ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Peygamber efendimizin mucizeleri nelerdir? CEVAP Çok mucizesi görülmüştür. Bazılarını bildirelim. Aşağıdaki yazılar (Mir'at-ı Kâinat) kitabından alınmıştır ...
Sual: Mucize ve kerameti inkâr eden kâfir olmaz mı? CEVAP Mucizeyi de kerameti de yaratan Allah'tır. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mucize, peygamber olduğunu ...
Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursa keramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir ...
Sual: Ateist diyor ki: (Müslümanlar mucizeye inanır. Hâlbuki ne Kur'anda, ne de evrende birmucize yoktur. Müslümanlar niye bu kadar saf?) Mucize nedir?
Kur'an Allah kelamıdır Kur'an-ı kerimin bir mucize olduğu çeşitli yönlerden ispatlanmıştır: Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmemiş, hiç yazı ...
Sual: Mucize ve kerameti inkâr eden kâfir olmaz mı? CEVAP Mucizeyi de kerameti de yaratan Allahü teâlâdır. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mucize, peygamber ...
[Tekvir 24] Resulullah efendimizin mucize olarak gelecekten haber verdiği (Bir zaman gelecek) diye başlayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Bir zaman ...
Mucize olarak onlara Kur'an yetmez mi? Kur'an-ı kerim misli olmayan büyük bir mucizedir. Aşağıda beyan edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmi ve fenni bilgiler, ...
Şehit kelimesi gibi, yaratmak, kader, mucize, keramet, sihir, kehanet gibi bir çok kelime de yerli yerinde kullanılmıyor. Hırsızın, üç kağıtçının el çabukluğu ile ...
Mucize olarak kurtuldu demek caiz olmaz. Çünkü mucize sadece Peygamberlerde görülür, çocuğa Peygamber denmiş olur. Allah'ın kudreti ile kurtuldu demek ...
Sual: (Kerameti gizlemek farz, göstermek ise haramdır. Bir evliyanın kerametini gören kimse de evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) deniyor.
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4708
Mucizeyi kerameti yaratan Allah’tır
Sual: Mucize ve kerameti inkâr eden kâfir olmaz mı? CEVAP Mucizeyi de kerameti de yaratan Allahü teâlâdır. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mucize, peygamber olduğunu söyleyen kimsenin, doğru söylediğini bildiren şeydir.
Mucizeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Her şeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Şu kadar ki, bu dünyanın ve dünya işlerinin düzgün olması için, Allahü teâlâ, her şeyin yaratılmasını sebeplere bağlamıştır. Bir şeyin yaratılmasını isteyen kimse, o şeyin sebebini kullanır. Sebeplerin çoğu, düşünmekle, tecrübe ile, hesapla bulunacak şeylerdir. Bir şeyin sebebi yapılınca, Allahü teâlâ, o şeyi, dilerse yaratır. Mucize ve keramet böyle değildir. Allahü teâlâ bunları sebepsiz olarak, harika olarak yaratır. Sebebe yapışmak, Allahü teâlânın âdetine uymaktır. Allahü teâlânın sebepsiz yaratması, âdetin haricine çıkmak olur, harika olur.
Mucizenin şartları vardır: 1- Allahü teâlânın, mutad sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü Onun Peygamberini tasdik ettirecektir.
2- Harikulade olmalıdır. Âdet olan şeyler, mesela güneşin her gün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması, mucize olmaz.
3- Bunu, başkalarının yapamaması gerekir.
4- Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hasıl olmalıdır.
5- İstediğine uygun olmalıdır. Mesela (Şu ölüyü dirilteceğim) deyince, başka harika hasıl olursa, mesela dağ ikiye ayrılırsa, mucize olmaz.
6- İsteyip de hasıl olan mucize, kendisini yalanlamamalıdır. Mesela, (Şu hayvan ile konuşacağım) deyince, hayvan (Bu yalancıdır) derse, mucize olmaz.
7- Mucize, peygamber olduğunu söylemeden önce hasıl olmamalıdır. İsa aleyhisselamın beşikte konuşması, kuru ağaçtan taze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselam çocuk iken, göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selam vermeleri gibi, önceden hasıl olan harikalar, mucize değildi. Keramet idiler. Bunlaraİrhas denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindirler. Bu kerametlerin Evliyada da hasıl olmaları caizdir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce, Evliya derecesinden aşağıda değildirler. Kerametleri görülür. Mucize, peygamber olduğunu bildirdikten az zaman sonra hasıl olabilir. Mesela, bir ay sonra şöyle olur deyince, hasıl olduğu zaman mucize olur.
Mucize, yalnız Peygamberde hasıl olur. Başkasında hasıl olmaz. Herhangi bir kimseyi övmek için (Mucize yaptı) demek, (Mucize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyete bakılmaz söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Söyleyenin imanı gider. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek, (falanca yarattı) demek de böyledir. Müslümanlar, böyle tehlikeli şeyler söylememelidir.
Peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Mucize hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Bütün Peygamberlerin mucizelerini de yaratan ancak Allahü teâlâdır. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratır. Bir âyet meali: (De ki: Mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur.)[Ankebut 50]
Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği mucize ve keramet gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. Mesela Hazret-i Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Musa aleyhisselam asasını yere koyunca, büyük bir ejderha olur, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutardı. Hazret-i İsa zamanında ise, tıp ileri idi. Hazret-i İsa hastaları iyi eder, ölüleri diriltirdi.
Peygamber efendimizin zamanında ise edebi söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur’an-ı kerim gelince, bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur’an-ı kerimin Allahü teâlânın kelamı olduğuna inandı. Bir benzerini hiç kimse söyleyemedi. Nitekim mealen, (Bu Kur'an, Allah kelamıdır, inanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin, söyleyemezsiniz) buyuruldu. Bütün düşmanlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları halde benzerini bugüne kadar söyleyemediler, söylemeleri de mümkün değildir. Bunun dışında Peygamber efendimiz aleyhisselamın sayısız mucizesi görüldü. [Geniş bilgi için Peygamber Efendimiz maddesine bakınız.]
Mucizeleri inkâr etmek
Sual: İmam-ı Süyuti’nin Hasaisul kübra isimli bir kitabı var. TV’de şov yapanlardan biri, bir konuşmasında bu kitabı tenkit etti. Sahabiler nereye gitse onlara İslam’ı anlatmak için, mucize olarak oranın dilini konuşmalarını saçmalık olarak niteleyip şöyle dedi: “Resulün mucizesi olarak gösterilen bu olay tam bir saçmalıktır. Süyuti buna alet olmaktadır. Onun için size Kur’andan başka kitap okumayın diyorum.” Bu sözlerinde haklı mıdır? CEVAP İmam-ı Süyuti hazretleri büyük İslam âlimidir. Hadis imamı ve müctehid idi. Her biri çok kıymetli olan, 500’den fazla kitap yazdı. Daha 22 yaşında iken, Celâleddin Muhammed bin Ahmed Mehalli’nin yarıda bıraktığı tefsiri tamamladı. Bunun için Celâleyn tefsiri denildi. 8 yaşında hâfız oldu. Tefsir, hadis, fıkıh, nahv, meâni, beyân, bedi’ ve lügat ilimlerinde uzman oldu.
Sahabilerin yabancı dilleri bir anda öğrenmesi Resulullahın mucizelerindendir. Resulullaha mucizeyi veren Allahü teâlâdır. Allah’ın kudretinden şüphelenmek kadar cahillik ne olabilir ki?
Bazı kimseler, ölmüş evliyanın keramet göstermesine de inanmıyorlar. O kerameti yaratan da Allah’tır. Bu insanlar Allahü teâlânın kudretinden nasıl şüphe ediyorlar ki?
.
Vehhabilerin dini, kitabı başka mı?
Sual: (Peygamberler mucize gösterir, evliyanın kerameti olur, kâfir sihir yapar demek şirktir, küfürdür) diyen vehhabiler acaba şirk yani kâfirlik ne demek biliyorlar mı? Onların dini, kitabı başka mı? CEVAP Vehhabiliği İngilizler kurdurmuştur. Dolayısıyla bunlar dinimizi İngilizlerden öğrendikleri için böyle yanlış veya maksatlı konuşmalarının sebebini iyi anlamak lazım. Şimdi bu hususu kısaca açıklayalım:
İnsanların bütün işleri, âdet-i ilâhiyye içinde meydana gelir. Allahü teâlâ, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler de yaratır. Bunlar Peygamberlerden meydana gelirse Mucize, evliyadan meydana gelirse Keramet, diğer müminlerden meydana gelirse Firaset, fâsıklardan meydana gelirse İstidrac, kâfirlerden zuhur ederse Sihirdenir.
Kur’an-ı kerim ve Harikalar Her müslümanın Kur’an-ı kerime inanması şarttır. Bir âyetinden bile şüphe eden müslüman olamaz. Kur’an-ı kerimde birçok mucize ve keramet bildirilmiştir. Mesela:
Hazret-i Davud’un elinde demir, hamur gibi yumuşardı. (Sebe 10)
Cinler, kuşlar ve rüzgar Hazret-i Süleyman’ın emrinde idi. Erimiş bakır sel gibi aktı. (Sebe 12, Neml 17)
Dağlar ve kuşlar Hazret-i Davud’a boyun eğdi. (Enbiya 79)
Hazret-i İbrahim’i ateş yakmadı. (Enbiya 69)
Hazret-i İbrahim’in kestiği dört kuş dirildi. (Bekara 260)
Hazret-i Yunus’u balık yuttuğu halde, zarar gelmeden kurtuldu. (Saffat139-145)
Firavun, Hazret-i Musa’ya, (Peygamberlik sözünde doğru isen haydi bir mucize göster) demişti. Hazret-i Musa da, asasını yere bırakınca, hemen bir ejderha oluverdi. (Araf 106)
Hazret-i Musa’nın asası yılan olup, sihirbazların sihrini bozarak, gösterdikleri şeyleri yuttu. (Taha 69)
[Kâfirlerin sihir ile harika şeyler yaptığı bu âyetten de anlaşılmaktadır.]
Hazret-i İsa beşikte iken konuştu. Elindeki çamurdan şekle üfleyince, canlı kuş oldu. Körleri iyi etti. Ölüleri diriltti. (Maide 110, A. İmran 49)
Hazret-i Zekeriyya, Hazret-i Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37)
Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. Hazret-i Süleyman, (Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40) [Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, bu kerameti göstermiştir.]
Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur’an-ı kerimde bu olay için, (İşte bu, Allah’ın âyetlerinden [kudretini gösteren delillerden biri]dir) buyuruldu. (Kehf17)
Hazret-i Hızır’ın harikası, sepetteki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf63) [Bazı âlimlere göre Hazret-i Hızır, nebi değil velidir. Veli ise, gösterdiği harikalar mucize değil keramettir.]
Ay ikiye ayrılınca, kâfirler, Resulullah için (Bize sihir yaptı) dediler.(Kamer 1,2)
Resulullah, Mescid-i Aksa’ya ve bilinmeyen yerlere bir anda gidip geldi. Mirac hadisesi. (İsra 1)
Mucizeler de Allah tarafından meydana gelir, fakat kâfirler inanmaz.(Enam 25, 109)
Peygamberlerin, elinde meydana gelen mucizelerin yaratıcısı da Allahü teâlâdır. (Hazret-i İsa, ölüleri diriltirdi) demekle ona yaratıcılık vasfı verilmiş olmuyor. Yine Allah yaratıyor. Nitekim, Allahü teâlâ, Peygamberlerine verdiği mucizeleri bildirdikten sonra (Bunları yapan biziz) buyuruyor. (Enbiya 79) Cin suresinin son âyetlerinin tefsirinde (Allahü teâlâ bazı gaibleri, gizli sırları Peygamberlerine bildirir, onların gaibden haber vermeleri mucizedir) buyuruluyor. (Medarik)
Hazret-i Ali anlatır: Resulullah efendimizle gezerken rastladığımız her ağaç ve her taş, (Esselamü aleyke ya Resulallah) derdi. (Tirmizi)
Bir köylü, yakaladığı keleri Peygamber efendimize göstererek, (Bu hayvan senin peygamberliğini tasdik etmedikçe, inanmam) dedi. Keler de, şehadet etti. (Beyheki)
Birçok deve ve geyik konuşup Peygamber efendimizi tasdik etmiştir.(Nesai)
Bir çoban, bir kurdun konuştuğunu duyunca hayret etti. Kurt, çobana, (Ey çoban, Muhammed aleyhisselam hak peygamberdir) dedi. Çoban, Resulullahın huzuruna gelip, kurdun söylediklerini anlatınca, (Kurt doğru söyledi, hayvanların konuşması kıyamet alametidir)buyurdu. (Taberani)
Resulullah efendimizin gelecekten haber veren çok mucizesi vardır. Mesela halife olacak zatlara, (Emir olunca şöyle yap) ve (Benden sonra, Ebu Bekir’e ve Ömer’e uyun) buyurdu. (Tirmizi)
.
Mirac mucizesi
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur? CEVAP Mutezile fırkası, vehhabiler ve bazı bid’at ehli, Peygamber efendimizin bir anda, Cenneti, Cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdirememiş, inkâr etmiştir. Bir kısım akılsızlar da, hâşâ, “Miracı kabul etmek, Allah’a mekan ittihaz etmek olur” diyerek Miracı inkâr ediyor. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselam ile Tur dağında konuşmuştur. Tur dağı Allah’ın mekanı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de Allahü teâlâyı görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekanı değildir. Allahü teâlâ mekandan münezzehtir. Mutezile, Cennete giren müminlerin, Allahü teâlâyı göreceklerini de inkâr etmiştir. Nakli değil de, aklını ölçü alan mutezileye itibar etmemelidir!
Ehl-i sünnet âlimleri ise, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.
Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:
İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice harika olaylardan bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke'den Kudüs'e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır.
Yine buyuruldu ki: (Sana [Miracda] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık.) [İsra 60]
[Fitne] yani imtihan uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.
Resulullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahü teâlânın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.
Not: Geniş bilgi için, Peygamber Efendimiz maddesinde, Mirac mucizesi kısmına bakınız.
.
Kur’an-ı kerim efsane değildir
Sual: (Hazret-i Süleyman’ın, cin ve hayvanlardan meydana gelen ordusu, kuşların dilinden anlaması, hüdhüd ile konuşması, Belkıs’ın tahtının bir anda getirilmesi gibi şeyler birer efsane olup, akla, mantığa aykırıdır) diyenler çıkıyor. Bu hususta açıklama yapar mısınız? CEVAP Söyledikleri hususlar âyet-i kerime ile bildirilmiştir. Mucizeler, kerametler akılla, mantıkla izah edilemez. Edilse, zaten mucize ve keramet denmez.
Hazret-i Musa’nın bastonunun yılan olması, Hazret-i Hızır’ın elinde pişmiş balığın canlanması, Hazret-i İsa’nın beşikte konuşması, çamurdan yaptığı şekle üfürünce kuş olup uçması, Hazret-i Yunus’un kırk gün balığın karnında ölmeden kalması, Eshab-ı kehf’in 309 yıl ölmeden uyumaları, hayvanların konuşması, Peygamber efendimizin bir anda Cennete, Cehenneme ve daha başka yerlere gidip gelmesi, mübarek parmakları arasından bir orduya yetecek temiz su akması, Hazret-i Ömer, Medine’den seslenince İran’daki ordu komutanının duyması, Hazret-i Habib-i Acemi’nin deniz üzerinde yürümesi, öldükten sonra herkesin dirilmesi gibi olaylar akılla mantıkla izah edilemez. Bunlara sadece inanılır. İnanmayıp masal, efsane diyenler ise kâfir olur.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Onlardan seni [okuduğun Kur'anı] dinleyenler vardır. Onu anlamalarına engel olmak için kalblerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Onlar her türlü mucize görseler de, yine inanmazlar, nihayet gelip seninle çekişirler. İnkâr edenler "Bu, öncekilerin masallarından [efsanelerinden] başka bir şey değildir"derler.) [Enam 25]
(Öncekiler, "Sahiden biz ölüp de, bir toprak, bir kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltileceğiz? Şimdi bize yapıldığı gibi, daha önce de babalarımız tehdit edilmişti [Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir] demişlerdi.) [Müminun 82, 83]
(İnkâr edenler, "Biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra gerçekten dirilecek miyiz? Andolsun ki, bu tehdit, bize olduğu gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştı. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" dediler.) [Neml 67, 68]
[Bazı müfessirler, âyet-i kerimenin aslında geçen vaad kelimesini tehdit diye tefsir etmişlerdir.]
Hazret-i Süleyman’la ilgili Neml suresinin 16-44. âyet-i kerimelerinde özetle şöyle bildiriliyor:
Hazret-i Süleyman’ın ordusu Süleyman aleyhisselam, Davud aleyhisselama vâris oldu. (Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bol nasip verildi. Bu apaçık bir lütuftur) dedi. Hazret-i Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu, hizmet için toplandı. Hepsi toplu, düzenli olarak gidiyorlardı. Sonunda, karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca, (Ey karıncalar, yuvalarınıza girin, Hazret-i Süleyman’ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin) dedi. Hazret-i Süleyman, onun sözüne tebessüm edip(Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy!) dedi.
Hüdhüd kuşunun cevabı Hazret-i Süleyman, kuşları araştırarak (Hüdhüdü [İbibik kuşunu] niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Bana [mazeretini gösteren] apaçık bir delil getirmeli; yoksa onu şiddetli bir azaba uğratır yahut keserim) dedi. Çok geçmeden Hüdhüd gelip Hazret-i Süleyman’a (Senin bilmediğin [önemi] bir şeyi öğrendim. Sebe’den doğru bir haber getirdim. Onlara hükümdarlık eden, her türlü imkana [askeri techizata] sahip ve büyük bir tahtı olan [Belkıs adında] bir kadınla karşılaştım. Onun ve milletinin Allah’ı bırakıp Güneşe secde ettiklerini gördüm) dedi. Hazret-i Süleyman (Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız) dedi. [Sonra Hüdhüde] (Şu mektubu götür, onlara verip bir yana çekil, varacakları sonuca bak) buyurdu. (Neml 16-28)
Sebe melikesi, [mektubu aldıktan sonra] (Ey ileri gelenler! Bana, Süleyman’dan gelen Bismillahirrahmanirrahim diye başlayan ve"Sakın bana karşı baş kaldırmayın ve teslim olarak gelin!" diyen önemli bir mektup bırakıldı) dedi. (Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin bir hüküm vermem) dedi.(Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, emir senindir, sen ne istiyorsan emret) dediler. Melike (Hükümdarlar bir şehre girince, orayı perişan, halkın ileri gelenlerini de zelil ederler. Onlar da böyle yapacaklar. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım) dedi. [Elçiler hediyelerle] gelince Hazret-i Süleyman (Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? [Ey elçi git!] söyle! And olsun ki, karşı koyamayacakları bir ordu ile gelir onları oradan hor ve hakir olarak çıkarırız) dedi.
Hazret-i Süleyman [müşavirlerine] (Bana teslim olmalarından önce, hanginiz onun tahtını yanıma getirebilir?) dedi. Cinlerden bir ifrit,(Sen yerinden kalkmadan önce onu getiririm, bunu yapabilecek bir güce sahibim) dedi. Kitabı bilen biri, (Gözünü açıp kapamadan onu getiririm) dedi. Hazret-i Süleyman, tahtı yanına gelmiş görünce(Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin bir lütfudur bu) dedi.
Hazret-i Süleyman (Tahtını tanımayacağı hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi?) dedi. Melike geldiğinde (Senin tahtın böyle miydi?) denildi. O da (Sanki tıpkı o, zaten daha önce bize bilgi verilmiş ve teslimiyet göstermiştik) dedi.
Belkıs iman etti Melikeye (Köşke gir) dendi; salonu görünce, onu derin bir su zannedip, eteğini çekti. Hazret-i Süleyman (Bu billurdan yapılmış şeffaf bir zemindir) dedi. Melike (Rabbim, [Güneşe tapmakla]kendime yazık etmişim. Hazret-i Süleyman’la beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum) dedi. (Neml 16-44)
.
Hazret-i Nuh’un gemisi
Sual: Misyonerlere aldanan genç diyor ki: “Zavallı Müslümanlar Eshab-ı kehfin 309 yıl uyuduğunu sanıyor. Aç susuz yıllarca uyunabilir mi? Nuh’un gemisi de eskilerin masallarından başka değildir. Çünkü nasıl bir devasa gemi ki, bütün insanlar ve bütün hayvanlar bu gemiye sığabilsin? Bunların yiyecek stokları vesaire de zaten mümkün değildir. Gemi, bizim Titanicten çok daha teknik donanımlı olsa da, o su ile mücadele edemez. Zavallı Müslümanlar böyle masallarla uyutulmaktadır.”
Bu olaylar gerçek değil midir? CEVAP Misyoner, Allahü teâlânın kudretine ve mucizeye, keramete inanmadığı için böyle saçmalıyor. Binlerce yıl önce ölmüş insanları Allahü teâlâ diriltmeyecek mi? Kemikleri diriltip insan yapan Allahü teâlâ, insanları 300 veya beş yüz sene uyutamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphe edilir mi hiç?
Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan yıllarca uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur'an-ı kerimde mealen, (İşte bu, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın) buyuruluyor. (Kehf 17, 18)
Hazret-i Nuh’un gemisi de Allahü teâlânın kudretini gösteren bir olaydır. Gemi, sulara gark olmadan yüzmüştür. İşte âyet-i kerime meali: (Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik; inkâr edilmiş olan Nuh’a mükafat olarak verdiğimiz gemi nezaretimiz altında yüzüyordu. Onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur?) [Kamer 13-15]
Misyonerin dediği gibi bütün insanlar ve bütün hayvanlar gemiye alınmamıştı. Hayvanlardan sadece birer çift, insanlardan da Müslüman olan çok az insan binmişti. Hatta koca bir karı, gemiye binmeyi unutmuştu da Allahü teâlâ onu korumuştu. Allah dilerse gemi ile de, gemisiz de korur.
Allahü teâlâ bütün Peygamberlere çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela Hazret-i Davud’un elinde demir hamur gibi yumuşardı. Cinler, kuşlar ve rüzgar Hazret-i Süleyman’ın emrinde idi. (Sebe 10,12 Enbiya 79, 81, Sad 18, 36-38 Neml 17),
Hazret-i İbrahim’i ateş yakmadı. Hazret-i Yunus’u balık yuttu, ölmedi.(Maide 110, Meryem 28- 30),
Hazret-i İsa, çamurdan yaptığı şekle üfürünce, bir hayvan meydana geldi. (Al-i İmran 49)
Mirac mucizesi: Allahü teâlâ, Resulünü gece bir anda mescid-i Aksa’ya götürdü. (İsra 1) Cenneti, Cehennemi ve bilinmeyen yerleri gezdirdi. Hepsi bir anda oldu.
Ay’ın ikiye ayrılma mucizesi: Kâfirler, (Peygamber isen Ay’ı ikiye ayır)dediler. Resulullah dua edince, Ay ikiye bölündü. Kâfirler, (Bize sihir yaptı) diyerek inanmadılar. (Kamer 1,2)
Muhammed aleyhisselamın; parmaklarından bir orduya yetecek su aktı, ağaçlar kendisine selam verdi, elinde çakıl taşları zikretti, zehirli kebap, “Beni yeme, zehirliyim” dedi, put ve hayvanlar Onunla konuştu. Bunun gibi bin kadar mucizesi görüldü. Gelecekte olacak şeyleri de haber verdi. Allahü teâlâ, mucizeleri bildirdikten sonra buyuruyor ki: (Bunları yapan biziz.) [Enbiya 79]
Başka bir âyet meali de şöyledir: (De ki: Mucizeler Allah’ın kudreti ve iradesi ile olur.) [Ankebut 50]
Fil suresinde Ebrehe’nin ordusunun imha edilişi bildiriliyor. Bu da Allahü teâlânın kudreti ile oldu. Belkıs’ın tahtı göz açıp yumuncaya kadar Hazret-i Süleyman’ın sarayına getirildi. (Neml 40)
Eshab-ı kehfin yıllarca uyumasını veya Hazret-i Nuh’un gemisini inkâr etmek, Allahü teâlânın kudretini inkâr etmek olur. Kâfir İblis’in, yaptığı harikalar çoktur. Ona da bu imkanı Allah vermiştir. Şeytanın yaptıklarına inanıp da, Peygamberlerin gösterdikleri mucizeleri inkâr etmek şeytanın yolunda olmayı göstermez mi?
.
Şeytanın tasarrufuna inanıyorlar da
Vehhabilerin Feth-ül mecid kitabı, 75.sayfasında bazı İslam âlimlerinin, evliyaların isimlerini vererek, (...bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur) diyor. CEVAP İnsanların üstünlerinin, yani Peygamberlerin, meleklerin üstünlerinden daha yüksek olduklarını, bu vehhabi kitabı da yazmakta, meleklerin tasarruf ve tesirlerine inanmakta, fakat Allahü teâlânın Evliyasına keramet olarak, tesir ve tasarruf verdiğine ise inanmamakta, buna inananlara müşrik demektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak, bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır. Vehhabiler, işte bunun için, bu Velileri beğenmiyorlar.
Kâfire verilen şey, sevgili kullara verilmez mi? Sihirle, kâfirlerin ne harika şeyler yaptığı Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. Hatta Şeytanın bile, çok harikalar gösterdiği yazılıdır. Kâfir harika gösteriyor da evliya gösteremez mi?
Hakimi Semerkandi İshak bin Muhammed hazretleri buyuruyor ki:
Evliyanın kerametine inanmak lazımdır. Evliyanın kerametine inanmayan, bid’at sahibi, sapık olur. Evliyanın kerametine inanmamak iki türlü olur: 1- Kerametleri bildiren âyet-i kerimelere inanmıyorsa, kâfir olur. 2- Âyet-i kerimelere inanır, ama onlar Peygamber idi, evliyadan keramet olmaz derse, yine kâfir olur. Âyet-i kerimelere inanır ve onlar Peygamber değil idi demezse küfür olmaz.
Allahü teâlâ, Belkıs’ın tahtını [oturduğu koltuğu] bir anda getirenin ilim sahibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Asaf bin Berhıya idi. Veli idi. Peygamber değildi. Süleyman aleyhisselamın ümmetinden idi. Süleyman aleyhisselamın ümmetinden biri keramet gösterebiliyor da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinin evliyası niçin keramet gösteremesin?
Muhammed aleyhisselam, Süleyman aleyhisselamdan elbet daha üstündür. Muhammed aleyhisselamın ümmeti de, Süleyman aleyhisselamın ümmetinden elbet daha üstündür.
Meryem suresinin (Hurma kütüğünü kendine doğru çek! Sana ondan taze hurma düşer) mealindeki 24. âyetinde, Allahü teâlâ, hurma kütüğünden, Hazret-i Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hazret-i Meryem, Peygamber değildi. Zekeriya aleyhisselamın, Hazret-i Meryem’in yanında gördüğü meyveler ve Eshab-ı Kehf vak’ası hep keramet idi. Bu kerametlerin sahipleri de Peygamber değildi.
Önce gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, keramet sahibi Veliler bulunuyor da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinde keramet sahibi Evliya niçin bulunmasın? A. İmran suresinin 110. âyetinde, (Siz, ümmetlerin en iyisi oldunuz) buyuruldu. Keramete inanmayanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede Kâbe’ye gidip gelmesi olamaz derse, Resulullah, bir anda yedi kat göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük harika olur mu?
Mümin mi kıymetlidir, kâfir mi? Kâfirlerden birinin bir anda şarktan garba gidip geldiğini kitaplar bildiriyor ve inanıyoruz. Bu kâfir herkesin bildiği İblistir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmesin? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lazımdır.(Es-Sivad-ül a’zam)
Hayret edilecek şey Vehhabiler ruhun varlığına ve ölmediğine inanıyorlar. Şeytanın da varlığına ve ölmediğine inanıyorlar. Şeytanın kâfir olduğuna ve yaptıklarına da inanıyorlar. Aşağıdaki âyet-i kerimelerde bildirildiği gibi şeytanın ne yaptığını ve maksadını bizim gibi onlar da biliyorlar.
Lakin, Peygamberlerin ve Evliyaların yani Allah’ın sevgili kullarının ruhlarının tasarruflarına, mucize ve keramet göstermelerine inanmıyorlar. Hayret ki ne hayret! Şeytanın tasarruflarına inanıyorlar da bu sevgili kullarının yani Peygamber ve evliyanın tasarruflarına inanmıyorlar. Halbuki tasarruf kuvvetini, imkanını ve yetkisini veren Allahü teâlâdır. Kâfir İblise verdiğine inanıyorlar da, Peygamber ve evliya kullarına verdiğine inanmıyorlar.
Görmediğimiz için inanmıyoruz diyorlarsa, iblisinkileri görüyorlar mı? Aklımız almadığı için inanmıyoruz diyorlarsa, iblisinkileri akılları nasıl alıyor? Şeytan olunca mı akılları çalışıyor?
Kâfir bir mahluk yapabiliyorsa, Peygamber ve evliya kullar niye yapamasın? Kâfir mahlukuna bu imkan ve yetkiyi veren Allahü teâlâ, Peygamber ve evliya kullarına niye vermesin?
Şeytanın maksadı ve yaptıklarıyla ilgili bazı âyet-i kerime mealleri şöyledir: (Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere) "Adem'e secde ediniz" dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.) [Bekara 34, Araf, 11, Hicr 30-31,İsra 61, Kehf 50, Taha 115, Sad 73-74]
Kâfire yetki!
(Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlatlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, sadece onları aldatmak için vaad eder.) [İsra, 64]
(Elbette [salih] kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.) [Hicr 42, İsra 65]
Ne yapacak?
("Sonra elbette onları önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi.) [Araf 17]
(Yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!) [Hicr 39]
(Şeytan ona vesvese verip: “Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? dedi.) [Taha 120]
(Şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi..) [Enam 43]
(Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi.) [Enfal 48]
(Şeytan yaptıklarını onlara hep güzel gösterdi.) [Nahl 63]
(Şeytan, kendilerine, yaptıklarını güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur.) [Neml 24-26]
(Şeytan kendilerine, işlediklerini güzel gösterdi; onları doğru yoldan alıkoydu.) [Ankebut 38]
(Kulumuz Eyyub, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti.) [Sad 41]
(Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın.) [Fussilet 36]
(Şeytan efendisine onu hatırlatmayı unutturdu...) [Yusuf 42]
(Ey Adem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.) [Araf 27]
(Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah’a sığın...) [Araf 200]
(Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
O size ancak ve daima kötülüğü, çirkin işi ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.) [Bekara 168-169]
(Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder.)[Bekara 268]
(Şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti...) [A. imran 155]
(İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur...) [A. imran 175]
(Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.) [Nisa 60]
(İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.) [İsra 53]
((Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.) [Hac 52,53]
(Ey insanlar! Allah’ın vaadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!
Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.) [Fatır 5-6]
(Kendileri için doğru yol belli olduktan sonra ardlarına dönenleri, bu işi yapmaya şeytan sürüklemiş, onlara ümit vermiştir.)[Muhammed 25]
(O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı...) [Hadid 14]
(Şeytan onların başlarına dikilip Allah’ı anmayı unutturmuştur.)[Mücadele 19]
(Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?) [Yasin 62]
Netice!
(Andolsun İblis, onlar hakkındaki tahminini doğruya çıkardı. İnanan bir zümrenin dışında hepsi ona uydular.
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilinsin diye (ona bu fırsatı verdik.) [Sebe 20-21]
(İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!) [Kehf 50]
(Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.) [Furkan 29]
((Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim." Zalimler için elem verici bir azap vardır.) [İbrahim 22]
.
Veli, keramet, mürşid ne demektir
Sual: Veli, keramet, mürşid ne demektir? CEVAP İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubatkitabının çeşitli mektuplarından alarak aşağıda bildirelim:
Keramet haktır. Keramet, şirkten kaçıp kurtulmak, marifete kavuşmak, kendini yok bilmektir. Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalıdır. Keramet ve keşf sahibi olmak istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Keramet, kurb ve marifet demektir. Kerametin çok olması, tasavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır. Keramet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsan olunmuş Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahih olan keşfler, hayal değildir. İlham ile kalbde hasıl olur. Hayal karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyanın keşfi, İslamiyet’e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyanın keşfleri, ilhamları, başkaları için hüccet, senet olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için hüccettir.
Keşf ve keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez.Keşfler, tecelliler, tasavvuf yolunun yolcularında hasıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve ibadettedirler. Evliyanın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fayda elde edilebilsin. Evliyanın elbisesini edep ve saygı ile giyince, çok fayda hasıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyasını büyük günah işlemekten korur. Evliyadan birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliya, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat, hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, af dilerler. Evliya, insanları hem İslamiyet’in açık emirlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyanın bir kısmı, sebepler âlemine inmemiştir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yoktur. İnsanlara faydalı olmazlar. Feyz veremezler. Evliyanın çoğunda, vilayetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtad ve ebdal böyledir. Bunların gençleri yetiştirebilmeleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh”ın yardımı ile olur.
Velilerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyalık, zıllere, gölgelere kavuşmak demektir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyalık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyalığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir. Evliyalık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyanın, kendinin Veli olduğunu bilmesi lazım değildir. Evliyalık verilip de, Veli olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Veli olmak için, dünya ve ahiret sevgisini gönülden çıkarmak lazımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, ahirete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh âleminden gelmiş olan on latife, on kuvvet vardır. Evliyalık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latifede olur. Evliyalık, fena ve beka demektir. Yani, kalbi dünyaya düşkün olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır. Evliyalık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyalık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Mahlukları düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsan edilir. Mahlukların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fena) denir.
Evliyalığın bütün üstünlükleri, İslamiyet’e uymakla hasıl olur.Peygamberliğin üstünlükleri ise, İslamiyet’in görünmeyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyalık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilham olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, yani Kitap ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilere tam uygun olur. Evliyalıkta ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse, yalnız yükselmeyi evliyalık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Halbuki, bu iniş de, yükseliş gibi, evliyalıktır. Evliyalıkta cezbe ve süluk vardır. Bu ikisi, evliyalığın iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lazım değildir. Evliyalık derecelerinin sonu, kulluk makamıdır. Kulluk makamının üstünde, hiçbir makam yoktur. Veliler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyanın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.
Evliyalık, beş derecedir. Herbiri, beş latifeden birinin yükselmesidir. Herbiri, Ulül’azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselamın yoludur. Evliyalığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyalığı, beşinci derecede olan bir Velinin evliyalığından daha kıymetlidir. Evliyalığın (Vilayet-i hassa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fani olması lazımdır.(Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu faniliği göstermektedir.
Evliyalık, ya hassa [hususi] olur veya umumi olur. Vilayet-i hassa, Muhammed aleyhisselamın evliyalığıdır. Onun ümmetinden, ona tam tâbi olan evliya da bu vilayete kavuşabilir. Bu vilayet, tam fena ve olgun bekadır. Burada nefs fani olmuş, Allahü teâlâdan razı olmuştur. Allahü teâlâ da, ondan razıdır. Evliyalığın yüksekliği, beş latifenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfa) latifesinin evliyalığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyadan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyalığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki latifenin evliyalığına kavuşmuş bir Veli, asla daha karib [yakın] olunca, ahfa latifesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmayan Veliden daha üstün olur. Muhammed aleyhisselamın evliyalığına kavuşan Veli, geri dönmekten korunmuştur. Yani bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Veliler, korunmuş değildirler, tehlikededirler. Evliyalık, yalnız kalbin ve ruhun fani olması ile hasıl olabilir. Fakat, bunların fani olmaları için, öteki üç latifenin de fani olmaları lazımdır. Evliyanın evliyalığına (Vilayet-i sugra) denir. Peygamberlerin evliyalığına (Vilayet-i kübra) denir. Vilayet-i sugranın sonu, enfüsdeki ve afaktaki ilerlemenin sonuna kadardır. Vilayet-i sugrada, vehmden ve hayalden kurtuluş yoktur. Vilayet-i kübrada vehmden ve hayalden kurtuluş vardır. Vilayet-i sugra, beş latifenin, arşın dışındaki asıllarını geçtikten sonra başlayıp, bu asılların da asılları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilayet-i sugra afakta ve enfüsde, yani insanın dışındaki ve içindeki mahluklarda olur. Yani zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecelli-yi berki)ye, yani şimşek gibi çakıp geçen tecellilere kavuşurlar. Vilayet-i kübra, bu tecellilerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyalığı böyledir. Burada, tecelliler, daimidir. Vilayet-i sugra, (cezbe) ile (süluk)dür.
Evliyalık kemalatına kavuşmak, süluk, yani çalışarak ilerlemek, kalbin zikir etmesi ve murakaba ve rabıta ile olur. Peygamberlik kemalatında ilerlemek ise, Kur’an-ı kerim okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek için hiçbir sebebin tesiri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lütfu ve ihsanı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslamiyet’ten dışarı çıkamaz. İslamiyet’e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilayet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lütuf ve ihsan başkadır. Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyalığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. Vilayet-i Muhammediyye, bütün Peygamberlerin vilayetlerini kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin vilayetine kavuşmak, bu (Vilayet-i hassa)nın bir parçasına kavuşmaktır. Velinin inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velinin bâtını, yani kalbi ve ruhu ve öteki latifeleri zahirinden, yani duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır. Zahirinin gafil olması, bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Veli, hiçbir Peygamberin derecesine ulaşamaz.Bir Veli, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fakat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Veliden daha üstündür. Veli, küçük günah işleyebilir. Fakat, hemen tevbe eder ve velilik derecesinden atılmaz. Tasavvuf yolunda aranılan şey, fenanın ve bekanın, tecellilerin ve zuhurların, şühud ve müşahedenin, söz ve mananın, ilim ve cehlin, isim ve sıfatın, vehm ve aklın ötesindedir.
Mürşid yani Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan vasıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesiledir, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vasıtası ile, kendi kalbine gelen feyzleri neşr eden bir vasıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kamil, emme basma tulumba gibidir. Kalb makamına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı feyzleri, marifetleri, talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmayan, hidayete kavuşamaz. [Bunun için vehhabiler, Allahü teâlânın feyzlerinden, marifetlerinden mahrumdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının ilacı yoktur. Rehberden feyz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, imanları kuvvetlenir. İslamiyet’e uymak isteği hasıl olur. Rehberin sözleri, halleri, hareketleri, ibadetleri hep İslamiyet’e uygundur. Ona uyan, onu dinleyen, Resulullaha uymuş olur. Böyle olmayan kimse, rehber olamaz.
Tasavvuf, Resulullahın izinde bulunmaktır. İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hasıl olmuştur. Tasavvuf, ihlası arttırmak içindir. Tasavvuf yolunda Rehber lazımdır.
Allahü teâlâya kavuşturan yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilayet yolu. Nübüvvet yolu asla kavuşturur. Nübüvvet yolunda, fena, beka, cezbe ve süluk gibi şeyler yoktur. Vilayet yolunda ilerlemek için her şeyi [dünyayı ve ahireti] unutmak lazımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lazımdır. Nübüvvet yolunda ahireti unutmak lazım değildir. Tasavvuf, imanı kuvvetlendirmek ve İslamiyet’e uymakta kolaylık duymak içindir. Tarikat ve hakikat, İslamiyet’in hizmetçileridir. Tarikat, mahlukları yok bilmektir. Hakikat, Allahü teâlâyı var bilmektir.Birincisi, herkesten kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i maruf, nehy-i münker, cihad ve sünnetlere uymaktır. (Mektubat-ı Rabbani)
.
Vesile arayın
Sual: Maide suresinin, (Allah’a yaklaşmak için vesile arayın)mealindeki 35. âyet-i kerimesinde, Allahü teâlânın yaratması için, vesileye [sebeplere] yapışmak emredilmektedir. Sebeplere yapışmak nasıl olur? CEVAP Etkisi kesin olan sebeplere yapışmak farzdır. Mesela, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, dine uymak ve dua etmek emrolundu. Diğer sebepler ve tesirleri açıkça bildirilmediği için, bunlara uymak sünnet oldu.
Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından ve ilaçlardan şifa beklemek ve dertlerden, belalardan kurtulmak için bunları vesile yapmak sünnet oldu. Mezhepsizler, bu sünnete şirk, küfür diyerek, âyet-i kerimeye zıt konuşuyorlar. Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ, istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir.
Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Hazret-i Âdem’i ana-babasız yaratmış; fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana-babayı vesile kılmıştır. Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi, bütün insanları da ana-babasız yaratabilirdi. Fakat ana-babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir.
Mevlana Abdülhakim-i Siyalkuti hazretleri buyuruyor ki:
(Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbi, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allah’ın velisi, bana şefaat et, bana vasıta ol, benim için dua et) demektedir. Dilekleri yerine getiren, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fanidir, tasarrufu, gücü yoktur. Böyle inanmak, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden de dua istemek, bir şey istemek, yasak edilmedi. Bir cahil, dileğini Allah’ın kudretinden beklemeyip (Veli yaratır) der, bu düşünce ile ondan isterse, bu elbette yanlıştır. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine dil uzatmak çok yanlıştır.)[Zâd-üllebib]
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
(İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diriler vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır.) [Mişkat]
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:
(Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!) Yani, Huda dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir Veliye tevessül de, bu demektir.
[İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam,(Dua doğru ama ağız yanlış) buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil!]
İmam-ı Nesefi hazretleri buyuruyor ki:
(Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdir. Çünkü, Peygamber olan ve iman sahibi olan ruhtur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz. (Umdet-ül-itikad)
İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrail aleyhisselam, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahabi şeklinde görünürdü. Eshab-ı kiramdan bazıları da, Cebrail aleyhisselamı insan şeklinde gördüler. Cebrail aleyhisselam insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerametinin kalmayacağını göstermez.
Şafi’i âlimlerinden Celaleddin-i Süyuti hazretleri diyor ki:
Kerametin yirmiikincisi, Evliyanın çeşitli insanların şekillerinde görülmesidir. (Tabakat-ül-Kübra) Ehl-i sünnet âlimleri, Meryem suresinin, ([Cebrail Meryem’e] insan şeklinde göründü) mealindeki16. âyetinden, Evliyanın ruhlarının çeşitli şekillerde görüleceğini anlamışlardır.
Ruhun ölmediğine inanmayan yoktur. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmak gerekir. Böyle olunca, ruhtan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, itiraz edilmez. Bozulmuş dinler bile, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildiriyor. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı inkâr edilemez.
.
Allahü teâlânın bu ümmete ikramı
Sual: Keramet hak ise, Eshab ve Tâbi’in neden hiç keramet göstermediler? CEVAP Kerameti inkâr etmek, İslamiyet’ten haberi olmamayı ve çok cahil olmayı açıkça göstermektedir. Eshab-ı kiram hiç keramet göstermedi demek de, alçakça ve çok çirkin bir yalandır. Eshab-ı kiramdan herbirinin yüzlerce kerametlerini kıymetli kitaplar yazmaktadır. Yusuf-i Nebhani’nin Cami-ul-keramat kitabında ellidört Sahabinin kerametleri, vesikaları ile birlikte arabi yazılıdır.
Bunlardan birkaçını bildirelim:
Keramet ehli zatlar
Hazret-i Ebu Bekir,vefat edeceği zaman, (Ya Âişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kız kardeşim var. Öteki nerede?) diye sorunca, (Hanımım hamiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevahid)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden ise Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]
Hazret-i Ömer,Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken, bu hali görüp, kumandana, (Ya Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu.(Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)
Hazret-i Ali, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevahid)
Hazret-i Osman,yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari) (Cami-ul-keramat)
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah,insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) diye kızınca, aslan kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek,(Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim)
Hazret-i Hubeyb,esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)
Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)
Evliyadan bunun gibi binlerce keramet işitilmiştir. Seyyid Abdülkadir-i Geylanihazretlerinin kerametleri ise pek meşhur olmuştur. Keramet haktır, inkâr eden ahmaktır. (Avarif-ül-mearif)
Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu halde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü.(Şevahid)
Şevahid-ün-nübüvve’de diyor ki:
Hazret-i Hasan, Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Ağaçlar kurumuştu. Abdullah bin Zübeyr, ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu dedi. Hazret-i Hasan, dua etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Bu bir sihirdir denildi. Hazret-i Hasan, hayır, Resulullahın torununun duası ile Cenab-ı Hak yarattı, buyurdu.
Ali Zeynelabidin bin Hüseyin çoluk çocuğu ile kırda yemek yiyorlardı. Bir ceylan yakınlarında durdu. Ey ahu! Ben Zeynelabidin Ali bin Hüseyin bin Ali, anam Fatıma binti Resuldür. Gel, sen de ye dedi. Ceylan gelip yedi ve gitti. Sofradaki çocuklar, yine çağır diyerek yalvardılar. Bir şey yapmazsanız çağırırım buyurdu. Yapmayız dediler. Yine çağırdı. Geldi, yedi. Bir çocuk elini hayvanın sırtına sürdü. Ürküp kaçtı.
Muhammed bin Hanefiyye, imam-ı Zeynelabidin’e, (Ben senin amcanım ve yaşça da senden büyüğüm. İmameti bana bırak) dedi. Hacer-ül esved’den sormaya karar verdiler. Taş titredi, (İmamet Zeynelabidin’in hakkıdır) sesi işitildi.
İmam-ı Ali Rıza, bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmam hazretleri, yanında oturana bu kuş ne diyor anlıyor musun dedi. Hayır, dedi. Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu.
Resulullahın azat etmiş olduğu kölelerinden Sefine diyor ki, deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sahile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir aslan çıktı. Ey aslan! Ben, Resulullahın Sahabisiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Veda ettiğini anladım.
Eyyub-i Sahtiyani, bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. Derdin mi var dedi. Susuzluktan ölmek üzereyim dedi. Kimseye söylemezsen sana su bulayım dedi. Söylemem diye yemin etti. Ayağını yere vurunca, su belirdi, içtiler. Eyyub ölünceye kadar arkadaşı bunu kimseye söylemedi.
[Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerametler ihsan etmektedir. Veliler, kerametlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.]
Hamid-i Tavil diyor ki, Sabit Benani’yi kabre koyup örterken bir tuğla düştü. Sabit Benani’nin kabirde namaz kıldığını gördük. Kızına sorduk. Babam elli sene hep gece namaz kılar ve seher vakitleri dua ederek, ya Rabbi! Peygamberlerden başka kullarına kabirde namaz kılmak nasip ettin ise, bana da nasip et derdi, dedi.
Habib-i Acemi’yi Terviye günü Basra’da, ertesi arefe günü Arafat’ta görürlerdi. [Habib-i Acemi, Hasen-i Basri’nin talebesidir.]
Fudayl bin İyad diyor ki, gözleri kör biri, Abdullah bin Mübarek hazretlerine gelip, gözlerinin açılması için dua etmesini istedi. Abdullah, uzun dua etti. Gözleri hemen açıldı. Gözleri açılmış görenler çok idi. [Abdullah bin Mübarek, İmam-ı a’zamın talebesidir.]
Şevahid-ün-nübüvve kitabından aldığımız yukarıda yazılı, Eshab-ı kiramın ve Tâbi’inin kerametleri, mezhepsizlerin yalan söylediklerini ortaya koymaktadır. Eshab ve Tâbi’in hiç keramet göstermediler diyerek, müslümanları aldatmak istiyorlar.
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyurdu ki:
(Evliyalığı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, Peygamberlerini ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir.)[Hadika]
Evliya [Allah dostları] için ahirette de korku yoktur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Evliya için elbette korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.)[Yunus 62]
İslam âlimleri de buyuruyor ki:
(Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bunun için bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir.) [Şevahid]
(Velinin kerameti, nebinin mucizesidir. Bunun için bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de, Peygamber efendimizin mucizelerinden sayılmıştır.) [Birgivi Vasiyetnamesi]
(Gaybdan bilmek Peygamberlerin mucizesidir. Evliyanın gaybdan bildiği kerametleri de yine Resulullahın mucizesinin devamıdır.)[Redd-ül Muhtar]
(İnsanların kalblerinden geçenleri haber vermesi gibi evliyanın kerameti sayılamayacak kadar çoktur.) [İhya]
Sual: İmam-ı a'zam hazretlerinin iki rekat namazda Kur'an-ı kerimi hatmettiğini bir kitapta okudum. Kur'an-ı kerimi üç günden önce hatmetmek kolay olmadığı gibi, müstehab da değildir. Bu büyük imam iki rekatta Kur'an-ı kerimi nasıl hatmetmiştir? CEVAP İmam-ı a'zam hazretleri en büyük ve nadide âlimlerden birdir. (Âlimler Peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifindeki müjdeye kavuşmuş büyük bir zat olup, Peygamber efendimiz, onun geleceğini bildirmiştir. Diya-i manevi, Mevduat-ül-ulum, Hayrat-ül-hisan, Mirat-i kâinat, Dürr-ül Muhtar ile Redd-ül Muhtar'da sahih olduğu bildirilen hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Âdem ve bütün Peygamberler benimle övündüğü gibi, ben de, lakabı Ebu Hanife, ismi Numan olan bir kimse ile övünürüm. O, ümmetimin ışığı olacak, müslümanları yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır.)
İmam-ı a'zam hazretleri hakkında daha başka hadis-i şerifler de vardır. Böyle büyük bir zatın iki rekat namazda Kur'an-ı kerimi hatmetmesi zor değildir. Bir rekat namazda hepsini hatmetmek, yalnız, Hazret-i Osman’a, Temim-i Dari’ye, Said bin Cübeyr’e ve imam-ı a'zam Ebu Hanife’ye nasip olmuştur. (M. Zühdiyye)
Peygamber efendimiz, sual edenlerin haline, işine uygun bir zamanda hatmetmesini emir buyurmuştur. (Kur'an-ı kerimi üç günden önce hatmeden manasını anlayamaz) hadis-i şerifi de böyle olup, bir namazı hatimle kılmaya mani değildir. (Şir’a)
İmam-ı a'zam hazretlerinin kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldığı, yani yatsıdan sonra uyumadığı Mevduat-ül-ulum, Dürr-ül Muhtar, Mizan-ül-kübra ve İbni Abidin'de senetleri ile yazılıdır. Bunun gibi nimetler, İmam-ı a'zam hazretleri gibi birkaç büyük zata Allahü teâlânın bir ihsanıdır. O dilediğine bol bol ihsan eder.
.
İsrailiyatçıların hezeyanı
Sual: Menkıbelere, neden İsrailiyat hikayeleri diyenler çıkıyor? CEVAP Vehhabiler ve bazı mezhepsizler, evliyanın kerametine inanmadıkları için, bu menkıbeleri hangi âlim bildirirse bildirsin inanmıyorlar. Peygamberlerin vârisi olan bu âlimleri yalan söylemekle suçluyorlar. Bazıları ile görüştüm. Evliya-i kiramı sıradan bir insan olarak görüyorlar. (Ben her gün uyuduğuma göre, Ebu Hanife’nin de uyuması gerekir. Çünkü o da insandır. Ben Kur’anı birkaç saat içinde hatmedemediğime göre, onun da hatmetmesi imkansızdır) diyorlar.
Halbuki, Belkıs’ın tahtını iki aylık yoldan getiren de insandı, Peygamber de değildi, âlim bir zattı. Cenab-ı Hak, bunu Kur’an-ı kerimde haber veriyor. Mezhepsiz delil getiremeyince de, ya tevil veya inkâr ediyor. Abduhçular mucizeleri bile inkâr ediyorlar. Abduh, Fil suresindeki mucizeyi, çiçek hastalığı idi diye tevil etmişti. Aynı yolun yolcuları da, hadis-i şerifle bildirilen mucizeleri inkâr ediyorlar. Kur’an-ı kerimdeki Şakk-ul-kamer, Mirac gibileri de tevil ediyorlar. Kimisi, (Ebu Hanife’ye hatiften gelen ses, Onun yolunda olanları affettiğini bildirdi. Diğer mezheptekiler Cehennemlik mi?) diyor.
İslami usülden bu kadar habersiz olana ne denir? (Buranın manzarası güzel) demek, başka yerde güzel manzara yok demek değildir. Peygamber efendimiz, Eshab-ı kiramdan on zatın Cennetle müjdelendiğini bildirdi. Bu demek, diğer Eshab Cehennemlik demek midir? Yine Peygamber efendimiz, (Başınıza Ali gelince, hâdi ve mühdi olur, sizi doğru yola götürür) buyurdu. (Hakim, İ.Ahmed) Bu demek, Hazret-i Ali’den başkası, mesela Hazret-i Ömer geçerse, eğri yola götürür demek değildir. (Eshabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete kavuşursunuz) hadis-i şerifi bunu bildirmektedir. (Darimi)
Peygamber efendimiz, müctehidler için de, (İctihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır) buyurdu. (Buhari) Demek ki sadece Hanefiler değil, hak olan bir mezhebe uyan kurtulur.
Beşikteki çocuk konuşur mu? Elbette konuşamaz. Fakat mucize veya keramet olarak konuşabilir. Beşikte konuşan çocuklardan biri, Beni İsrail zamanında yaşamıştır. Kötü bir kadın gayrı meşru çocuğunun babasının Cüreyc denilen bir âbid olduğunu söyler. İftiraya maruz kalan âbid, namaz kıldıktan sonra, çocuğa babasının kim olduğunu sorar. O da, falan yerdeki çoban diye cevap verir. Bu husus, Buhari ve Müslim’deki hadis-i şerifte bildirilmiştir.
Bu olayı İsrailiyatçı bir mezhepsize anlattım. (Bu bir İsrailiyattır, biz İsrailiyat hikayelerine inanmayız) dedi. (Buhari’de yazıyor, Peygamber efendimiz bildiriyor) dedim. (Buhari’de akla uymayan birçok hadis vardır) dedi. (Dinimiz nakil dinidir, fakat selim olan akla da zıt değildir) dedimse de, inanmadı. Maide suresinin 110. âyet-i kerimesinde beşikteki çocuğun (yani Hazret-i İsa’nın) konuştuğunu bildirdim. (Onun bir tevili vardır) diyerek çekip gitti.
İsrailiyatçı, Peygamber efendimizin ve müslüman olmuş kitap ehli âlimlerin Beni İsrail zamanındaki anlattıkları olaylara hurafe diyerek inanmayan ve hatta Peygamber efendimizden sonra İslam âlimlerinin kitaplarında bulunan evliya menkıbelerine bile İsrailiyat diyen Abduhçu mezhepsizlerdir.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Sana geçmişin haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Sana verdiğimiz Kur’an-ı kerim tefekküre ve itibara şâyân olan kıssaları, hadiseleri ihtiva eder.) [Taha 99]
Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Benden işittiklerinizi, başkalarına anlatın! Beni İsrail’den de bahsedin! Ancak kasten bana yalan isnat eden Cehennemde azap görecektir.) [Buhari] Vehb bin Münebbih hazretleri, Resulullahın emrine uyarak İsrailiyattan çok bahsetmiş olan bir âlimdir. Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız, âlimlere sorun) buyuruyor. Peygamber efendimiz de (Âlimlere tâbi olun) buyuruyor.
Âlimlere olan itimadı sarsmak için, İngilizler asırlardır, İslam âlimlerinin kitaplarında uydurma hadis olabileceğini telkin etmeye çalışmışlar, bunda da oldukça başarı sağlamışlardır. İsrailiyatçılardan Ebu Şebhe, bu oyuna gelmiş, Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinde, uydurma hikayeler olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kimi çıkıyor, Ebu Şebhe’nin sözünü senet kabul ediyor da, Buhari, Müslim ve diğer hadis âlimlerinin, imam-ı Gazali, ibni Hacer-i Mekki hazretleri gibi bir mezhebe tâbi olan âlimlerin bildirdiği hususları hurafe olarak vasıflandırmaktan çekinmiyor. Ne diyelim, onun dini ona, bizim dinimiz bize...
Sual: Bazı kimselere bir hadis-i şerif söyleyince o İsrailiyat’tır inanma diyorlar. İsrailiyat nedir? Peygamberimiz İsrailiyat’tan bahsetmiş midir? CEVAP İsrâil oğullarından yani Ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hristiyanlardan gelen haberlerdir.
Yakub aleyhisselamın bir ismi de İsrail’dir. Bu sebeple onun neslineBeni İsrail denilmiştir. Onlardan gelen haberlere İsrailiyat denmesi bu sebepledir.
İslami inanca, iman esaslarına ve dini hükümlere ters düşmeyen mubah olan haberleri anlatmak yasak değildir. Mezhepsizlere göre İsrailiyat aslı olmayan hadisler demektir. Halbuki Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Beni İsrail’den naklen bazı şeyler söyleyin, bunda vebal yoktur. Çünkü onlarda duyduklarınızdan daha acayip şeyler geçmiştir.) [İ. Şâfii, İbni Menığ]
(Bildirdiğim âyeti [ve hadisi] tebliğ edin. Beni İsrail’den de söyleyin. Yalnız bana, bilerek yalan isnat eden kimse Cehennemdeki yerine hazırlansın.) [Buhari, Tirmizi, İbni Hibban]
Demek ki İsrailiyat’tan bahsetmekte mahzur yoktur, hatta dinin emridir. Yasak olan Peygamber efendimizin bildirmediği şeyleri, Resulullah bildirdi diye söylemektir.
Bu bakımdan muhaddis âlimlerin bildirdikleri hadis-i şeriflere bu İsrailiyat demek çok çirkin bir iftira olur. Doğru olarak İsrailiyat’tan bahsetmek dinin emridir. Mesela hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ne yazık beni İsrail’e ki, kendilerine iç yağı haram edildiği halde, onu alıp sattılar, bedelini yediler. İşte bunun gibi size de içkinin alıp satılması haramdır.) [Taberani]
(Beni İsrail‘den iki kişi arkadaş idiler. Biri günahkâr, diğeri ise çok ibadet eden bir âbid idi. Abid, diğerini günah işlediğini gördükçe“Vaz geç” diye ikaz ediyordu. Onu yine bir gün bir günah işlerken görüp ona “Bu günahlardan vaz geç” dedi. Günahkâr olan “Beni yalnız bırak, Rabbim seni bana gözcü mü gönderdi?” dedi. Abid,“Vallahi Allah seni mağfiret etmez ve Cennetine koymaz” dedi. İkisi de ölüp Rabbül âleminin huzurunda buluştular. Allahü teâlâ,[günahlarının ezikliği içinde kıvranan] günahkâra “Git rahmetimle Cennete gir” buyurdu. [İbadetiyle ucba kapılan ve günahkâra Cehennemlik diye yemin eden] Abid için de, “Bunu da Cehenneme götürün” buyurdu.) [Ebu Davud, İ. Ahmed]
(Beni İsrail’den Kifl isimli biri vardı. Günahtan pek sakınmazdı. Ona [paraya ihtiyacı olan] bir kadın geldi. Durumunu bildirdi. Kifl, onunla ilişkide bulunmak şartıyla kadına altmış altın verdi. Kadınla kapalı bir yere geldiler. Kadın zangır zangır titriyordu. Sonra ağlamaya başladı. Adam, “Neden ağlıyorsun, seni zorladım mı?” dedi. Kadın, “Hayır, ama ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım. Bu çirkin işe beni ihtiyacım sürükledi” dedi. Kifl, “Madem ki sen yapmadığın işi ihtiyacından dolayı yapmak zorundasın, öyleyse git, para da senin olsun” dedi. Kifl ayrıca yemin ederek “Vallahi bundan sonra ben de bu çirkin işi bir daha yapmam” dedi ve o gece de öldü. Sabahleyin kapısına şöyle yazılmış olduğu görüldü:
“Allah Kifli mağfiret etti.”) [Tirmizi, İ. Ahmed, İbni Ebi Şeybe, Taberani, Hakim]
.
Mucize-Keramet-Firaset-İstidraç-Sihir
Sual: Harika ne demektir? Fâsık ve kâfirlerde de harika görülür mü? CEVAP Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursakeramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir denir. Birer örnek verelim:
Sihir: Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hazret-i Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire]
İstidraç: İbrahim Edhem hazretlerine, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gence üç gün misafir oldu. Gerçekten çok acayip haller gördü. Gencin yediğine baktı. Helal değildi. Onu evine davet edip yemek yedirdi. Gençteki eski aşk ve vecd kalmadı. Genç, (Sen bana ne yaptın?) deyince, o gence, “Sendeki haller şeytandandı, istidraçtı, helal yiyince şeytan giremedi ve esas halin meydana çıktı” buyurdu.(T. Evliya)
Firaset:
Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari)
Keramet:
Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, camide herkesin yanında, (Ya Sariye arkanı dağa ver) diye seslendi. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]
Kâfir bir hükümdar, kendine ilah demeyen müminleri ateşe atardı. Sıra kucağı çocuklu bir kadına geldi. Kadın, ateşe girmek istemeyince, bebeği, (Anne sabret, sen hak din üzeresin) dedi. (Müslim)
Mucize:
Resulullah efendimiz, miracda, Cenneti, Cehennemi ve daha başka yerleri gördü. (Mevahib)
Dinimizi doğru kaynaktan öğrenmeli Bir doktor yazar yazısında diyor ki: 1- Ovum hücrelerinin her biri itina ile yaratılmıştır. 2- Bir canlının doğması, insanın kendi biyolojik iradesinden alınarak tam manasıyla Allah’ın tasarrufuna verilmiş olmaktadır. 3- Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil, babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. 4- Hazret-i İsa’nın babasız doğumuna imkansız demek, “Ben biyoloji bilmiyorum” demektir. 5- Bir yumurta hücresinin insan meydana getirebilmesi için, mutlaka cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesi gerekmektedir. Cebrail’in Meryem’i ışınlaması yahut ona bilmediğimiz manyetik bir tesir yapması bu gerçeği dile getirmektedir. 6- Erkek arılar, ana arının döllenmemiş yumurtalarından meydana geldiğine göre, Hazret-i İsa’nın babasız oluşunu aklına sığıştıramayanlar, babasız arıların meydana gelişini nasıl izah edeceklerdir? CEVAP
1- Cenab-ı Hakkın her yarattığında çeşitli hikmetler bulunur. Bunu itina ile, şunu da itinasız yaratmış demek çok yanlış olur. İtina göstermek, bir işin iyi olması için gayret göstermek demektir. Allahü teala ol derse, istediği gibi oluverir.
2- Allahü teâlânın tasarrufu altında olmayan hiçbir şey yoktur. Kaza ve kader konusunu iyi bilmeyenlerin, böyle tehlikeli sözler etmeleri yadırganamaz.
3- (Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil) demek, mucizenin ne olduğunu bilmemek demektir. Mucize, Peygamberlerden âdet-i ilahiyye dışında meydana gelen harikalardır. Bunlar, evliyada görülürse keramet, kâfirlerde görülürse sihir denir. Mucize, âdet dışı olan şeydir. Mesela Hazret-i İsa’nın yeni doğunca konuşması böyledir. Çünkü yeni doğan çocuk hemen konuşmaz. Geyiğin Peygamber efendimizle konuşması böyledir. Çünkü geyik insan gibi konuşmaz. Fakat papağanın konuşması böyle değildir. Kuşun uçmasını, insanın yürümesini, balığın suda yüzmesini sağlayan da Allahü teâlâdır. Mucize âdet dışı olur. Taşın denizde yüzmesi gibi. Hazret-i İsa’nın doğması, âdet-i ilahiyye dışında bir harikadır. Bunu âdet-i ilahiyye içine sokup biyolojik hadiselere bağlamak, biyolojik olarak izaha kalkmak mucizeyi bilmemek veya inkâr etmek demektir.
4- Biyoloji bilen doktorun, âdet-i ilahi içinde babasız çocuk olabileceğini söylemesi, tıbben imkansızdır. Mümkün olsa idi, her zaman görülürdü.
5- Âdet-i ilahiyye içinde cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesinden bahsetmek, Allahü teâlâ için acizlik olur. Allahü teâlâ, “Kün” yani “Ol” emri ile her şeyi yaratır. Özel müdahale demek, Allahü teâlânın sıfatlarını bilmemekten ileri gelen bir cehaletin mahsulüdür. Hazret-i Meryem’in ışınlanması tabiri de ilme ve edebe aykırıdır.
6- Erkek arıların döllenmemiş yumurtalardan meydana gelmesi, âdet-i ilahiyye içinde devam ede gelen bir hadisedir. Eşeysiz çoğalmalar da böyledir. Bunları İsa aleyhisselamın doğumu ile mukayeseye kalkışmak, mucizeyi bilmemek demektir.
Böyle zararlı kitapları okumamalıdır. Ölmüş bir müslümanın arkasından konuşmak, kötülüklerini açıklamak doğru mudur? Doğru değildir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın!) [Tirmizi]
Ölmüş de olsa, bid’at ehlinin ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek lazımdır, gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül Muhtar) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Fitne veya bid’at yayıldığı zamanda, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği halde gizleyene lanet olsun!) [Hatib]
Evliyanın yardımı Sual: Yaşayan veya vefat eden evliyadan nasıl yardım istenir? CEVAP Onun büyüklüğüne inanmak ve onun yolunda olmak lazımdır. Ruhuna Yasin-i şerif veya üç İhlas bir Fatiha okuyup hediye edilir. Sonra hiçbir şey düşünmeden saygı ve tevazu ile ismini söyleyerek tavassut etmesi için yalvarılır.
İyilerin duası Evliyadan bazıları, (Şu şöyle olacak diye) yemin etse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarmaz, onun istediğini yaratırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle kimseler gelecek ki, elbiseleri eski, üstü başı tozludur. Fakat bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onların yeminlerini doğru çıkarır.) [İbni Ebiddünya]
Ebu Ubeyde el-havas hazretleri, Basra’daki bir yangın içinde dolaşırken, Basra valisi, ona (Ateş içinde ne dolaşıyorsun, yanarsın) dedi. O da, (Rabbime beni ateşte yakmaması için yemin ettim) buyurdu. Vali, (O halde ateşi söndür) dedi. O da ateşi söndürdü.
Ebu Hafs hazretleri de, merkebini kaybeden bir köylüye rastladı. Köylü (Başka malım yok. Merkebimi bulmam gerekir) dedi. Ebu Hafs hazretleri, (Ya Rabbi bu köylünün merkebini buldurmadan bir adım atmam) diye yemin etti. Az sonra merkebi karşısına çıka geldi. (İhya)
Sual: Mucize ile olan şey, bugün fen ile de mümkündür. Mesela Amerika’da üç günde dil öğreniliyor. Bunun izahı nedir? CEVAP Bazı mucizeler zaman ve mekan ile mukayyeddir. Yani o zaman mucizedir. Mesela Peygamber efendimiz, mübarek elini başına koyunca baş ağrısı geçerdi. Bugün ilaçla geçiyor. Kur'an-ı kerim, her zaman mucizedir.
Sual: Mürşid-i kâmiller, müridlerinin düşüncelerini nasıl anlarlar? CEVAP Mürşid-i kâmiller kalmadı. Onlara sorup öğrenmemiz imkansız oldu. Bazıları Hazret-i Ömer’in gördüğü gibi TVdeki gibi net görür, buna tayyi mekan denir. Bazıları da, tevilli olarak, yani alametlerini görüp anlarlar. Bazıları da, hiç görmeden kalblerine ilham olunur.
Sual: Şah-i Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani ve Ahmed Rıfai hazretlerinden hangisi daha üstündür? CEVAP Bir ilkokul talebesi, bir profesörün bilgi derecesini ölçemez. Şu profesör, ötekinden üstündür dese, hiç kıymeti olmaz. Evliya olmayan kimse de (Şu veli, ötekinden üstündür) diyemez. Derse, hiç kıymeti olmaz. Bahsettiğiniz üç zatın da büyük evliyadan olduğunu, onlardan sonra gelen veliler bildirmişlerdir.
Sual: Hint Yogilerinde veya başka kâfirlerde görülen harikulâde hallere keramet denir mi? CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Harikalar, kerametler ikiye ayrılır: Birincisi Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına ve işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, akıl ile, düşünmekle elde edilemez. Allahü teâlâ, seçtiği kullarına ihsan eder.
İkincisi,madde âlemindeki gaybleri bilmektir. Bu harika seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Bunların birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Cahiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Keramet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizleyen her insan, mahlukların gayblerini haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliya sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliya olsalardı, bizim hallerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler. [c.1, m.293]
Harika, kâfirde görülürse sihir, evliyada görülürse keramet denir.
Harikaların mahiyeti
Sual: Mucize ve keramet ile istidraç ve sihir arasındaki fark nedir? Allahü teâlâ, kâfire bu kuvveti niçin verdi? Bunlar birbirinden nasıl ayırt edilir? CEVAP İslam âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını da aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz harika şeyler yaratıyor. [İslamiyet'e uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, papazlarda da harikulade işler hasıl olur.]
1- Peygamberlerden, meydana gelen harikalara (Mucize) denir.
2- Evliyadan meydana gelen harikalara (Keramet) denir.
3- Evliya olmayan müminlerden meydana gelen harikalara (Firaset) denir.
4- Fâsıklardan, günahı çok olanlardan zuhur edenlere (İstidraç) denir. Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Onları derece derece, yavaş yavaş Cehenneme götürür.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise (Sihir), yani büyü denir.
İbni Hacer-i Hiytemi hazretleri diyor ki: Sihir ile, birinin kolunu kesip, sonra yapıştırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup çıkarmak gibi gösteriler yapan tarikatçılar, bu gösterilerine keramet derse, Kadı tarafından öldürülür. Başka şekilde yapıyorsa, öldürülmez, ama, ağır cezalandırılır. (Fetava-yı hadisiyye)
İbni ebi Zeyd Kayrevani diyor ki: Sihrinde küfre sebep olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa, ama buna keramet diyorsa cezalandırılır. (İsbat-ü keramatil- Evliya)
Allahü teâlânın, bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, harikalar göstermesi, onun Allahü teâlâ katında makbul bir kul olduğunu göstermez. Bunlar, bazı kullarına iyilik ve ihsandır. Bazılarına da istidraçtır. Allahü teâlâ, mealen (Onları derece derece aşağı indiriyoruz, helake sürüklüyoruz; ama onlar bunu bilmiyorlar) buyurdu. (Araf 182) [Birbiri ardınca kendilerine nimetler gelir, onlar bunu bir lütuf sanırlar da şımarırlar. İşte o zaman üzerlerine Allah'ın azabı hak olur. (Beydavi) Onlar her günah işledikçe biz de nimetimizi yenileriz demektir. (Dahhak)]
Keramet ile istidraç arasındaki fark şöyledir:
Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla öğünmez. Bilakis, kendisinden keramet zuhur edince, kendisinden meydana gelen bu hâlin istidraç olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Fakat istidraç sahibi olan kimse, bu durum, güzel haller ve ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zan eder. Bunların aldatma ve saptırma olduğunu anlamaz. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Kendini azab-ı ilahiden emin bulur. Kötü akıbetten sakınmaz. [Firavun, atı ile giderken atının ön ayakları uzardı, yokuşa doğru giderken kısalırdı. Dişlerinin arası açık değildi, yemek kırıntıları girip rahatsız etmezdi. Ömründe bir kere başı ağrımamıştı. Bu halleri kendinden bilip tanrılık iddiasında bulundu ve ebedi azaba sürüklendi.]
Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalı. Keramet sahibi olmayı istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Evliyanın keşfi, İslamiyet'e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Evliya büyük günahtan korunmuştur ama, küçük günahtan korunmuş değildir. Ama hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve af dilerler.
Harikalar gösteren kimsede İslamiyet'e kıl ucu kadar aykırılık var ise, onunki keramet değil istidraçtır. Salih bir kimse, keramet ile istidracı ayırabilir. Harika gösteren biri ile konuşunca, kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sahibi bir Veli olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidraç sahibi olduğu anlaşılır.
Evliyanın sözleri ile, kalbinde bir değişiklik duymayan kimse, hayvan gibi olan cahil bir kimsedir. Onun ruhu hasta, basireti, yani kalb gözü kördür, duygusuzdur.
Keramet ve istidrac
Sual: Olağanüstü hâlleri görülen her kimseye, mesela, deniz üstünde yürüyen bir şeyhe keramet sahibi denir mi? CEVAP Olağanüstü hâller bazılarında görülebilir. Deniz üstünde yürüyen kişi, eğer peygamberse, bu hâline mucize, evliya ise keramet, fâsık veya bid’at ehliyse istidrac, kâfirse sihir denir. Demek ki, her olağanüstü hâli görülen kimseye keramet sahibi demek yanlış olur. Çok kimse, istidraçla kerameti ayıramadığı için sapıkların kurbanı oluyor.
Tarikat şeyhi denilen kimse, Ehl-i sünnet değilse, denizde yürüse, havada uçsa, ağzına ateş alsa, böyle hâller, istidrac veya sihirdir. Onun için uçan herkesi evliya sanmamalı. Ehl-i sünnet olup olmadığına, dinimizi, fıkıh bilgilerini, helâli haramı bilip bilmediğine bakmalı. Bundan dolayı, ilk önce, Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâl bilgilerini iyi öğrenmeli. Bunları bilen kimse, bid’at ehli şeyhlerin tuzağına düşmekten kurtulur.
Telepati
Sual: Telepatinin mucize ile bir ilgisi var mıdır? CEVAP Yoktur. Telepati, Yunanca’dan gelen bir kelimedir. Uzakta meydana gelen bir olayın anında hissedilmesine veya düşüncelerin ve görüntülerin akıldan akıla, beyinden beyine transferine (Telepati) denilmektedir.
.
Firavun’un çürümeyen cesedi
Mucizeye, keramete inanmayan kimseler çoğalıyor. 19’culardan biri, (Mısırlılar, özel mumyacılık bilgisiyle Firavunların cesedini mumyalayarak korumuşlardır. Firavun’un mumyalanmış cesedi bugün Kahire Müzesinde sergilenmektedir) diyerek Allahü teâlânın mumyasız olarak ölmüş bir cesedi çürütmeyeceğine inanmıyor.
Öteki Firavunlar mumyalanmıştır. Bu Firavun, mumyasız idi. Firavun’un bozulmamış cesedi de Kahire’de değil Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavun’un cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i âlem için mumyasız olarak çürümeden korunmuştur.
Tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Çünkü Firavun ölürken secdeye kapanmıştı. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (İsrailoğullarını denizi yararak geçirdik, Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları [yarılan denizde] takip etti. Firavun denizde boğulurken, “İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına iman ettim, ben de Müslüman oldum” dedi. Ona “Şimdi mi inandın, daha önce isyan eden bir bozguncu idin” dendi. [Denizde boğulan Firavuna Allahü teâlâ buyurdu ki:] Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin [denizdeki]cesedini [çürütmeden] çıkarıp [sahile] atacağız. Buna rağmen insanların çoğu âyetlerimizden gafildir.) [Yunus 90,92]
Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır’a hakim olan 26 Firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli Firavunlar asırlarca hükümdarlık etti.
Musa aleyhisselam zamanındaki Firavun, [II. Ramses olduğu söylenir], 400 sene yaşamış ve ilahlık iddiasında bulunmuştu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulüm yaptı.
Musa aleyhisselam, Firavun’u dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Haman’a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, ülkemizi elimizden almak istiyor” dedi. Böylece Firavun’un imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Asiye’nin de şehit olmasına sebep oldu.
Firavun, Musa aleyhisselamın mucizelerine inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti.
Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile ona inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun verdiği bu izne pişman oldu. Askerlerle peşlerine düştü. Denizde yollar meydana geldi. Musa aleyhisselam da, İsrailoğulları ile birlikte denize girdi. Firavun ve askerleri, bunları yakalamak üzere denize girip takip etmeye başladılar. Kızıldeniz’in Süveyş kısmına gelince, denizdeki yollar kapanıp, Firavun’un askerleri boğulmaya başladı, Firavun da aynı akıbete uğrarken, hemen secdeye kapanıp, iman ettim dediyse de, boğularak askerleri ile birlikte öldü.
Firavun’un cansız cesedi asırlarca denizde kalmasına rağmen Allahü teâlânın kudreti ile çürümedi. Âyette de bildirildiği gibi, cesedi üç bin sene sonra sahile atıldı. Burada bulunup İngiltere’ye götürüldü. 1983’te Zafer dergisi, Firavun’un müzedeki cesedinin resmini neşretmişti.
Kur’an-ı kerim, Resulullahın bir mucizesi olduğu için, bu da Peygamber efendimizin bir mucizesidir.
.
Evliya olmayan keramet göremez mi?
Sual:(Kerameti gizlemek farz, göstermek ise haramdır. Bir evliyanın kerametini gören kimse de evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) deniyor. Bunlar yanlış değil mi? CEVAP Evet yanlıştır.
Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya veCami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.
Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:
1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)
Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?
2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)
Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.
3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf63) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.
4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin) Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.
5- Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari, Cami-ul-keramat)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Osman’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.
6- Hazret-i Ali, vefat ederken, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, dediği gibi buldular. (Şevahid-ün-nübüvve) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ali’yi haram işlemekle suçlamış oluruz.
7- Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, insanların yolunu kesen aslana,(Derhal uzaklaş) der demez, aslan, kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek,(Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, İbni Ömer hazretlerini haram işlemekle suçlamış oluruz.
8- Hazret-i Hasan, Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Ağaçları kurumuş bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr, (Ağaçta hurma olsaydı, yerdik) dedi. Hazret-i Hasan, dua etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. (Şevahid-ün-nübüvve) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Hasan’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.
9- Hazret-i Hubeyb, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)
10- Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi.(Ebu Nuaym) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu zatları haram işlemekle suçlamış oluruz.
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kerametleri dillere destan olmuştur. Gizleseydi bu kadar etrafa nasıl yayılırdı ki? Bir Yahudi, (Sizin Peygamberiniz, (Bu dünya müminlere zindandır, kâfirlere Cennettir) diyor. Yani ben şu perişan halimle Cennette miyim? Sen de şu haşmetinle zindanda mısın?) diye sordu. Abdülkadir-i Geylani hazretleri attan inerek, sağ kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Yahudi, (Muazzam bir Cennet var. Siz de, orada zevk içinde oturuyorsunuz) dedi. Yahudi’ye, (Şimdi söyle, Cennet, bu dünya mıdır, yoksa şimdi gördüğün o geniş mekân mıdır?) diye sordu. Yahudi (Cennetteki yerini gördüm. Hakikaten burada sen zindandasın) dedi. Sonra sol kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Cehennemde yanarken kendisini gören Yahudi dehşete kapılıp, içini korku sardı. Gerçekten Gavs’ın dünyada zindanda olduğunu, kendisinin de Cennet gibi yerde olduğunu anlayıp hemen Müslüman oldu.
(Bir evliyanın kerametini gören kimse de, evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) sözünün ne kadar saçma olduğu, bu menkıbeden de anlaşılmaktadır. Yahudi’ye gösterdi. Yahudi evliya değildi. Birçok menkıbede, kerameti görenlerin, fâsık hatta kâfir oldukları biliniyor. Buna rağmen böyle saçma bir söz nasıl söylenebilir ki?
Seyyid Fehim Arvasi hazretleri talebeleriyle Van gölü kıyısında giderken gölde bulunan (Ahtamar) adasındaki ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Bunu gören talabelerden, birkaçının hatırına gelir ki, (Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, Evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri, acaba neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?) Seyyid Fehim hazretleri, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirlerine çarpar. Nalınlar birbirine çarptıkça papaz suya batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünene dönerek, (O, sihir yaparak, su üstünde gidiyordu. Böylece, sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozularak battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de haya ederler) buyurdu. Kerametiyle, papazın sihrini bozdu.
Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.
.
Keramet sahibi olmak
Sual: Keramet sahibi kimse, yaptığımız bazı yanlışları görebiliyor. Mesela, cünüp gezdiğimizi, yalan söylediğimizi veya hangi namazı kılmadığımızı anlayabiliyormuş. Adamın biri, yolda bir kadına bakıyor, sonra, Hazret-i Osman’ın yanına uğruyor. Hazret-i Osman, (Gözünde zina işareti var) diyor. O kişi, (Nereden biliyorsun? Peygamberlik sona ermedi mi?) diye sorunca, Hazret-i Osman, (Müminin firasetinden sakının, çünkü mümin, Allahü teâlânın nuruyla bakar) hadis-i şerifini bildiriyor. Şimdi o adam, ne kadar mahcup olmuştur. Allah, evliya zatlara niye keramet verip başkalarının ayıplarını gösteriyor? CEVAP Önce şunu bilmek gerekir. Sâlih kullarına, keramet, firaset ihsan eden, her şeyi bilen ve her şeyin en iyisini yapan Allahü teâlânın, hâşâ, yanlış bir şey yapabileceğini düşünmek çok tehlikelidir.
Allahü teâlâ, hikmetsiz, faydasız bir şey yaratmaz. Yarattıklarında çok hikmet vardır. Mesela, evliya zatların kerametiyle gayrimüslimler hidayete kavuşabilir. Bunun örnekleri çoktur. Müslümanların ise imanlarının kuvvetlenmesine vesile olur.
Harika denilen olağanüstü bir olay, peygamberden meydana gelirse(Mucize), evliya zattan meydana gelirse (Keramet), sâlih müminden meydana gelirse (Firaset), fâsık veya bid’at ehlinden meydana gelirse(İstidrac), kâfirden zuhur ederse (Sihir, büyü) denir.
Allahü teâlâ, Müslümanlara veya gayrimüslimlere çeşitli kabiliyetler vermiştir. Kiminin sesi güzeldir, kimi pehlivandır. Kimi çok zekidir, kiminin on parmağında on marifet vardır. Kabiliyetsizin, kabiliyetli olanı, mesela sesi çirkin olanın, (Allah falancaya niye güzel ses verdi?) diye, Allah'ı sorgulaması yanlış olur.
Kimi, insan sarrafıdır. Bir bakışta, kimin yalancı, kimin doğru, kimin hırsız olduğunu anlayabilir. Mesela Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin babası Seyyid Mustafa Efendi, bir kimsenin, hangi namazı kılmadığını, yüzünden anlardı. (S. Ebediyye)
Cünüp gezenin yanında rahmet melekleri olmaz. Evliya zatlar, bir kimsenin yanında rahmet melekleri olmadığını görünce, onun cünüp olduğunu anlarlar, hattâ kötü kimseleri hayvan şeklinde görürler. O kimsenin yüzüne vurmadan cünüp gezmenin zararı anlatılıp böylece onun iyi şeyler yapmasına sebep olmak yanlış görülmemelidir.
İnsanlara verilen bu özellikler, kiminin kabiliyetleri sayesindedir, kiminin de, haramlardan kaçıp ihlasla ibadet ettikleri içindir. Böyle insanları kabiliyetlerinden dolayı suçlamak, kabiliyeti yaratanı suçlamaya sebep olmamalıdır.
Allahü teâlâ günahları örtüp, ceza vermekte acele etmediği için, günaha alışan kişiye, yaptıkları normal gelir, âhiretteki cezasını düşünemez. Kul kerametle ikaz edilince gafletten uyanır. (Evliya günahımı bildiğine göre, Allahü teâlâ elbette bilir. Allah, beni her an görüyor, nasıl günah işlerim?) diye düşünerek tevbe eder. O kadar mahcubiyetle büyük felaketten kurtulmuş olur. Sualdeki kimse, Hazret-i Osman’ın ikazıyla bir daha harama bakmamıştır. Dünyadaki ufak bir musibete âhirette büyük mükâfat vardır.
Mucizeler de, insanların hidayete kavuşması için meydana gelir. Mesela Resulullah'ın amcası Abbas, Bedir Savaşı’nda esir alınınca, serbest bırakılması için fidye istenmişti, (Benim param yok) demişti. Resulullah efendimiz, amcasına, (Sen hanımına, “Ben geri dönemezsem, falanca yere şu kadar altın sakladım” demiştin)buyurunca, amcası, (Sana bunu kim söyledi?) dedi. (Rabbim söyledi) buyurdu. Bu mucize ile, amcasının yalanı ortaya çıkıp mahcup olmuşsa da, peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuşup çok büyük hizmetler yapmasına sebep oldu. Kerametler de, kiminin hidayetine, kiminin de hidayetinin artmasına, imanının kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. Bu bakımdan kerametleri, Allahü teâlânın bir lütfu, bir rahmeti olarak görmeli, keramet sahibi zatları suçlamamalıdır.
.
Bir zındıklık sitesi
Sual:(Yalnız Kur'an) diyen ve Vehhâbîleri de sollayan bir zındıklık sitesinde, (Evliya putu, hiçbir zaman kimsenin yardımına gelmedi! Tüm evliya ve keramet masalları saçmalıktır. Nakşilik, Kadirilik şirktir. Bahattin Nakşibendî ve Abdülkadir Geylânî gibi tarikat şeyhleri ve onların tarikatlarını devam ettirenler müşrik olduğu gibi, Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve diğer mezhep imamları ve onlara uyan mezhep mensupları da müşriktir. Tarikat da, mezhep de şirktir) deniyor. Böyle diyenlerin kendileri müşrik olmuyor mu? CEVAP Tarikat da, mezhep de yol demektir. Yolun doğrusu da, eğrisi de olur. Mezhepsizlik de, bir yoldur. O zaman şirk olmayan yol yok demektir. Binlerce âlim ve evliya zatların Kur'an-ı kerimden anlayıp çıkardıkları yol şirk olunca, mezhepsizlerin anladıkları niye şirk olmuyor?
Keramete inanmamak, Kur'an-ı kerimdeki âyetlere inanmamaktır. Bu ise, şirk ve zındıklığın daniskasıdır. Mucizeyi de, kerameti de yaratan Allahü teâlâdır. (Allah, evliyaya keramet göstertemez) demek de şirktir.
Kur’an-ı kerimde, Allahü teâlâ tarafından yaratılan kerametleri bildiren âyetlerden bazıları şunlardır:
Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar kerametle getirdi. Hazret-i Süleyman,(Hâzâ min fadlı Rabbî = Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40) Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı hâlde, bu kerameti göstermiştir. Kerameti inkâr etmek bu âyeti, bu olayı inkâr etmek olur. Yani şirk ve zındıklık olur.
Kur'an-ı kerimde bildiriliyor ki, bir zatın sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 63) Bu zatın Hızır olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bu açıkça bir keramettir. Nasıl inkâr edilir?
Hazret-i Meryem peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu ve mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Bir âyet-i kerime meali: (Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün.)[Meryem 25]
Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Meryem’in yanında taze meyveleri görünce hayret ederdi. Bir âyet-i kerime meali: (Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık görür, "Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?" der, o da: “Bunlar, Allah tarafından” diye cevap verirdi.) [Âl-i İmran 37]
Hazret-i Meryem validemizin bu kerametleri nasıl inkâr edilir? Hangi mezhepsize taze rızıklar geliyor ki?
Eshab-ı Kehf denilen sâlih kimseler, yiyip içmeden, 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Bir âyet-i kerime meali: (İşte bu, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda iken sen onları uyanık sanırdın.) [Kehf 17, 18]
Bunları yapan Allahü teâlâdır, ama o zatların kerameti oluyor. Kerameti inkâr etmek, Allah'ın kudretini inkâr etmek oluyor. Bu harika olaylar, peygamber elinde olursa mucize, evliya zat elinde olursa keramet, kâfirde olursa sihir deniyor.
Keramet Kur'an-ı kerimde bildirildiği gibi, hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. Biri şöyledir: (Kalbleriniz temiz olsaydı, siz de benim duyduklarımı duyardınız.)[İ. Ahmed, Taberânî] Bu hadis-i şerifteki gibi kalbi temiz olan Hazret-i Ömer’in bazı kerametleri görülmüştür. (Ş. Nübüvve)
Yine bir hadis-i şerif: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı gaybları haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden Ömer de onlardandır.) [Buhârî, Müslim]
Allahü teâlâ, dilediğine keramet verir, gaybı bildirir ve o da gaybdan haber verir. (Avarif-ül-mearif)
Abdülganî Nablüsî hazretleri buyurdu ki: Evliyalığı, kerameti inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya zatlar ve peygamberler, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Hârika, keramet hâsıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, peygamberlerini ve evliya zatları başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir. (Hadîka)
Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetliydi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yoktu. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hâsıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliya zatlarda keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve)
Eshab-ı kiramdan birkaç örnek verelim: Hazret-i Ebu Bekir,vefat edeceği zaman, (Ya Âişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kız kardeşim var. Öteki nerede?) diye sorunca, (Hanımım hamiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevahid)
Hazret-i Ömer,Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken bu hâli görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu.(Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)
Hazret-i Ali, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevahid)
Hazret-i Osman,yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhârî) (Cami-ul-keramat)
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah,insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) diye kızınca, aslan, kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek,(Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi.(Hâkim)
Hazret-i Hubeyb,esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhârî)
Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)
Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bu ümmetin evliyasından hâsıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir. (Huccetullahi alel âlemin)
Sihirle, kâfirlerin ne harika şeyler yaptığı, Kur’an-ı kerimde bildiriliyor.(Yalnız Kur'an) diyenler Kur'an-ı kerime inanmadıkları için bunları inkâr ediyorlar. Şeytanın bile, çok harikalar gösterdiği yazılıdır. Kâfir harika gösteriyor da, evliya gösteremez mi?
Kâfirlerden birinin bir anda şarktan garba gidip geldiğini kitaplar bildiriyor ve inanıyoruz. Bu kâfir herkesin bildiği İblis’tir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmesin? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lazımdır. (Es-Sivad-ül a’zam)
İmam-ı Süyûtî hazretleri diyor ki: Kerametin yirmi ikincisi, evliyanın çeşitli insan şekillerinde görülmesidir. (Tabakat-ül-Kübra)
Ehl-i sünnet âlimleri, Meryem sûresinin, ([Cebrail, Meryem’e] insan şeklinde göründü) mealindeki 16. âyetinden, evliyanın ruhlarının çeşitli şekillerde görüleceğini anlayıp, bu âyeti delil olarak bildirmişlerdir.
XXXXXXXXXXXXXXX
.
Peygamber efendimizin mucizeleri
Sual: Peygamber efendimizin mucizeleri nelerdir? CEVAP
Çok mucizesi görülmüştür. Bazılarını bildirelim.
Aşağıdaki yazılar (Mir’at-ı Kâinat) kitabından alınmıştır.
Muhammed aleyhisselamın hak Peygamber olduğunu bildiren şahitler pek çoktur. Ümmetinin Evliyasında hâsıl olan kerametler, hep Onun mucizeleridir; çünkü kerametler, Ona tâbi olanlarda, Onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır.
Muhammed aleyhisselamın mucizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır:
Birincisi, mübarek ruhu yaratıldığından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği (bi’set) zamanına kadar olanlardır.
İkincisi, bi’setten vefatına kadar olan zaman içindekilerdir.
Üçüncüsü, vefatından kıyamete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.
Bunlardan birincilere, (İrhas) yani, başlangıçlar denir. Her biri de ayrıca görerek veya görmeyip akıl ile anlaşılan mucizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün bu mucizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mucizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan bazılarını aşağıda bildireceğiz.
1- Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğü Kur’an-ı kerimdir.
2- En büyük mucizelerinden biri de, Mirac mucizesidir.
3- Meşhur mucizelerinin en büyüklerinden biri de, Ay’ı ikiye ayırmasıdır. Bu mucize, başka hiçbir Peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselam elli iki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip, (Peygamber isen Ay’ı ikiye ayır) dediler. Muhammed aleyhisselam, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabasının iman etmelerini çok istiyordu. Mübarek ellerini kaldırıp dua etti. Allahü teâlâ, kabul edip, Ay’ı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihir yaptı dediler. İman etmediler.
Bu mucize ile ilgili âyet-i kerimenin meali şöyle: (Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı. Onlar [müşrikler] bir mucize görünce hemen yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam ede gelen bir sihir[büyü] derler.) [Kamer 1,2]
4- Muhammed aleyhisselam, bazı gazalarında, susuz kalındığı zaman, mübarek elini bir kaptaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır. Bazen seksen, bazen üçyüz, bazen binbeşyüz, Tebük Gazasında ise, yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübarek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.
5- Hayber gazasında, önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında, (Ya Resulallah, beni yeme, ben zehirliyim) sesi işitildi.
6- Medine’de, mescid-i nebevide dikili bir hurma kütüğü vardı. Resulullah hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna Hannane denirdi. Minber yapılınca, Hannane’nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler. Minberden inip, Hannane’ye sarıldı. Sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyamete kadar ağlardı) buyurdu.
7- Mübarek eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi, Allahü teâlâyı tesbih ettikleri çok görülmüştür.
8- Bir gün, bir köylüyü imana davet etti. Müslüman bir komşumun vefat etmiş kızını diriltirsen, iman ederim dedi. Mezarına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinden ses işitildi ve dışarı çıktı.(Dünyaya gelmek ister misin?) buyurdu. (Ya Resulallah! Dünyaya gelmek istemem. Burada babamın evindekinden daha rahatım. Müslümanın ahireti, dünyasından daha iyi) dedi. Köylü bunu görünce, hemen imana geldi.
9- Tirmizi ve Nesai’nin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü a’ma bir kimse gelip, ya Resulallah, Allahü teâlâya dua et, gözlerim açılsın dedi. (Kusursuz bir abdest al! Sonra Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!) duasını okumasını buyurdu. Adam, abdest alıp dua etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duayı Müslümanlar, her zaman okumuşlar ve maksatlarına kavuşmuşlardır.
10- Medine’de, minberde hutbe okurken, bir kimse, ya Resulallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helak oluyor. İmdadımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, dua eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübarek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devam etti. Yine minberde okurken, o kimse, ya Resulallah! Yağmurdan helak olacağız deyince, Resul aleyhisselam, tebessüm etti ve (Ya Rabbi! Rahmetini başka kullarına da ihsan eyle!) buyurdu. Bulutlar açılıp, güneş göründü.
11- Cabir bin Abdullah diyor ki, çok borcum vardı. Resulullaha haber verdim. Bahçeme gelip, hurma yığınının etrafında üç kere dolaştı.(Alacaklılarını çağır, gelsinler!) buyurdu. Her birine hakları verildi. Yığından bir şey eksilmedi.
12- Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabul edip, boş kabı geri gönderdi. Kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, (ya Resulallah! Hediyemi niçin kabul etmediniz?Acaba günahım nedir?) dedi. (Senin hediyeni kabul ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir) buyurdu. Kadın çocukları ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka bir kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu, Resulullaha haber verdiler.(Gönderdiğim kapta kalsaydı, dünya durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi) buyurdu.
13- Resulullahın gaybdan haber verdiği çok görüldü. Bu mucizesi üç kısımdır:
Birinci kısmı, kendi zamanından evvel olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevaplar, çok kâfirlerin, katı kalbli düşmanlarının imana gelmelerine sebep olmuştur.
İkinci kısmı, kendi zamanında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir.
Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyamete kadar dünyada ve ahirette olacak şeyleri bildirmesidir.
Burada ikinci ve üçüncü kısımlardan birkaçı aşağıda bildirilecektir.
[İslam’a davetin başlangıcında, müşriklerin eziyetlerinden, sıkıntılarından dolayı, Eshab-ı kiramın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Resulullah, Mekke’de kalan Eshab-ı kiramla beraber, üç sene her türlü görüşme, alışveriş yapma, Müslümanlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün içtimai muamelelerden men olundular. Kureyş müşrikleri, bu karar ve ittifaklarını bildiren bir ahdname yazarak, Kâbe-i muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (Arza) denilen bir çeşit kurdu [ağaç kurdu] o vesikaya musallat etti. Yazılı bulunan (Bismikellahümme) [Allahü teâlânın ismi ile] ibaresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yedi, bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibril-i emin vasıtası ile Peygamber efendimize bildirdi. Peygamber efendimiz de bu hâli amcası Ebu Talibe anlattı. Ertesi gün, Ebu Talib müşriklerin ileri gelenlerine gelerek, Muhammedin Rabbi Ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mani olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himaye etmeyeceğim, dedi. Kureyşin ileri gelenleri, bu teklifi kabul ettiler. Herkes toplanarak Kâbe’ye geldiler. Ahdnameyi Kâbe’den indirerek açtılar ve Resulullahın buyurduğu gibi,(Bismikellahümme) ibaresinden başka, bütün yazıların yenilmiş olduğunu gördüler.]
Acem padişahı Hüsrev’den Medine’ye elçiler geldi. Bir gün, bunları çağırıp, (Bu gece, Kisranızı kendi oğlu öldürdü) buyurdu. Bir müddet sonra, oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi. [İran şahlarına Kisra denir.]
14- Bir gün, zevcesi Hafsa validemize, (Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hafsa validemizin babası olan Hazret-i Ömer’in halife olacaklarını müjdeledi.
15- Ebu Hüreyre’yi “radıyallahü teâlâ anh” Medine’de, zekât olarak gelmiş olan hurmaların muhafazasına memur etmişti. Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı. Seni Resulullaha götüreceğim dedi. Hırsız, fakirim, çoluğum çocuğum çoktur diyerek yalvarınca, bıraktı. Ertesi gün, Resulullah Ebu Hüreyre’yi çağırıp, (Dün gece bıraktığın adam ne yapmıştı?) buyurdu. Ebu Hüreyre anlatınca, (Seni aldatmış. Yine gelecektir) buyurdu. Ertesi gece yine geldi ve yakalandı. Tekrar yalvarıp, Allah aşkına bırak dedi ve kurtuldu. Üçüncü gece, tekrar gelip yakalanınca, yalvarmaları fayda vermedi. Beni bırakırsan, birkaç şey öğretirim, sana çok faydası olur, dedi. Ebu Hüreyre kabul etti. Gece yatarken, (Âyet-el kürsi)yi okursan Allahü teâlâ seni korur, yanına şeytan yaklaşmaz dedi ve gitti. Ertesi gün, Resulullah efendimiz, Ebu Hüreyre’ye tekrar sorup cevap alınca, (Şimdi doğru söylemiş. Halbuki kendisi çok yalancıdır. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?) buyurdu. Hayır, bilmiyorum deyince,(O kimse şeytan idi) buyurdu.
16- Rum İmparatorunun orduları ile harp için (Mute) denilen yere asker gönderdiğinde, sahabeden üç emirin arka arkaya şehit olduklarını, kendisi, Medine’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.
17- Muaz bin Cebeli vali olarak Yemen’e gönderirken, Medine’nin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasihatler verdi. (Seninle dünyada artık buluşamayız) buyurdu. Hazret-i Muaz Yemen’de iken Resulullah efendimiz Medine’de vefat etti.
18- Vefat ederken, mübarek kızı Fatıma’ya, (Akrabam arasında bana evvela kavuşan sen olacaksın) buyurdu. Altı ay sonra Hazret-i Fatıma vefat etti. Akrabasından ondan evvel kimse vefat etmedi.
19- Kays bin Şemmasa, (Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak ölürsün) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir halife iken Yemamede Müseylemet-ül-Kezzab ile yapılan muharebede şehit oldu.
Hazret-i Ömer’in ve Hazret-i Osman’ın ve Hazret-i Ali’nin şehit olacaklarını dahi haber verdi.
20- Acem padişahı Kisranın ve Rum padişahı Kayserin memleketlerinin Müslümanların eline geçeceğini ve hazinelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.
21- Ümmetinden çok kimsenin denizden gazaya gideceklerini ve sahabeden olan Ümmi Hiram’ın o gazada bulunacağını haber verdi. Hazret-i Osman halife iken Müslümanlar, gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harp ettiler. Bu hanım da beraber idi. Orada şehit oldu.
22- Mübarek kızı Fatıma’nın oğlu Hasan “radıyallahü teâlâ anhüma” için, (Bu oğlum çok hayırlıdır. Allahü teâlâ, Müslümanlardan iki büyük ordunun sulh etmesine bunu sebep yapacaktır) buyurdu. Büyük bir ordu ile Muaviye’ye “radıyallahü anh” karşı harp edeceği zaman, fitneyi önlemek, Müslümanların kanının dökülmemesi için hakkı olan halifeliği Muaviye’ye “radıyallahü anh” teslim etti.
23- Abdullah ibni Abbas’ın annesine bakıp, (Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!) buyurdu. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezan ve ikamet okuyup, mübarek ağzının suyundan ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi. (Halifelerin babasını al, götür!) buyurdu. Hazret-i Abbas, bunu işitip, gelip sorunca, (Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halifelerin babasıdır. Onlar arasında seffah, Mehdi ve İsa aleyhisselamla namaz kılan bir kimse bulunacaktır) buyurdu. Abbasiyye devletinin başına çok halifeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbas’ın soyundan oldu.
24- Eshabından çok kimseye hayır dualar etmiş, hepsi kabul olunarak faydalarını görmüşlerdir. Hazret-i Ali buyuruyor ki:
Resulullah beni Yemen’e kadı [Hâkim] olarak göndermek istedi. Ya Resulallah! Ben kadılık yapmasını bilmiyorum dedim. Mübarek elini göğsüme koyup, (Ya Rabbi! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasip eyle!) buyurdu. Bundan sonra bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hükmederdim.
25- Nabiga ismindeki meşhur şair şiirlerinden birkaçını okuyunca, Araplar arasında meşhur olan (Allahü teâlâ dişlerini dökmesin)duasını buyurdu. Nabiga yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.
26- Amcası Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, Resulullahı çok üzdü. Çirkin şeyler söyledi. Buna çok üzülüp, (Ya Rabbi! Buna köpeklerinden birini musallat eyle!) buyurdu. Uteybe, Şam’a ticaret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu. Bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince, kaptı parçaladı.
27- Acem padişahı Hüsrev Pervize iman etmesi için mektup gönderdi. Alçak Hüsrev, mektubu parçaladı ve getiren elçiyi şehit eyledi. Peygamber efendimiz bunu işitince, çok üzüldü ve (Ya Rabbi! Onun mülkünü parçala!) buyurdu. Resulullah hayatta iken Hüsrevi oğlu Şireveyh hançerle parçaladı. Hazret-i Ömer halife iken, acem memleketinin tamamını Müslümanlar feth edip, Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.
28- Allahü teâlâ, Habibini belalardan korurdu. Ebu Cehil, Resulullahın en büyük düşmanı idi. Kâbe-i muazzama yanında namaz kılarken, alçak Ebu Cehil, tam zamanıdır diyerek, bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde, Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Bunu Müslümanlar işitip, Resulullah efendimize sorduklarında, (Allahü teâlânın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı) buyurdu.
29- Resulullah efendimiz bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine mübarek elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş mesti yere bıraktı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.
30- Selman-ı Farisi, hak din aramak için, İran’dan çıkıp çeşitli memleketleri dolaşmaya başladı. Beni Kelb kabilesinden bir kervan ile Arabistan’a gelirken Vadi’-ul kura denilen mevkide hainlik edip bir yahudiye köle diye sattılar. Bu da, akrabası, Medineli bir yahudiye köle olarak sattı. Hicrette Resulullahın Medine’ye teşriflerini işitince, çok sevindi. Çünkü, kendisi nasrani âlimi idi. En son rehberi büyük bir âlimin tavsiyesi ile, ahir zaman Peygamberine iman etmek için Arabistan’a gelmişti. O âlim, Resulullahın vasıflarını öğretmiş, Onun hediye kabul edip, sadaka kabul etmediğini, iki omuzu arasında mühr-ü nübüvvet olduğunu ve pek çok mucizeleri olduğunu Selman’a bildirmişti. Selman-ı Farisi, Resulullaha sadakadır diyerek hurma getirdi. Resulullah onlardan hiç yemedi. Hediyedir diye bir tabakta yirmibeş kadar hurma getirdi. Resulullah efendimiz ondan yedi. Bütün Eshab-ı kiram da yediler. Yenilen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resulullahın bu mucizesini de gördü. Ertesi gün bir cenaze defninde mühr-ü nübüvveti görmek arzu etti. Resulullah, bunu anlayıp mübarek gömleğini sıyırarak mühr-ü nübüvveti gösterdi. Selman hemen imana geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı ile azat edilmesine söz kesildi. Resulullah bunu işitti. Mübarek elleri ile ikiyüzdoksandokuz hurma ağacı dikti. Ağaçlar o sene meyve vermeye başladı. Birini Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resulullah efendimiz, bunu çıkarıp mübarek elleri ile tekrar dikti. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazada, ganimet alınan, yumurta kadar altını Selman’a “radıyallahü teâlâ anh” verdiler. Resulullaha gelip, bu gayet azdır. Binaltıyüz gram çekmez dedi. Mübarek ellerine alıp tekrar Selman’a verdi. (Bunu sahibine götür) buyurdu. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Hazret-i Selman’a kaldı.
31- Kureyş kâfirlerinden Velid bin Mugire, As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Yagus ve Esved bin Muttalib, Resulullaha cefa ve eziyet etmekte başkalarından aşırı gidiyorlardı. Cebrail aleyhisselam gelip,(Seninle alay edenlere cezalarını veririz...) mealindeki Hicr suresinin 95. âyetini getirip, Velidin ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dördüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işaret etti. Velid’in ayağına bir ok battı. Çok kibirli olduğundan, eğilerek oku çıkarıp atmak, kendine ağır geldi. Demiri topuk damarına batıp, siyatik hastalığına yakalandı. As’ın ökçesine diken battı. Tulum gibi şişti. Harisin burnundan devamlı kan geldi. Esved bir ağaç altında neşeli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esved de, a’ma olup, hepsi helak oldular.
32- Devs kabilesinin reisi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de imana gelmişti. Kavmini imana davet için Resulullahtan bir alamet istedi. (Ya Rabbi! Buna bir âyet (delil) ihsan eyle) buyurdu. Tufeyl, kabilesine gidince, iki kaşı arasında bir nur parladı. Tufeyl, ya Rabbi! Bu alameti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezalandırıldığımı zannederler dedi. Duası kabul olup, nur yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabilesindekiler zamanla imana geldiler.
33- Hicretin yedinci senesinde Resulullah efendimiz, Habeş padişahı Necaşi’ye ve Rum imparatoru Herakliyus’a ve Acem padişahı Husrev’e ve Bizansın Mısır’daki valisi Mukavkas’e ve Şam’daki valisi Haris’e ve Umman Sultanı Semame’ye mektuplar göndererek, hepsini imana davet etti. Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, o dilleri söylemeye başladılar. Molla Abdurrahman Caminin (Şevahid-ün-nübüvve) kitabında ve Yusuf-i Nebhani’nin (Huccetullahi alel-âlemin) kitabında, Resulullah efendimizin daha nice mucizeleri yazılıdır.
Save gölünün kuruması
Sual: Peygamber efendimiz doğduğu zaman, Kâbe’deki putlar yüzüstü yıkılıyor, Kisra’nın sarayı çöküyor, bin yıldan beri Mecusilerin yanan ateşi sönüyor. Bir de Save gölünün kuruduğu bildiriliyor. Save gölünün suçu ne idi de kurudu? CEVAP Cansız varlıkların ne suçu olur ki, yani suçu olduğundan değil, bu gölü halk mukaddes sayar, kuruyacağına asla ihtimal vermezlermiş. Çok tuzlu imiş, sağdan soldan su gelmiyor, su seviyesi hep aynı, hiç eksilme olmuyormuş, derinliği beş metre yüzeyi 12,5 km imiş. Bu göl bir anda kuruyor. Bunun aksine, Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vadisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başlıyor. Bu tür olaylar cansız varlıkların suçu falan olduğu için değil, onları mukaddes sayan insanları ikaz için, ibret almaları için ve daha başka hikmetler yüzünden ihsan ediliyor.
Resulullah'ın mucizelerinden
Sual: Resulullah'ın hacamat kanını içen olduğu söyleniyor. Kan içmek caiz mi? CEVAP Resulullah efendimizin mübarek kanı, diğer insanların kanı gibi değildir. Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Zübeyr, Resulullah’ın hacamat edilirken çıkan kanını içti. Resulullah “sallallahü aleyhi ve selem,” darılmadı, hattâ gülümseyerek, (Artık Cehennem ateşi seni yakmaz) buyurdu. Başına bazı işler geleceğini de bildirdi. (Beyhekî)
Eshab-ı kiramdan Malik bin Sinan, Resulullah’ın mübarek kanını içince ona da, (Cehennem ateşi seni yakmaz) buyurdu. (İbni Hibban)
Mübarek artığını içen Bereke isimli kadına da, (Artık hiç karın ağrısı çekmezsin) buyurdu. (Mevahib-i ledünniyye)
Halid bin Velid “radıyallahü anh,” sarığında taşıdığı bir sakal-ı şerif sebebiyle her savaşta zafer kazandı. (Şifa-i şerif)
Bunların hepsi, Resulullah'ın mucizelerindendir, ama Selef-i salihine düşman Selefîler, Resulullah’ın eşyalarıyla, mübarek saçı ve sakalıyla bereketlenmeyi şirk kabul ediyorlar.
.
Mucize ve Keramet haktır
Sual: Mucize ve kerameti inkâr eden kâfir olmaz mı? CEVAP Mucizeyi de kerameti de yaratan Allah’tır. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mucize, peygamber olduğunu söyleyen kimsenin, doğru söylediğini bildiren şeydir.
Mucizeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Her şeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Şu kadar ki, bu dünyanın ve dünya işlerinin düzgün olması için, Allahü teâlâ, her şeyin yaratılmasını sebeplere bağlamıştır. Bir şeyin yaratılmasını isteyen kimse, o şeyin sebebini kullanır. Sebeplerin çoğu, düşünmekle, tecrübe ile, hesapla bulunacak şeylerdir. Bir şeyin sebebi yapılınca, Allahü teâlâ, o şeyi, dilerse yaratır. Mucize ve keramet böyle değildir. Allahü teâlâ bunları sebepsiz olarak, harika olarak yaratır. Sebebe yapışmak, Allahü teâlânın âdetine uymaktır. Allahü teâlânın sebepsiz yaratması, âdetin haricine çıkmak olur, harika olur.
Mucize, yalnız Peygamberde hasıl olur. Başkasında hasıl olmaz. Herhangi bir kimseyi övmek için (Mucize yaptı) demek, (Mucize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyete bakılmaz söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Söyleyenin imanı gider. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek, (falanca yarattı) demek de böyledir. Müslümanlar, böyle tehlikeli şeyler söylememelidir. İnsanların bütün işleri, âdet-i ilâhiyye içinde meydana gelir. Allahü teâlâ, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler de yaratır. Bunlar Peygamberlerden meydana gelirse Mucize, evliyadan meydana gelirse Keramet, diğer müminlerden meydana gelirse Firaset,fâsıklardan meydana gelirse İstidrac, kâfirlerden zuhur ederse Sihirdenir.
Kur’an-ı kerim ve Harikalar Her müslümanın Kur’an-ı kerime inanması şarttır. Bir âyetinden bile şüphe eden müslüman olamaz. Kur’an-ı kerimde birçok mucize ve keramet bildirilmiştir. Mesela:
Hazret-i Davud’un elinde demir, hamur gibi yumuşardı. (Sebe 10)
Cinler, kuşlar ve rüzgar Hazret-i Süleyman’ın emrinde idi. Erimiş bakır sel gibi aktı. (Sebe 12, Neml 17)
Dağlar ve kuşlar Hazret-i Davud’a boyun eğdi. (Enbiya 79)
Hazret-i İbrahim’i ateş yakmadı. (Enbiya 69)
Hazret-i İbrahim’in kestiği dört kuş dirildi. (Bekara 260)
Hazret-i Yunus’u balık yuttuğu halde, zarar gelmeden kurtuldu. (Saffat139-145)
Firavun, Hazret-i Musa’ya, (Peygamberlik sözünde doğru isen haydi bir mucize göster) demişti. Hazret-i Musa da, asasını yere bırakınca, hemen bir ejderha oluverdi. (Araf 106)
Hazret-i Musa’nın asası yılan olup, sihirbazların sihrini bozarak, gösterdikleri şeyleri yuttu (Taha 69) [Kâfirlerin sihir ile harika şeyler yaptığı bu âyetten de anlaşılmaktadır.]
Hazret-i İsa beşikte iken konuştu. Elindeki çamurdan şekle üfleyince, canlı kuş oldu. Körleri iyi etti. Ölüleri diriltti. (Maide 110, A. İmran 49)
Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37)
Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. Hazret-i Süleyman, (Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40) [Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, bu kerameti göstermiştir.]
Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur’an-ı kerimde bu olay için, (İşte bu, Allah’ın âyetlerinden [kudretini gösteren delillerden biri]dir) buyuruldu. (Kehf17)
Hazret-i Hızır’ın harikası, sepetteki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf63) [Bazı âlimlere göre Hazret-i Hızır, nebi değil velidir. Veli ise, gösterdiği harikalar mucize değil keramettir.]
Ay ikiye ayrılınca, kâfirler, Resulullah için (Bize sihir yaptı) dediler.(Kamer 1,2)
Resulullah, Mescid-i Aksaya ve bilinmeyen yerlere bir anda gidip geldi. Mirac hadisesi. (İsra 1)
Mucizeler de Allah tarafından meydana gelir, fakat kâfirler inanmaz.(Enam 25, 109)
Peygamberlerin, elinde meydana gelen mucizelerin yaratıcısı da Allahü teâlâdır. (Hazret-i İsa, ölüleri diriltirdi) demekle ona yaratıcılık vasfı verilmiş olmuyor. Yine Allah yaratıyor. Nitekim, Allahü teâlâ, peygamberlerine verdiği mucizeleri bildirdikten sonra (Bunları yapan biziz) buyuruyor. (Enbiya 79)
Cin suresinin son âyetlerinin tefsirinde (Allahü teâlâ bazı gaibleri, gizli sırları peygamberlerine bildirir, onların gaibden haber vermeleri mucizedir) buyuruluyor. (Medarik)
Hazret-i Ali anlatır:
Resulullah efendimizle gezerken rastladığımız her ağaç ve her taş,(Esselamü aleyke ya Resulallah) derdi. (Tirmizi)
Bir köylü, yakaladığı keleri Peygamber efendimize göstererek, (Bu hayvan senin peygamberliğini tasdik etmedikçe, inanmam) dedi. Keler de, şehadet etti. (Beyheki)
Birçok deve ve geyik konuşup Peygamberimizi tasdik etmiştir. (Nesai)
Bir çoban, bir kurdun konuştuğunu duyunca hayret etti. Kurt, çobana, (Ey çoban, Muhammed aleyhisselam hak peygamberdir) dedi. Çoban, Resulullahın huzuruna gelip, kurdun söylediklerini anlatınca, (Kurt doğru söyledi, hayvanların konuşması kıyamet alametidir)buyurdu. (Taberani)
Resulullahın gelecekten haber veren çok mucizesi vardır. Mesela halife olacak zatlara, (Emir olunca şöyle yap) ve (Benden sonra, Ebu Bekir’e ve Ömer’e uyun) buyurmuştur. (Tirmizi)
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyurdu ki:
(Evliyalığı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve Peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Hârika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, Peygamberlerini ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir.)(Hadika)
Not: Geniş bilgi için Vehhabilik maddesinde, (Mucize ve Keramet haktır) kısmına bakınız.
.
Mucize-Keramet-Firaset-İstidraç-Sihir
Sual: Harika ne demektir? Fâsık ve kâfirlerde de harika görülür mü? CEVAP Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursakeramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir denir. Birer örnek verelim:
Sihir: Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hazret-i Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire]
İstidraç: İbrahim Edhem hazretlerine, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gence üç gün misafir oldu. Gerçekten çok acayip haller gördü. Gencin yediğine baktı. Helal değildi. Onu evine davet edip yemek yedirdi. Gençteki eski aşk ve vecd kalmadı. Genç, (Sen bana ne yaptın?) deyince, o gence, “Sendeki haller şeytandandı, istidraçtı, helal yiyince şeytan giremedi ve esas halin meydana çıktı” buyurdu.(T. Evliya)
Firaset:
Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari)
Keramet:
Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, camide herkesin yanında, (Ya Sariye arkanı dağa ver) diye seslendi. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]
Kâfir bir hükümdar, kendine ilah demeyen müminleri ateşe atardı. Sıra kucağı çocuklu bir kadına geldi. Kadın, ateşe girmek istemeyince, bebeği, (Anne sabret, sen hak din üzeresin) dedi. (Müslim)
Mucize:
Resulullah efendimiz, miracda, Cenneti, Cehennemi ve daha başka yerleri gördü. (Mevahib)
Dinimizi doğru kaynaktan öğrenmeli Bir doktor yazar yazısında diyor ki: 1- Ovum hücrelerinin her biri itina ile yaratılmıştır. 2- Bir canlının doğması, insanın kendi biyolojik iradesinden alınarak tam manasıyla Allah’ın tasarrufuna verilmiş olmaktadır. 3- Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil, babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. 4- Hazret-i İsa’nın babasız doğumuna imkansız demek, “Ben biyoloji bilmiyorum” demektir. 5- Bir yumurta hücresinin insan meydana getirebilmesi için, mutlaka cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesi gerekmektedir. Cebrail’in Meryem’i ışınlaması yahut ona bilmediğimiz manyetik bir tesir yapması bu gerçeği dile getirmektedir. 6- Erkek arılar, ana arının döllenmemiş yumurtalarından meydana geldiğine göre, Hazret-i İsa’nın babasız oluşunu aklına sığıştıramayanlar, babasız arıların meydana gelişini nasıl izah edeceklerdir? CEVAP
1- Cenab-ı Hakkın her yarattığında çeşitli hikmetler bulunur. Bunu itina ile, şunu da itinasız yaratmış demek çok yanlış olur. İtina göstermek, bir işin iyi olması için gayret göstermek demektir. Allahü teala ol derse, istediği gibi oluverir.
2- Allahü teâlânın tasarrufu altında olmayan hiçbir şey yoktur. Kaza ve kader konusunu iyi bilmeyenlerin, böyle tehlikeli sözler etmeleri yadırganamaz.
3- (Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil) demek, mucizenin ne olduğunu bilmemek demektir. Mucize, Peygamberlerden âdet-i ilahiyye dışında meydana gelen harikalardır. Bunlar, evliyada görülürse keramet, kâfirlerde görülürse sihir denir. Mucize, âdet dışı olan şeydir. Mesela Hazret-i İsa’nın yeni doğunca konuşması böyledir. Çünkü yeni doğan çocuk hemen konuşmaz. Geyiğin Peygamber efendimizle konuşması böyledir. Çünkü geyik insan gibi konuşmaz. Fakat papağanın konuşması böyle değildir. Kuşun uçmasını, insanın yürümesini, balığın suda yüzmesini sağlayan da Allahü teâlâdır. Mucize âdet dışı olur. Taşın denizde yüzmesi gibi. Hazret-i İsa’nın doğması, âdet-i ilahiyye dışında bir harikadır. Bunu âdet-i ilahiyye içine sokup biyolojik hadiselere bağlamak, biyolojik olarak izaha kalkmak mucizeyi bilmemek veya inkâr etmek demektir.
4- Biyoloji bilen doktorun, âdet-i ilahi içinde babasız çocuk olabileceğini söylemesi, tıbben imkansızdır. Mümkün olsa idi, her zaman görülürdü.
5- Âdet-i ilahiyye içinde cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesinden bahsetmek, Allahü teâlâ için acizlik olur. Allahü teâlâ, “Kün” yani “Ol” emri ile her şeyi yaratır. Özel müdahale demek, Allahü teâlânın sıfatlarını bilmemekten ileri gelen bir cehaletin mahsulüdür. Hazret-i Meryem’in ışınlanması tabiri de ilme ve edebe aykırıdır.
6- Erkek arıların döllenmemiş yumurtalardan meydana gelmesi, âdet-i ilahiyye içinde devam ede gelen bir hadisedir. Eşeysiz çoğalmalar da böyledir. Bunları İsa aleyhisselamın doğumu ile mukayeseye kalkışmak, mucizeyi bilmemek demektir.
Böyle zararlı kitapları okumamalıdır. Ölmüş bir müslümanın arkasından konuşmak, kötülüklerini açıklamak doğru mudur? Doğru değildir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın!) [Tirmizi]
Ölmüş de olsa, bid’at ehlinin ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek lazımdır, gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül Muhtar) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Fitne veya bid’at yayıldığı zamanda, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği halde gizleyene lanet olsun!) [Hatib]
Evliyanın yardımı Sual: Yaşayan veya vefat eden evliyadan nasıl yardım istenir? CEVAP Onun büyüklüğüne inanmak ve onun yolunda olmak lazımdır. Ruhuna Yasin-i şerif veya üç İhlas bir Fatiha okuyup hediye edilir. Sonra hiçbir şey düşünmeden saygı ve tevazu ile ismini söyleyerek tavassut etmesi için yalvarılır.
İyilerin duası Evliyadan bazıları, (Şu şöyle olacak diye) yemin etse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarmaz, onun istediğini yaratırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle kimseler gelecek ki, elbiseleri eski, üstü başı tozludur. Fakat bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onların yeminlerini doğru çıkarır.) [İbni Ebiddünya]
Ebu Ubeyde el-havas hazretleri, Basra’daki bir yangın içinde dolaşırken, Basra valisi, ona (Ateş içinde ne dolaşıyorsun, yanarsın) dedi. O da, (Rabbime beni ateşte yakmaması için yemin ettim) buyurdu. Vali, (O halde ateşi söndür) dedi. O da ateşi söndürdü.
Ebu Hafs hazretleri de, merkebini kaybeden bir köylüye rastladı. Köylü (Başka malım yok. Merkebimi bulmam gerekir) dedi. Ebu Hafs hazretleri, (Ya Rabbi bu köylünün merkebini buldurmadan bir adım atmam) diye yemin etti. Az sonra merkebi karşısına çıka geldi. (İhya)
Sual: Mucize ile olan şey, bugün fen ile de mümkündür. Mesela Amerika’da üç günde dil öğreniliyor. Bunun izahı nedir? CEVAP Bazı mucizeler zaman ve mekan ile mukayyeddir. Yani o zaman mucizedir. Mesela Peygamber efendimiz, mübarek elini başına koyunca baş ağrısı geçerdi. Bugün ilaçla geçiyor. Kur'an-ı kerim, her zaman mucizedir.
Sual: Mürşid-i kâmiller, müridlerinin düşüncelerini nasıl anlarlar? CEVAP Mürşid-i kâmiller kalmadı. Onlara sorup öğrenmemiz imkansız oldu. Bazıları Hazret-i Ömer’in gördüğü gibi TVdeki gibi net görür, buna tayyi mekan denir. Bazıları da, tevilli olarak, yani alametlerini görüp anlarlar. Bazıları da, hiç görmeden kalblerine ilham olunur.
Sual: Şah-i Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani ve Ahmed Rıfai hazretlerinden hangisi daha üstündür? CEVAP Bir ilkokul talebesi, bir profesörün bilgi derecesini ölçemez. Şu profesör, ötekinden üstündür dese, hiç kıymeti olmaz. Evliya olmayan kimse de (Şu veli, ötekinden üstündür) diyemez. Derse, hiç kıymeti olmaz. Bahsettiğiniz üç zatın da büyük evliyadan olduğunu, onlardan sonra gelen veliler bildirmişlerdir.
Sual: Hint Yogilerinde veya başka kâfirlerde görülen harikulâde hallere keramet denir mi? CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Harikalar, kerametler ikiye ayrılır: Birincisi Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına ve işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, akıl ile, düşünmekle elde edilemez. Allahü teâlâ, seçtiği kullarına ihsan eder.
İkincisi,madde âlemindeki gaybleri bilmektir. Bu harika seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Bunların birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Cahiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Keramet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizleyen her insan, mahlukların gayblerini haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliya sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliya olsalardı, bizim hallerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler. [c.1, m.293]
Harika, kâfirde görülürse sihir, evliyada görülürse keramet denir.
Harikaların mahiyeti
Sual: Mucize ve keramet ile istidraç ve sihir arasındaki fark nedir? Allahü teâlâ, kâfire bu kuvveti niçin verdi? Bunlar birbirinden nasıl ayırt edilir? CEVAP İslam âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını da aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz harika şeyler yaratıyor. [İslamiyet'e uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, papazlarda da harikulade işler hasıl olur.]
1- Peygamberlerden, meydana gelen harikalara (Mucize) denir.
2- Evliyadan meydana gelen harikalara (Keramet) denir.
3- Evliya olmayan müminlerden meydana gelen harikalara (Firaset) denir.
4- Fâsıklardan, günahı çok olanlardan zuhur edenlere (İstidraç) denir. Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Onları derece derece, yavaş yavaş Cehenneme götürür.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise (Sihir), yani büyü denir.
İbni Hacer-i Hiytemi hazretleri diyor ki: Sihir ile, birinin kolunu kesip, sonra yapıştırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup çıkarmak gibi gösteriler yapan tarikatçılar, bu gösterilerine keramet derse, Kadı tarafından öldürülür. Başka şekilde yapıyorsa, öldürülmez, ama, ağır cezalandırılır. (Fetava-yı hadisiyye)
İbni ebi Zeyd Kayrevani diyor ki: Sihrinde küfre sebep olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa, ama buna keramet diyorsa cezalandırılır. (İsbat-ü keramatil- Evliya)
Allahü teâlânın, bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, harikalar göstermesi, onun Allahü teâlâ katında makbul bir kul olduğunu göstermez. Bunlar, bazı kullarına iyilik ve ihsandır. Bazılarına da istidraçtır. Allahü teâlâ, mealen (Onları derece derece aşağı indiriyoruz, helake sürüklüyoruz; ama onlar bunu bilmiyorlar) buyurdu. (Araf 182) [Birbiri ardınca kendilerine nimetler gelir, onlar bunu bir lütuf sanırlar da şımarırlar. İşte o zaman üzerlerine Allah'ın azabı hak olur. (Beydavi) Onlar her günah işledikçe biz de nimetimizi yenileriz demektir. (Dahhak)]
Keramet ile istidraç arasındaki fark şöyledir:
Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla öğünmez. Bilakis, kendisinden keramet zuhur edince, kendisinden meydana gelen bu hâlin istidraç olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Fakat istidraç sahibi olan kimse, bu durum, güzel haller ve ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zan eder. Bunların aldatma ve saptırma olduğunu anlamaz. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Kendini azab-ı ilahiden emin bulur. Kötü akıbetten sakınmaz. [Firavun, atı ile giderken atının ön ayakları uzardı, yokuşa doğru giderken kısalırdı. Dişlerinin arası açık değildi, yemek kırıntıları girip rahatsız etmezdi. Ömründe bir kere başı ağrımamıştı. Bu halleri kendinden bilip tanrılık iddiasında bulundu ve ebedi azaba sürüklendi.]
Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalı. Keramet sahibi olmayı istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Evliyanın keşfi, İslamiyet'e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Evliya büyük günahtan korunmuştur ama, küçük günahtan korunmuş değildir. Ama hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve af dilerler.
Harikalar gösteren kimsede İslamiyet'e kıl ucu kadar aykırılık var ise, onunki keramet değil istidraçtır. Salih bir kimse, keramet ile istidracı ayırabilir. Harika gösteren biri ile konuşunca, kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sahibi bir Veli olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidraç sahibi olduğu anlaşılır.
Evliyanın sözleri ile, kalbinde bir değişiklik duymayan kimse, hayvan gibi olan cahil bir kimsedir. Onun ruhu hasta, basireti, yani kalb gözü kördür, duygusuzdur.
Keramet ve istidrac
Sual: Olağanüstü hâlleri görülen her kimseye, mesela, deniz üstünde yürüyen bir şeyhe keramet sahibi denir mi? CEVAP Olağanüstü hâller bazılarında görülebilir. Deniz üstünde yürüyen kişi, eğer peygamberse, bu hâline mucize, evliya ise keramet, fâsık veya bid’at ehliyse istidrac, kâfirse sihir denir. Demek ki, her olağanüstü hâli görülen kimseye keramet sahibi demek yanlış olur. Çok kimse, istidraçla kerameti ayıramadığı için sapıkların kurbanı oluyor.
Tarikat şeyhi denilen kimse, Ehl-i sünnet değilse, denizde yürüse, havada uçsa, ağzına ateş alsa, böyle hâller, istidrac veya sihirdir. Onun için uçan herkesi evliya sanmamalı. Ehl-i sünnet olup olmadığına, dinimizi, fıkıh bilgilerini, helâli haramı bilip bilmediğine bakmalı. Bundan dolayı, ilk önce, Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâl bilgilerini iyi öğrenmeli. Bunları bilen kimse, bid’at ehli şeyhlerin tuzağına düşmekten kurtulur.
Telepati
Sual: Telepatinin mucize ile bir ilgisi var mıdır? CEVAP Yoktur. Telepati, Yunanca’dan gelen bir kelimedir. Uzakta meydana gelen bir olayın anında hissedilmesine veya düşüncelerin ve görüntülerin akıldan akıla, beyinden beyine transferine (Telepati) denilmektedir.
Mucize yok mu?
Sual: Ateist diyor ki: (Müslümanlar mucizeye inanır. Hâlbuki ne Kur’anda, ne de evrende bir mucize yoktur. Müslümanlar niye bu kadar saf?) Mucize nedir? CEVAP Mucize, peygamberlerin gösterdiği harika yani olağanüstü olaylardır. Mesela Musa aleyhisselamın asasının ejderha olması, İsa aleyhisselamın ölüleri diriltmesi, Muhammed aleyhisselamın mübarek parmağından suyun akması, bir ordu içtiği hâlde tükenmemesi gibi olaylardır. Ateistlere ve çok kişilere göre, mucize, hiç kimsenin yapamadığı olaylardır. Mucize, kelime olarak da, başkalarını âcizbırakan, kimsenin yapamadığı şey demektir. Bu mânada kâinatta mucize sayılamayacak kadar çoktur. Ateist göremiyorsa suç mucizenin midir? Kör Güneş’i görmüyorsa suç kimin?
Güneş, yıldızlar ve gezegenler Allah'ın birer mucizesi değil midir? Güneş’in yoktan yaratılması, asırlardır ışığının ve ısısının eksilmemesi mucize değilse nedir? Gezegenlerin birbirine çarpmadan dönmesi mucize değil midir? Güneş’ten koptuğu varsayılan Dünya’nın içindeki, soğuk sıcak sular, madenler, petrol, denizler ve bitkiler nasıl inkâr edilebilir? (Kendi kendine oldu) demek kadar büyük saçmalık olur mu?
Vücudumuzun birbirine uyumlu olarak yaratılan bütün organlarına bakalım. Hangi biri kendiliğinden olmuştur? Kalbimizi durmadan saat gibi çalıştıran kimdir?
Kuşların, balıkların, böceklerin, küçüğünden büyüğüne kadar karıncadan devesine kadar bütün hayvanların yaratılması bir mucize değil midir? Bunları insan yapabilir mi? Kimsenin yapamadığı şeyler mucize değil midir? Bu mucizeler nasıl inkâr edilebilir?
Sayısız bitkilerin, ağaçların, meyvelerin ve sebzelerin yaratılması birer mucize değil midir? Kim bir arpa tanesi yaratabilir? Ateist, bu kadar mucizeleri göremeyecek kadar kördür.
Bu yaratılanların hepsinden daha mükemmel olan ise, insanların yaratılmasıdır. Aklı olan, konuşan, düşünen, karar verebilen bir insanın yaratılması büyük bir mucize değil midir? Bütün bunlara rağmen ateistin, yaratıcıyı inkâr etmesi, her şeye tesadüf demesi akıldan, ilimden çok uzaktır. Allah'a karşı düşmanlıktan başka şey değildir.
.
Kur'an-ı kerimin mucize oluşu
Sual: Bir ateist, Allah’a inanmadığı için, Kur’anı peygamberin yazdığını ve yanlışlarla dolu olduğunu söyleyip örnek veriyor, (Yasin sûresinin 40. âyeti yanlıştır. Güneş sabittir, dönmez) diyor. Kur’anın Allah kelamı olduğu nasıl inkâr edilebilir? CEVAP Ateist, dini bilmediği gibi, fen ilminden de haberi yoktur. Eğer haberi varsa, kasten gerçekleri inkâr etmekte, tutmasa da iz bırakır düşüncesiyle Kur’an-ı kerime çamur atmaktadır. Güneş’in sabit durduğunu söylemekte bir kasıt yoksa cahillik vardır. Fen kitaplarında ve ansiklopedilerde Güneş’in de döndüğü bildirilmektedir.
Güneş nedir? Dünyada canlıların yaşayabilmesi için gerekli olan ısı ve ışık enerjisini sağlayan, kendi sisteminin merkezinde yer almış, Samanyolu galaksisindeki yaklaşık iki yüz milyar yıldızdan biri Güneş’tir. Güneş’in ekseni etrafında döndüğü 1611’de Galile tarafından ispatlanmıştır. Güneş’in, o tarihte Galile’nin bilmediği, anlamadığı bir hareketi daha vardır. Güneş denilen yıldız, kendine bağlı sistemiyle birlikte bir öteleme hareketi yapmakta ve Herkül Takım Yıldızı içinde Apeks adı verilen bir noktaya doğru saniyede 250 km’lik bir hızla ilerlemektedir.(Y. Rehber Ans.)
Yanlış denilen âyetin meali şöyledir: (Ne Güneş’in Ay’a yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Ay, Güneş ve yıldızların her biri kendi yörüngesinde yüzer.) [Yasin 40; Celaleyn]
Demek ki, gökteki bütün yıldızlar, kendi yörüngelerinde hareket etmektedir. Ateist, Allah’ı inkâr ettiği için, Orta Çağda Güneş’in hareketi nereden bilinsin diye düşünüyor. Koca kâinatın kendiliğinden olduğunu sanıyor. Hâlbuki her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. İki âyet meali:
(Allah her şeyin yaratıcısıdır.) [Zümer 62],
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Ateist sırf Allah’ı inkâr etmek için, insanın insandan değil de, maymundan geldiğini savunursa da, maymunu kimin yarattığını söyleyemez. Gezegenleri de yoktan yaratan Allah, onların nasıl hareket ettiklerini bilmez mi? Üç âyet meali: (Allah her şeyi bilir.) [Hücurat 16],
(Yaratan hiç bilmez mi?) [Mülk 14],
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]
Kur'an-ı kerimin dili Kur’an-ı kerim, o günkü insanların anlayacakları dilde ve onların anlayacakları seviyede inmiştir. Mesela Arapça bilen Arap halkına Türkçe veya İngilizce inmemiştir. Yusuf sûresinin, (Anlayasınız diye biz Kur’anı Arapça olarak indirdik) mealindeki 2. âyeti, tefsirlerde özet olarak şöyle açıklanıyor:
Biz Kur’an-ı kerimi başka bir dille değil, en geniş, en açık, en ahenktar olan Arap lügati üzere indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu kitabın bir şaheser, hükümlerinin, tesirli sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini anlar, Müslüman olmayı en büyük en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an, sizin dilinizle indi. Birçok edebiyatçının, şairin sözünü bilirsiniz. Hiç birine benzemiyor. İncelerseniz, bunun insan sözü olmadığını, ilahi bir kelam olduğunu kolayca anlarsınız.
Kur’an-ı kerim, bir fen kitabı değil, bir iman kitabıdır. Anayasada bile, cezalar kanunlara havale edilir. Kur’an-ı kerimin detaylı bilgisi ise, hadis-i şeriflerle açıklanmıştır. Kur’andaki bilgilerin açıklaması hadislerden ve tefsirlerden öğrenilir. O zamanın insanlarına bitkilerin, ağaçların döllenmesi [tozlaşması] hakkında bugünkü fen bilgileri ışığında anlatılsa, anlayamazlar. Hattâ anlamayanlardan bir kısmı inkâr eder, küfre düşerdi. Kur’an-ı kerimde kısaca, (Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik) buyurulur. (Hicr 22)
Burada sadece rüzgârın aşılamaya sebep olduğu anlaşılır. Ama nasıl aşılandığı bilinmez. Bunun Peygamber efendimiz tarafından veya müfessirler tarafından açıklanması gerekir. Gezegenlerin dönüşleri de böyledir. Hangisi hangisinin etrafında ne kadar hızla döndüğünü Kur'an-ı kerimden anlayamayız. Âyet-i kerimeleri açıklamak için hadis-i şeriflere ve tefsir âlimlerinin kitaplarına bakmak gerekir.
Kur'an Allah kelamıdır Kur’an-ı kerimin bir mucize olduğu çeşitli yönlerden ispatlanmıştır: Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmemiş, hiç yazı yazmamışken ve geçmişlerden ve etraftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuşken, Tevrat’ta, İncil’de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hallerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini hüccet ve deliller söyleyerek susturdu. Allahü teâlâ, Resulüne buyuruyor ki: (Sen bundan [Kur’an gelmeden] önce bir kitap okumuş ve onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl yoldakiler, [Kur’anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derler ve [Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmidir, bu ise ümmi değil diye] şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
Kur’an-ı kerimde insanların söyleyemeyeceği şeyler pek çoktur. Birkaçı şöyledir: 1- İcaz ve belagat: Yani az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır. Bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında âciz ve hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İcazı ve belagati insan sözüne benzemez. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozulur. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayan bulamamıştır.
2- Âyetler, yani sözler ve cümleler, Arapların sözlerine ve şiirlerine hiç benzemez. Kur’an-ı kerimin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil uzmanları bunu pekiyi görmektedir.
3- Bir insan, Kur’an-ı kerimi ne kadar çok okursa okusun bıkmaz, usanmaz. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artar. Hâlbuki Kur'an-ı kerimin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
4- Geçmiş insanların bilinmeyen hallerinden birçok şey Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir.
5- İleride olacak şeyleri bildirmektedir. Çoğu meydana çıkmış ve çıkmaktadır. Mesela, Rum sûresinin 3. âyetinde mealen, (Rumlar, en yakın bir yerde mağlup oldu. Hâlbuki onlar, bu mağlubiyetten sonra birkaç yıl içinde galip gelecektir) buyuruldu. Bu âyet, Rum Kayseri Heraklius’un İran şahı Husrev Perviz’e galip geleceğini önceden haber verdi. Aynen vaki oldu.
Allahü teâlâ, her asırda en az bir kişiyi Peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela, Hazret-i Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Hazret-i Musa asasını yere koyup büyük bir ejderha olmuş, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutmuştur.
Hazret-i İsa zamanında tıp çok ileri idi. Hazret-i İsa mucize olarak, körleri iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir.
Bizim Peygamberimizin zamanında ise, edebi söz ve yazı sanatı çok ileriydi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur’an-ı kerim gelince bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur’an-ı kerimin Allah’ın kelamı olduğuna inandı.
Kur’anda, (Bu Kur’an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin! Söyleyemezsiniz) buyuruluyor. Bütün düşmanlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları halde onun benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemeleri de mümkün değildir. Söylemek de mümkün değildir. Bunun dışında Peygamber efendimiz aleyhisselamın sayısız mucizesi görüldü.
Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (De ki: Mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur.)[Ankebut 50]
Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği mucize ve keramet gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir.
Bugünkü 4 İncil’de pek çok çelişki vardır. Bu da, insan eliyle yazıldığını gösterir. Hâlbuki Kur’an-ı kerimde tenakuz yoktur. Bir âyet meali: (Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelseydi, içinde pek çok tutarsızlık bulunurdu.) [Nisa 82]
İkinci önemli husus, nasıl insan, bir karınca bile yaratamıyorsa, Kur’an-ı kerimin bir cümlesini meydana getiremez. 14 asırdan beri de, benzeri yazılamadı. İki âyet meali şöyledir: (Eğer kulumuza [Resulüme] indirdiğimizden [Kur’anın Allah’tan geldiğinde] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğruysanız, Allah’tan gayri şahitlerinizi [putlarınızı, bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sûre meydana getirin! Bunu asla yapamazsınız.) [Bekara 23, 24]
(Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
Üçüncü husus ise, Kur’an hiç değiştirilemez. İki âyet meali şöyledir: (Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Allah’ın kelamını [Kur’an-ı kerimi] kimse değiştiremez.) [Enam 115]
Bugüne kadar kimse değiştirememiştir. Birkaç ateistin veya ateist kılığına girip Kur’ana ve İslam’a saldıran misyonerlerin iftiralarının ne önemi olur ki. Allahü teâlâ, sahibi benim, koruyanı benim, şahidi benim buyuruyor. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini, doğruluk rehberi Kur’an ve hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.) [Fetih 28]
Bu kadar vesikalardan da anlaşıldığı gibi Kur’an-ı kerim Allah kelamıdır.
.
Mucizeyi kerameti yaratan Allah’tır
Sual: Mucize ve kerameti inkâr eden kâfir olmaz mı? CEVAP Mucizeyi de kerameti de yaratan Allahü teâlâdır. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mucize, peygamber olduğunu söyleyen kimsenin, doğru söylediğini bildiren şeydir.
Mucizeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Her şeyi Allahü teâlâ yaratmaktadır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Şu kadar ki, bu dünyanın ve dünya işlerinin düzgün olması için, Allahü teâlâ, her şeyin yaratılmasını sebeplere bağlamıştır. Bir şeyin yaratılmasını isteyen kimse, o şeyin sebebini kullanır. Sebeplerin çoğu, düşünmekle, tecrübe ile, hesapla bulunacak şeylerdir. Bir şeyin sebebi yapılınca, Allahü teâlâ, o şeyi, dilerse yaratır. Mucize ve keramet böyle değildir. Allahü teâlâ bunları sebepsiz olarak, harika olarak yaratır. Sebebe yapışmak, Allahü teâlânın âdetine uymaktır. Allahü teâlânın sebepsiz yaratması, âdetin haricine çıkmak olur, harika olur.
Mucizenin şartları vardır: 1- Allahü teâlânın, mutad sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü Onun Peygamberini tasdik ettirecektir.
2- Harikulade olmalıdır. Âdet olan şeyler, mesela güneşin her gün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması, mucize olmaz.
3- Bunu, başkalarının yapamaması gerekir.
4- Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hasıl olmalıdır.
5- İstediğine uygun olmalıdır. Mesela (Şu ölüyü dirilteceğim) deyince, başka harika hasıl olursa, mesela dağ ikiye ayrılırsa, mucize olmaz.
6- İsteyip de hasıl olan mucize, kendisini yalanlamamalıdır. Mesela, (Şu hayvan ile konuşacağım) deyince, hayvan (Bu yalancıdır) derse, mucize olmaz.
7- Mucize, peygamber olduğunu söylemeden önce hasıl olmamalıdır. İsa aleyhisselamın beşikte konuşması, kuru ağaçtan taze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselam çocuk iken, göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selam vermeleri gibi, önceden hasıl olan harikalar, mucize değildi. Keramet idiler. Bunlaraİrhas denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindirler. Bu kerametlerin Evliyada da hasıl olmaları caizdir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce, Evliya derecesinden aşağıda değildirler. Kerametleri görülür. Mucize, peygamber olduğunu bildirdikten az zaman sonra hasıl olabilir. Mesela, bir ay sonra şöyle olur deyince, hasıl olduğu zaman mucize olur.
Mucize, yalnız Peygamberde hasıl olur. Başkasında hasıl olmaz. Herhangi bir kimseyi övmek için (Mucize yaptı) demek, (Mucize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyete bakılmaz söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Söyleyenin imanı gider. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek, (falanca yarattı) demek de böyledir. Müslümanlar, böyle tehlikeli şeyler söylememelidir.
Peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Mucize hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Bütün Peygamberlerin mucizelerini de yaratan ancak Allahü teâlâdır. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratır. Bir âyet meali: (De ki: Mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur.)[Ankebut 50]
Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği mucize ve keramet gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. Mesela Hazret-i Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Musa aleyhisselam asasını yere koyunca, büyük bir ejderha olur, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutardı. Hazret-i İsa zamanında ise, tıp ileri idi. Hazret-i İsa hastaları iyi eder, ölüleri diriltirdi.
Peygamber efendimizin zamanında ise edebi söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur’an-ı kerim gelince, bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur’an-ı kerimin Allahü teâlânın kelamı olduğuna inandı. Bir benzerini hiç kimse söyleyemedi. Nitekim mealen, (Bu Kur'an, Allah kelamıdır, inanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin, söyleyemezsiniz) buyuruldu. Bütün düşmanlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları halde benzerini bugüne kadar söyleyemediler, söylemeleri de mümkün değildir. Bunun dışında Peygamber efendimiz aleyhisselamın sayısız mucizesi görüldü. [Geniş bilgi için Peygamber Efendimiz maddesine bakınız.]
Mucizeleri inkâr etmek
Sual: İmam-ı Süyuti’nin Hasaisul kübra isimli bir kitabı var. TV’de şov yapanlardan biri, bir konuşmasında bu kitabı tenkit etti. Sahabiler nereye gitse onlara İslam’ı anlatmak için, mucize olarak oranın dilini konuşmalarını saçmalık olarak niteleyip şöyle dedi: “Resulün mucizesi olarak gösterilen bu olay tam bir saçmalıktır. Süyuti buna alet olmaktadır. Onun için size Kur’andan başka kitap okumayın diyorum.” Bu sözlerinde haklı mıdır? CEVAP İmam-ı Süyuti hazretleri büyük İslam âlimidir. Hadis imamı ve müctehid idi. Her biri çok kıymetli olan, 500’den fazla kitap yazdı. Daha 22 yaşında iken, Celâleddin Muhammed bin Ahmed Mehalli’nin yarıda bıraktığı tefsiri tamamladı. Bunun için Celâleyn tefsiri denildi. 8 yaşında hâfız oldu. Tefsir, hadis, fıkıh, nahv, meâni, beyân, bedi’ ve lügat ilimlerinde uzman oldu.
Sahabilerin yabancı dilleri bir anda öğrenmesi Resulullahın mucizelerindendir. Resulullaha mucizeyi veren Allahü teâlâdır. Allah’ın kudretinden şüphelenmek kadar cahillik ne olabilir ki?
Bazı kimseler, ölmüş evliyanın keramet göstermesine de inanmıyorlar. O kerameti yaratan da Allah’tır. Bu insanlar Allahü teâlânın kudretinden nasıl şüphe ediyorlar ki?
.
Resulullah gelecekten haber verdi
Sual: Bazıları mucizeye, keramete inanmıyorlar. Resulullah da gaybı bilemez diyorlar. Bu hususta âyet ve hadis yok mu da böyle diyorlar? CEVAP Allahü teâlâ bildirirse, Resulullah da gaybı, gelecekte olan şeyleri bilir.
Peygamber efendimizin bildirilen gaybları bildiğini bildiren üç âyet meali de şöyledir: (Allah gaybı herkese bildirmez; ancak dilediği resul müstesna,[Mucize olarak ona bildirir.] Çünkü her peygamberin önünden ve ardından gözcüler [melekler] salar.) [Cin 26, 27] (Beydavi tefsiri)
(Allah, müminleri bulunduğu şu durumda bırakmaz, temizi pisten ayırır. Allah size gaybı da bildirmez. Ama Allah Resullerden dilediğini seçip, ona gaybı bildirir. Artık Allah’a ve resullerine inanın, eğer iman eder, müttaki olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.) [Al-i İmran 179]
(O, gaybın bilgilerini [vahiy ile bildirilen gizli şeyleri sizden]esirgemez.) [Tekvir 24]
Resulullah efendimizin mucize olarak gelecekten haber verdiği (Bir zaman gelecek) diye başlayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Bir zaman gelecek, insanlar, yalnız parayı düşünüp, helal haram düşünmeyecekler.) [Buhari]
(Rüşvet, hediye adı altında verilecek, gözdağı için suçsuz kişiler öldürülecek.) [İ. Gazali]
(Âmirler, imamlar, namazı öldürecek, vaktinden sonraya bırakacaklar.) [Müslim]
(Peygamberim diyen yalancılar çıkacak, benden sonra peygamber gelmeyecek.) [Mişkat] (Peygamberim diyen birçok yalancı çıkmıştır.)
(Sünnetimi öldürerek dini bozmaya çalışan kimseler çıkacak.)[Deylemi]
(Allah’ın kitabının dışında uyacağımız bir şey yok diyenler çıkacaktır.) [Ebu Davud]
(Kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanları kötülemek için delil olarak kullanacaklar.) [İbni Ömer] (Vehhabiler, müşrikler hakkında inen âyetleri Müslümanlar için, rafiziler de münafıklar hakkında inen âyetleri Eshab-ı kiram için delil gösterdiler. Resulullahın mucizesi meydana çıktı.]
(Sünnet, bid’at gibi çirkin, bid’at da sünnet gibi rağbet görecek. Sünnete uyan garip olacak, yalnız kalacak. Bid’ate uyan, çok yardımcı bulacaktır.) [Şir’a]
(Kur’an, dünyalık için okunacaktır.) [Ebu Davud]
(Camilerde binden fazla kişi namaz kılacak, içlerinde bir mümin bulunmayacak.) [Deylemi]
(Âlimler fitne unsuru olacak, camiler ve hâfızlar çoğalacak, ama hakiki âlim hiç bulunmayacak.) [Ebu Nuaym]
(Sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacak.) [Asakir]
(Din adamları, ince meseleleri ele alıp, halkı şaşırtacaklar.)[Taberani]
(Din âlimi kalmayacak, din adamı yerine geçirilen cahiller, bilmeden fetva verecek, herkesi, doğru yoldan çıkarmaya çalışacak.) [Buhari]
(Din adamları, halkın istediği yönde fetva verecek, helale haram, harama helal diyecekler, dini ticarete, menfaate alet edecekler.)[Deylemi]
(Hacca, hükümdarlar [devlet başkanları] gezi için, zenginler ticaret, fakirler dilenmek, din görevlileri de gösteriş için gidecekler.)[Hatib]
(Kişi dinini ve dünyasını ancak para ile ayakta tutabilecek, altını gümüşü [parası pulu] olmayan rahat edemeyecek.) [Taberani]
(İnsanın bütün kaygısı midesi olacak, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olacak.) [Sülemi]
(Her asır, öncekinden daha kötü olacak, böylece Kıyamete kadar hep bozulacak.) [Hadika]
(İstanbul fethedilecektir. Bunların kumandanı ne güzel emir, askerleri ne güzel askerdir.) [Hakim, İ. Ahmed, İ. Süyuti]
(Ey dağ, sallanma, üstünde bir peygamber, bir sıddık, iki de şehit var.) [Buhari] (Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’ın şehit olacağını haber verdi.)
(Ya Osman halife olacaksın, hilafet gömleğini çıkarmak isteyecekler, sakın çıkarma! O gün oruçlu olacak, benim yanımda iftar edeceksin.) [Hâkim] (Aynen vaki olmuştur.)
(Erkekler azalacak, kadınlar çoğalacak.) [Buhari]
(Anarşi ve ölüm çoğalacak.) [İbni Mace]
Kıyametin kopması ile ilgili hadis-i şerifler: (Erkek erkekle, kadın kadınla yetinmedikçe, kıyamet kopmayacak.) [Hatib]
(Allah’a inanan Müslüman kaldığı müddetçe kıyamet kopmayacak.) [Müslim]
Yukarıda bildirilen küçük alametlerin çoğu çıktı. Henüz çıkmamış olan küçük alametlerden bazıları şunlardır: (Kişi yol kenarında kadınla beraber olacak.) [Hâkim]
(Konuşan hayvanlar olacak.) [Tirmizi]
(Kıyamet alametidir ki, erkek evde yokken kadının yaptıklarını ayakkabısı haber verecektir.) [İ. Ahmed]
Kıyametin büyük alametleri de şunlardır: (Mehdi gelecek.) [Ebu Nuaym]
Güneşin batıdan doğmasını, bâtıniler, batılıların Müslüman olması diye tevil etmişlerse de, bu tevilleri bâtıldır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğunca, insanlar onu görür ve hepsi de iman ederler. Fakat bu imanları fayda vermez.) [Buhari]
Peygamber gaybı bilir mi?
Sual: Misyonerlere aldanan bir genç diyor ki: Hazret-i Muhammed gaybı bilmezdi. Şu âyetler onun gaybı bilmediğini gösteriyor:
“De ki, ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımda demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyedilene uyarım.” (Enam 50)
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları Ondan başkası bilmez.” (Enam 59)
“De ki: gaybı ancak Allah bilir.” (Yunus 20)
“De ki, göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.” (Neml 65)
“Allah gaybı kimseye bildirmez.” (Cin 26)
Bu âyetler açıkça gösteriyor ki, peygamberin gelecek hakkında söyledikleri şeyler yanlıştır, gelecekten haber veren hadislerin hepsi uydurmadır, gerçekle asla ilgisi yoktur. CEVAP Misyonerler, 19 cular, vehhabiler, Hansçılar, hep aynı şeyi söylerler. Cin suresindeki 26. âyeti yazıp 27. âyeti gizlerler. Âyetin tamamı şöyledir: (Allah gaybı herkese bildirmez; ancak dilediği Resul müstesna.[Mucize olarak ona bildirir.] Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler [melekler] salar.) [Cin 26, 27] (Beydavi)
Peygamber efendimizin bildirilen gaybları bildiğini bildiren iki âyet meali de şöyledir: (Allah, müminleri bulunduğu şu durumda bırakmaz, temizi pisten ayırır. Allah size gaybı da bildirmez. Ama Allah Resullerden dilediğini seçip, ona gaybı bildirir. Artık Allah’a ve resullerine inanın, eğer iman eder, müttaki olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.) [Al-i İmran 179]
(O, gaybın bilgilerini [vahiy ile bildirilen gizli şeyleri sizden]esirgemez.) [Tekvir 24]
Resulullah efendimizin gaybdan verdiği haberler çoktur. Bunlardan bir kısmını yukarıda bildirdik. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruyor ki: (Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7]
(O, [Resulüm] vahiyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4]
(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Araf 158, Nur 54]
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36]
(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]
(Kimi, ona [Resulüme] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.) [Nisa 55-56]
Resulullah, mucize olarak kıyamet alametlerini, mesela Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Mehdi’nin, Deccal’in geleceklerini ve hadis-i şerifleri inkâr edecek sapıkların da çıkacağını bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali:
(Bir zaman gelecek, beni yalanlayanlar çıkacaktır. “Hadisi bırak, Kur'ana bak” diyeceklerdir.) [Ebu Ya’la]
(Allah’ın kitabının dışında uyacağımız bir şey yok diyenler çıkacaktır.) [Ebu Davud]
.
Mucizelerin en büyüğü
Sual: Peygamber efendimizin mucizelerinin en büyüğü nedir? CEVAP Kur’an-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor.
Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’an-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’an-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’an-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Kur’an-ı kerimi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habibinin ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu nimetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur’an-ı kerim okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’an-ı kerimdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyamet günü, Peygamber efendimiz minbere çıkıp Kur’an-ı kerim okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.
Mucize olarak onlara Kur’an yetmez mi? Kur’an-ı kerim misli olmayan büyük bir mucizedir. Aşağıda beyan edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmi ve fenni bilgiler, bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara numune teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında en mantıki izahat esasları ve bunlara benzer, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar, kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifade ile beyan edilmiştir.
Peygamber efendimiz ümmi idi. Yani kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamıştı. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki: ([Ey Muhammed “aleyhisselam”! Bu Kur’an-ı kerim sana indirilmeden önce] Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi.)[Ankebut 48]
[Müşrikler, Kur’an-ı kerimi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış derlerdi. Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmi olarak bildirilmiştir, bu ise ümmi değil diye şüpheye düşerlerdi.]
Kur’an-ı kerim, Allahü teâlâ tarafından vahiy edilen muazzam bir eserdir. Şimdi bunu tetkik edelim:
Yeni bir peygamber zuhur edince, onun etrafında toplanan halk, ondan mucizeler bekler. Gerek Musa aleyhisselam, gerek İsa aleyhisselam peygamberliklerini ispat etmek için mucizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakikatte bu mucizeler, ancak Allahü teâlânın emir ve müsaadesi ve yaratması ile meydana geldi. Bizim gibi insan olan Peygamberler, kendiliklerinden mucize yapamazlar. Mucize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yarattığı mucizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mucize olarak (Kur’an-ı kerimi) vahiy etmiştir. Kur’an-ı kerim, mucize olduğu muhakkak olan en büyük kitaptır. Halbuki insanlar, Muhammed aleyhisselamdan, semadan bir kitap indirilmesini veya bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. [Ey habibim] Sen onlara de ki, mucizeler Rabbimin katındadır. [Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur. Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.]Doğrusu ben ancak Onun azabını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur’an gibi bir kitabı sana indirmiş olmamız, onlara[mucize olarak] yetmez mi? Elbette inanan kavim için, onda rahmet ve ibret vardır.) [Ankebut 50,51]
O halde, Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi, Kur’an-ı kerimdir. (Bu Allah kitabı değildir, onu Muhammed yazmıştır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meal-i şerifini bildirdiğimiz, Ankebut sûresinin kırksekizinci âyetinde cevap vermiştir. Böyle şüphelere mahal bırakmamıştır.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ümmi, yani okuma yazma öğrenmemiş olduğunu bildirmiş ve bu sebepten Kur’an-ı kerimin ancak Allahü teâlâ tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını dilemiştir.
Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 82. âyetinde mealen, (Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı)buyurulmuştur. Allah kelamı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitab-ı mukaddes)de, Tevrat ve İncillerde pek çok ihtilaflar vardır. Bu da, bunların asılları bozularak sonradan, insan eliyle yazılmış olduklarını ispat etmektedir.
Şimdi, Kur’an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu beraber görelim.
Bir kitabın mucize olması için, onun çok belagatli bir lisanla yazılmış olması, kimsenin o zamana kadar bilmediği, duymadığı hakikatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamayacağı bir tarzda tertip edilmiş bulunması lazımdır.
Kur’an-ı kerimin lisanının belagati hakkında çok misal verilmiştir. Bu husus, esasen bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Kur’an-ı kerimin belagatini inkâr eden tek insan yoktur.
Kur’an-ı kerimde, o zamana kadar hiç bilinmeyen hususlar zikredilmiş midir? Bunu tetkik edelim:
Bugün dünyamızın nasıl meydana geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitaplarında şu malumat vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinat [Evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyareler [gezegenler] ve ayrı ayrı galaksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydana getirdiler. Artık Fezada [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığından, bu seyyareler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galaksiler fezada kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeye [dönmeye] ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunduğu bir galaksidir. Kâinatta sayılamayacak kadar çok galaksiler vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir manzume [sistem]dir. Galaksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır. Çünkü, Kâinat, genişlemektedir. Bir kere, süratleri ziyanın süratine varırsa, artık öteki galaksileri görmemize imkan kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz. Zira, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkmaktayız) diyorlar.
Kendileri ile görüştüğümüz fen adamlarına, (Bu neticeye ne zaman vasıl oldunuz?) dediğimiz zaman, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlerde birleşmiştir) demektedirler. 50-60 sene, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır.
Şimdi hemen bu hususta âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım: (İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnkâr edenlere bir delil de, gecedir. Biz, ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner.) [Yasin 37,38]
Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir.
Şimdi yine fen adamlarına dönelim:
Biyologlar: (Bugün hayatın nasıl meydana geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların tesirleri ile bunlardan amino-asitler meydana geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amibler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir) diyorlar.
Şimdi, âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?)[Enbiya 30]
(İnsanı sudan [meniden] yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allah’tır.) [Furkan 54]
(Yerin yetiştirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allahü teâlâ her türlü ayb ve noksandan münezzehdir.) [Yasin 36]
Burada, nebatatı ve hayvanatı tetkik edenlere ve bunların yanında(Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar, işaretler vardır. Nitekim âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki: (Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işaretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sahipleri] için ibret vardır.) [Rum 22]
Demek oluyor ki, (lisan ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bilemediğimiz bazı incelikler vardır. Bunlar zamanla meydana çıkacaktır.
Şimdi, dünyanın sonu hakkındaki malumatımızı tetkik edelim. Fen adamları, (Dünyanın muhakkak sonu gelecektir. Nitekim, kâinatta bazen bir seyyare parçalanıp ortadan kaybolmaktadır. Bizim tetkiklerimize göre, dünyamız, önceden kat’i olarak hesap edemediğimiz bir zaman sonra, muvazenesini kaybederek param parça olacaktır) demektedirler. Halbuki bunu Kur’an-ı kerim bize 1400 sene evvel bildirmiştir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman.) [Zilzal 1,2]
(Size, [varlığına ve birliğine delalet eden] âyetlerini, mucizelerini gösteren, size gökten rızk indiren Odur. Bu âyetlerden, işaretlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz.) [Mümin 13]
Buradaki (gökten rızk indiren) tâbiri, çok kereler Musa aleyhisselam ve kavmi, çölde yolunu kaybettiği zaman, gökten inen (Kudret helvası) denilen ve bugün de susuz yerlerde peyda olan Manna adlı şekerli maddeyi işaret olabilir denilmiştir. Halbuki bu açıklama yanlıştır. Tefsir kitaplarında, âyet-i kerimedeki (Size gökten rızk indiren) mealindeki kısım, (Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutubet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsir buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakikaten semadan indirmektedir.
Bunu biraz izah edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle izah etmektedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesirleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesiri ile havadaki rutubet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir. Azot dioksid ise, rutubetin tesiriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hasıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da nebatat [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebatatı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir.)
O halde, insanların rızkı, Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olduğu gibi, semadan gelmektedir.
Şimdi bir de Musa aleyhisselam zamanında tanrılık iddiasında bulunan Firavun’un, (ibret için) ne olduğuna bakalım: “(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” [Yunus 92]
Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır’a hakim olan 26 firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli firavunlar asırlarca hükümdarlık etti. Musa aleyhisselam zamanındaki firavun, tanrılık iddiasında bulundu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulümler yaptı. Bu firavun dört yüz sene yaşamış, bir defa baş ağrısı görmemişti. Eğer bir defa başı ağrısaydı, bu saygısızlık hatırına gelmezdi.
Musa aleyhisselam, Mısır’a gelip Firavunu dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Hâmân’a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor.” dedi. Böylece Firavunun imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Âsiye’nin de şehit olmasına sebep oldu.
Musa aleyhisselamın mucizelerine Firavun inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti. Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun bu iznine pişman oldu. Askerlerle arkasına düştü. Kızıldeniz’in Süveyş kısmında askerleri ile birlikte boğuldu.
Firavunun, Musa aleyhisselama ve ona inanan kimselere karşı yaptığı işler hakkında Bekara, Kasas, Tâhâ, Şuarâ, Tahrim, Gâfir (Mü’min), A’râf, Yunus, Zuhruf, Duhan, İsrâ, Sâffât, Ankebut sûrelerinde bilgi verilmektedir.
Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavunun cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i âlem için mumyasız olarak korunmuştur, tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Firavunun bozulmamış bu cesedi şimdi Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
Son olarak, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi olduğuna dair, herkesin bildiği bir olayı, bir hakikati burada tekrar hatırlatalım:
Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı, dünyanın en meşhur denizaltı kâşiflerinden Fransız ilim adamı Kaptan Kusto yer alıyor.
Televizyonda yayınlanan Yaşayan Deniz programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan vak’anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur’an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.
Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtiva ettiği canlıları tespit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım [İslamiyet'i seçerek müslüman olan] Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’an-ı kerimin (Allahü teâlânın kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyet’i seçtim.)
Birbirine karışmayan iki denizin bulunduğu hususunda birkaç âyet-i kerime vardır: (Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.)[Furkan 53]
(İki deniz, birbirine bitişik iken, [Rabbinizin koyduğu engel ile]birbirine karışmaz.) [Rahman 19, 20]
(....iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]
(İki denizden biri tatlıdır, harareti keser, içimi kolaydır. Diğeri de tuzludur, boğazı yakar.) [Fatır 12]
Yukarıdaki bilgileri, (Kur’an-ı kerimde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşlarıyla kendi yazdı) diyenlere cevap olarak yazıyoruz.
İslam âlimleri, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kur’an-ı kerimin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz manası vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu manaların hepsini, ancak Kur’an-ı kerimin sahibi, yani Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Bu mübarek Peygamberi de, münasip gördüklerini Eshabına haber vermiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o manalar deryasından birkaç damla olabilir kanaatindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acaba bu hakikatleri bundan tam 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zat düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakikatlere varmak için, insanlar sayısız kitaplar okumuşlar, sayısız tecrübeler yapmışlar ve ancak asırlardan sonra, bu hakikatlere varmışlardır. Bu tecrübeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, muazzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassas aletleri hazırlamak ve kullanmak icap eder) diyeceklerdir.
O halde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve tamamen cahil bir muhitte yetişen bir zatın, böyle muazzam ilmi hakikatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez. O halde, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselam tarafından yazıldığı iddiasını yapmak hiçbir bakımdan doğru değildir. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatleri bize 1400 sene evvel bildiren bir kitab, ancak Allahü teâlânın Kitabı olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak Allahü teâlâda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inatçılık ve cahillik olur. Muhammed aleyhisselam Kur’an-ı kerim sûrelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahiy ettiği sözleri nakil ediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikte öğreniyordu.
Resulullah efendimiz hakkında, bütün dünyanın ancak hürmet duyduğunu ve mutaassıp birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kere daha tekrar edelim. Aşağıda Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888 [h.1305] senesinde, neşr edilmiş olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısını beraber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitapların, tamamen her hususu yanlış yazamayacaklarına göre, bazı hususları doğru yazmak mecburiyetinde kalmaları sebebi iledir. Bizi burada asıl alakadar eden kısım, Peygamber efendimizin ahlakı ve meziyetleri hakkında kullanılan sözlerdir. Daha bundan yüz sene evvel, İslam dini hakkında hristiyan ilim adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı tamamen tercüme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselam”ın künyesi, Ebülkasım bin Abdullahdır. İslam dininin müessisidir. 20 Nisan 571 tarihinde Mekke’de doğmuştur. Küçük yaşından beri ticaret ile meşgul olmuş, çok seyahatler yapmış, halk ile temas etmiş, her şeyi öğrenmeye heveslenmiştir. Daha genç yaşında, zengin bir tüccardan dul kalmış olan ve işlerini takip için kendisini yanına almış bulunan, Hatice ile evlenmiştir.
610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahy geldiğine inanmış ve tek Allah mefhumunu, birçok putlara tapan Araplara tebliğ için, büyük bir gayret ile faaliyete geçmiştir. Muhammed “aleyhisselam”, Allah tarafından bu vazifenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikirlerini şiddet ile red ettiği, hatta kendisini öldürmek istedikleri halde, mücadelesini, faaliyetini durdurmadı. Nihayet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyiki üzerine, 622 senesinde Mekke’den ayrılarak Yesrib [Medine] şehrine gitti. Müslümanlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvimlerini bu tarihe göre başlatırlar.
Muhammed “aleyhisselam”, Medine’de birçok taraftar buldu. Bir putperestlik dini olan eski Arap dinini tamamen ıslah, onlara Allah’ın bir olduğunu ispat etmek istiyordu. Muhammed “aleyhisselam”ın bildirdiğine göre, hak din olan İbrahim “aleyhisselam”ın dininde bildirdiği esaslar ile, Musa ve İsa’nın “aleyhimesselam” bildirdikleri dinlerin esasları birdi. Fakat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk itikadlar, inanışlar karıştırılarak tahrif edilmiş, yahudilik ve hristiyanlık şeklini almıştı. Muhammed “aleyhisselam”, bütün bu dinlerin birbirinin temadisi, devamı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslamiyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslam) demek, (kendini tamamen teslim etmek) demektir. İslam dininin kitabı, Kur’an-ı kerimdir. Diğer dinlerin kitaplarında yalnız manevi hususlardan bahis olunurken, Kur’an-ı kerimde aynı zamanda, içtimai, iktisadi ve hukuki hükümler de mevcuttur. İnsanlara dünyada neler yapmaları lazım geldiği hakkında, hatta medeni kanun şeklinde olan hükümler çoktur. Aynı zamanda, nasıl ibadet edileceği, nasıl oruç tutulacağı, vücudun nasıl yıkanacağı hakkında emirler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i muamele edileceği hakkında da malumat vardır. Kur’an-ı kerim, müslüman olmayan zalim hükümetlere karşı mücadeleyi emreder. Bütün esası tek Allah’a ibadet etmektir. Dini resimleri, heykelleri men eder. Şarabı ve domuz etini yasaklar. Musa ve İsa’yı da “aleyhimesselam”, Peygamber olarak kabul eder. Fakat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed “aleyhisselam”dan daha aşağı olduğunu bildirmiştir.
İslam dinini kabul edenler ve Onun emirlerine uygun olarak yaşayanların ahirette, içinde dünya zevkleri, nehirler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel huriler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselam”, gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zat idi. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir müslümanın bile hatırını saymıştır. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasihat ve izah ile hal etmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zaman içinde, yari vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları hâline getirmiştir.
İslam dini, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesine izin vermektedir. Muhammed “aleyhisselam”, 8 Haziran 632 tarihinde vefat etmiştir.) (Kürschner Ansiklopedisi)
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zaman, şu kanaate varıyoruz:
Bunu hazırlayan tarihçi, İslam dininin Allahü teâlânın dini olduğuna tam inanmasa bile, bu dinin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allah’a inanmayı emrettiğini, vahşi Arapları medeni yaptığını kabul etmekte, hele Peygamber efendimizden, pek büyük bir meth ve sena ile bahsetmektedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyanın tasdik etmek mecburiyetinde kaldıkları Muhammed aleyhisselama, son derece dürüstlüğü ve sadakati sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahi (Muhammed-ül-emin) [Kendine güvenilir Muhammed] derlerdi. Bu kudsi vazifeyi, her türlü müşkilata rağmen, devam ettirdi.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]
(Rabbinin sana verdiği nimetlerle mecnun değilsin. Senin için bitmeyen, sonsuz mükafat vardır. Elbette sen en büyük ahlak üzeresin.) [Kalem 2-4] (Alemlere [Cin ve insanlara ilahi azap ile] korkutucu [uyarıcı] olarak Furkanı [Kur’anı] kuluna [Muhammed aleyhisselama] indiren[Allah’ın şânı] ne yücedir.) [Furkan 1]
(De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
(Muhammed “aleyhisselam”, kendi arzusu ile konuşmaz. [Çünkü O, tevhidi ilan ve şirki yok etmek ve dini yaymak ile emr olunmuştur.]Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahiydir.) [Necm 3,4]
(De ki, ben de ancak sizin gibi bir insanım.(Şu var ki) bana İlahınızın sadece tek bir ilah olduğu vahiy olunmuştur. [Zatında benzeri, sıfatlarında şeriki, ortağı yoktur.] Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i salih, faydalı iş işlesin ve Rabbine kulluk etmekte hiç şerik [ortak] koşmasın.) [Kehf 110]
Bütün bu zikrettiğimiz hususlar, beyan ettiğimiz hakikatler, tertibindeki ilahi nizam, Kur’an-ı kerimin dünyanın en büyük mucizesi olduğunu, inansın inanmasın herkese gösteriyor.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
(Müşrikler istemeseler de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur’an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.) [Saf 9]
Dini tabirleri değiştirmek
Sual: Kelimeleri yanlış kullanmanın veya dini tabirleri değiştirmenin mahzuru olur mu? CEVAP Kelimeleri yanlış kullanmak belki hoş görülebilir. Fakat dini tabirleri bozmak asla hoş görülmez. Çünkü bir söz insanı kâfir edebilir. Dini kelimeleri yerli yerinde kullanmamak dini bilgilerden noksan olmaktan ileri gelmektedir. Hatta bazı kimselerin din ile hiç ilgisi olmuyor. Rastgele konuşuyor. Açlık grevine ölüm orucu deniyor. Müslüman da bunlara bakarak aynı hataya düşüyor. Müslüman olmayana şehit denmez. Çin ile Japonya savaşsa, savaşta ölenlere şehit denmez.
Şehit kelimesi gibi, yaratmak, kader, mucize, keramet, sihir, kehanet gibi bir çok kelime de yerli yerinde kullanılmıyor. Hırsızın, üç kağıtçının el çabukluğu ile yaptığı harekete, keramet veya mucize denmez. Evliya harika bir şey gösterse, mesela su üstünde yürüse, buna keramet denir. Peygamber su üstünde yürüse buna mucize denir. Salih bir müslüman yürüse buna firaset denir. Bu kimse, fâsık ise istidrac, kâfir ise, sihir denir. Kâfir olan Deccalın da insanları öldürüp diriltmesi bir sihirdir. Sihir, cisimlerin fizik özelliklerini, şekillerini değiştirir. Maddenin yapısını değiştiremez. Mucize ve keramet, ikisini de değiştirebilir.
Demek ki Mucize sadece Peygamberlerde görülür. Bunun için (mucize indirim) demek, birini övmek için (Mucize yarattı) demek, (Yedinci kattan düştü, mucize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyete bakılmaz, söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek mesela, eser yarattım, panik yarattı, yaratıcı bir insan demek müslüman için çok tehlikelidir. Yaratıcı yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
Bazı kimseler, Allahü teâlânın yarattığı işlere, mesela gözün, kulağın yapısına mucize diyorlar. Bal peteğinin üstünde Allah yazılı olsa, buna da mucize diyorlar. Böyle söylemek yanlıştır. Allah’ın kudreti, Allah’ın hikmeti gibi bir şey demek gerekir.
Bir profesörün, bilimden imana giden yolu açıklayan eserini tavsiye edecektim. Fakat Allah’ın kudretine mucize dediği için, kıymetli eserini tavsiye edemedim.
Mucize kelimesini bozmaya çalıştıkları gibi, müslüman kelimesi yerine İslamcı veya dinci diyorlar. Dinimiz salih, mücahid, dindar, mütteki gibi kelimeleri bildirmişken, İslamcı demek bid'attir. Hiç bir İslam âlimi İslamcılıktan bahsetmemiştir. Türkçe’de genel olarak, cı, cu ekleri isim ve sıfat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, şarkıcı gibi o işin ticaretini yapan kimseye denir. Sıfat olarak pilavcı, esrarcı makarnacı gibi kelimeler, o şeyi yiyip bitirmekle zevk alana denir. İslamcı, dinci de bana bunlar gibi geliyor. İslamı ve dini yiyip bitirmekle zevk alan veya onun ticaretini yapan kimse gibidir. Bunun için de hiç kimsenin dinci veya İslamcı olmasını tavsiye etmeyiz.
Kader kelimesi de yanlış kullanılıyor. (İşçi kaderine terk edilemez, işi kadere bırakmamalı) diyorlar. Kader, insanların elinde değildir. Kader kelimesi yanlış olarak tesadüf yerine kullanılıyor. (İşi tesadüfe bırakmamalı) denir. Fakat (İşi kadere bırakmamalı) denmez. Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, kulların yapacakları şeyleri bilmesidir. Allahü teâlânın ilmine kimse müdahale edemez. İntihar eden de Allah’ın kaderini değiştiremez. (Öldürülen kişinin eceli, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir) ifadesini Ahmed Asım efendi, (Öldürülen kimsenin [ve intihar edenin] o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir) şeklinde açıklamaktadır.
Namazı dosdoğru kıl
Sual: Bir arkadaş, (Dosdoğru kelimesini kullanmak yanlıştır. Sadece doğru demelidir. Çünkü Hakikat Kitabevi’nin kitaplarında dosdoğru diye bir kelime yoktur) diyor. Doğruyu daha kuvvetlendirmek için dosdoğru demenin mahzuru olur mu? CEVAP Kelimenin ne mahzuru olur ki? (Cevap Veremedi) kitabının bazı yerlerinde geçen, iyi kimselerin vasıflarını anlatan bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Onlar, şu kimselerdir ki, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve aşikâr infak eder, verirler. Kendilerine kötülük yapanlara, iyilik ederler. O müminler için [amellerine karşılık] âhiret saadeti ve rahat vardır.) [Rad 22]
Bu kitapta da böyle bir kelime olmasa, o kelimeyi kullanmanın mahzuru olmaz. Böyle şeylerle uğraşacak zaman değildir.
Eyüp Sultan
Sual: Kafadan konuşmakla meşhur bir yazar, (Eyüp Sultan camisi, Eyüp mezarlığı veya Eyüp sultan semti demek yanlıştır. Çünkü o zatın adı Halit’tir. Ebu Eyyüb-el Ensari de denir) diyor. Eyüp Sultan demenin mahzuru var mıdır? CEVAP Hayır, hiç mahzuru olmaz. Hürmet için sultan deniyor. O ismi ceddimiz koymuştur. Eyyüb Sultan ismi, S. Ebediyye kitabının çeşitli yerlerinde de geçmektedir.
Gözüm tuttu Sual: Bir reklamda (Kalbim sevdi) deniyor. Bir başka reklamda ise (Gözüm tuttu) deniyor. Kalb, tek başına nasıl sever, göz nasıl tutar? CEVAP Bunlar deyimdir. Genel olarak beş duyu organıyla yapılan şeyler için böyle ifadeler söylenir. Gözle görür, kulakla işitir, elle tutar, yenecek bir şeyse tadına bakar. Kokusu varsa koklar. Hepsi de uygun gelince, (Gözüm tuttu) denir. Kalble sevmek de öyle, göz görmese, kulak sesini işitmese, kalb nasıl sevecek ki? Kalb, diğer organların yardımıyla onu tanıyor ve seviyor.
Bu konu üzerinde durmamızın sebebi şudur: Vehhâbîler, Kur’anda geçen böyle deyimleri, tek mânâda anladıkları için küfre giriyorlar. Mesela Kur’an-ı kerimde (Allah'ın iki eli de sıkı değildir) ifadesi geçiyor. Buradan hâşâ (Allah'ın eli var) anlamı çıkarmak insanı küfre sürükler. (Eli sıkı olmak) bir deyimdir. (Eli sıkı değildir) demek, (Cimri değildir) demektir. (Gözümden düştün) demek, yanımda itibarını kaybettin demektir. Gözle, düşmekle hiç alakası yoktur. Diğer deyimler de böyledir. Kendilerine Selefî diyen Vehhâbîlerin, küfre düşürücü böyle sözlerinden çok sakınmalıdır.
.
Söylenmesi caiz olmayan sözler
Sual: Söylenmesi caiz olmayan sözler nelerdir? CEVAP
Bazılarını bildirelim: 1- Bir alet çalışmayınca veya bozulunca azizlik etti demek uygun değildir. Çünkü dinimizde aziz; izzetli, şerefli, değerli, evliya gibi anlamlara gelir. Bozulunca şerefli bir iş yaptı denmez.
2- Çocuk yedinci kattan düştü. Mucize olarak kurtuldu demek caiz olmaz. Çünkü mucize sadece Peygamberlerde görülür, çocuğa Peygamber denmiş olur. Allah’ın kudreti ile kurtuldu demek gerekir.
3- Günahkâra veya kâfire, (Günah keçisi) demek caiz değildir.
4- Ana babası kâfir olanın, namazda zammı sure olarak (Rabbenağfirli velivalideyye...) âyetini okuması caizdir, salli bariklerden sonra dua olarak okuması caiz değildir.
5- (Haram ama seviyorum) demek haram olur, küfür olmaz.
6- (Allah yazdıysa bozsun) demek, dua niyetiyle caizdir.
7- Kâfire, (dayı, amca, dayıcığım, buyurun) demek, âdet olarak söylendiği için caizdir.
8- Allah bizi düşündüğü için göz vermiş demek caiz olmaz. Zira düşünmek mahlûklara mahsustur.
9- (Allah kuşlara kanat vermeyi ihmal etmemiş) demek uygun değildir. Allahü teâlâ ihmal etmez. Sanki ihmal de edebilir anlamı çıkacağı için söylememeli. İhmal etmez anlamında söylemek küfür olmaz.
10- Yüzünü gören Cennetlik veya hacı oluyor, demek caiz olmaz. Çünkü bir kimseyi görmekle Cennetlik veya hacı olunmaz. Bu bakımdan böyle söylemek yanlıştır.
11- Müslümana şeytan gibi adam demek caiz değildir. Cin gibi demek caizdir.
12- Müslüman ölü için (Toprağı bol olsun) demek caiz olmaz, bu ifade gayrimüslimler için kullanılır.
13- (Allah kuşların planını kader defterine çizerken yakıt ihtiyaçlarını da hesaba katmış) demek caiz ise de böyle ifadeler kullanmak uygun olmaz.
14- (Allah insanın binasını hücre tuğlası ile örmüş) demek caiz ise de dememelidir.
15- Kâfire yaptığı iyilik için Allah razı olsun ifadesini imana gelmesini veya "Allah razı olduğu şekle çevirsin" diye niyet ederek söylemek caizdir.
16- (Allah unutmadı) demek edepsizlik olur. Sanki böyle demekle unuttuğu zaman da olabilir anlamı çıkmaması için böyle söylememeli.
17- (Allah yarattı demem döverim, almadan vermek Allah’a mahsus) gibi sözler küfür olmaz, ancak, Allahü teâlânın ismini, gereksiz yere kullanmak hürmetsizlik olur. Lüzumsuz yere yemin gibidir.
18- Şerefsizim ki doğru söylüyorum demek caiz değildir. Müslüman böyle söylemez.
19- (Anam avradım olsun) demek küfür olmaz. Ama Müslümana böyle söylemek yakışmaz.
20- İlah yerine, (Ey rahmeti bol padişah) demek, ibadet olmayan yerlerde caizdir.
21- Eskimiş Kur'an demek caiz değildir. Eski Mushaf olur ama, eski Kur'an olmaz. Kur’an, Allah kelamı demektir. Kur'an-ı kerimin kağıtlara yazılmış şekline Mushaf denir. Bunun gibi, büyük Kur'an, küçük Kur'an demek de caiz olmaz.
22- Kur'an için antivirüs programı, Resulullah için yürüyen Kur'an, Savaş Peygamberi, Allah için mimar, sanatçı diyenler var. Böyle söylemek caiz değildir. Çünkü Allahü teâlânın isimleri, tevkîfîdir, yani dinin sahibinin bildirmesine mevkuftur, bağlıdır. İslamiyet’in söylediği ismi söylemelidir. İslamiyet’in bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar iyi, güzel isim olsa da, söylenmez. Dinde bid’at çıkarılmamalı. Diğerleri de böyledir. Allah Resulüne, Allah kelamına saygı göstermeli, misyonerlerin tuzaklarına düşüp de Müslüman olarak böyle şeyler söylememeli.
23- Bazıları, “Domuz oğlu domuz, domuz gibi bakıyorsun. Eşek oğlu eşek demek küfürdür, çünkü böyle söyleyince Hazret-i Âdem'e kadar gider. Böyle söyleyenin iman ve nikahını tazelemesi gerekir” diyorlar. Bunlar doğru değildir. Hazret-i Âdem'e kadar gitmez. Böyle söylemek uygun değilse de, küfür olmaz. Müslüman böyle sözler söylemez.
24- (Anladıysam Arap olayım) demek uygun değildir. Niyeti, Arabı, Peygamber efendimizi kötülemek ise küfür olur.
25- (Allah bana kulum demesin) diyerek yemin etmek caiz değildir, çok tehlikelidir.
26- Allah’a akıl sahibi demek caiz değildir, akıl mahlûktur. Allahü teâlâ aklın yaratıcısıdır.
27- Eskiden mürşid-i kâmiller vardı, ama dünya işlerinden anlamazlardı demek caiz değildir. Onlar ahiret işleri gibi, dünya işlerini de bilirlerdi. Bazı kimseler de evliya ayrı, âlim ayrı diyorlar. Yani evliya ilimden anlamaz diyorlar. Evliya haramdan, mekruhtan kaçan salih kimsedir. İlim olmadan haramdan, bid'atlerden nasıl kaçılır ki?
28- İnsanlar için, (Beni ihya etti, beni ihya ettiniz) demek caiz değildir. İhya etmek kelimesi, canlandırmak, can vermek, diriltmek anlamındadır. Bu anlamda kullanılması uygun değildir.
29- Annenin evladına, (Sana kurban olayım) gibi söz söylemesi, caiz değildir. (Seni verene, seni yaratana kurban olayım) demelidir.
Allah cezanı versin demek
Sual: Kötülük eden, zulmeden kimseleri Allah'a havale etmek, (Allah bunun cezasını versin demek) caiz midir? CEVAP Evet, caizdir. (İslam Ahlakı)
Azizlik etti demek
Sual: Bir alet bozulunca, (Azizlik etti) deniyor. Telefon bozuluyor, mesajı çekti sanıyor çekilmeyince, (Muziplik yaptı, bizi aldattı) anlamında, (Telefonun azizliğine uğradım) deniyor. Aziz güzel bir isim olduğuna göre böyle söylemek caiz midir? CEVAP Aziz, (İzzet sahibi, mağlup edilemeyen ve daima her şeye galip olan) mânasında Esma-ihüsna’dan Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. Ayrıca izzetli, şerefli, ermiş, evliya zat gibi mânalara da gelir. Böyle güzel ismi kötü yerde kullanmak, alay etmek caiz olmaz. (Falanca zatın evliyalığına maruz kaldı, Allah'ın azizliği beni yaktı) gibi çirkin mânalara gelir. Bilerek, kasten böyle söylemek küfür olur. Bilmeden, kasıtsız söylenmişse mazur olabilir.
“O ne kâfir” demek
Sual: (O, ne kâfirin biri), (Kâfir adam), (Seni kâfir seni) gibi bir söz söyleyenin kâfir olacağı söyleniyor. Doğru mudur?
CEVAP Söyleyenin niyetine göre değişir. (Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur) hadis-i şerifinde bildirilen hüküm, bir Müslümanın kâfir olmasını isteyerek söyleyen içindir. Yoksa birine hakaret maksadıyla veya kötülemek için söylemek küfür değildir. (İslam Ahlakı)
Âhireti inkâr
Sual: Reformda çok ileri giden bazı kimseler, (Cennet ve Cehennem bu dünyadadır) diyorlar. Bunu ne maksatla söylüyorlar? CEVAP Bu azılı reformistler, dinimize inanmadıkları için, âhireti inkâr maksadıyla söylüyorlar. Yoksa, (Cennet ve Cehennem bu dünyada kazanılır) demek istemezler.
Zâlimler için yaşasın Cehennem
Sual:(Zâlimler için yaşasın Cehennem) sözünün yanlış, hattâ küfür olduğu söyleniyor. (Sen kim oluyorsun da, Cehennemin yaratılmasını yani Allah'ın icraatını onaylamaya kalkıyorsun?) deniyor. Bu bakımdan(Zâlimler için yaşasın Cehennem) demek küfür olmaz mı? CEVAP İcraatı onaylamak gibi düşünülürse elbette öyle söylemek uygun olmaz. Eğer, (Kâfirlerin, suçluların, hainlerin cezalandırılması ne kadar güzeldir) denmek isteniyorsa mahzuru olmaz.
Zâlim kelimesi, tefsir ilminde kâfir demektir. Bunu söyleyen Ehl-i sünnet ise, bu sözü şöyle anlamak gerekir: (Allahü teâlânın, zulmeden kâfirleri cezalandırma yeri olan Cehennemi yaratması, adaletin tecellisidir, mazlumlar için de bir tesellidir.)
Salih Müslüman, Allah'ın yarattığı bir şey için, onun icraatını onaylarcasına, (Bu yaptığı iyidir, mahzuru yoktur) gibi şeyler söylemez. Çünkü öyle söylenince, Allahü teâlânın uygun olmayan işlerinin de olabileceği intibaı uyanabilir. Bu bakımdan İslam âlimleri, nasıl söylemişse, aynen öyle söylemeli, kendiliğimizden yeni tâbirler üretmemeliyiz.
.
Keramet sahibi olmak
Sual: Keramet sahibi kimse, yaptığımız bazı yanlışları görebiliyor. Mesela, cünüp gezdiğimizi, yalan söylediğimizi veya hangi namazı kılmadığımızı anlayabiliyormuş. Adamın biri, yolda bir kadına bakıyor, sonra, Hazret-i Osman’ın yanına uğruyor. Hazret-i Osman, (Gözünde zina işareti var) diyor. O kişi, (Nereden biliyorsun? Peygamberlik sona ermedi mi?) diye sorunca, Hazret-i Osman, (Müminin firasetinden sakının, çünkü mümin, Allahü teâlânın nuruyla bakar) hadis-i şerifini bildiriyor. Şimdi o adam, ne kadar mahcup olmuştur. Allah, evliya zatlara niye keramet verip başkalarının ayıplarını gösteriyor? CEVAP Önce şunu bilmek gerekir. Sâlih kullarına, keramet, firaset ihsan eden, her şeyi bilen ve her şeyin en iyisini yapan Allahü teâlânın, hâşâ, yanlış bir şey yapabileceğini düşünmek çok tehlikelidir.
Allahü teâlâ, hikmetsiz, faydasız bir şey yaratmaz. Yarattıklarında çok hikmet vardır. Mesela, evliya zatların kerametiyle gayrimüslimler hidayete kavuşabilir. Bunun örnekleri çoktur. Müslümanların ise imanlarının kuvvetlenmesine vesile olur.
Harika denilen olağanüstü bir olay, peygamberden meydana gelirse(Mucize), evliya zattan meydana gelirse (Keramet), sâlih müminden meydana gelirse (Firaset), fâsık veya bid’at ehlinden meydana gelirse(İstidrac), kâfirden zuhur ederse (Sihir, büyü) denir.
Allahü teâlâ, Müslümanlara veya gayrimüslimlere çeşitli kabiliyetler vermiştir. Kiminin sesi güzeldir, kimi pehlivandır. Kimi çok zekidir, kiminin on parmağında on marifet vardır. Kabiliyetsizin, kabiliyetli olanı, mesela sesi çirkin olanın, (Allah falancaya niye güzel ses verdi?) diye, Allah'ı sorgulaması yanlış olur.
Kimi, insan sarrafıdır. Bir bakışta, kimin yalancı, kimin doğru, kimin hırsız olduğunu anlayabilir. Mesela Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin babası Seyyid Mustafa Efendi, bir kimsenin, hangi namazı kılmadığını, yüzünden anlardı. (S. Ebediyye)
Cünüp gezenin yanında rahmet melekleri olmaz. Evliya zatlar, bir kimsenin yanında rahmet melekleri olmadığını görünce, onun cünüp olduğunu anlarlar, hattâ kötü kimseleri hayvan şeklinde görürler. O kimsenin yüzüne vurmadan cünüp gezmenin zararı anlatılıp böylece onun iyi şeyler yapmasına sebep olmak yanlış görülmemelidir.
İnsanlara verilen bu özellikler, kiminin kabiliyetleri sayesindedir, kiminin de, haramlardan kaçıp ihlasla ibadet ettikleri içindir. Böyle insanları kabiliyetlerinden dolayı suçlamak, kabiliyeti yaratanı suçlamaya sebep olmamalıdır.
Allahü teâlâ günahları örtüp, ceza vermekte acele etmediği için, günaha alışan kişiye, yaptıkları normal gelir, âhiretteki cezasını düşünemez. Kul kerametle ikaz edilince gafletten uyanır. (Evliya günahımı bildiğine göre, Allahü teâlâ elbette bilir. Allah, beni her an görüyor, nasıl günah işlerim?) diye düşünerek tevbe eder. O kadar mahcubiyetle büyük felaketten kurtulmuş olur. Sualdeki kimse, Hazret-i Osman’ın ikazıyla bir daha harama bakmamıştır. Dünyadaki ufak bir musibete âhirette büyük mükâfat vardır.
Mucizeler de, insanların hidayete kavuşması için meydana gelir. Mesela Resulullah'ın amcası Abbas, Bedir Savaşı’nda esir alınınca, serbest bırakılması için fidye istenmişti, (Benim param yok) demişti. Resulullah efendimiz, amcasına, (Sen hanımına, “Ben geri dönemezsem, falanca yere şu kadar altın sakladım” demiştin)buyurunca, amcası, (Sana bunu kim söyledi?) dedi. (Rabbim söyledi) buyurdu. Bu mucize ile, amcasının yalanı ortaya çıkıp mahcup olmuşsa da, peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuşup çok büyük hizmetler yapmasına sebep oldu. Kerametler de, kiminin hidayetine, kiminin de hidayetinin artmasına, imanının kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. Bu bakımdan kerametleri, Allahü teâlânın bir lütfu, bir rahmeti olarak görmeli, keramet sahibi zatları suçlamamalıdır.
.
Evliya olmayan keramet göremez mi?
Sual:(Kerameti gizlemek farz, göstermek ise haramdır. Bir evliyanın kerametini gören kimse de evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) deniyor. Bunlar yanlış değil mi? CEVAP Evet yanlıştır.
Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya veCami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.
Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:
1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)
Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?
2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)
Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.
3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf63) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.
4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin) Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.
5- Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari, Cami-ul-keramat)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Osman’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.
6- Hazret-i Ali, vefat ederken, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, dediği gibi buldular. (Şevahid-ün-nübüvve) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ali’yi haram işlemekle suçlamış oluruz.
7- Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, insanların yolunu kesen aslana,(Derhal uzaklaş) der demez, aslan, kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek,(Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, İbni Ömer hazretlerini haram işlemekle suçlamış oluruz.
8- Hazret-i Hasan, Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Ağaçları kurumuş bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr, (Ağaçta hurma olsaydı, yerdik) dedi. Hazret-i Hasan, dua etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. (Şevahid-ün-nübüvve) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Hasan’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.
9- Hazret-i Hubeyb, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)
10- Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi.(Ebu Nuaym) (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu zatları haram işlemekle suçlamış oluruz.
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kerametleri dillere destan olmuştur. Gizleseydi bu kadar etrafa nasıl yayılırdı ki? Bir Yahudi, (Sizin Peygamberiniz, (Bu dünya müminlere zindandır, kâfirlere Cennettir) diyor. Yani ben şu perişan halimle Cennette miyim? Sen de şu haşmetinle zindanda mısın?) diye sordu. Abdülkadir-i Geylani hazretleri attan inerek, sağ kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Yahudi, (Muazzam bir Cennet var. Siz de, orada zevk içinde oturuyorsunuz) dedi. Yahudi’ye, (Şimdi söyle, Cennet, bu dünya mıdır, yoksa şimdi gördüğün o geniş mekân mıdır?) diye sordu. Yahudi (Cennetteki yerini gördüm. Hakikaten burada sen zindandasın) dedi. Sonra sol kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Cehennemde yanarken kendisini gören Yahudi dehşete kapılıp, içini korku sardı. Gerçekten Gavs’ın dünyada zindanda olduğunu, kendisinin de Cennet gibi yerde olduğunu anlayıp hemen Müslüman oldu.
(Bir evliyanın kerametini gören kimse de, evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) sözünün ne kadar saçma olduğu, bu menkıbeden de anlaşılmaktadır. Yahudi’ye gösterdi. Yahudi evliya değildi. Birçok menkıbede, kerameti görenlerin, fâsık hatta kâfir oldukları biliniyor. Buna rağmen böyle saçma bir söz nasıl söylenebilir ki?
Seyyid Fehim Arvasi hazretleri talebeleriyle Van gölü kıyısında giderken gölde bulunan (Ahtamar) adasındaki ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Bunu gören talabelerden, birkaçının hatırına gelir ki, (Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, Evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri, acaba neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?) Seyyid Fehim hazretleri, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirlerine çarpar. Nalınlar birbirine çarptıkça papaz suya batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünene dönerek, (O, sihir yaparak, su üstünde gidiyordu. Böylece, sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozularak battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de haya ederler) buyurdu. Kerametiyle, papazın sihrini bozdu.
Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.
Sahabenin kerameti
Eshab-ı kiram, bütün evliya-i kiramdan üstün olduğu halde, kerametlerinden az bahsedilmesinin sebebi, onların kerametlerinin az olması değildir. Menkıbelerini anlatan bütün kitaplar tercüme edilmediği için bize az gibi geliyor. Camiul-keramat kitabında birçok sahabinin kerametleri anlatılıyor.
Allahü teâlâ, (Hepsine Cenneti vaad ettim, hepsinden razıyım, onlar da benden razıdır) buyuruyor. Bunu Kur’an-ı keriminde buyuruyor. Bundan daha üstün rütbe olur mu?
Allahü teâlânın Habibim buyurduğu, Âlemlere rahmet olarak gönderdim buyurduğu Peygamber efendimizin arkadaşları, dostları, bir kısmı da akrabaları oldular. Bundan daha üstün rütbe olur mu?
Canlarını mallarını Allah için, Onun Habibine, Onun dinine feda ettiler. Kıyamete kadar, kendilerinden sonra gelen müslümanlara İslamiyet’in gelmesine vesile oldular. Bundan daha üstün rütbe olur mu?
Peygamber efendimizin en büyük mucizesi olan Kur’an-ı kerimi onlar topladı, onların sözbirliğiyle mushaf haline getirildi. (Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız) âyet-i kerimesi pek meşhurdur. [Hicr 9] Allahü teâlânın, yüce kelamını korumaya onları vesile etmesinden daha büyük rütbe olur mu?
İslamiyet’i kendilerinden sonrakilere onlar ulaştırdı. Kıyamete kadar her müslümanın sevaplarından onlara da yazılıyor. Onların derecesine kim ulaşabilir?
Bu rütbelerin, bu üstünlüklerin yanında, cahillerin görmek istediği keramet, okyanusun yanındaki damla su gibi bile değildir.
Bununla beraber herkes tarafından daha iyi anlaşılması için az daha açıklama yapalım:
Onların kerametlerinin, sonra gelen evliyaya göre daha az görülmesinin birkaç sebebi vardır. Hadis-i şerifte, (Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] sizin için rahmettir) buyuruldu. [Taberani, Beyheki, İbni Asakir, Hatib, Deylemi, Darimi, İ. Münavi, İbni Adiy] Yıldızlar, gündüz de mevcut iken, geceleyin görülür. Gündüz, güneşin ışıkları, yıldızların görülmesine manidir. En parlak bir ışık bile, gündüz güneş ışığının yanında pek zayıf kalır. İki cihan güneşi Muhammed aleyhisselamın nuru ve mucizeleri yanında da Eshab-ı kiramın kerameti, elbette gölgede kalır.
İkinci husus, insanların iman etmeleri için, Peygamberlerin mucize göstermeleri gerekir. Evliyanın keramet göstermesi gerekmez. Hatta keramet göstermekten haya ederler.
Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve)
Buna rağmen birkaç da örnek verelim:
Hazret-i Ebu Bekir,vefat edeceği zaman, (Ya Âişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kız kardeşim var. Öteki nerede?) diye sorunca, (Hanımım hamiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevahid)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden ise Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]
Hazret-i Ömer,Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken, bu hali görüp, kumandana, (Ya Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu.(Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)
Hazret-i Ali, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevahid)
Hazret-i Osman,yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari) (Cami-ul-keramat)
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah,insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) diye kızınca, aslan kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek,(Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim)
Hazret-i Hubeyb,esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)
Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)
Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir. (Huccetullahi alel âlemin)
3 Nis 2013 - Mucize Nedir?: Sözlükte "insanı aciz bırakan, olağan üstü, garip tuhaf şey" manalarına gelen m
.Mucize Nedir?: Sözlükte“insanı aciz bırakan, olağan üstü, garip tuhaf şey”manalarına gelen mucize, terim olarak“yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak desteklemek için yarattığı, insanların aynısını getirmekten aciz kaldığı olağanüstü olay” diye tanımlanır. Mucizenin önemi, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Aksi durumda mucize olmaktan çıkar olağan bir şey olurdu.
Mucize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı olayı Allah’ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır. Kur’an’da mucize yerine ayet, beyyine burhan kavramları kullanılır.
Bir Olayın Mucize Olabilmesinin Şartları
İslam dininde Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mucizeyi duyu organıyla gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevatir bir haberle o mucizeden haberdar olmaktır. Bu deliller ancak Hazreti Peygamber için geçerlidir. Hazreti Peygamber’in ise başta Kur’an mucizesi olmak üzere pek çok mucizesi bize tevatür yoluyla ulaşmıştır.
Bir olayın mûcize sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
1. Mucize gerçekte Allah’ın işidir. “Peygamberin mucizesi” denilmesi, mucizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir. 2. Mucize peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstü duruma mucize denilemez. 3. Mucize tabiat kanunlarına aykırı olaydır. 4. Mucize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Peygamberlik iddiasından önce sonra olmaz. 5. Mucize, peygamberin isteğine uygun olur. “Dağı yerinden kaldıracağım” diyen birisinin denizi yarması mucize sayılmaz.
Mucize nedir. Peygamberler niçin mucize gösterirler. Mucize nedir. Mucize kelimesi, (acz) kökünden gelmektedir. H
.
MUCİZE NEDİR
PEYGAMBERLER NİÇİN MUCİZE GÖSTERİRLER
MUCİZE NEDİR
Mucize kelimesi, (acz) kökünden gelmektedir. Hiçbir kimsenin yapabilme imkânı olmayan harika bir şey; başka bir ifade ile;Allah'tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı olağanüstü olaylardır.
Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler. Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde ortaya çıkması gerekir.
Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, “peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir. Mucizenin, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir yalanlama ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir.
Mucizeler peygamberin Allah elçisi olduğunu gösteren alametlerdir. Peygamber olmayan mucize gösteremez. Başka insanlar ne kadar âlim ve akıllı da olsalar mucize göstermekten âcizdirler.
Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber mucize gösteremez. Tabiat olaylarına aykırı her olay mucize değildir.
Mucize Allah tarafından Peygamberlerin dâvasına bir tasdiktir.
Her peygamberin zamanına göre peygamberlik davasını ispatlayan bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır: asanın yılana çevrilmesi gibi. Musa Aleyhi selamın zamanında sihir yaygındı.
Bunun için, Musa Aleyhisselam Allah’ın izniyle sihirden daha üstün ve baskın olarak bir mucize getirip, sihirbaz muhataplarını iman etmek zorunda bıraktı. İsa Aleyhisselam zamanında tıp yaygındı.
Bunun için, İsa Aleyhisselam tıptan daha üstün ve baskın olan bir mucize getirdi: Allah’ın izniyle ölüyü diriltti.
Resûlullah Aleyhisselamın zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı.
Bunun için, Resûlullah Aleyhisselam bir fesahat ve belagat mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’i Allah’tan telakkî edip getirdi.
Peygamberimiz Aleyhisselamdan önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir.
Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam edecektir
değiştirilmeden alınan yabancı kelimeler (dahîl) ve yeni dönemde yaygınlık kazanan kelimelerle (muhdes) eski dil âlimlerince yanlış (lahn) kabul edilen lafız ve kullanışlar da sözlüğe alınmıştır. Köklerin türevleri özel bir dizime tâbi tutularak mücerred fiiller -mezîdler, geçişsiz fiiller- geçişliler ve isimler şeklinde sıralanmış, somut anlamlar soyutlardan, hakiki mânalar mecazilerden önce zikredilmiş, sülâsî mücerred fiiller de bablara göre dizilmiştir. Üçlü köklerden (sülâsî mücerred) türeyen fiiller dörtlü, beşli ve altılı kalıplar olarak sıralanmış, ardından dörtlü kök (rubâî mücerred) fiillere ve ondan türeyen kelimelere yer verilmiştir. Fiillerden sonra zikredilen isimler alfabetik olarak dizilmiştir.
Artık kullanılmayan kelimelerle lehçe farklılıklarından doğan eş anlamlı kelimeler sözlüğe alınmamış, bunun yanında yaşayan kelimelerin açıklanmasına özen gösterilmiş, farklı anlam taşıyan fiil bablarının tamamı kaydedilmiş, sülâsî mücerred masdarların en çok bilineni ve bab değişikliği durumunda anlamı da değişen masdarların hepsi zikredilmiş, ism-i fâil ve ism-i mef‘ûllerden alınması zorunlu görülenler fiilleriyle birlikte kaydedilmiş, te’nis “tâ”sı taşımayan müennes kelimelerin sadece bilinmeyenlerine yer verilmiştir.
Genellikle kabul gören el-MuǾcemü’l-vasîŧ’in eleştirilen tarafları arasında kendisine gönderme yapılan bir kısım maddelerin bazan alınmamış olması, bir kelimenin izahında bu kelimeden daha kapalı lafızların kullanılması, resimlerin yeterli sayıda ve kaliteli olmaması, bu yönüyle el-Müncid’e ulaşamaması, istişhâd edilen metinlerin müelliflerinin belirtilmemiş olması zikredilir. el-MuǾcemü’l-vasîŧ’in ilk neşrinden (Kahire 1380-1381/1960-1961) sonra farklı komisyonların incelemesiyle baskıları tekrarlanmış, ayrıca ofset baskıları yapılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
İbrâhim Mustafa v.dğr., el-MuǾcemü’l-vasîŧ, Kahire 1380-81/1960-61, ayrıca bk. giriş, I, 5-14; Hüseyin Atay v.dğr., Arapça-Türkçe Büyük Lûgat, Ankara 1964, Önsöz, s. XXVI; Abdüssemî‘ M. Ahmed, el-MeǾâcimü’l-ǾArabiyye, Beyrut 1389/1969, s. 226-239; Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-MeǾâcimü’l-luġaviyyetü’l-ǾArabiyye, Beyrut 1981, s. 149-160; Abdülazîz Matar, “el-MuǾcemü’l-vasîŧ beyne’l-muĥâfaža ve’t-tecdîd”, Fi’l-MuǾcemiyyeti’l-ǾArabiyyeti’l-muǾâśıra, Beyrut 1407/1987, s. 495-526.
Kenan Demirayak
MÛCİZE
(المعجزة)
Peygamber olduğunu ileri süren kimsenin elinde doğruluğunu kanıtlamak için Allah tarafından yaratılan hârikulâde olay.
Mu‘cize, sözlükte “bir şeye güç yetirememek” anlamındaki acz kökünden türeyen mûcizin (âciz bırakan) isim şeklidir. Kur’an’da mûcize kelimesi yer almamakla birlikte acz kökünden fiil ve sıfat kalıpları “âciz kalmak; güçsüz bırakmak; Allah’ın âyetlerini yalanlamak amacıyla yarışmak” mânalarında yirmi bir âyette geçer (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “Ǿacz” md.). Hadislerde de mûcize kelimesi görülmemekte, fakat acz kökünden türeyen çeşitli kavramlar sözlük anlamında kullanılmaktadır (Wensinck, el-MuǾcem, “Ǿacz” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin Allah tarafından gönderilmiş gerçek el-çiler olduğunu kanıtlayan hârikulâde olaylar çok defa âyet (âyât) kelimesiyle ifade edilmiştir. Hz. Sâlih’in dişi devesi (el-A‘râf 7/73), Hz. Mûsâ’nın asâsı ile parıltılı eli (el-A’râf 7/106-108; Hûd 11/96; el-Kasas 28/31-32, 35), Hz. Îsâ’nın gösterdiği olağan üstü hadiseler (Âl-i İmrân 3/49-50) ve inkârcıların peygamberlerden mûcize talepleri genellikle bu kelime ile anlatılmıştır. Ayrıca beyyine (el-A‘râf 7/ 73), burhân, sultân (el-Kasas 28/32; en-Nisâ 4/153; Hûd 11/96), hak (Yûnus 10/76) ve furkān da (el-Bakara 2/53) Kur’an’da yer yer mûcize anlamında kullanılmıştır. Hadislerde de peygamberlik delilleri umumiyetle âyet kelimesiyle ifade edilmiştir (a.g.e., “evy” md.).
Kelâm terimi olarak mûcize kelimesinin ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin şekilde bilinmemekle birlikte Câhiz, Ali b. Rabben et-Taberî gibi erken devir âlimlerinin eserlerinde yer almamakta ve terime IV. (X.) yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır. Eş‘arî ile Mâtürîdî’nin mûcize kelimesini dolaylı da olsa kullanmaları bunu kanıtlamaktadır (Maķālât, s. 50; Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 286). Kelâmcıların mûcize tarifinde bazı farklılıklar göze çarpar. Mâtürîdî mûcizeyi “peygamberin elinde ortaya çıkan ve benzeri öğrenim yoluyla meydana getirilemeyen olay” diye tanımlar (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 289-290). Kādî Abdülcebbâr’a göre ise Allah tarafından yaratılan, nübüvvet iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu göstermeyi amaçlayan ve nitelikleri bakımından insanları benzerini getirmekten âciz bırakan olağan üstü hadisedir (el-Muġnî, XV, 199). Nesefî de mûcizenin meydan okuma (tehaddî) ile birlikte dünyada vuku bulan hârikulâde bir vaka olması özelliğine dikkat çeker (Tebśıratü’l-edille, I, 469, 473, 475).
Literatürde mûcizenin, nübüvvetini ileri süren kişinin doğruluğunu ispatlayabilmesi için bazı özellikleri üzerinde durulur. Bunlar, kanıt olarak gösterilen hârikulâde olayın karışıklığa sebebiyet vermemesi için bizzat iddia sahibinin doğruluğuna işaret edecek tarzda meydana gelmesi, ya doğrudan yahut dolaylı biçimde ilâhî bir fiil olması, olağan üstü bir şekilde zuhur etmesi, peygamberlik iddiası ve tehaddî ile birlikte vuku bulması, peygamberin güvenilirliğini zedeleyecek bir şüphe taşımaması ve nübüvvet iddiasının ardından gerçekleşmesi gibi hususlardır. Mûcizenin özellikleri arasında iki temel husus öne çıkar. Birincisi ilâhî fiil olması ve sadece peygamberlerin elinde zuhur etmesidir; dolayısıyla herhangi bir kimsenin gösterdiği hârikulâde olaya mûcize denmez (bk. HÂRİKULÂDE; KERÂMET). İkincisi de mûcizenin peygamberlik iddiasının ve meydan okumanın arkasından zuhur etmesidir. Kur’an’da Hz. Sâlih, Mûsâ ve Îsâ’nın mûcizelerinden bahsedilirken meydan okuma özelliğine vurgu yapılması bunu gösterir. Ehl-i sünnet kelâmcıları da bu iki hususa dikkat çekmişlerdir (İbn Fûrek, s. 176-177). Bundan dolayı meydan okuma amacı taşımadan peygamberlerden zuhur eden hârikulâde olaylar ayrıca ele alınmıştır.
Kelâm âlimleri mûcizeleri idrak edilmeleri açısından üç grup altında toplar. a) Hissî Mûcizeler. İnsanların duyularına hitap eden hârikulâde olaylardır. Bunlara tabiatla ilgileri sebebiyle “kevnî mûcizeler” de denir. Kur’an’da belirtildiğine göre hissî mûcizeler geçmiş peygamberlerin elinde ortaya çıkmıştır. Hz. Sâlih’in devesi (Hûd 11/64-68; eş-Şems 91/11-15), Hz. Mûsâ’nın asâsının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (el-A‘râf 7/107-108, 117-122; Tâhâ 20/19-22, 67-70), Hz. Îsâ’nın kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110) gibi. Bunlar tabiat kanunlarını aşan ve Allah’ın müdahalesini gösteren ilâhî fiiller olup iradelerini kullananların iman etmesini sağlar. Hissî mûcizeler peygamberin yaşadığı zaman ve mekânla sınırlıdır. Sonraki nesillerin onları tasdik etmesi haberin bilgi kaynağı
KERAMET NE DEMEKTİR, KEYFİYETİ NEDİR İZAH EDER MİSİNİZ?
00
Keramet, Allah’ın herhangi bir velinin eliyle yarattığı harikulade hâldir. Kerameti farklı açılardan üç ayrı kategoride mütalâa edebiliriz:
1) Maddî keramet, velinin havada uçması, seccadesini suya serip namaz kılması, bast-ı zaman-tay-yı mekâna mazhar olması gibi harikuladelikler bu cümleden kerametlerdir.
2) Ruhî keramet de diyebileceğimiz mânevî keramet ise, Hak dostunun oturuşu, kalkışı, konuşması, kısaca bütün hayatıyla âdeta Cenâb-ı Hakk’ın tanınıp bilinmesi için bir mir’ât-ı mücellâ olma hâlidir ki, insana daha eslem bir yolla bahşedilmiş ubudiyet eksenli bir keramettir.
3) Bir de ilmî keramet vardır ki, o da, bilginin bilinmesi, değerlendirilmesi, değerlendirilip yararlı olması adına Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği keramettir. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Mevlâna Halid, Şah Veliyyullah Dehlevî, Bediüzzaman gibi âlimler bu keramete mazhardırlar. Allah onlara öyle bir keramet-i ilmiye nasip etmiştir ki, ilkler diye ifadelendirdiğimiz Hz. Ebû Bekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’lerin hakikî varisleri sayılırlar. Evet, aynen onlar gibi olamazlar; çünkü onların durumları özeldir. Hususî bir rahle-i tedristen ders almış ve vahyin nüzulüne bizzat şahit olmuşlardır. Onların o saf ve temiz ruhları, başka akımların tesirinde kalmadığı için, Efendimiz (s.a.s)’i arızasız temsil etmeleri, onlarda bir keramet şeklinde tecelli etmiştir. Onların kafası naturalizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm.. gibi hiçbir felsefî cereyanla malul olmamıştır. Ve dolayısıyla dimağları âdeta bir reşha gibidir. İçlerine akan hakikatler, kendi hususiyetlerini korur ve olduğu gibi onlarda tecelli edebilir ve etmiştir de. Onun için biz buna keramet-i ilmiye diyoruz ki bu da bütün kerametlerin en büyük olanıdır.
Bir de herkes için bahis mevzu olabilecek hatta yukarıda sıraladığımız kerametlerin hepsinden daha büyük olan bir keramet vardır ki o da Cenâb-ı Hakk’a karşı arızasız kulluk yapmaktır. Meselâ kırk sene hiç ara vermeden, hatta cemaati bile aksatmadan kâmil mânâda namaz kılmak, Allah’ın Şah-ı Geylanî’ye ihsan ettiği kerametlerden daha büyük bir kerametdir. Arızasız oruç tutmak, zekât vermek, -farz ise- hacca gitmek, Allah’ın öyle büyük bir ikramıdır ki bazı büyük veliler bile buna mazhar olamamışlardır. Onun için kâmil veliler, daha ziyade arızasız kulluk sergilemeye çalışmışlar ve harikulade hâllere talip olmak şöyle dursun, kendilerinden böyle bir hâl sadır olduğu zaman, onu bir namus telâkki edip başkalarının bilmesini dahi istememişlerdir. Gerçek veliler arasında bu hâl “Keramet, erkeklerin hayzıdır.” şeklinde ifade edilir. Keramete mazhar olup onu bilerek açığa vuran veli, Allah ile arasında olan sırrı, dolayısıyla da kurbeti kaybetmiş demektir. Onun için Allah dostları, bu türlü davranışlardan hep sakınmışlar ve Allah’la aralarındaki bu yakınlığı kaybetmekten korkmuşlardır.
Hâsılı, hâlis ubudiyetin yolu, bu dünyada birtakım harikuladeliklere mazhar olunsa bile bunu bir aybaşı hâli telâkki ederek, bir an evvel bunlardan sıyrılıp sadece Allah’la meşgul olmaktır. Kerameti arzu etmek ve beklemek, olmuş bazı şeyleri başkalarına kerametvâri anlatmak, meşgul olunması gerekli olan büyük hakikatleri bırakıp Allah’ın imtihan için verdiği çok küçük ve değersiz şeylerle meşgul olmak demektir.
Keramet, Allah-u Zülcelal'in veli kullarında görülen olağanüstü ilahi bir bağıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi veli; Allah'ı bilen, Allah'ın dostu, sevgili kulu ve yakınıdır. Allah'a itaatta ve muhabbette çok ileri derece de olup Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetini yerine getirme de çok titiz davranan kimsedir. Böyle olan insanlarda Allah-u Zülcelal'in bir hediyesi olmak üzere olağanüstü haller görülebilir. Bunların olamayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Keramet kitap ve sünnetle sabittir. Nitekim Kur'anda zikredilen Meryem kıssası; Hz. Süleyman aleyhisselam döneminde Asaf'ın tahtı uçurması, ashab-ı kehf olayı Kur'anda anlatılan keramet örneklerindendir. Hz. Ömer radıyallahu anh'ın hutbe okurken uzaklardaki sariyeyi görüp ona seslenmesi, sesini ona duyurması sahih bir vakadır.
Peygamberlere verilen mucizelerde hiçbir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tabi oldukları peygamberlerin mucizelerinin bir parçası olmaları itibarı ile mucizelerden destek görür. Çünkü her veli kerameti o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kerameti onun mucizenin bir parçasıdır.
Bilindiği gibi bir peygamber mucizesini gizlemez onunla davasının doğruluğu konusunda muhaliflerini aydınlatır. Veli ise kerametini gizlemeye çalışır. Zaten Evliyalar kerametlerini gizlemeyi, Allah-u Zülcelal'e bir edebin gereği saymışlardır.
Kaynak:Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
Keramet nedir? İstidrâcla arasındaki fark nedir? Herkes keramet gösterebilir mi? - Keramet, ikram, kerem,
.KERÂMET - VELÂYET - TASARRUF MESELELERİ
- Keramet nedir? İstidrâcla arasındaki fark nedir? Herkes keramet gösterebilir mi?
- Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mümin bir kulda olağanüstü bir halin zuhur etmesine denir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hakk olduğunda müttefiktir. Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır, inancı olmayan insanlarda görülen olağanüstü hallere keramet değil, istidrac, sihir veya mekr adı verilir. Gösterilen şeylerin olağanüstülüğü eşit olmakla birlikte, hükmü zahir olduğu şahıslara göre değişir. Müminde zahir olunca keramet, kafirde zahir olunca istidrac adını alır. Keramet kevnî ve hakîkî olmak üzere iki çeşittir. Kevnî keramet olağandışı bir takım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî keramet ise ilim, ma'rifet ve ahlakla ilgli olağanüstü bir takım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.
Keramet, Allah'ın bir ikramı olmakla birlikte mu'cizeden farklıdır. Çünkü mu'cize peygamberlerin peygamberliklerini isbat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mu'cize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb sözkonusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti "hayz-ı rical" olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de rical ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakîkîsine meyil şartıyla keramet, sofilerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir. - Kerametlerde şeriata uygunluk aranır mı?
- Kerametlerde elbette şerîata uygunluk aranır. Özellikle kevnî ve manevî kerametin keramet olabilmesi için inanan insandan ve şeriat ölçüleri dahilinde olması gerekir. Varidat ve ilham türü vakıalarda da ölçü kitap ve sünnete uygunluktur. Şeyhlerin bir kısmı bu anlayışı şöyle sistematize etmişlerdir: "Gönlüme bir varid ve ilham geldiği zaman ben şeriat ölçülerine göre iki şahid isterim. Eğer iki şahidi yoksa kabul etmem. Bu iki şahid kitap ve sünnettir. - Bir müşid-i kamil aynı anda bir kaç yerde görülebilir mi?
- Keramete inanan ve bunun Allah'ın bir ikramı olduğunu kabul eden kimseler için böyle birşeyin varlığını kabul kolaydır. Fakat hedef ve amaç bunlarla uğraşmak değildir. Hz. Süleyman'ın veziri Asaf b. Berihiya'ya Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayacak bir zamanda Kudüs'e getirme imkanı veren Allah, elbette salih ve velî kuluna dilerse böyle bir güç verebilir. Buna inanırız. Ancak bunu mutlak bir üstünlük gibi saymak, bir takım iltibaslara yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Sonuçta bir zatın kemalinin ölçüşü, bu tür olağanüstülüklere bağlanırsa, işte yanlışlık buradadır. Her türlü kemal, güzellik ve olağanüstülük sadece Allah'tandır. Allah dilerse kullarını buna mazhar kılabilir. Ehl-i sünnet tasavvufunda anlayış budur. - Ölü veya diri bir şeyh, müridin veya başka bir kişinin kalbinden geçeni ve gıyabî hallerini bilebilir mi?
- Bir şeyhin, müridin gönlünden geçeni bilmesi bir telepati gibi görülmemeli ve bunun Hakk'ın gönle ilham etmesi sonucu olabilecek bir olay olduğuna inanılmalıdır. Ya da en azından bir öğretmenin tecribesi sonucu karşısına gelen talebeyi tanıması gibi insanların ruhî tecribe sonucu elde ettikleri bir beceri olarak değerlendirilmelidir. Çok özel anlamda mürşidlerin Allah'ın kendilerine bildirmeleri sonucu zaman zaman müridlerinin gönlünden geçenlere aşina oldukları vaki'dir. Bu tamamen Allah'ın bir inayetidir. Şeyhin bizzat şahsına aid bir durum değildir. Çünkü gönüllerde saklı olanları bilen ancak Allah'dır.(bk. Ğafir, 40/19)Dolayısıyla bildirecek olan da O'dur. Ölmüş ve beşerî faaliyetleri sona erene bir insanın böyle bir şeye ıttılaı ise tamamen vehbî ve manevî bir haldir. Tasavvufî bakımdan üzerinde durulması gerekli olan bir hal de değildir. - Menâkıb kitaplarında geçen Kur'an ve sünnete ters menkıbe ve kerametler hakkında ne dersiniz? Tayy-i mekan, denizden yürüyerek geçmek, kalplerdekini bilmek gibi şeyler nasıl olabiliyor?
- "Menâkıb kitaplarında geçen, Kur'an ve sünnete ters gibi görünen menkıbe ve kerametler" ibaresiyle neyi kasdettiğinizi keşke örnekle belirtmiş olsaydınız; konu daha iyi anlaşılmış olurdu. Eğer bunlarla haramları helal, helalleri haram yapan menkıbe ve kerametleri kasdediyorsanız, onlar için söz söylemeye bile hacet yoktur. Ancak bununla kasdedilen tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü şeylerse bunların Kur'an'a ters olduğunu gösteren bir delil yoktur. Tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü kerametlere İbn Teymiye gibi bazı alimler karşı çıksa bile, ulema ve meşayhın ekserisi, Hz. Peygamber'in zaman ve mekan boyutlarını aşan, "mi'rac" mucizesine istinaden bunu kabul ederler. Çünkü her ümmete, peygamberlerinin mücizesi keramet olarak verilir. - "Şiş batırma" tarzında gösterilen keramet hakkında ne dersiniz? Bir tebliğ metodu olarak görülebilir mi? Gösterilerden riya oluşmaz mı?
- Genellikle Rifaîlerin, bazan Kadirîlerin zikir sırasında yaptıkları "şiş batırma" işine Rifaîlerin kendileri "bürhân" adını vererek keramet olarak değerlendirmekten çekinmektedirler. Olayın tarikatın kurucusu Ahmed Rifaî'ye kadar uzanan bir hikayesi var. Rivayete göre Ahmed Rifaî, hacc amacıyla Hicaz'a geldiğinde Medîne-i Münevvere'de Ravza-i mutahhere'yi ziyaret etmiş, Allah Rasülü'ne: "es-Selamü aleyke yâ ceddî" (Selam sana dedeciğim) diye selam vermiş, kendisine kabr-i Nebî'den: "Ve aleyke 's-selam ya veledî" (Selam sana olsun ey torunum), diye cevap verilerek mübarek bir el uzanmıştı. O da uzanan mübarek eli öpmüş, çevrede bulunan mürîdan ve ihvan bu olayın şahidi olmuşlardı. İşte bu güzel tabloyu seyredenlerin, olayın cezbesi ile muhtelif yerlerine kılıç ve şiş vurdukları ve Rifaîlerdeki bu adetin buradan geldiği söylenir. Başlangıcı ta o dönemlere dayandırılan bürhân adeti, Rifaî tekkelerinde sessiz sedasız kendi muhib ve müntesibleri arasında icra edildiğinde hiç mesele yoktu. Ancak iş medyatik plana çekilip milyonların gözü önünde icra edilmeye başlayınca tartışmalar gündeme geldi. Olay çarpıtılıp din ve tarikat öcü gibi gösterilmeye çalışıldı. Bürhân tarikat muhitlerinde bir sevgi ve kaynaşma vesilesi gibi görülerek tebliğ aracı olarak düşünülse bile milyonlar ve kitleler için asla öyle düşünülemez ve düşünülmemelidir. Bugün kitlelere böyle bir gösteri sempatik olmaktan çok antipatik gelir. Zaten insanlar din ve tarikata bir takım olağanüstülüklerle değil, din ve tasavvufun güzelliklerini görüp dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmak için girmelidirler.
Islâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
.KEŞİF VE KERAMET
Islâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, Serhu-Cevherati't-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'1-Ekber,113) Yani "velî" ma'sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir.(Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşaallah) yazmayı düşünüyoruz) (keşf-i kubûr ve's-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)'a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.
Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir.(K. Isra, (17) 70) Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği...(El- Beycûrî, age.175.) Hep Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, Serhu'1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhanî'nin Cami'u-Kerameti'l-Evliyası ile Huccetti'llahi alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü'1- evliyâi hakkun - evliyanın kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali el-Kârî, Serhu'1-Fıkhı'1-Ekber,113) Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır. l. Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir. 2. Mucize sahibi; mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispati için bir delil değildir. 3. Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "sakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175) 4. Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıf lar.Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif'inde: "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmedığını duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer'i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığı"na yakalanırlar."Keşif' ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istilahâtu's-Sufiyye,123) Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir.(age. 23.)Mes'elemizin bir başka yönü muşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer'i deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi'nin ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa Sabri Efendi, mevkifu'1-akl, I/268) Demek "ilham" şer'î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir. Mes'ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez".(bk. Nuru'1-Envar ve Hasiyesi Kameru'1-Ekmar, N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer'i bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından,çıkarılmamıştır.Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'1-Akmâr, N/98) Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler"de otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. No:112 (I/116)).
Keramet, Allah'ı seven, O'na itaat eden ve O'nun tarafından sevilen velî kullara, yine Allah tarafından ikram
.
Keramet ve İstidraç
Keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından sevilen velî kullara, yine Allah tarafından ikram edilen olağanüstü hallerdir. Bir de bu özelliklere sahip olmayanlardan zuhur eden olağanüstü haller vardır ki, buna istidraç denilir. Her iki durumla ilgili ölçüler bilinmelidir ki, gerçekle sahte olan, velî ile şarlatan birbirinden ayırt edilebilsin.
Allah, gönlünü mâsivâdan temizleyen dilediği velî kuluna dilediği kadar varlık ve eşyayı musahhar kılar. Böylece onların insan ve başka varlıklar üzerinde tasarruf etmelerine (etkide bulunmalarına) izin verir. Hakikatte tasarrufta bulunan ise, Cenab-ı Hak’tan başkası değildir.
Kâmil mürşidler işte bu tasarrufla talebelerini terbiye ederler. Zaman ve mekân Allah’ın izniyle engel teşkil etmez hale gelir. Gayet uzak mesafelerde ihtiyacı olan bazı talipler bunu ayan-beyan müşahede ederek itminana kavuşurlar.
Velînin kerameti haktır
Maddi-manevi tehlikeler karşısında mürşidlerini karşılarında bulan sofilere her devirde rastlanmıştır. Birbirilerini tanımayan insanların, muhtelif zaman ve mekânlarda gözyaşlarına hakim olamayarak içtenlikle anlattıkları bu gibi hadiseler, asırlardan beri menkıbe kitaplarında anlatılan benzeri bir çok olaylar, söz konusu kerametleri açıkça teyit etmektedir.
Kur’an ve Sünnet’te zikredilen kerametle ilgili haberler ise, meselenin şer’î yönüne delil teşkil etmektedir. O yüzden Ehl -i Sünnet uleması, peygamberlerin mucizeleri nasıl hak ise, velilerin kerametlerinin de öylece hak olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Peygamberlerin mucizeleri açık ve alenidir. Onda nübüvveti ispat etme, kâfirlere meydan okuma ve onları aciz bırakma hedeflenir. Fakat keramet açısından durum böyle değildir. Onu gizlemek esas kabul edilmiştir. Herhangi bir iddia için de keramet izhar edilmez.
Yukarıda anlatılan mürşidlerin tasarrufları zaruri bir eğitimin vasıtası olmakla birlikte, ferdî plânda yaşanan, aleniyete dökülmeyen kerametlerdir. Çoğunlukla taliplerin haberi olmadan zuhur eder. Yoksa Allah dostları bir zaruret olmadan, bilerek ve isteyerek topluluğun içinde aleni olarak keramet izhar etmekten şiddetle kaçınırlar. Hatta böyle açıktan keramet göstermeyi “ hayz-ı ricâl=erkeklerin hayzı ” telakki ederek gizlenmesi gerektiğini belirtirler.
Mucize, keramet, istidraç ve sihir
Olağanüstü olmaları ve Allah tarafından yaratılmaları bakımından benzerlik arz eden birçok haller vardır. Mucize, keramet, istidraç ve bir dereceye kadar sihir bunlardandır.
Bazıları cehaletleri sebebiyle sihri inkâr ederek, buna inanmak şirktir, derler. Sanki peygamberin elinde mucizeyi yaratan Allah, sihirbazın elindeki sihri yaratmıyor! Ne garip bir iddia… Alemde Allah’ın irade ve yaratması dışında bir şey olabilir mi? Nasıl ki şer işlemek isteyen bir kimsenin eliyle şerri yaratıyor ise, dilediği takdirde sihir yapan kimsenin eliyle sihri de yaratır. Fakat ondan razı olmaz ve yapanları cezalandırır. Zira şerri yaratmak şer değil, şerri işlemek şerdir.
Yukarıdaki haller, fevkalâde olmaları itibariyle birbirlerine benzeseler de, söz konusu hallere mazhar olan ya da maruz kalan zatlar açısından büyük farklılıklar vardır. Mucize nebilerde, keramet velîlerde zuhur ederken; istidraç ve sihir kâfir, fâsık ya da günahkârlarda ortaya çıkar.
Kerametler genel olarak ikiye ayrılırlar:
1. Manevi kerametler: Allah Tealâ’nın zat, sıfat ve fiillerine dair bilgi ve marifetlere sahip olma, kâmil iman, salih amel, can ı gönülden muhabbet ve Hakk’a tam bağlılık gibi hallerdir. Cenab -ı Hak, bu nevi kerametleri sadece sevdiği, seçkin kullarına ihsan eder. Düşmanlarını ve doğru yolda olmayanları bu çeşit lütf u ihsanlara ortak etmez.
2. Maddî kerametler: Madde aleminde gayb olan şeylerden haber vermek, suyun üzerinde yürümek, havada uçmak, uzaktan bazı cisimleri hareket ettirmek, günlerce aç durabilmek, gayet uzun mesafeleri kısa zamanda kat etmek gibi hallerdir. Bu çeşit haller ise, doğru yolda olana da, bozuk yolda olana da verilir. Çünkü istidraç sahibi olan kâfirlerde de böyle harikalar görülmüştür.
Tasavvuf ehlinin itibar ettiği keramet birinci keramet türüdür. İkincisi de caiz olmakla birlikte, tam olarak kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye etmeyen zatlarda bu gibi kerametlerin gurur ve kibire sebep olması muhtemeldir. Hem salih amel ve niyette bozukluk meydana gelmesi halinde, o kerametin kâfir ve fasıklarda görülen istidraca dönüşmesi işten bile değildir.
Fakat cahiller manevi kerametlerden ziyade maddi kerametlere önem verirler. Hatta ötekini keramet bile saymazlar. Bu tür harikaları kâfirlerde bile görseler, arkalarına takılırlar. Kalın kafalı oldukları için de onların iyi ve kötü her isteklerine boyun eğerler. Halbuki şeref ve üstünlüğe layık olan ancak Allah Tealâ’yı bilmek, O’na itaat etmektir.
Bir de günümüzde şiş sokma gibi gösteri haline getirilen öyle şeyler var ki, geçmişi ne olursa olsun, günümüzde tamamen folklorik bir hadise şekline dönüşmüş, kerametle uzaktan yakından alakası kalmamıştır.
Velîlerin keramet göstermesi şart mı?
Peygamberlerin mucize göstermeleri her halükârda lazımdır. Velîlerde ise durum böyle değildir. Velî olmak için olağanüstülük ve kerametlerin meydana gelmesi şart değildir.
Fakat bununla birlikte evliyanın hemen hepsinde keramet görülmüştür. Keramet göstermeyen velî pek azdır. Hatta her an onlardan düşmanların görüp sezemediği güneş gibi açık kerametler ortaya çıkmaktadır. Oturmaları, kalkmaları, konuşmaları, bütün hallerinde bir ayna gibi Hakk’ın nurlarını yansıtmaktadırlar. Allah’ın varlıklar üzerinde tecelli eden isim, sıfat ve fiillerinin nakışlarını seyretmekle onların irfanı sürekli inkişaf etmektedir.
Bir velîden çok keramet meydana gelmesi, onun üstünlüğünü göstermez. Evliyanın birbirinden üstünlüğü, Allah Tealâ’ya daha yakın olmalarına bağlıdır. Daha yakın olan bir velî, pek az keramet sahibi olabilir. Allah Tealâ’dan daha uzak olan bir velî ise, daha çok keramet, harika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyasında, o kadar çok kerametleri olanlar görülmüştür ki, Ashab -ı Kiram’ın hiç birinde, bunun yüzde biri bile meydana gelmemiştir. Halbuki evliyanın en yükseği, en aşağı derecede olan bir sahabinin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyayı ve onların üstünlüğünü anlayabilmek için kerametlerine, harikalarına bakmak yanlış olur. ( Mektubat -ı Rabbanî)
Yine bir müridin mürşidinden keramet beklemesi de âdâpsızlıktır. Zira müminlerin peygamberlerinden mucize istediği görülmüş bir şey değildir. Ancak kâfirler ve inanmayanlar mucize isterler.
İrşad için keramet gerekli mi?
Hayatı boyunca kendini aşamayan tiplerin başkalarından istifade ettiğine pek tesadüf edilmemiştir. Kendi düşünce ve hayallerine değil de peygambere yahut Allah dostlarına uyma kabiliyetinde olanlar ise, muhakkak onların feyz ve bereketinden istifade etmişlerdir.
Ebubekir -i Sıddîk r.a ., Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e bir şey sormadan inandı. Ebu Cehil ise, onca alamet ve mucize gördüğü halde yine de “bu kesinlikle sihirdir” deyip iman etmedi.
Demek ki evliya ve enbiyanın izhar ettiği harikalar yakîni ve güveni artırsa da, insan toplamaya yönelik değildir. Onların irşadı manevi çekimledir. Allahu Tealâ’dan yansıyan güzellikler, bir mıknatıs gibi onlarda cazibe kuvveti meydana getirir. Görünmeyen bu manevi kuvvetle kabiliyeti olanları Allah yoluna çekerler. Söz konusu manevi çekim olmadan sadece mucize ve keramet yeterli olsaydı, Hz. Rasulullah s.a.v.’in akıllara durgunluk veren mucizelerini ve evliyanın kerametlerini gören herkesin müttaki birer müslüman olmaları gerekirdi. Halbuki durum öyle değildir. Kur’an -ı Kerim’de buyurulur ki:
“Onlar her türlü mucizeyi görseler bile, yine de ona inanmazlar. Nihayet sana geldiklerinde de seninle çekişirler. İnkâr edenler; ‘bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler.” ( En’am, 25)
Cahillerin tuzağı: İstidraç
Kerametin bir benzeri, hatta aynı gibi görünen istidraç, kâfirlerin ya da takva, zühd, ihlâs gibi hallerle alakası olmayan müslümanların eliyle gerçekleşen meş’um, uğursuz bir fevkalâdeliktir. Bu, Allah’ın istidraç sahiplerine daha fazla azıtıp sapıtmaları ve böylece helâk olmaları için kurduğu bir tuzak (mekr-i ilâhi), nimet şeklinde gösterdiği bir musibettir.
İstidraç sahiplerinin bir bölümü insanlardan kaçarak çile odasında açlık, susuzluk gibi eğitimlerle kalplerini değil de nefslerini temizleyip parlatırlar. Kalpleri yine zulmet içinde kalmaya devam eder. Sonra derece derece azap ve felakete sürüklenirler. Cisim, madde, insan gibi yaratıklar hakkında gaybî bilgiler verirler. Birçoğunda isabet de ederler. Hatta din, tevhid, ilâhiyat konularında içlerine doğan şeyleri söyler ve yazarlar.
Hint fakirleri, Uzakdoğu rahipleri ve eski Yunan filozoflarında bu kabil bilgilere çokça rastlamak mümkündür. Fakat isabet dahi etseler, iman etmeden, itikat ve amellerini düzeltmeden Hak Tealâ Hazretleri ile aralarındaki perde kalkmaz. Felaketten kurtulamazlar.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, müslüman dahi olsa, Allah’ın emirlerinden, Ehl -i Sünnet itikadından kıl kadar ayrılan kimselerde görülen bütün haller ve zevkler istidraçtır.
Ne yazık ki, cahil insanlar, Allah Tealâ’dan haber veren hakiki marifet sahibi velîlerden ziyade, böyle ahmakların peşine düşerler. İçinden geçenleri kendilerine haber veren, geçmişteki gizli sırlarından, hatta günahlarından bahseden adamları seçilmiş velî kullardan zannederler. Onların keramete benzeyen bazı tasarrufları karşısında hayret ve dehşete düşerler. Hakikatten haber verenlere ise dönüp bakmazlar. Derler ki: “Bunlar, dedikleri gibi evliya olsalardı, bizim hallerimizden, bilinmeyenden haber verirlerdi. Böyle basit şeyleri bilmeyen kimse, daha yüksek olan şeyleri nasıl bilebilir?” Bu bozuk ölçüleri ile evliyaya inanmazlar, doğru sözü işitmezler. Böylece istidraç sahibi fasıklarla birlikte helâk olur giderler.
Ne yazık ki, dindar hatta sofi geçinenlerin arasından da zaman zaman bu gibi tipler çıkmakta, menfaat veya egolarını tatmin etmek için etrafındaki insanları iğfal etmektedirler. Üstelik çocuğun elindeki topaç gibi şeytanın elinde oyuncak olmalarına rağmen kendilerini evliya zannetmektedirler. Aylar, yıllar sonra çevrelerindeki insanlar ayılıp kendilerine geldiklerinde ise, iş işten çoktan geçmiş olmaktadır. Maddi manevi yığınla zarar gören bu zavallılardan birçoğunun imanları dahi gitmektedir.
İstidraç sahiplerini tanımak için
Feraset sahibi olmayan müslümanların ilk bakışta istidraç sahiplerini tanımaları bir hayli zordur. Özellikle sofi geçiniyorlarsa, bunları hakiki keramet sahiplerinden ayırt etmek daha da zor olabilir. Çünkü bunlar da kendilerine göre namaz kılar, oruç tutar, Allah’ın yolunu ve dostlarını anlatır, teşvik ederler. Fakat genellikle her sözlerinin altında gizli bir “ben” düşüncesi ve enaniyet yatar. Dolaylı-dolaysız, açık veya imayla lafı döndürür dolaştırır, kendilerine getirirler. Çünkü tam manasıyla nefis ehlidirler.
Fakat bunlar da kendilerinin istidraç ehli olduğunu bilmeyebilir ve hatta kendilerini keramet sahibi zannedebilirler.
Böyle kişilerin konuşmalarında, hallerinde, davranışlarında edep, nezahet ve incelik pek göze çarpmaz. Çoğu zaman kendilerinden zuhur eden harikalardan ve derin keşiflerden bahsederler. Hatta daha da ileri giderek kendilerinde bir kısım manevi yetkiler vehmederler. Mesela, “Mühür bendedir” gibi laflar ederler.
Akıllı olan bir kimse, buradan onların sahtekâr veya aldanmış olduğunu bilmelidir. Çünkü bilen söylemez, söyleyen bilmez. Ayrıca büyük velîlerin bile keşiflerine şeytanın müdahale yolu açık iken, sıradan bir talibin rüya ve keşiflerine nasıl itibar edilebilir?
Bir kimse uluorta kendi keramet ve keşiflerinden bahsediyor ve özellikle de bunları kendinden biliyorsa, artık insaf edip o şahsın bir düzenbaz olduğunu anlamalıdır.
Bu tiplerin çoğunun akaidinde de bozukluklar vardır. Kendileriyle biraz sohbet edilse, bunlar teker teker ortaya çıkar. Yeter ki onlara muhatap olan şahısların akideleri düzgün ve bilgileri yerinde olmuş olsun. Ehl -i Sünnet alimlerinin ortaya koydukları inanç esaslarına zerre kadar ters düşüyorlarsa, onlardan meydana gelen harika hallerin keramet değil istidraç olduğunu bilmek gerekir.
İstidraç ehlinin göze çarpan diğer bir yönü de amellerdeki bozukluktur. Bunların daha ziyade kadınlarla olan muamele ve davranışlarında âdapsızlıklar göze çarpar. Mesela herhangi bir kadın cemaatini karşılarına alıp sohbet etmekten, hatta daha da ileri giderek onlara el öptürmekten çekinmezler. Halbuki, Sâdât -ı Kiram’ın yolunda bu tip muameleler kesin bir biçimde dinin açık hükümlerine aykırı kabul edilmiştir. Dolayısıyla böyle davranışlar içinde bulunanların kötü niyet, gaflet veya düzenbazlıkları ortadadır. Bu tiplerin alışverişlerinde, amellerinde ve ibadetlerinde de kuvvetle muhtemelen bozukluklar vardır. Çevresindekilerden menfaat elde etmek için de bazı telkinlerde bulunabilirler.
Yukarıdaki ölçüler de kâr etmezse, vicdanı dinlemek gerekir. Zira hakiki keramet sahibi bir kimse konuştuğu zaman dinleyenin kalbinde dünya sevgisi azalıp, Allah Tealâ’nın sevgisi ve O’na olan bağlılığı artar. Şayet böyle olmuyorsa adamın istidraç gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır.
Yukarıda anlattığımız tedbirlere ihtiyaç bırakmayacak en sağlam ölçü ise, hak bile olsa maddi kerametlerin hiç birine iltifat etmemek ve bu tür kerametlerin sahiplerinin ardına düşmemektir. Dikkati sadece kâmil mürşide çevirmek ve ondan gayrisine kalbi bağlamaktan uzak durmaktır.
Bil ki, mucizeler peygamberlerin fiilleri ve sünnetlerindendir. Keramet ise evliyanın eserlerindendir. Bu ikisinin arasındaki fark şudur: keramet evliyanın bâtın nurlarının sıfatıdır, mucize ise bir şeyin yoktan var olması, mahiyetinin değişmesidir.
Marifet sahiplerinden bazısı demiştir ki: “Keramet evliyaya, mucizeler peygamberlere mahsustur. Mucizeler peygamberlik davasına dayanır, onun doğruluğunun delili olarak gösterilir. Keramet ise evliyanın fiilde kuvvetlerini, ihtiyaca yettiklerini, olağanüstü bir şey ortaya koymakta Hak’la beraber olduklarını gösterir.”
Keramet bir iddiaya dayanmaz, zira icabete çağrıdır. Bilmelidir ki, kerametler yolun başındakilerin işlerindendir. Kâmiller keramet göstermekten çekinir, onunla meşgul olmaktan utanırlar.
Cüneyd Bağdadi’ye dediler ki:
- “Filan kişi Şat nehri üzerine seccadesini yaymış namaz kılıyor, havada uçuyor...” Şeyh şöyle buyurdu:
- “Yazık o oyuncakla oynamış, bulunduğu makamla yetinip, ileri gidememiş.”
Sonra onu çağırtıp irşad eyledi ve bu halden vazgeçirdi.
Hakk’ı aramayan, küçük şeyler peşinde koşan zâhir ehlinden bazıları, kâmilleri kendi akıllarına göre ölçüp değerlendirirler. Onların olağanüstü ve kıyaslanmaktan öte söz ve fillerine suizanda bulunup inkâr ederler. Hazreti Pir Efendimiz buyurur:
“Bir göründü onlara hep enbiya
Sandılar onlar gibidir evliya
İşte derler biz beşer onlar beşer
Biz gibi onlar uyur hem yer içer
Körlüğünden bilmedi onlar bunu
Ortada fark-ı azîm olduğunu
Yer biri amma olur buhl u hased
Diğeri yer de olur nûr-u Ahad
Evliyâyı kendine tutma nazîr
Gerçi bir imlâda vâki şîr ü şîr”
“O inkârcı muhalifler, peygamberlerle bir olduklarını iddia ederek isyan bayrağı açtılar.
O akılsızlar, peygamberleri de kendileri gibi sandılar da dediler ki,
Onlar da biz de beşeriz, onlar da bizim gibi yiyip içmeğe muhtaçtır.
Halbuki o ahmaklar, içlerinin körlüğünden ötürü aradaki sonsuz farkı bilmediler.
Gerçekten ikisi de yer, içer, ama bu yer; onun yediği pintilik ve hased olur, öteki yer; onun yediği bütün ilâhî nur ve sonsuz feyiz olur.
Temiz kalpli olan Hak seçkinlerinin işlerini, kendininkine kıyas etme. Aslan manasına olan “şir” kelimesiyle, süt anlamındaki “şir” kelimesi yazılışta birbirine benzer. Fakat sütle aslan arasında ne kadar fark vardır?”
Peygamberleri ve evliyayı inkâr edenler şekavet ehlidir, cehennemliktir, azap görmeyi haketmişlerdir. Hak Teâlâ evliyasını çok sevdiği için inkârcıları evliyasıyla meşgul etmek ister, yalnızca bu suretle onları kurtarıp cennetlik eder. İnançlarının artması ve cennetlik olmaları için kâmillerden kerametler ortaya çıkarır. Bunun üzerine inkârcılar imanlarını kuvvetlendirip kurtulanlardan olurlar.
Bir mümin tam bir inançla yüzünü kâmillere çevirip bütün ömrünü onların sevgisine sarf etse, gönül ehli olanların en yüksek derecesine ulaşır ki, bu şaşılacak bir şey değildir. Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyururlar:
“Ben, cömertliğimden, yabancılara bile kurtarıcı olduğum halde;
Has dostlarımdan lütfumu nasıl esirgerim?”
Hazreti Mevlânâ Efendimizin bütün sözleri, fiilleri, hareket ve hareketsizliği baştan başa keramettir. Onun zâhiri de bâtını da herkesçe, bütün insan ve cinler tarafından beğenilip övülmüştür. Nitekim buyurur:
Bazıları keramet üzerinde ısrarla dururken, diğerleri bunu inkar etmektedirler. Bununla ilgili iki makelenin ... Kerame
.
KUR'AN VE SÜNNETTE KERAMETİN DELİLİ VAR MIDIR?
Soru: "Fıkıh köşesini dikkatle takip ediyorum. Birçok meseleyi öğrenmemize vesile olduğunuz için teşekkür ederim (..) Türkiye'de tarikat konusunun, değişik açılardan tartışıldığı malumunuzdur. Şeriat, tarikat ve hakikat kavramları, insanların eğilimlerine göre mahiyet kazanmaktadır. Bazıları keramet üzerinde ısrarla dururken, diğerleri bunu inkar etmektedirler. Bununla ilgili iki makelenin fotokopisini size gönderiyorum. (..) Öğrenmek istediğim meseleler şunlardır: Tarikatın Hz. Ebu Bekir (ra) ile başladığı iddiası doğru mudur? Keramet'in mahiyeti nedir? Kur'an ve sünnette kerametin delili var mıdır?"
CEVAP: Önce şeriat, tarikat ve hakikat kavramları üzerinde duralım. İbn-i Abidin "Reddü'l Muhtar" isimli eserinde; "Tarikat, şeriat yolunu tutmaktır. Şeriat, mahdut bir takım şer'i amellerdir. Tarikat, şeriat ve hakikat birbirinden ayrılmayan üç şeydir. Çünkü insanı Allahu Teala (cc)'ya götüren yolun zahiri ve batını vardır. Zahiri tarikat ile şeriat, batını da hakikattir. Hakikatin, şeriat ve tarikat içerisindeki gizliliği, sütün içindeki kaymağın gizliliği gibidir. Süt çalkalanmadan kaymağı çıkmaz. Bu üç şeyden murad; kuldan beklenen kulluk vazifesinin, beklendiği şekilde yapılmasıdır." (l) diyerek, güzel bir tesbitte bulunmuştur. Muhakkak ki mükellefin; Allahu Teala (cc)'nın razı olacağı amelleri öğrenmesi ve ihlasla amel etmesi esastır. Tarikatın, Hz. Ebu Bekir (ra) ile başladığı şeklindeki iddianın, herhangi bir delili yoktur. Resul-i Ekrem (sav) hiç kimseye, gizli bir tebliğde ve telkinde bulunmamıştır. Tasavvufun temelinde; şikayeti ve sızlanmayı bir kenara bırakıp, teklifleri hakkı ile eda etme gayreti vardır. Sözden ziyade, hal ön plandadır. Seyyid Şerif Cürcani "Et-Tarifat" isimli eserinde: "Tasavvuf; şeriatın zahirini ve batınını, ahkamını ve adabını bilip, yaşamaktır" (2) diyerek, buna dikkati çekmektedir. Tasavvuf ıstılahında mürşid-i kamil; İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için, insanları cihada hazırlayan bir muallimdir. Bu tesbitten sonra kerametin mahiyetini izaha gayret edelim.
Ehl-i Sünnet ve'l cemaat'in müctehid imamları; keramet hadisesini, Resul-i Ekrem (sav)'in davasının doğruluğunun bir alameti olarak değerlendirmişlerdir. Akaid kitaplarında "Keramet haktır. Evliya'nın keramet göstermesi caizdir" hükmüne yer verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de; peygamber olmadıkları halde, harikulade hallere ve güzel nimetlere kavuşan salih kimselerin kıssaları anlatılmıştır. Önce bunları kısaca gözden geçirelim: Al-i İmran Suresi'nin 37.nci ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir şekilde kabul etti ve yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriyya ne zaman (Meryem'in bulunduğu) mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu: "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" dedi. O da, "Bu Allahu Teala tarafından geliyor. Şüphesiz ki Allahu Teala dilediğini hesapsız rızıklandırır" dedi." Burada üzerinde durulması gereken mesele şudur: "Bu rızk, normal bir şekilde mi, yoksa harikulade bir yolla mı gelmektedir?" Müfessirler "Eğer harikulade bir yoldan gelmemiş olsaydı, bunun zikredilmesinin bir manası olmazdı" (3) diyerek, konuya açıklık getirmişlerdir. Ayrıca "Rızk" kelimesi ayette nekre olarak zikredilmektedir. Bu verilen rızkı ta'zime delalet eder. Yani alışılmışın ve beklenenin dışında bir rızk olduğuna işaret vardır. (4) Hz.Süleyman (as)'ın vezirlerinden birisinin; Saba Kraliçesi Belkıs'ın tahtını, Yemen'den Filistin'e göz açıp-kapayıncaya kadar getirmesi harikulade bir hadisedir. (5) Bu vezir'in peygamber olmadığı (yani hadise'nin mu'cize ile izah edilemiyeceği) kat'i nass'la sabittir. Yine Kehf Suresi'nde "Genç yiğitler" (feta) olarak vasıflandırılan ve tağuti güçlere itaat etmemek için mağaraya sığınan kimselerin de peygamber olmadıkları malumdur. Ashab-ı Kehf'in; 309 yıl süren uykusunu, ancak keramet ile izah etmek mümkündür. Sahih-i Buhari'de; Resul-i Ekrem (sav)'in haber verdiği, bazı kerametlerin kaydedildiği sabittir. (6) Hz. Ömer (ra)'in; cum'a hutbesini irad ederken, Nihavend bölgesinde savaşan ordu komutanına "Dağa çekilin, dağa çekilin" diye seslenmesi ve Kumandan Sariye'nin bunu duyması ancak keramet ile izah edilebilir. (7) Misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Tarih boyunca keramet vakıasını inkar edenler ile istismar edenler arasında, münakaşalar olmuştur. Halen bu münakaşalar devam etmektedir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar-İst:l982 C:1 Sh:71. (2) Seyyid Şerif Cürcani-Et Ta'rifat-İst:ty Kaynak yay.Sh:59
(3) Geniş bilgi için/İmam Fahrüddin-i Razi-Mefatihu'l Gayb-C:8 Sh:30. Ayrıca El Alusi-Ruhu'l Meani-C:3 Sh:144
(4) Ebu's Suud Efendi-İrşadu's Akli's Selim-C:2 Sh:31, Ayrıca İmam Fahrüddin-i Razi-A.g.e.C:8 Sh:30.
(5) En Neml Suresi:40.
(6) Sahih-i Buhari: K.İcare:12, K. Enbiya: 48.
(7) El Acluni-Keşfu'l Hefa- Beyrut: 1352 .C:2 Sh:380-381
Keramet nedir? Ehli Sünnet inancına göre, Peygamberlerin mucize göstermeleri ve Allah dostu veli kulla
.
KERAMET VE ÇEŞİTLERİ -I-
109. Sayı
Ocak 2010
Takdim:
Keramet nedir?
Ehli Sünnet inancına göre, Peygamberlerin mucize göstermeleri ve Allah dostu veli kullardan keramet sadır olması haktır. Mucizeyi de kerameti de yaratan Allah’tır. Yani, peygamberlerin mucizeleri ile velilerin kerametleri Kitap ve Sünnet’le sabittir.
Keramet; Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından sevilen, her ahvalinde Hz. Peygamberin Sünneti üzere yaşayan veli kullara, yine Allah tarafından ikram edilen olağanüstü hallerdir.
Nitekim Kuran’da zikredilen Meryem Kıssa’sı; Vezir Asaf’ın, Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtını, Hazreti Süleyman aleyhisselama getirmesi ve Ashabı-ı Kehf olayı, Kuran’da anlatılan keramet örneklerindendir. Yine, Hz. Ömer radıyallahu anhın hutbe okurken, uzaklardaki Sariye’yi görüp ona seslenmesi, sesini ona duyurması, sahih birer vakadır.
Peygamberlere verilen mucizelerde hiçbir müminin şüphesi yoktur. Evliyadan meydana gelen keramet de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin mucizelerinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tabi olmayı gösterir.
Eğer Peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyanın kerameti de hâsıl olmazdı. Çünkü evliya, Peygamber’e tabi olup uyduğu için velayet makamlarına ulaşmış ve keramet dereceleri ona bahşedilmiştir.
Ulemanın ve evliyanın büyüklerinden olan Abdullah Dehlevi kuddise sırruh şöyle demiştir: “Hiçbir keramet ve harika, Allah-u Teala’yı sevmek ve Peygamberlerin Efendisine tabi olmak gibi olamaz.”
Abdülgani Nablusi ise “Evliyalığı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Peygamber ve evliya, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Harika, keramet hâsıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi, yalnız Allah-u Teala yaratmaktadır. Ancak Allah-u Teala, Peygamberlerini ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği mucize ve keramet gibi harikaları, nimetleri, bu zatlara ihsan etmiştir.”
Sözü burada asrımız muhakkik alimlerimizden üstad İsmail Çetin Efendi’ye bırakıyoruz;
Keramet, mûcizenin devamıdır. Taat ve ibadetler de onun tohumudur. Kerametler de tıpkı mûcizeler gibi çok çeşitlidir. Peygamberde her ne türlü mucize zuhur etmişse aynısı o peygamberin maneviyatının varisi (mirasçısı) olan velîde de zuhur edebilir. Kerametlerin çeşitleri pek çoktur; ancak biz bunlara en meşhur ve bilinenlerini misal vermekle yetinelim ve bilahare de azalara dair kerametlerden söz edelim.
Zehirin ve silahın tesir etmemesi:
Hazreti Ömer (ra)’a, bir hükümdar tarafından zehir gönderilmiş ve kendisi “besmele” çekerek o zehiri içmiştir ve bundan hiçbir zarar görmemiştir. Zehiri getiren kişi doktordu ve olayı görünce bayılmış, ayıldığında da bunun bir keramet olduğuna inanmıştır.
Az zamanda çok iş görebilmek:
İmam Gazali kuddise sırruhunun yazdığı eserler, hayatına taksim edilse her gün için 50 sayfa veya bir hesaba göre 18 sayfa düşer. İmam Şafii’nin eserleri için de, “Ancak on misli daha fazla yaşasa idi bu eserleri yazması mümkün olurdu” denilmiştir. Yine, İmam Sübki rahimehullahın eserleri, hayatına taksim edilse bunun için bir misli daha yaşaması ve her gün yazması gerektiği ortaya çıkar.
Âlemi misalde müşahede edilen etvar-ı tasavvurîdir:
Âlemi misal, rûhun cesetlenmesi demektir. (Burada her şeyin bir sureti vardır.) Bu keramete sahip olan zat, aynı anda iki yerde görülebilir. Musullu Kadi Burhan rahimehullah evliyanın ebdallar taifesindendi. Namaz kıldığını görmeyen bir âlim onu azarladı. O anda, onun bir ejderha olduğuna şahit oldu.
Başka bir misal, Kahire’de Suyutiyye Medresesi’nde şeyhülislamlardan biri abdest alırken, bir talebesi ona itiraz eder, bunun üzerine o zat, talebesinin elinden tutar ve bir anda onu Mekke’ye götürüp getirir. Ondan sonra talebe itirazı bırakır ve kendisine teslim olur.
Ölüleri diriltmektir:
İsa aleyhisselam ölüleri diriltmiştir. Şeyh Abdulkadir Geylanî, Şeyh Ehdel, Şeyh Ebû Yusuf, Şeyh Zeyneddîn el-Farûkî, Şeyh Fethaddin Yahya hazeratı, İmam Sübkî’nin “Tabakat-ı Kübra” isimli eserinde belirttiği gibi Allah’ın izni ile ölüleri diriltmişlerdir.
Şeyh Abdulkadir (ks) pişirilerek yenmiş bir tavuğu; Şeyh Ehdel bir kediyi; Şeyh Yahya bir hayvanı; Şeyh Ebû Yusuf bir adamı diriltmiş ve o adam uzun zaman yaşamıştır. Şeyh Zeyneddîn, Şam medresesinde bir talebesini ve onun avlusunda düşüp ölen erginlik çağına ermemiş bir çocuğu, çocuğun ailesi kendisine kısas davası açmaları üzerine –aradan üç gün geçmiş olmasına rağmen- diriltmiştir.
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’ın cenazesi, Ravza-i Mutahhara’nın kapısına getirildiğinde, Ebû Bekr (ra) yüksek sesle: “Esselamu aleyke ya Rasûlallah. Ebû Bekr kapınızdadır.” dedi. Bunun üzerine kapı açıldı ve Peygamber (sav)Efendimiz’in kabri şerîflerinden şu ses geldi: “Sevgili dostu, sevgili dostunun yanına dâhil edin!”
Ebû Bekr (ra)’ın kerametleri çoktur. Pek çok evliyada da buna benzer kerametler görülmüştür. Mesela, Mevlana Cami “Ve sallallah” isimli kasidesini ve Derviş Muhammed “Allahumme salli adde mesakîle…” sözleriyle başlayan salavat-ı şerîfesini okurken, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Efendimizin konuşmasıyla şereflenmişlerdir.
Ağaçların ve taşların seslerini işitmektir:
Şeyh Muhyiddin Arabi kuddise sırruhu, Şeyhülislam Takyeddin bin Dakîkul İyd gibi zevatta görüldüğü gibi.
Ayan-ı Sabite’nin değişmesidir:
Şeyh İsa Hettari el-Yemanî’den rivayet edilir ki, Yemen hükümdarı ona iki bardak şarap gönderir. Şeyh İsa hazretleri bunları eline alır ve biraz durduktan sonra besmele çeker ve cemaatine: “Şu pekmezi için.” buyurur. Şarap, gerçekten pekmeze dönüşmüştür. Bunun üzerine Yemen hükümdarı, ölene kadar onun tekkesinde hizmet etmiştir.
Suda yürümek ve havada uçmaktır:
Buna “tayy-i mekan” denilmiştir ve pek çok evliyada görülmüştür.
Hayvanlara hâkimiyettir:
Şeyh Musa el-Enzeli aslana binmiştir. Hazreti Abdullah bin Ömer radıyallahu anhuma, aslanı ve pek çok yırtıcı hayvanı memleketinden kovmuştur.
Tayyi zaman (zaman içinde zaman görmek):
“Letaif-ul Minen adlı” eserinde İmam Şa’rani kuddise sırruh, kendisine vaki olan bu halden bol bol söz eder. (devam edecek)
Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- de, Vedâ Hutbesiʼnde şöyle buyurmuştur:
“…Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Cennetʼte Kevser Havuzu’nun başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..
…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamberinin Sünnetiʼdir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
TASAVVUF KEŞİF VE KERÂMETLERE ERME EĞİTİMİ DEĞİLDİR!
İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, zühd, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, gıybet, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur. Yoksa sadece riyâzet ve mücâhede gibi birtakım temrinlerle, keşif ve kerâmetlere erme eğitimi değildir.
KERÂMET MANEVİ İLERLEMENİN ÖLÇÜSÜ DEĞİLDİR!
Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir. Nitekim pek çok rivâyette[1] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbet ve sadâkatiyle müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.
ÖNEMLİ OLAN İSTİKAMET ÜZERE YAŞAMAKTIR!
Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, hattâ gurur ve şöhrete sebep olan bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan;Kurʼân ve Sünnetistikâmetinde yaşayabilme üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa, bu bir (kerâmet değil)istidraçtır.” buyurmuştur.
ALLAH KATINDA EN DEĞERLİ OLANLAR, TAKVÂLI OLANLARDIR!
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:
“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:
«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[2]
Zira âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ
“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (en değerli olanlarınız), en çok takvâlı olanlarınızdır (Oʼna karşı gelmekten en çok sakınanlarınızdır)…” (el-Hucurât, 13)
Dipnotlar: [1] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26. [2] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları
Hz. Peygamber’in nübüvveti esnasında ortaya koyduğu mucizeler,manevî (aklî), hissî (maddî) ve haberî olmak üzere üç şekilde sınıflandırılmıştır. Manevî mucizeye en büyük örnek Kur’an’dır. Çünkü Kur’an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an)hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer doğru söyleyenler iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara, 2/23). Bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mucize verilmiş olmasın. Bana mucize olarak verilen ise ancak Allah’ın bana vahyettiğidir.” (Buhârî, İ’tisâm, 1). Hissî mucize olarak, Ay’ın ikiye bölünmesi, Hz. Peygamber’in parmaklarının arasından suyun akması, bir ziyafet esnasında zehirlenmek istenince olaydan haberdar olması, bir hurma kütüğünün teessürünü inilti şeklinde duyurması; haberî mucizeler için de Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethi, İslam’ın tebliği ve meydana gelen savaşlarla ilgili açıkladıkları olay ve haberler örnek olarak gösterilebilir.
Keramet nedir?
Sözlükte değer, kıymet gibi anlamlara gelen kerâmet, dini bir kavram olarak Peygamberlik iddiasıyla bir ilgisi olmaksızın bir mü’minde harikulâde (olağan üstü) bir halin meydana gelmesi demektir. Şayet bu hâl kendisinde meydana gelen kimse amelleri sâlih olan biri değilse o hârikulâde hale istidrâc adı verilir. Keramet, Allah’ın veli kuluna bir ikramıdır. Asıl kerâmet, kişinin istikâmet üzere bulunması, hal ve hareketlerinin Kur’an ve Sünnet’e uygun olmasıdır.
Vahiy nedir, çeşitleri nelerdir?
Sözlükte gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, îma ve işâret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve göndermek anlamlarına gelen vahiy, dini bir terim olarak, Allah’ın Peygamberlerine iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla bildirmesine denir.
Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar, vahiy ürünüdür. Vahiy, ilâhi ve gayr-i ilâhi olmak üzere iki kısma ayrılır. İlâhi vahiy, Allah’ın vahyi demek olup 5 çeşittir:
1- Cebrail’e (Necm, 53/10) ve diğer meleklere vahyi (Enfâl, 8/12).
2- Cansız varlıklardan yeryüzüne (Zilzâl, 99/4-5) ve gökyüzüne (Fussilet, 41/12) vahyi. Bu vahiy, “emretmek” anlamındadır.
3- Canlılardan bal arısına vahyi (Nahl, 16/68-69). Bu vahiy, ilham, içgüdü anlamındadır.
4- İnsanlardan Hz. Musa (a.s)’ın annesine (Kasas, 28/7) ve Hz. İsâ (a.s)’ın havarilerine (Mâide, 5/111) vahyi. Bu vahiy, fıtrî ilham, îma, emir anlamındadır.
5- Peygamberlere vahiy (Nisâ, 4/162. A’râf, 7/117, 160) Bu vahiy, ıstılâhî anlamdaki gerçek vahiydir. Vahiy denince ilk akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy, sözlü, sözsüz ve Cebrail vasıtasıyla olur. Sözlü vahiy, Allah’ın perde arkasından Peygamberine hitap etmesidir. Sözsüz vahiy; rüyada veya uyanık iken vahyin Peygamberin kalbine ilkası şeklinde olur. Cebrail vasıtasıyla vahiy;
a) Peygamber uyanık veya uykuda iken vahyi Peygamberin kalbine ilkası ile,
b) Cebrail’in melek veya insan suretinde vahiy getirmesi ile,
c) Cebrail görünmeden vahyin çıngırak sesi şeklinde gelmesi ile olur.
Vahyin geliş şekillerinden bir kısmı, Şûrâ suresinin 51. âyetinde bildirilmiştir. Vahiy, Allah ile Peygamber arasında bir sırdır. Mahiyetini insanların tam anlaması imkansızdır. Vahiy geldiği anda Peygamber titrer, rengi değişir, alnı terler ve nefesi sıkışırdı. Hz. Muhammed (a.s.) gelen vahyi aynen hafızasına alır (Kıyamet, 75/16-19), sonra vahiy katiplerine yazdırırdı. Her sene Ramazan ayında inen âyetleri ve sûreleri Cebrail’e okuyup arz ederdi.
Gayr-i ilâhi vahy yani ilâhi olmayan vahy ise, cin ve insanlar arasında cereyan eden vahye denir. Zekeriya (a.s)’ın kavmine vahyi gibi (Meryem, 19/11), bu vahiy, imâ ve işâret etmek anlamındadır. Şeytanın şeytana vahyi gibi (En’âm, 6/121); bu vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamındadır.
İlham nedir?
İlhâm, Allah’ın doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması, feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi, kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu demektir. İlhamın kaynağı Allah veya melektir. Veliler, ilhamı Peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. İlham, bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) âniden ortaya çıkar. Bir âyette, Allah’ın insan benliğine hem takvâyı hem de fücuru (kötülük duygusunu) ilham ettiği belirtilmektedir (Şems, 91/8). Hz. Musa’nın annesine yapılan vahyin doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham anlamına geldiği genellikle müfessirlerce kabul görmüştür. Hz. Peygamber, Allah’ın kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamdettiğini açıklamış (Buhârî, Tevnîd, 36), bir sahabiye “Allah’ım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” şeklinde dua etmesini öğretmiş (Tirmizî, Daavât, 69), “Sizden önceki ümmetler içinde ilham olunan kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böyle birisi varsa o Ömer’dır” buyurmuştur (Buhârî, Enbiyâ, 54). İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dîni konularda delil olarak kullanılamaz. Zira ilhama dayalı bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşır.