 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
www.dinibilgiler.eu/fikih-ilminin-oenemi.html
Fıkıh ilminin önemi. Sual: Mealden mi yoksa fıkıh kitabından mı dini öğrenmeyi tavsiye edersiniz? CEVA
www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/mehmet-oruc/466046.aspx
Geçen hafta, iç ve dış düşmanların fıkıh düşmanlığından bahsetmiştik. Bu hafta dafıkıh ilminin dindek
www.sauport.sakarya.edu.tr/FileUploads/.../Store/.../ekitap.pdf?...
Fıkıh usulü ilminin “hangi boşluğu doldurmak üzere teşekkül ettiği ve ne tür .... fıkhın en faydalı ve en önemli
rehber ans.
FIKIH
|
İslâm dîninde, Müslümanların bedenle yapmaları veya sakınmaları lâzım olan işleri bildiren ilmin adı. Fıkıh kelimesi Arapçada, dördüncü bâbdan olunca, “bilmek, anlamak” mânâsına gelir. Beşinci bâbdan olunca “dînin emir ve yasaklarını anlamak” demektir. Fıkıh bilgileri, İslâmın dört kaynağı olan Edille-i Şer’iyyeden, yâni Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetten ve kıyastan elde edilmektedir. Fıkıh bilgilerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilme ise, “usûl-i fıkıh” denir.
Büyük İslâm âlimi olan müctehidler, bu dört kaynaktan ahkâm (hükümler) çıkarırken, mezheplere ayrılmışlardır. Bunlardan dört mezhebin bildirdiği din bilgileri kitaplara geçirilip, bize kadar ulaştırılmıştır. Bunlar; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleridir. Diğer mezhep imâmlarının sözleri toplanarak kitaplara geçirilmemiş, zamânımıza kadar ulaşamamışlardır.
Fıkıh ilmi dört büyük kısma ayrılmaktadır:
1. İbâdet: Bunlar beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac, cihâd.
2. Münâkehât: İslâm âile hukûkuna âit, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır.
3. Muâmelât: Müslümanların cemiyet hayâtındaki karşılıklı münâsebetlerini düzenleyen, hukuk kâidelerinden, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras gibi birçok bölümleri mevcuttur.
4. Ukûbât: İslâm dînine göre suç olan fiillerin cezâlarını bildirmektedir. Bunlar “had” denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısâs, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (iffetli kimselere iftirâ), riddet, yâni mürted olmak cezâlarıdır. Cezâlar günâhtan sonra geldiği için “ukubât” denir.
Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farzı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Her Müslümanın helâlden, haramdan kendisine lâzım olan fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, kendisine lâzım olan fıkıh ve diğer bilgileri öğrenmektir.Tefsir, hadis ve kelâm ilimlerinden sonra en şerefli ilim, fıkıh ilmidir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevabtır. Hadîs-i şerîflerde fıkıh ile ilgili olarak buyruluyor ki:
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh (fıkıh ilmini bilen) yapar.
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onu özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.
Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir.
Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.
Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.
İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’dir. İmâm-ı A’zâmEbû Hanîfe hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Bunları Fıkh-ı Ekber adındaki kitabında kısa, öz olarak çok güzel açıkladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed’in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir.İmâm-ı Ebû Yûsuf’un Kitâb-ül-Harâc ve İmâm-ı Muhammed’in Siyer-i Kebîr, Siyer-i Sagîr, Mebsût, Ziyâdât,Câmi-ül-Kebîr, Cami-üs-Sagîr adındaki kitapları meşhurdur.
Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır:
1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar “Edille-i Erbe’a”dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.
2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir.İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir.
3. Meselelerde müctehid olanlardır:Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar.Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Tahâvî, Hassâf Ahmed bin Ömer, Abdullah bin Hüseyin Kerhî, Sems-ül-Eimme Serahsî, Fahr-ül-İslâm Ali bin Muhammed Pezdevî, Kâdihân Hasan binMansur Fergânî ve benzerleri gibi.
4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır.
5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler. Ebü’l-Hasan Kudûrî (362-428 Bağdat’tadır), Hidâye sâhibi Burhâneddîn Ali Merginânî, Kemâleddîn İbni Hümâm gibi.
6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah binMahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa’âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır.
7.Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir.
.
Önce Fıkıh İlmi 15 KASIM 1994
Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen ma'rifetlere, bilgilere, hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, islâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Bu da ancak fıkıh öğrenmekle olur. Zaten bu üçünü yapmadıkça kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi mümkün değildir. Kötü huylardan arınmış, dinimizin emretiği gibi güzel ahlâk sahibi olmuş kimseyi herkes sever. Çünkü böyle kimseleri sevmemek elde değildir. Zaten, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Meselâ eskiden Alperenler vardı. Bunların her biri tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda islâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyarına gelmişler. O zaman Bizans imparatorluğunun sınırları dahilinde bulunan Anadolu'nun değişik yerlerine yerleşirler, yaşayışları ile islâmiyeti anlatırlardı. Bunların bu halini gören yerli halk zamanla bunları sever, bunların nezdinde islâmiyeti de sevmeye başlarlardı. Meselâ, Anadolu'nun alınmasında Alperenlerin büyük rolü olmuştu. Bunlar içerden, Anadolu'yu fethe hazır hale getirmişlerdi. Türkler Anadolu'ya girince, halktan hiçbir tepki görmemişlerdir. Zaten çoğu kendiliğinden seve seve müslüman olmuşlardı. Alperenler halkı hazırlamışlardı. Kaide olarak, dinimizde bir yere girince yerli halk müslüman olmaya zorlanmaz. Göçe de zorlanmaz. O zaman Anadolu'nun Rum halkı ne oldu? İslâmın güzelliğini gören yerli halk kendiliğinden müslüman oldular. Ha keza, Balkanların, Bosna-Hersek'in, Arnavutluk'un müslüman olması da hep böyle olmuştur. Anadolu'nun en ücra yerlerinde isimleri bilinmiyen fakat halkın devamlı ziyaret ettikleri, isteklerinin kabulünde vesile olan nice kabirler vardır. İşte bunlar birer alperendir. İslâmiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dini değildir. İslâmiyet, inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dinidir. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!) İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: Nefsi cilâlanan ba'zı kimseler, hârikulâde hâller gösterip sapıklık uçurumuna sürüklenmektedir. Evliyâyı böyle yalancılardan ayıran en bâriz fark, her sözünün, her hareketinin dîne uygun olması, yanında bulunanların kalblerinde Allah korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Böyle kimselerden uzak durmalıdır. Bunlar din, îmân hırsızlarıdır. Bunlarla beraber olan, bunların yolunda giden kimseler dinlerini, îmânlarını çaldırırlar da haberleri bile olmaz. Bir müslüman öncelikle tasavvuf kitabı mı yoksa fıkıh kitabı mı okumalıdır, diyle sorulacak olursa, şöyle cevap verilebilir. Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (İbâdetlerin en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) (Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (Fıkıh öğrenmeden ibâdet eden, gece karanlıkta binâ yapıp, gündüz yıkana benzer.) İmâm-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki: (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli, yâni sapık olur. Her ikisine kavuşan hakîkate varır.)
. Dinin temeli fıkıh ilmidir! 11 OCAK 1996
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye ise "Fakîh" denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ'-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. İcmâ', Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği demektir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına "Edille-i şer'ıyye" denir. Fıkıh ilmini kuran, ilk yapan, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Fıkıh ilmi, dört büyük kısma ayrılır: Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Evlenme, boşanma ve alışveriş kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya'nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Meselâ, evlenecek olan kimsenin evlenmeden önce, evlilik bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevâbdır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir: (Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.) (Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usûller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. İmâm-ı a'zam hazretleri, usûller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâ'nî, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husûs açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' ya'nî Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyâs yapıyordu. İctihâd ediyordu. Ya'nî bilinmiyen mes'eleyi bilinen mes'eleye benzeterek hüküm veriyordu. Meselâ, önceleri içki olarak sadece şarap vardı. Daha sonra başka içkiler de yapıldı. Sonraki içkiler, şarap ile mukayese edilerek, bunların da harâm olduğuna dâir ictihâd edildi. Peygamber efendimiz zamanında da ictihâd yapılıyordu. Eshâb-ı kirâmdan birinin ayrı ictihâdı olurdu. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayırılırdı. Peygamberimizin âhırete teşrîfinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Allahü teâlâ ictihâd yapma yetkisi olan kimselerin ictihâdlarının hepsini doğru kabûl etti. Hadîs-i şerîfte böyle ictihâdların rahmet olduğu bildirildi. Aradaki fark doğruyu isâbet ettirene on sevap, diğerlerine bir sevap verilmesiydi. Neticede ikisine de uyan sevap kazanıyordu. Eğer farklı ictihâdlar olmasaydı, müslümanlar büyük sıkıntıya düşerlerdi. Bunun için mezhepler büyük rahmet oldu. Bütün bunlardan şu netice çıkıyor ki, dinimizi doğru olarak ancak fıkıh, ilmihâl kitaplarından öğrenebiliriz.
.Fıkıh öğrenmenin önemi 19 OCAK 1998.m oruç
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Öğrenilmesi farz veya vacip olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günahtır. Bunun için bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın, İslâmiyette şahitliği kabul edilmezdi. Eskiden, kâdı, mahkemede şahitlere itiraz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahitliğini kabul etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'an-ı kerimden, namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'an-ı kerimin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'an-ı kerimi ezberlemek, hafız olmak farz-ı kifayedir. Din nereden öğrenilir? İbadetler ve alış-veriş için lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helalden, haramdan ikiyüzbin meseleyi ezberlemek lazımdır. İlmihallerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse, bu kadar meseleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifayedir. Herkese, işine göre, lüzumlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'an-ı kerimi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek caiz değildir. Tefsir ilminin kaideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her ayetin çok tefsiri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, imanı ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifayedir. Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Ayetten ve hadisten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicri dördüncü asırdan sonra, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifaye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nafile ibadet olur. Namaz kılacak kadar Kur'an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur. Mealden din öğrenmek Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir. Ayrıca, müctehid olmayanların, tefsirden, mealden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsirden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz! Zaten, meal, tefsir okumayı tavsiye edenlerin gerçek niyeti, dini öğretmek değildir. Herkes, zekâsına, bilgisine göre birşeyler anlasın, ortalık curcunaya dönsün, Hıristiyanlarda olduğu gibi İslâmiyetin sadece ismi kalsın. İstedikleri bu... Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Bugün biri çıkıp böyle bir iddiada bulunsa, ben anayasadan başka birşey tanımam dese, bu konuşması iyiye alamet değil deyip, adamı palas pandıras akıl hastanesine atmazlar mı?
.Fıkıh İlminin Önemi 1 EYLÜL 1994
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye ise "Fakîh" denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ'-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. İcmâ', Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği demektir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına "Edille-i şer'ıyye" denir. Fıkıh ilmini kuran, ilk yapan, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Fıkıh ilmi, dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdetler olup beşe ayrılır: Bunlar namaz, oruç, zekât, hac, cihâddır. Herbirinin dalları çoktur. 2- Fıkıh ilminin ikincisi "Münâkehât" olup, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır. 3- Fıkhın üçüncüsü "Mu'âmelât" olup, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi birçok bölümleri vardır. 4- "Ukûbât" yâni cezâlar olup, suç işleyene verilecek cezaları bildirir. Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Evlenme, boşanma ve alış veriş kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Meselâ, evlenecek olan kimsenin evlenmeden önce, evlilik bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevâbdır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir. (Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.) (Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.) (Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden [çok ibâdet yapandan] daha kuvvetlidir.) (Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usuller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. İmâmı a'zam hazretleri, usuller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâni Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husus açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' yâni Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyas yapıyordu. İctihad ediyordu. Yâni bilinmiyen meseleyi bilinen meseleye benzeterek hüküm veriyordu. Meselâ, önceleri içki olarak sadece şarap vardı. Daha sonra başka içkiler de yapıldı. Sonraki içkiler, şarap ile mukayese edilerek, bunların da haram olduğuna dair ictihâd edildi. Peygamber efendimiz zamanında da ictihâd yapılıyordu. Eshâb-ı kirâmdan birinin ayrı ictihâdı olurdu. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayırılırdı. Peygamberimizin âhırete teşrîfinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Allahü teâlâ ictihâd yapma yetkisi olan kimselerin ictihâdlarının hepsini doğru kabûl etti. Hadîs-i şerîfte böyle ictihâdların rahmet olduğu bildirildi. Aradaki fark doğruyu isabet ettirene on sevap, diğerlerine bir sevap verilmesiydi. Neticede ikisine de uyan sevap kazanıyordu. Eğer farklı ictihâdlar olmasaydı, müslümanlar büyük sıkıntıya düşerlerdi. Bunun için mezhepler büyük rahmet oldu. Aslında esas kaynak Kur'ân-ı kerîm, diğerleri, hadîs-i şerîfler, icma', kıyas Kur'ân-ı kerîmin açıklaması oluyor. Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarmak, Kur'ân-ı kerîmi anlamak çok zordur. Hatta bugün için bu mümkün değildir. Meselâ, Kur'ân-ı kerîmde, (Oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.) buyuruluyor. [Bekara 184] Sadece bu ayeti okuyan kimse, "Burada orucun islâmın şartı olduğu bildiriliyor, bunun için oruç tutmak farz değil" diyerek, yanlış bir hüküm çıkarabilir. Bütün bunlardan şu netice çıkıyor ki, dinimizi doğru olarak ancak fıkıh kitaplarından öğrenebiliriz.
Önce Fıkıh İlmi 15 KASIM 1994
Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen ma'rifetlere, bilgilere, hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, islâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Bu da ancak fıkıh öğrenmekle olur. Zaten bu üçünü yapmadıkça kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi mümkün değildir. Kötü huylardan arınmış, dinimizin emretiği gibi güzel ahlâk sahibi olmuş kimseyi herkes sever. Çünkü böyle kimseleri sevmemek elde değildir. Zaten, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Meselâ eskiden Alperenler vardı. Bunların her biri tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda islâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyarına gelmişler. O zaman Bizans imparatorluğunun sınırları dahilinde bulunan Anadolu'nun değişik yerlerine yerleşirler, yaşayışları ile islâmiyeti anlatırlardı. Bunların bu halini gören yerli halk zamanla bunları sever, bunların nezdinde islâmiyeti de sevmeye başlarlardı. Meselâ, Anadolu'nun alınmasında Alperenlerin büyük rolü olmuştu. Bunlar içerden, Anadolu'yu fethe hazır hale getirmişlerdi. Türkler Anadolu'ya girince, halktan hiçbir tepki görmemişlerdir. Zaten çoğu kendiliğinden seve seve müslüman olmuşlardı. Alperenler halkı hazırlamışlardı. Kaide olarak, dinimizde bir yere girince yerli halk müslüman olmaya zorlanmaz. Göçe de zorlanmaz. O zaman Anadolu'nun Rum halkı ne oldu? İslâmın güzelliğini gören yerli halk kendiliğinden müslüman oldular. Ha keza, Balkanların, Bosna-Hersek'in, Arnavutluk'un müslüman olması da hep böyle olmuştur. Anadolu'nun en ücra yerlerinde isimleri bilinmiyen fakat halkın devamlı ziyaret ettikleri, isteklerinin kabulünde vesile olan nice kabirler vardır. İşte bunlar birer alperendir. İslâmiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dini değildir. İslâmiyet, inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dinidir. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!) İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: Nefsi cilâlanan ba'zı kimseler, hârikulâde hâller gösterip sapıklık uçurumuna sürüklenmektedir. Evliyâyı böyle yalancılardan ayıran en bâriz fark, her sözünün, her hareketinin dîne uygun olması, yanında bulunanların kalblerinde Allah korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Böyle kimselerden uzak durmalıdır. Bunlar din, îmân hırsızlarıdır. Bunlarla beraber olan, bunların yolunda giden kimseler dinlerini, îmânlarını çaldırırlar da haberleri bile olmaz. Bir müslüman öncelikle tasavvuf kitabı mı yoksa fıkıh kitabı mı okumalıdır, diyle sorulacak olursa, şöyle cevap verilebilir. Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (İbâdetlerin en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) (Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (Fıkıh öğrenmeden ibâdet eden, gece karanlıkta binâ yapıp, gündüz yıkana benzer.) İmâm-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki: (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur
Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli, yâni sapık olur. Her ikisine kavuşan hakîkate varır.)
.İbni Mes'ud Önce Fıkıh Bilgisi 8 MART 1995
Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için bu bilgileri bilmiyenin, bilip de yapmıyanın islâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Eskiden, kadı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahidliğini kabûl etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve alış veriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan ikiyüzbin mes'eleyi ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse bu kadar mes'eleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâ'ideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hale getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberliyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış ma'nâ anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlıyabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Mehmed Abduh, Ömer Rızâ vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acabâ ne olur? Felsefecilerin, din adamı kılığına giren sosyalistlerin islâm dînini değiştirmeye, kendi hulyâ ve sapık görüşlerini din bilgisi olarak yazmağa kalkışmaları, bunların birer mezhebsiz, birer dinde reformcu oldukları yazdıkları kitaplarında, tefsirlerde açıkça görülmektedir.
.Dinin temeli fıkıh ilmidir! 11 OCAK 1996
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye ise "Fakîh" denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ'-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. İcmâ', Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği demektir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına "Edille-i şer'ıyye" denir. Fıkıh ilmini kuran, ilk yapan, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Fıkıh ilmi, dört büyük kısma ayrılır: Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Evlenme, boşanma ve alış- veriş kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya'nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Meselâ, evlenecek olan kimsenin evlenmeden önce, evlilik bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevâbdır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir: (Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.) (Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usûller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. İmâm-ı a'zam hazretleri, usûller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâ'nî, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husûs açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' ya'nî Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyâs yapıyordu. İctihâd ediyordu. Ya'nî bilinmiyen mes'eleyi bilinen mes'eleye benzeterek hüküm veriyordu. Meselâ, önceleri içki olarak sadece şarap vardı. Daha sonra başka içkiler de yapıldı. Sonraki içkiler, şarap ile mukayese edilerek, bunların da harâm olduğuna dâir ictihâd edildi. Peygamber efendimiz zamanında da ictihâd yapılıyordu. Eshâb-ı kirâmdan birinin ayrı ictihâdı olurdu. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayırılırdı. Peygamberimizin âhırete teşrîfinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Allahü teâlâ ictihâd yapma yetkisi olan kimselerin ictihâdlarının hepsini doğru kabûl etti. Hadîs-i şerîfte böyle ictihâdların rahmet olduğu bildirildi. Aradaki fark doğruyu isâbet ettirene on sevap, diğerlerine bir sevap verilmesiydi. Neticede ikisine de uyan sevap kazanıyordu. Eğer farklı ictihâdlar olmasaydı, müslümanlar büyük sıkıntıya düşerlerdi. Bunun için mezhepler büyük rahmet oldu. Bütün bunlardan şu netice çıkıyor ki, dinimizi doğru olarak ancak fıkıh, ilmihâl kitaplarından öğrenebiliriz.
Fıkıh öğrenmek herkese farzdır 26 OCAK 1997
Dînimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her Müslümanın bilmesi gereken husûsları öğrenmesi şarttır. Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için bu bilgileri bilmiyenin, bilip de yapmıyanın islâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Eskiden, kâdı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şâhidliğini kabûl etmezdi. Dînimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her Müslümanın bilmesi gereken husûsları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden, namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. Din ilmihâl kitaplarından öğrenilir İbâdetler ve alış-veriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan ikiyüzbin mes'eleyi ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse, bu kadar mes'eleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâ'ideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini fedâ ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberliyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. Tefsîrlerden, meâlden din öğrenilemez Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden, meâlden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış ma'nâ anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlıyabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Abduh, Ömer Rızâ gibi dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acaba ne olur? Felsefecilerin, din adamı kılığına giren câhillerin İslâm dînini değiştirmeye, kendi hulyâ ve sapık görüşlerini din bilgisi olarak yazmaya kalkışmaları, bunların birer mezhepsiz, birer dinde reformcu olduklarını göstermektedir.
.
.Fıkıh öğrenmenin önemi 19 OCAK 1998
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Öğrenilmesi farz veya vacip olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günahtır. Bunun için bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın, İslâmiyette şahitliği kabul edilmezdi. Eskiden, kâdı, mahkemede şahitlere itiraz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahitliğini kabul etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'an-ı kerimden, namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'an-ı kerimin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'an-ı kerimi ezberlemek, hafız olmak farz-ı kifayedir. Din nereden öğrenilir? İbadetler ve alış-veriş için lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helalden, haramdan ikiyüzbin meseleyi ezberlemek lazımdır. İlmihallerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse, bu kadar meseleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifayedir. Herkese, işine göre, lüzumlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'an-ı kerimi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek caiz değildir. Tefsir ilminin kaideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her ayetin çok tefsiri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, imanı ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifayedir. Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Ayetten ve hadisten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicri dördüncü asırdan sonra, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifaye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nafile ibadet olur. Namaz kılacak kadar Kur'an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur. Mealden din öğrenmek Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir. Ayrıca, müctehid olmayanların, tefsirden, mealden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsirden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz! Zaten, meal, tefsir okumayı tavsiye edenlerin gerçek niyeti, dini öğretmek değildir. Herkes, zekâsına, bilgisine göre birşeyler anlasın, ortalık curcunaya dönsün, Hıristiyanlarda olduğu gibi İslâmiyetin sadece ismi kalsın. İstedikleri bu... Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Bugün biri çıkıp böyle bir iddiada bulunsa, ben anayasadan başka birşey tanımam dese, bu konuşması iyiye alamet değil deyip, adamı palas pandıras akıl hastanesine atmazlar mı?
.Fıkıh kitapları ve mealler 25.12.99
Dün, bazı gazetelerin promosyon olarak verdikleri
“Kur’an-ı kerim meali” konusunu ele almıştım. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için, tercüme, meal işinin ne zaman ve kimler tarafından başlatılmış, bugün de bunun üzerinde durmak istiyorum. Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, bu konu özetle şöyle anlatılıyor: Kur’an-ı kerim’i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi(yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı. Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrı müslimlerin böyle bir çalışma yapması, düşündürücü olsa gerekdir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrı müslimlere bırakırlar mıydı? Hıristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla o tarihte bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyanname özetle şöyleydi: 1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir. 2- İkinci Meşrutiyet’ten önce, Osmanlı devleti, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu. 3- Meşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayrı müslimler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır. 4- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz. 5- Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır. 6- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesinden değil, islam âlimlerinin, halk için yazdıkları ilmihâl (akaid, fıkıh, ahlâk) kitaplarından öğrenilir. Bilhassa ilk zamanlar çeşitli maksatlarla kimler Kur’an tercümesi yapmamıştır ki? Tercüme paraları ile meyhanede her akşam arkadaşlarına içki ısmarlayan Ömer Rıza Doğrul... Arapça bilmeyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu... Yıllar geçtikten sonra nasıl bir inanca sahip olduğunu, kendisi ilan eden Abdülbaki Gölpınarlı ve daha niceleri... Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük âlimlerden İmam-ı Birgivî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir:“Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an hakkında, ilmi olmadığı hâlde, kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap Bedir Yayınevi tarafından basılmıştır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur!
.X
X
XXXXXXXXXXXXXXXX İLİM
En lüzûmlu ilim! 23 ARALIK 1996
İmâm-ı Gazâlî hazretlerine senelerce hizmet edip, ilim öğrenen talebelerinden biri, birgün hocası olan Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî'ye şöyle bir mektup yazıp sordu: Senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim. Bu kadar çok ilimden bana en lüzûmlu ve faydalısı acaba hangisidir? Âhirette imdâdıma yetişecek, mezarda dünya dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan kalkınca, ananın evlâdından, kardeşin kardeşinden, dünyadaki dostların birbirlerinden kaçıp, herkesin başının çâresini aradığı vakit beni kurtaracak olan acaba hangisidir? Dünyada, âhirette faydası olmayan acaba hangileridir? Bilsem de bunlardan uzaklaşsam. Çünkü, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalbden ve dünyaya doymıyan nefsden ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun" buyurmuştur. Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, şu cevabı yazıp gönderdi: Ey sevgili oğlum ve sâdık dostum! Bütün nasîhatler Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemden alınmıştır. O'ndan gelmeyen nasîhatler faydasızdır. Dünyaya yayılmış olan bu nasîhatlerden, birisini bile almadın ise, senelerce yanımda niçin kaldın ve niçin okudun? Peygamberimizin dünyaya yayılan nasîhatlerinden biri şudur: "Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazab ve azâb edeceğine alâmet, dünyaya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzûmsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişman olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri, ya'nî sevâbları, kötü işlerinden, ya'nî günâhlarından ziyâde olmadı ise, Cehenneme hazırlansın." Bu hadîs-i şerîfin ma'nâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir. İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz. Diğer bir misâl, bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pek âlâ bilirsin. Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası yoktur. İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe sevâb kazanamazsın! Yapılan her işin, ibâdetin de dîne uygun olması lâzımdır. Peygamber efendimiz bunun için, eskiden kalma ilimleri ve âdetleri neshetti, değiştirdi. O hâlde, İslâmiyetin müsâadesi olmadan ağzını açmamak lâzımdır ve iyi bil ki, senin öğrendiğin ilimlerle Allah yolunda gidilemez. "Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalbden ve dünyaya doymıyan nefsden ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun." O'ndan gelmeyen faydasızdır. Dîne uygun olması lâzımdır Şunu da bilmelidir ki, bu yolda, kendilerine tarîkatçi ismini vererek, tarîkat büyüklerinin yolunda olduklarını iddiâ eden sahtekârların, câhillerin, ma'nâlarını anlamadıkları, İslâmiyete uymayan sözleriyle de gidilemez. Bu yolda ancak, nefsle mücâdele edenler gidebilir. Nefsin arzûlarını, şehvetlerini İslâmiyetin dışına taşırmamak lâzımdır. Laf ile gidilmez. İslâmiyette yeri olmayan sözler ve ilimler ve şehvet ile karışmış gâfil kalb, şekâvet ve felâket alâmetleridir.
.İlim öğrenmekten maksat 24 ARALIK 1996
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, talebesine nasîhatında şöyle buyurdu: İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine harâm eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harâb ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünya menfaatlerini toplamak, şöhret, makâm sâhibi olmak ve Müslümanlara büyüklük göstermekse, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın İslâmiyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmaksa, sana müjdeler olsun! Kendilerine ne güzel ve ebedî istikbâl hazırlamışsın. İstikbâl, saâdet-i ebediyyeye kavuşmuştur. Nasîhatlerin hulâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk ve itâat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat demek ve ibâdet demek, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Ya'nî, bütün sözlerini ve hareketlerini O'nun emir ve yasaklarına uydurmak demektir. Ya'nî her söylediğin ve her yaptığın, söylemen ve yapmaman, hep, O'nun emri ile olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer O'nun emrine göre değilse, ibâdet olmaz, belki günâh olur. Eğer bu namaz ve oruç da olsa, böyledir. Nitekim, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmanın günâh ve isyân olduğunu biliyorsun. Hâlbuki, oruç bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günâh oldu. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı hanımı ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir, ya'nî sevâbdır. Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fakat emirle olduğundan sevâbdır. Şu hâlde, ibâdet demek, kişinin kendi kafasına göre namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olur. "Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan fen ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup, güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişlerdir. Netîce olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmeyenler, dinde reform yapmak istiyenler beğenmezler. Hakîkî Müslümanlar, âlimler Onu baş tâcı etmişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir. Vazîfesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmektir. Şu hâlde, ibâdet demek, kişinin kendi kafasına göre namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olur. Emir olunan yapılmalıdır Ou herkes anlayamaz Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der: "Gazâlî, ilimde büyük bir deryadır." Es'ad Mîhenî de şöyle der: "Gazâlî'nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar." İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserleri üstünde Avrupalılar, geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik, Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli kitabında, İmâm-ı Gazâlî'nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr müsteşrik Brockelman'ın da Geschichte Der Arabischen Litterature adlı eserinde, İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959'da, dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve İmâmın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve İslâmiyeti kabûl etmişlerdir.
.
..Önce doğru bir îmân 11 ŞUBAT 1997
İnsanın maksadı, gâyesi, hedefi neyse taptığı odur. Ma'bûdu odur, tanrısı odur. Eğer para için koşuyorsa, para için yarışıyorsa, para için yaşıyorsa, bunun tanrısı paradır. Bugün en çok üzerinde durulması gereken konu îmân konusudur. Çünkü, düzgün bir îmân şarttır. Bu olmazsa yapılan ibâdetler kabûl olmuyor. Bunun için düzgün i'tikâd çok önemli. Zamanımızın hastalığı düzgün îmân zâfiyetidir. Eskiden herkes îmânlıydı, herkesin îmânı, i'tikâdı düzgündü. Bunun için nâfile ibâdetlerin üzerinde fazla konuşulurdu. Şimdi îmân küfür meselesini, ya'nî şunu yaparsan kâfir olursun, şunu yaparsan Müslüman kalırsın konularını iyi bilmek, bu konuları iyi işlemek lâzımdır. Îmân, Allahın varlığına, birliğine görür gibi inanmak demektir. Bu îmân elde edildi mi, diğer tarafların hepsi kolay hallolur. Îmânı elde ettikten sonra, onu kuvvetlendirmek, tehlikelerden korumak lâzımdır. Peki onun güçlendirilmesi, onun kuvvetlendirilmesi, onun sağlamlaştırılması nasıl olur? Onun da kolayı var. Peygamberimiz buyuruyor ki: (Dîn-ülmer'i dînü ahihi.) Ya'nî, insanın dîni arkadaşının dîni gibidir. Îmânını güçlendirmek istiyen, îmânı güçlü olanlarla beraber olmalıdır. İyi kimselerle arkadaş olanın, onunla beraber olanın, îmânı kuvvetlenir. Çok ibâdet yapmak istiyen, şartlarına uygun ibâdet yapmak istiyen; kim en güzel ibâdet yapıyor, kim en güzel çalışıyorsa, onunla beraber olmalı, ahbaplık kurmalıdır. Bu sefer o da onun gibi olur. Bundan dolayı gerek îmânın güçlenmesi, gerek ihlâsın artması, gerek ibâdetlerin artması veyahut da felâketlerin artması, günâhların artması, küfre varılması hep insanın idrakine, vereceği kararına bağlıdır. Tercih mes'elesidir. Kişi ne olmak istiyorsa o taraftaki insanları bulmalıdır. İyi olmak istiyorsan iyilikle beraber; kötü olmak istiyorsan kötülerle beraber olacaksın. Gâyet tabii birşey bu. İşte böyle iyi insanlara kavuşmuş, iyi insanlar arasında çevre edinmiş kimselerin hakkı bayram. Cenâb-ı Hak hepimizi böyle bayramlara kavuştursun. Sağlam bir îmânı olan, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu gibi ibâdet eden, her işinde, her sözünde âhıreti düşünen, her yaptığını buna gören yapan 2-3 gün değil, hergün bayram yapsa yeridir. Batağa batmış, dinle îmânla ilgisi olmayan, günâh yığınına batmış insanın bayram yapmasının ne anlamı var ki? Bayram kurtulmaktır. Eğer kâfirse küfürden kurtulmak, eğer borçluysa borçtan kurtulmak, kazâlarını yapmak, eğer günâhkârsa tevbe etmek suretiyle günâhlardan kurtulmak bayramdır. İşte bayram bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki; Maksadınız, ma'bûdunuzdur, diyor. Ya'nî insanın maksadı, gâyesi, hedefi neyse taptığı odur. Ma'bûdu odur, tanrısı odur. Eğer para için koşuyorsa, para için yarışıyorsa, para için yaşıyorsa, bunun tanrısı paradır. O, ona tapıyor. Eğer bir araba elde etmek için yaşıyorsa, bütün ömrü ve hayâli bir araba almaksa, onun tanrısı arabadır, arabaya tapıyor. Allahı unutmuş. Eğer gâyesi, maksadı cenâb-ı Hak ise, onun ma'bûdu Allahtır. İşte o kurtulur. Artık onun herşeyi âhiretlik olur, evi âhiretlik olur, arabası âhiretlik olur, parası âhiretlik olur. Neden? Gâyesi Allahtır. Çünkü insanın ma'bûdu, maksûdudur. İnsanın maksadı, gâyesi, ma'bûdudur. Bütün mes'ele; niçin yaşadığımızı, niçin bu işi yaptığımızı, niçin alış-veriş yaptığımızı iyi tahlil etmek, iyi anlamak, ma'bûdu iyi seçmek lâzım. Gülistan'ta bir hikâye var. Hiç kimse Ahmet için çalışıp da Mehmet'ten para beklemesin, diyor. Bir şirkette çalışan niye gitsin de başka bir şirketten para istesin? İstese de vermezler. Nerede çalışıyorsan git ücretini oradan al, derler. Allah için çalışana ücreti Allah verecek, dünya için çalışana dünyası kadar verilecek. Âhiret için çalışana, dünyada helâl olanı bol bol verecek. Âhirette zaten Cenneti verecek Cenâb-ı Hak. İşte bütün mes'ele kısa aklımızla, kısa ömrümüzle bu hedefi iyi tâyin edip ona uygun yaşamak, ona uygun çalışmak, ona uygun iş yapmak lâzım. Allahü teâlâ bu mübârek bayram günleri hürmetine hepimizin günâhlarını af ve magfiret eylesin. Cenâb-ı Hak diğer kullarına hidâyet ve îmân nasîb etsin. Âhirete intikal edip de günâhları sebebiyle Allah korusun azâbda olan ne kadar Müslüman varsa, Cenâb-ı Hak onları af ve magfiret eylesin.
.İlimsiz amel işe yaramaz 21 MART 1997
İlim sahibi olan, tevbe edip nefsi ile mücâdele eden, Allahü teâlânın lütûf ve keremine mazhâr olur. Böyle kimse, Allahü teâlânın beğendiği kimsedir. Bir Müslümanın, kendisine farz olan bir mes’eleyi öğrenmesi, bütün dünya ni’metlerine sahip olmasından daha kıymetlidir. İlim öğrenmekten daha kıymetli birşey yoktur. İşlerin hepsi, ilim ile doğru olur, ilimsiz doğru birşey yapılamaz. Peygamber efendimize suâl ettiler: - İşlerin hangisi üstündür? Peygamber efendimiz buyurdu ki: - İlimdir. Biri tekrar suâl edince, yine; - İlimdir, buyurdu. Üçüncüsünde yine aynı şekilde cevap verilince, bunun hikmetini suâl ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki: - Çünkü, hiçbir şey ilimsiz doğru olmaz ve onsuz hiç kıymeti olmaz. İnsan, birçok sıkıntılara katlanarak, amel işlemektedir. Bunlar ilimsiz olarak yapılırsa, hepsi boşa gidebilir. İlim ve ibâdetin aslı İlim ve ibâdetin aslı iki şey ile elde edilir: Birincisi, kalbin dünya sevgisinden ya’nî harâmlardan kurtulması, ikincisi de az yimek, mideyi tıka basa doldurmamaktır. İbâdetlerde ihlâs, ancak bu iki şey ile elde edilir. Bir kimsenin kalbi dünya sevgisi ile, dünya ni’metlerine muhabbet ile doluysa, maksadı sadece dünya ise, ondan ihlâslı amel meydana gelmez. Midesi dolu olan kimsede de nefsin arzûları eksik olmaz. Bu arzûlar, kalbi te’sîr altına alır. Böyle bir kimsenin de, cenâb-ı Hak nazarında kıymeti yoktur. Mubâhların fazlasından ve harâmlardan sakınmalı, nefsin hoşuna giden kötü işlerden uzak durmalıdır. Fesatlık, çekememezlik, kin, kendini beğenmek, cimrilik gibi kötü huyları kalbden çıkarmak lâzımdır.Bir kimsenin, itâ’atli, iyi huylu kul olabilmesi için dört şart vardır: 1- Uzun emelli olmamak. 2- Cenâb-ı Hakkın va’dinden emîn olmak. 3- Cenâb-ı hakkın taksimine ya’nî verdiği rızıklara râzı olmak. 4- Mideyi harâmlardan korumak. Kim ki, bu dört şeyi yerine getirirse, nefsini itâ’at altına almış olur. İnsan bedeni eyerlenmiş bir at gibidir. Eğer, atın eyeri ve gem’i gereği gibi yapılmışsa, harp yerinde çok işe yarar. Eğer at terbiye edilmemişse, eyeri düzgün değilse, işe yarayacağı yerde huysuzluk eder. Hem kendi kanının dökülmesine, hem de sahibinin ölmesine, mahvolmasına sebep olur. Nefsine hâkim olan, her ni’mete kavuşur. Âyet-i kerîmede meâlen, (Nefsini hevâ ve şehvetlerden nehyeden kimsenin menzil ve karargâhı Cennettir) buyurulmuştur. A’râf sûresinde de meâlen, (... Bu kimsenin hâli, kovsan da, kendi hâlinde bıraksan da, dilini çıkartıp soluyan köpek gibidir...) buyurularak, nefsinin arzûları peşinde koşan kimse, köpeğe benzetilmiştir. Hadîs-i şerîfte de, (İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmıyanda hayır yoktur) buyuruldu. Akıllı olan kimse... Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. İlmihâlini bilmiyen kimse, mutlaka öğrenmelidir. İnsan bu şekilde, Peygamber efendimizin buyurduğu hayırlı kimselerden olur. Nefsi terbiye etmek zor değildir. Uğraşıldığı takdirde, en azgın köpekler bile terbiye edilmektedir. İlim sahibi olan, tevbe edip nefsi ile mücâdele eden, Allahü teâlânın lütûf ve keremine mazhâr olur. Böyle kimse, Allahü teâlânın beğendiği kimsedir. Onun gönlü, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu kimse sadece Allahü teâlânın rızâsını istediği için, ihsânlardan mahrûm kalmaz.
.
Fıkıh öğrenmenin önemi ve zarureti
Geçen hafta, iç ve dış düşmanların fıkıh düşmanlığından bahsetmiştik. Bu hafta da fıkıh ilminin dindeki öneminden bahsetmek istiyorum... Fıkıh, İslamiyeti bilmek, anlamak demektir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lazım olan işleri bildirir. Hadis-i şeriflerde, "Allah indinde en üstün kimse fakihtir.", "İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.", "Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir" buyuruldu. Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden, hadisi şeriflerden, icma-ı ümmetten ve kıyasdan meydana gelmektedir. Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. "Kur'an tercümesi" diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. İbni Abidin'de buyuruluyor ki: "Fıkıh bilgisi, ekmek, su gibi, herkese lazımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah ibni Mesud olup, Eshab-ı kiramın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkame bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrahim Nehai, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamıştır. Hammad-ı Kufi, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmam-ı azam Ebu Hanife ve talebeleri öğütmüş, hamur yapmış ve pişirmişlerdir. Böylece hazırlanan lokmaları, insanlar yemektedir. Bu bilgileri öğrenip dünya ve ahiret saadetine kavuşmaktadırlar... Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullah efendimizin ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid'at ehlidir. Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki: "Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumak gerekir." Dört mezhebin kelam kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Herkesin bilmesi, inanması ve yapması gereken kelam (yani iman) ve ahlak ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara "İlmihal" kitapları denir. Dinini bilen ve seven ve kayıran mübarek insanların ilmihal kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her Müslümanın birinci vazifesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren cahil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. GERÇEK MÜSLÜMAN OLMAK İÇİN Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Bugün biri çıkıp böyle bir iddiada bulunsa, ben anayasadan başka bir şey tanımam dese, bu konuşması iyiye alamet görülmeyip hemen akıl hastanesinde tedaviye alınır. Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından çoktur. Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. Hadis-i şerifte, "Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer" buyuruldu. İmam-ı Malik hazretleri, "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, "zındık" olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan "Bid'at sahibi" olur. Her ikisini edinen, hakikate varır gerçek Müslüman olur, buyurdu. Fıkıh, salih kimselerin yazdığı ilmihallerden öğrenilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden derlenerek hazırlanan "Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye" kitabı, günümüzde fıkıh bilgileri öğrenilecek en emin kaynaktır.
26.10.2010
.Fıkıh ilminin önemi
Sual: Mealden mi yoksa fıkıh kitabından mı dini öğrenmeyi tavsiye edersiniz?
CEVAP
Mealden tefsirden din öğrenilmez. Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimdeki Allah’ın ipine sarılın ifadesindeki ipten maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullah efendimizin ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid'at ehlidir. (Tahtavi)
Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki:
(Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumak gerekir.) [Berika]
Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!) [Nisa 59]
Buradaki Anlayın emri müctehid âlimler içindir. Çünkü Allahü teâlâ, âlimlere sorulmasının gerektiğini bildiriyor. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43]
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi]
(Fıkıh öğrenmek her müslümana farzdır. Fıkhı öğrenin ve öğretin, cahil olarak ölmeyin!) [İ. Maverdi]
(İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) [İbni Abdilberr]
(Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.) [Beyheki]
(Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir.) [İ. Maverdi]
(Allahü teâlâ, iyilik vermek istediği kimseyi fıkıh âlimi yapar.) [Buhari]
(Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]
(Hikmetsiz kalb, harap ev gibidir. Şu halde öğrenin, öğretin. Fıkıh öğrenin, cahil olarak ölmeyin. Çünkü Hak teâlâ cahillik için mazeret kabul etmez.) [İ. Sünni]
(Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) [M. Zühdiyye]
(Az fıkıh, çok ibadetten iyidir. İhlasla ibadet edene fıkhı öğrenmek nasip olur.) [Taberani]
Hazret-i Ebu Bekir (Ya Resulallah, savaştan başka cihad yolu var mı?) diye sordu. Resul-i ekrem buyurdu ki:
(Evet vardır. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaktır.) [Tibyan]
Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından çoktur. (Redd-ül-muhtar)
Mezhep imamları, (Âlimlerden sorup öğrenin) mealindeki âyet gereğince, Kur'an-ı kerimin manasını, Tabiinden ve Eshab-ı kiramdan öğrenerek, kitaplarına yazmışlardır. Diğer âlimlerimiz de, bunların kitaplarından, tefsirden, hadisten anladıklarını, bizim gibilere açık, kolay öğretmek için, binlerce Fıkıh ve İlmihal kitabı hazırlamışlardır. (Birgivi)
Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)
Fıkıh, salih kimselerin yazdığı ilmihallerden öğrenilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden derlenerek hazırlanan (Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye) kitabı, fıkıh bilgileri öğrenilecek en emin kaynaktır.

En lüzumlu bilgiler
Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle meşgul olmak haramdır. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda, kocakarı gibi itikad edin!) buyurarak, kocakarı gibi iman etmeyi tavsiye etmiştir. (Deylemi)
İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekat ve her türlü hayır hasenat için] harcarlar) buyuruluyor. (2/3)
İman bilgilerini anlatan derin ilme ilm-i kelam denir. Kelam ilmini, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikadı öğrenecek ve bunları akıl ve nakil ile ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lazımdır. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıl yollara kayar, sapıtıp zındık olur. (Hadika)

Âlimler buyuruyor ki
İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelam ile uğraşmanın zararı bilinseydi, kelam ilmi ile uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şafii)
Bid’at ehli ile kelamcıların şahitlikleri kabul değildir. (İmam-ı Malik)
Kelam ilmi ile uğraşan hep şüphe içindedir, iflâh olmaz. (İmam-ı Ahmed)
Kelam ilmi ile uğraşan imam olamaz, zamanla dinden çıkar. (İmam-ı Ebu Yusuf)
Resulullah efendimiz, fıkhı teşvik etti, kelamı yasakladı. (Hadis âlimleri)
Kelam ilmi ile uğraşanların çoğu zındık olur. (Fetava-i Bezzâziyye)
Fıkıh öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İbni Abidin)
Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlenen iman böyle sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbani)
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur)buyurulmaktadır. (Taberani)

İman kıymetlidir
Cahil ve âlim herkes, kelam ilmi ile uğraşmayı bırakıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(İmanın sermayesi fıkıhtır.) [Deylemi]
(Fıkıh ilmi her Müslümana farzdır.) [İ.Maverdi]
(Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyheki]
Fıkıh ilmi ise, nakli esas alan doğru bir ilmihal kitabından öğrenilir. Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihale uygun yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmalıdır. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut, (Kuşların uçuşunda ilahi şuuru görüyoruz) veya (Bu iş Allah’ın aklına aykırıdır) dese, yaptığı ibadetler kıymetsiz olur ve Cehenneme gider. Çünkü küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Halbuki ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemi]

Şeytanın ağlatıp sızlattıkları
Sual: Tarikata bağlı arkadaşlar şeyhlerinden bahsederken muhabbetlerinden ağlayabiliyorlar, fakat Allahü teâlâdan ve Peygamber efendimizden bahsederken hiç de böyle bir hâl içerisinde olduklarını göremiyoruz. Bu durumda, İslamiyet’in ruhuna aykırı bir durum ortaya çıkmış olmaz mı?
CEVAP
Aykırı olmayabilir. Fakat aykırı olması daha kuvvetlidir. Çünkü şeytan, dinimizi doğru ve tam bilmeyen, (fıkıh bilmeyen) tarikatçıları oynatır, ağlatır, zıplatır, cezbeye sürükler.
Size Seadet-i Ebediyyeden aldığım bir menkıbeyi yazıyorum. Bu haller şeytandan olabilir.
Fârisi Tezkiret-ül-Evliya kitabında diyor ki, İbrahim Ethem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibadet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün misafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytan mı aldatmış, yoksa hâlis ve doğru mu diye anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helalden değildi. Bu hâllerin hep şeytandan olduğunu anlayarak, genci evine davet etti. Ona helalinden bir lokma yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, arzusu ve gayreti kalmadı. Genç, İbrahim’e (Bana ne yaptın?) diye sorunca, (Lokmaların helalden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helal yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi.

Sual: Dinimizi, asıl kaynağından öğrenmek için hangi meali ve tefsiri tavsiye edersiniz?
CEVAP
Kur'an-ı kerimin muhatabı Muhammed aleyhisselamdır. Ona gelmiştir. Manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir yazmışlardır.
Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemediği için, İslam âlimleri, tercüme değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir. Resulullahın bildirdiği manalara Tefsir denir. Tefsir, ancak Fahr-i âlem efendimizin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tabiine ve Tebe-i tabiine ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denmez. Müfessir, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. Beydavi tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir.
1986'da İstanbul’da yapılan (Kur'an Tercümeleri Sempozyumu)nda 1500den fazla tercüme incelendiğinde, birbirini tutmayan hükümler görüldü. Herkes anlayışına göre tefsir ettiği için, karşımıza bir korkunç, dehşetli ve vahim manzara çıkmıştır. Halbuki nakle dayanılsaydı böyle olmazdı. Türkiye’de ilk defa Kur'an tercüme işini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. Bu oyuna gelinmemeli!

Din fıkıhtan öğrenilir
Bizim gibilerin, tefsirden din öğrenmesi mümkün değildir. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslam âlimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhepte ise, mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihal kitabı okumakla, dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalıklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek milyonda bir ihtimal de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur'andan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek gerekir. Fıkıh kitaplarını "Tabu" olarak gösterenler, "Dini Kur'andan, tefsirden öğrenin!" diyenler, eğer cahil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan hain ve sapık kimselerdir.

Âlimler sapıtınca
Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika)

İlmihal bilgileri
Sual: Fıkıh, yani ilmihal bilgilerinden önce başka kitap okumak uygun mudur?
CEVAP
Asla uygun değildir. Fıkıh ilmi ile uğraşmak, yani farzları ve haramları öğrenmek, her müslümana farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifaye olup, çok sevaptır. (Hadika)
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Her müslümanın ilmihal öğrenmesinin farz olduğunu fıkıh âlimleri sözbirliği ile bildirdi. Bunun için, karı-kocanın hayz ve nifas bilgilerini öğrenmeleri gerekir. Kocası, hanımına öğretmeli, kendisi bilmiyorsa, bilen kadınlardan öğrenmesi için izin vermelidir. Kocası izin vermeyen kadının, ondan izinsiz gidip öğrenmesi gerekir. (Menhel)
İmam-ı Muhammed
’e, mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde bir kitap yazmadığını sorduklarında, (Zühd ve takva, ancak, bütün işlerde İslamiyete uymakla, bâtıl, fâsid ve mekruh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alış-veriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların sahih ve helal olması şartlarını öğrenmesi gerekir. Bunun için, bu işlerin ilmihalini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, alış-veriş kitabını yazdım) buyurdu. (Hadika)

Önce lüzumlu bilgi
Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistan ve benzeri kitapları okumamalıdır. Fıkıh kitapları yanında, Gülistan ve benzeri kitaplar lüzumsuzdur. Dinde gerekenleri, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek gerekir. [Din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmeyerek, para kazanmaya uğraşanlar, ne kadar aldanıyor.]
Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur.
Abdest, gusül, teyemmüm, mest, namaz, oruç, zekat, adak, yemin çeşitleri, hac bilgilerini öğrenmek, fıkıh bilgisi ile mümkündür. Fıkıh bilgisi de ancak doğru yazılmış bir ilmihalden öğrenilir.
Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında, bir müslümana gereken bütün dini bilgiler vardır. Hepsi de en kıymetli eserlerden derlenmiştir. Bu kitabı baştan sona dikkatlice okuyan birisi, dinimizin bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dinimiz hakkında kâfi bilgiye sahip olur. Her müslümanın dinimizi çok iyi bilmesi şarttır. Dinini bilmeyenin dini yoktur. 95. baskısı yapılan, 1248 sayfalıkTam İlmihali, her müslümanın okuyup, çoluk çocuğuna da okutması gerekir.

Mahrem bilgiler
Sual: S. Ebediyye'deki hayz, gusül ve evlilikle ilgili mahrem bilgileri birkaç kişinin birlikte okumaları caiz midir?
CEVAP
Evet, caizdir.

Fıkıh ilmi
Sual: Fıkıh ilminin önemi nedir?
CEVAP
Fıkıh ilmi çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz, (Allah bir kimse için hayır murad etmişse, onu dinde fakih yapar) buyuruyor. Kelam âlimlerinden sapıtanlar, yanlış yollara sapanlar çok olmuşsa da; fıkıh âlimlerinden bozuk itikadlı kimseler çıkmamıştır.

Tefsir dersleri
Sual: Fıkıh ilmi mi yoksa tefsir ilmi mi önemli? Camideki kursa gidiyorum. Hocamız, lüzumlu iman ve fıkıh bilgisini öğretmeden, (Tefsir dersleri yapacağız) diyor. Bir Müslümanın, önce tefsir mi öğrenmesi lazım?
CEVAP
Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Çünkü dinin temeli fıkıhtır. İbni Abidin hazretleri, (Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır) buyuruyor. (Redd-ül Muhtar)
İmam-ı Gazalî hazretleri, (Fâsık ve bid'at ehli, Kur'anın manasını anlayamaz) buyuruyor. (İhya) [Bid’at ehli, Ehl-i sünnet itikadında olmayan, mezhepsiz olan demektir.]
Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, günümüzde tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmek imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mâna anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyanın hâlinin çok daha kötü olacağı aşikârdır.
O hâlde dinimizi doğru olarak yazılmış ilmihâllerden öğrenmek gerekir.

Fıkıh ilmi
Kelam ilmiyle uğraşmayı bırakıp, ilmihâl bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(İmanın sermayesi fıkıhtır.) [Deylemî]
(Fıkıh ilmi her Müslümana farzdır.) [İ. Maverdî]
(Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Fıkıh ilmi, ancak doğru yazılmış bir ilmihâlden öğrenilir. Mesela, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilerek hazırlanmış olan ve içinde yazarına ait şahsi bir düşünce olmayan
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
www.ihvanlar.net/.../fikih-ilminin-onemi-ve-fikih-alimlerinin-dereceleri/
5 Nis 2014 - Fıkıh ilminin önemi ve Fıkıh alimlerinin dereceleri. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Allah
.
.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
Yüce Allah buyuruyor:
Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)
Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
.
www.feyizlersofrasi.com/FIKIH%20ilminin%20Tarihi%20(YG).htm
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI. 1- Hz. Peygamber ... Bu devir teşrîinin en önemli vas
.FIKIH İLMİNİN TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
2- Sahabe dönemi
3- Tabiun Dönemi
4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi)
5- Taklid ve Duraklama dönemi
6- Kanunlaştırma Dönemi
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45
www.mustafaoselmis.com.tr/fikih-bilmenin-onemi/
Günlük hayatımızda ibadetlerin çok önemi vardır. Kulaktan ... Akaid ilmini ve fıkıh ilmini bilen imanını koru
.
FIKIH BİLMENİN ÖNEMİ
Cenab-ı Allah insanı yarattıktan sonra dünya ve ahiret saadeti yaşasın diye peygamberler göndermiş, kitaplar göndermiştir.
Dünya ve ahiret saadetini elde edebilmesi için insana sorumluluklar yüklemiştir. “ Bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurarak yaratış sebebini açıklamıştır.
Buna göre her Allah’ın kulunun, yaratıcısına kulluk borcu vardır. O’na ibadet edecektir.
Nasıl ibadet edecek? Bunuda ilk emir, ilk vahiyle bildirilmiştir. “ Yaratan Rabbinin adı ile oku !” ( Alak suresi:1) Her Müslüman dinini okuyacaktır, dinini öğrenecektir.
Peygamber (as): “İlim öğrenmek her erkek ve her kadına farzdır” buyuruyor. (İbnimacc Mukaddime: 17)
Dinimiz, ilimi gündüzün aydınlığına, cehaleti gecenin karanlığına benzetirken, bilen insanı, gözleri gören insana, bilmeyen insanı da gözleri görmeyen köre benzetmiştir. Ayrıca bilerek yapılan ibadetin bilmeden yapılan ibadetten daha üstün olduğunu bildirmiştir. Çünkü bütün yanlışların kaynağı bilmemezliktir.
Günlük hayatımızda ibadetlerin çok önemi vardır. Kulaktan dolma bilgilerle, onun bunun demesi ile olmuyor. Doğrusu söyleniyor; “ falan şöyle dedi” deniliyor. Dini emir ve yasakları yerine getirirken, şuurlu bilerek yerine getirilmelidir. Niçin kimin için ibadet edildiği, ibadetlerin nasıl yerine getirileceği tam olarak bilinmelidir. Bu görevdir, farzdır.
Bilip de yapmamak büyük suçtur. Ne diyor peygamber (as) : “ Ey Allah’ım ilmimi arttır. Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım “ diye dua etmiştir. (İbnimâce 1/92)
Kim ne derse desin, kim ne fetva verirse versin, her Müslüman dinini kaynağından, itikadı düzgün kişilerden doğru bir şekilde öğrenmek başta gelen görevidir. Çünkü fıkıh bilmek ibadetlerden önce gelir. Fıkıhsız ibadet olmaz. İbadetlerin nasıl yapılacağını, Müslümanın nasıl yaşayacağını fıkhi bilgilerden öğreniriz.
Bilmediğini bilmemek, örenmeye engeldir. Birde biliyorum iddiası da öğrenmeye engeldir. Biliyor da yaşamıyorsa, o büyük vebal altındadır. Bilen inanın hem kendine hem de başkasına faydası olur.
- MÜKELLEFİN İŞLERİ
Mükellef: sorumlu demektir. Akıllı ve ergenlik çağına gelen herkes, dinin emir ve yasaklarından sorumludur.
Buluğ çağı erkeklerde 12-15 yaş kadınlarda 9-15 yaş arası biyolojik gelişmeye bağlı olarak, ikliminde etkisi ile değişir.
Mükellef emir ve yasaklara muhafaktır. Yani emir ve yasaklardan sorumludur.
MÜKELLEFİN İŞLERİ SEKİZ TANEDİR
1-FARZ: Yapılması kesin olarak emredilen işlerdir. Farzı terk eden günaha girer, inkâr eden ise dinden çıkar. Farz Allah’ın kesin emridir.
Farz İkiye Ayrılır:
a)Farz-ı Ayn: Herkesin yerine getirmesi gereken işlerdir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek… gibi…
b)Farz-ı Kifaye: Bir gurubun yapmasıyla diğerlerinin üzerinden kalkan işlerdir. Yerine getiren olmazsa, herkes sorumlu olur. Cenaze namazı kılmak gibi…
1-VACİP: Farz kadar kesin olmamakla beraber, yapılması emredilen iştir. Vacibi terk etmek günahtır. Vacibi inkâr eden dinden çıkmaz. Kurban kesmek, bayram namazı kılmak gibi vitir namazı, fıtır sadakası da vaciplerdendir.
2-SÜNNET: Sünnet, peygamberin emridir, yapılmasını istediği şeydir. Sünneti terk etmek mekruktur.
Sünnet ikiye ayrılır:
a)Müekkef sünnet: Peygamberin sürekli yaptığı ve yapılmasını istediği sünnetlerdir. Sabah, öğle, akşam ve yatsı namazlarının sünneti gibi… Teravih namazında peygamberimiz tarafından sürekli kılınmıştır.
b)Müekket olmayan sünnet: Peygamberimizin bazen yerine getirip bazen de terk ettiği işlerdir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünneti gibi.
Allah’ın rızasını kazanabilmek için farzları yerine getirmek nasıl zorunlu ise Peygamberin şefaatine uymak, onun yolundan gitmek lazımdır. Allah Kur’an’da peygambere uymamızı emrediyor.
1- MÜSTEHAB: Peygamberimizin ara sıra yaptığı ve güzel görülen işlerdir. Buna nafile denir. Nafile namazları ve nafile oruçları gibi… Yapan sevap kazanır.
2- MÜBAH: Yapıldığında sevabı, yapılmadığında da günahı olmayan işlerdir.
Yatıp kalkmak, yemek içmek gibi… Zararsız şeylerdir.
1-HARAM: Yapılması kesin olarak yasak edilen işlerdir. Haramdan kaçınmak, haramı terk etmek sevaptır. Haram kılınan bir şeyi yapmak günahtır. Haramı inkâr eden ise dinden çıkar. İçki içmek, yalan söylemek, ana babaya isyan..gibi.
2-MEKRUH: Haram gibi kesin olmamakla beraber, yapılması istenmeyen işlerdir.
Mekruh ikiye ayrılır:
a)Tahrimen Mekruh: Harama yakın mekruhtur. Vacipleri terk etmek, güneş doğarken, batarken, tam zevalde iken namaz kılmaktır.
b)Tenzihen Mekruh: Helale yakın mekruh demektir. İkindinin sünnetini terk etmek, sağ elle sümkürmek gibi.
1-MÜFSİD: Boşlanmış bir ibadeti bozan işlerdir. Namazda gülmek, oruçlu iken yiyip içmek gibi…
İnsanların yaptıkları işler dini açıdan bu sekiz konudan birine girer.
İnanalar, söyledikleri sözlerin, yaptıkları işlerin farkında olmalıdır. Bir anda insanı, dinden, imandan eden sözler ve davranışlar vardır.
Dinde bilmemek mazaret değildir. Bilecektir, öğrenecektir. Bilmek öğrenmek de dinin emridir.
Akaid ilmini ve fıkıh ilmini bilen imanını korumasını ve tam olarak ibadet etmesini bilir. Değilse şirke düşer, nasıl namaz kılacağını bilmez.
A-FIKIH İLMİNİN BİLİNMESİ İLE İLGİLİ HADİSLER
-“ Alimin günahı bir günahtır. Cahilin günahı iki günahtır. Alim günaha düştüğü için azap olunur. Cahil ise hem günaha düştüğü hem de öğrenmediği için azap okunur.” ( Ramuz el-Ehadis: 286/8)
-“ Fıkhın azı, ibadetin çoğundan hayırlıdır. (Age:336/5)
-“ Fıkıh öğrenmeden ibadet edenin, gece karanlıkta inşaat yapıp da gündüz olunca yıkan kimsenin haline benzer.” (Age:292/3)
-“ Fıkıhtan efdal bir şeyle ibadet edilmedi. Bir tek fıkıh ilmini bilen kişi, şeytana karşı bin abidten (ibadet edenden) daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dinin direği de fıkıhtır.” (Age: 376/1)
-“Fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi, altmış senelik nafile ibadetten hayırlıdır. “(Age:482/4)
-“ Alim abidden üstündür.”
Cenab-ı Allah Kur’an’da:
-“ Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu ?” (Zümer:9)
-“ Hiç körle, gören bir olur mu ?” (En’am:50)
-“ Cahillerden yüz çevir.”(Araf:199)
-“ Ancak bilenler Allah’tan gereği gibi korkar.” (Fatır:28)
Dini, dinin emir ve yasaklarını doğru şekilde ancak bilen insanlar anlar ve yaşarlar.
Hz. Ali (ra) şöyle der:
İnsanlar dört sınıftır:
- Bilmediğini bilen: İsteklidir, ona öğretiniz.
- Bildiğini bilen: ondan faydalanınız.
- Bilen bildiğini bilmeyen: uykudadır, onu uyandırınız.
- Bilmeyen bilmediğini bilmeyen: ahmaktır, ondan kaçınınız.
Şair der ki:
“Bilgisize, görgüsüze olma kul,
Ara-tara başına bir çare bul.”
-“ İbadetin hayırlısı fıkıhtır. “(Ramuz el-Hadis:281/8)
-“ Fıkıh öğrenin, cahil olarak ölmeyin. Zira Allah cahillik için mazeret kabul etmez.” (Age:336/2)
- C) FIKIH NEDİR?
Fıkıh, sözlükte: bilmek, anlamak ve bir şeyin tamamına vakıf olmak demektir.
Dinde fıkıh, mükellefin dini hükümleri bilmesidir.
Her ibadetin bir kuralı, şekli kalıbı ve yapılışı biçimi vardır. İşte bunların bilinmesinin adıdır.
Fıkıh, hayatı İslama göre düzenlemeyi sağlar. Bizden istenilen ibadetin istenildiği gibi yapılabilmesini sağlar.
Müslüman, bilmesi gereken şeyleri bilmek zorundadır. Bilmeden ibadet olmaz. Farkında olmadan Müslümanlık olmaz.
Mezhebimiz nedir? Kurucusu kimdir? Görüşleri nelerdir? Bilinmesi gereken şeydir. Bilmeden o mezhebe göre amel edilemez. İbadetlerde bir mezhep üzerine amel edilir. Mezhepler karıştırılmaz. Ancak zorunlu hallerde mezhep taklidi yapılır.
Dinin hükümlerini bilmek her Müslümana farzdır. Öğretmekte borçtur.
Bir hadiste : “ Allah bir kulunu severse, onu dinde fakih kılar (anlayışlı bilgili) buyurarak fıkıh ilminin önemini belirtmiştir.
- D) FIKIHSIZ İBADET OLMAZ
İmanda şuur, amelde bilgi olmazsa amel boşa gider.
İman şuurlu olursa, fıtrata uygun bütün güzellikleri ortaya çıkarır. Ondan yanlış bir şey gelmez.
Ameldeki bilgi ahlaki çöküntüye müsaade etmez. Namazın kötülüklerden alıkoyduğu gibi…
Bilgili yapılan ibadet, insana zevk verir. İsteyerek ibadet eder. Secdede biraz fazla kalmak ister. Fıkıh bilgisi olmayan ise, sadece yatar kalkar.
Fıkıh bilgiler: dört kaynaktan elde edilir:
Dinin emirlerini herkes kendine göre kafasına göre yapamaz. O zaman herkese göre din olur. Dini öğrenmek zorundayız ama okuyarak ama dinleyerek, ama sorarak. Yoksa namazın ardından yatıp kalkmak, orucun ardından açlık, susuzluk gibi zahmetten başka bir şey kalmaz. Fıkıh bilmeyen nasıl namaz kılar ?
Şuna dikkat etmek gerekir. Bilginin kimden ve hangi kaynaktan öğrenildiği çok önemlidir.
- E) FIKIH BİLMENİN ÖNEMİ
Dinini bilmek, inancını doğru bir şekilde yaşamak her Müslümanın görevidir.
Fıkıh bilgisi ibadetten önce gelir.
Bugün dinde Müslüman, çeşitli problemlerle karşı karşıyadır. Sorunlar artmıştır. Buna karşılık bilerek veya bilmeyerek dine müdahale edenler vardır. Bunlar, Müslümanlar arasında fikir ve düşünce farklılığı meydana getirmektedir. Bilende konuşuyor, bilmeyende. Bu ortamda din doğru bilinmezse, Müslümanlar arasında dağınıklık ve farklılık oluyor.
Bir zamanlar bir yolcunun eşeği kayboluyor. Su eşekte olduğu için teyemmüm abdesti alıyor. Tam namaza duracak eşek anırıyor. O zaman diyor ki:” eşek anırdı abdest bozuldu”. (Hani su görünce teyemmüm bozulur ya) Bunu duyan ona buna : “ eşek anırınca abdest bozulur” diye isim vererek yaymaya başlıyor.
Şimdi dini kaynağından öğrenmeyen insanımızın durumu bu, o şöyle dedi bu böyle dedi ile meşgul.
Dini açıdan bir kadının kocası izin vermese bile, dinini doğru bir şekilde öğrenmek hakkına sahiptir. Çünkü öğrenmek ona farzdır.
Gençlerde dinini öğrenecek ve öğretilecektir. Yaptığım bir sohbette biraz fıkhi konulara değinince bir geç gusülle ilgili soru sordu. Guslü açıkladım, ağlamaya başladı,” Ben gusül yapmıyordum. Anam babam da öğretmedi, beni camiye de salmadı… dedi.
Dini bilmeyenin, dini hayatı olmaz. Onun için öğrenmek ibadettir.
Din bilinmezse, dinde olmayan dindenmiş gibi kabul edilir. Dini menfaatimize göre yorumlarız.
Bir zaman kadılar fıkıh ve akaid bilgisi olmayanların şahitliğini kabul etmemiştir. Hocalar nikahlarını kıymamıştır.
Fıkıh bilen şeytanın hile ve kurnazlıklarına verdiği vesveseye itibar etmez, şeytanın tuzağına düşmez.
Hz. Ömer(ra) : “ Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız itikadınız düzgün değilse, amelleriniz boşa gider” demiştir.
Bir gün Halife Ömer’e bir gurup gelir: “ Biz yeni Müslüman olduk. Namazı nasıl kılacağız bilemedik. Kur’an’a baktık bulamadık” derler. Hz. Ömer Peygamber(as) dan öğrendiği gibi onlara anlatır. “ Şimdi oldu “derler, giderler.
Amellerde sadece inanç ve iyi niyet yeterli değildir. Amellerin emredildiği şekilde yapılması lazımdır. Meselâ; Namazın farzları, sünnetleri, vacipleri bilinmezse, sehiv secdeyi gerektiren haller bilinmezse, o namaz salih bir amel olur mu?
Size bazı örnekler vermek isterim.
Tebliğ görevi için Ramazan öncesi bir koca bir köye gelir vaaz eder. Bir yerinde der ki : “Abdestten sonra üç yudum su içmek sünnettir. Bunu yaparsanız sevap kazanırsınız “ Ramazan sonrası yolu gene o köye uğrar. Bir şeyler anlatır. Bu arada nasıl ramazan geçirdiniz, pek de sıcaktı “ der. Köylüler cevap verir:
-“ Allah senden razı olsun sayende rahat bir ramazan geçirdik, sık sık abdest aldık “derler.
Bir olayda şöyle
“ İki arkadaş medreseden mezun olurlar. Biri ben ilim yapacağım, diğeri ben dervişlik yapacağım der, ayrılırlar.
Üç beş sene sonra karşılaştıklarında derviş sorar: söyle bakalım senin derecen ne? İlim erbabı sükut eder. Derviş tekrar sana bir sorum olacak der ve : “ Gece kalkınca bir fareyi çiğnemişim, onu üç gün sarığımın arasında gezdirdim. Söyle bakalım hakkını helal ettirebildim mi?
İlim tahsil eden :” Fare ölüsü necistir, üç günlük namazını kaza et “ der. İşte fıkıh bilmenin farkı budur.
Bir zaman bir kadın : “ Beni bileziklerimle gömün” der. Ölünce vasiyet etti bilezikleri ile gömelim derler. Fıkıh bilen biri onlara: “Uygun olmayan vasiyette olsa yerine getirilmez. Müslümanın kefeninde başka bir şeyle gömülmesi caiz değildir” der, tartışmayı bitirir.
- F) FIKIH BİLİNMEZSE NELER OLUR?
Yanlış ve yetersiz bilgi organları eksik doğan çocuk gibidir. Yanlış bilgiler, küflü çiviye benzer, kolay kolay sökülüp atılamazlar. Doğruların öğrenilmesi çok zor olur. Onun için dini bilgiler çocukken, gençken kazandırılmalıdır. O zaman oda yanlışları kabul etmez.
Çocukta güzel şeylerin görülebilmesi, ondaki din duygusuna bağlıdır. Çocuk, ibadeti sever. Oruç tutmak, namaz kılmak ister. Camiye gitmek ister. İşte bu sevgi ve ilgi çiçek gibi bırakıp geliştirilmezse kurur gider.
Dinini bilmeyen ibadet şekillerini bilmeyen şeytanın maskarası olur. Vesveseden kurtulamaz. Allah’a kulluk borcunu ödeyemez. Hak hukuk bilmez.
Sünnet diye sarık sarar, alnı yere değmez, sünnet işlediğini sanır.
Peygamber (as) şöyle buyurur:
-“ Dinde bilgili olan kimse ne iyi kimsedir.”(İ. Canan Hadis Ans: 11/233)
Bugün namazda bir sürü hatalar yapılıyor.
Bana bir telefon geldi.” Ben dua ve sûre bilmiyorum. Sübhanekeyi okuduktan sonra Allah Allah diyerek namaz kılıyorum. Kabul olur mu? diye.
Bir bacımız susuz hap atıyorum, oruç bozar mı ? diye soruyordu.
Adam, rahat yatıp kalkacak veya oturabilecek illa sandalyede namaz kılıyor.
Peygamberimiz (sav) şöyle diyor:
-“ Emrolunduğu gibi usulüne uygun kılınmayan namazlar, eski bohçaya sarılıp ahirette sahibinin suratına çarpılacak işte senin kıldığın namazlar denilecek.”
Dinimiz doğru bir şekilde bilinmezse bid’ate düşülür, hurafeler dinden sayılır. Hatta şirke bile düşülebilir.
Bazıları mezhebini bilmiyor. Sorulunca “ o ne? “diyor.
Müslüman şu dört hak mezhepten biri ile amel etmek durumundadır. Hanefi, Şafi, Mâliki, Hanbeli. Öyle kulaktan, ondan bundan duyduğu şeyler değil, bir mezhebin görüşlerine göre dini görevler yerine getirilir.
Sonuç olarak;
Sorunları kolaydan çözmek, kolaydan sorup yapıvermek alışkanlığından vazgeçmeliyiz.
Bilgiyi kaynağından, güvenilir ilmihal kitaplarından ve itikadı düzgün kişilerden öğrenmeliyiz, yoksa İslam’dan da, ibadetten de zevk alamayız. Dinden olmayan şeyleri dindenmiş gibi görürüz.
Bilgisiz insan, günaha girmek için kılıf arar. İstediğine uygun fetva verilsin ister. Dine müdahale etmeye kalkar. Küfre girecek görüşleri benimser. Aslı görevini bile inkar eder “Allah’ın benim ibadetime ihtiyacımı var ?” der.
.
www.mehmetballi.com/Yeter/Din/Ilmihaller/.../hbi_01.html
Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifaye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise f
.FIKIH İLMİ ve İLMİHÂL KİTAPLARI
İnsanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildiren ilme "Fıkıh ilmi" denir. Dînin hükümlerini bilen müctehid âlimlere de "Fakîh" denir. Fıkıh bilgilerini derin âlimler, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır.
Din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Bunun için bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifaye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı aynıdır.
Dinimiz fıkıh ilmine çok önem vermiştir. Nitekim, hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.)
(Herşeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.)
Îmân, i'tikâd bilgilerini anlatan geniş ve derin ilme ise "İlm-i kelâm" denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çoktur. Bu kitâblara, "Akâid kitâbı" da denir.
Amel edilecek, ya'nî kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, "Ahkâm-ı Şer'iyye" denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme "İlm-i fıkıh" denir.
Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitâblara "ilmihâl" kitâbları denir. Her müslümanın, evinde mutlaka ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ilmihâl kitâbından öğrenmesi lâzımdır.
İlmihâl kitabını alırken de rastgele almayıp, dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitâblarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismi ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır.
Allahü teâlâ, kendisine tâbi' olunması için Resûlüne ve âlimlere tâbi' olunmasını istiyor. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki:
(Ey Resûlüm! De ki; "Bana tâbi' olun!") [A. İmrân 31]
(Verdiğimiz bu misâlleri ancak âlimler anlar.) [Ankebût 43]
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43]
Hadîs-i Şerîflerde buyuruldu ki:
(Bilmediklerinizi sâlih [âlim]lerden sorun!)
(Câhillikten kurtulmanın yolu, bilenlerden sorup öğrenmektir.)
(Âlimlere tâbi' olun!)
(Âlimler rehberdir.)
Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din bilgileri ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitâblarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı "ilmihâl" kitâblarından öğrenilir.
Müctehid olmayanların tefsîr ve hadîs kitaplarından fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırkâ" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış ma'nâ çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsîr okuması felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî ma'nâsını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır.
DİN NEDİR?
Soru: Din nedir?
Cevap: Din, insanları saâdet-i ebediyyeye ya'nî sonsuz saâdete, huzura götürmek için Allahü teâlâ tarafından peygamberleri vâsıtasıyla gösterilen yol demektir.
Soru: Resûl ile nebi arasında ne fark vardır?
Cevap: Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere Resûl denir.
Her asırda, en temiz bir veya birkaç insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi' olan, kendilerine yeni bir dîn gönderilmiyen bu Peygamberlere de Nebî denir.
Soru: Bütün peygamberler neleri bildirmiştir?
Cevap: Bütün Peygamberler, Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhiret gününe, Kazâ-kaderin Allahtan olduğuna imân etmeyi bildirmişler, ya'nî hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere inanmalarını istemişlerdir. Fakat, kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır.
Soru: Günümüzde kaç çeşit din vardır?
Cevap: Bugün yeryüzündeki dinler ilâhî ve bâtıl [ilkel] dinler olmak üzere ikiye ayrılır.
Soru: İlkel din nedir?
Cevap: İlkel din, insanlar tarafından uydurulan inanç sistemidir. Zerdüştlük, Taoizm, Konfiçyüstlük, Budizm gibi.
Soru: İlâhî din nedir, kaça ayrılır?
Cevap: Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilen dinlerdir. Semâvî dinler de denilen ilâhî dinler, muharref ya'nî tahrif edilmiş, bozulmuş dinler ve hak din olmak üzere ikiye ayrılır.
Soru: Bozulmuş dinler nelerdir?
Cevap: Bozulmuş dinlerin asıllarını, Allahü teâlâ peygamberleri vâsıtasıyla bildirmiş, sonraları insanlar tarafından değiştirilmiştir. Hıristiyanlık ve Yahûdîlik böyledir.
Soru: Hak din nedir?
Cevap: Hak din ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği şekilde bozulmadan kalan dindir.
Soru: Bugün yeryüzünde hak din var mıdır?
Cevap: Bugün yeryüzünde hak din olarak sâdece İslâm dîni vardır. İlk vahyolunduğu, bildirildiği gibi değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyâmete kadar da devâm edecektir.
Soru: Âhirette kimler ni'mete kavuşacak?
Cevap: Hak dînin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhirette ni'metler, iyilikler verecektir. Farzları yapmayanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhirette cezâlar, acılar tattıracaktır.
Soru: Bugün hak dinden başkasına uyulabilir mi?
Cevap: İslâmiyet geldikten sonra, önceki dinlerin hükümleri yürürlükten kalkmıştır. Buna göre Yahûdîler ve Hıristiyânlar da dâhil bütün insanların İslâmiyeti din olarak seçmeleri gerekmektedir. Nitekim Allahü teâlâ, İslâmiyetten başkasını din olarak kabûl etmiyeceğini bildirmekte, Kur'ân-ı kerimde meâlen, (İslâm dîninden başka din istiyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez, kabûl etmez. İslâm dînine sırt çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehenneme gidecektir) buyurmaktadır. (Âl-i İmrân 85)
ÎMÂN NEDİR?
Soru: Îmân nedir?
Cevap: Îmân, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, deneye ve felsefeye dayanmaksızın, kalb ile tasdîk ve i'tikâd etmek, inanmak, dil ile ikrâr etmek, söylemektir.
Îmân görmeden olur. Çünkü, görerek, düşünerek anlamaya kalkışarak inanmak, îmân olmaz, o şeyi bilmek, anlamak olur. Bu şey de, Allahü teâlânın yarattığıdır. Bunu, O'na ortak yapmış oluruz. Belki de, O'ndan başkasına îmân etmiş oluruz. Akla uygun olduğu için inanırsa, akla îmân etmiş olur. Peygambere îmân etmiş olmaz. Veya, Peygambere ve akla birlikte îmân etmiş olur ki, o zaman Peygambere güven tam olmaz. Güven tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz.
Soru: Îmânı korumak için ne yapmak lâzımdır?
Cevap: Îmânı korumak için îmânı ve îmânı gideren şeyleri, farzları ve harâmları ya'nî dînin emir ve yasaklarını öğrenmek ve bunlara uymak şarttır.
Soru: Müslüman kimdir?
Cevap: Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeylere tereddütsüz îmân edene, müslüman denir. İnandığı hâlde, dînin emir ve yasaklarını yerine getirmiyen mü'min olsa da müslümanlığı tam değildir.
Soru: Îmânla amelin birbiri ile ilişkisi nedir?
Cevap: Îmân, muma benzer; dînin emir ve yasakları, koruyan fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, "İslâmiyet" tir, İslâm dînidir. Fenersiz, muhâfazasız mum çabuk söner. Îmânsız, İslâm olamaz. İslâm olmayınca, îmân da yok olur. Amelsiz, ibâadetsiz îmân sâhibinin, âhirete îmânla gitmesi güç olur.
Îmânın şartları
Soru: Îmânın şartı kaçtır?
Cevap: Îmânın şartı altıdır. Bunlar Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhiret gününe, Kazâ-kaderin Allahtan olduğuna inanmaktır. Buna kısaca Âmentü denir.
Soru: İnanılacak işlerde öncelik var mıdır?
Cevap: Her müslümanın önce îmânın altı şartını bilmesi ve inanması gerekir. Çünkü bir kimsenin düzgün bir îmânı, i'tikâdı yoksa, bu kimsenin yaptığı bütün ibâdetlerin, iyiliklerin hiçbir faydası olmaz. Doğru, düzgün bir i'tikâda sahip olduktan sonra, dînin yasak ettiği şeylerden kaçınıp, dînin emrettiği şeyleri yapmak gerekir. Bu sıraya dikkat edilmezse daha sonra yapılanlar faydasız olur, bir işe yaramaz.
Allahü teâlâya îmân
Soru: Âmentü billâhi ne demektir?
Cevap: Âmentü billâhi ifâdesi, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim, demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir, ya'nî bir yerde değildir. Ayrıca Allahü teâlânın sıfatlarını da bilmek şarttır.
Allahü teâlânın sıfatları ikiye ayrılır: Sıfât-i zâtiyye, sıfât-i sübûtiyye.
Allahü teâlânın sıfât-i zâtiyyesi altıdır. Bunlar:
1- Kıdem, evveli yoktur.
2- Bekâ, sonu yoktur.
3- Kıyâm bi-nefsihi, hiç kimseye muhtaç değildir.
4- Muhâlefetün lil-havâdis, hiç kimseye benzemez.
5- Vahdâniyyet, birdir ortağı, benzeri yoktur.
6- Vücûd, var olmasıdır.
Allahü teâlânın sıfat-i sübûtiyyesi ise sekizdir. Bunlar:
1- Hayât, diridir.
2- İlm, herşeyi bilir.
3- Semi, işitir.
4- Basar, görür.
5- İrâde, dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur.
6- Kudret, herşeye gücü yeter.
7- Kelâm, söyleyicidir.
8- Tekvîn, hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Allahü teâlânın görmesi, işitmesi, insanların görmelerine, işitmelerine benzemez.
Meleklere îmân
Soru: Îmânın ikinci şartı nedir?
Cevap: Îmânın ikinci şartı, meleklere îmândır. "Ve melâiketihi", ben Allahü teâlânın meleklerine inandım, îmân ettim, demektir.
Soru: Meleklerin özellikleri nelerdir?
Cevap: Melekler yiyip içmezler. Günâh işlemezler. Meleklerde, erkeklik, dişilik olmaz. Piyasada birçok yerde kanatlı kadına benzer resimler var. Böyle resimler, Hıristiyan hurâfeleridir. Bize Hıristiyanlardan geçmiştir. Hıristiyanlar, melekleri hâlâ Allahın kızları olarak bilirler, böyle inanırlar.
Bu şekilde inanmak, böyle resimlere hürmet edip, yukarı asmak çok tehlikelidir.
Meleklerin en üstünleri ve peygamberleri Cebrâil, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl aleyhimüsselâmdır.
Kitaplara îmân
Soru: Îmânın üçüncü şartı nedir?
Cevap: Îmânın üçüncü şartı kitaplara îmândır. Âmentüdeki, "Ve kütübihi" ifâdesi, Allahü teâlânın kitaplarına inandım, îmân ettim, demektir.
Soru: Kaç kitap gelmiştir?
Cevap: Kur'ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitaptır. Yüzü küçük kitaptır. Bunlara (suhuf) denir. Ve dördü büyük kitaptır. Bunlardan Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvüd aleyhisselâma; İncîl, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş ya'nî gönderilmiştir. Kitapların hepsini, Cebrâil aleyhisselâm getirmiştir. En son, Kur'ân-ı azîm-üş-şân nâzil olmuştur.
Soru: Kur'ân-ı kerîmin özellikleri nelerdir?
Cevap: Kur'ân-ı kerîm gönderilince, diğer kitaplar neshedilmiş, ya'nî yürürlükten kaldırılmıştır. Kur'ân-ı kerîm, kıyâmete kadar geçerlidir. Nesholmaktan, ya'nî geçersiz olmaktan ve tebdîl ile tahrîften ya'nî insanların değiştirmelerinden korunmuştur.
Kur'ân-ı kerîmde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan dinden çıkar. Hattâ Kur'ân-ı kerîmi Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitap kabûl ettiği hâlde, diğer semâvî kitapların da hâlen yürürlükte olduğunu zannedip, bunlara göre amel edenlerin de, Cennete gireceğine inananlar da İslâm dînine îmân etmiş olmaz.
Peygamberlere îmân
Soru: Îmânın dördüncü şartı nedir?
Cevap: Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere îmândır. Âmentüdeki "Ve rusulihi" kelimesi, "Allahü teâlânın Peygamberlerine îmân ettim" demektir.
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselâm ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ "sallallahü aleyhi ve sellem"dir. Bu ikisinin arasında, çok peygamber gelmiş ve geçmiştir. Peygamberlerin sayısı kesin belli değildir. Kitaplarda, 124 binden ziyâde peygamber geldiği bildiriliyor. Bunlardan 313 veya 315 adedi Resûldür.
Peygamberlerden meşhûr olanlar: Âdem, İdrîs, Şît, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâîl, İshak, Ya'kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şu'ayb, Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa' bin Nûn, İlyâs, Elyesa', Zülkifl, Şem'un, İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, İsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Bunlardan, yalnız 28'nin isimleri Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa', Şem'un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu 28'den Zülkarneyn ve Lokmân ve Uzeyr'in Peygamber olup olmadıkları kesin belli değildir.
Peygamberlerin sıfatları
Soru: Peygamberlerin sıfatları nelerdir ve bunların ma'nâları nedir?
Cevap: Peygamberler de diğer insanlar gibi yer, içer, hasta olur, vefât eder. Hiçbiri aslâ dünyaya muhabbet etmez. Ya'nî dünyayı sevmez. Ancak onları diğer insanlardan ayıran sadece onlara mahsûs ba'zı sıfatlar, özellikler vardır. Peygamberler hakkında bilmemiz lâzım olan sıfatlar ya'nî peygamberlere mahsûs olan özellikler yedidir: Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet, Fetânet, Adâlet, Emn-ül azl
Bunların kısaca ma'nâları da şöyledir:
1- Sıdk: Bütün peygamberler, sözlerinde sâdıktır, ya'nî doğrudur.
2- Emânet: Peygamberler emânete aslâ hıyânet etmezler.
3- Tebliğ: Peygamberler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını ümmetlerine bildirirler.
4- İsmet: Peygamberlerin hepsi, büyük ve küçük, bütün günâhlardan uzaktırlar.
5- Fetânet: Bütün Peygamberler, diğer insanlardan daha akıllıdır.
6- Adâlet: Peygamberler âdildir, kimseye zulmetmezler, doğru hüküm verirler.
7- Emn-ül azl: Peygamberlerden, peygamberlik vazîfesi geri alınmaz.
Âhiret gününe îmân
Soru: Îmânın beşinci şartı nedir?
Cevap: Âmentünün beşinci şartı, âhyret gününe inanmaktır. Âmentüdeki, "Vel-yevmil âhyri" ifâdesi, "Ben, âhiret gününe inandım, îmân ettim" demektir.
Herkes ölüp dirilecektir. Cennet ve Cehennem ve mîzân ya'nî sevâbların ve günâhların tartıldığı terâzî ve Sırât köprüsü, haşr ya'nî toplanmak ve neşr ya'nî Cennete ve Cehenneme dağılmak, hep kıyâmet gününde olacaktır.
Soru: Kıyâmetin büyük alâmetleri nelerdir?
Cevap: Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne inecek, Hz.Mehdî' çıkacak, Deccâl, Ye'cûc ve Me'cûc gelecek. Güneş batıdan doğacak. Dabbe-tül-erd denilen büyük bir hayvan çıkacak. Büyük bir duman her tarafı kaplayacak. Medine-i Münevvere harap olacak ve Ka'be-i Şerîf yıkılacak. Biri Arabistan'da diğerleri doğuda ve batıda olan üç yer batacak. Yemen'de büyük bir ateş çıkacak. Ve nihâyet Sûrun üflenmesi ile dünya hayatı son bulacaktır.
Kabirdeki sorular
Soru: Kabirde ne sorulacaktır?
Cevap: Kabirde sorulacak şeyleri herkesin bilmesi, çocuklarına da öğretmesi lâzımdır. Kabirde şu sorular sorulacaktır:
Rabbin kim? Dînin nedir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? İ'tikâdda ve amelde mezhebin nedir?
Müslümanlar bu sorulara şöyle cevap verirler:
Rabbim Allah, Dînim, İslâm dînidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetindenim. Kitâbım, Kur'ân-ı kerîmdir. Kıblem, Ka'be-i Şerîftir. İ'tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ'attir. Amelde ise Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî, Hanbelî mezheplerinden hangisinde ise onu söyler.
Soru: Kimler kabir sorularına cevap verecek, kimler veremiyecek?
Cevap: Îmân ile ölen cevap verecek, îmânsız ölen cevap veremiyecektir.
Doğru cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir.
Bu suâllere cevap veremiyenler, kabirde azâb görecektir. Cehennemden bir pencere açılacak, sabah akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâbları çekecektir.
Kadere îmân
Soru: Îmânın altıncı şartı nedir?
Cevap: Îmânın altıncı şartı, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır. Âmentüdeki, "Ve bil-kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ" demek, "Hayır ve şer, iyilik ve kötülük, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü teâlânyn takdîriyle, ya'nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vakitleri gelince yaratması ile ve levh-i mahfûza yazmasıyla olduğuna inandım, îmân ettim. Kalbimde, aslâ şüphe yoktur" demektir.
Bu, kazâ kadere inanmak demektir. Kader, bir insanın doğumundan, ölümüne kadar, başına gelecek, işlerdir. Kazâ da, bu işlerin başa gelmesidir.
Soru: Âmentüdeki, Kelime-i şehâdetin ma'nâsı nedir?
Cevap: Kelime-i şehâdetin kısaca ma'nâsı da şöyle:
Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür.
Soru: Îmânın geçerli olması için ne gibi şartlar lâzımdır?
Cevap: Îmânın sahîh, makbûl ve geçerli olması için gerekli şartlardan ba'zıları:
1- Îmânda sâbit olmak: Meselâ üç yıl sonra dînimi bırakacağım diyen, hemen kâfir olur.
2- Havf ve recâ arasında olmak: Ya'nî Allahü teâlânın azâbından korkup rahmetinden ümit kesmemek. Her zaman korku ile ümit arasında olmak.
3- Can boğaza gelmeden îmân etmek: Ölürken, âhiret hâllerini gördükten sonra kâfirin îmânı kabûl olmaz. Fakat o ânda da, müslümanın tevbesi kabûl olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce îmân etmek: Artık o zaman tevbe kapısı kapanır.
5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir: Gaybı Allahtan başkası bilemez. Bir de Allahın bildirdiği peygamber, evliyâ veya başka bir kimse de bilebilir.
6- Îmândan bir hükmü reddetmemek: Küfrü gerektiren şeylerden kaçmak.
7- Dînî bir hükümde şüphe etmemek: Meselâ acaba namaz farz mı, içki harâm mı diye şüphe etmemek.
8- İ'tikâdını, inancını İslâm dîninden almak: Târihçilerin, felsefecilerin değil, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde îmân etmek lâzımdır.
9- Hubb-i fillâh, buğd-i fillâh üzere olmak: Allah için sevmek Allah için düşmanlık etmek. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir.
10- Ehl-i sünnet vel cemâ'ate uygun i'tikâd etmek.
EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂ'AT
Soru: Ehl-i sünnet vel cemâ'at ne demektir?
Cevâb: Hadîs-i Şerîfte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya, Ehl-i sünnet vel cemâ'at, kısaca (Ehl-i sünnet) denir. Ben ehl-i sünnet i'tikâdındayım demek, Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl îmân etmiş ise, nasıl inanmış ise ben de öyle inandım demektir.
O hâlde, Cehennemden kurtulmak için her müslümanın ilk önce Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmesi, daha sonra da dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmesi lâzımdır.
Soru: Ehl-i sünnet olmak için lâzım olan i'tikâd bilgileri nelerdir?
Cevap: Ehl-i sünnet olmak için lâzım olan i'tikâdlardan ba'zıları şunlardır:
Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olup, mahlûk [yaratık] olmadığına inanmak. Eshâb-ı kirâmın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek.
Cennetten Allahü teâlânın görüleceğine inanmak. Ehl-i kıble'yi tekfîr etmemek, ya'nî namaz kılan müslümana işlediği günâhlardan dolayı kâfir dememek. İbâdet îmândan parça değildir. Günâh işliyen mü'mine kâfir denmez. Îmân artıp eksilmez.
Mi'râc rûh ve bedenle birlikte olmuştur. Tasavvufu inkâr etmemek.
Peygamberlerin mu'cîze ve evliyânın kerâmet göstermeleri haktır. Bugün için dört hak mezhebden birine uymak, mezhepsiz olmamak.
Dört büyük halifenin, halîfe olduğuna ve üstünlüklerinin halîfelik sırasına göre olduğuna inanmak. Kabir ziyâreti, peygamber ve evliyâdan yardım istemek câizdir.
Okunan Kur'ân-ı kerîmin ve verilen sadakanın sevâbını ölülere göndermenin câiz olduğuna, bu sevâbların ve duâların ölülere ulaştığına, azâblarının azalmasına sebep olacağına inanmak.
Kabir suâli haktır. Kabir azâbı rûh ve bedene olacaktır. Sırât köprüsü vardır. Şefâ'ate, hesâba ve mîzâna inanmak.
Ba'zı bid'atler
Soru: Bid'at ne demektir?
Cevap: Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attır. Bid'at, sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ müezzinin sadece kâmet getirmesi gerekirken bunun dışında üç ihlâs okuması, tesbih çektirmesi bid'attir.
Peygamberimiz buyurdu ki: (Bid'at sâhibi olanlara, hurmet eden, dirilerini ve ölülerini öven, bunları büyük bilen, islâmı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur.)
Soru: Günümüzde yaygın olarak yapılan bid'atler nelerdir?
Cevap: Günümüzdeki bid'atlerden ba'zıları şunlardır:
1. Namazlardan sonra hemen âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce Salâten tüncinâ ve başka duâ okumak bid'attır.
2. Cenâze olduğunu bildirmek için, minârelerde salât okunması bid'attır.
3. Eli göğse koyarak, selâmlaşmak bid'attir.
4. (Zekeriyyâ sofrası) denilen adak bid'attır.
5. Câmide her namazdan sonra müsâfeha etmek bid'attır. Bayramlarda, câmilerde müsâfeha ederek bayramlaşmak ve namazlardan sonra, âdet etmeden, ara sıra müsâfeha câizdir.
6. İbâdetleri teyp, radyo ve hoparlörle yapmak bid'attır. Televizyondaki imâma uymak câiz olmadığı gibi, bu seslerle ibâdet yapmak da sahîh, geçerli olmaz.
7. Kur'ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi okumak bid'attır. Mûsikîye uyarak tecvîdi bozmak bid'at ve dinlemesi de büyük günâhtır. Kur'ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlikeli bid'attır. Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değiştirip nağmeye, mûsikîye uydurarak okumak harâmdır.
8. Dînî türk mûsikîsi veya tasavvuf müziği bid'attir.
9. Kur'ân-ı kerîmi ücret ile, para ile okumak, bâtıl ve bid'attır.
10. Cenâzede yüksek sesle tekbîr, tehlîl, ilâhîler okumak bid'attır.
11. Mezâr taşına âyet-i kerîme, mubârek isimler, şiir, Fâtiha kelimesini yazmak bid'attır.
12. Ölü evinden yemek, helva dağıtılması bid'attır. Birinci, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elliikinci ve elliüçüncü gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler yapmak ve kabir başında yemek dağıtmak bid'attır.
13. Evliyâ kabirlerinde mum yakmak, çabut başlamak bid'attır.
Küfür nedir?
Soru: Küfür nedir?
Cevap: Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve dînin kesin hükümlerinden birini inkâr etmek, kabûl etmemektir.
Soru: İnsanı küfre, îmânsızlığa düşüren şeyler nelerdir?
Cevap: Dînimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan; kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar. İnsan bir sözle [kelime-i şehâdet ile] müslüman olur. Bir müslüman da, küfre düşüren bir söz söyleyince kâfir olur.
Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Bu sebeple her müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir. İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, şaka olarak da söylense küfür olur. Birkaç misâl:
İnsanlara mahsûs sıfatları Allah için kullanmak küfür olur. Allahü teâlâya, san'atçı demek; Allah unuttu; kaderime küstüm; Allah bizi düğündüğü için göz, kulak vermiş; Allah kuşlara kanat vermeyi ihmâl etmemiş; İlâhi şuur, ilâhî düşünce demek; Allah bana kulum demesin; anladıysam arab olayım; bugünkü Kur'ân noksan demek. Bu işte ilâhi şuuru görüyoruz demek küfürdür. Bunun gibi, Allahü teâlâ için, düşünerek yarattı demek küfürdür. İslâm düşüncesi demek de böyledir. Çünkü, düşünmek insanlara mahsûs şeydir. Dinsizlere şerefli kâfir demek; çalgı âleti ile ibâdet etmek veya ilâhi söylemek; O, cimrilerin Allahı demek. Ağza def-i hâcet lafzı ile sövmek...
Peygamberleri küçültücü şey söylemek, meselâ ilk insan vahşî idi demek. Çünkü ilk insan Hz. Âdem peygamberdi.
Melekleri küçültücü şey söylemek. Meselâ, senin bakışın bana Azrâil gibi geliyor veya çocuk iyi yetişmezse zebâni olur yâhut bu ibâdetin sevâbını melek yazamaz demek.
Âhırette olacak şeylerle alay etmek. Meselâ ben Cenneti istemem, Cehenneme gitmek isterim demek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ya'nî Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş ve islâm âlimlerinin kitapları ile her tarafa yayılmış, inanılması zarûrî olan din bilgilerinden birine inanmamak veya önem vermemek. Meselâ ben cinleri göremediğim için inanmam demek veya kesin harâm olduğu bilinen birşeyi yiyip içerken besmele çekmek.
Küfür sözler
Özürlü kimseler için, îmâlât hatâsı demek; birisini kötülemek gâyesiyle Allahlık Ali Bey demek; namaz kılmam ama, kalbim temiz demek; kendisine Hans, Corc gibi gayrı müslim ismi ile çağırılmasını istemek; mümin için Nuh der, peygamber demez demek; harâm kazanç ile sevâb için kurban kesmek; ecelin hoyrat eli demek.
Harâm iş yapana, ne güzel yaptın demek. Şarap içene, ne güzel içiyor demek.
Bir kimse falcıya gitse, falcı; senin başına şu işler gelecek dese, o da buna inansa, kâfir olur. Çünkü gaybı, ileride olacak şeyleri ancak ve ancak, Cenâb-ı Hak bilir. Bir de sevgili kulları kendilerine bildirildiği kadar bilir.
Müslümana kâfir demek, kâfirlerin âyinlerini beğenmek, Allah baba demek, Allah gökte demek hep küfürdür.
Hocayı kötülemek için hocayla etme pazar, sonunda fetvâya bozar gibi sözlerin çoğu küfürdür, îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebep olur. Bunun için ağzımızdan çıkan söze dikkat etmemiz lâzımdır. Rastgele söz söylememelidir.
Yaratmak kelimesi
Soru: Allahtan başkası için yarattı denir mi?
Cevap: Günümüzde oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bir kelime var. Yaratmak.
Bu kelimeyi Allahü teâlâdan başkası için kullanmak da küfürdür. Çünkü yaratmak, yoktan var etmek demektir. Bu da sâdece Cenâb-ı Hakka mahsûstur. Bu kelimeyi mecâzî anlamda kullanmak da câiz değildir.
Gayrı müslime benzemek
Soru: Gayrı müslimlerin yaptıklarını beğenmek küfür müdür?
Cevap: Gayrı müslimlerin ibâdet olarak yaptıklarını, beğenmek, değer vermek de insanı dinden çıkartır.
Gayrı müslimlerin yaptıkları şeyler iki çeşittir:
Birincisi dinleri ile ilgisi olmayıp âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantalon giymeleri gibi âdet olarak yaptıkları şeylerdir.
İkincisi, dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar başlamaları, bu kısma girer.
Küfür olan, dinden çıkmaya sebep olan şeyler zamanla âdet haline gelse, bir kimse, bunun küfür olduğunu bilmeden kullansa yine dinden çıkar.
DİNDE İBÂDETİN YERİ
İbâdetlerin önemi
Soru: İbâdet nedir?
Cevap: İslâmiyete uymaya, ibâdet etmek denir. Müslüman, Allahü teâlâ emrettiği için, vazîfeleri olduğu için ibâdet eder. İslâmiyetin emirlerinde ve yasaklarında, kulların dünyaları ve âhyretleri için nice faydalar bulunmakla berâber, ibâdet ederken, Allahü teâlânın emri olduğunu, kulluk vazîfesi olduğunu düşünmek, niyet etmek lâzımdır.
Böyle düşünmeden yapılan iş, ibâdet olmaz. Din ile ilişiki olmıyan bayağı bir iş olur.
Meselâ, namaz kılan kimse, Allahü teâlânın emrini yerine getirmeyi ve kulluk vazîfesini yapmayı niyet etmeyip, namazın bir spor olduğunu düşünürse, ibâdet etmiş olmaz, spor yapmış olur.
Oruç tutanyn da, yalnız mideyi dinlendirmeyi, perhîz yapmayı düşünmesi, orucun sahîh ve kabûl olmamasına sebep olur.
Soru: Îmândan sonra ilk lâzım olan nedir?
Cevap: Her müslümanın, doğru, düzgün bir îmâna sahip olduktan sonra, müslümanlığı ya'nî dînin emir ve yasaklarını iyice öğrenmesi lâzımdır. Çünkü dînini bilmeyen kimse, her an yanlış birşey yapıp dinden çıkabilir. Peygamber efendimiz, (İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz) buyurmuştur.
Din, en güzel, en doğru şekilde ancak ilmihâl kitaplarından öğrenilir.
İlmihâl kitabı, bir müslüman için öğrenilmesi zarûrî olan îmân ve ibâdet bilgilerini anlatan kitaptır. Bunun için her müslümanın elinin altında, gerektiğinde bakabileceği güvenilir bir ilmihâl kitabı bulundurması lâzımdır.
Soru: Tefsîr ve hadîs kitaplarından din öğrenilir mi?
Cevap: Tefsîr ve hadîs kitaplarından din öğrenilmez. Birinin önüne tefsîr kitabı koyup bunu oku, dîni öğren demek, ilk okul çocuğunun önüne yüksek matematik kitabını koyup buradan matematik öğren, demek gibidir.
Soru: Îmân edip, ilim öğrendikten sonra ne yapmak lâzımdır?
Cevap: Îmân edip gerekli ilimleri öğrendikten sonra, ibâdet yapmak lâzımdır. Böyle yapılmazsa bu da tehlikelidir. Bunun için îmâna kavuştuktan sonra, farzları yapıp harâmlardan kaçınmak lâzımdır. Her mü'min, farzları ya'nî cenâb-ı Hakkın emirlerini yapmaya ve harâmlardan ya'nî yasak ettiği şeylerden kaçınmaya mecburdur. Bir müslümana îmândan sonra farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek de farzdır.
Soru: Dînin emirlerini yapmakta bir sıra var mıdır?
Cevap: Dînin emir ve yasaklarını yapmakta da sıra vardır. Îmân ettikten sonra, önce harâmları, sonra da farzları öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Farzları yapmayan mü'minlerin, sünnetleri, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz. Ya'nî bunlara sevâb verilmez.
Bir kimse, bir farzı özürsüz terk ederse, bu farz borcunu ödemedikçe, bu cinsten olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevâb verilmez.
Meselâ, zengin bir kimsenin zekât borcu var. Zekât borcu olduğu hâlde, hayır hasenat yapıyor, sadaka veriyor. Hâliyle zekâtını ödemediği için bunlardan hiç sevâb alamaz. Çünkü, cenâb-ı Hak bundan önce zekât vermesini istiyor.
İbâdetlerde niyetin önemi
Soru: İbâdetlerdeki niyetin önemi nedir?
Cevap: Müslüman her işinde, "Ben bunu ne için ve kimin için yapıyorum" diye düşünmesi lâzımdır. Mubâhları yaparken de niyeti düzeltmek lâzımdır. Mubâh, dînimizce emir veya yasak edilmiyen şeylerdir. Bunlar iyi niyetle yapılırsa sevâb, kötü niyetle yapılırsa günâh olur.
Meselâ bir kimse, övünmek, hava atmak, gösteriş yapmak için veya kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günâh işlemiş olur. Ancak, bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirken de maksadı, câmiye saygı, câmide yanında oturan müslümanları incitmemek, temiz, sıhhatli olmak, islâmın haysiyetini, şerefini korumak ise, her niyeti için ayrı sevâb kazanır.
İnsan, mubâh bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır.
Niyeti, yalnız Allahü tealâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i Şerîfte, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu. Ya'nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, yaptığı hayırlara, ibâdetlere, malına, rütbesine bakarak sevâb vermez.
Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yaptığına bakarak, sevâb veya azâb verir.
Günâhlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günâh olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadîs-i şerîfi, ibâdetlere ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir.
İyi niyetle harâm işlenir mi?
Soru: Harâmlar iyi niyet ile işlenebir mi?
Cevap: Harâmlar iyi niyet ile yapılsa da, asla mubâh olamaz. Ya'nî harâmlara hiçbir zaman sevâb verilemiyeceği gibi, özürsüz harâm işleyen, muhakkak günâha girer. İyi niyeti, onu günâhtan kurtarmaz. Bir kaide vardır dînimizde: "Harâm işliyerek ibâdet yapılmaz!"
Meselâ, birisine farz olan emr-i ma'rûfu yapmak, ya'nî islâmiyeti anlatmak için, ona yakınlaşmak maksadıyla, onunla beraber içki içemez. Burada iyi niyetin yeri yoktur.
İbâdetleri harâm işliyerek yapmak câiz değildir. Harâm işliyenlerin ibâdetleri sahîh, ya'nî geçerli olur. Ya'nî borçlarını ödemiş olurlar ise de, sevâb kazanmazlar.
Harâm, iyi niyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur.
Harâmdan kaçmak
Soru: Harâmdan kaçmaya sevâb verilir mi?
Cevap: Allahü teâlâdan korkarak, harâmdan, O yasak ettiği için sakınan, vazgeçen sevâb kazanır. Başka bir sebep ile harâm işlemezse günâhından kurtulur, sevâb kazanmaz.
Harâm olan birşeyi, meselâ içkiyi, din yasak ettiği için değil de midesine dokunduğu için içmese, bu kimse sevâb alamaz.
Harâma helâle dikkat etmiyen ba'zı kimseler, (Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allah kalbe bakar) diyorlar. Bu söz dîne aykırıdır. Bir kişinin kalbinin doğru ve temiz olduğuna alâmet, dînin emir ve yasaklarına uymasıdır. Böyle söyliyenlerin maksadı, müslümanları aldatmaktır. Bunların bu sözlerine değer verilmez. Günâhlar içinde yüzen kimsenin, benim kalbim temiz demesi, lağım çukurundan çıkartılan kimsenin, "Benim üzerimde birşey yoktur. Elbiselerim tertemizdir" demesine benzer.
Niyet Kötü Olursa!
İbâdetleri yaparken kötü niyet karıştırmamalıdır. Farzlar yapılırken, kötü niyetler de karışırsa, borç ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olursa da, bildirilen o büyük sevâba kavuşamaz.
Meselâ kişi başkalarının da görmesi için namazını herkesin gözü önünde kılarsa veya yalnızken çabuk çabuk kıldığı hâlde, başkalarının yanında uzun ve ta'dili erkân üzere kılarsa, ibâdetine kötü niyet karıştırmış olur.
Niyeti düzeltmek için
Soru: Niyeti düzeltmek için ne yapmalıdır?
Cevap: Düzgün niyet edilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz. Bunları yapabilmek için de ilim lâzımdır. Hadîs-i Şerifte, (Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır) buyuruldu. Câhil sofu, şeytanın maskarası olur.
İslâmiyete uymıyan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye de sevâb verilmez.
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâb kazanmak niyeti ile farzları, sünnetleri yapmağa ve harâmlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa, ya'nî ahkâm-ı islâmiyeyi yerine getirmeye (İbâdet etmek) denir.
Din bilgileri
Soru:Din bilgileri akıl ile anlaşılır mı?
Cevap: İslâm bilgileri ikiye ayrılır: Madde, fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakil ile anlaşılır.
Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i Şerîflerdir. Madde ve fen bilgileri his organları ve akılla anlaşılır.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlıyamaz.
Akıl ve nakil
Akıl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez.
Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez.
Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle ya'nî peygamber efendimizden bildirilenlere uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.
Ef'âl-i mükellefîn
Soru: Mükellef kime denir?
Cevap: Akıllı ve bülûğ ya'nî ergenlik çağına giren erkek ve kadınlara "Mükellef" denir. Mükellef olan kimse, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından sorumludur. Dînimizde, mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emrolunmuştur.
Soru:
Ef'âl-i mükellefîn nedir?
Cevap: Ef'âl-i mükellefîn, dînimizin emirlerinden ve yasaklarından sorumlu olan kimselerin yerine getirecekleri vazîfelerin hükümlerini belirten bir terimdir. Bir kimsenin her türlü davranışı bunlardan birinin içine girer. Ef'âl-i mükellefîn sekizdir:
1- Farz: Dînimizin, yapılmasını açıkça ve kesin olarak emrettiği şeylere farz denir. Farzları terketmek harâmdır. İnkâr eden, kabûl etmiyen kâfir olur. Dinden çıkar. Farz iki çeşittir: Farz-ı ayn: Müslümanın bizzat kendisinin yapması lâzım olan farzdır. Meselâ, beş vakit namaz kılmak. Ramazan ayında oruç tutmak farz-ı ayndır. Farz-ı kifâye: Müslümanlardan bir kaçının veya sadece birisinin yapması ile, diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Meselâ, cenâze namazı kılmak, cihâd etmek farz-ı kifâyedir.
2- Vâcib: Farzdan sonra gelen emirlerdir. Bayram namazı kılmak, kurban kesmek, vitir namazı, fitre vermek vâcibdir. Vâcibi terk etmek, tahrimen mekrûhtur.
3- Sünnet: Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü, yâhut devam üzere kendisinin yaptığı veyâhut yapyılırken görüp de mâni olmadığı şeylere denir. Sünnet iki çeşittir:
Sünnet-i müekkede: Peygamber Efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri kuvvetli sünnetlerdir. Ezân okumak, cemâ'atle namaz kılmak gibi.
Sünnet-i gayrı müekkede: Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile ara sıra terkederek yaptıklarıdır. İkindi ve yatsı namazlarının dört rek'atlık ilk sünnetleri böyledir.
4- Müstehab: Buna mendub da denir. Sünnet-i gayrı müekkede hükmündedir. Peygamber efendimizin ara sıra yaptıkları ve sevdikleri, beğendikleri husûslardır.
5- Mubâh: Yapılması emir olunmıyan ve yasak da edilmiyen şeye mubâh denir. Ya'nî günâh veya sevâb olduğu bildirilmemiş olan iştir. Yapanın niyetine göre sevâb veya günâh olur. Yiyip içmek, uyumak, giyinmek gibi işler mubâhtır.
6- Harâm: Dînimizin "yapmayınız" diye açıkça yasak ettiği şeylerdir. Harâma, helâl diyenin ve helâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur.
7- Mekrûh: Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylerdir. Mekrûh iki çeşittir: Tahrimen mekrûh: Harâma yakın olan mekrûhtur. Bunları yapmak azâba sebep olur. Tenzîhen mekrûh: Helâle yakın olan, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan işlerdir.
8- Müfsid: Meşrû olan bir işi veya başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeydir. Namazda gülmek, oruçlu iken bilerek birşey yemek ve içmek gibi.
.
kitap.mollacami.com › MEZHEPLER DOSYASI › MAKALELER
Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile a
.
Fıkıh öğrenmenin önemi 19 OCAK 1998
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır.
Öğrenilmesi farz veya vacip olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günahtır. Bunun için bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın, İslâmiyette şahitliği kabul edilmezdi. Eskiden, kâdı, mahkemede şahitlere itiraz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahitliğini kabul etmezdi.
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır.
Kur'an-ı kerimden, namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'an-ı kerimin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'an-ı kerimi ezberlemek, hafız olmak farz-ı kifayedir.
Din nereden öğrenilir?
İbadetler ve alış-veriş için lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helalden, haramdan ikiyüzbin meseleyi ezberlemek lazımdır. İlmihallerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse, bu kadar meseleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifayedir. Herkese, işine göre, lüzumlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'an-ı kerimi ezberlemekten daha iyidir.
Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir.
Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek caiz değildir. Tefsir ilminin kaideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her ayetin çok tefsiri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.
Önce, imanı ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifayedir.
Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Ayetten ve hadisten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicri dördüncü asırdan sonra, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı.
Farz-ı kifaye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nafile ibadet olur. Namaz kılacak kadar Kur'an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur.
Mealden din öğrenmek
Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir. Ayrıca, müctehid olmayanların, tefsirden, mealden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsirden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz!
Zaten, meal, tefsir okumayı tavsiye edenlerin gerçek niyeti, dini öğretmek değildir. Herkes, zekâsına, bilgisine göre birşeyler anlasın, ortalık curcunaya dönsün, Hıristiyanlarda olduğu gibi İslâmiyetin sadece ismi kalsın. İstedikleri bu...
Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Bugün biri çıkıp böyle bir iddiada bulunsa, ben anayasadan başka birşey tanımam dese, bu konuşması iyiye alamet değil deyip, adamı palas pandıras akıl hastanesine atmazlar mı?
.
.
www.ihvanlar.net/.../fikih-ilminin-onemi-ve-fikih-alimlerinin-dereceleri/
5 Nis 2014 - Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur'an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas
-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi gen
.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
Yüce Allah buyuruyor:
Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)
Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
www.yeniumit.com.tr/konular/detay/mantik-fikih-munasebeti-uzerine
Dâl bi'd-delâleyi kıyas-ı celî kabilinden saymak doğru değildir. ... el-Mustasfâ'sının Mukaddime'sini Mantık İlmi'
.
MANTIK-FIKIH MÜNASEBETİ ÜZERİNE
Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu
Her medeniyetin iftihar ettiği, nevi şahsına münhasır bazı değerler vardır. Fıkıh ve Usûlü Fıkıh da, bizim medeniyetimizin en belirgin değerlerindendir Öyle ki, eğer geçmişimiz itibarıyla bizim medeniyetimize bir isim bulmak icap etseydi, ona "Fıkıh" veya "Usûl-ü Fıkıh" medeniyeti demek uygun olurdu...
|
Fıkıh usûlü, şer’î hükümlerin delillerini ve bu delillerden hükümlerin nasıl çıkarıldığını incelemeyi konu edinir. Bundan dolayı da Kitap ve Sünnet’teki ibarelerin mantuku, delâletleri, ibarelerde geçen kavramların tanımları; kavramların birbiri ile ilişkisi, türleri, olumlu ve olumsuz karşılık ve karşıtları; terimlerin hakikat, mecaz, hass, âmm, müşterek, hakikat ve mecaz kısımları; hangi hükümlerden nelerin nasıl çıkartılacağı, bu yapılırken illetin tespiti; naslar arasında tearuz, istisna; çıkan hükmün veya ortaya konulan delilin kuvvet ve bağlayıcılığının vs. incelenmesi gerekir. Bunu başarmak için mantık gücü de devreye girer. İşte fıkıh usulcüleri eserlerini kaleme alırlarken, genelde, bu gücü yer yer devreye sokmayı başarmışlardır.
Biz burada, mantığın fıkıh usûlündeki yeri ve önemini kavramlar, önermeler, dil-mantık ve deliller alt başlıkları halinde inceleyip, sonunda bir genel değerlendirmede bulunmaya çalışacağız.
1. Kavramlar Açısından
Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh kitaplarında (mesela, lafız, delil, nikah, talak, hadd, vergi, bey’, icâre, vekâlet, şirket gibi) çok sayıda kavramın tanımı, tasnifi ve tahlilinin yapıldığını görmekteyiz. Bunlar yapılırken yer yer kavramın diğer ilimlerdeki uzantılarına veya yerine işaret edilerek fıkıh usûlünün, tefsir, hadis, belagat, dil bilim, mantık ve münazara (tartışma ilmi / ilm-i âdâb) ile olan ilişkisi kurulur.
Fıkıh usûlünde bazı kavramlar mantıkta işlenen boyutu aşılarak açıklanır. Bi’l-ibâre, bi’l-işâre, bi’d-delâle ve bi’l-iktizâ delâlet örneklerinde, beyan çeşitlerinde bunu görebiliriz.1 Re’y-kıyas, kaza-fetva, ta’zir-hudûd sözcüklerinde görüldüğü gibi, bazı kavramlar arasındaki farka da işaret edilir. Mantıkta “kavramlar arası ilişkiler” konusunu ilgilendiren bu işlem, kavramlar mantığı açısından önemlidir.
Fıkıh usûlünde Kitap ve Sünnet’teki nassların delâlet ve sübûtları açısından dört grupta değerlendirilmesi, hükümlerin bilgi değeri ve mantıksal gücü açısından derecelendirilmesine imkan açtığından dolayı, önemli görülmektedir. Usul kitaplarında yer alan şu cümleler kavramlar mantığı (lafızlar) açısından ayrı bir önem arz etmektedir:
“Âmmın hükmü, efradı hakkında kat’ıyyü’s-sübût olmasıdır. Yani âmm bir nassın hükmü, delâlet ettiği fertlerin hepsine birden şamil olur.
Yine âmm, delil-i zannî ile tahsis edilemez. Çünkü âmm kuvvetlidir, fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur, zayıf olan bir delil ile kayıt altına alınması uygun değildir.
Âmm olan lafızlar, yalnız üçe kadar tahsis edilebilir, ondan fazla edilemez. Çünkü çoğulun en azı üçtür.2
Nass zâhire, müfesser nassa, muhkem de müfessere tercih olunup diğeri istidlalden sâkıt olur.
Bir lafızda hakikî mana ile mecazi mana ictima’ edemez (birleşemez).
Dâl bi’l-ibâre ile dâl bi’l-işâre arasında tearuz görülse baştaki tercih olunur. Çünkü sevk-i kelamdan asıl maksat olan, dâl bi’l-ibâredir.
Dâl bi’d-delâleyi kıyas-ı celî kabilinden saymak doğru değildir.
Dâl bi’l-iktiza ile istidlal, geçerli bir akıl yürütmedir.
İsimde iştirak hükümde müsâvâtı müstelzim değildir. (Yani bir lafza verilen hükmü onun eşseslisine de vermek gerekmez.)
Beyan-ı tağyir, daima tağyir ettiği söze muttasıl olur, ondan ayrılmaz.”3
2. Önermeler ve Dil-Mantık Açısından (Lafız-Mânâ)
Cümlenin içerdiği anlam veya ifade ettiği mana, harflere göre değişeceğinden bazı fıkıh usûlü kitaplarında, harf ve edatların (ba, min, an, alâ, fî gibi meânî harfleri ve zarflarının) özellikleri, cümleye kattıkları anlam ve kullanım şekilleri üzerinde önemle durulmaktadır4 ki bunu önermeler ve çıkarım mantığı açısından önemli görmekteyiz.
Söz konusu kitaplarda ikrar, bey’, şirâ, icare, hibe, vakıf, vasiyet, talak, liân, zıhar konularında kullanılan sözcükler ve ifadelerin çoğu ince dil tahlillerini içermekte ve bu tahlilleri bilmeyi gerektiren nitelik arz etmektedir. Yine lafız-mana ilişkisi (lafızların manaya vaz’ları, açık/vâzıh bir tarzda delâletleri, açık veya kapalı halde kullanımları, hangi maksatlarla söylenmiş olduklarını) çeşitleri ve örnekleri ile birlikte incelenir ki bunun dil ve mantık açısından önemli ve değerli olduğunu belirtmek gerekmektedir. Dinde önemli yeri olan emir ve nehiy lafızları üzerinde daha ayrıntılı bilgi verilir.
Fıkıh usûlü kitaplarında, mutlak ile mukayyedin mahiyetleri ve hükümleri ile ilgili aktarılan bilgiler, mantıkta “Mutlak Olarak Söyleneni Bazı Kayıtlamalarla (veya tersi) Söyleme” (Secundum Quid)5 yanlışını anlamamıza yardımcı olacak niteliktedir.
Söz konusu kitaplarda, deliller arasında tearuz ortaya çıkınca neyin neye tercih edileceği konusunda da kesin kurallar sunulmaktadır. Burada yer alan, “İki delilin metinleri arasında tearuz bulunsa, nass zahire, müfesser nassa, muhkem müfessere, hakikat mecaza, sarih kinayeye, dâl bi’l-ibâre dâl bi’l-işâreye, dâl bi’l-işâre dâl bi’d-delâleye dâl bi’d-delâle dâl bi’l-iktizâya tercih olunur.” ifadesinin dil ve mantık açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. Zira bunlardan, önce gelen ikinciye göre daha açık, daha sağlam, daha belirgindir. Mantık da tabii ki açık olanı kapalı olana, sağlam olanı zayıf olana, belirgin olanı da belirgin olmayana karşı üstün tutacaktır.
3. Deliller Açısından
İlgili kitaplarda fıkıh usûlünün konusunun, “Şer’î hükümleri ispata vasıta olmaları itibariyle şer’î delillerdir; bu ilimde bütün şer’î hükümlerin ve delillerin ahvalinden bahis olunur.” Usûl-ü fıkhın konusu bazı âlimlere göre edille bazılarına göre ise ahkâmdır. İkisini cem ederek usûl-ü fıkhın konusu edille ve ahkâmdır, (Bkz. Seyyid Bey, Medhal, s. 72) şeklinde belirtilmesi, bu ilimde asıl vurgunun yargı (hüküm, hükmün delilleri, hüküm çıkarma metotları, hüküm çıkaran) ve delillere yapıldığını göstermektedir. Mantık da geçerli delilleri incelemeyi konu edindiğine göre, fıkıh usûlü için mantık vazgeçilmez olacaktır. Bundan dolayı Gazali, İslâm Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi olarak görülen meşhur el-Mustasfâ’sının Mukaddime’sini Mantık İlmi’ne ayırmış ve bu ilmi yeterince bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini belirtmiştir.6
Klasik mantık, akıl yürütmede esas olarak (dedüksiyonun en önemli kısmını oluşturan) kıyası almıştır; asıl gâye kıyası incelemektir. Diğer iki akıl yürütme şekli7 tümevarım ve analojiye klasik mantıkta fazla önem verilmemiştir. Fıkıhtaki kıyas analojiyi esas alır. Fetva veya hükümlerde ağırlıkla temsil (analoji) metodu kullanılmaktadır.8 Mesela bu, ganimet, bey’, icâre, gasp ve itlâf gibi konularda daha açık bir şekilde görülmektedir. Mesela nikâhta denklik konusunda olduğu gibi, bazı hükümlerin delilleri, yanlış analojiye veya yanlış nedene9 dayandırıldığı için bazı fukaha tarafından reddedilir veya reddedenlerin görüşleri nakledilir.10
Analoji, tümevarıma dayanan bir dedüksiyondur. Fakat varsayımsal bir dedüksiyondur. Yani hareket noktası olan genel fikir varsayılmıştır. Aralarında benzerlik görülen iki olay arasında fark olabilir. Bu nedenle analoji ile elde edilen sonuç daima zanni (olası, muhtemel) olarak kalır, zorunluluğu gerektirmez. Fakat bu varsayım ispat edilirse kanun halini alabilir. Aşağıdaki fıkhî kıyasta, biranın haram olduğu hükmü, sarhoş edici özelliğinden dolayıdır. Ama sarhoş etme illetinin tespiti için bira yoklanır (istikra) veya incelenir; onda bu özellik bulunursa, genele (sarhoş edici maddelere) verilen hüküm (haram) ona da verilir. Bu yapılırken hem tümevarıma, hem de tümdengelime başvurulduğu doğrudur. İçeceklerin bir bir yoklanarak hangilerinin sarhoş edici olduklarını tespitte endüksiyon, bundan şu şekilde dedüktif kalıba sokularak bir çıkarımda bulunmak ise dedüksiyondur.
Tüm sarhoşluk veren maddeler haramdır; |
(B.Ö, Asl) |
Bira şarhoşluk veren bir maddedir; |
(K.Ö, Fer’) O.T. Altı çizili olan “sarhoşluk verme” |
O halde bira da haramdır. |
(Sonuç) |
Fıkıhtaki kıyası, analojiyi temel alıyor diye sağlam olmayan bir delil getirme tarzı olarak görmek yanlıştır. Yukarıda bira örneğinde belirttiğimiz gibi, fakihler kıyaslarını dedüktif kalıba dökerek ifade ederler. Onu, doğrudan, bilimlerde kullanılan analoji gibi görmek doğru değildir. Onda da kıyasın formel şartlarına veya bilinen sekiz kuralına uyulur. Örneğin hiçbir fıkhi kıyasta üçten az terimle kıyas kurulmaz, orta terim sonuçta bulunmaz, yine orta terim iki öncülde de tikel olarak alınmaz, olumsuz iki öncülden sonuç çıkarılmaz veya olumlu öncülden olumsuz sonuç çıkarılmaz vs. Fıkıh usulcüleri, kelâmcılar ve bu konuya hassasiyetle eğilen İbn Teymiyye, fıtrata, dine ve kullanıma daha uygun ve daha sağlam olduğu gerekçesiyle temsili, gerçek kıyas olarak görmektedirler.11
Fıkhî kıyasta dedüksiyon ve analojinin kullanıldığını, analojide de endüktif yoklamanın varolduğunu haliyle bu tür kıyasın, akıl yürütmenin üç şeklini de içerdiğini; biçim olarak geçerli olduğunu, içerik olarak ise konunun fıkıhçıların değerlendirmesine bırakmak gerektiğini belirtmek isteriz.
Usul kitaplarında, içtihatta12 bulunurken, fetva verirken, daha genel bir deyişle hüküm verirken önemle altı çizilen hususlar, mantıksal açıdan değerli ve önemli görülmektedir. Şöyle ki, kişi kafasının estiği şekilde keyfî fetva vermemelidir. İslâm geleneğinde ulemanın bu konuda ne kadar dikkatli davrandıkları ortadır. Karar verecek konumda olanların bilgili, dirayetli, samimi, maddi ve manevi sorumluluk hissiyle dolu, konuyu ciddi araştıran, alternatifleri iyi değerlendiren, ihtiyatlı ve konuştuğu alanda ihtisas sahibi olmaları gerekmektedir.
Fıkıh usûlü kitaplarında, varlığına delil bulunamayan herhangi bir şeyi kabul etmeme “İstidlal bi ademi’l-medârik”13 olarak tanımlanıp, bunun yanlış bir akıl yürütme şekli olduğu belirtilir. Çünkü delilin yokluğundan medlulün yokluğu lazım gelmez.
Deliller arasında tearuz konusu açıklanırken “Herhangi bir hadise hakkında delillerin kesretine değil kuvvetine bakılır. Bir kuvvetli delil, birçok kuvvetsiz delillere tercih edilir. Mesela bir kat’î delil yanında zannî delillerin hükmü olamaz.”, “İki rivayet mütearız olunca, bunlar ile ihticac sâkıt olur. Bir şey hakkında ihtimal sabit olunca onunla istidlâl sâkıt olur.” gibi cümleleri içerik mantığı açısından önemli görmekteyiz.
Yine Fıkıh Usûlü kitaplarında, (fıkhın esaslarını teşkil eden usûl ve delillerin birer zübdesi mesabesinde olan ve sağlam delillere istinat eden, birçok hadiselerin hükümlerini belirlemeye yardım ederek hukukçular için birer rehber mesabesinde bulunan) Kavâid-i Külliye’nin maddelerinin örnekleri ile açıklanışını usûl ve mantık açısından önemli görmekteyiz. Mecelle’de, mantıksal açıdan bize daha çarpıcı gelen veya mantıkçının dikkatini daha celbeden bazı ifadelere burada yer vermek istiyoruz:
“Alâ hilâfi’l-kıyas sabit olan şey, saire makîsun aleyh olamaz.”
“İçtihat ile diğer içtihat nakz olunmaz.”
“Adetin delaleti ile mana-yı hakiki terk olunur.”
“İtibâr, galib-i şayiâdır, nadire değildir.”
“Asl sabit olmadığı halde, fer’in sabit olduğu vardır.”
“Kelamın i’mali (kullanımı) ihmalinden (terkinden) evlâdır.”
“Mânâ-yı hakikî müteazzir oldukta mecaza gidilir.”
“Tevehhüme i’tibar yoktur.”
“Zahiren sabit olan bir ilim ile, yakinen sabit olan bir ilim arasında fark vardır.”
“Bir hükmün illeti ile hikmeti arası tefrik olunur.”
Ayrıca şu kaidelerin14 de dil ve mantık açısından tahlil edilmesi ve öneminin açığa çıkartılmasının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
“Şek ile yakîn zail (yok) olmaz.”
“Asıl sâkıt olduğunda fer’i dahi sâkıt olur.”
“Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey dahi bâtıl olur.”
“(Eğer nass yahut delâlet yoluyla kayıtlama bulunmuyorsa) mutlak, ıtlakı üzere cari olur.” “Burhan ile sabit olan şey, ıyanen sabit gibidir.”
“Tenâkuz ile hüccet kalmaz.”
“Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur.”
“Meçhûlü dava fâsittir.”
“Bir kimse hakkında ‘muradı, maksadı şudur’ diye vuku bulacak dâvâ bâtıldır.”15
“Dâvâda tenakuz bulunmaması şarttır; bulunursa dâvâ sahîh olmaz.”
“Tenakuz, müddeînin kizbini gösterir.”
“Beyyinelerin tearuzu, dâvânın istimaına mâni olur.”
“ Şehadetin mahsûsa ve mütevâtire muhalif olmaması şarttır.”
“Şehadette tenakuz bulunmaması şarttır.”
Sonuç olarak söyleyecek olursak, Fıkıh Usûlü kitaplarında, lafız, mefhûm, delâlet, hüküm, kıyas terimlerinde olduğu gibi bazı kavramların, çeşitleri ve örnekleri ile birlikte ayrıntılı biçimde açıklanması, mantığın fıkıh, özellikle fıkıh usûlü için son derece önemli olduğunu göstermektedir. Zira kavramlar, önermeleri/hükümleri iyi anlamamıza, bunu başarmak da, daha sağlam çıkarımlarda bulunmamıza hizmet etmektedir. Söz konusu kitaplar kaleme alınırken, bu bilinçle, mantığın sürekli devrede tutulduğunu düşünmekteyiz. Böylece, bu eserlerde delâlet, hüküm, mübahase, istidlal, illet, mefhum, lafız, münazara, muaraza, men, münakaza (nakz), mukaddime ve çeşitlerinde olduğu gibi birçok kavram aynen mantıktaki gibi ve buna ilave olarak fıkıh ilmiyle ilişkisiyle birlikte tanıtılır. Bu tanım ve tanıtma yapılırken, büyük ölçüde, mantıktaki tanımın formel şartlarına uyulduğu görülmektedir.
Ayrıca, fıkıh usûlü eserlerinde yer alan şu bilgi ve açıklamaları, mantıksal açıdan önemli, değerli ve mantıktaki konuları anlamaya katkı verici nitelikte görmekteyiz:
1) Âmm
2) Lafz-ı Müşterek
3) Delâlet (-i lafz)
4) Harfler, edatlar ve zarflar
5) Bazı kıyas (analoji)ları red ve def’e müteallik mübahase yolları
6) İlm-i münazara (tartışma)nın şartları ve âdâbı
Fıkıh kitaplarında ikrar, bey’, şirâ, icare, hibe, vakıf, vasiyet, talak, liân, zıhar konularında kullanılan sözcükler ve ifadelerin çoğu ince dil tahlillerini içerdiğinden, bunlardaki bazı incelikleri anlama ve anlatmada mantık birikimi kendini hissettirmektedir.
Yine söz konusu kitaplarda harf ve edatların özellikleri, cümleye kattıkları anlam ve kullanım şekilleri ile ilgili olarak sunulanlar, dil ve mantık açısından, özellikle önermeler mantığı açısından, oldukça faydalı nitelikte görülmektedir. Ayrıca, kitapta, deliller arasında tearuz ortaya çıkınca hangi delilin diğerine tercih edileceği konusunda sunulan kuralların da dil ve mantık açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.
Fıkıhçıların, içtihatta bulunurken, fetva verirken, daha genel bir deyişle, hüküm verirken önemle altını çizdikleri hususlar, mantıksal açıdan çok değerli ve önemli görülmektedir. Kavaîd-i Külliye’nin maddelerinin örnekleri ile açıklanışını da usûl ve mantık açısından faydalı görmekteyiz.
* Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
iemiroglu@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. Örneğin bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basımevi, İstanbul 1967, c. I, s. 87-91, 95-98.
2. Bkz.: Bilmen, Kâmus, c. I, s. 71
3. Buna Kur’ân’dan bir örnek gösterilebilir: “Güç yetiren kişiye Allah için haccetmek gerekir.” (Âl-i İmrân, 3/97)
4. Bkz. Bilmen, Kamus, I, 108-132.
5. Bkz. Emiroğlu, İbrahim, Mantık Yanlışları, Ankara, 2004, s. 130.
6. Gazali, Ebu Hamid Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1937, c. I, Mukaddime, s. 7.
7. Akıl yürütmenin bu üç şekli için bkz. Emiroğlu, İbrahim, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, Bursa 1999, s. 153 vd.
8. (Fıkıhta) kıyas bir delil-i zannîdir. Kıyasın hükmü, ta’diyedir; asıldaki hükmün, fer’e de nakledilmesidir.
9. Mantıkta buna, Neden Olmayanı Neden Olarak Alma (False Cause, el-ahzü mâ leyse bi illetin illeten) Yanlışı denir. Bkz. Emiroğlu, Mantık Yanlışları, s. 161 vd.
10. Zira eş adaylarında başta dini olmak üzere, sosyal, kültürel yakınlık, eğitim seviyesi, ekonomik imkanlar vs. aranacağına, sözgelimi, boy ve kilonun ön plana çekilmesi, meselâ, “Bir önceki gelinimiz güneyliydi ve biraz kiloluydu; bu gelin adayımız da güney illerimizden ve hafif kilolu, öyleyse bu da birinci gelinimiz gibi iki senede ayrılır.” şeklinde yanlış bir analojide bulunmayı tabiî ki bir fıkıhçı kabul etmeyecektir. Zira o, isabetli bir evlilik kararı ve evliliğin huzur içinde devam etmesi için fıkıhta belirlenen kefaet (denklik) ölçülerini büyük bir hassasiyetle günümüze de uyarlama çabası içinde olacaktır.
11. Bu hususta çeşitli fıkıh usûlü kitaplarına ve kelâm eserlerine bakılabilir. Ayrıca bkz. İbn Teymiyye, er-Redd ale’l- Mantıkiyyîn, Lahor 1976, s. 364 vd.
12. Kıyas ile içtihat arasında tam eskilerin ifadesi ile umum husus min vechin girişimlilik vardır. Yani her kıyas içtihattır, ama her içtihat kıyas şeklinde değildir; içtihat daha e’amdır.
13. Bu tür delillendirmeye mantıkta Argumentum ed Ignorantiam (İspat Edilmemiş Olmayı Lehte Delil Kullanma) deriz. (Bkz. Emiroğlu, İbrahim, Mantık Yanlışları, s. 187)
14. Bu külli kaidelerin açıklamaları için bkz. Yıldırım, Mustafa, Mecellenin Küllî Kaideleri, İzmir, 2001.
15. Bugünkü moda tabirle biz buna “niyet okuma” diyebiliriz.
Önsöz
El-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin ve’s Salâtü ve’s Selâmü alâ Resûlinâ
Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim.
Misvak Nesriyat olarak hassas ve gayretli bir çalısmanın mahsûlü olan
“I’lâüs-Sünen” isimli eseri Arapçadan Türkçeye terceme ve tahriç ettirip
istifadenize sunmus bulunuyoruz. Kaynaklarıyla Hanefi fıkhını anlatmakta
olan bu kitap; kolay istifade edilir oldugu gibi, ayrıca ne kadar büyük bir
hazinenin içerisinde oldugumuzu bizlere göstermektedir.
Yaratılısımız Cenâb-ı Hakk’ın dilemesiyle olmustur. “Hani Rabbin Meleklere;
“Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacagım” demisti. Melekler
de; “Biz seni hamdinle tesbih ve noksanlıklardan tenzih etmekte oldugumuz
halde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?”
demislerdi. Allah (c.c.); “Ben sizin bilemeyeceginiz seyleri bilirim”
buyurdu. Allah (c.c.) Hz. Âdem aleyhisselâma bütün isimleri ögretti. Sonra
esyayı meleklere gösterip; “Eger sadıklardansanız bunların isimlerini bana
haber verin” buyurdu. Melekler; “Biz seni tenzih ederiz. Senin bize ögrettiginden
baska hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak sen herseyi bilensin. Üstün
hikmet sahibisin” dediler. Allah (c.c.), Hz. Âdem (a.s.)’a; “Ey Âdem,
varlıkların isimlerini meleklere haber ver” buyurdu. Âdem aleyhisselam da
meleklere o isimleri (ve yaratılıs hikmetlerini) haber verince Allah (c.c.);
Ben size demedim mi, göklerin ve yerin gayblarını ben bilirim. Açıkladıgınızı
da gizlediginizi de elbette ben bilirim” buyurdu. (Bakara, 30-33)
Murâd-ı ilâhî ile yaratılan insanın “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde
yarattık” (Tin, 4) âyet-i kerimesiyle en güzel sûrette yaratıldıgı ifade
edilirken, “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”
(Zariyat, 56) buyurarak yaratılıs hikmeti ve gayesi belirtilmistir.
Ilk insan ayrıca ilk peygamberdir. Yani vahye muhataptır. Bilginin ilk
kaynagı da yine vahiydir. Vahiyden uzaklasan insanlara, topluluklara Allah,
belirli aralıklarla peygamberler ve kitaplar göndermistir. Peygamberlerini
yalanlayan nice kavimlerin suda boguldugu, yerin dibine batırıldıgı
veya gökgürültüsüyle helak oldugu âyetlerle bildirilmistir.
Son peygamber olarak Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Musta-
4
fa (s.a.v.), âlemlere rahmet olarak gönderilmistir. “(Habîbim), biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107)
Âlemlere Rahmet olarak göndermis oldugu Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)’e öyle bir yetki vermis ki “O Resûl size neyi emretmisse onu alın,
neden sakındırmıs ise ondan kaçının” (Hasr, 7) buyurmustur. Baska bir
âyeti kerimede “ (Resûlüm) de ki; Eger siz Allah’ı seviyorsanız, hemen
bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bagıslasın” (Âl-i Imran,
31) buyurarak Allah’ın rızasını kazanmanın ve bagıslanmanın yolunun
tek oldugunu görüyoruz; O da Allah Resûlü (s.a.v.)’i sevmek ve O
(s.a.v.)’e tabii olmaktır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ashabı bizzat gördükleri ve sohbetinde
bulundukları ve var bildikleri herseye Allah ve Resûlü’nü tercih ettikleri
için Allah’ın razı oldugu topluluk olarak yasamıslar ve kazanmıslardır.
Bizim de dünya ve âhiret saadetini elde etmemizin yolu düzgün bir itikada,
salih bir amele sahip olmaktan geçmektedir. Bu da ancak; ilimsiz,
amelsiz ve ehil olmayan kisilerin arkasından gitmekle degil, ilmini, ahlâkını,
ehliyetini Islam âleminin kabul ettigi müctehid imamların arkasından
gitmekle elde edilir.
ICTIHÂD VE MÜCTEHID: Ictihad, lûgatte mesakkate tahammül etmek
gücü ve kuvveti yettigi kadar çalısmak manâsındadır. Fıkıhta genis
bir bilgiye (yed-i tûlâ) sahip din alimlerinin fer’î olan (ayrıntılı, ikinci derecede)
bir ser’î hükmü, Kur’an-ı Kerim ve Hadîs-i Seriflere dayandırarak
hüküm çıkarmasıdır. Müctehid ise, bu hususta bütün kuvvetini sarf
eden zâta denir. Istinbat, lûgat manası kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir.
Fıkıhta ise ser‘î deliller çerçevesinde bir söz veya içten derin, ince
ve gizli manalar çıkarmak demektir.
ICTIHÂDIN MAHIYYETI VE SARTLARI: Ferî olan ser’î mes’elelerin
hepsinde ictihada muktedir olan zata mutlak müctehid, bu mes’elelerin
yalnız bir kısmı hakkında ictihada kadir olan zâta da mukayyed müctehid
denilir.
Mutlak müctehidin ictihadı için iki temel sart vardır ki bunlar; Ictihadın
ehlinden sadır olması ve mahalline sarf olunmasıdır. Ehliyyet; Kitabullah’a,
Sünnet-i Nebeviyyeye, gelecek icmaya ve kıyasın bütün ayrıntı ve
inceliklerine vukuf ile hasıl olur. Söyle ki; Herhangi bir Ser’i mes’ele hakkında
kendi usûl ve kaideleri dairesinde ictihadda bulunacak bir zatın, ah-
5
kama dair Kur’an âyetlerinin lûgat ve seriat bakımından manalarını ve bunlara
ait ilimleri ve bunların hâss, umûmi, mücmel, müfesser, nâsih, mensuh
gibi kısımlarını layıkıyla bilsin. Keza; Ahkamla ilgili sünnet-i seniyyenin
metinlerini, senedlerini yani bunların lûgat ve ser’i manalarını ve kısımlarını
bizlere ne sûretle rivayet edilegelmis olduklarını tamamıyla kâmilen
bilmis olması gerekir.
Iste Imam-ı A’zam (r.a.) ile diger üç mezheb imamı; Imâm-ı Mâlik,
Imâm-ı Sâfii, Imam-ı Ahmed ibn Hanbel (r.a.) Hazeratı birer mutlak müctehid
olduklarından bu sartları kendilerinde toplamıslardır.
Ictihada ehil zâtlar, furûâttan olan ser’i mes’elelerde ictihad yaparlar,
sarih, kat’i naslar ile veya icmâ ile sabit olan mukaddes hükümler hakkında
ictihad asla yapılamaz. Meselâ, namazın, orucun rükünleri, adetleri, vakitleri
hususunda ictihada asla yer yoktur.
MÜCTEHIDLERIN DERECELERI (TABAKALARI)
Bu tasnifi 9. Osmanlı Seyhülislamı, Müftiü’s – Sakaleyn Ahmed Semsüddin
Ibn Kemal (k.s.a.), diger bir adıyla Seyhülislam Kemalpasazâde
yapmıstır.
1. MÜCTEHID-I MUTLAK (Dinde Müctehid): Usûl ve ser’i mes’elelerde
asla baska bir müctehidi taklid etmeyip mutlak olarak ictihad sahibi
müctehidlerdir. Usûl ve kaideleri hazırlayarak naslardan hükümlerini çıkaran
âlimlerdir. Bunlar mezheb sahipleri, mezheb kurucuları olan zatlardır.
Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.), Imam-ı Malik (r.a.), Imam-ı Safiî (r.a.),
Imam-ı Ahmed Ibn Hanbel (r.a.), Ibrahim Nehâi, Ibn Ebî Leylâ, Süfyan-i
Sevrî gibi.
2. MÜCTEHID FI’L-MEZHEB (Bir mezhebde müctehit olanlar): Dogrudan
dogruya naslardan (ser’i delillerden) hüküm çıkarma selahiyetini
haiz ve kadir oldugu halde böyle yapmayıp baglı bulundugu mezheb imamının
ictihad yoluna uyarak onun usûl ve kaidelerine tabi olan müctehidlerdir.
Imam-ı Ebû Yûsuf, Imam-ı Muhammed, Imam-ı Züfer (r.a.) gibi.
3. MÜCTEHID FI’L-MES’ELE (Muayyen bir meselede müctehid
olanlar): Mensubu bulundugu fıkhî mezhebde hükmü bulunmayan
mes’eleler hakkında ictihad etmege muktedir olan zata denir. Bunlar mezheb
kurucusu imama muhalefet edemezler. Tahâvi, Serahsî, Pezdevî (r.a.)
gibi.
6
4. ASHÂB-I TAHRIC (Tahric yapan fakihler): Baglı bulundukları mezhebde
hükmü bulunmayan, sonradan meydana gelmis mes’elelerin hükümlerini
o mezhebin usûl ve kâidelerine göre bulup çıkarırlar, fakat kendileri
ictihad edemezler.
5. TERCIH YAPABILEN MÜCTEHIDLER: Bir mezhebteki çesitli ve
birbiriyle çeliskili kavillerden, rivayetlerden birini deliline bakarak digerlerine
tercih etmeye muktedir olan ve “bu kavil sahihtir” diyebilen fakih
kimselerdir.
6. TEMYIZ YAPABILEN FAKIHLER: Baglı bulundugu mezhepteki
zahir olan rivayetlerle nadir olan rivayetlerin arasını tefrik etmege ve kuvvetli
olan kavillerle zayıf olan kavillerin arasını temyiz etmeye muktedir
olan fakihlerdir.
7. SADECE TAKLID YAPABILEN ZATLAR: Ictihad, tahric, tercihe
selâhiyet sahibi olmayıp sadece kendi mezhebinin hükümleri ile mes’eleleri
ve rivayetlerinin büyük bir kısmını hıfz etmis ve bunları eserlerine dercetmis
zatlardır.
MÜCTEHID’DE BULUNMASI GEREKLI SARTLAR:
1- Arapçayı bilmek: Usûl-ı fıkıh bilginleri, bir müctehid için arap dilini
bilmenin zaruri olusu üzerinde ittifak etmislerdir.
2- Kur’an Ilmine Sahip Olmak: Zira Kur’an, Islâm seriatının diregi, Allah’ın
kıyâmete kadar baki olan kitabı ve bu seriatın kaynagıdır.
3- Sünneti Bilmek: Bu sart üzerinde de ittifak edilmistir. Sünnetin nasih
ve mensuhunu, âmm ve hâss’ını, mutlak ve mukayyedini, tahsis edilmis
olanlarını bilmesi gerektigi gibi hadislerin rivayet yollarını, senedlerini,
ravilerin kuvvet dereceleriyle birlikte hal ve yasayıslarını da bilmesi gerekir.
4- Üzerinde icmâ ve ihtilaf edilen konuları bilmek.
5- Kıyas’ı bilmek (bütün sekil ve metodlarıyla).
6- Hükümlerin amaçlarını bilmek.
7- Dogru bir anlayıs ve iyi bir takdir gücüne sahib olmak.
8- Iyi niyetli ve saglam itikad sahibi olmak.
Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.) bütün ehl-i sünnet alimleri tarafından
7
saygı gören dört büyük müctehid mezhep imamının birincisidir. Gerek kıdem
ve gerekse mezhebindeki genislik ve büyüklük bakımından kendine
verilen “Imam-ı A’zam” ünvanına hakikaten layık oldugunu göstermistir.
Hicri 120 yılında hocası Hammad b. Süleyman (r.a.)’in vefatı üzerine bosalan
kürsüye geçmis, dörtbinin üzerinde ögrenci yetistirmis bunlardan
40’ı ictihad derecesine ulasmıstır.
Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.), basta tabiin imamları olmak üzere
dörtbin kadar kisiden ve bu ilmi büyük bir itina ile ögrenmis oldugundan
Imam-ı Zehebi ve onun gibi meshur tarihçiler yanında hafız muhaddisler
tabakasına dahildir. (Hadis hafızı; Hadis ilminin bir çok esas ve detaylarını
ezbere bilen, yüzbin hadisi senetleriyle birlikte ezberlemis olan kimse demektir.)
O’nun hadis ilmine az i’tina gösterdigi seklinde yanlıs düsünceye sahip
olanlar, bilgisizliklerinden veya hasedlerinden bu hataya düsmüslerdir.
Büyük muhaddislerden Imam-ı A’mes hazretlerine bir takım mes’eleler
soruldugunda, o sırada yanında bulunan Imam-ı A’zam (r.a.)’e hitaben: “Su
mes’elelerin cevabını veriniz” dedi. Imam-ı A’zam (r.a.) de güzel bir sekilde
problemi halledince A’mes (r.a.)’in: “Bu cevapları siz nereden çıkarıyorsunuz?”
diye saskınlıgını ifade etmesi üzerine: “Sizden dinledigim hadislerden”
deyip zikredilen hadisleri senedleriyle beraber okumaya basladı.
Bir çogunu açıkladıktan sonra A’mes (r.a.) söyle dedi: Okuduklarınız kafidir.
Benim bir ayda ögrendigim bunca hadisi bir anda bana okuyorsunuz.
Bu hadislerin geregine tam anlamıyla uydugunuzu zannetmezdim. Ben bilirim
ki; büyük fakihler hazik tabiplere benzerler, bizler de (muhaddisler)
eczacı ve attarlara benzeriz. Ey Ebû Hanife! Sense her iki kesiminde özelligini
bir arada toplamıssın.” (Imam Ebû Hanife (r.a.), s. 249)
Imam-ı A’zam (r.a.)’in ictihadındaki usûlü; önce Kur’an’a basvurur, bulamadıgı
zaman sünnete basvururdu. Ebû Hanife (r.a.)’in ictihad sûrasında
birçok hadis hafızı bulunurdu. Hadislerin sahihligini kabul konusunda çok
titizdi. Sünette de bulamazsa, bilginlerin icmâını kabul ederdi. Icma bulunmazsa
sahabelerin söz ve uygulamalarına bakardı. Sahabelerin ittifak ettikleri
görüsü tartısmasız kabul eder, ihtilafa düsmeleri halinde birini tercih
ederdi. Sahabeden sonra gelen neslin (tabiîn) görüs ve fetvalarına uymayı
zorunlu görmez ve söyle derdi; “ Hasan-ı Basrî, Ibrâhim en-Nehâi, Said
bin el-Mûseyyeb’e gelince biz de onlar gibi ictihad ederiz.” (Ibni hacer, Hey-
8
temi).
Islâm dîni, kıyâmete kadar meydana gelecek sahsi ve ictimâi hâdiselerin
ahkâmına kefil oldugu için rey ve ictihâda büyük ve genis bir yer vermistir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, hakkında vahiy bulunmayan bazı
hususlarda ashâbı (r.a.) ile istisare etmisler ve ashâbının ictihâdda bulunmalarını
buyurmuslardır. Çesitli yerlere çesitli vazifelerlerle gönderdikleri
Ashâbından pekçok sahâbenin ictihad yaptıkları görülmüstür. Bu hususta
pekçok örnekten bir tanesini zikredelim;
Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz Muâz Ibn Cebel (r.a.)’i Yemen’e elçi
olarak gönderirlerken Muâz Ibn Cebel (r.a.)’e hitâben: “-Orada neyle hükmedeceksin?”
Muâz (r.a.) de; “-Allâh’ın kitabıyla” diye cevab verdiler. Resûllulah
(s.a.v.) de “-Onda bulamazsan neyle hükmedeceksin?” buyurdular.
Muâz (r.a.) cevâben; “Resûlullah (s.a.v) Efendimizin sünnetiyle” diye
cevab verdiler. Resûlullah (s.a.v.) tekrâr; “-Ya onda da bulamazsan, ne yaparsın?”
diye sordular. Muâz (r.a.) de; “-Re’yimle ictihâd ederim.” diye cevab
verdiler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz “-Resûlünün elçisini,
Resûlün hosnud olacagı seye muvaffak buyuran Allah’a hamdederim.”
diyerek memnuniyetlerini izhâr buyurdular.
Eger ictihâd câiz olmasaydı, Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Muâz Ibn
Cebel (r.a.)’in bu cevabından hosnud olmaz, onu ictihâddan men ederlerdi.
Imam- A’zam (r.a.) Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimizin torunu Muhammed
Bâkır (r.a) ile Medine-i Münevverede karsılastıkları zaman, “Sen ceddim,
Resûlullah (s.a.v)’in hadis-i seriflerine kıyas ile muhalefet ediyormussun”
demis. Imam-ı A’zam (r.a.) de “Hayır efendim Allah (c.c.) korusun, bunu
hiçbir zaman kabul edemem. Oturunuzda anlatayım. Ceddiniz hürmetine
sizlere saygı göstermeye hepimiz borçluyuz. Muhammed Bâkır (r.a.) oturunca
Imam-ı A’zam (r.a.) de karsısında diz çöküp oturarak söyle demistir.
“-Acaba erkekler mi daha zayıftır, kadınlar mı?, Muhammed Bâkır (r.a.);
“-Kadınlar” diye cevab verdi. Imam-ı A’zam (r.a.) “-Mirasda hangisinin
payı fazladır? diye sordu. Muhammed Bâkır (r.a.); “-Erkeklerin” deyince,
Iste ben, eger kıyas ile hükmetmis olsaydım kadınların payını artırırdım, dedi.
Daha sonra “-Namaz mı daha faziletlidir, oruç mu?” diye sordu. Muhammed
Bâkır (r.a.); “-Namaz daha faziletlidir” deyince, “-Eger ben re’y
ile hükmetsem hayızlı kadınlara namazı kaza etmeyi emrederdim, orucu
9
degil” diye karsılık verdi. Sonra dedi ki; “-Bevl mi daha pistir yoksa meni
mi?” diye sordu. Muhammed Bâkır (r.a.); “-Bevl daha pistir” deyince söyle
dedi; “-Eger ben re’ye uyanlardan olsaydım, meni sebebiyle degil bevl
sebebiyle guslü gerekli kılardım.” Ben hadis-i seriflere aykırı görüs belirtmekten
Allah’a sıgınırım. Gayem Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözlerine hizmet
etmektir. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.)’in oglu yerinden kalkıp
Imam-ı A’zam (r.a.)’in mübarek yüzünü öptü. (Imam Ebû Hanife (r.a.), s. 226)
Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz; “Sözümü isittigi gibi muhafaza edip,
baskasına nakledenin Allah (c.c.) yüzünü nurlandırsın, zira kendisine hadis
nakledilen nice kimseler nakleden kisiden daha kavrayıslıdır. (Ebû Davud,
ilim) buyurmus, Imam-ı A’zam Hazretleri de sahsında bunu göstermistir.
Çünkü fıkhı, ilk tedvin eden olmus, âyet-i kerîme ve hadis-i seriflerdeki
maksûd manayı, derin, ince anlamları Islam hukukuna yansıtmıs, Islam
Âleminin istifadesine sunmustur.
Imam-ı Malik (r.a.)’e Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.)’i sordular; “Sübhanallah!
O’nun gibisini görmedim. Eger, su sütun altındır dese, bu
sözünün dogrulugunu kıyasî delillerle ısbat eder.” diye cevap vermistir.
Imam-ı Safiî (r.a.); “Her kim Fıkhı anlamak isterse Imam-ı A’zam Ebû
Hanife (r.a.)’e ve onun ashabına sımsıkı sarılsın. Çünkü fıkıh sahasında insanların
tamamı Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.)’in iyalidirler.” Imam-ı
Gazalî (r.a.); “Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.)’e gelince gerçekten O, dahi,
abid, zahid, arif-i billah, Allah’tan korkan ilim ile Allah’ın rızasını dileyen
bir zat idi.”
Günümüzde ilmi olmadan, mealleri okuyarak, haddini bilmeden alim
geçinip ictihada kalkanları görünce Muhterem Ömer Öztürk agabeyimizin
“Hanefi Fıkhı’nın güzel örneklerinin yayılmasındaki ısrarını daha da iyi anlamıs
oluyoruz. Elinizdeki bu eser Muhterem Ömer Öztürk agabeyimiz
tarafından ehil kimselerce terceme ettirilip istifadenize sunulmustur. Ilk
cildi baskıya hazırlanan eserin tamamı yaklasık 20 cilt civarında olup belirli
aralıklarla tamamlanacaktır.
Imam-ı A’zam Ebû Hanife (r.a.), hakkında en çok arastırma yapılıp eserler
verilen büyük zatlardan birisi olmustur. Hakkında re’y ehlidir diyerek
baslangıçta tenkid eden alimler, zamanla büyüklügünü anlamıslar, hakkını
teslim etmislerdir.
Iste yakın tarihimizde böyle muhtesem bir eseri kaynaklarıyla Hanefi
10
Fıkhını Islam Âlemine kazandıran merhum Esref Ali et-Tehânevi ve Zafer
Ahmed el-Osman et-Tehânevî hazretlerine Allah’tan rahmet diliyor,
fatihalarla yâdediyoruz.
Ayrıca Mürsid-i Kamil Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.) Hazretlerinin yetistirmis
oldugu ve hayatını ehl-i sünnet i’tikadının yayılmasına ve bid’at ehli
olmaktan kaçınılmasına adayan Muhterem Ömer Öztürk agabeyimiz bu
eseri terceme ettirerek okuyup, son kontrolünü yaparak üzerinde hassas
bir çalısma yapmıs olup hem zamanını hem maddi ve manevi desteklerini
esirgememislerdir. Kendilerine sonsuz tesekkürlerimizi sunuyoruz.
Ve yine terceme ve tetkik ekibinde bulunan hocalarımıza, yayın kuruluna,
tasarım, dizgi, baskı, cilt asamalarında emegi geçenlere, maddi ve
manevi her türlü destekte bulunanlara tesekkür ediyoruz.
Bu eseri, Mürsid-i Kamil Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.) Hazretlerine ve
Muhterem Ömer Öztürk agabeyimizin babaları merhum Hacı Mehmet
Öztürk ve anneleri Hacı Hatun Öztürk’ün ruhlarına ithaf ediyoruz.
Gayret bizden, tevfik Allah (c.c.)’dendir.
MISVAK NESRIYAT
Istanbul, 2006
I‘lâü’s-Sünen’in Telif Süreci
Ümmetin hakîmi üstat Esref Ali et-Tehânevî uzun zamandan beri bazı
kimselerin mezhebinin hadislere dayanmadıgı, re’yi sahih hadise tercih ettigi
ve benzeri delilsiz iddialarla Imam Ebû Hanife’ye dil uzattıklarını müsahede
etmekteydi. Imam Ebû Hanife’nin delil olarak kullandıgı hadisler
klasik kaynakların önemli bir kısmında bulunmaktadır. Ancak bunlar farklı
kitap ve risalelerde dagınık bir sekildedirler. Ümmetin hakîmi üstat Esref
Ali et-Tehânevî bunları bir kitapta toplamayı istemis ve bu amaçla Ihyâü’s-
sünen isimli eseri telif etmeye baslamıstır. Bu eserde o Imam Ebû
Hanife’nin her konuda delil olarak kullandıgı sahih hadisleri bir araya getirmistir.
Ancak eser müsvedde halinde iken basılmadan kaybolmustur. Allah’ın
diledigi olur, O’nun dilemedigi ise olmaz.
Daha sonra üstat aynı amaçla ve metodunu da degistirerek yeniden eser
telifine baslamıs ve onu Câmiu’l-âsâr diye isimlendirmistir. Bu eserde
Hanefîlerin delil olarak kullanıp hüküm çıkardıkları hadisleri toplamıstır.
Onda özet olarak hadislerin isnadları hakkında bilgi vermis nasıl delil olarak
kullanıldıklarını açıklamıstır. Ona ilave ettigi Tâbiu’l-âsâr isimli ta’likinde
ise görünürde çeliskili olan hadisler arasındaki ihtilafı gidermeye çalısmıstır.
Ikisi birlikte tek cilt olarak hicrî 1315’te Diyobend’de basılmıstır.
Ancak her ikisi de oldukça kısa tutulmustu ve sadece namaz konuları
ele alınmıstı. Halbuki rahmetli Esref Ali et-Tehânevî daha önce telif ettigi
eserdeki gibi hadislerin derinlemesine sened ve metinleri açısından incelenmesini,
konuların hem rivayet ve hem de dirayet yönünden irdelenmesini
arzu etmekteydi. Bu önemli hizmeti üstat Tehânevî’nin görevlendirdigi
Ahmed Hasan es-Senbehlî üstlenmisti. O metin kısmında konuyla ilgili
hadis, sahâbe ve tabiîn görüslerini zikretmis, isnadları hakkında kısa bilgiler
vermisti. Açıklama kısmında ise hadislerin sened ve metinleri hakkında
detaylı açıklamalarda bulunmustu. Metin kısmını Ihyâü’s-sünen açıklama
kısmını ise et-Tevdîhu’l-hasen diye isimlendirmisti. Ümmetin hakîmi Esref
Ali et-Tehânevî onun yazdıklarını kelime kelime okuyor ve gerekli gördügü
yerlere müdahale ediyordu. Bu durum hac ile ilgili bölüme kadar devam
etti. Ahmed Hasan es-Senbehlî üçüncü defa kontrol ettiginde daha önce
yazdıklarının çogunun degistirme yoluna gitti ve bunlardan üstat Tehânevî’yi
haberdar etmedi. Çok az yerde ona basvurdu. Bunun sonucunda
12
eser, hem yöntem hem de içerik olarak degismis, Üstat Tehânevî’nin inisiyatifinden
çıkmıstı. Fakat üstat Tehânevî ancak eserin ilk cildi basıldıgında
bunların farkına varabildi. Üstat eserin baskısını görünce birçok degisikliklerin
bulundugunu ve ayrı bir kitap halini almıs oldugunu gördü. Içinde
onun kabul edemeyecegi birçok husus vardı. Bunun üzerine amcasının oglu
Zafer Ahmed el-Osmânî’den onun bu ciltte eksik bıraktıklarını tamamlayan,
gerekli düzeltmeleri yapan bir eser yazmasını istedi. Bunun üzerine
Zafer Ahmed el-Osmânî el-Istidrâku’l-hasen alâ Ihyâü’s-sünen isimli bir
çalısma yaptı ve bu müstakil olarak basıldı.
Bu eseri begenen üstat Tehânevî, Senbehlî’nin kitabının nesrini durdurmus
ve Zafer Ahmed el-Osmânî’den istedigi kitabı yeniden yazmasını istemistir.
Bunun üzerine o namaz bölümünden baslayarak fıkıh konularını
on altı cüzde tamamlamıstır. Üstat Tehânevî, Senbehlî’nin hukukuna riayetinin
bir geregi olarak, bu çalısmayı öncekinden ayırt etmis ve ona Ihyâü’ssünen
adını vermemis, aksine Zafer Ahmed’in yazdıgı ciltlerin metin kısmına
I‘lâü’s-sünen serh kısmına da Isdâü’l-minen adını vermistir. Sonraki
on altı cüz bu yeni isimle basılmıstır.
Netice itibariyle eser önce Ihyâü’s-sünen ismiyle, onun eksikliklerini tamamlayan
kısmı el-Istidrâku’l-hasen adıyla geri kalanı ise I‘lâü’s-sünen
baslıgıyla basılmıstı. Bu durum okurların zihnini karıstırınca Zafer Ahmed
el-Osmânî ikinci baskıda Ihyâü’s-sünen’i el-Istidrâku’l-hasen ile birlestirerek
tek metin haline getirdi ve hepsini müstakil bir kitap olarak nesretti.
Bu, üstat Tehânevî’nin vefatından sonra gerçeklesmistir. Yaslılıgı dönemi
ve ömrünün sonlarında Zafer Ahmed bu is için çok sıkıntılara katlandı.
Böylece söz konusu kitap müstakil bir eser halinde onun eseri olmayı hak
etti. Dolayısıyla okuyuculara bu eser I‘lâü’s-sünen’in birinci cildi olarak
sunmak daha isabetli oldu.
Eserin telif süreci ve aldıgı farklı isimlerin özeti bundan ibarettir. Artık
eser I‘lâü’s-sünen adıyla ve müellifi de Zafer Ahmed el-Osmânî olarak tanınmaktadır.
Burada esere yazılan üç mukaddimeden de bahsetmeliyiz.
Bunlar:
1. I‘lâü’s-seken ilâ men yutâliu I‘lâe’s-sünen’in birinci cildidir. Zafer
Ahmed el-Osmânî tarafından kaleme alınmıs olup hadis usulü ile ilgili
önemli kuralların açıklandıgı önemli bir çalısmadır. Çalısmanın Tehânebihûn’da
birkaç tas baskısı ayrıca Karaçi’de bir baskısı yapılmıstır. Çalısma-
13
nın Kavâid fî ulûmi’l-hadîs isminde üstadımız münekkit arastırmacı Abdülfettâh
Ebû Gudde tarafından yapılan ve Halep’te nesredilen ayrı bir baskısı
daha bulunmaktadır. O, baskıda çalısmanın degerini artıran önemli ilave
bilgiler vermektedir. Allah onu en güzel sekilde mükâfatlandırsın.
2. I‘lâü’s-seken ilâ men yutâliu I’lâe’s-sünen’in ikinci cildidir. Habib
Ahmed el-Gîrânevî tarafından kaleme alınmıs olup fıkıh usulü ile ilgili
önemli kuralların açıklandıgı önemli bir çalısmadır. 1385’te Karaçi’de nesredilmistir.
3. Üçüncüsü, Incâü’l-vatan ani’l-izdırâbi Imâmi’z-zaman’dır. Zafer Ahmed
el-Osmânî tarafından kaleme alınmıs olup Imam Ebû Hanife (r.a.)’in
hadis ilmindeki yeri, hadis âlimlerinin onun hakkındaki övgüleri, önde gelen
hadis âlimlerinden hoca ve talebeleri zikredilmekte, onun hadis ilmine
hizmetleri incelenmektedir. Ayrıca Imam Ebû Hanife (r.a.) hakkındaki süphe
ve itirazlara cevap verilmektedir.
Zafer Ahmed el-Osmânî’nin el-Istidrâku’l-hasen’i kitabın aslıyla birlestirerek
tek metin haline getirmesi ve onu I‘lâü’s-sünen diye isimlendirmesi
üstat Tehânevî’nin vefatından sonra olsa da o I‘lâü’s-sünen’in ikinci
cildin mukaddimesinde böyle bir arzusunun olduguna isaret etmistir.
Onun Ihyâü’s-sünen’in ikinci baskısına yazdıgı mukaddimedeki isareti
söyledir:
Hamd Allah’a mahsustur. Ona hamd eder, ondan yardım ve bagıslanmamızı
isteriz. Nefislerimizin serrinden ve kötü fiiller islemekten Allah’a sıgınırız.
Allah’ın dogru yola ilettigini kimse saptıramaz, Onun saptırdıgını
kimse dogru yola iletemez. Allah’tan baska ilah bulunmadıgına ve Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in O’nun kulu ve peygamberi olduguna sahadet ederim.
Allah onu en son peygamber olarak cennetle müjdeleyen cehenneme karsı
uyaran hak Peygamber olarak göndermistir. Allah ve Resûlüne itaat
eden dogru yola ulasır. Allah ve Resûlüne isyan eden ise Allah’a degil kendisine
zarar verir.
Bu kitap, tanınmıs dört mezhep imamlarının ilki olan Imam Ebû Hanife
(r.a.)’nin bazı meselelerdeki delillerini ihtiva etmektedir. Allah onlardan ve
yolunda olanlardan razı olsun. Günümüzde ona yöneltilen elestiriler böyle
bir kitabın yazılmasını ihtiyaç haline getirmistir. Bu elestiriler karsısında
sessiz kalmak dogru degildir. Yıllarca önce bu amaçla bütün fıkhî konuları
ihtiva eden müsvedde halinde bir kitap telif etmistim. Onu Ihyâu’s-sü-
14
nen diye isimlendirmistim, fakat o kayboldu. Bu da Allah’ın bir imtihanıydı.
Daha sonra önceki metoda uygun kitap yazmaya tekrar basladım ve bu
kitabıma Câmiu’l-âsâr ismini verdim. Allah’a hamd olsun eser tanındı fakat
sadece namazla ilgili konuları ihtiva etmekteydi. Onu tamamlamak bana
nasip olmadı. Nihayet ilimle mesgul olan ve ilme hizmet edenlerin tesviki,
bu yükü benimle paylasanların yardımı ve Allah’ın lütfuyla tamamlanabildi.
Bu asamada kolay ve el-Hidâye’nin tertibini esas alması sebebiyle
Ihyâu’s-sünen’in metodu da bize yardımcı oldu. Bu defa sadece araları
cem edilmesi gereken ihtilaflı meselelerle yetinilmedi, bunların yanında az
da olsa gerek görülen yerlerde ittifak edilen konulara da yer verildi.
Bu yapılan çalısma müsvedde halindeki Ihyâü’s-sünen’e tam bir benzerlik
arz ettigi için ona aynı ismi vermeyi uygun gördüm. Bu kaybolma sonucu
bosa giden bir emegin de bir anlamda ihyası olacaktı. Önemli her büyük
projeyi tamamlamayı nasip eden Allah’tır. Daha sonra hadislerin anlamlarını
açıklayan isnadlarını inceleyen bir serh yazdım ve ona et-Tavdîhu’l-
hasen alâ Ihyâü’s-sünen ismini verdim.
Söz konusu çalısmayı müellifinden sonra hac bölümüne kadar kelime
kelime okudum. Gerekli gördügüm yerlerde degisiklikler yaptım. Daha
sonra müellifi ikinci defa gözden geçirdi ve kendisine göre gerekli gördügü
yerleri tashih etti. O daha önce yazdıgı birçok yeri düzeltmek durumunda
kaldı. Içinden çıkamadıgı çok az konuda bana müracaat etti. Düzeltmelerin
çogunu ise bizden habersiz kendisi belirledi. Böylece o kitabın metot
ve konusunu da degistirdi. Ancak ben bu duruma ilk baskısından sonra vakıf
oldum. O, simdi elinizde olan kısımdır. Bu yüzden onun üzerine sözü
edilen eksiklik ve olumsuzlukları telafi için ayrı bir çalısma (istidrâk) yapılmaya
ihtiyaç duyuldu. Hasiyede görülen birçok Hintçe atıf, bu ihtiyacı
göstermektedir. Sözü edilen Istidrâke 1331 Ramazan’ının son Cuma gününde
baslanmıstır.
Üstat Tehânevî’nin I‘lâu’s-sünen’in ikinci cilde yazdıgı mukaddime yazısı
ise söyledir:
Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve bagıslanmamızı
isteriz. Nefislerimizin serrinden ve kötü fiiller islemekten Allah’a
sıgınırız. Allah’ın dogru yola ilettigini kimse saptıramaz, O’nun saptırdıgını
kimse dogru yola iletemez. Allah’tan baska ilah bulunmadıgına ve Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in O’nun kulu ve peygamberi olduguna sahadet ederim.
15
Allah onu kıyâmet öncesi cennetle müjdeleyen cehenneme karsı uyaran
hak Peygamber olarak göndermistir. Allah ve Resûlüne itaat eden dogru
yola ulasır. Allah ve Resûlüne isyan eden ise Allah’a degil kendisine zarar
verir.
Ey Dost! Öncelikle Ihyâü’s-sünen’in ilk kısmının mukaddimesini okumalısın.
Orada eserin gerçek durumunu ögrenirsin. Burada zikretmeye gerek
duymadıgımız bazı sebeplerden dolayı eserin yeniden telifi görevi akıllı,
zeki ve yetenekli yegenim Zafer Ahmed’e havale edildi. Allah onu en
uygun metodu kullanmaya muvaffak kıldı ve yaptıgı degerli çalısma ile
eserinin gerçek sahibi oldu ve Ihyâü’s-sünen ismini I‘lâü’s-sünen olarak
degistirdi. O, üzerine yazdıgı serhin adını da et-Tavdîhu’l-hasen’den Isdâü’l-
minen’e çevirdi. Önceki kısmın adını Ihyâ’u-sünen olarak korumakla
birlikte, daha önce onda nesredilmis olan birçok hususu tashihe çalısması
ve telafi edici çalısmalar yapması, aslında o kısmı da kendisinin bir çalısması
haline getirmistir. Bu durumda o kısım I‘lâü’s-sünen’in birinci kısmı,
devam eden çalısması da ikinci kısmı olarak degerlendirilebilir. Buna
göre elinizdeki eser onun çalısmasının ikinci kısmını baslangıcı olmaktadır.
Ilkinde oldugu gibi bu cildi de kelime kelime inceledim ve – Allah’a
hamd olsun ki – rivayet, dirayet, konuların yeterince incelenmesi, az da olsa
degistirilmesi gerekenlerin degistirilmesi ve benim açıklamalarım ile
kendi yaptıgı açıklamaların birbirinden ayırt edilmesi açılarından birinciden
daha basarılı oldugunu tespit ettim. Ortaya çıkan bu çalısmadan ve verdigi
nimetlerden dolayı Allah’a hamd olsun. Bu çalısma bize ahiret azıgı olsun.
Bizim için ahiret dünya hayatından daha önemlidir.
.
Temizlik Bölümü
I. Abdest
II. Gusül
III. Suların Hükmü
IV. Teyemmüm
V. Mest Üzerine Mesh
VI. Kadınlara Mahsus Haller
VII. Necis Sayılan Maddeler ve Hükkümleri
VIII. Taharetlenme
.
Süt Emen Çocuğun Elbiseye Bulaşan İdrarının Temizlenmesinin Gerekir mi?
Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle anlatmaktadır: Hasan veya Hüseyin (r.anhümâ) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in karnı üzerine işemeye başlamıştı. Resûlullah (s.a.v.) onun çişini bitirmesini bekledi. Sonra da su istedi ve sidiğin üzerine döktü.
Fethu’l-bârî’de (I, 281) ifade edildiği üzere söz konusu hadisi Taberânî el-Mu’cemü’l-evsat’ta rivayet etmiştir.
Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle anlatmaktadır: Resûlullah (s.a.v.)’e süt emen bir çocuk getirilmişti, kucağına işedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) su istedi ve onu sidiğin üzerine döktü. (Müslim, “Tahâret”, 102)
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatmaktadır: Ümmü Kays bint Mıhsan’ın çocuğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kucağına işemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) su istedi ve onu elbisesine serpti. Onu yıkamadı. (Müslim, “Tahâret”, 102)
Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle anlatmaktadır: Çocuklar Resûlullah (s.a.v.)’e getirilirdi. Bir defasında kendisine getirilen bir çocuğun üzerine işemesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Üzerine su dökün” buyurdu.
Âsârü’s-sünen’de (I, 17) zikredildiği üzere hadisi Tahâvî (Şerhu meâni’l-âsâr, I, 93) rivayet etmiştir.
Ümmü’l-Fadl (r.anhâ) şöyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v.), “Erkek çocuğunun üzerine su dökülür, kız çocuğunun idrarı ise yıkanır” buyurmuştur.
Âsârü’s-sünen’de (I, 18) zikredildiği üzere hadisi Tahâvî rivayet etmiştir.
Hadislerin süt emen çocuğun elbiseye bulaşan idrarının temizlenmesinin gerektiğine delâletleri açıktır. Bize göre Hz. Aişe (r.anhâ) rivayetinde Resûlullah (s.a.v.)’in “Üzerine su dökün” buyurması, erkek çocuğunun idrarının yıkanmasının gerekliliğine dair Ebû Hanife (r.a.)’nin görüşünü açık bir şekilde ifade etmektedir. Zira hadiste idrar üzerine bol miktarda su dökülmesi zikredilmektedir. Bilindiği üzere bu, bir nevi yıkamaktır.
18 05 2014detaylar... |
Necâsetin Sıçrayan Kısmının Hükmü Nedir?
Hasan-ı Basrî’nin, “(Gusül esnasında) suyun sıçramasına kim engel olabilir? Allah’ın onu bağışlayacağını umarız” dediği rivayet edilmiştir.
Buhârî, İbn Ömer ve İbn Abbas’ın cünüplük sebebiyle yapılan gusül esnasında sıçrayan suda bir sakınca görmediklerini muallak olarak rivayet etmiştir. (Fethu’l-bârî’, I, 23)
Hasan-ı Basrî’nin açıklamasının konuya delâleti açıktır. O açıklamasıyla gusül esnasında yere düşen suyun sıçramasını kastetmektedir. Genellikle gusül alınan yer temiz olmaz. Böyle bir durumda sıçrayan suyun necis olacağı açıktır. Ancak ondan kaçınmak zor olduğu için bağışlanmıştır.
Konuyla ilgili Merâkı’l-felah’taki (s. 90) açıklama şöyledir: İğne başı kadar olan idrar sıçramaları (galiz de olsa) bağışlanmıştır. Bu şekildeki sıçramalar bedenin veya elbisenin tamamını kapsamış olsa da zaruret sebebiyle bağışlanmıştır. Tahtâvî de haşiyesinde şöyle demektedir: “Zaruret sebebiyle” ifadesiyle özellikle rüzgarlı zamanlarda bundan kaçınmanın mümkün olmadığı ifade edilmektedir. Nitekim bu durumla ilgili bir soruya İbn Abbas (r.a.), “Biz Allah’tan bundan daha büyüklerini bağışlayacağını ümit ediyoruz” diye cevaplamıştır. (bk. es-Sirâc, s. 90)
18 05 2014detaylar... |
İzi Kalan Necâsetin Hükmü Nedir?
Elbisesine kan bulaşan hayızlı kadının ne yapacağına dair soruya Hz. Aişe (r.anhâ), “Onu yıkasın eğer kanın izi gitmezse onun rengini sarı bir şeyle değiştirsin” diye cevap vermiştir. (Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 130) Bize göre kanın izini gidermenin vacip olmadığına hadisin delâleti açıktır. Zira onun rengini sarıyla değiştirmek ittifakla onu temizlemek anlamına gelmemektedir.
Ebû Hureyre (r.a.)’nin nakline göre Havle bint Yesar (r.anhâ), “Ey Allah’ın Elçisi! Sadece bir elbisem var, hayızlı iken de onu giyiyorum” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Temizlendiğin zaman kanın bulaştığı yeri yıka ve onunla namazını kıl” buyurdu. Havle (r.anhâ)’nın, “Ey Allah’ın Elçisi! Kan çıkmazsa ne yapayım?” diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kanı yıkaman senin için yeterlidir. İzinin kalması zarar vermez” diye cevap verdi. (Ahmed b. Hanbel, II, 364; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 130)
Hadisin kanın yıkandıktan sonra geri kalan izinin zarar vermeyeceği konusuna delâletinin açık olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “İzinin kalması zarar vermez” ifadesinden anlaşılmaktadır. Kaynaklarımızda da zikredildiği üzere bu, biz Hanefîlerin görüşüdür.
18 05 2014detaylar... |
Necâset Sudan Başka Sıvılarla Temizlenebilir mi?
Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Bizim sadece bir elbisemiz bulunmaktaydı ve adet günlerimizde de onu giyerdik. Birimizin elbisesine kan bulaştığında onu tükürüğüyle temizler veya tırnağıyla kazırdı. (Buhârî, “Hayz”, 11; Abdürrezzak b. Hemmam, el-Musannef, I, 320)
Hz. Aişe (r.anhâ) rivayetinden necâsetin sudan başkasıyla da temizlenebileceği hükmü çıkarılabilir. Zira rivayette necis olduğunda müslümanların icmâı bulunan hayız kanı söz konusu edilmektedir. Ayrıca Aynî’nin de (Umdetü’l-kârî, II, 109) belirttiği gibi sözü edilen rivayetten necâsetin temizliğinde esas olanın sayı değil, temizlenmesi olduğu hükmü de çıkarılır. Zira Hz. Aişe (r.anhâ)’nın, “Bizim sadece bir elbisemiz bulunmaktaydı ve adet günlerimizde de onu giyerdik” ifadesi, onun namazlarını adet günlerinde giydiği elbiseyle kıldığını göstermektedir. Sadece bir elbisesi bulunan temizleyerek namazını da onunla kılacaktır. Hz. Aişe (r.anhâ)’nın, “Birimizin elbisesine kan bulaştığında onu tükürüğüyle temizler veya tırnağıyla kazırdı” ifadesi ise elbisedeki kanı temizleme şekillerine delâlet etmektedir.
Abdürrezzak b. Hemmam’ın başka bir rivayeti daha açıklayıcıdır. Buna göre Hz. Aişe (r.anhâ), ...
18 05 2014detaylar... |
Dirhem Miktarı Necâsetin Hükmü Nedir?
Hz. Aişe (r.anhâ)’nın nakline göre Resûlullah (s.a.v.), “Biriniz, tuvalet ihtiyacını görmek istediğinde taharetlenmek için yanına üç taş alsın. Bunlar ona yeter” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, VI, 38; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 21; Nesâî, “Tahâret”, 7)
Hz. Aişe (r.anhâ)’nn rivayet ettiği söz konusu hadis, tuvalet ihtiyacını gördükten sonra taharetlenmek için taş kullanımının yeterliliğine ve suyla temizlik yapmanın zorunlu olmadığına delâlet etmektedir. Önceki ve sonraki âlimlerin çoğu ve farklı bölgelerdeki müftüler kaza-yı hacetten sonra temizliğin hem taş hem de suyla yapılmasının daha faziletli olacağında icmâ etmişlerdir.
Bize göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Bunlar ona yeter” ifadesi üç taşla taharetlenmenin dini bir emir değil tavsiye olduğuna delâlet etmektedir. Aynı zamanda bu, ...
18 05 2014detaylar... |
Şarap Necis midir?
Ebû Sa’lebe el-Huşenî, “Biz ehl-i kitapla komşuluk yapıyoruz. Onlar kaplarında domuz eti pişiriyor, kâselerinde şarap içiyorlar” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Başka bir kap ve kâse varken onlarınkinden yiyip içmeyin. Bu mümkün değilse suyla yıkadıktan sonra onlardan yiyin için” buyurdu. (Buhârî, “Zebâih”, 4, 10, 14; Müslim, “Sayd”, 8; Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 46; Tirmizî, “Et’ime”, 7)
Hadis şarabın necis olduğuna delâlet etmektedir. Zira söz konusu sahâbî...
18 05 2014detaylar... |
Meni Necis midir?
Elbiseye bulaşan meni hakkında Hz. Aişe (r.anhâ), “Görüyorsan onu yıka, görmüyorsan bir miktar su serp” demiştir.
Âsârü’s-sünen’de (I, 14) zikredildiğine göre haberi Tahâvî rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yıkamak veya çitilemek suretiyle mutlaka temizlenmesi hususunda özel ihtimam göstermesi, meninin necâset olduğunun delilidir.
Ahmed b. Hanbel’in Muaz b. Muaz > İkrime > Ammar > Abdullah b. Ubeydullah b. Umeyr (r.a.e.) isnadıyla rivayet ettiğine göre Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.v.) elbisesindeki meniyi izhır köküyle sildikten sonra onunla namazını kılardı. Resûlullah (s.a.v.) meni kurumuşsa çitiler sonra onunla namazını kılardı.
Meninin yıkanması, silinmesi, çitilenmesi ve kazınması suretiyle ibadet edileceği sabittir. Bir şeyin necisliği, ancak dinin gösterdiği temizlenme yollarıyla temizlenmesinin emredilmesi ile sabit olur. Meninin temizlenmesi emredilmiştir. Şu halde doğru olan meninin necis olması ve sözü edilen yollardan biriyle temizlenebilmesidir. Konuyla ilgili delillerden elde edilen sonuç budur. Netice itibariyle elbiseye bulaşan meninin kazınması, izale edilmesi, çitilenmesi ve yıkanmasının emredilmesi onun necis olduğunu ortaya koymaktadır. Dinen yok edilmesi emredilen şey necistir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 555 ziyaretçi (2078 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|