilmeyen bir yaratıcı da olabilir mantıken. Bu mümkündür.
- Diyen birine ne cevap vermeliyiz?
- Bizi yaratanın Allah olduğunu nasıl biliriz?
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle soruda yürütülen mantık kendi içinde çelişiktir.
Zira “Allah’ın her şeye gücü yeter.” yargısı, teorik bir iddia değildir. Aksine burada kullanılan “her şey” ifadesi evrende var olan her şeyi kapsadığı gibi, var olmayanları da var etmemekle kapsamaktadır.
Yani “Allah’ın her şeye gücü yeter.” demek, hem var etmeye hem de var etmemeye gücü yeter, anlamına gelmektedir. Bu ise zaten (var olanlar ve olmayanlar) realiteyi ortaya koyar.
Dolayısıyla, var olanları var etmeye ve var olmayanları da var etmemeye gücü yeten bir yaratıcıdır.
“Bilgisinin son sınırı insan...” ifadesi de sorunludur.
Zira yaratılmış olan insanın bilgisinin de bir sınırı yoktur. Ne kadar yeni bilgi olursa olsun onları bilmeye muktedir bir mahiyet söz konusudur. İnsan bilgisinin sınırları yoktur. Sadece sonsuzca ilerleyen bir bilgilenme süreci söz konusudur.
O halde yaratıcının bilgisinin sınırını konuşmak abestir.
Diğer tutarsız ifade ise “yalan” kavramı ile yaratıcının ilişkilendirilmesidir.
Zira “yalan”, bir şeyi öyle olmadığını bildiği halde olduğundan farklı göstermektir. Var olan ve var edilmeyen şeylerin hepsi, oldukları gibidirler. Kendi gerçekliklerinin fenomenleridirler.
Yalan yalnızca şeytanda ve bir şeytan fiili olarak insanda mevcuttur. Bunun nedeni ise, asıl gerçeklik Allah olduğu halde bu gerçekliğe dayanmamaktan kaynaklanan istisnailiktir. Bu istisnailik de sonuçta doğruyu ifade etmektedir. İfade edilen doğru ise Allah'a dayanmamak gerçekliğinden ibarettir.
Ancak bu dayanmamak olgusal bir gerçeklik olmayıp, vehmi (kurgusal) bir dil oyunundan ibarettir. Zira bu işlem de ilahi takdirin bilgisi ve izni dâhilinde yaratılmaktadır.
Eğer bu izin verilmemiş olsa, insanın özgür iradesinden de bahsedilemezdi. Dolayısıyla iradenin gereği öznelerce hak edilmiş derecelenme söz konusu olmayacaktı.
Sonuçta Allah ism-i şerifinin delalet ettiği yüce yaratıcımızın camiliği (kapsayıcılık) dir.
Allah kelimesi, Cevşen adlı Peygamber Efendimiz (asm)'in duasında, bin bir olarak ifade edilen tüm ilahi nitelik ve isimlerin toplamından zuhur eden zatlığın ismidir.
Yine “bin” “bir” ifadesi ile çokluk ve birlik arasındaki paradoksal zıtlığı bir araya getiren anlamı da ifade edilmektedir.
Yine hadislerde beyan edilen 99 esma ise, Allah isminin içindeki esmaları saymakta, onların cemi olarak yüzüncü de Allah ismi olmaktadır.
Bu isimlerden birisi de “sadıku’l-va’d” doğru sözlü olandır.
Yaratılmış olan insanların hangi dinden hangi görüşten olursa olsun, şeytanlaşmamış bir şekilde vicdanı tefessüh etmemiş hangisine sorsak, yalanı ret edecektir. Üstelik bu tüm insanların doğuştan getirdiği bir değerdir.
O halde bu yalanı ret ediş ve kabul etmeme yaratandan kaynaklanmaktadır.
Allah ismi aynı zamanda bir negation olarak bazı nitelikleri de ret eder.
Buna göre yalan söyleyen, zulüm eden, abesle iştigal eden Allah olamaz.
Oysa Allah’tan başka tarih boyunca edinilen sahte ilahlar, her türlü gayrı ahlaki niteliklere sahiptirler.
Bu konuda antik Grek mitolojisi batıl itikatların tanrı anlayışlarının absürtlüğünü net olarak ortaya koymaktadır.
Unutulmamalıdır ki hem mantıksal olarak hem de olgusal olarak Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olma ve bütün kemal sıfatları ile de muttasıf olma mertebesinin adıdır.
Descartes’in ontolojik argümanında belirttiği gibi, bu mertebenin bilgisi zihnimizde mevcuttur. Bu bilgi bize noksan olan kendimizden ya da evrenden gelemeyeceğine göre, açıktır ki bizim ve evrenin dışındaki yaratıcımızdan gelmektedir ve onun zatına has olan bu mertebenin ismi de Allah’tır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah'ın evreni yaratma sebebi olan insan, evrende neden bu kadar az yer kaplıyor?
Değerli kardeşimiz,
- İnsanın az yer kaplaması, maddi açıdandır, yoksa manevi olarak kainatı içine alan çok nadide bir sanat eseridir. Bir çekirdeğin, bütün ağacı ve özelliklerini içine alması ve küçük bir ağaç olması gibi, insan da kainat ağacını ve kainatın bütün özelliklerini içine alan küçük bir kanattır.
- Bir insanı bütün olarak değerlendirdiğimizde, onun kalbi ona denktir denilebilir. Bunun gibi, büyük bir insan hükmünde olan kainata, o kainatın kalbi hükmünde olan insan da kainata denktir denilebilir.
- Ayrıca çok değerli ve çok kıymetli şeyler az olur. Madenler içinde altın, taşlar içinde elmas azdır. İşte, Allah'ın bu adeti, kainat içindeki insanlar için de geçerlidir.
- Diğer taraftan, insanın evrenin en mükerrem varlığı olması, demek değildir ki, evren yalnız insan için yaratılmıştır. Çünkü, insanı pek az ilgilendiren milyarlarca gezegen vardır. Allah’ın evreni yaratmasının önemli bir maksadı, kendi isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek, sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin maharetlerini ortaya koyan tezahürlerini göstermektir.
- Bununla beraber, Allah insanoğlu için yeryüzünü bir yaşama mekanı olarak seçmiştir. İnsan evrenin en mükerrem varlığıdır. Bu açıdan insan evrenin bir nevi sebebi gibidir. Çünkü bir ağaçtan maksat meyvedir. Evren ağacının meyvesi de insandır.
Yeryüzü, göklere nispeten küçük bir mekân olmakla beraber, bütün göklere karşı muvazeneye gelmektedir. Nitekim, Kur’an’da sürekli olarak “göklerin ve yerin Rabbi” gibi ve benzeri ifadelerde daima yeryüzü tartının bir kefesine, gökler ise diğer kefesine konulmuştur.
- Kur’an’da ifade edildiği üzere, insanoğlunun topraktan yaratılması, öldükten sonra yine toprağa konulması, daha sonra tekrar topraktan çıkarılması, onun topraktan bir mekân olan yerküresinde yaşamasıyla örtüşmektedir.
- Allah, evrenin bir fihristi, bir küçük örneği olan insanoğlunu, kâinatın bir fihristi ve küçük bir örneği olan yerküresinde ikamet ettirmesi, ontolojik belagat üslubu içinde son derece hikmetli düşmüştür.
Allah’ın, kainatı küçük mikyasta içine alan yerküresini maddi-manevi bakımdan bütün varlıkları küçük mikyasta içine alan insanoğluna ikametgâh yapması Onun kusursuz, israfsız iktisat prensibi yansıtması bakımında da çok manidardır.
- Burada sorunun cevabını özetleyen enfes bir açıklamayı vermek uygun olur diye düşünüyoruz:
"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir.
Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür.
İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten;
- bütün kâinatın kalbi, merkezi,
- bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi
- ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi
- ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi
- ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı
- ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı
- ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı
- ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı
- ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte, arzın (yer küresinin) bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ (göklerin ve yerin Rabbi) der.” (Nursi, Sözler, s. 177)
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah her şeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insanı yarattı?
- Yani her şeyi biliyor, yaratırsa ne olacağını da. Peki bunu bilmesine rağmen neden acı da çekebilen biz insanları yarattı?
- Allah bütün bunları biliyorsa, örneğin neden bir çocuğun babasını kaybettiğinde duyduğu acıya katlanmasına razı oldu?
- Bu acı onun için önemsiz midir ya da çocuğun acısını mı anlayamaz?
- Neden bir yaratma ihtiyacı duydu; Allah bunu neden yaptı?
Değerli kardeşimiz,
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.
Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve aklen biliriz.
Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.
Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah, la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.
Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:
1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.
2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.
3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.
4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.
5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.
6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.
İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.
Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.
"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..." (İsra, 17/44)
mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.
Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.
İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.
"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)
Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.
Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.
Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.
İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.
Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:
"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.
Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.
Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.
Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.
Nur Külliyat'ında bir dua cümlesi var:
"Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster." (Sözler, Onuncu Söz)
Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.
Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?
- Allah insanı, O'na kulluk etmesi, kendi sanatını ona gösterme için yaratmıştır ifadesi...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Ezelde Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
- Ezelde Allah'tan başka bir şey yok iken, Allah nasıl yaratıcı sıfatına sahip olur?
Değerli kardeşimiz,
Allah, mevcudatı yaratmadan önce gizli bir hazine idi, bilinmeyi sevdi ve mevcudatı yarattı. Allah mevcudatı yaratmadan önce kendi zatının hayranıydı.
Temsilde hata olmasın; çok maharetli bir insan düşünelim. Bu insan maharetlerini sanatlarla eserlerle ortaya koymamış olsun. Ancak bilkuvve (potansiyel) olarak onun bütün özellikleri ve maharetleri vardır. Bu insan kendi maharetlerini bilmektedir ve vardır. Ortaya bir eser koymasa da bu kişinin isimleri, sıfatları, ünvanları vardır. Bunu başkaları bilmese de o şahıs biliyordur.
Allah'ın sadece tekvin değil, diğer isim ve sıfatları da bilkuvve olarak ezelden beri vardır. Varlık ayrı şey, o varlığın tezahür etmesi ayrı şeydir. Tezahür etmemiş, yani görünmemiş bir sıfat veya özelliğe yok denmez. Çok güzel heykel yapma özelliği bulunan bir heykeltıraş hiç heykel yapmasa da heykeltıraşlık kabiliyeti bu kişide vardır.
Allah hiçbir şey yaratmamış olsa da yine yaratıcılık sıfatı onda vardır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur, ne demektir?
- Şeytan ve nefsin yaratılması da mı şer değildir.?
- Buna örnek verebilir misiniz?
Değerli kardeşimiz,
- “Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur.” demek, “Allah’ın yarattığı fiillerinde hedef şerrin yaratılması değil, hayrın yaratılmasıdır.” demektir. Demek ki, yaratılan her şey hayırlı neticeler içindir. Bazıları bu yaratılanları kötüye kullanırsa, onu kötüye kullanan kişi kendisi hakkında kötülüğe neden olmuştur. Dolayısıyla onun sorumluluğu da kendisine aittir.
Örneğin, yağmurun yaratılması tamamen hayırdır. Bazıları tedbirsizliğinden veya başka bir nedenden dolayı yağmurdan zarar görse, yağmurun yaratılması şerdir diyemez.
Ayrıca, ateşin yaratılması da bütünüyle hayırdır. Ancak bazıları ateşe elini sokup yaksa, ateşin yaratılmasının iyi olmadığını söyleyemez. Çünkü ateç onu yakmak için yaratılmamıştır.
Aynen bunlar gibi, nefis ve şeytan gibi varlıklar da hayırlı neticeler için yaratılmıştır. Bazıları bunları yanlış kullanarak zarar görse, bunun sebebi onu kötüye kullananlardır. O halde yaratılması hayırdır ve gözeldir, onun kötüye kullanmak şerdir ve bu şerrin sebebi de onu kötüye kullanan kişiye aittir.
Ancak hayrın yaratıldığı fiillerde “şerr-i kalil” denilen az bir şerrin bulunması, kâinattaki düzenin kaçınılmaz bir yan etkisidir.
Bir kural vardır: “Şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Aksi takdirde şerr-i kesir olur.” Yani, az bir şer/kötülük olmaması için büyük bir hayır terk edilmez. Az bir şer/kötülük gelmesin diye pek çok hayırlı işleri terk etmek büyük, çok şer/kötülük olur.
Mesela, yüz yumurtayı kuluçka işlemine tabi tutarsanız, bundan 10 tanesi cılk çıksa, 90 tanesi civciv olsa bu büyük bir hayır olur. Eğer bu 10 tanenin cılk çıkmaması için bu işlemi iptal ederseniz, o zaman yüzde yüz zarar olur ve “çok şer” olur. Hatta 90 tanesi cılk çıksa, 10 tanesi civciv olsa yine bunda büyük bir hayır olur.
- İşte Allah’ın mülkünde yaptığı tasarruflar sonuçta bazı yaratıklar açısından şer olsa da genel çerçevede lütuf, hikmet ve fayda içermesi bakımından hep hayra yöneliktir.
Şer ise bir düzenlemeyi yerli yerinde yapmamak, yapılması gerekenin dışında gerçekleştirmektir. Allah’ın yaptığı düzenlemeler için bu durum söz konusu değildir.
Nitekim, Allah’ın bazı isim ve sıfatları O’nun şerri işlemediğini, fiillerinin bütünüyle hayır olduğunu kanıtlar. Mesela Selâm, Kuddûs, Hakîm ve Hamîd gibi isimleri O’nun ayıp, hata ve kusurlardan, şerri işlemekten münezzeh bulunduğunu ifade eder.
- Allah’ın fiilleri umumi neticelere bakar. Bu neticelerin geneli mutlaka hayırdır. Hususi bazı neticeler şer olsa da o geniş yelpazedeki hayırlar arasında adeta kaybolur gider. Az önce de ifade ettiğimiz gibi yağmurdan veya ateşten bazı kimselerin hususi manada zarar görmesi, yağmur ve ateş nimetinin o külli hayır cihetini küçük düşüremez.
Demek ki, Allah’ın fillerinin hepsi hayırdır. Büyük bir kısmı doğrudan hayırdır, çok küçük bir kısmı ise dolaylı hayırdır. Bu sebeple: “Allah’ın fiillerinde (gerçek anlamda) hiçbir şer yoktur.” demek doğru bir tespittir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Şeytan nedir, özellikleri nelerdir ve niçin yaratılmıştır?
- Allah her şeyi en güzel biçimde mi yaratmıştır?
- Allah, “yaratığı her şeyi güzel yarattı” ise, inkarlar, zulümler, zinalar nasıl güzel olur?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Tercihlerimizin hiç mi önemi yok, onlar da mı Allah’tan?
- Bu hadisler sahih mi, sahih değillerse bile şiddetli zafiyet taşıyorlar mı?
* Bu hadise göre çabalarımız Allah’ın takdiri ile oluyor.
- HADİS: Ebû Huzâme’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, babası Allah Resûlü’ne (s.a.v.) şöyle sormuştur: “Ey Allah’ın Resûlü! Şifa niyetiyle yaptığımız okumalar, tedavi olduğumuz ilaçlar ve korunma tedbirleri, Allah’ın takdirinden bir şeyi geri çevirir mi?” Resûlullah, “Onlar da Allah’ın takdiridir.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tıb, 21)
- Hadisteki “tabiatlandırılmıştır” ifadesine göre Hızır’ın öldürdüğü çocuğun seçim şansı olamazdı.
- HADİS: Ubeyy İbn Kâ’b (radıyallâhu anh) şöyle dedi: Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu:
− Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp bürüyecekti!..
* Burada ise emek çekip didine geldikleri şey için, yani çaba sarf etmelerinin kaderden kendilerine isabet eden bir şey olduğu yazıyor.
- HADİS: Müzeyn kabilesinden iki kişi Rasûlullâh’ın yanına geldiler ve şöyle sordular:
− Yâ Rasûlullâh!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan bir kaderden olarak, kendilerine isâbet eden bir şey midir?.. Yahut Nebi ve Rasûllerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sâbit olan şeylerden olarak, kendilerinin karşılayacakları şeyler içinde midir?..
- Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Aziz ve Celil olan Allâh’ın kitabında bunun tasdiki şu âyettir: “Nefse (bilince) ve onu düzenleyene; sonra da ona (bilince) hem fücurunu (Hakk’tan ve sistemden sapmayı) ve hem de takvasını (korunmasını) ilham edene ki..."
Değerli kardeşimiz,
İnsanın özgür iradesiyle ilgili yaptıklarının Allah'tan olması konusu, yaratma anlamındadır. Kul ister, Allah yaratır demektir. Yoksa "Kulun tercih hakkı yoktur -haşa- Allah kulu zorla tercih ettirir." şeklinde anlamak yanlıştır, büyük hatadır, iftira olur.
Bu konuda derin manalarının bilinmesi gerekir. Bunun için de en kısa, kolay ve amacına ulaştıran bilgi, "kader"in ne olduğunu bilmektir.
Mesela, sorudaki hadiste yer alan “Onlar da Allah’ın takdiridir.” manasındaki ifadede kaderin her şeyi zorla yaptırdığını bildirmiyor. Bilakis, -söz gelişi- içilen ilacın şifaya vesile olup olmaması da bir kader olduğu bildirilmiştir. Bu şu demektir:
Kader, Allah’ın ilminin bir nevidir. Yani olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyi Allah ezelî ilmiyle bilmektedir. Kuran’da defalarca “Allah her şeyi bilir.” mealindeki ayetlerin varlığı bunun kesin kanıtıdır.
- Peki, Allah’ın her şeyi bilmesi, bizim elimizi kolumuz bağlamıyor mu?
Hayır! Çünkü kader ilim nevindendir. İlim sıfatı ise, kudret gibi yaptırım gücü yoktur. Bir şey nasıl olacaksa öyle bilinir. “İlim maluma tabidir.” şeklindeki kaidenin manası da budur.
Kaderin takdir sahası iki şekilde takdir edilebilir:
Birincisi: İnsanın dini imtihan sınırlarının dışında cereyan eden kader: Mesela, anne-babamız, yaratıldığımız zaman ve özgür irademiz dışında hayatın binlerce yansıması bu türden bir kaderdir. İnsanoğlu bundan sorumlu değildir. Boyu kısa, uzun, kişinin teni, zenci, sarı beyaz vs. gibi ontolojik durumların bu sahada olan enfüsi ve afaki olayların hiçbirinden insanoğlu sorumlu değildir. Ancak, bunları özgür iradesiyle nerede ve nasıl kullandığından sorumlu olur.
İkincisi: İnsanın imtihan alanında cereyan eden kaderin varlığı. Bu kaderin iki yansıması vardır.
- İnsan gücünün dâhilinde olan işler. Bu çeşit işlerden veya işlerin bu kısmından insan sorumludur. Mesela, Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmek, ona göre hareket etmek, şeriatın emirlerine uymak, yasaklarından uzak durmak insanın gücü dâhilindedir ve yaptığı kötü işlerden kendisi sorumludur.
- Diğeri insan gücünün dâhilinde olmayan işler. Bu durumda yapılan kötü bir işin insanların gücünün dâhilinde bulunan bölümü insan aittir; sorumluluğu da kendisine aittir. Bu işin içinde bulunan ve insan gücünü aşan -icat ve yaratmaya dayanan- kısmı ise Allah’a aittir.
Buna göre, yapılan kötü bir işin bir bölümün faili insan, bir bölümünün faili / mucidi de Allah’tır. İnsan gücünün içinde olan kötü işlere teşebbüs edildiği zaman, Allah iki şekilde buna müdahale edebilir:
Birincisi: İnsanın yaptığı işi -ne kadar kötü olursa olsun- onun yapmak isteyip de yapamadığı kısmını yaratmak suretiyle ona yardımcı olabilir. Örneğin; tabancayı alıp, mermiyi koymak, bir adama nişan alıp tetiği çekmek, insanın özgür iradesi bağlamında tahakkuk eden bir husustur. Fakat, bütün bu çabalarına rağmen öldürmek istediği kişi ölmeyebilir.
İşte eğer Allah bu kişinin ölümünü yaratır ve canını alırsa, bu bir adalettir, insanın hür bir varlık olmasını sağlayan bir durumdur; fakat sonucundan kendisi sorumludur.
İkincisi: Normal şartlarda ölmesi gereken bu adamı Allah öldürmeyebilir. Bu ise bir lütuftur, bir ikramdır, bir atadır. Çünkü kurşunlanan adam ölseydi, öldüren kişi katil olacağından hem dünyada hem ahirette ceza çekerdi. Maktul da hayatını kaybederdi. Allah’ın bunu gerçekleştirmemesi, her iki taraf için ilahi bir lütuftur.
Soruda geçen hadis-i şeriflere gelince:
İki hadis-i şerif de sahihtir.(1)
Her iki hadiste de ifade edilen mana, olmuş, olan ve olacak her şeyin Allah’ın ilminde olmasıdır, Allah’ın ilmi sonradan olmaz, ezelî ve ebedidir, değişmez demektir. Bu nedenle olacağı haliyle Allah’ın ilminde olduğu ifade edilmiştir.
Hz. Hızır aleyhisselamın Allah’ın izniyle öldürdüğü çocuk eğer büluğa erseydi iman etmeyip kâfir olacaktı diye tevil edilir. Vefat ettiğinde çocuk olduğu için kâfir olduğu söylenemez.(2)
Demek ki, Hz. Hızır'ın öldürdüğü çocuk şayet yaşasaydı anne babasını isyana ve küfre zorlayacaktı.
Tercümede geçen "tabiatlandırılmış" ifadesi ayetlerde de geçen "mühür vurma" demektir. Mühür vurmanın, damgalamanın ve perdelemenin anlamı, adlandırmak, hüküm vermek, onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir.(3)
Çünkü Allah Teala ilim, hikmet ve adalet sahibidir. Kullarını, onların irade ve etkileri olmayan bir sebepten dolayı ayıplaması, cezalandırılması düşünülemez.(4)
Şu hâlde Allah, kâinatta var olan ve olacak her şeyi, mahiyetini bilmediğimiz bir kitapta kayıt altına almıştır. Ancak bu yazma işi onun ilmi ile ilgili bir durum olup bizleri cebre zorlamaz. Bu yazma bir hüküm değil ihbar şeklindedir yani Allah’ın geleceği de bildiğinin haber verilmesidir.(5)
Diğer taraftan, sorudaki ikinci hadis-i şerifin sonundaki ayetin meali şöyle verilebilir:
“Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun!” (Şems, 93/7-8)
Sonuç olarak:
Allah, iradesi ve yaratması noktasında mutlak tektir. Bu bağlamda hidayet ve dalalet gibi insan için olan bütün fiiller Allah'a nispet edilmektedir. Allah kendi fiili ile nitelendirilmiştir.
"Allah’ın fiili" demek her şeyi, o şeye en uygun olacak şekilde yaratması demektir. Allah kendi fiilini ya lütuf ya da adalet ilkesiyle gerçekleştirir. Bu iki yöntemden hangisiyle olursa olsun ona izafe edilen her fiil yarattı manasıyla gerçekleştirilmiş olur.(6)
Bunun yanında iradesi yönüyle de fiiller insana nispet edilmektedir.
İnsanı, hidayet ve dalalet noktasında cebir altında gösteren hadisler, Allah'ın mutlak ilmine, iradesine ve kudretine dikkat çekerken, bu noktada insanın hürriyetine vurgu yapan hadisler ise, Allah'ın üstün kudretinin sınırları dahilinde insanın irade ve kudretinin olduğunu göstermektedir.
İnsanların, ceza ve mükâfat görmelerine sebep olacak durumlara girmeleri, Allah'ın onları zorlamasıyla olacak değildir.
İnsanlara, irade ve tercih gibi imkânları veren Allah'tır. İradeyi, onun rızasına veya gazabına yönelik kullanan insandır.
İnsan dünyadan ahirete göç ettiğinde tercihlerini de yanına almaktadır. Ya cenneti kazanacak tercihlerle göç edecek ya da cehennemi hak edecek tercihlerle göç edecektir.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin "Kader Risalesi" cehalet hastalığının şifa bulmasına en müessir bir ilaçtır.
İlave bilgi için tıklayınız.
- “İyilik de kötülük de hepsi Allah'tandır...” ayetini nasıl anlamalıyız?
- Ata, kaza ve kader hususlarını hadis-i şerif ile açıklar mısınız?
Kaynaklar:
1) bk. Müslim, Kader, 29, 8.
2) bk. Nevevi, Şerhu Müslim ilgili hadisin şerhi.
3) Kurtubi, Tefsir 5/548.
4) DİB. Kuran Yolu, 1/76:
5) Ebû Hanîfe, Nu’man b. Sâbit, el-Fıkhu’l-Ekber (İslam'ın İnanç Esasları), trc., İsmail Bayer, İhtar Yay., Ankara, 1992, s. 15.
6) Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 401.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah’ın “Kün” emriyle mi eşyaya vücud veriliyor?
Değerli kardeşimiz,
“Tabiat kanunları” denilen şeyler, gerçekte Allah’ın kudretinin tecellilerinden başka bir şey değildir. O, bu kanunlarla âlemde icraatta bulunmaktadır.
Göklerin ve yerin Allah’ın yaratmasıyla yokluktan varlığa gelmeleri, yoktan yaratılmış insan için anlaşılması güç ve derin bir meseledir. Kur’an, sekiz ayetinde Allah’ın "Kün" emriyle, yani “Ol” demesiyle eşyaya vücut verildiğini bildirir. Mesela şöyle buyrulur:
“Onun emri, bir şeyi murat edince, ona sadece ‘ol’ demektir, o da olur.” (Bakara, 2/117; Âl-i İmran, 3/47-59; En’am, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; Yâsîn, 36/82; Mü’min, 40/68 ayetler)
“Ol” emri, ilahi iradenin mahlûka teveccühüdür. (Seyyid Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, V, 2978) Bu ifade, Yaratıcı ile yaratılmışın alaka nev’ini ifade eder. Şu görülen varlıkların Yaratıcıdan nasıl vücuda geldiğini anlatır. Ancak bu nafiz iradenin eşya ile ittisalinin nasıl olduğu beşer idrakine kapalıdır. (Kutub, age., I, 106)
Ayetteki “…o da olur” kısmı, oluş sürecinin başlamasını ifade eder, yoksa her şeyin bir anda her şeyiyle ve bütün ayrıntılarıyla hemen oluverdiğini anlatmaz. Çünkü Allah eşyayı sanatlı bir şekilde yaratmayı murat etmiştir. Mesela insanın ana rahmindeki devrelerinin her birinin nice hayret verici halleri vardır. Yoksa insan faraza birden kırk yaşında yaratılsa, kırk yıla kadar geçen ve her biri nice güzellikler taşıyan bebeklik, çocukluk, gençlik gibi hayat devreleri ve bunların her anındaki ayrıntılar hiç görülmeyecekti. Ayetteki fiilin geniş zamanla ifade edilmesi bu mühim gerçeği anlatmaktadır. Yani bu oluş, takdir edilen bir süreyi içine alır. Diğer varlıklar da genelde böyle tedrici bir tarzda yaratılmaktadır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Yaratıcı, bu kadar büyük kainatta insan ile nasıl ilgilenir?
- Bu kadar büyük âlemleri idare eden bir yaratıcının, insanla ve insanın sosyal yapısı ile ilgili hükümler koymasını, insana değer vermesini aklına sığdıramıyor.
- Ona göre, gerektiğinden çok büyük olan âlem zaten yaratıcıya yeterince meşguliyet getiriyor. İnsanla ilgilenmesine zaman kalmamalı?
Değerli kardeşimiz,
Soru:
Lütfen bu konuda bir şeyler yazın kafam çok karışık !!!!!
Evrende dinin yeri
Bir ziyaretçimizin sorusu böyle başlıyor ve 7 sayfa devam ediyor. Yedi sayfalık sorunun özeti şu:
Kâinat uçsuz bucaksız bir yapıda. Galaksiler birbirinden ışık yılı ile ifade edilen uzaklıklara sahip. Galaksilerin kendi içerisindeki yıldızlar arasındaki uzaklıklar da böyle.
Dolayısıyla, soru sahibi, bu kadar büyük âlemleri idare eden bir yaratıcının, insanla ve insanın sosyal yapısı ile ilgili hükümler koymasını, insana değer vermesini aklına sığdıramıyor. Ona göre, gerektiğinden çok büyük olan âlem zaten yaratıcıya yeterince meşguliyet getiriyor. İnsanla ilgilenmesine zaman kalmamalı, diyor.
Geçmişte Kutsal kitapların bozulmalarına niçin izin verildiğini soruyor.
Cevap:
Bu ve benzer soruların esas temelinde yata,n genelde Allah’ın hakkıyla bilinememesi ve layıkıyla tanınamamasından ileri geliyor.
İnsan Allah’ın sıfatlarını, isimlerinin tecellilerini nasıl bilecek?
Bunun iki yolu var. Birisi Allah kendisini bize nasıl tanıtıyor, ona bakılacaktır. Diğeri de nefis bir yaratıcıyı kendisine kıyas ederek, âleminde kendisine benzer bir ilah modeli çizecektir.
Nefis şöyle bir benzetme yapıyor: “Benim iki elim var. Aynı anda çok yapsam iki iş yapabilirim. İlah da bundan az fazla bir şey yapar. Benim kaldırabildiğim ve idare edebildiğim şeyler belli. İlah da bunların biraz daha fazlasını yapabilir.” diye yanlış bir kıyas yapıyor.
1950’lili yıllarda Erzurum’da yaşanmış bir hatıra buna ışık tutuyor. O yıllar yolun ve vasıtanın olmadığı, ulaşımın yeterince sağlanamadığı yıllardı. Gençlerden birisi akrabalarını görmek için Trabzon’a gidiyor. Dönüşte arkadaşları etrafında toplanıp Karadeniz’in büyüklüğünü soruyorlar. O da Karadeniz’in büyüklüğünü şöyle tarif ediyor: “Siz deyin 30 misli, ben diyeyim 30.5 misli emmimgilin kazanından daha büyük.”
İşte nefsin kendi yapabildiği şeylere bakarak âleminde bir yaratıcının sıfat ve isimlerini anlaması, bu tipten olduğu için işin içinden çıkamıyor.
Halbuki Allah bize kendisini nasıl tanıtıyor, ona bakılmalı. O, doğurmadığını ve doğrulmadığını, benzerinin ve zıddının olmadığını, her şeyin Ona muhtaç olduğunu, Onun hiçbir şeye muhtaç olmadığını, her şeyi Onun yarattığını, kendisinin yaratılmadığını, yaratılmış olarak ne düşünülürse onun İlah olamayacağını, az-çok, büyük-küçük Ona göre bir olduğunu, bir atomu yaratmakla sonsuz kâinatı yaratmak arasında fark olmadığını, geçmiş, gelecek ve halin hepsi bir anda nazarında bulunduğunu beyan ediyor (Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi Kur’an’ın bir tefsiri olan altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatında vardır. Oraya müracaat edilmeli).
Eser Ustayı Gösterir
Eser ustasını tanıtır. Eser ne kadar büyük, harika ve hayret verici ise, ustasının harikalığını gösterir, Onun sonsuz ilim, irade ve kudretine işaret eder.
Bu kâinatın büyüklüğü ile beraber son derece nizam ve intizam içerisinde bulunması, her varlığın ihtiyacının en iyi şekilde karşılanması, karışıklık ve düzensizliğin bulunmaması, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretinin eseridir.
Cenab-ı Hak bu muhteşem kâinatı yaratmakla harika sanatlarını ve hikmetli nakışlarını ve gizli hazinelerini gösterdi. Bu varlıkları hem kendisi müşahede etmekte ve hem de şuur sahiplerinin nazar ve dikkatine göstermektedir.
Uzayın sonsuz büyüklüğü ve genişliği ne kadar hayret uyandırıyorsa, canlı bir hücre de en az onun kadar harikadır, muhteşemdir ve hayret vericidir.
İnsanı bir hücreden çekip çıkaran, o tek hücreden göz, kulak, mide, barsak ve kalp yapan, damarlarla ve sinirlerle bütün vücudu şekillendiren ve bunları yerli yerine koyan ve takan, hayal, hafıza, akıl, merak endişe, sevgi ve muhabbet gibi his ve duygularla bezeten bir kuvvet ve kudret, elbette büyük bir insan şeklinde olan uzayı galaksi ve yıldızlarla süsleyebilir, güzelleştirebilir.
İnsan, âdeta kâinatın küçük bir misali hükmünde olduğu gibi, kâinat da sanki büyük bir insan gibidir.
Allah’ın kâinattaki icraatı ve tasarrufu emir ve irade ile olduğu için, az-çok, büyük-küçük Ona göre birdir, fark etmez. Nasıl ki bir komutan yürü emriyle bir askeri yürüttüğü gibi, aynı emirle bir milyon askeri de yürütür.
İşte Allah da “Kün (Ol)” emri ile bir atomu yarattığı gibi, aynı emirle sonsuz kâinatı da yaratır. Yaratılan şeyin ne sayısı, ne büyüklüğü bakımından, Allah’ın kudreti, irade ve ilmi noktasında fark yoktur. Büyük-küçük, az-çok Ona göre birdir.
Kâinat Yanında İnsanın Büyüklüğü
Kâinat içerisinde maddî olarak insanın büyüklüğünün hiçbir değeri yoktur. Fakat insanda hayat, akıl, ilim ve şuur olması, onu mahlukatın en üstüne çıkarıyor ve işin daha önemlisi Cenab-ı Hak insanı kendisine muhatap kabul ediyor.
Bu koca kâinat bir ağaca benzetilebilir. O ağacın gövde, kök ve dallarını elementler, yapraklarını bitkiler, çiçeklerini hayvanlar ve meyvesini de insan temsil etmektedir. Bir ağaç; kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleriyle meyvesine hizmet etmektedir. O ağacın kıymeti ve değeri de meyvesinin değeri ile ölçülür.
İşte bu kâinat ağacı galaksileriyle, yıldızlarıyla, yağmuru, suyu, toprağı, havası, bitkileri ve hayvanlarıyla insana hizmet etmekte, insanı meyve vermektedir. İnsanın da öyle bir meyvesi olmalı ki, bütün kâinattaki varlıklardan daha değerli ve kıymetli olsun. Onun meyvesi de Allah’ı bilmesi ve Ona kulluk ve ibadet etmesidir. Zaten Cenab-ı Hak da insanı kendisine ibadet etmesi için yarattığını beyan buyuruyor.
İnsan ibadetinde bir bakıma bütün kâinatı arkasına alarak, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diyerek, onların şuursuz ibadetlerini şuurlu bir şekilde Allah’a takdim ediyor. Böylece Allah’a dost ve muhatap olan insan, maddeten yok hükmünde iken, manen bütün mahlûkatın en üstüne çıkıyor.
İşte varlıkların en şereflisi olan insanın bütün fiilleri ve davranışlarının kayıt altına alındığı, öldükten sonra diriltilerek hesaba çekileceği, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması nisbetinde Cennet veya Cehennemde ebedî hayatının devam edeceğini Allah beyan ediyor.
İnsanlar Hep Aynı Soruları Soragelmiştir
İnsanoğlu ilk insan Hz. Âdem'den beri hep şu soruları soragelmiştir:
Ben neyim? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Beni buraya kim gönderdi? Niçin gönderdi? Bu kâinatta benim vazifem nedir?
Bu soruların doğru cevabını verebilmeleri için onlara 124 bin peygamber gönderilmiştir. Geçmişte insanlar farklı beldelerde ve değişik kabileler halinde yaşadıkları için her topluluğa ayrı peygamber gelmiştir. Bazı peygamberlere kitaplar verilmiştir.
İnsanlık maddeten ve manen terakki ettikten ve bütün dünya bir köy şekline geldikten sonra artık bütün insanlığa tek peygamber Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ve tek kitap olan Kur’an-ı Kerim gönderilmiştir.
124 bin peygamberin hepsi de; Allah’ın varlığını ve birliğini, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunu, ölümden sonra dirilmenin olacağını, yalan söylemenin ve başkasının hakkına tecavüz etmenin yasak olduğunu, herkesin yaptıklarının ve yapması gerekip de yapmadıklarının hesabını vereceğini, buna göre edebî olarak cennet ve cehennemde kalınacağını ümmetlerine bildirmişlerdir.
İnsanlığın anlayışına ve yaşayış tarzına göre peygamberlere gelen kitaplar ilk zamanlar daha kısa ve öz, ama mahiyet olarak aynı idi. Mesela Hz. Âdem’e 8-10 sayfalık bir kitap geldiği halde, son peygamber Hz. Muahammed’e (sallalahu aleyhi vesellem) altı yüz sayfalık kitap gönderilmiştir.
Geçmişteki Kutsal kitapların bozulmasına Allah’ın müsaade etmesi de imtihanın bir gereğidir. Ama Kur’an’ın değişmeyeceğini kesin bir şekilde bildirmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Aldanmaktan Kurtulmanın Kur'ani Çözümleri Allah'ı Zat, Sıfat ve İsimleriyle Tanımak.
- Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar?
- Allah kainatı neden yarattı?
- Allah’ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı...
- Kainatta, insanlardan başka yaşayan mahluklar var mı?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah neden hep iyi bir varlık olarak kabul edilir?
- Kötü bir varlık olamaz mı?
- Sonuçta insanlar gibi kızıyor, hoşnut oluyor, seviyor, nefret ediyor, lanet okuyor?
- Ayrıca sonsuz iradesi de var?
- İyi olma gibi bir zorunluluğu yok?
- Bizim yaptığımız bir nevi kumar değil mi?
Değerli kardeşimiz,
1. Hayır veya şer her şeyin yaratıcısı Allah olup, O’ndan başka yaratıcı yoktur. Alemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Alemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur.
Ancak, Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise yoktur. Hayrı ve şerri dileyen, tercih eden kuldur. Bundan dolayı da insanlar hayır ve şer, iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur. Hayrı seçen mükafat, şerri seçen ceza görecektir.
Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için, Allah’ın tekvini iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrii (dini) iradesi yoktur.
Kulların sorumluluk alanı ile ilgili hususlarda terk (yapmamak) veya ifa (yapmak) konusunda iradelerine asla müdahale edilmemiş, kullar özgür iradeleri ile iyi veya kötüyü seçmelerinde serbest bırakılmıştır. Bunun sonucunda iyiyi, güzeli, doğruyu seçenler ödüllendirilir, kötüyü, sapıklığı seçenler de cezalandırılır.
Allah’ın şerri yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Mesela, usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için “Ne güzel resim yapmış.” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir.
Yüce Allah, mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegane varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.
Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir.
Öte yandan Allah’ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz ya başkaları ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir ayette bu husus şöyle açıklanmaktadır:
“Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 2/216)
Bu itibarla hayrı, şerri ve her şeyi yaratan ancak Yüce Allah’tır; her şey Onun tasarrufu altındadır. Ancak onun şerre ve şerrin işlenmesine rızası yoktur. Allah Teala kullarına gerekli yetenekleri bahşedip, hak ve batıl yolu peygamberleri vasıtasıyla kendilerine bildirdikten sonra, onları belirli konularda gücü ile orantılı olarak sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluğun gereğinin yerine getirilmemesi durumunda cezalandırılacağı yine Allah Teala tarafından ifade buyurulmuştur.
2. Rahmet, ferah, sevinmek, haya, gazap, hoşlanmak gibi sıfatların hem dışa akseden yönleri hem de bazı sonuçları vardır. Bu duyguların Allah’a izafe edilmesi dışa yansıyan kısmıyla muhaldir. Yani, Allah’ın bir şeyden hoşnut olması veya bir şeye gazab etmesi, O’nda mutluluk ve kızgınlık halinin ortaya çıkması demek değildir.
İslam alimleri bu duyguları sonuçları itibariyle değerlendirmişler. Allah’ın gazabı, isyankarlardan hoşnut olmaması, isyanda aşırılığa varan yahut küfre düşenleri rahmetinden uzaklaştırması ve hak edenleri cezalandırması; hoşnut olması ve buna benzer duygulara sahip olması ise emrine itaatkar olanları mükafatlandıracak olması anlamında değerlendirilmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Kainatı yaratan ilah, İslam'ın ilahı olan Allah mıdır?
- Yaratıcı bir gücün varlığına ikna olduktan sonra, o yaratıcının İslam'ın ilahı olan Allah olduğu bilgisine nasıl ulaşılabilir?
- Çok sayıda din ve onların yaratıcı ilahlarına dair iddialar arasında, İslam'ın ilahının gerçek ve doğru olduğu nasıl ayırt ve ispat edilebilir?
Değerli kardeşimiz,
- İslam dini önce kendisinin doğruluğunu ispat etmiştir.
- İslam’ın kaynağı olan Kur’an, kırk yönden mucize olduğunu ispat eden eşsiz ve benzersiz yegâne kitaptır.
- Diğer bütün peygamberin kitapları insan düşüncesinin de karıştığı, tahrif edilmeye mahkum olmuş durumda olmasına karşılık, Kur’an "A" dan "Z"ye Allah’ın vahyi olduğunu iddia eden ve ispat eden tek semavi kitaptır.
- Bütün peygamberlerin mucizeleri -hissi/maddi oldukları için- miatlarını tamamlamış, şu anda harikulade bir olay olarak ilgili dinlerin hak olduklarına delil teşkil edecek misyonunu çoktan tamamlamıştır.
Bunun tek istisnası Hz. Muhammed (asm)’dir. Onun elinde semavi kimliğini ispat eden mucizevi konumuyla herkese meydan okuyan Kur’an gibi eşsiz bir kitap vardır.
İşte İslam dini, bu özellikleriyle diğer düşüncelerden hatta diğer semavi dinlerden çok farklıdır. Onun bu açık semavi kimliği onun doğruluğunun delildir.
O halde, Kur’an’ın Allah hakkında verdiği bilgiler en doğru bilgilerdir.
Kaldı ki, İslam'ın takdim ettiği Allah tasavvuru en makul, en mantıklı ve büyük yaratıcı için en lüzumlu olan sıfatları ihtiva ettiğinden, en doğru kabul edilmek durumundadır.
Kur’an’ın Allah tasavvuru dışındaki bütün tasavvurlar tamamen yanlıştır, noksandır ve mantıksal çelişkilerle doludur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...
- Kur'an'da Gelecekten Haberler..
- Yaratılış Delilleri...
- Kur'an Mucizeleri...
- Kur'an'ın Bilimsel Mucizeleri.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
İnsanlar için "yaratıcı" veya "yaratmak" kelimelerini kullanmak uygun mudur?
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle "yaratma" sıfatının insanlara mecazen de olsa atfedilmesini uygun bulmadığımızı ifade edelim.
İnsanın yaratmasıyla Allah’ın yaratması arasında (yok)la (var) arasındaki kadar fark vardır. Bu büyük farkın farkına varmayanlar, "yarattım" diyenlerin küfre düşeceğini düşünüyorlar. Halbuki, Allah’ın yaratmasıyla kulun yaratması arasında fark vardır. Allah’ın yaratması yoktan var etmesi demektir. Kulun yaratması da var olana şekil vermesi demektir...
Bu sebeple hiçbir kul, yoktan var ederek yaratamaz. Yaratıkların hepsinin de önce bir çekirdeği, özü ve aslı mevcuttur. Bu çekirdek, öz ve asıldan üretmiş, şekillendirmiş, geliştirmiş olur insan. Bu manada kullara "yarattı" denebilir. Ama "yoktan var etti" manasında yarattı denemez.
Bir mobilyacı ağaç yaratamaz. Ama yaratılmış ağaçlardan güzel mobilya yapabilir. Buna yarattım derse, yoktan yaratmış olmaz. Belki var olan ağaçtan güzel şekiller yapmış, kendi ifadesiyle yaratmış olur...
Kopyalama olayı da böyledir. Yoktan yaratma değil, var olan geni geliştirme olayıdır. Nitekim bu konuda Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN Hocaefendi "Hayatımızdaki İslam" kitabında, kopyalamayı soran okuyucuya verdiği cevabında şöyle demektedir:
“Kopyalama yaratma değildir! Yaratma, yoktan var etmedir. Allah canlı ve cansız bütün varlıkları yoktan ve önceden mevcut bir örneğe bakmadan, ondan yararlanmadan yaratmıştır. Genetik kopyalama ise mevcut yaratılmış genler üzerinde işlemler yaparak gerçekleştirilmektedir. Bunun yaratma ile bir ilgisi olmadığına göre ortada bir “ikinci yaratıcı” da yoktur.”
“Genetik kopyalama insanlara uygulanamaz. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir.”
Hemen hatırlatalım ki, yaratma kelimesini kullananların niyetleri mühimdir. İmanına delil bulunan kimsenin “yarattım” demesiyle küfrüne hüküm verilemez. Ağız alışkanlığı yahut da kelimenin manasının nereye kadar uzandığını bilememesi olarak yorumlanır. Çünkü imanına delil vardır.
Nitekim camiye çocuğuyla birlikte namaza gelmiş olan bir babanın, namazdan çıkışta cami avlusunda çiçekleri koparan çocuğuna söylediği, “Yavrum, çiçekleri koparma. Allah (baba–gökte) seni çarpar sonra!” sözünde küfür kelimeleri vardır.
Çocuğunu terbiye maksadıyla söylenen bu sözlerin içindeki iki kelime küfür manasına gelmektedir. Biri Allah’a "baba" demesi. Allah’ın Hristiyanlar gibi babalık sıfatının olduğunu söylemiş olması. İkincisi de "gökte" demekle Allah’a mekan göstermiş olması... İkisi de kelam ilminde küfürden başkası değildir.
Şayet bu kelimelere bakarak bu babanın kâfir olduğunu söyleyecek olursak sorarlar:
– Kâfirin camide hem de çocuğuyla işi ne? Adam namaz kılıp çıkmıştır cami avlusuna...
Namaz kılışı imanına delildir. Öyle ise sarf ettiği "Allah baba, Allah gökte" sözlerine bakarak küfrüne hükmedilemez..
İşte burada konuyu aydınlatan Bediüzzaman Hazretleri, meşhur ikazını şöyle yapıyor:
"Bazen kelam küfür görünür, ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bana öyle geliyor ki, bu tek cümlelik açıklama, sanki koskoca bir kitap kadar tatmin edici olmakta, imanlı insanları küfür ithamından kurtarmaktadır.
Yoksa aynı safta namaz kıldığımız insanı, avluda çocuğuna söylediği sözleri yüzünden küfürle ithamdan çekinmeyecektik. Çünkü açıkça, “Allah baba” diyor, gökte olduğunu da söylüyor.
Evet, bu cümle tekrar edilerek ezberlenmeli:
"Bazen kelam küfür görünür; ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bununla beraber yanlış anlaşılacak küfür kelimelerini kullanmamalı, suizanna sebep olmamalıdır. Onda tartışma yoktur zaten...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Allah (cc) konusunda en çok merak edilenler
.
Allah'ın ilk olarak yarattığı şey nedir?
Değerli kardeşimiz,
Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed."
Merak edip sordu:
"Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu:
"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!" (Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6)
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır:
Bir gün ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.),
"Yâ Resûlallah, bana, Allah'ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" dedi. Şu cevabı verdiler:
"Her şeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz ne kalem ne cennet ne cehennem, ne melek ne semâ ne arz, ne Güneş, ne Ay, ne insan ve ne de cin vardı..." (Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye:1/7)
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti…
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah, yeryüzündeki varlıkları hangi gün yarattı?
- Yeryüzündeki varlıklar kaç günde ve hangi varlıklar hangi gün yaratıldı?
Değerli kardeşimiz,
Konuyla ilgili bir hadis rivayeti şöyledir:
Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Bir gün Resulullah aleyhissalatü vesselam elimi tutarak şöyle buyurdu:
“Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı.” (Müslim, Münafıkin 27; bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 2/327)
Hadis-i şerif yeryüzündeki önemli varlıkların altı günde yaratıldığını, Hz. Âdem’in de son günde ve sonuncu olarak yaratıldığını belirtmektedir. Şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir:
“Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.” (Kâf, 50/38)
Bu ayet ve bu hadis, Yahudilerin “Allah yoruldu; cumartesi günü istirahate çekildi” (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn 1-2) şeklindeki iddialarının asılsız olduğunu göstermektedir.
Hz. Âdem’in ve dolayısıyla neslinin yeryüzünde mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesini sağlamak üzere yer ve gökteki her şey onlardan önce yaratılmış, böylece onlar daha dünyaya gelmeden rahat ve konforları sağlanmıştır. Çünkü insan kainatın özüdür. Muhtelif ayetlerde belirtildiği üzere yeryüzü, gökyüzü, kısaca bütün kâinat onun için, ona hizmet etmek için yaratılmıştır.
Salı günü yaratılan sevilmeyen şeylerin neler olduğu konusunda fazla bilgi yoktur. Salı günü demirin yaratıldığına dair zayıf bir rivayet vardır. (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, 5/93)
Sevilmeyen şeylerin demir gibi madenler olduğunu söyleyenler herhalde bu ve benzeri rivayetlere dayanmışlardır. Şayet sevilmeyen nesneler ölüm ve afet gibi şeyler ise, buna dair de bir rivayet bulunmaktadır.
Bu hadisi tenkit etmek ve onu tabiin alimlerinden Kab el-Ahbar’ın sözü gibi göstermek isteyenler çıkmışsa da, Müslim ile Ahmed İbni Hanbel’in yukarıda zikredilen eserlerinde açıkça görüldüğü üzere bu hadis Kab’ın değil, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) sözüdür.
Burada haftanın günleriyle, evrenin günlerinin farklı olduğuna dikkat çekmek gerekir.
Evrenin ve içindekilerin altı günde yaratıldığını bildiren ayet ve hadislerle kastedilen mana, haftanın günleri değildir; evrenin günleri yani devir ve dönemleridir.
Ayrıca haftanın günleri diye ifade edilen günler de aynı hafta içinde şeklinde anlaşılmamalıdır. Örneğin Hz. Âdem aleyhisselam hangi hafta yaratıldıysa o haftanın cuma gününde demektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir?
- Allah'ın, kainatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği iftirası ...
- Altı günden maksadın, altı devre olduğunun delili nedir?
- Semavat ve arz neden altı günde yaratılmıştır?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Allah yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
- Allah’ın (c.c) ezeli ilmi ve bilgisinin sonsuz olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Allahımız bizleri varlık sahasına getirmeden önce, yarattıktan sonraki akıbetimizin ne olacağını biliyordu. Aynı zamanda yaratmayı dilemediği kişiler hakkında da eğer yaratsaydı onların akıbeti ne olacaktı onu da biliyordu. Benim sorum ise şu;
- Allah bizleri yaratarak bize değer verdi ve bizi seçti. Peki, yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
Değerli kardeşimiz,
Bizi kendimize getirip, kıymetimizin farkına vardırıp hakkıyla kul olmamıza vesile olacak çok nefis bir soru:
Allah bizleri yaratarak bize değer verdi ve bizi seçti. Peki, yaratmadığı sonsuz sayıdaki insanların yerine neden bizi seçti?
Allah rahmetinden bizi yarattı. Zira hiçbir varlığın var olmak gibi bir hakkı yoktu; zaten var olmayan bir şeyin, varlık diye bir gerçeğin farkında olması da mümkün değildir.
Demek ki, Allah rahmetinden, kereminden ve lütfundan bizi ihsan eyledi. Bu durumda bize düşen görev, bu rahmete ayna olmaya ve layık olmaya çalışmaktır.
Ayrıca, Rabbimiz dilediğini yaratır veya yaratmaz, biz anlarız veya anlamayız hiç önemi yok. Neyi anlamıyor veya yanlış anlıyorsak bizim bilgisizliğimizdendir, bizim eksikliğimizdendir. Rabbimiz her bir yarattığını hikmetle ve pek çok yöne bakan gayelerle yaratmıştır ve yaratmaktadır ve yaratmaya devam edecektir.
Rabbimiz kâinatı ve içindekileri, sanatının harikalarını bizzat müşahede etmek ve yarattıklarına teşhir edip onlar tarafından yüceltilmek için yaratmıştır.
Akabinde cüzi bir irade vererek cin ve insanları yaratmış ve onları Allah’a iman, ibadet ve itaat konusunda hür bırakmıştır.
Özetle, Allah dilediklerini yaratmış, dilemediklerini de yaratmamıştır. Bu rahmetin farkında olabilmek ve o rahmete uygun yaşamak ne büyük nimet!..
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah, bütün varlıkları neden insan olarak yaratmadı?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Altı günden maksadın, altı devre olduğunun delili nedir?
Not: Bununla ilgili yazılarınızı okudum, lakin sorduğum soruların cevaplarını göremedim. Lütfen hazır yazı göndermeyiniz.
1. Kuranda olan altı günde yaratılışın altı devre olduğunu savunan alimler, dünyanın çok uzun sürede oluştuğunun bilimsel ispatından önce yaşamış olan alimler midir?
2. Bu alimler neyi delil göstererek altı günden kastın altı devir olduğunu savunabilmişlerdir?
Değerli kardeşimiz,
Cevap 1:
Öncelikle şunu belirtelim ki, bilim dünyası, kainatın altı devrede yaratıldığına dair bir bilgiye sahip değildir. Çünkü, evrenin ilk oluşumundan itibaren kaç devrede olgunlaştığını, hangi devrenin hangi safhadan başladığını hesaplamak imkansız gibidir.
Dünyanın nüfus cüzdanını çıkarıp yaşını belirleme çalışmaları çok yenidir. Bu sebeple, İslam alimlerinin bu konudaki yorumları çok öncedir.
Cevap 2:
Delillerden biri akıldır. Koca bir evrenin hepsinin -bizim bildiğimiz- 6 günde yaratılması, Allah’ın Hakim isminin gereğidir. Bu dünya hikmetle yaratıldığına göre, hikmetin gereği olan belli süreçlerin olması lazımdır..
- Bizim bildiğimiz “gün” kavramı ancak göklerin ve yerin yaratılmasından sonra oluşmuştur. Bu artık bilinen bir gerçektir.
Demek ki bugün başka bir gündür. Şemsuşşumus / Vega yıldızının kendi etrafında dönmesiyle meydana gelen gün ile dünya günü arasında büyük fark olduğu açıktır.
- Kur'an’da “altı gün” ifadesi var. Bir de “göklerin iki günde, yerin iki günde ve düzenlenmesinin de iki günde” olduğuna vurgu yapılmıştır.
Buna göre, 6 günden ikisinin göklerin yaratılışıyla alakalı olduğunu kabul etme zorunluluğu vardır. Atmosfer ve diğer hayat şartlarına sahip yerküresinin de 4 günde yaratıldığı belirtilmiştir.
Bu ayetlerde yer alan "gün" kelimesinin daha geniş bir zaman dilimi için de kullanıldığını yine Kur'an’dan öğreniyoruz. Bir günün “bin yıl” ve “elli bin yıl” (bk. Secde, 32/5, Mearic, 70/4) ifadeleri gün kavramının farklı zaman dilimlerine işaret ettiğini göstermektedir.
- Kâinatın altı günde yaratıldığı Kur'an’da açıktır. Geri kalan alimlerin tespitleri birer yorumdur. Bizce ayetlerin zahiri ifadelerine bakarak, 6 gün: iki astronomik / kozmolojik, dördü de (biyoloji, zooloji ve botanik devrelerini de içine alan) jeolojik devre olarak düşünülebilir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi de bize ışık tutmaktadır:
"Altı günde gökleri ve yerleri yarattık" demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur'aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, herbir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelal'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal'in emriyle âlem dolar, boşanır.” (bk. Sözler, s. 163)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an'da altı günden kasıt altı devre ise, neden devre değil de gün ...
- Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir?
- Evrenin / kâinatın yaşı hakkında bilgi verir misiniz; altı günde ...
- Semavat ve arz neden altı günde yaratılmıştır?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Allah, kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Değerli kardeşimiz,
Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.
"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.
"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.
"Ezel"e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.
Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği hâlde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.
Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.)
"Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu."(1)
hadîsi ile beyan buyurmuştur.
O halde "Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması" demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir" olan O Vâcibü'l-Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.
Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek, bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile mahlûku Hâlık ile sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.
Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?"
Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, bir şey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.
Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:
1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî zâtını, ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.
Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.
Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü hâlde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)
Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
"Sen kendini sena ettiğin gibisin."(3)
2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi.(4)
O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdes'in kemâlinde bir artış olmamıştır.
Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.
Dipnotlar:
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.
(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da'avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu'l-Leyl 51, (3, 248-249).
(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Allah kâinatı yaratıp kenara çekilmiş, deniyor. Bu konuda (deizm) bilgi verir misiniz?
- Bazıları "Allah evrende her şeyi yarattı ve ondan sonra kıyamete kadar ne olursa olsun evrene müdahale etmeyecek ve hesabını mahşerde görecek." diyorlar, bu doğru mu?
Değerli kardeşimiz,
Güneşin ışıklarını gösteren bir ayna, bu ışıkları sürekli göstermesi için her an güneşin ışığına, ısısına ve renklerine muhtaçtır. Güneş ışıklarını keser kesmez, aynanın kendisi karanlığa gömülecektir. Bunun gibi Allah, bizde ve kâinatta tecelli eden isimlerini çekse kâinat yok olacaktır. Bu nedenle her şey her anında Ona muhtaçtır.
Allah'ın yarattığı kanunlar kendi kendine iş yapmıyor. O kanunları yaratan ve idare eden Allah, isterse ve hikmeti iktiza ederse, kendi kanununu bizzat kendisi bazı kulları hakkında yaratmaz. Örneğin ateşin yakma kanunu vardır. Ama yakan ateş değildir, Allah'tır. Bu kanunu yaratan Allah'tır. Bu kanunu İbrahim Aleyhisselam hakkında gerçekleştirmemiştir. İş gören kanunlar değil Allah'tır. Bu açıdan kanunlara aykırı hareket etme diye bir soru mantıksız olur. Allah kanunlara aykırı hareket etmemiştir. Tam tersine Allah kendi koyduğu kanunlarını istediği gibi yaratır demek gerekir.
Kâinatın bir saat gibi kurulup devam ettiğini ve Allah'ın -haşa- bu işi bıraktığını söylemek hem nakle hem de akla aykırııdr. Çünkü:
Her şey her anında Ona muhtaçtır. Kur'an'da birçok yerde Allah Kayyum, Faal, Kadir, olduğunu ifade eder. Bu nedenle Kayyumiyetini bir an çekse kâinat yok olur:
"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255)
Allah'ın bütün isinmleri her an tecelli ediyor:
"O her şeyi kendi bekâsı ile bâki kılar...
Kayyumiyet sıfatı ile kâim kılar...
Hayatı ile ona hayat verir...
Kudreti ile onu kudrete erdirir...
İrâdesi ile onu dilek sahibi eyler...
Kelâmı ile konuşturur."
Bu nedenle Allah isimlerinden birini, örneğin Mukaddir ismini çekse, hiçbir şeyde şekil, ölçü ve denge kalmaz. Bunun gibi her şey her anında Ona muhtaçtır.
Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Alîm ismi sıfat-ı sübutiyeden ‘ilim’ sıfatına, ‘Kadîr’ ismi ‘kudret’ sıfatına, ‘Mütekellim’ ismi ‘kelam’ sıfatına dayanır.
Keza, "Evvel" ismi, sıfat-ı selbiyeden "kıdem" sıfatına,"Âhir" ismi, "beka" sıfatına dayanır.
Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, "sıfat" diye söz edildiği görülür. Meselâ, "Kerîm", Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerîm Allah" dediğimiz zaman, Kerîm ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.
Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.
İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, sûret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hâlâ yaratmakta mıdır?..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Hiçbir şey yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
- İnsanlar ve cinler yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?
Değerli kardeşimiz,
- Muhyiddin İbn Arabî’nin konuyla ilgili görüşü şöyledir:
“Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘ÂMÂ’da idi. Âmâ'nın altında da hava, üstünde de hava vardı.” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I/148).
- İbn Arabî, bu konuyu bir hadis-i şerife dayanarak açıklamaktadır. Hadiste gelen rivayet şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor: Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah, mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava, üstünde de hava vardı. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel; IV, 11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime,13)
Alimlerin bildirdiğine göre, ‘Amâ’dan maksat, Allah ile birlikte hiçbir şey yoktu' demektir. (Tirmizî, a. g.y.) İbn Mace’nin rivayetinde yer alan “Onunla birlikte hiçbir yaratık yoktu” ilavesi de bu anlamı pekiştirmektedir.
İbn Esir, “en-Nihaye fi Garibi’i-Hadisi ve’l-Eser” adlı eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir: ‘Amâ’ kelimesi uzatmalı şekliyle bulut demektir. Bazı rivayetlerdeki ‘Amen’ kısaltmalı şekliyle de “Allah ile birlikte hiçbir şeyin olmadığını” ifade etmektedir.
Bunun ‘ince bulut’ anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, ‘Amâ’ insan aklının kavrayamayacağı, insan idrak sınırının ötesinde olan bir kavramdır.
Ünlü Dil bilgini, el-Ezherî, “Biz buna iman ederiz, fakat herhangi bir şekilde onu nitelendiremeyiz.” diyerek görüşünü açıklamıştır. (bk. a.g.e, III, 576 -el-Mektebe eş-şamile)
Bazı bilginler, mananın yanlış anlaşılmaması için, hadiste bir muzafın/tamlayan bir kelimenin/Arş kelimesi takdir edilmesinin lüzumuna işaret etmişler. Buna göre, “Ey Allah’ın Resulü! mahlukatı yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” ifadesi “Rabbimizin Arşı neredeydi?” şeklindedir. Bu kelimenin takdir edilmesi, “Allah’ın Arşı su üzerindeydi.” (Hud, 11/7) mealindeki ayetin ifadesine de uygundur. Nitekim âlimler;
“Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah’ın (emrinin) ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesinden başka bir şey mi beklerler? Halbuki bütün işler sadece Allah’a döndürülür.” (Bakara, 2/210)
mealindeki ayette de “Allah’ın gelmesi” ifadesinde emir kelimesini takdir etmişler ve “Allah’ın emrinin gelmesi...” şeklinde anlamışlardır (a.g.y).
İbn Arabî, ‘Amâ’nın Allah’ın nurunun tecelli ettiği ilk sahne olduğunu ifade etmiştir (bk. Fütuhat, a.g.y).
Hadis-i şerifte geçen ‘Ama’ kelimesinin de yardımıyla bu konuyu -anladığımız kadarıyla- şöyle açıklayabiliriz:
Hadiste geçen ‘Amâ’ kavramı, anlamı ne olursa olsun, bir muammayı ifade etmektedir. Yani varlık yaratılmadan önce Allah’ın isim ve sıfatlarının nasıl olduğu bilinmez bir muamma idi.
Allah’ın varlığı, birliği, yaratıcılığı, ilmi, hikmeti, kudreti, bağışlaması, affı, gazabı, celal ve cemal ve kemal sıfatlarının olup olmadığı bilinmiyordu. Bu durum ‘Amâ’ olarak ifade edilmiş olabilir.
"Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlukatı yarattım ki, beni tanısınlar." (Aclunî, II, 132).
Bu hadis, hadis alimlerince, senet bakımından eleştirilmiş olmakla beraber, Aliyyu’l-Karî gibi bazı alimler, bunun manasının doğru ve
“Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)
ayetine uygun olduğunu söylemiş ve İbn Abbas’ın bu ayette geçen ‘ibadet / kulluk’tan maksat Allah’ı tanımaktır, şeklindeki açıklamasını delil göstermişlerdir. (bk. a.g.y; Aliyyu’l-Karî, el-Esraru’l-Merfua, s. 273).
Bu açıklama İbn Arabî’nin genel felsefesiyle de uyuşmaktadır. Nitekim, İbn Arabî, söz konusu hadisi şöyle açıklamıştır:
“Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim.” (bk. İşaratu’l-İ’caz, s.17).
Demek ki, mahlukat yaratılmadan önce, güneşin bulut arkasında gizlendiği gibi, Şems-i Ezelî olan yüce Allah’ın isim ve sıfatları o mahiyeti bilinmez gizemde bir muamma idi. “Amânın altında hava, üstünde hava vardı”. Yani Onunla birlikte hiçbir varlık yoktu. Kimse onu tanımıyordu. Çünkü varlıktan eser yoktu. Sonra mahlukatı yarattı ve kendisini tanıttı.
"Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını, kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki yönden müşahede etsin: Birincisi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. İkincisi ise, diğer şuurlu varlıkların nazarıyla baksın." (bk. Sözler, On Birinci Söz, s. 120).
Bu safha âyân-ı sabitenin teşahhus ettiği varlığın ilk sahnesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet