Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
Yüce Allah buyuruyor:
Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)
Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
.
FIKIH İLMİNİN TARİHİ - FeyizlerSofrasi.com
.FIKIH İLMİNİN TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
2- Sahabe dönemi
3- Tabiun Dönemi
4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi)
5- Taklid ve Duraklama dönemi
6- Kanunlaştırma Dönemi
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.3
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.4
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır.5 Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.6
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.7
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.8 Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.9
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır.10 Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması11
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.12
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” 13
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.14
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.15
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
* Yakup Gündüzalp, İstanbul, 2000.
3 Fahrettin Atar, M.Ü.İ.F.Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, Sayı: 3, sayfa:21-22, İstanbul 1985
4 İbn Kayım, İ’lâmü’l-muvakkıin, I, 17.
5 Fahreddin Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “ İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı 3, s.26
6 Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul 1989, s. 115.
7 Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.162.
8 Muhammed el-Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, İstanbul 1987, s.159.
9 Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, s.159-169; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.161-167; Fahreddin Atar, Fıkıh Usulü, s.355-359
10 Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45
11 Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171; Atar, Fıkıh Usulü, s.361-362
12 Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı:3, s.30
13 Hudarî, İslam Hukuku Tarihi (terc. Haydar Hatipoğlu), s.320
14 Atar, Fıkıh Usulü, s..365-366.
15 Karaman, Ders Notları, s. 17.
.
FIKIH BİLMENİN ÖNEMİ | Mustafa ÖSELMİŞ
.
FIKIH BİLMENİN ÖNEMİ
Cenab-ı Allah insanı yarattıktan sonra dünya ve ahiret saadeti yaşasın diye peygamberler göndermiş, kitaplar göndermiştir.
Dünya ve ahiret saadetini elde edebilmesi için insana sorumluluklar yüklemiştir. “ Bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurarak yaratış sebebini açıklamıştır.
Buna göre her Allah’ın kulunun, yaratıcısına kulluk borcu vardır. O’na ibadet edecektir.
Nasıl ibadet edecek? Bunuda ilk emir, ilk vahiyle bildirilmiştir. “ Yaratan Rabbinin adı ile oku !” ( Alak suresi:1) Her Müslüman dinini okuyacaktır, dinini öğrenecektir.
Peygamber (as): “İlim öğrenmek her erkek ve her kadına farzdır” buyuruyor. (İbnimacc Mukaddime: 17)
Dinimiz, ilimi gündüzün aydınlığına, cehaleti gecenin karanlığına benzetirken, bilen insanı, gözleri gören insana, bilmeyen insanı da gözleri görmeyen köre benzetmiştir. Ayrıca bilerek yapılan ibadetin bilmeden yapılan ibadetten daha üstün olduğunu bildirmiştir. Çünkü bütün yanlışların kaynağı bilmemezliktir.
Günlük hayatımızda ibadetlerin çok önemi vardır. Kulaktan dolma bilgilerle, onun bunun demesi ile olmuyor. Doğrusu söyleniyor; “ falan şöyle dedi” deniliyor. Dini emir ve yasakları yerine getirirken, şuurlu bilerek yerine getirilmelidir. Niçin kimin için ibadet edildiği, ibadetlerin nasıl yerine getirileceği tam olarak bilinmelidir. Bu görevdir, farzdır.
Bilip de yapmamak büyük suçtur. Ne diyor peygamber (as) : “ Ey Allah’ım ilmimi arttır. Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım “ diye dua etmiştir. (İbnimâce 1/92)
Kim ne derse desin, kim ne fetva verirse versin, her Müslüman dinini kaynağından, itikadı düzgün kişilerden doğru bir şekilde öğrenmek başta gelen görevidir. Çünkü fıkıh bilmek ibadetlerden önce gelir. Fıkıhsız ibadet olmaz. İbadetlerin nasıl yapılacağını, Müslümanın nasıl yaşayacağını fıkhi bilgilerden öğreniriz.
Bilmediğini bilmemek, örenmeye engeldir. Birde biliyorum iddiası da öğrenmeye engeldir. Biliyor da yaşamıyorsa, o büyük vebal altındadır. Bilen inanın hem kendine hem de başkasına faydası olur.
- MÜKELLEFİN İŞLERİ
Mükellef: sorumlu demektir. Akıllı ve ergenlik çağına gelen herkes, dinin emir ve yasaklarından sorumludur.
Buluğ çağı erkeklerde 12-15 yaş kadınlarda 9-15 yaş arası biyolojik gelişmeye bağlı olarak, ikliminde etkisi ile değişir.
Mükellef emir ve yasaklara muhafaktır. Yani emir ve yasaklardan sorumludur.
MÜKELLEFİN İŞLERİ SEKİZ TANEDİR
1-FARZ: Yapılması kesin olarak emredilen işlerdir. Farzı terk eden günaha girer, inkâr eden ise dinden çıkar. Farz Allah’ın kesin emridir.
Farz İkiye Ayrılır:
a)Farz-ı Ayn: Herkesin yerine getirmesi gereken işlerdir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek… gibi…
b)Farz-ı Kifaye: Bir gurubun yapmasıyla diğerlerinin üzerinden kalkan işlerdir. Yerine getiren olmazsa, herkes sorumlu olur. Cenaze namazı kılmak gibi…
1-VACİP: Farz kadar kesin olmamakla beraber, yapılması emredilen iştir. Vacibi terk etmek günahtır. Vacibi inkâr eden dinden çıkmaz. Kurban kesmek, bayram namazı kılmak gibi vitir namazı, fıtır sadakası da vaciplerdendir.
2-SÜNNET: Sünnet, peygamberin emridir, yapılmasını istediği şeydir. Sünneti terk etmek mekruktur.
Sünnet ikiye ayrılır:
a)Müekkef sünnet: Peygamberin sürekli yaptığı ve yapılmasını istediği sünnetlerdir. Sabah, öğle, akşam ve yatsı namazlarının sünneti gibi… Teravih namazında peygamberimiz tarafından sürekli kılınmıştır.
b)Müekket olmayan sünnet: Peygamberimizin bazen yerine getirip bazen de terk ettiği işlerdir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünneti gibi.
Allah’ın rızasını kazanabilmek için farzları yerine getirmek nasıl zorunlu ise Peygamberin şefaatine uymak, onun yolundan gitmek lazımdır. Allah Kur’an’da peygambere uymamızı emrediyor.
1- MÜSTEHAB: Peygamberimizin ara sıra yaptığı ve güzel görülen işlerdir. Buna nafile denir. Nafile namazları ve nafile oruçları gibi… Yapan sevap kazanır.
2- MÜBAH: Yapıldığında sevabı, yapılmadığında da günahı olmayan işlerdir.
Yatıp kalkmak, yemek içmek gibi… Zararsız şeylerdir.
1-HARAM: Yapılması kesin olarak yasak edilen işlerdir. Haramdan kaçınmak, haramı terk etmek sevaptır. Haram kılınan bir şeyi yapmak günahtır. Haramı inkâr eden ise dinden çıkar. İçki içmek, yalan söylemek, ana babaya isyan..gibi.
2-MEKRUH: Haram gibi kesin olmamakla beraber, yapılması istenmeyen işlerdir.
Mekruh ikiye ayrılır:
a)Tahrimen Mekruh: Harama yakın mekruhtur. Vacipleri terk etmek, güneş doğarken, batarken, tam zevalde iken namaz kılmaktır.
b)Tenzihen Mekruh: Helale yakın mekruh demektir. İkindinin sünnetini terk etmek, sağ elle sümkürmek gibi.
1-MÜFSİD: Boşlanmış bir ibadeti bozan işlerdir. Namazda gülmek, oruçlu iken yiyip içmek gibi…
İnsanların yaptıkları işler dini açıdan bu sekiz konudan birine girer.
İnanalar, söyledikleri sözlerin, yaptıkları işlerin farkında olmalıdır. Bir anda insanı, dinden, imandan eden sözler ve davranışlar vardır.
Dinde bilmemek mazaret değildir. Bilecektir, öğrenecektir. Bilmek öğrenmek de dinin emridir.
Akaid ilmini ve fıkıh ilmini bilen imanını korumasını ve tam olarak ibadet etmesini bilir. Değilse şirke düşer, nasıl namaz kılacağını bilmez.
A-FIKIH İLMİNİN BİLİNMESİ İLE İLGİLİ HADİSLER
-“ Alimin günahı bir günahtır. Cahilin günahı iki günahtır. Alim günaha düştüğü için azap olunur. Cahil ise hem günaha düştüğü hem de öğrenmediği için azap okunur.” ( Ramuz el-Ehadis: 286/8)
-“ Fıkhın azı, ibadetin çoğundan hayırlıdır. (Age:336/5)
-“ Fıkıh öğrenmeden ibadet edenin, gece karanlıkta inşaat yapıp da gündüz olunca yıkan kimsenin haline benzer.” (Age:292/3)
-“ Fıkıhtan efdal bir şeyle ibadet edilmedi. Bir tek fıkıh ilmini bilen kişi, şeytana karşı bin abidten (ibadet edenden) daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dinin direği de fıkıhtır.” (Age: 376/1)
-“Fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi, altmış senelik nafile ibadetten hayırlıdır. “(Age:482/4)
-“ Alim abidden üstündür.”
Cenab-ı Allah Kur’an’da:
-“ Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu ?” (Zümer:9)
-“ Hiç körle, gören bir olur mu ?” (En’am:50)
-“ Cahillerden yüz çevir.”(Araf:199)
-“ Ancak bilenler Allah’tan gereği gibi korkar.” (Fatır:28)
Dini, dinin emir ve yasaklarını doğru şekilde ancak bilen insanlar anlar ve yaşarlar.
Hz. Ali (ra) şöyle der:
İnsanlar dört sınıftır:
- Bilmediğini bilen: İsteklidir, ona öğretiniz.
- Bildiğini bilen: ondan faydalanınız.
- Bilen bildiğini bilmeyen: uykudadır, onu uyandırınız.
- Bilmeyen bilmediğini bilmeyen: ahmaktır, ondan kaçınınız.
Şair der ki:
“Bilgisize, görgüsüze olma kul,
Ara-tara başına bir çare bul.”
-“ İbadetin hayırlısı fıkıhtır. “(Ramuz el-Hadis:281/8)
-“ Fıkıh öğrenin, cahil olarak ölmeyin. Zira Allah cahillik için mazeret kabul etmez.” (Age:336/2)
- C) FIKIH NEDİR?
Fıkıh, sözlükte: bilmek, anlamak ve bir şeyin tamamına vakıf olmak demektir.
Dinde fıkıh, mükellefin dini hükümleri bilmesidir.
Her ibadetin bir kuralı, şekli kalıbı ve yapılışı biçimi vardır. İşte bunların bilinmesinin adıdır.
Fıkıh, hayatı İslama göre düzenlemeyi sağlar. Bizden istenilen ibadetin istenildiği gibi yapılabilmesini sağlar.
Müslüman, bilmesi gereken şeyleri bilmek zorundadır. Bilmeden ibadet olmaz. Farkında olmadan Müslümanlık olmaz.
Mezhebimiz nedir? Kurucusu kimdir? Görüşleri nelerdir? Bilinmesi gereken şeydir. Bilmeden o mezhebe göre amel edilemez. İbadetlerde bir mezhep üzerine amel edilir. Mezhepler karıştırılmaz. Ancak zorunlu hallerde mezhep taklidi yapılır.
Dinin hükümlerini bilmek her Müslümana farzdır. Öğretmekte borçtur.
Bir hadiste : “ Allah bir kulunu severse, onu dinde fakih kılar (anlayışlı bilgili) buyurarak fıkıh ilminin önemini belirtmiştir.
- D) FIKIHSIZ İBADET OLMAZ
İmanda şuur, amelde bilgi olmazsa amel boşa gider.
İman şuurlu olursa, fıtrata uygun bütün güzellikleri ortaya çıkarır. Ondan yanlış bir şey gelmez.
Ameldeki bilgi ahlaki çöküntüye müsaade etmez. Namazın kötülüklerden alıkoyduğu gibi…
Bilgili yapılan ibadet, insana zevk verir. İsteyerek ibadet eder. Secdede biraz fazla kalmak ister. Fıkıh bilgisi olmayan ise, sadece yatar kalkar.
Fıkıh bilgiler: dört kaynaktan elde edilir:
- Kitap
- Sünnet
- İcma
- Kıyas
Dinin emirlerini herkes kendine göre kafasına göre yapamaz. O zaman herkese göre din olur. Dini öğrenmek zorundayız ama okuyarak ama dinleyerek, ama sorarak. Yoksa namazın ardından yatıp kalkmak, orucun ardından açlık, susuzluk gibi zahmetten başka bir şey kalmaz. Fıkıh bilmeyen nasıl namaz kılar ?
Şuna dikkat etmek gerekir. Bilginin kimden ve hangi kaynaktan öğrenildiği çok önemlidir.
- E) FIKIH BİLMENİN ÖNEMİ
Dinini bilmek, inancını doğru bir şekilde yaşamak her Müslümanın görevidir.
Fıkıh bilgisi ibadetten önce gelir.
Bugün dinde Müslüman, çeşitli problemlerle karşı karşıyadır. Sorunlar artmıştır. Buna karşılık bilerek veya bilmeyerek dine müdahale edenler vardır. Bunlar, Müslümanlar arasında fikir ve düşünce farklılığı meydana getirmektedir. Bilende konuşuyor, bilmeyende. Bu ortamda din doğru bilinmezse, Müslümanlar arasında dağınıklık ve farklılık oluyor.
Bir zamanlar bir yolcunun eşeği kayboluyor. Su eşekte olduğu için teyemmüm abdesti alıyor. Tam namaza duracak eşek anırıyor. O zaman diyor ki:” eşek anırdı abdest bozuldu”. (Hani su görünce teyemmüm bozulur ya) Bunu duyan ona buna : “ eşek anırınca abdest bozulur” diye isim vererek yaymaya başlıyor.
Şimdi dini kaynağından öğrenmeyen insanımızın durumu bu, o şöyle dedi bu böyle dedi ile meşgul.
Dini açıdan bir kadının kocası izin vermese bile, dinini doğru bir şekilde öğrenmek hakkına sahiptir. Çünkü öğrenmek ona farzdır.
Gençlerde dinini öğrenecek ve öğretilecektir. Yaptığım bir sohbette biraz fıkhi konulara değinince bir geç gusülle ilgili soru sordu. Guslü açıkladım, ağlamaya başladı,” Ben gusül yapmıyordum. Anam babam da öğretmedi, beni camiye de salmadı… dedi.
Dini bilmeyenin, dini hayatı olmaz. Onun için öğrenmek ibadettir.
Din bilinmezse, dinde olmayan dindenmiş gibi kabul edilir. Dini menfaatimize göre yorumlarız.
Bir zaman kadılar fıkıh ve akaid bilgisi olmayanların şahitliğini kabul etmemiştir. Hocalar nikahlarını kıymamıştır.
Fıkıh bilen şeytanın hile ve kurnazlıklarına verdiği vesveseye itibar etmez, şeytanın tuzağına düşmez.
Hz. Ömer(ra) : “ Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız itikadınız düzgün değilse, amelleriniz boşa gider” demiştir.
Bir gün Halife Ömer’e bir gurup gelir: “ Biz yeni Müslüman olduk. Namazı nasıl kılacağız bilemedik. Kur’an’a baktık bulamadık” derler. Hz. Ömer Peygamber(as) dan öğrendiği gibi onlara anlatır. “ Şimdi oldu “derler, giderler.
Amellerde sadece inanç ve iyi niyet yeterli değildir. Amellerin emredildiği şekilde yapılması lazımdır. Meselâ; Namazın farzları, sünnetleri, vacipleri bilinmezse, sehiv secdeyi gerektiren haller bilinmezse, o namaz salih bir amel olur mu?
Size bazı örnekler vermek isterim.
Tebliğ görevi için Ramazan öncesi bir koca bir köye gelir vaaz eder. Bir yerinde der ki : “Abdestten sonra üç yudum su içmek sünnettir. Bunu yaparsanız sevap kazanırsınız “ Ramazan sonrası yolu gene o köye uğrar. Bir şeyler anlatır. Bu arada nasıl ramazan geçirdiniz, pek de sıcaktı “ der. Köylüler cevap verir:
-“ Allah senden razı olsun sayende rahat bir ramazan geçirdik, sık sık abdest aldık “derler.
Bir olayda şöyle
“ İki arkadaş medreseden mezun olurlar. Biri ben ilim yapacağım, diğeri ben dervişlik yapacağım der, ayrılırlar.
Üç beş sene sonra karşılaştıklarında derviş sorar: söyle bakalım senin derecen ne? İlim erbabı sükut eder. Derviş tekrar sana bir sorum olacak der ve : “ Gece kalkınca bir fareyi çiğnemişim, onu üç gün sarığımın arasında gezdirdim. Söyle bakalım hakkını helal ettirebildim mi?
İlim tahsil eden :” Fare ölüsü necistir, üç günlük namazını kaza et “ der. İşte fıkıh bilmenin farkı budur.
Bir zaman bir kadın : “ Beni bileziklerimle gömün” der. Ölünce vasiyet etti bilezikleri ile gömelim derler. Fıkıh bilen biri onlara: “Uygun olmayan vasiyette olsa yerine getirilmez. Müslümanın kefeninde başka bir şeyle gömülmesi caiz değildir” der, tartışmayı bitirir.
- F) FIKIH BİLİNMEZSE NELER OLUR?
Yanlış ve yetersiz bilgi organları eksik doğan çocuk gibidir. Yanlış bilgiler, küflü çiviye benzer, kolay kolay sökülüp atılamazlar. Doğruların öğrenilmesi çok zor olur. Onun için dini bilgiler çocukken, gençken kazandırılmalıdır. O zaman oda yanlışları kabul etmez.
Çocukta güzel şeylerin görülebilmesi, ondaki din duygusuna bağlıdır. Çocuk, ibadeti sever. Oruç tutmak, namaz kılmak ister. Camiye gitmek ister. İşte bu sevgi ve ilgi çiçek gibi bırakıp geliştirilmezse kurur gider.
Dinini bilmeyen ibadet şekillerini bilmeyen şeytanın maskarası olur. Vesveseden kurtulamaz. Allah’a kulluk borcunu ödeyemez. Hak hukuk bilmez.
Sünnet diye sarık sarar, alnı yere değmez, sünnet işlediğini sanır.
Peygamber (as) şöyle buyurur:
-“ Dinde bilgili olan kimse ne iyi kimsedir.”(İ. Canan Hadis Ans: 11/233)
Bugün namazda bir sürü hatalar yapılıyor.
Bana bir telefon geldi.” Ben dua ve sûre bilmiyorum. Sübhanekeyi okuduktan sonra Allah Allah diyerek namaz kılıyorum. Kabul olur mu? diye.
Bir bacımız susuz hap atıyorum, oruç bozar mı ? diye soruyordu.
Adam, rahat yatıp kalkacak veya oturabilecek illa sandalyede namaz kılıyor.
Peygamberimiz (sav) şöyle diyor:
-“ Emrolunduğu gibi usulüne uygun kılınmayan namazlar, eski bohçaya sarılıp ahirette sahibinin suratına çarpılacak işte senin kıldığın namazlar denilecek.”
Dinimiz doğru bir şekilde bilinmezse bid’ate düşülür, hurafeler dinden sayılır. Hatta şirke bile düşülebilir.
Bazıları mezhebini bilmiyor. Sorulunca “ o ne? “diyor.
Müslüman şu dört hak mezhepten biri ile amel etmek durumundadır. Hanefi, Şafi, Mâliki, Hanbeli. Öyle kulaktan, ondan bundan duyduğu şeyler değil, bir mezhebin görüşlerine göre dini görevler yerine getirilir.
Sonuç olarak;
Sorunları kolaydan çözmek, kolaydan sorup yapıvermek alışkanlığından vazgeçmeliyiz.
Bilgiyi kaynağından, güvenilir ilmihal kitaplarından ve itikadı düzgün kişilerden öğrenmeliyiz, yoksa İslam’dan da, ibadetten de zevk alamayız. Dinden olmayan şeyleri dindenmiş gibi görürüz.
Bilgisiz insan, günaha girmek için kılıf arar. İstediğine uygun fetva verilsin ister. Dine müdahale etmeye kalkar. Küfre girecek görüşleri benimser. Aslı görevini bile inkar eder “Allah’ın benim ibadetime ihtiyacımı var ?” der.
.
Hak din nedir?
.FIKIH İLMİ ve İLMİHÂL KİTAPLARI
İnsanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildiren ilme "Fıkıh ilmi" denir. Dînin hükümlerini bilen müctehid âlimlere de "Fakîh" denir. Fıkıh bilgilerini derin âlimler, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır.
Din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Bunun için bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifaye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı aynıdır.
Dinimiz fıkıh ilmine çok önem vermiştir. Nitekim, hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.)
(Herşeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.)
Îmân, i'tikâd bilgilerini anlatan geniş ve derin ilme ise "İlm-i kelâm" denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çoktur. Bu kitâblara, "Akâid kitâbı" da denir.
Amel edilecek, ya'nî kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, "Ahkâm-ı Şer'iyye" denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme "İlm-i fıkıh" denir.
Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitâblara "ilmihâl" kitâbları denir. Her müslümanın, evinde mutlaka ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ilmihâl kitâbından öğrenmesi lâzımdır.
İlmihâl kitabını alırken de rastgele almayıp, dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitâblarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismi ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır.
Allahü teâlâ, kendisine tâbi' olunması için Resûlüne ve âlimlere tâbi' olunmasını istiyor. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki:
(Ey Resûlüm! De ki; "Bana tâbi' olun!") [A. İmrân 31]
(Verdiğimiz bu misâlleri ancak âlimler anlar.) [Ankebût 43]
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43]
Hadîs-i Şerîflerde buyuruldu ki:
(Bilmediklerinizi sâlih [âlim]lerden sorun!)
(Câhillikten kurtulmanın yolu, bilenlerden sorup öğrenmektir.)
(Âlimlere tâbi' olun!)
(Âlimler rehberdir.)
Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din bilgileri ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitâblarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı "ilmihâl" kitâblarından öğrenilir.
Müctehid olmayanların tefsîr ve hadîs kitaplarından fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırkâ" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış ma'nâ çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsîr okuması felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî ma'nâsını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır.
DİN NEDİR?
Soru: Din nedir?
Cevap: Din, insanları saâdet-i ebediyyeye ya'nî sonsuz saâdete, huzura götürmek için Allahü teâlâ tarafından peygamberleri vâsıtasıyla gösterilen yol demektir.
Soru: Resûl ile nebi arasında ne fark vardır?
Cevap: Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere Resûl denir.
Her asırda, en temiz bir veya birkaç insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi' olan, kendilerine yeni bir dîn gönderilmiyen bu Peygamberlere de Nebî denir.
Soru: Bütün peygamberler neleri bildirmiştir?
Cevap: Bütün Peygamberler, Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhiret gününe, Kazâ-kaderin Allahtan olduğuna imân etmeyi bildirmişler, ya'nî hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere inanmalarını istemişlerdir. Fakat, kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır.
Soru: Günümüzde kaç çeşit din vardır?
Cevap: Bugün yeryüzündeki dinler ilâhî ve bâtıl [ilkel] dinler olmak üzere ikiye ayrılır.
Soru: İlkel din nedir?
Cevap: İlkel din, insanlar tarafından uydurulan inanç sistemidir. Zerdüştlük, Taoizm, Konfiçyüstlük, Budizm gibi.
Soru: İlâhî din nedir, kaça ayrılır?
Cevap: Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilen dinlerdir. Semâvî dinler de denilen ilâhî dinler, muharref ya'nî tahrif edilmiş, bozulmuş dinler ve hak din olmak üzere ikiye ayrılır.
Soru: Bozulmuş dinler nelerdir?
Cevap: Bozulmuş dinlerin asıllarını, Allahü teâlâ peygamberleri vâsıtasıyla bildirmiş, sonraları insanlar tarafından değiştirilmiştir. Hıristiyanlık ve Yahûdîlik böyledir.
Soru: Hak din nedir?
Cevap: Hak din ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği şekilde bozulmadan kalan dindir.
Soru: Bugün yeryüzünde hak din var mıdır?
Cevap: Bugün yeryüzünde hak din olarak sâdece İslâm dîni vardır. İlk vahyolunduğu, bildirildiği gibi değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyâmete kadar da devâm edecektir.
Soru: Âhirette kimler ni'mete kavuşacak?
Cevap: Hak dînin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhirette ni'metler, iyilikler verecektir. Farzları yapmayanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhirette cezâlar, acılar tattıracaktır.
Soru: Bugün hak dinden başkasına uyulabilir mi?
Cevap: İslâmiyet geldikten sonra, önceki dinlerin hükümleri yürürlükten kalkmıştır. Buna göre Yahûdîler ve Hıristiyânlar da dâhil bütün insanların İslâmiyeti din olarak seçmeleri gerekmektedir. Nitekim Allahü teâlâ, İslâmiyetten başkasını din olarak kabûl etmiyeceğini bildirmekte, Kur'ân-ı kerimde meâlen, (İslâm dîninden başka din istiyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez, kabûl etmez. İslâm dînine sırt çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehenneme gidecektir) buyurmaktadır. (Âl-i İmrân 85)
ÎMÂN NEDİR?
Soru: Îmân nedir?
Cevap: Îmân, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, deneye ve felsefeye dayanmaksızın, kalb ile tasdîk ve i'tikâd etmek, inanmak, dil ile ikrâr etmek, söylemektir.
Îmân görmeden olur. Çünkü, görerek, düşünerek anlamaya kalkışarak inanmak, îmân olmaz, o şeyi bilmek, anlamak olur. Bu şey de, Allahü teâlânın yarattığıdır. Bunu, O'na ortak yapmış oluruz. Belki de, O'ndan başkasına îmân etmiş oluruz. Akla uygun olduğu için inanırsa, akla îmân etmiş olur. Peygambere îmân etmiş olmaz. Veya, Peygambere ve akla birlikte îmân etmiş olur ki, o zaman Peygambere güven tam olmaz. Güven tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz.
Soru: Îmânı korumak için ne yapmak lâzımdır?
Cevap: Îmânı korumak için îmânı ve îmânı gideren şeyleri, farzları ve harâmları ya'nî dînin emir ve yasaklarını öğrenmek ve bunlara uymak şarttır.
Soru: Müslüman kimdir?
Cevap: Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeylere tereddütsüz îmân edene, müslüman denir. İnandığı hâlde, dînin emir ve yasaklarını yerine getirmiyen mü'min olsa da müslümanlığı tam değildir.
Soru: Îmânla amelin birbiri ile ilişkisi nedir?
Cevap: Îmân, muma benzer; dînin emir ve yasakları, koruyan fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, "İslâmiyet" tir, İslâm dînidir. Fenersiz, muhâfazasız mum çabuk söner. Îmânsız, İslâm olamaz. İslâm olmayınca, îmân da yok olur. Amelsiz, ibâadetsiz îmân sâhibinin, âhirete îmânla gitmesi güç olur.
Îmânın şartları
Soru: Îmânın şartı kaçtır?
Cevap: Îmânın şartı altıdır. Bunlar Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhiret gününe, Kazâ-kaderin Allahtan olduğuna inanmaktır. Buna kısaca Âmentü denir.
Soru: İnanılacak işlerde öncelik var mıdır?
Cevap: Her müslümanın önce îmânın altı şartını bilmesi ve inanması gerekir. Çünkü bir kimsenin düzgün bir îmânı, i'tikâdı yoksa, bu kimsenin yaptığı bütün ibâdetlerin, iyiliklerin hiçbir faydası olmaz. Doğru, düzgün bir i'tikâda sahip olduktan sonra, dînin yasak ettiği şeylerden kaçınıp, dînin emrettiği şeyleri yapmak gerekir. Bu sıraya dikkat edilmezse daha sonra yapılanlar faydasız olur, bir işe yaramaz.
Allahü teâlâya îmân
Soru: Âmentü billâhi ne demektir?
Cevap: Âmentü billâhi ifâdesi, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim, demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir, ya'nî bir yerde değildir. Ayrıca Allahü teâlânın sıfatlarını da bilmek şarttır.
Allahü teâlânın sıfatları ikiye ayrılır: Sıfât-i zâtiyye, sıfât-i sübûtiyye.
Allahü teâlânın sıfât-i zâtiyyesi altıdır. Bunlar:
1- Kıdem, evveli yoktur.
2- Bekâ, sonu yoktur.
3- Kıyâm bi-nefsihi, hiç kimseye muhtaç değildir.
4- Muhâlefetün lil-havâdis, hiç kimseye benzemez.
5- Vahdâniyyet, birdir ortağı, benzeri yoktur.
6- Vücûd, var olmasıdır.
Allahü teâlânın sıfat-i sübûtiyyesi ise sekizdir. Bunlar:
1- Hayât, diridir.
2- İlm, herşeyi bilir.
3- Semi, işitir.
4- Basar, görür.
5- İrâde, dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur.
6- Kudret, herşeye gücü yeter.
7- Kelâm, söyleyicidir.
8- Tekvîn, hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Allahü teâlânın görmesi, işitmesi, insanların görmelerine, işitmelerine benzemez.
Meleklere îmân
Soru: Îmânın ikinci şartı nedir?
Cevap: Îmânın ikinci şartı, meleklere îmândır. "Ve melâiketihi", ben Allahü teâlânın meleklerine inandım, îmân ettim, demektir.
Soru: Meleklerin özellikleri nelerdir?
Cevap: Melekler yiyip içmezler. Günâh işlemezler. Meleklerde, erkeklik, dişilik olmaz. Piyasada birçok yerde kanatlı kadına benzer resimler var. Böyle resimler, Hıristiyan hurâfeleridir. Bize Hıristiyanlardan geçmiştir. Hıristiyanlar, melekleri hâlâ Allahın kızları olarak bilirler, böyle inanırlar.
Bu şekilde inanmak, böyle resimlere hürmet edip, yukarı asmak çok tehlikelidir.
Meleklerin en üstünleri ve peygamberleri Cebrâil, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl aleyhimüsselâmdır.
Kitaplara îmân
Soru: Îmânın üçüncü şartı nedir?
Cevap: Îmânın üçüncü şartı kitaplara îmândır. Âmentüdeki, "Ve kütübihi" ifâdesi, Allahü teâlânın kitaplarına inandım, îmân ettim, demektir.
Soru: Kaç kitap gelmiştir?
Cevap: Kur'ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitaptır. Yüzü küçük kitaptır. Bunlara (suhuf) denir. Ve dördü büyük kitaptır. Bunlardan Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvüd aleyhisselâma; İncîl, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş ya'nî gönderilmiştir. Kitapların hepsini, Cebrâil aleyhisselâm getirmiştir. En son, Kur'ân-ı azîm-üş-şân nâzil olmuştur.
Soru: Kur'ân-ı kerîmin özellikleri nelerdir?
Cevap: Kur'ân-ı kerîm gönderilince, diğer kitaplar neshedilmiş, ya'nî yürürlükten kaldırılmıştır. Kur'ân-ı kerîm, kıyâmete kadar geçerlidir. Nesholmaktan, ya'nî geçersiz olmaktan ve tebdîl ile tahrîften ya'nî insanların değiştirmelerinden korunmuştur.
Kur'ân-ı kerîmde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan dinden çıkar. Hattâ Kur'ân-ı kerîmi Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitap kabûl ettiği hâlde, diğer semâvî kitapların da hâlen yürürlükte olduğunu zannedip, bunlara göre amel edenlerin de, Cennete gireceğine inananlar da İslâm dînine îmân etmiş olmaz.
Peygamberlere îmân
Soru: Îmânın dördüncü şartı nedir?
Cevap: Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere îmândır. Âmentüdeki "Ve rusulihi" kelimesi, "Allahü teâlânın Peygamberlerine îmân ettim" demektir.
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselâm ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ "sallallahü aleyhi ve sellem"dir. Bu ikisinin arasında, çok peygamber gelmiş ve geçmiştir. Peygamberlerin sayısı kesin belli değildir. Kitaplarda, 124 binden ziyâde peygamber geldiği bildiriliyor. Bunlardan 313 veya 315 adedi Resûldür.
Peygamberlerden meşhûr olanlar: Âdem, İdrîs, Şît, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâîl, İshak, Ya'kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şu'ayb, Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa' bin Nûn, İlyâs, Elyesa', Zülkifl, Şem'un, İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, İsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Bunlardan, yalnız 28'nin isimleri Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa', Şem'un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu 28'den Zülkarneyn ve Lokmân ve Uzeyr'in Peygamber olup olmadıkları kesin belli değildir.
Peygamberlerin sıfatları
Soru: Peygamberlerin sıfatları nelerdir ve bunların ma'nâları nedir?
Cevap: Peygamberler de diğer insanlar gibi yer, içer, hasta olur, vefât eder. Hiçbiri aslâ dünyaya muhabbet etmez. Ya'nî dünyayı sevmez. Ancak onları diğer insanlardan ayıran sadece onlara mahsûs ba'zı sıfatlar, özellikler vardır. Peygamberler hakkında bilmemiz lâzım olan sıfatlar ya'nî peygamberlere mahsûs olan özellikler yedidir: Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet, Fetânet, Adâlet, Emn-ül azl
Bunların kısaca ma'nâları da şöyledir:
1- Sıdk: Bütün peygamberler, sözlerinde sâdıktır, ya'nî doğrudur.
2- Emânet: Peygamberler emânete aslâ hıyânet etmezler.
3- Tebliğ: Peygamberler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını ümmetlerine bildirirler.
4- İsmet: Peygamberlerin hepsi, büyük ve küçük, bütün günâhlardan uzaktırlar.
5- Fetânet: Bütün Peygamberler, diğer insanlardan daha akıllıdır.
6- Adâlet: Peygamberler âdildir, kimseye zulmetmezler, doğru hüküm verirler.
7- Emn-ül azl: Peygamberlerden, peygamberlik vazîfesi geri alınmaz.
Âhiret gününe îmân
Soru: Îmânın beşinci şartı nedir?
Cevap: Âmentünün beşinci şartı, âhyret gününe inanmaktır. Âmentüdeki, "Vel-yevmil âhyri" ifâdesi, "Ben, âhiret gününe inandım, îmân ettim" demektir.
Herkes ölüp dirilecektir. Cennet ve Cehennem ve mîzân ya'nî sevâbların ve günâhların tartıldığı terâzî ve Sırât köprüsü, haşr ya'nî toplanmak ve neşr ya'nî Cennete ve Cehenneme dağılmak, hep kıyâmet gününde olacaktır.
Soru: Kıyâmetin büyük alâmetleri nelerdir?
Cevap: Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne inecek, Hz.Mehdî' çıkacak, Deccâl, Ye'cûc ve Me'cûc gelecek. Güneş batıdan doğacak. Dabbe-tül-erd denilen büyük bir hayvan çıkacak. Büyük bir duman her tarafı kaplayacak. Medine-i Münevvere harap olacak ve Ka'be-i Şerîf yıkılacak. Biri Arabistan'da diğerleri doğuda ve batıda olan üç yer batacak. Yemen'de büyük bir ateş çıkacak. Ve nihâyet Sûrun üflenmesi ile dünya hayatı son bulacaktır.
Kabirdeki sorular
Soru: Kabirde ne sorulacaktır?
Cevap: Kabirde sorulacak şeyleri herkesin bilmesi, çocuklarına da öğretmesi lâzımdır. Kabirde şu sorular sorulacaktır:
Rabbin kim? Dînin nedir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? İ'tikâdda ve amelde mezhebin nedir?
Müslümanlar bu sorulara şöyle cevap verirler:
Rabbim Allah, Dînim, İslâm dînidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetindenim. Kitâbım, Kur'ân-ı kerîmdir. Kıblem, Ka'be-i Şerîftir. İ'tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ'attir. Amelde ise Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî, Hanbelî mezheplerinden hangisinde ise onu söyler.
Soru: Kimler kabir sorularına cevap verecek, kimler veremiyecek?
Cevap: Îmân ile ölen cevap verecek, îmânsız ölen cevap veremiyecektir.
Doğru cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir.
Bu suâllere cevap veremiyenler, kabirde azâb görecektir. Cehennemden bir pencere açılacak, sabah akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâbları çekecektir.
Kadere îmân
Soru: Îmânın altıncı şartı nedir?
Cevap: Îmânın altıncı şartı, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır. Âmentüdeki, "Ve bil-kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ" demek, "Hayır ve şer, iyilik ve kötülük, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü teâlânyn takdîriyle, ya'nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vakitleri gelince yaratması ile ve levh-i mahfûza yazmasıyla olduğuna inandım, îmân ettim. Kalbimde, aslâ şüphe yoktur" demektir.
Bu, kazâ kadere inanmak demektir. Kader, bir insanın doğumundan, ölümüne kadar, başına gelecek, işlerdir. Kazâ da, bu işlerin başa gelmesidir.
Soru: Âmentüdeki, Kelime-i şehâdetin ma'nâsı nedir?
Cevap: Kelime-i şehâdetin kısaca ma'nâsı da şöyle:
Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür.
Soru: Îmânın geçerli olması için ne gibi şartlar lâzımdır?
Cevap: Îmânın sahîh, makbûl ve geçerli olması için gerekli şartlardan ba'zıları:
1- Îmânda sâbit olmak: Meselâ üç yıl sonra dînimi bırakacağım diyen, hemen kâfir olur.
2- Havf ve recâ arasında olmak: Ya'nî Allahü teâlânın azâbından korkup rahmetinden ümit kesmemek. Her zaman korku ile ümit arasında olmak.
3- Can boğaza gelmeden îmân etmek: Ölürken, âhiret hâllerini gördükten sonra kâfirin îmânı kabûl olmaz. Fakat o ânda da, müslümanın tevbesi kabûl olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce îmân etmek: Artık o zaman tevbe kapısı kapanır.
5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir: Gaybı Allahtan başkası bilemez. Bir de Allahın bildirdiği peygamber, evliyâ veya başka bir kimse de bilebilir.
6- Îmândan bir hükmü reddetmemek: Küfrü gerektiren şeylerden kaçmak.
7- Dînî bir hükümde şüphe etmemek: Meselâ acaba namaz farz mı, içki harâm mı diye şüphe etmemek.
8- İ'tikâdını, inancını İslâm dîninden almak: Târihçilerin, felsefecilerin değil, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde îmân etmek lâzımdır.
9- Hubb-i fillâh, buğd-i fillâh üzere olmak: Allah için sevmek Allah için düşmanlık etmek. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir.
10- Ehl-i sünnet vel cemâ'ate uygun i'tikâd etmek.
EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂ'AT
Soru: Ehl-i sünnet vel cemâ'at ne demektir?
Cevâb: Hadîs-i Şerîfte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya, Ehl-i sünnet vel cemâ'at, kısaca (Ehl-i sünnet) denir. Ben ehl-i sünnet i'tikâdındayım demek, Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl îmân etmiş ise, nasıl inanmış ise ben de öyle inandım demektir.
O hâlde, Cehennemden kurtulmak için her müslümanın ilk önce Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmesi, daha sonra da dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmesi lâzımdır.
Soru: Ehl-i sünnet olmak için lâzım olan i'tikâd bilgileri nelerdir?
Cevap: Ehl-i sünnet olmak için lâzım olan i'tikâdlardan ba'zıları şunlardır:
Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olup, mahlûk [yaratık] olmadığına inanmak. Eshâb-ı kirâmın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek.
Cennetten Allahü teâlânın görüleceğine inanmak. Ehl-i kıble'yi tekfîr etmemek, ya'nî namaz kılan müslümana işlediği günâhlardan dolayı kâfir dememek. İbâdet îmândan parça değildir. Günâh işliyen mü'mine kâfir denmez. Îmân artıp eksilmez.
Mi'râc rûh ve bedenle birlikte olmuştur. Tasavvufu inkâr etmemek.
Peygamberlerin mu'cîze ve evliyânın kerâmet göstermeleri haktır. Bugün için dört hak mezhebden birine uymak, mezhepsiz olmamak.
Dört büyük halifenin, halîfe olduğuna ve üstünlüklerinin halîfelik sırasına göre olduğuna inanmak. Kabir ziyâreti, peygamber ve evliyâdan yardım istemek câizdir.
Okunan Kur'ân-ı kerîmin ve verilen sadakanın sevâbını ölülere göndermenin câiz olduğuna, bu sevâbların ve duâların ölülere ulaştığına, azâblarının azalmasına sebep olacağına inanmak.
Kabir suâli haktır. Kabir azâbı rûh ve bedene olacaktır. Sırât köprüsü vardır. Şefâ'ate, hesâba ve mîzâna inanmak.
Ba'zı bid'atler
Soru: Bid'at ne demektir?
Cevap: Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attır. Bid'at, sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ müezzinin sadece kâmet getirmesi gerekirken bunun dışında üç ihlâs okuması, tesbih çektirmesi bid'attir.
Peygamberimiz buyurdu ki: (Bid'at sâhibi olanlara, hurmet eden, dirilerini ve ölülerini öven, bunları büyük bilen, islâmı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur.)
Soru: Günümüzde yaygın olarak yapılan bid'atler nelerdir?
Cevap: Günümüzdeki bid'atlerden ba'zıları şunlardır:
1. Namazlardan sonra hemen âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce Salâten tüncinâ ve başka duâ okumak bid'attır.
2. Cenâze olduğunu bildirmek için, minârelerde salât okunması bid'attır.
3. Eli göğse koyarak, selâmlaşmak bid'attir.
4. (Zekeriyyâ sofrası) denilen adak bid'attır.
5. Câmide her namazdan sonra müsâfeha etmek bid'attır. Bayramlarda, câmilerde müsâfeha ederek bayramlaşmak ve namazlardan sonra, âdet etmeden, ara sıra müsâfeha câizdir.
6. İbâdetleri teyp, radyo ve hoparlörle yapmak bid'attır. Televizyondaki imâma uymak câiz olmadığı gibi, bu seslerle ibâdet yapmak da sahîh, geçerli olmaz.
7. Kur'ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi okumak bid'attır. Mûsikîye uyarak tecvîdi bozmak bid'at ve dinlemesi de büyük günâhtır. Kur'ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlikeli bid'attır. Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değiştirip nağmeye, mûsikîye uydurarak okumak harâmdır.
8. Dînî türk mûsikîsi veya tasavvuf müziği bid'attir.
9. Kur'ân-ı kerîmi ücret ile, para ile okumak, bâtıl ve bid'attır.
10. Cenâzede yüksek sesle tekbîr, tehlîl, ilâhîler okumak bid'attır.
11. Mezâr taşına âyet-i kerîme, mubârek isimler, şiir, Fâtiha kelimesini yazmak bid'attır.
12. Ölü evinden yemek, helva dağıtılması bid'attır. Birinci, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elliikinci ve elliüçüncü gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler yapmak ve kabir başında yemek dağıtmak bid'attır.
13. Evliyâ kabirlerinde mum yakmak, çabut başlamak bid'attır.
Küfür nedir?
Soru: Küfür nedir?
Cevap: Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve dînin kesin hükümlerinden birini inkâr etmek, kabûl etmemektir.
Soru: İnsanı küfre, îmânsızlığa düşüren şeyler nelerdir?
Cevap: Dînimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan; kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar. İnsan bir sözle [kelime-i şehâdet ile] müslüman olur. Bir müslüman da, küfre düşüren bir söz söyleyince kâfir olur.
Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Bu sebeple her müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir. İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, şaka olarak da söylense küfür olur. Birkaç misâl:
İnsanlara mahsûs sıfatları Allah için kullanmak küfür olur. Allahü teâlâya, san'atçı demek; Allah unuttu; kaderime küstüm; Allah bizi düğündüğü için göz, kulak vermiş; Allah kuşlara kanat vermeyi ihmâl etmemiş; İlâhi şuur, ilâhî düşünce demek; Allah bana kulum demesin; anladıysam arab olayım; bugünkü Kur'ân noksan demek. Bu işte ilâhi şuuru görüyoruz demek küfürdür. Bunun gibi, Allahü teâlâ için, düşünerek yarattı demek küfürdür. İslâm düşüncesi demek de böyledir. Çünkü, düşünmek insanlara mahsûs şeydir. Dinsizlere şerefli kâfir demek; çalgı âleti ile ibâdet etmek veya ilâhi söylemek; O, cimrilerin Allahı demek. Ağza def-i hâcet lafzı ile sövmek...
Peygamberleri küçültücü şey söylemek, meselâ ilk insan vahşî idi demek. Çünkü ilk insan Hz. Âdem peygamberdi.
Melekleri küçültücü şey söylemek. Meselâ, senin bakışın bana Azrâil gibi geliyor veya çocuk iyi yetişmezse zebâni olur yâhut bu ibâdetin sevâbını melek yazamaz demek.
Âhırette olacak şeylerle alay etmek. Meselâ ben Cenneti istemem, Cehenneme gitmek isterim demek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ya'nî Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş ve islâm âlimlerinin kitapları ile her tarafa yayılmış, inanılması zarûrî olan din bilgilerinden birine inanmamak veya önem vermemek. Meselâ ben cinleri göremediğim için inanmam demek veya kesin harâm olduğu bilinen birşeyi yiyip içerken besmele çekmek.
Küfür sözler
Özürlü kimseler için, îmâlât hatâsı demek; birisini kötülemek gâyesiyle Allahlık Ali Bey demek; namaz kılmam ama, kalbim temiz demek; kendisine Hans, Corc gibi gayrı müslim ismi ile çağırılmasını istemek; mümin için Nuh der, peygamber demez demek; harâm kazanç ile sevâb için kurban kesmek; ecelin hoyrat eli demek.
Harâm iş yapana, ne güzel yaptın demek. Şarap içene, ne güzel içiyor demek.
Bir kimse falcıya gitse, falcı; senin başına şu işler gelecek dese, o da buna inansa, kâfir olur. Çünkü gaybı, ileride olacak şeyleri ancak ve ancak, Cenâb-ı Hak bilir. Bir de sevgili kulları kendilerine bildirildiği kadar bilir.
Müslümana kâfir demek, kâfirlerin âyinlerini beğenmek, Allah baba demek, Allah gökte demek hep küfürdür.
Hocayı kötülemek için hocayla etme pazar, sonunda fetvâya bozar gibi sözlerin çoğu küfürdür, îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebep olur. Bunun için ağzımızdan çıkan söze dikkat etmemiz lâzımdır. Rastgele söz söylememelidir.
Yaratmak kelimesi
Soru: Allahtan başkası için yarattı denir mi?
Cevap: Günümüzde oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bir kelime var. Yaratmak.
Bu kelimeyi Allahü teâlâdan başkası için kullanmak da küfürdür. Çünkü yaratmak, yoktan var etmek demektir. Bu da sâdece Cenâb-ı Hakka mahsûstur. Bu kelimeyi mecâzî anlamda kullanmak da câiz değildir.
Gayrı müslime benzemek
Soru: Gayrı müslimlerin yaptıklarını beğenmek küfür müdür?
Cevap: Gayrı müslimlerin ibâdet olarak yaptıklarını, beğenmek, değer vermek de insanı dinden çıkartır.
Gayrı müslimlerin yaptıkları şeyler iki çeşittir:
Birincisi dinleri ile ilgisi olmayıp âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantalon giymeleri gibi âdet olarak yaptıkları şeylerdir.
İkincisi, dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar başlamaları, bu kısma girer.
Küfür olan, dinden çıkmaya sebep olan şeyler zamanla âdet haline gelse, bir kimse, bunun küfür olduğunu bilmeden kullansa yine dinden çıkar.
DİNDE İBÂDETİN YERİ
İbâdetlerin önemi
Soru: İbâdet nedir?
Cevap: İslâmiyete uymaya, ibâdet etmek denir. Müslüman, Allahü teâlâ emrettiği için, vazîfeleri olduğu için ibâdet eder. İslâmiyetin emirlerinde ve yasaklarında, kulların dünyaları ve âhyretleri için nice faydalar bulunmakla berâber, ibâdet ederken, Allahü teâlânın emri olduğunu, kulluk vazîfesi olduğunu düşünmek, niyet etmek lâzımdır.
Böyle düşünmeden yapılan iş, ibâdet olmaz. Din ile ilişiki olmıyan bayağı bir iş olur.
Meselâ, namaz kılan kimse, Allahü teâlânın emrini yerine getirmeyi ve kulluk vazîfesini yapmayı niyet etmeyip, namazın bir spor olduğunu düşünürse, ibâdet etmiş olmaz, spor yapmış olur.
Oruç tutanyn da, yalnız mideyi dinlendirmeyi, perhîz yapmayı düşünmesi, orucun sahîh ve kabûl olmamasına sebep olur.
Soru: Îmândan sonra ilk lâzım olan nedir?
Cevap: Her müslümanın, doğru, düzgün bir îmâna sahip olduktan sonra, müslümanlığı ya'nî dînin emir ve yasaklarını iyice öğrenmesi lâzımdır. Çünkü dînini bilmeyen kimse, her an yanlış birşey yapıp dinden çıkabilir. Peygamber efendimiz, (İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz) buyurmuştur.
Din, en güzel, en doğru şekilde ancak ilmihâl kitaplarından öğrenilir.
İlmihâl kitabı, bir müslüman için öğrenilmesi zarûrî olan îmân ve ibâdet bilgilerini anlatan kitaptır. Bunun için her müslümanın elinin altında, gerektiğinde bakabileceği güvenilir bir ilmihâl kitabı bulundurması lâzımdır.
Soru: Tefsîr ve hadîs kitaplarından din öğrenilir mi?
Cevap: Tefsîr ve hadîs kitaplarından din öğrenilmez. Birinin önüne tefsîr kitabı koyup bunu oku, dîni öğren demek, ilk okul çocuğunun önüne yüksek matematik kitabını koyup buradan matematik öğren, demek gibidir.
Soru: Îmân edip, ilim öğrendikten sonra ne yapmak lâzımdır?
Cevap: Îmân edip gerekli ilimleri öğrendikten sonra, ibâdet yapmak lâzımdır. Böyle yapılmazsa bu da tehlikelidir. Bunun için îmâna kavuştuktan sonra, farzları yapıp harâmlardan kaçınmak lâzımdır. Her mü'min, farzları ya'nî cenâb-ı Hakkın emirlerini yapmaya ve harâmlardan ya'nî yasak ettiği şeylerden kaçınmaya mecburdur. Bir müslümana îmândan sonra farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek de farzdır.
Soru: Dînin emirlerini yapmakta bir sıra var mıdır?
Cevap: Dînin emir ve yasaklarını yapmakta da sıra vardır. Îmân ettikten sonra, önce harâmları, sonra da farzları öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Farzları yapmayan mü'minlerin, sünnetleri, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz. Ya'nî bunlara sevâb verilmez.
Bir kimse, bir farzı özürsüz terk ederse, bu farz borcunu ödemedikçe, bu cinsten olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevâb verilmez.
Meselâ, zengin bir kimsenin zekât borcu var. Zekât borcu olduğu hâlde, hayır hasenat yapıyor, sadaka veriyor. Hâliyle zekâtını ödemediği için bunlardan hiç sevâb alamaz. Çünkü, cenâb-ı Hak bundan önce zekât vermesini istiyor.
İbâdetlerde niyetin önemi
Soru: İbâdetlerdeki niyetin önemi nedir?
Cevap: Müslüman her işinde, "Ben bunu ne için ve kimin için yapıyorum" diye düşünmesi lâzımdır. Mubâhları yaparken de niyeti düzeltmek lâzımdır. Mubâh, dînimizce emir veya yasak edilmiyen şeylerdir. Bunlar iyi niyetle yapılırsa sevâb, kötü niyetle yapılırsa günâh olur.
Meselâ bir kimse, övünmek, hava atmak, gösteriş yapmak için veya kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günâh işlemiş olur. Ancak, bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirken de maksadı, câmiye saygı, câmide yanında oturan müslümanları incitmemek, temiz, sıhhatli olmak, islâmın haysiyetini, şerefini korumak ise, her niyeti için ayrı sevâb kazanır.
İnsan, mubâh bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır.
Niyeti, yalnız Allahü tealâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i Şerîfte, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu. Ya'nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, yaptığı hayırlara, ibâdetlere, malına, rütbesine bakarak sevâb vermez.
Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yaptığına bakarak, sevâb veya azâb verir.
Günâhlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günâh olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadîs-i şerîfi, ibâdetlere ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir.
İyi niyetle harâm işlenir mi?
Soru: Harâmlar iyi niyet ile işlenebir mi?
Cevap: Harâmlar iyi niyet ile yapılsa da, asla mubâh olamaz. Ya'nî harâmlara hiçbir zaman sevâb verilemiyeceği gibi, özürsüz harâm işleyen, muhakkak günâha girer. İyi niyeti, onu günâhtan kurtarmaz. Bir kaide vardır dînimizde: "Harâm işliyerek ibâdet yapılmaz!"
Meselâ, birisine farz olan emr-i ma'rûfu yapmak, ya'nî islâmiyeti anlatmak için, ona yakınlaşmak maksadıyla, onunla beraber içki içemez. Burada iyi niyetin yeri yoktur.
İbâdetleri harâm işliyerek yapmak câiz değildir. Harâm işliyenlerin ibâdetleri sahîh, ya'nî geçerli olur. Ya'nî borçlarını ödemiş olurlar ise de, sevâb kazanmazlar.
Harâm, iyi niyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur.
Harâmdan kaçmak
Soru: Harâmdan kaçmaya sevâb verilir mi?
Cevap: Allahü teâlâdan korkarak, harâmdan, O yasak ettiği için sakınan, vazgeçen sevâb kazanır. Başka bir sebep ile harâm işlemezse günâhından kurtulur, sevâb kazanmaz.
Harâm olan birşeyi, meselâ içkiyi, din yasak ettiği için değil de midesine dokunduğu için içmese, bu kimse sevâb alamaz.
Harâma helâle dikkat etmiyen ba'zı kimseler, (Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allah kalbe bakar) diyorlar. Bu söz dîne aykırıdır. Bir kişinin kalbinin doğru ve temiz olduğuna alâmet, dînin emir ve yasaklarına uymasıdır. Böyle söyliyenlerin maksadı, müslümanları aldatmaktır. Bunların bu sözlerine değer verilmez. Günâhlar içinde yüzen kimsenin, benim kalbim temiz demesi, lağım çukurundan çıkartılan kimsenin, "Benim üzerimde birşey yoktur. Elbiselerim tertemizdir" demesine benzer.
Niyet Kötü Olursa!
İbâdetleri yaparken kötü niyet karıştırmamalıdır. Farzlar yapılırken, kötü niyetler de karışırsa, borç ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olursa da, bildirilen o büyük sevâba kavuşamaz.
Meselâ kişi başkalarının da görmesi için namazını herkesin gözü önünde kılarsa veya yalnızken çabuk çabuk kıldığı hâlde, başkalarının yanında uzun ve ta'dili erkân üzere kılarsa, ibâdetine kötü niyet karıştırmış olur.
Niyeti düzeltmek için
Soru: Niyeti düzeltmek için ne yapmalıdır?
Cevap: Düzgün niyet edilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz. Bunları yapabilmek için de ilim lâzımdır. Hadîs-i Şerifte, (Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır) buyuruldu. Câhil sofu, şeytanın maskarası olur.
İslâmiyete uymıyan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye de sevâb verilmez.
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâb kazanmak niyeti ile farzları, sünnetleri yapmağa ve harâmlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa, ya'nî ahkâm-ı islâmiyeyi yerine getirmeye (İbâdet etmek) denir.
Din bilgileri
Soru:Din bilgileri akıl ile anlaşılır mı?
Cevap: İslâm bilgileri ikiye ayrılır: Madde, fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakil ile anlaşılır.
Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i Şerîflerdir. Madde ve fen bilgileri his organları ve akılla anlaşılır.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlıyamaz.
Akıl ve nakil
Akıl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez.
Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez.
Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle ya'nî peygamber efendimizden bildirilenlere uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.
Ef'âl-i mükellefîn
Soru: Mükellef kime denir?
Cevap: Akıllı ve bülûğ ya'nî ergenlik çağına giren erkek ve kadınlara "Mükellef" denir. Mükellef olan kimse, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından sorumludur. Dînimizde, mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emrolunmuştur.
Soru:
Cevap: Ef'âl-i mükellefîn, dînimizin emirlerinden ve yasaklarından sorumlu olan kimselerin yerine getirecekleri vazîfelerin hükümlerini belirten bir terimdir. Bir kimsenin her türlü davranışı bunlardan birinin içine girer. Ef'âl-i mükellefîn sekizdir:
1- Farz: Dînimizin, yapılmasını açıkça ve kesin olarak emrettiği şeylere farz denir. Farzları terketmek harâmdır. İnkâr eden, kabûl etmiyen kâfir olur. Dinden çıkar. Farz iki çeşittir: Farz-ı ayn: Müslümanın bizzat kendisinin yapması lâzım olan farzdır. Meselâ, beş vakit namaz kılmak. Ramazan ayında oruç tutmak farz-ı ayndır. Farz-ı kifâye: Müslümanlardan bir kaçının veya sadece birisinin yapması ile, diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Meselâ, cenâze namazı kılmak, cihâd etmek farz-ı kifâyedir.
2- Vâcib: Farzdan sonra gelen emirlerdir. Bayram namazı kılmak, kurban kesmek, vitir namazı, fitre vermek vâcibdir. Vâcibi terk etmek, tahrimen mekrûhtur.
3- Sünnet: Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü, yâhut devam üzere kendisinin yaptığı veyâhut yapyılırken görüp de mâni olmadığı şeylere denir. Sünnet iki çeşittir:
Sünnet-i müekkede: Peygamber Efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri kuvvetli sünnetlerdir. Ezân okumak, cemâ'atle namaz kılmak gibi.
Sünnet-i gayrı müekkede: Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile ara sıra terkederek yaptıklarıdır. İkindi ve yatsı namazlarının dört rek'atlık ilk sünnetleri böyledir.
4- Müstehab: Buna mendub da denir. Sünnet-i gayrı müekkede hükmündedir. Peygamber efendimizin ara sıra yaptıkları ve sevdikleri, beğendikleri husûslardır.
5- Mubâh: Yapılması emir olunmıyan ve yasak da edilmiyen şeye mubâh denir. Ya'nî günâh veya sevâb olduğu bildirilmemiş olan iştir. Yapanın niyetine göre sevâb veya günâh olur. Yiyip içmek, uyumak, giyinmek gibi işler mubâhtır.
6- Harâm: Dînimizin "yapmayınız" diye açıkça yasak ettiği şeylerdir. Harâma, helâl diyenin ve helâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur.
7- Mekrûh: Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylerdir. Mekrûh iki çeşittir: Tahrimen mekrûh: Harâma yakın olan mekrûhtur. Bunları yapmak azâba sebep olur. Tenzîhen mekrûh: Helâle yakın olan, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan işlerdir.
8- Müfsid: Meşrû olan bir işi veya başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeydir. Namazda gülmek, oruçlu iken bilerek birşey yemek ve içmek gibi.
.
Fıkıh öğrenmenin önemi 19 OCAK 1998 | mollacami.com
.
Fıkıh öğrenmenin önemi 19 OCAK 1998
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır.
Öğrenilmesi farz veya vacip olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günahtır. Bunun için bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın, İslâmiyette şahitliği kabul edilmezdi. Eskiden, kâdı, mahkemede şahitlere itiraz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahitliğini kabul etmezdi.
Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini öğrenmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın, bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır.
Kur'an-ı kerimden, namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'an-ı kerimin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'an-ı kerimi ezberlemek, hafız olmak farz-ı kifayedir.
Din nereden öğrenilir?
İbadetler ve alış-veriş için lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helalden, haramdan ikiyüzbin meseleyi ezberlemek lazımdır. İlmihallerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse, bu kadar meseleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifayedir. Herkese, işine göre, lüzumlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'an-ı kerimi ezberlemekten daha iyidir.
Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir.
Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek caiz değildir. Tefsir ilminin kaideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her ayetin çok tefsiri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.
Önce, imanı ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifayedir.
Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Ayetten ve hadisten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicri dördüncü asırdan sonra, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı.
Farz-ı kifaye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nafile ibadet olur. Namaz kılacak kadar Kur'an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur.
Mealden din öğrenmek
Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir. Ayrıca, müctehid olmayanların, tefsirden, mealden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsirden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz!
Zaten, meal, tefsir okumayı tavsiye edenlerin gerçek niyeti, dini öğretmek değildir. Herkes, zekâsına, bilgisine göre birşeyler anlasın, ortalık curcunaya dönsün, Hıristiyanlarda olduğu gibi İslâmiyetin sadece ismi kalsın. İstedikleri bu...
Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Bugün biri çıkıp böyle bir iddiada bulunsa, ben anayasadan başka birşey tanımam dese, bu konuşması iyiye alamet değil deyip, adamı palas pandıras akıl hastanesine atmazlar mı?
.
Fıkıh ilminin önemi ve Fıkıh alimlerinin dereceleri - İhvanlar.net
.
Fıkıh ilminin önemi ve Fıkıh alimlerinin dereceleri
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
Yüce Allah buyuruyor:
Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)
Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
MANTIK-FIKIH MÜNASEBETİ ÜZERİNE - İbrahim Emiroğlu
.
MANTIK-FIKIH MÜNASEBETİ ÜZERİNE
Her medeniyetin iftihar ettiği, nevi şahsına münhasır bazı değerler vardır. Fıkıh ve Usûlü Fıkıh da, bizim medeniyetimizin en belirgin değerlerindendir Öyle ki, eğer geçmişimiz itibarıyla bizim medeniyetimize bir isim bulmak icap etseydi, ona "Fıkıh" veya "Usûl-ü Fıkıh" medeniyeti demek uygun olurdu...
|
Fıkıh usûlü, şer’î hükümlerin delillerini ve bu delillerden hükümlerin nasıl çıkarıldığını incelemeyi konu edinir. Bundan dolayı da Kitap ve Sünnet’teki ibarelerin mantuku, delâletleri, ibarelerde geçen kavramların tanımları; kavramların birbiri ile ilişkisi, türleri, olumlu ve olumsuz karşılık ve karşıtları; terimlerin hakikat, mecaz, hass, âmm, müşterek, hakikat ve mecaz kısımları; hangi hükümlerden nelerin nasıl çıkartılacağı, bu yapılırken illetin tespiti; naslar arasında tearuz, istisna; çıkan hükmün veya ortaya konulan delilin kuvvet ve bağlayıcılığının vs. incelenmesi gerekir. Bunu başarmak için mantık gücü de devreye girer. İşte fıkıh usulcüleri eserlerini kaleme alırlarken, genelde, bu gücü yer yer devreye sokmayı başarmışlardır.
Biz burada, mantığın fıkıh usûlündeki yeri ve önemini kavramlar, önermeler, dil-mantık ve deliller alt başlıkları halinde inceleyip, sonunda bir genel değerlendirmede bulunmaya çalışacağız.
1. Kavramlar Açısından
Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh kitaplarında (mesela, lafız, delil, nikah, talak, hadd, vergi, bey’, icâre, vekâlet, şirket gibi) çok sayıda kavramın tanımı, tasnifi ve tahlilinin yapıldığını görmekteyiz. Bunlar yapılırken yer yer kavramın diğer ilimlerdeki uzantılarına veya yerine işaret edilerek fıkıh usûlünün, tefsir, hadis, belagat, dil bilim, mantık ve münazara (tartışma ilmi / ilm-i âdâb) ile olan ilişkisi kurulur.
Fıkıh usûlünde bazı kavramlar mantıkta işlenen boyutu aşılarak açıklanır. Bi’l-ibâre, bi’l-işâre, bi’d-delâle ve bi’l-iktizâ delâlet örneklerinde, beyan çeşitlerinde bunu görebiliriz.1 Re’y-kıyas, kaza-fetva, ta’zir-hudûd sözcüklerinde görüldüğü gibi, bazı kavramlar arasındaki farka da işaret edilir. Mantıkta “kavramlar arası ilişkiler” konusunu ilgilendiren bu işlem, kavramlar mantığı açısından önemlidir.
Fıkıh usûlünde Kitap ve Sünnet’teki nassların delâlet ve sübûtları açısından dört grupta değerlendirilmesi, hükümlerin bilgi değeri ve mantıksal gücü açısından derecelendirilmesine imkan açtığından dolayı, önemli görülmektedir. Usul kitaplarında yer alan şu cümleler kavramlar mantığı (lafızlar) açısından ayrı bir önem arz etmektedir:
“Âmmın hükmü, efradı hakkında kat’ıyyü’s-sübût olmasıdır. Yani âmm bir nassın hükmü, delâlet ettiği fertlerin hepsine birden şamil olur.
Yine âmm, delil-i zannî ile tahsis edilemez. Çünkü âmm kuvvetlidir, fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur, zayıf olan bir delil ile kayıt altına alınması uygun değildir.
Âmm olan lafızlar, yalnız üçe kadar tahsis edilebilir, ondan fazla edilemez. Çünkü çoğulun en azı üçtür.2
Nass zâhire, müfesser nassa, muhkem de müfessere tercih olunup diğeri istidlalden sâkıt olur.
Bir lafızda hakikî mana ile mecazi mana ictima’ edemez (birleşemez).
Dâl bi’l-ibâre ile dâl bi’l-işâre arasında tearuz görülse baştaki tercih olunur. Çünkü sevk-i kelamdan asıl maksat olan, dâl bi’l-ibâredir.
Dâl bi’d-delâleyi kıyas-ı celî kabilinden saymak doğru değildir.
Dâl bi’l-iktiza ile istidlal, geçerli bir akıl yürütmedir.
İsimde iştirak hükümde müsâvâtı müstelzim değildir. (Yani bir lafza verilen hükmü onun eşseslisine de vermek gerekmez.)
Beyan-ı tağyir, daima tağyir ettiği söze muttasıl olur, ondan ayrılmaz.”3
2. Önermeler ve Dil-Mantık Açısından (Lafız-Mânâ)
Cümlenin içerdiği anlam veya ifade ettiği mana, harflere göre değişeceğinden bazı fıkıh usûlü kitaplarında, harf ve edatların (ba, min, an, alâ, fî gibi meânî harfleri ve zarflarının) özellikleri, cümleye kattıkları anlam ve kullanım şekilleri üzerinde önemle durulmaktadır4 ki bunu önermeler ve çıkarım mantığı açısından önemli görmekteyiz.
Söz konusu kitaplarda ikrar, bey’, şirâ, icare, hibe, vakıf, vasiyet, talak, liân, zıhar konularında kullanılan sözcükler ve ifadelerin çoğu ince dil tahlillerini içermekte ve bu tahlilleri bilmeyi gerektiren nitelik arz etmektedir. Yine lafız-mana ilişkisi (lafızların manaya vaz’ları, açık/vâzıh bir tarzda delâletleri, açık veya kapalı halde kullanımları, hangi maksatlarla söylenmiş olduklarını) çeşitleri ve örnekleri ile birlikte incelenir ki bunun dil ve mantık açısından önemli ve değerli olduğunu belirtmek gerekmektedir. Dinde önemli yeri olan emir ve nehiy lafızları üzerinde daha ayrıntılı bilgi verilir.
Fıkıh usûlü kitaplarında, mutlak ile mukayyedin mahiyetleri ve hükümleri ile ilgili aktarılan bilgiler, mantıkta “Mutlak Olarak Söyleneni Bazı Kayıtlamalarla (veya tersi) Söyleme” (Secundum Quid)5 yanlışını anlamamıza yardımcı olacak niteliktedir.
Söz konusu kitaplarda, deliller arasında tearuz ortaya çıkınca neyin neye tercih edileceği konusunda da kesin kurallar sunulmaktadır. Burada yer alan, “İki delilin metinleri arasında tearuz bulunsa, nass zahire, müfesser nassa, muhkem müfessere, hakikat mecaza, sarih kinayeye, dâl bi’l-ibâre dâl bi’l-işâreye, dâl bi’l-işâre dâl bi’d-delâleye dâl bi’d-delâle dâl bi’l-iktizâya tercih olunur.” ifadesinin dil ve mantık açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. Zira bunlardan, önce gelen ikinciye göre daha açık, daha sağlam, daha belirgindir. Mantık da tabii ki açık olanı kapalı olana, sağlam olanı zayıf olana, belirgin olanı da belirgin olmayana karşı üstün tutacaktır.
3. Deliller Açısından
İlgili kitaplarda fıkıh usûlünün konusunun, “Şer’î hükümleri ispata vasıta olmaları itibariyle şer’î delillerdir; bu ilimde bütün şer’î hükümlerin ve delillerin ahvalinden bahis olunur.” Usûl-ü fıkhın konusu bazı âlimlere göre edille bazılarına göre ise ahkâmdır. İkisini cem ederek usûl-ü fıkhın konusu edille ve ahkâmdır, (Bkz. Seyyid Bey, Medhal, s. 72) şeklinde belirtilmesi, bu ilimde asıl vurgunun yargı (hüküm, hükmün delilleri, hüküm çıkarma metotları, hüküm çıkaran) ve delillere yapıldığını göstermektedir. Mantık da geçerli delilleri incelemeyi konu edindiğine göre, fıkıh usûlü için mantık vazgeçilmez olacaktır. Bundan dolayı Gazali, İslâm Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi olarak görülen meşhur el-Mustasfâ’sının Mukaddime’sini Mantık İlmi’ne ayırmış ve bu ilmi yeterince bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini belirtmiştir.6
Klasik mantık, akıl yürütmede esas olarak (dedüksiyonun en önemli kısmını oluşturan) kıyası almıştır; asıl gâye kıyası incelemektir. Diğer iki akıl yürütme şekli7 tümevarım ve analojiye klasik mantıkta fazla önem verilmemiştir. Fıkıhtaki kıyas analojiyi esas alır. Fetva veya hükümlerde ağırlıkla temsil (analoji) metodu kullanılmaktadır.8 Mesela bu, ganimet, bey’, icâre, gasp ve itlâf gibi konularda daha açık bir şekilde görülmektedir. Mesela nikâhta denklik konusunda olduğu gibi, bazı hükümlerin delilleri, yanlış analojiye veya yanlış nedene9 dayandırıldığı için bazı fukaha tarafından reddedilir veya reddedenlerin görüşleri nakledilir.10
Analoji, tümevarıma dayanan bir dedüksiyondur. Fakat varsayımsal bir dedüksiyondur. Yani hareket noktası olan genel fikir varsayılmıştır. Aralarında benzerlik görülen iki olay arasında fark olabilir. Bu nedenle analoji ile elde edilen sonuç daima zanni (olası, muhtemel) olarak kalır, zorunluluğu gerektirmez. Fakat bu varsayım ispat edilirse kanun halini alabilir. Aşağıdaki fıkhî kıyasta, biranın haram olduğu hükmü, sarhoş edici özelliğinden dolayıdır. Ama sarhoş etme illetinin tespiti için bira yoklanır (istikra) veya incelenir; onda bu özellik bulunursa, genele (sarhoş edici maddelere) verilen hüküm (haram) ona da verilir. Bu yapılırken hem tümevarıma, hem de tümdengelime başvurulduğu doğrudur. İçeceklerin bir bir yoklanarak hangilerinin sarhoş edici olduklarını tespitte endüksiyon, bundan şu şekilde dedüktif kalıba sokularak bir çıkarımda bulunmak ise dedüksiyondur.
Tüm sarhoşluk veren maddeler haramdır; | (B.Ö, Asl) |
Bira şarhoşluk veren bir maddedir; | (K.Ö, Fer’) O.T. Altı çizili olan “sarhoşluk verme” |
O halde bira da haramdır. | (Sonuç) |
Fıkıhtaki kıyası, analojiyi temel alıyor diye sağlam olmayan bir delil getirme tarzı olarak görmek yanlıştır. Yukarıda bira örneğinde belirttiğimiz gibi, fakihler kıyaslarını dedüktif kalıba dökerek ifade ederler. Onu, doğrudan, bilimlerde kullanılan analoji gibi görmek doğru değildir. Onda da kıyasın formel şartlarına veya bilinen sekiz kuralına uyulur. Örneğin hiçbir fıkhi kıyasta üçten az terimle kıyas kurulmaz, orta terim sonuçta bulunmaz, yine orta terim iki öncülde de tikel olarak alınmaz, olumsuz iki öncülden sonuç çıkarılmaz veya olumlu öncülden olumsuz sonuç çıkarılmaz vs. Fıkıh usulcüleri, kelâmcılar ve bu konuya hassasiyetle eğilen İbn Teymiyye, fıtrata, dine ve kullanıma daha uygun ve daha sağlam olduğu gerekçesiyle temsili, gerçek kıyas olarak görmektedirler.11
Fıkhî kıyasta dedüksiyon ve analojinin kullanıldığını, analojide de endüktif yoklamanın varolduğunu haliyle bu tür kıyasın, akıl yürütmenin üç şeklini de içerdiğini; biçim olarak geçerli olduğunu, içerik olarak ise konunun fıkıhçıların değerlendirmesine bırakmak gerektiğini belirtmek isteriz.
Usul kitaplarında, içtihatta12 bulunurken, fetva verirken, daha genel bir deyişle hüküm verirken önemle altı çizilen hususlar, mantıksal açıdan değerli ve önemli görülmektedir. Şöyle ki, kişi kafasının estiği şekilde keyfî fetva vermemelidir. İslâm geleneğinde ulemanın bu konuda ne kadar dikkatli davrandıkları ortadır. Karar verecek konumda olanların bilgili, dirayetli, samimi, maddi ve manevi sorumluluk hissiyle dolu, konuyu ciddi araştıran, alternatifleri iyi değerlendiren, ihtiyatlı ve konuştuğu alanda ihtisas sahibi olmaları gerekmektedir.
Fıkıh usûlü kitaplarında, varlığına delil bulunamayan herhangi bir şeyi kabul etmeme “İstidlal bi ademi’l-medârik”13 olarak tanımlanıp, bunun yanlış bir akıl yürütme şekli olduğu belirtilir. Çünkü delilin yokluğundan medlulün yokluğu lazım gelmez.
Deliller arasında tearuz konusu açıklanırken “Herhangi bir hadise hakkında delillerin kesretine değil kuvvetine bakılır. Bir kuvvetli delil, birçok kuvvetsiz delillere tercih edilir. Mesela bir kat’î delil yanında zannî delillerin hükmü olamaz.”, “İki rivayet mütearız olunca, bunlar ile ihticac sâkıt olur. Bir şey hakkında ihtimal sabit olunca onunla istidlâl sâkıt olur.” gibi cümleleri içerik mantığı açısından önemli görmekteyiz.
Yine Fıkıh Usûlü kitaplarında, (fıkhın esaslarını teşkil eden usûl ve delillerin birer zübdesi mesabesinde olan ve sağlam delillere istinat eden, birçok hadiselerin hükümlerini belirlemeye yardım ederek hukukçular için birer rehber mesabesinde bulunan) Kavâid-i Külliye’nin maddelerinin örnekleri ile açıklanışını usûl ve mantık açısından önemli görmekteyiz. Mecelle’de, mantıksal açıdan bize daha çarpıcı gelen veya mantıkçının dikkatini daha celbeden bazı ifadelere burada yer vermek istiyoruz:
“Alâ hilâfi’l-kıyas sabit olan şey, saire makîsun aleyh olamaz.”
“İçtihat ile diğer içtihat nakz olunmaz.”
“Adetin delaleti ile mana-yı hakiki terk olunur.”
“İtibâr, galib-i şayiâdır, nadire değildir.”
“Asl sabit olmadığı halde, fer’in sabit olduğu vardır.”
“Kelamın i’mali (kullanımı) ihmalinden (terkinden) evlâdır.”
“Mânâ-yı hakikî müteazzir oldukta mecaza gidilir.”
“Tevehhüme i’tibar yoktur.”
“Zahiren sabit olan bir ilim ile, yakinen sabit olan bir ilim arasında fark vardır.”
“Bir hükmün illeti ile hikmeti arası tefrik olunur.”
Ayrıca şu kaidelerin14 de dil ve mantık açısından tahlil edilmesi ve öneminin açığa çıkartılmasının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
“Şek ile yakîn zail (yok) olmaz.”
“Asıl sâkıt olduğunda fer’i dahi sâkıt olur.”
“Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey dahi bâtıl olur.”
“(Eğer nass yahut delâlet yoluyla kayıtlama bulunmuyorsa) mutlak, ıtlakı üzere cari olur.” “Burhan ile sabit olan şey, ıyanen sabit gibidir.”
“Tenâkuz ile hüccet kalmaz.”
“Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur.”
“Meçhûlü dava fâsittir.”
“Bir kimse hakkında ‘muradı, maksadı şudur’ diye vuku bulacak dâvâ bâtıldır.”15
“Dâvâda tenakuz bulunmaması şarttır; bulunursa dâvâ sahîh olmaz.”
“Tenakuz, müddeînin kizbini gösterir.”
“Beyyinelerin tearuzu, dâvânın istimaına mâni olur.”
“ Şehadetin mahsûsa ve mütevâtire muhalif olmaması şarttır.”
“Şehadette tenakuz bulunmaması şarttır.”
Sonuç olarak söyleyecek olursak, Fıkıh Usûlü kitaplarında, lafız, mefhûm, delâlet, hüküm, kıyas terimlerinde olduğu gibi bazı kavramların, çeşitleri ve örnekleri ile birlikte ayrıntılı biçimde açıklanması, mantığın fıkıh, özellikle fıkıh usûlü için son derece önemli olduğunu göstermektedir. Zira kavramlar, önermeleri/hükümleri iyi anlamamıza, bunu başarmak da, daha sağlam çıkarımlarda bulunmamıza hizmet etmektedir. Söz konusu kitaplar kaleme alınırken, bu bilinçle, mantığın sürekli devrede tutulduğunu düşünmekteyiz. Böylece, bu eserlerde delâlet, hüküm, mübahase, istidlal, illet, mefhum, lafız, münazara, muaraza, men, münakaza (nakz), mukaddime ve çeşitlerinde olduğu gibi birçok kavram aynen mantıktaki gibi ve buna ilave olarak fıkıh ilmiyle ilişkisiyle birlikte tanıtılır. Bu tanım ve tanıtma yapılırken, büyük ölçüde, mantıktaki tanımın formel şartlarına uyulduğu görülmektedir.
Ayrıca, fıkıh usûlü eserlerinde yer alan şu bilgi ve açıklamaları, mantıksal açıdan önemli, değerli ve mantıktaki konuları anlamaya katkı verici nitelikte görmekteyiz:
1) Âmm
2) Lafz-ı Müşterek
3) Delâlet (-i lafz)
4) Harfler, edatlar ve zarflar
5) Bazı kıyas (analoji)ları red ve def’e müteallik mübahase yolları
6) İlm-i münazara (tartışma)nın şartları ve âdâbı
Fıkıh kitaplarında ikrar, bey’, şirâ, icare, hibe, vakıf, vasiyet, talak, liân, zıhar konularında kullanılan sözcükler ve ifadelerin çoğu ince dil tahlillerini içerdiğinden, bunlardaki bazı incelikleri anlama ve anlatmada mantık birikimi kendini hissettirmektedir.
Yine söz konusu kitaplarda harf ve edatların özellikleri, cümleye kattıkları anlam ve kullanım şekilleri ile ilgili olarak sunulanlar, dil ve mantık açısından, özellikle önermeler mantığı açısından, oldukça faydalı nitelikte görülmektedir. Ayrıca, kitapta, deliller arasında tearuz ortaya çıkınca hangi delilin diğerine tercih edileceği konusunda sunulan kuralların da dil ve mantık açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.
Fıkıhçıların, içtihatta bulunurken, fetva verirken, daha genel bir deyişle, hüküm verirken önemle altını çizdikleri hususlar, mantıksal açıdan çok değerli ve önemli görülmektedir. Kavaîd-i Külliye’nin maddelerinin örnekleri ile açıklanışını da usûl ve mantık açısından faydalı görmekteyiz.
* Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
iemiroglu@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. Örneğin bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basımevi, İstanbul 1967, c. I, s. 87-91, 95-98.
2. Bkz.: Bilmen, Kâmus, c. I, s. 71
3. Buna Kur’ân’dan bir örnek gösterilebilir: “Güç yetiren kişiye Allah için haccetmek gerekir.” (Âl-i İmrân, 3/97)
4. Bkz. Bilmen, Kamus, I, 108-132.
5. Bkz. Emiroğlu, İbrahim, Mantık Yanlışları, Ankara, 2004, s. 130.
6. Gazali, Ebu Hamid Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1937, c. I, Mukaddime, s. 7.
7. Akıl yürütmenin bu üç şekli için bkz. Emiroğlu, İbrahim, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, Bursa 1999, s. 153 vd.
8. (Fıkıhta) kıyas bir delil-i zannîdir. Kıyasın hükmü, ta’diyedir; asıldaki hükmün, fer’e de nakledilmesidir.
9. Mantıkta buna, Neden Olmayanı Neden Olarak Alma (False Cause, el-ahzü mâ leyse bi illetin illeten) Yanlışı denir. Bkz. Emiroğlu, Mantık Yanlışları, s. 161 vd.
10. Zira eş adaylarında başta dini olmak üzere, sosyal, kültürel yakınlık, eğitim seviyesi, ekonomik imkanlar vs. aranacağına, sözgelimi, boy ve kilonun ön plana çekilmesi, meselâ, “Bir önceki gelinimiz güneyliydi ve biraz kiloluydu; bu gelin adayımız da güney illerimizden ve hafif kilolu, öyleyse bu da birinci gelinimiz gibi iki senede ayrılır.” şeklinde yanlış bir analojide bulunmayı tabiî ki bir fıkıhçı kabul etmeyecektir. Zira o, isabetli bir evlilik kararı ve evliliğin huzur içinde devam etmesi için fıkıhta belirlenen kefaet (denklik) ölçülerini büyük bir hassasiyetle günümüze de uyarlama çabası içinde olacaktır.
11. Bu hususta çeşitli fıkıh usûlü kitaplarına ve kelâm eserlerine bakılabilir. Ayrıca bkz. İbn Teymiyye, er-Redd ale’l- Mantıkiyyîn, Lahor 1976, s. 364 vd.
12. Kıyas ile içtihat arasında tam eskilerin ifadesi ile umum husus min vechin girişimlilik vardır. Yani her kıyas içtihattır, ama her içtihat kıyas şeklinde değildir; içtihat daha e’amdır.
13. Bu tür delillendirmeye mantıkta Argumentum ed Ignorantiam (İspat Edilmemiş Olmayı Lehte Delil Kullanma) deriz. (Bkz. Emiroğlu, İbrahim, Mantık Yanlışları, s. 187)
14. Bu külli kaidelerin açıklamaları için bkz. Yıldırım, Mustafa, Mecellenin Küllî Kaideleri, İzmir, 2001.
15. Bugünkü moda tabirle biz buna “niyet okuma” diyebiliriz.
|