|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
"Mürşidim bir kadındır!.."
01-01-2017 02:00
İran’ın Bistam şehrinde dünyaya gelen büyük velî Bâyezid-i Bistâmî hazretlerine, bir gün sevdikleri “Mürşidiniz kimdir efendim?” diye sordular.
Büyük velî buyurdu ki:
“Mürşidim bir kadındır.”
Anlamayıp durakladılar.
Şöyle anlattı onlara:
Ben, aşk-ı ilâhîyle kendimden geçmiş hâlde bir yolda yürüyordum.
Bir kadına rastladım.
Sırtında “un çuvalı” vardı.
Ve çok zor götürüyordu.
Beni görüp, dedi ki:
“Az yardım eder misin?”
O an bir “aslan” gördüm.
Bir kafesin içindeydi.
Kafesten çıkıp geldi.
Ben, çuvalı kadından aldım.
O aslanın sırtına yükleyip;
“Haydi bacım, bu hayvan sana yardım etsin” dedim.
O vaziyette gittiler.
Bir müddet geçti.
Kadın dönünce sordum:
“Aslan dediğimi yaptı mı?”
“Evet yaptı, ama sen o hayvana zulmettin.”
“Neden zulmetmişim?”
“Çünkü aslan, yük hayvanı değildir. Ona yük taşıttırmakla, zulmetmiş oldun” dedi.
Ben de ona;
“Doğru söylüyorsun” dedim.
Ve ağlayıp çok istiğfar ettim!
Affım için Rabbime yalvardım.
İşte o günden sonra bana “Senin hocan kim?” dediklerinde, o kadını hatırlarım. Çünkü bana mühim bir şey öğretmişti.
.Niçin yükselemiyorum?.."
02-01-2017 02:00
İran’ın Bistam şehrinde dünyaya gelen, büyük velî Bâyezid-i Bistâmî hazretlerine, bir Müslüman geldi bir gün.
Ve büyük edeple;
“Efendim, bendeniz otuz senedir gündüzleri oruç tutuyorum, geceleri de namaz kılıyorum. Ama bende mânevî bir ilerleme olmuyor, acaba sebep nedir?” diye sordu.
O, kalp gözüyle bakıp;
“Senin işin zor. Üç yüz sene ibâdet etsen de, bu nefis engelinle bir yere varamazsın” buyurdu.
O kimse üzüldü!
Ve tekrar sordu:
“Bunun ilâcı yok mudur?”
“Var, ama sen yapamazsın.”
“Aman hocam, zor olsun. Nedir o, lütfen söyleyin” dedi.
Büyük velî buyurdu ki:
“Pekâlâ, üzerine eski bir elbise giyeceksin. Eline de bir torba ceviz alıp, seni tanıyanların göreceği bir yerde çocuklara seslenip ‘Ey çocuklar!.. Bana bir tokat vurana bir tane ceviz var’ diye bağıracaksın.”
Adam düşündü...
Evet diyemedi.
“Başka bir şey söyleyin de onu yapayım” dedi.
Büyük velî;
“Senin ilâcın budur. Bunu yapabilirsen ilerlersin” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta sordular:
“İyi insan nasıl olur efendim?”
Cevabında;
“İyi insan olmak için, helâle harama dikkat etmeli, Allah’ın mahlûklarına merhametli olmalı ve evliyâ zâtların sohbetine devam etmelidir ki üçü de çok mühimdir” buyurdu.
.Köpeğe niçin yol verdi?
03-01-2017 02:00
Kabr-i şerîfi İran’ın Bistam şehrinde olan Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, bâzı talebesiyle bir yere gidiyordu...
Dar bir yola geldiler.
Karşıdan da gelen vardı.
Bir “köpek” geliyordu...
Mübarek zât onu görünce, kendi durup geri çekildi.
Yol verdi hayvana.
Buna, yanındaki talebeler bir mânâ veremediler?!
Kalplerinden;
“İnsan, hayvandan şereflidir. Üstelik de hocamız sultan-ül ârifîn’dir. Buna rağmen kendi geri çekilip yol verdi o hayvana. Sebep nedir acaba?” diye düşünmüşlerdi.
O zât bunu anladı.
Ve onlara sordu:
“Şu köpek, lisan-ı hâliyle bize ne dedi biliyor musunuz?”
“Bilmiyoruz hocam.”
Buyurdu ki:
“O hayvancağız bize ‘Ey Bâyezid! Sana evliyâlık hırkasını, bana ise köpeklik postunu giydirdiler. Lâkin şunu unutma ki bunun tersi de olabilirdi’ dedi. O böyle söyleyince geri çekilip ona yol verdim.”
Böyle söyledi.
Ve ilâve etti:
“Onun için birini uçarken görseniz bile onun faziletine hükmetmeyin.”
Gençler sordu:
“Bir insanın fazileti başka nasıl anlaşılır hocam?”
Buyurdu ki:
“Bir kimse İslâm’ın her emrine titizlikle uyuyor, farzları yapıp haramlardan kaçıyor, Ehl-i sünnet âlimlerini de seviyorsa fazilet sahibidir, ona yaklaşın. Fazilet sahibi olmanın ölçüsü budur. Bu iki şeyde gevşeklik varsa, bu da felâketin başlangıcı demektir.”
."Kandilin ışığı niye yok?.."
04-01-2017 02:00
İran’ın Bistam şehrinde doğan ve orada vefat eden Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, talebesiyle bir sevdiğinin evine, misafirliğe gitmişti.
Ev sâhibi “kandil” yaktı.
Fakat oda aydınlanmadı.
Hazret-i Bâyezid sordu:
“Kardeşim! Bu kandilde bir acayiplik var. Yanıyor, ama ışık vermiyor, acaba sebep nedir?”
Ev sâhibi kalktı.
Büyük bir edeple;
“Efendim, biz bu kandili bir geceliğine komşudan emânet almıştık. Dün gece gâyet güzel ışığını verdi, şimdi vermiyor, ben de anlamadım” diye arz etti:
Büyük velî ev sâhibine;
“Sen bu kandili götür o komşuya. Dün için teşekkür et. Bu gece yakmaya da tekrar izin al” buyurdu.
Ev sâhibi;
“Peki efendim” dedi.
Kandili komşuya götürdü.
İzin alıp geldi ve yaktı yine.
Öyle güzel yandı ki, oda ışıkla doldu.
Mübârek zât buyurdu ki:
“Tamam şimdi oldu.”
● ● ●
Bu zât bir gün yanlışlıkla bir “karıncayı” ezmişti. Öyle çok üzüldü ki yüreğinde hissetti acısını!
O ölü karıncayı avcuna aldı.
Şefkat ve merhametle baktı.
Ve kırık bir kalple yalvardı:
“Yâ Rabbî!.. Bunu dirilt.”
Karıncada bir kıpırdama oldu.
Ve canlanıp başladı yürümeye.
● ● ●
Bu zât, bir sohbetinde;
“Kardeşlerim! Gıybetten çok sakının. Zîra bu günah, annesiyle zina yapmaktan daha büyük günahtır” buyurdu.
."İslâmiyette ‘kul hakkı’ vardır”
05-01-2017 02:00
İran evliyâlarından ve Silsiye-i aliyyenin büyüklerinden olan Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, bir gün çamurlu bir yoldan yürüyordu.
Bir ara ayağı kaydı.
Tam düşecekti.
Bir duvara tutundu.
Düşmekten kurtuldu...
Duvarın sâhibini bulup;
“Kardeşim! Düşmemek için senin duvarına tutundum. Duvardan bir miktar toprak düştü. Hakkını helâl et” buyurdu.
● ● ●
Adam Mecusiydi.
Ateşe tapıyordu.
Hayretle sordu:
“Sizin dîniniz bu kadar hassas mıdır?”
Büyük velî;
“Elbette… İslâmiyette ‘kul hakkı’ vardır” buyurdu.
Adam şaşırdı.
“Kul hakkı mı?”
“Evet, bugün helâlleşmezsek yarın mahşer gününde ödemek çok zor olur.”
“Canım, bu kadarcık az bir şeyden ne çıkar ki?”
Büyük zât;
“Olsun, Rabbimiz, her günahı affetse de ‘kul hakkı’nı affetmez. Onun için mutlaka helâl etmelisin” buyurdu.
Adam durdu, düşündü...
Kalbine “hidâyet nurları” doldu.
Ve cân-ü gönülden “Ben hakkımı helâl ettim. Sen de bana dîninizi öğret” dedi.
“Kelime-i şehâdeti” söyledi.
Ve o gün Müslüman oldu...
.Acele tövbe edin!.."
06-01-2017 02:00
İran evliyâlarından ve Silsiye-i aliyyenin büyüklerinden olan Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bir gün nasîhat istediler.
Onlara cevâben;
“Bir günah işlediğinizde acele tövbe edin” buyurdu.
Biri sordu ki:
“Geçim darlığı için ne tavsiye edersiniz efendim?”
Cevap aynıydı:
“Tövbe edin!”
“Hastalıktan kurtulmak için ne yapalım efendim?”
“Tövbe istiğfâr edin.”
Bir başkası sordu:
“Çocuğumuz olmuyor efendim... Ne tavsiye edersiniz?”
“Tövbe istiğfâr edin!”
Adam şaşırdı;
“Çocuk için de mi tövbe edelim efendim?”
“Evet.”
“Hikmeti ne efendim?”
“Çünkü tövbe istiğfâr öyle bir anahtardır ki, onun açmadığı kapı yoktur” buyurdu
● ● ●
Bir genç de, nasîhat istedi bu zâttan.
Cevâben buyurdu ki:
“Müminleri sevindir.”
Genç sordu:
“Nasıl sevindireyim efendim?”
“Bir sıkıntısını gider, bir derdine derman ol.”
“Bu iş çok mu sevaptır efendim?” dediğinde;
“Evet, Peygamberimiz; ‘Allahü teâlânın, farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir’ buyuruyor” diye cevap verdi.
.Tövbe ve yağmur...
07-01-2017 02:00
Şam’da yaşayan Bilâl bin Sa'd hazretleri, Tâbiîn’in âlimlerinden bir Allah dostudur.
Duâsı makbuldü.
Ânında kabul olurdu.
Şöyle ki:
Bir ara, Şam'da uzun süre yağmur yağmamıştı. Hattâ insanlar susuzluktan kırılıyordu!
Çâresizdiler!..
Topluca bu zâta gelip birlikte “yağmur duâsına” çıktılar.
Büyük velî seslendi:
“Ey insanlar! Biliniz ki belâ ve musîbetler, işlenen günahlar sebebiyle gelir. Siz hepiniz günahkâr olduğunuzu îtiraf ediyor musunuz?”
Halk bunu işitti.
Ve cevap verip;
“Evet, biz çok günahkârız. Ama pişmân olduk, af diliyoruz!” diye bağırdılar.
Büyük velî kaldırdı ellerini.
Yalvardı âlemlerin Rabbine:
“Yâ Rabbî! Sen Kur’ân-ı kerîmde ‘Îmân edip de doğru söyleyenlerin duâlarını kabul ederim’ buyuruyorsun. Biz, sana îmân edip doğruyu söyledik, şimdi çok pişmânız. Affını diliyoruz. Bizi bağışla ve bize yağmur gönder!” dedi.
İnsanlar toptan;
“Âmiiin” dediler.
O anda yağmur yüklü “bulutlar” toplanmaya başladı.
Gök gürledi.
Şimşekler çaktı
Ve rahmet boşaldı.
Öyle ki; halk ıslanmamak için sağa sola kaçıştılar...
.Ölmek ister misin?"
08-01-2017 02:00
Tâbiîn’den olup Şam’da yaşayan Bilâl bin Sa'd hazretleri, bir gün sevdiği bir gence sordu:
“Sen ölmek ister misin?”
“Hayır efendim, henüz değil.”
“Neden oğlum?”
“Biraz daha yaşayıp iyi ameller yapmak istiyorum hocam.”
“Peki, ömrün var mı o kadar?”
“Bilmiyorum hocam.”
Buyurdu ki:
“Evlât! Mâdemki ne zaman öleceğini bilmiyorsun, o hâlde ne yapacaksan şimdi yapsana. Niçin yarını bekliyorsun?”
● ● ●
Yine bir gün sevdiklerine;
“Günahın küçük olduğunu değil, onu kime karşı işlediğinizi düşünün. Biz Onu görmüyorsak da O, bizi görüyor. Dünya sevgisi, günahların başıdır” buyurdu.
Sordular ki:
“Dünyadan maksat nedir?”
Cevap tek cümleydi:
“Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir.”
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde de; “Düşman karşısında bir farz namazı kılmak mümkün olduğu hâlde terk etmek, yediyüz büyük günah işlemiş gibidir. Yâni Müslüman, her gün beş vakit namazını kılan insan demektir” buyurdu.
Sordular ki:
“Namazı kazâya bırakmak için hiç özür yok mudur efendim?”
Buyurdu ki:
“İki özür var. Biri uyumak, öbürü unutmaktır.”
.Hikmetinden sual olunmaz...
09-01-2017 02:00
Şam’da yaşayan Bilâl bin Sa'd hazretleri, bir gün şunu anlattı:
Hakk teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmak isteyince;
“Ey arz! Ben, topraktan insan halk etmeyi diledim” diye ferman eyledi yeryüzüne.
Ve buyurdu ki:
“İtaat edenlere, mükâfat olarak cenneti veririm. Âsiler cehennemde yanarlar!”
Yeryüzü arzetti ki:
“Yâ Rabbî! Bu, itaat edenlere büyük ihsandır. Ama isyân edenlerin cehennemde yanmalarına dayanamam.”
Hakk teâlâ Hazret-i Cibrîl’e;
“Yâ Cebrâil! Yeryüzüne in. Oradan bir miktar toprak getir” buyurdu.
Hazret-i Cibril, yere inip de toprak alacağı zaman yeryüzü yalvardı:
“Yâ Cebrâil, benden toprak alma!”
“Neden?”
“Yarın isyân edip azâba düşerler.”
Hazret-i Cebrâil, bu feryada acıyarak geri döndü.
Ve arz etti:
“Yâ İlâhî! Her şey sana mâlûm.”
Hakk teâlâ Hazret-i Mîkâil’e emretti.
O da yeryüzüne indi.
Yine aynı şey oldu.
Hazret-i İsrâfil de emirle yere indiyse de o da “eli boş” döndü. En sonunda, Hazret-i Azrâil’e emretti Cenâb-ı Hakk.
Yeryüzü, ona da feryat edip yalvardı ise de o dinlemedi. Her kıtadan birer avuç toprak getirdi.
Ve bir yerde biriktirdi.
Bu topraklar, kırk arşınlık bir yığın oldu o yerde. Dünyanın çeşitli yerlerinden alındığı içindir ki, insanlar da çeşitli renk, huy ve tabîattadırlar...
.“Bu dereceye ne ile yükseldiniz?”
10-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Bişr-i Hafî hazretlerine; “Bu dereceye ne ile yükseldiniz?” diye sordular.
“Bir şeyle” dedi.
Ve şöyle anlattı:
Sarhoştum. Çamurlar içinde bir “kâğıt” görüp aldım.
Üzerinde “Allah” yazılıydı.
Yıkayıp temizledim.
Güzel koku sürüp yükseğe astım.
Sordular ki:
“Bu kadar mı efendim?”
“Evet, ben Rabbimin ismini yücelttim. Rabbim de beni yüceltti.”
● ● ●
Bişr-i Hafî hazretleri, yalın ayak gezerdi. Bunun için Bağdat sokakları temiz olur, hayvanlar da kirletmezdi.
Ama bir gün geldi.
Bir hayvan yere pisledi.
Sâhibi bunu görünce;
Derinden bir "âh" etti.
Sordular ki:
“Neden âh edersin?”
“Bişr-i Hafî vefat etti.”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Hayvanım ilk defa yere pisledi de ondan” dedi.
Az sonra duyuldu acı haber...
● ● ●
Evet, Bişr-i Hafî vefat etmişti.
Tâziyesine gidenler sordular:
“Bişr nasıl vefat etti?”
“Dünyaya geldiği gibi.”
“Nasıl?”
“Dünyalık olarak tek bir gömleği vardı. Onu da bir fakire verip gömleksiz rûhunu teslim etti. Yâni dünyaya gömleksiz gelmişti, gömleksiz de gitti” dediler.
."Umreye niçin gidiyorsun?"
11-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Bişr-i Hafî hazretlerinin huzûruna, bir gün “zengin” bir kimse gelip;
“Umreye gidiyorum” diye arz etti.
Büyük velî sordu:
“Yol harçlığın ne kadar?”
“İki bin dirhem efendim.”
“Umreye niçin gidiyorsun?”
“Allah rızâsı için.”
Buyurdu ki:
“Umreye gitmeden de Allah'ın rızâsını kazanmak mümkün. Sana, ondan daha çok sevap olan bir iş desem yapar mısın?”
“Yaparım efendim.”
“Pekâlâ, bugün bir lokma ekmeğe muhtaç olan nice yetim ve öksüz var. Paranı bunlara verirsen bu yolla da rızâ-i ilâhîyi kazanırsın” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Bir Müslümanın sıkıntısını gidermek, yüz umreden kıymetlidir.”
Adam bu cevâbı aldı.
Ama memnun olmadı.
Yine bildiğini yaptı!..
● ● ●
Bu zât şöyle anlatıyor:
Büyüklerden biri, bir kimseyi namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü.
Buna çok üzüldü.
Ve sordu hemen:
“Sen ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?”
O kimse dedi:
“Kırk senedir.”
“Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed aleyhisselamın dîni üzere ölmezsin” buyurdu.
.Allah seni görüyor!..
12-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan Bişr-i Hafî hazretleri zamanında bir kişi, eline bir “bıçak” almış, hiddetle bir zavallıya saplamak istiyordu!
Üstelik de çok güçlüydü.
Kimse mâni olamıyordu.
Öbürüyse can havliyle çırpınıp duruyordu çâresizce!
Güçlü olan, bıçağı kaldırdı.
Tam adama saplayacaktı.
O anda Bişr-i Hafî hazretleri, onu bu vaziyette gördü.
Yaklaştı yanına.
Ve bir şey söyledi ona.
Adam bunu duyunca, indirdi kolunu.
Ve “bıçak” düştü elinden.
Kendi de bayıldı hemen.
Zavallı kurtulmuştu.
İnsanlar, o zâlimin yanına koştular.
Baktılar, zor nefes alıyor.
Sordular ki:
“O zât sana ne dedi ki, bayılıp yere düştün?”
Dedi ki:
“O ihtiyar, bana ‘Senin bu yaptığını, Cenâb-ı Hakk görüyor’ dedi. O böyle söyleyince korku geldi kalbime! Sonrasını hâtırlamıyorum.”
● ● ●
Bir gün de eşyasını çaldılar bu zâtın.
O, bunu öğrenince başladı ağlamaya!
Fudayl bin İyâd hazretleri gördü.
Yanına yaklaşıp sordu:
“Malın çalındı diye mi ağlıyorsun?”
“Hayır.”
“Ya niçin ağlıyorsun?”
Buyurdu ki:
“O hırsız, mahşer günü bu günâhın hesâbını veremezse cehenneme girecek. O ateşe nasıl dayanacak? Bunun için ağlıyorum.”
."Sana bir haberim var!..”
13-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan Bişr-i Hafî hazretleri, gençliğinde içki içerdi.
Bir gün yine sarhoştu.
Sallanarak giderken yerde, çamurlar arasında bir “kâğıt” gördü.
Üzerinde “Allah” yazılıydı.
İçi sızlayarak eğilip aldı.
Çamurunu giderdi.
Üzerine “güzel koku” sürdü.
Ve evinin duvarına astı.
O gece bir kimse rüyâ gördü.
Bu, Bişr’in tanıdığı biriydi...
Demircilik yapıyordu.
Gâipten bu kimseye “Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten dolayı Allahü teâlâ ondan râzı oldu. O, Rabbinin ismini nasıl temizlediyse Allahü teâlâ da onu günah işlerden temizler” denildi.
Ve uyandı uykudan.
Bişr'i iyi tanıyordu.
İçki içtiği meyhâneye koştu.
Dışarıdan seslendi ona:
“Ey Bişr, dışarı çık!”
Bişr tanımıştı bu sesi.
Meyhâneden çıkıp geldi.
Demirci, müjde verdi ona:
“Ey Bişr! Sana bir haberim var.”
“Kimden haber var?”
“Allahü teâlâdan.”
“Yoksa bana kızıyor mu?”
“Hayır, iyi haber var” dedi.
Ve gördüğü rüyâyı anlattı.
Bişr, sevinçle meyhâneye girdi.
Ve arkadaşlarına;
“Beni çağırdılar, gidiyorum. Artık beni bu meyhânede göremeyeceksiniz!” diye seslendi.
Bütün günahlarına tövbe etti...
İlim öğrenmek için Bağdat'a gitti.
Büyük bir “evliyâ” olarak döndü...
.Allah seni görüyor!.."
14-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Bişr-i Hafî hazretleri anlatıyor:
Bağdat'ta bir genci gördüm ki askerler kırbaçla dövüyorlardı kendisini!
Yanına gittim.
Dikkat ettim.
Yüz kırbaç vurdular da yine hiç sesini çıkarmadı genç adam...
Sonra onu bağladılar.
Ve hapse götürdüler...
● ● ●
Merak edip yanına gittim.
Ve sordum ki;
“Askerler seni niçin dövdüler?”
Dedi ki:
“Kız meselesi efendim... Bir kıza âşık oldum. Onu sevdiğim için dövüp hapsettiler.”
Üzüldüm.
Sordum ki;
“Peki, askerler seni döverken niçin hiç sesini çıkarmadın?”
Dedi ki:
“O anda sevdiğim de bana bakıyordu. O beni görürken sesimi çıkaramazdım.”
Dedim ki;
“Allah da seni her an görüyor, bunu bilmiyor musun?”
Genç, bunu işitti.
Sarardı birden...
Korkarak sordu:
“Gerçekten Allah beni hep görüyor mu?”
“Elbette… Hattâ kalbinden geçenleri bile biliyor” dedim.
Genç, bunu işitince titredi!
Ve olduğu yere yığılıverdi!
Baktım, nefes almıyordu.
Allah korkusundan ölmüştü!..
.Peşinden tâkip etti...
15-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan Bişr-i Hafî hazretleri zamanında bir adam, bu zâtın büyüklüğünü bilmiyordu...
Bir gün gördü bu velîyi.
Hemen takıldı peşine.
Kendi kendine "Bu zât için evliyâ diyorlar. Bakayım doğru mu?" diye düşünüyordu.
Gördü ki, fırından ekmek aldı.
Kebapçıdan da kebap ve helva.
Yine kalbinden "Nefsini ne de çok seviyormuş" dedi...
Nihâyet bir köye vardılar.
Bişr-i Hafî bir câmiye girdi...
Orada yatalak bir “hasta” vardı.
Aldıklarını ona yedirdi.
Sonra çıkıp gitti.
Bu defâ bu adam içeri girdi...
Ve sordu hastaya:
“O giden kimdi?”
“Ona Bişr-i Hafî derler. Cumâ günleri ziyâretime gelir ve getirdiği yiyecekleri eliyle bana yedirir” dedi.
“Senin kimsen yok mu?”
“Yok maalesef.”
“Peki, burası Bağdat'a uzak mı?”
“Bir günlük yoldur.”
“Nasıl olur, biz çabucak geldik.”
“Bişr-i Hafî hazretleri, evliyâdır. Bir günlük yolu az zamanda gider. Sen de onu tâkip ettiğin için farkına varmamışsındır.”
“Peki, Bağdat'a nasıl dönerim?”
“Bekle, bir hafta sonra o yine gelir, birlikte dönersiniz” dedi.
Ertesi cuma günü oldu.
Bişr-i Hafî hazretleri geldi.
Adam, özür diledi kendisinden.
Ve birlikte yola çıktılar...
Onun yanında birkaç adım atınca Bağdat'ta buldu kendisini.
Hem de tam evlerinin önünde.
Artık “talebesi” olmuştu bu zâtın...
.Bu dereceye ne ile erdin?"
16-01-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Bişr-i Hafî hazretleri anlatıyor:
Bir gece rüyâda Hazret-i Peygamberi (aleyhissalatü vesselâm) gördüm.
Bana sordular ki:
“Ey Bişr! Allah sana bu dereceyi niçin verdi, biliyor musun?”
Arz ettim ki:
“Bilmiyorum yâ Resûlallah!”
Cevâbını merak ettim...
Bana doğru döndüler.
“Şu üç şey için verdi. Birincisi; dînimizin emirlerine tam riâyet ediyorsun. İkincisi; evliyâ zâtlara hizmet ediyorsun. Üçüncüsü de; benim akrabâ ve Eshâbımı çok seviyor ve din kardeşlerine nasîhat ediyorsun” buyurdular.
● ● ●
Yine kendisi anlatıyor:
Bir gün ‘cüzzamlı’ ve ‘kör’ birine rastladım.
Vücudundaki yaraların üzerine binlerce “karınca” üşüşmüş, yerlerdi bedenini.
Kendisine acıdım.
Başını kucağıma aldım.
Nihâyet ayılıp beni gördü ve “Rabbimle aramıza giren bu adam kim?” dedi hemen.
Kendimi tanıttım.
Acıdığımı söyledim.
O kimse, bana;
“Mühim değil. Vücudum lime lime olup etlerim dökülse de, Rabbime olan muhabbetim hiç azalmadı... Çünkü Sevgili’den gelen de sevgilidir. O, çok sevdiklerine böyle belâ gönderir” dedi.
Çok hoşuma gitti.
İbret aldım kendisinden.
.Ölüm acısı çok şiddetlidir!..
17-01-2017 02:00
Bağdat evliyasından Ali bin Muvaffak hazretlerine, bir gün “felçli” ve “kötürüm” bir kimseyi getirip “Efendim, bir dua edin de şifa bulsun” diye rica ettiler.
On senedir felçliydi.
Arabayla getirmişlerdi.
Mübarek zat elini kaldırdı.
Ve hastanın omuzuna koyup “Kalk, niçin arabada oturuyorsun?” buyurdu.
Adam şaka sandı bu sözü.
Lâkin ciddiydi mübarek.
Elinden tutup;
“Haydi, kalksana!..” dedi bir daha.
Adam fırlayıp kalktı ayağa.
Kendi de şaşırmıştı!..
Yanındakiler de.
Turp gibi olmuştu.
Yürüyerek döndü evine.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine;
“Ölüm acısı çok şiddetlidir” buyurdu.
“Nasıl meselâ efendim?” dediklerinde;
“Sanki bir diken dalını bir kişinin içine koymuşlar, kuvvetli bir kimse onu çekiyor. Kestiğini kesiyor, kalan kalıyor gibi olur” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sevdikleri;
“Efendim, dertlerden, sıkıntılardan kurtulamıyoruz, bize ne tavsiye edersiniz?” dediler.
Büyük zat cevaben;
“Dua eder, yalvarırsanız hiç gam kalmaz. Dua etmemek, kederlerin en büyüğüdür. Allahü teâlâ, dua edenleri sever. Ayrıca dertleri, belâları, nimet bilmelidir” buyurdu.
.Sıkıntıyı dert etme!
18-01-2017 02:00
Câfer-i Huldî hazretleri, Bağdat'ta yetişen velîlerden olup, kabr-i şerîfi de Bağdat’tadır.
Talebesinden birini gördü.
Ancak neşesizdi.
Ona sordu ki:
“Hayrola, neyin var?”
“Dünya sıkıntısı hocam.
Genci sevmişti.
“Evlâdım! Dert etme onları. Allahü teâlâ bize öyle bir nîmet verdi ki, dünyanın bütün sıkıntıları bize gelse, bu nİmet yanında yine de hiç kalır” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hani insanın alnına bir ‘sinek’ konar ya, elini kaldırsan uçup gider. İşte bütün dünyanın sıkıntıları, kavuştuğumuz ‘îman’ nİmeti yanında, sinek gibi kalır.”
● ● ●
Bu zât, takvâ sâhibi olup haram ve şüpheliden çok sakınır, her hâli sünnet-i seniyye'ye uygun olurdu.
Kerâmet sâhibiydi...
Ama kendini gizlerdi.
Kendine âit bir hâli anlatırken onu başka bir velîye nisbet ederdi.
● ● ●
Meselâ bir gün şöyle anlattı:
Velîlerden biri, Beytullaha, umre yapmak için gelmişti.
Oradayken çok acıktı.
Ama hiç parası yoktu...
İçinden, samimiyetle “Yâ İlâhî!.. Acıktım, ama param yoktur. Sonsuz ihsânınla beni doyur” diye yalvardı.
Duâsı kabul oldu.
Gâipten bir “sofra” geldi önüne.
Onları yiyip doyurdu karnını.
Onun "velîlerden biri" dediği kişi, bizzat kendisiydi...
.İmanla gitmek için...
19-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Câfer-i Huldî hazretlerinin kabr-i şerîfi Bağdat’tadır. Sevdiği bir genç vardı.
Bir gün bu zâta geldi.
Ve sordu ki:
“Efendim, dünyadan imanla gitmek için ne yapmak lâzımdır?”
Büyük zât cevâben;
“Bunun için, son nefeste ‘Allah’ demelidir” buyurdu.
Genç;
“Peki efendim” dedi.
Ve ayrıldı huzurdan.
Birkaç adım gitmişti ki, seslendi arkasından:
“Anladın mı dediğimi?”
“Anladım efendim.”
“Ne anladın?”
“İmanla gidebilmek için son söz Allah olmalıdır.”
“Peki, ne zaman Allah diyeceksin oğlum?”
“Son nefeste diyeceğim efendim.”
“Son nefes ne zamandır?”
“Bilmem, Allah bilir efendim.”
“Şu anda da gelebilir mi?”
“Elbette efendim.”
Buyurdu ki:
“Evlâdım! ‘Son nefes belli değil’ diyorsun, öyleyse şimdiden Allah desene. Niçin ‘son nefesi’ bekliyorsun?” buyurdu
Genç, arz etti:
“Ama hocam, ben henüz çok gencim, yaşlı değilim.”
Büyük velî;
“Ecel, genç ihtiyar tanır mı oğlum? Bâzen öyle âni gelir ki, bir kez bile Allah demeye fırsat bulamazsın. En iyisi, Allah demeye şimdiden başla” buyurdu...
.Sence hangimiz daha üstünüz?”
20-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, bir gün bir papaz geldi.
Ve kendisine;
“Yâ İmâm! İkimiz de din adamıyız. Sence hangimiz daha üstünüz?” diye suâl etti.
Büyük velî;
“Bir hafta sonra gel, cevâbını vereyim” buyurdu.
Papaz;
“Peki” dedi.
Ve bir hafta sonra geldi.
Ancak geldiğinde;
“Cüneyd vefat etti” dediler.
Çok şaşırdı;
“Vefat mı etti?”
“Evet.”
“İyi ama bana sözü vardı. Bir hafta önce ona bir şey sormuştum. Bugün cevâbını alacaktım” dedi.
Onu içeri götürdüler...
Ve dediler ki:
“İşte cesedi, sor!”
Papaz hiç tereddüt etmedi.
Yanına yaklaştı.
Ve suâlini sordu:
“Yâ İmâm! Ben mi üstünüm, sen mi?”
Cevap geldi:
“Ben üstünüm.”
“İyi de, bunu niçin bir hafta önce söylemedin?”
“O zaman belli değildi ki.”
“Neden?”
“Çünkü ikimiz de hayattaydık. İkimizin de ‘son nefesi’ belli değildi. Ama ben îmânla ayrıldım dünyadan. Senin durumunsa hâlâ belli değil” buyurdu.
Papaz bu kerâmeti gördü.
“Şehâdeti” getirdi.
Ve Müslüman oldu...
."Niçin ağlıyorsun babacığım?"
21-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, henüz yedi yaşındaydı...
Bir gün mektepten geldi.
Babasını ağlarken gördü!
Ve sordu hemen:
“Babacığım, Niçin ağlıyorsun?”
“Oğlum! Dayın Sırrî'ye biraz zekât yolladım, almamış” dedi.
“Buna mı ağlıyorsun?”
“Evet yavrum. Bir ömrümü, ‘Allah adamları’nın, hem de ihtiyâcı varken kabul etmediği şu birkaç gümüş için tükettiğime ağlıyorum.”
Cüneyd;
“Üzülme babacığım, ben bu işi hâllederim” dedi.
Ve o gümüşleri aldı.
Gidip dayısının kapısını çaldı.
Dayısı sordu içeriden:
“Kimsiniz?”
“Ben Cüneyd’im dayıcığım. Şu gümüşleri lütfen al.”
Dayısı kapı arkasından;
“Hayır, almam” dedi.
“Dayıcığım, adâlet edip babama emreden ve ihsân edip seni serbest bırakan Allah için al” dedi.
Dayısı sordu:
“Babana ne emretti, bana ne ihsân eyledi?”
Cüneyd;
“Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle ona adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, bu zekâtı alıp almamakta serbest bırakarak ihsân eyledi” dedi.
Yedi yaşındaki Cüneyd'in bu cevâbı çok hoşuna gitti dayısının.
Zâten çok seviyordu.
Hemen kapıyı açıp;
“Gümüşlerden önce,
seni kabul ettim” dedi.
Ve öptü gözlerinden...
.İhlâs, samimiyet demektir...
22-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri henüz çocuktu ki dayısı Sırrî-yi Sekatî hazretleri, onu yanına alıp hacca gitti.
Mescid-i haramda “dört yüz” âlim toplanmış, 'şükr’ün tarifini yapıyorlardı.
Bir kenara oturup dinlediler.
Dört yüz tarif yapılmıştı…
Ama tam tarifi yapılamamıştı.
Hazret-i Sırrî yeğenine;
“Kalk Cüneyd, bir tarif de sen yap!” dedi.
Cüneyd;
“Peki dayıcığım” dedi.
Ve ayağa kalktı.
Yüksek sesle;
“Şükür; Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, Onun emrettiği yerde kullanmaktır” dedi.
Âlimler bu tarifi çok beğendiler.
“Şükrün mânâsı, şimdi tamam oldu” dediler.
● ● ●
Bir gün de bu zâta sordular:
“İlimden maksat nedir efendim?”
“İslâmiyet’i öğrenmektir.”
“Amel nedir efendim?”
“Öğrendiklerini tatbik etmektir.”
“Ya ihlâs hocam?”
“İhlâs, samimiyet demektir. Yâni kul, her işini, her amelini, Allah emrettiği için yapması lâzımdır” buyurdu.
Ve ilâveten:
“Bir amelin hâlisiyle bozuğu birbirine çok benzese de ayrıdır. Nitekim hakîkî çiçekle yapma çiçek ne kadar benzeseler de ayrıdırlar. Hakîkî çiçeği koklayın, hoş kokar. İşte hâlis ibâdet de mis gibi kokar” buyurdu.
."Artık vaaza başla!.."
23-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin derslerinde yetişip büyük İslâm âlimi oldu.
Hocası onu çağırdı.
“Ey Cüneyd! İlim meclisi kur da insanlara ilim öğret” buyurdu.
Ancak o, bunu istemiyordu.
Kendini buna lâyık görmüyordu.
"Ben nasıl vaaz ederim?" diyordu.
Bu emri her gün tehir ediyordu.
Nihâyet bir gece, Resûlullah’ı gördü rüyâda.
Server-i Âlem;
“Ey Cüneyd! İnsanlara nasîhat eyle. Senin sâyende bozuk hâlleri düzelir. Bugün herkesin kurtulması için Rabbimiz senin sohbetlerini sebep kıldı” buyurdu.
O anda uyandı...
Heyecanlandı!
Üstadına gitti hemen.
Rüyâsını anlatacaktı.
Ama lüzum kalmadı.
Zîra hocası buyurdu ki: “Ey Cüneyd! Resûl aleyhisselâm emredince bahânen kalmadı. Artık vaaza başlarsın değil mi?”
Hürmetle elini öptü.
“Başüstüne hocam” dedi.
Ve o gün vaaza başladı.
● ● ●
Bir gün de bâzı gençler “Efendim, insana en önce lâzım olan şey nedir?” diye sordular.
Cevâbında;
“Önce lâzım olan şey; îtikadını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre düzeltmektir” buyurdu.
“Ondan sonra nedir?”
“Îmândan sonra ibâdete sıra gelir.”
.Müminin firâsetinden sakınınız!
24-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün talebesiyle sohbet ediyordu ki, bir ara içeriye bir “genç” girdi...
Ve ön safa oturdu.
Ancak bu geleni kimse tanımıyordu talebeden.
Bir müddet geçti.
O genç ayağa kalktı.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi.
Hazret-i Cüneyd;
“Sor” buyurdu.
Genç sordu:
“Bir hadîs-i şerîfte meâlen ‘Müminin firâsetinden sakınınız! Zîra o, Allah'ın nûruyla bakar’ buyuruluyor. Bunun mânâsı nedir acaba?”
Hazret-i Cüneyd, ona sertçe baktı!
Ve “Müslüman ol, Müslüman!” buyurdu.
O, bu cevâbı duydu.
Çok mahcup oldu!
Kalbi, bu velînin muhabbetiyle doldu.
Meğer Hristiyanmış.
Belinde zünnar varmış.
Kalbi değişti birden...
Şehâdeti okudu.
Müslüman oldu...
Onun kerâmetiyle halas oldu küfürden.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde “Kardeşlerim! İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Dînin her bir emrinde bu nefsi kırmak vardır ve nefis kırılırsa netice hayır olur” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“İstişare etmek, nefsi kırar. Zîra nefis, istişare etmeyi, fikir sormayı istemez. ‘Ben de biliyorum’ der.”
.Tıraşı yarım bırakan berber!
25-01-2017 02:00
Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, bâzı sevdikleri “Efendim, bize ihlâs hakkında bir misâl verir misiniz?” dediler.
Şunu anlattı onlara:
Mekke'de bulunurken tıraş olmak üzere bir berbere gittim.
Ve “Allah için saçımı düzeltir misin” dedim.
O ara birini tıraş ediyordu.
O da mevkî sâhibi biriymiş.
Berber, o kimseye;
“Beyefendi! Bir zahmet siz kalkar mısınız!” dedi.
O kalkınca beni oturttu yerine.
Adamın tıraşı yarım kaldı.
Canı da çok sıkıldı.
Onu yatıştırmak için;
“Kusura bakma beyim. Allah için bir şey istendiğinde o işi yapmak için acele edilir” dedi.
Ertesi gün oldu...
Bir kese “altın” geldi bir yerden.
Götürüp berbere verdim.
Ancak kabul etmeyip;
“Kardeşim, ben sana o iyiliği Allah için yapmıştım. Karşılığını Rabbim kat kat verir” dedi.
● ● ●
Bu zât, misâfirine çok ikrâm ederdi.
Evde ne varsa çıkarırdı önlerine.
Bir gün ona dediler ki:
“Pek çok ikrâm yapıyorsunuz.”
“Evet biraz öyle.”
“Ama malınız azalıyor.”
“Olsun, malım azalıyorsa ömrüm de bitiyor.”
“Birazını saklasanız?”
Mübârek zât;
“Mal, saklamak için değil, harcamak içindir. Bırakıp gideceğime, Allah yolunda harcarım daha iyi” buyurdu.
.Başka paran var mı?"
26-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün talebesiyle sohbet ediyordu.
Bir ara kapı açıldı.
Zengin biri girdi içeri.
Bu büyük velîye, bin dirhem “gümüş” hediye etti ve;
“İhtiyacınıza harcarsınız” dedi.
Büyük zât sordu ona:
“Bundan başka paran var mı senin?”
“Evet, var efendim.”
“Daha çoğalmasını ister misin?”
“İsterim tabii efendim.”
O böyle deyince;
“Öyleyse verme, sende dursun” buyurdu.
Adam şaşırdı;
“Almıyor musunuz yâni?”
“Hayır.”
“Neden efendim?”
“Çünkü sen bu paraya bizden daha çok muhtaçsın. Bizim paramız az ise de daha çoğalmasını istemeyiz. Ama sen istiyorsun” buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde “Kardeşlerim! Bir Müslüman, bir günah işlediğinde eğer ‘pişmanlık’ duyarsa, bu pişmanlığı onun için bulunmaz nîmettir” buyurdu.
Sordular:
“Neden efendim?”
“Çünkü bu pişmanlığı, tövbe demektir. Allah korusun, eğer üzülmek olmaz ve günah işlemek tatlı gelirse, bu hâl, günahta ısrardır ki çok tehlikelidir!”
Sordular yine:
“Nasıl bir tehlike efendim?”
Buyurdu ki:
“Îmânına zarar verebilir mâzallah.”
.Meğer hasta benmişim!.."
27-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta bulunan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin, gözünde bir rahatsızlık olmuştu...
Hristiyan bir tabip geldi.
Gözünü muayene etti.
Ve kendisine;
“Birkaç gün gözünüze su değdirmeyin” dedi.
Hazret-i Cüneyd:
“Su değdirmeden nasıl abdest alacağım?” buyurdu.
Tabip şaşırdı.
Ve tekrar;
“Bu gözler size lâzımsa, su değdirmeyin” dedi.
O ise aldırmadı.
Abdestini aldı.
Namaza durdu...
Ve seccâdesinin üzerinde uyudu.
Uyandığında çok neşeliydi.
Zîra ağrı geçmişti.
Gözleri iyileşmişti.
O esnâda bir “ses” duydu...
Gâipten geliyordu...
“Ey Cüneyd! Sen, gözlerini Allah için fedâ ettin. O da gözlerindeki o ağrıyı giderdi” diyordu.
Tabip şaşkındı.
Sordu hemen:
“Ne yaptın da gözlerin iyileşti?”
O da anlattı hâdiseyi.
O, bunu öğrenince daha çok şaşırıp Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine hayran oldu.
Kalbi değişti.
Ve îmân etti hemen.
Kurtuldu küfürden.
Sonra da “Hasta olan, senin gözlerin değil, benim kalbimmiş” dedi.
."Cüneyd'e sor, cevabını al!.."
28-01-2017 02:00
Sâlihlerden biri, bir gece Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini gördü rüyâsında.
Hem de Resûlullah’ın yanında.
O anda bir kişi geldi.
Efendimize yaklaşıp;
“Yâ Resûlallah! Size bir şey sorabilir miyim?” diye arz etti.
Resûl-i Ekrem ona döndü.
Hazret-i Cüneyd’i gösterip;
“Cüneyd'e sor, cevâbını al” buyurdular.
● ● ●
Bir gün de “zengin” bir kişi Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine geldi.
Ve arz etti ki:
“Beni de talebeliğe alın.”
Büyük velî;
“Senin malın çok. Onları elinden çıkarırsan olur” buyurdu.
O da hemen;
“Peki efendim” dedi.
Servetini dağıtıp geldi.
“Az bir altınım kaldı” dedi.
Hazret-i Cüneyd;
“Git onları da Dicle Nehri'ne at, yoksa sohbetimizden istifâde edemezsin” buyurdu.
Zengin yine:
“Peki efendim” dedi.
Hemen Dicle'ye vardı.
Altınların hepsini suya attı.
Fakat toptan atmadı.
Teker teker attı.
Hazret-i Cüneyd;
“Niçin toptan atmayıp da teker teker attın. Demek ki kalbinde hâlâ dünyaya muhabbet var” buyurup kabul etmedi talebeliğe.
Zengin çok üzüldü.
Tövbe istiğfâr etti.
Nihayet kabul edildi.
.Şeytan niçin kaçıyor?
29-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta bulunan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini tanıyan “sâlih bir kimse” vardı.
Hâl ehli biriydi.
Kalp gözü açıktı.
Bu zâtın yanına geldiğinde kalp gözüyle şeytanların hızla uzaklaştığını gördü bu büyük velîden.
Fakat bu zâta baktı.
Kızgın ve öfkeliydi!
Bu işe aklı ermedi.
Kendi kendine;
"Şeytan, öfkeli kimselerin yanına gelir biliyordum. Ama şimdi tersi oluyor" dedi.
Böyle düşündü...
Ve ona sordu ki:
“Ey Cüneyd! İnsan kızıp öfkelenince şeytanlar onun yanında toplanır, diye biliyorduk. Lâkin görürüm ki siz öfkeliyken şeytanlar sizden kaçıyor, neden acaba?”
Büyük velî;
“Doğrudur... Ama şu var ki, bizim öfkemiz nefsimiz için değil ‘Allah için’dir... Şeytan ise ‘nefsi için’ öfkelenen insanlara yanaşır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bazı sevdikleri, bu zata sordular ki:
“Zikir nedir efendim?”
Onlara cevaben;
“Zikir, İslâmiyet’e uymaktır” buyurdu.
Ve açıkladı:
“Yani İslâmiyet’e tam uyan bir kimsenin her hareketi zikirdir. Eğer böyle değilse, eline tesbih alıp da binlerce defa “Allah, Allah, Allah...” dese, zikretmiş sayılmaz.”
.Yüzü simsiyah olmuştu!..
30-01-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini sevenlerden bir kimse vardı.
Bir gün çarşıya çıktı.
Alış veriş yapacaktı.
Bir miktar yürüdü.
Ve “güzel bir kadın” gördü.
Birden vuruldu kadına.
Gayriihtiyârî bakmıştı.
Ama hemen toparlandı.
Alışverişini yaptı.
Sonra eve vardı.
Ve aynaya baktı.
Lâkin “simsiyah” gördü yüzünü.
Derhal anladı sebebini.
Harama bakmıştı az önce.
Çok üzüldü.
"Ne yapsam?" dedi.
Derken Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini hatırladı...
Kendi kendine;
"O, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Ona gidip yalvarayım, benim için istiğfâr etsin” dedi.
Kendisi Ruhbe'deydi.
O velî ise Bağdat'ta.
Çok mesafe vardı arada.
Ama “olsun” dedi.
Ve düştü yollara...
Günlerce yol gidip Bağdat'a vardı.
Evini öğrenip kapıyı çaldı.
Büyük zât açmadı kapıyı.
İçeriden ismiyle hitap edip “Hoş geldin ey filân! Sen filân gün Ruhbe'de harama bak, biz Bağdat'ta tövbe istiğfâr edelim, öyle mi?” buyurdu.
Sonra açtı kapıyı.
Oturup sohbet ettiler.
Adamcağız rahatladı.
Çıkınca aynaya baktı.
Yüzü “beyaz” olmuş ve nurlanmıştı.
Zîra “feyiz” almıştı bu büyük velîden.
.Allah seni görüyor!.."
31-01-2017 02:00
Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin huzuruna bir “genç” geldi ve “Efendim, gözlerimi yabancı kadınlara bakmaktan menedemiyorum. Bu hususta tavsiyeniz nedir bana?” dedi.
Büyük velî ona;
“Kolay” buyurdu.,
Delikanlı sevindi;
“Aman hocam o nedir?”
Buyurdu ki:
“Sen o kadına baktığın anda Allahü teâlânın da sana baktığını düşün. Hattâ senin o kadını görmenden daha çok, Rabbin seni görüyor, bunu hatırından çıkarma!”
Böyle dedi.
Ve ilâve etti:
“Sen Allah'ı görmesen de Allah seni görüyor evlâdım. O görürken günah işlenir mi?”
O, bu sözü işitti.
Kalbine tesir etti.
Tövbe edip bir daha da bakmadı harama. Zîra haramlar “çirkin” geliyordu artık kendisine.
Büyüklerimiz;
"Evliyânın sözünde Rabbânî tesir vardır" buyurmuşlar.
● ● ●
Bir gün de “Müslümanlık kısaca nedir efendim?” diye sordular bu zâta.
Cevâben;
“Allahü teâlânın emir ve yasaklarına saygılı olmak ve Onun mahlûklarına acımaktır” buyurdu.
● ● ●
Sordular yine:
“Müminin şiârı nedir efendim?”
Cevâben;
“Güleryüz, tatlı dildir. Münâfıklar, çatık kaşlı ve asık suratlı olurlar” buyurdu.
.Şeytan onu hiç aldatamadı!..
01-02-2017 02:00
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, Bağdat’ta yetişen evliyâ-yı kirâmın büyüklerindendir...
Kabr-i şerîfi Bağdat’tadır.
Şeytan, bu zâta geldi.
Hizmetçi kılığındaydı.
Kendisine;
“Efendim, kabul ederseniz hizmetinizle şeferlenmek istiyorum. Dünyada tek dileğim budur” dedi.
Büyük velî;
“Peki olur” buyurdu.
Şeytan bu cevâbı aldı.
Yalandan hizmete başladı.
Yirmi sene hizmet etti.
Maksadı, bir defâ olsun aldatabilmekti bu Allah dostunu.
Bir vesvese verebilmekti.
Ama muvaffak olamadı.
Tekrar uğraştı.
Yine olmadı.
Ümîdini kesti.
Huzuruna gelip;
“Ey üstadım! Siz beni tanır mısınız?” diye sordu.
Büyük velî;
“Tanımaz mıyım ey melun! Bana ilk geldiğin gün seni tanımıştım” buyurdu.
Şeytan perişandı!
Düşündü taşındı...
“Ey Cüneyd! Ben, senin gibi yüksek dereceye kavuşan bir kimse görmedim” dedi.
Büyük velî kızdı.
Ve gadaba gelip;
“Defol git ey melun! Beni ucuba, yani kendini beğenmeye ve kibre mi düşürmek istiyorsun?” buyurdu.
O anda yanından uzaklaştı.
Bir daha ona yaklaşamadı...
."Ben artık oldum!.."
02-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin sevdiği bir talebesi vardı.
Bu, bir gün şeytanın vesvesesine aldanarak;
"Ben artık kemâle geldim. Sohbete gitmesem de olur" diye düşündü kendi kendine.
Ve gelmedi sohbete.
O gece bir “rüyâ” gördü.
Ama rüyâ, şeytânî idi.
Yeşilliklerde geziniyordu.
Leziz yemekler yiyordu.
Serin şerbetler içiyordu.
Uyanıp, “cennete girdim" diye tâbir etti bu rüyâyı.
İyice inanmıştı kemâle geldiğine.
Ancak Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, onu bu şeytânî hâlden kurtarmak için ziyâretine geldi o gün.
Birlikte oturdular.
Ve sohbet ettiler.
Bir ara ona;
“Rüyâda bir daha cennete girersen ‘Lâ havle…’ duâsını oku” buyurdu.
Genç, o gece rüyâ gördü.
Yine cennete girmişti...
Tembihi hâtırladı...
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm" dedi.
O anda yeşillikler gitti.
Bir çöplükte buldu kendisini.
Ve uykudan uyandı...
O hâlin "şeytânî" olduğunu anladı...
Tövbe edip koştu hocasının huzuruna.
Büyük velî;
“Evlâdım! Her Müslüman, bir mürşid-i kâmile muhtaçtır. Mürşidi olmayana şeytan musallat olur” buyurdu.
.İftira attılar bu velîye!..
03-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta bulunan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini, bâzı kötü niyetli kimseler, zamanın halîfesine şikâyet ettiler bir gün.
Huzuruna çıktılar.
Ve “Yanında binlerce insan var. Yakında fitne ve karışıklık çıkarabilir” dediler.
Bununla da yetinmeyip;
“Kadınlarla da ilgisi var” dediler.
Ve çirkin “iftirâlar” attılar.
Halîfe, ister istemez etkilendi.
"Gerçekten öyle midir?" diye şüphelendi bir an için.
Bir câriyesi vardı.
Harpte esir alınan kadın köleye “câriye” denir.
Genç ve güzeldi.
Onu çağırdı ve;
“Üzerine ilgi çekici bir elbise giy ve iyice süslenerek Cüneyd'in evine git... O, kapıya çıkınca cilveler yaparak ‘Kötü niyetli kimseler beni rahatsız ediyorlar. Hiç kimsem yok... Kabul ederseniz, günlerimi yanınızda ibâdet ve taatle geçirmek istiyorum’ de” diye emretti.
Câriye “peki” dedi.
Süslenip bezendi.
Bir hizmetçi refâkatinde geldi bu zâtın hânesine.
Ve söyledi bu sözleri.
Hem de cilveli bir edâ ile.
Ancak beklenen olmadı.
Mübârek zât ona hiç bakmadı.
Gözlerini kapayıp aşk-ı ilâhîyle "Allaaah!” diye feryat etti.
Câriye korkudan düştü!
Baktılar ki, ölmüştü...
Halîfe bunu öğrendi.
Bu zâtı ziyârete geldi hemen.
Çok özür diledi kendisinden...
.İmtihan etmek istedi; ama...
04-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetine devam eden bir kimse vardı.
Bir ara her nedense, şüpheye düştü “bu velî” hakkında.
Düşünüyordu ki:
"Gerçekten velî midir?”
Bunu anlamak istiyordu.
İmtihana karar verdi.
Bir gün huzuruna geldi.
İslâmiyet’ten bir şey sordu.
Kendi kendine;
"Bakalım bilecek mi?" diyordu.
Aklı sıra, imtihan ediyordu bu büyük evliyâ zâtı.
Ancak büyük velî;
“Bizi imtihan edeceğine, keşke kendini imtihan etseydin. İnsan; kendi ayıp ve kusurunu görebilse, başkasının kusurunu görmeye vakit bulamaz” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Sen, bizi imtihan etmekle yolumuzdan ayrıldın. Her nereye gideceksen çık git aramızdan!”
Eyvâh!..
O anda yüzü morardı adamın.
Simsiyah oldu.
Yaptığı hatâyı anladı...
Ama iş işten geçmişti.
Zîra kırılmıştı büyük zât.
Bir Allah adamının kalbini kıranın, incitenin, iflâh olmayacağını iyi biliyordu hâlbuki.
Çok pişman oldu.
Tövbe istiğfâr etti.
Ve gidip af diledi kendisinden.
O, acıdı yine.
Merhamet edip affedince “simsiyah” olan yüzü “bembeyaz” oldu yine.
.Niçin çok seviyordu?
05-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, talebesi içinden birini çok seviyordu.
Diğerlerinden çok sonra dergâha gelmiş olsa da, hocasının gönlüne girmeyi başarmıştı.
Diğerleri onu çekemiyordu.
"Hocamız niçin onu daha çok seviyor ki?" diyorlardı.
Bu, büyük zâta mâlum oldu.
Bu bilmeceyi çözmek istedi.
Ve imtihan etti talebeleri.
Şöyle ki;
Her birine bir “kuş” verip “Bunu, hiç kimsenin görmediği bir yerde kesip geliniz!” buyurdu.
Gençler;
“Başüstüne” dediler.
Ve her biri tenhâ bir yer buldu.
Orada kuşlarını kesip geldiler.
Sâdece biri hariç...
O, kesmeden getirdi.
Büyük velî sordu ona:
“Sen niçin kesmeden getirdin?”
Arz etti ki:
“Kimsenin görmediği bir yer bulamadım efendim.”
Öbürleri sevindiler...
“Söz dinlemedi” dediler.
Hocaları sordu:
“Bir daha söyle oğlum, niçin kesmeden getirdin?”
“Kimsenin görmediği bir yer bulamadım da onun için kesmeden getirdim hocam.”
“Niçin bulamadın?”
“Allahü teâlânın görmediği hiçbir yer yoktur efendim... O, her yeri görüyor” dedi.
Onlar bunu duydular.
Hatalarını anladılar...
Mahcup vaziyette önlerine baktılar...
.Nefsin ilâcı nedir?
06-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, bir gün biri gelerek;
“Efendim, nefsin yola gelmesi için kesin bir yol, kesin bir ilâç nedir?” diye sordu.
Büyük zât;
“Bunun kesin ilâcı, hiçbir isteğini yapmamak, ne derse tersini yapmaktır. Çünkü nefis ahmak olup, her arzusu kendi aleyhinedir, hattâ nefis, bir canavardır, aslâ doymaz” buyurdu.
Bu cevap hoşuna gitti adamın.
Teşekkür edip ayrıldı.
Yolda kendi kendine;
"İşte ey ahmak nefsim! Sen de duydun. Sana kaç defa söyledim de inanmadın. İşte bak, aynı cevabı verdi bu büyük velî de. Bizzat ondan işitmen için getirdim seni buraya!" diye söyleniyordu.
● ● ●
Bir gün de biri gelip;
“Bu devirde arkadaşlık yok, güzel ilişkiler kalmadı” diye dert yandı bu mübârek zâta.
Büyük velî;
“Kardeşim! Derdini paylaşacak arkadaş ararsan, tabii bulamazsın. Ama sıkıntısını gidermek istediğin, derdini dinleyip teselli edeceğin bir arkadaş arıyorsan, böylesi çoktur” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "En büyük mutluluk nedir?” diye sordular.
Cevabında;
"İnsanları sevindirmektir, ama bir şartla. Unutacaksınız, ufak bir karşılık beklerseniz, o, ticâret olur ki, hiç kıymeti olmaz" buyurdu.
.Rızkımızı arıyoruz
07-02-2017 02:00
Bir gün bazı kimseler Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gelerek; “Efendim, biz, gezerek rızkımızı arıyoruz” dediler.
Buyurdu ki:
“Rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız orada arayınız.”
Dediler ki;
“Rabbimizden bekliyoruz. Bakalım ne vakit bizi bulacak?”
Buyurdu ki:
“Eğer unutmuş sanıyorsanız, hatırlatınız.”
“Unutmamıştır, ama ne vakit gönderecek diye tevekkül edip bekliyoruz” dediler.
Bu defa o buyurdu ki:
“İmtihan ederek, deneyerek Allahü teâlâya tevekkül etmek olmaz. Zira bu, îmânda şüphe bulunduğunu gösterir.”
Sordular:
“Öyleyse ne yapalım efendim?”
Buyurdu ki:
“Rızık için Rabbinize güvenin. Zîra Cenâb-ı Hakk rızkınıza kefîldir. Az gayretle o rızık ayağınıza gelir. O emrettiği için çalışın, ama gelen rızkı çalışmanızdan bilmeyin.”
● ● ●
Bir gün de; “Efendim, bedbaht olmanın alâmeti nedir? diye sordular bu büyük zata.
Cevabında;
“İlmi olup da amel yapmamak ve ameli olup da ihlâsı olmamaktır” buyurdu.
Ve ekledi:
“Üçüncü alâmetiyse bir velî sohbetine kavuşamamaktır. Zîra bir ‘Allah adamı’nı tanımamak, kötü bahtlı olmanın en büyük nişanıdır.”
.Endişeli görünüyordu!..
08-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta bulunan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin vefatı iyice yaklaşmıştı.
O hâlinde bile devamlı Kur’ân-ı kerîm okuyor ve bir hatmi bitirip diğerine başlıyordu.
Dediler ki;
“Efendim, çok hastasınız, kendinizi bu kadar yormasanız.”
Cevâbında;
“Şu anda benden fazla sevâba muhtaç olan kim vardır? Zîra sonsuz bir yolculuğa çıkıyorum, ben okumayayım da kim okusun?” buyurdu.
Vefatı daha yaklaştı.
Endîşeli görünüyordu!
Talebeleri geldiler.
Bu hâlini görünce;
“Efendim, bizler zât-ı âlinizin şefâatini düşünüp ümitleniyorduk. Ama sizin bu endîşeli hâliniz, yüreğimizi yakıyor” dediler.
O, gözlerini açtı.
Onlara baktı ve;
“Nasıl endişeli olmayayım? Yetmiş senedir bütün kazandıklarımı, karşımda bir kılla asılmış hâlde görüyorum” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Bir tüy, az bir rüzgârla nasıl sallanırsa, amellerimin hâli de öyledir işte. Bir kul, âkıbetinin ne olacağını bilmezse, o kimsenin korkmaktan başka ne işi olur?”
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “En büyük kerâmet; İslâmiyet’e tam uymaktır. Farzları yapıp haramlardan kaçmak gibi fazîlet yoktur dînimizde... En mühim farz ise namazdır” buyurdu.
.Kendini yorma!
09-02-2017 02:00
Bağdat evliyâsından olan Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin cenâzesini yıkayan kişi, suyu bu zâtın gözlerinin içine ulaştırmak istedi.
Ama başaramadı.
Zîra gözleri kapalıydı.
Ve hiç açılmıyordu.
O ara bir “ses” duydu...
Gâipten geliyordu...
“Ey kişi! Kendini yorma. O gözler, Allah'ın aşkıyla kapanmıştır. Rabbinin cemâlini görmeden açılmazlar” diyordu.
Cenâzesi yıkandı.
Sonra kefenlendi.
Cenâze namazı kılındı.
Ve kabrine defnedildi.
Bir dostu, onu rüyâda gördü.
Heyecanlandı.
Ve kendisine;
“Münker ve Nekir'e ne cevap verdiniz?” diye sordu.
O da şöyle anlattı:
Münker-Nekir melekleri geldiler.
Ve sordular ki:
“Rabbin kimdir?”
Onlara dedim ki;
Bu sorduğunuzu, Hakk teâlâ, ‘kâlu-belâ'da sormuştu.
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti.
Ben de cevap verip;
“Evet yâ Rabbî... Elbette sen bizim Rabbimizsin” demiştim.
Böyle söyledim.
Ve onlara dönüp;
“Şimdi tekrar niçin soruyorsunuz?” dedim.
Melekler birbirine baktılar.
“Doğru söylüyor” dediler.
Ve mezarı terk ettiler...
.Duâ almaya bakın!..
10-02-2017 02:00
Dede Molla, Orta Anadolu'da yetişen velîlerden olup, kabr-i şerîfi Konya’nın Çumra ilçesindedir.
Bir gün "duâ almanın” öneminden bahsediyordu ki şunu anlattı cemaate:
Büyüklerden biri varmış.
Kiminle görüşse duâ istermiş.
Ama kim olursa olsun...
Bir gün de bir esnaftan alışveriş yapıp ayrılmış.
Ama unutmuş duâ istemeyi.
Üç günlük yol gidince hâtırlayıp geri dönmüş.
Esnaf onu görünce sormuş:
“Hayrola arkadaş, malımda bir kusur mu gördünüz?”
“Yok, hayır.”
“Alışverişte bir noksanlık mı oldu?”
“Hayır.”
“‘Niye geri döndünüz öyleyse?”
“Bir şeyi unuttum da.”
“Neyi unuttunuz?”
“Duâ istemeyi.”
“Kimden?”
“Sizden.”
Adam hayretle sormuş:
“Üç günlük yoldan bunun için mi döndünüz yâni?”
“Evet, duânı almak için döndüm.”
“Ama ben câhil biriyim, benim duâmdan ne olur ki?”
“Olsun... Bu, benim âdetim. Her tanıştığım kimseden duâ isterim, ne olur bir duâ edin bana.”
Adamcağız:
“Pekâlâ” demiş.
Ve ellerini açıp;
“Yâ Rabbî! Ver bunun murâdını” diye yalvarmış.
Meğer o zât, kalp gözünün açılmasını çok istermiş. Bu duâ ile açılmış kalp gözü...
Duâ almaya bakın!..
Dede Molla, Orta Anadolu'da yetişen velîlerden olup, kabr-i şerîfi Konya’nın Çumra ilçesindedir.
Bir gün "duâ almanın” öneminden bahsediyordu ki şunu anlattı cemaate:
Büyüklerden biri varmış.
Kiminle görüşse duâ istermiş.
Ama kim olursa olsun...
Bir gün de bir esnaftan alışveriş yapıp ayrılmış.
Ama unutmuş duâ istemeyi.
Üç günlük yol gidince hâtırlayıp geri dönmüş.
Esnaf onu görünce sormuş:
“Hayrola arkadaş, malımda bir kusur mu gördünüz?”
“Yok, hayır.”
“Alışverişte bir noksanlık mı oldu?”
“Hayır.”
“‘Niye geri döndünüz öyleyse?”
“Bir şeyi unuttum da.”
“Neyi unuttunuz?”
“Duâ istemeyi.”
“Kimden?”
“Sizden.”
Adam hayretle sormuş:
“Üç günlük yoldan bunun için mi döndünüz yâni?”
“Evet, duânı almak için döndüm.”
“Ama ben câhil biriyim, benim duâmdan ne olur ki?”
“Olsun... Bu, benim âdetim. Her tanıştığım kimseden duâ isterim, ne olur bir duâ edin bana.”
Adamcağız:
“Pekâlâ” demiş.
Ve ellerini açıp;
“Yâ Rabbî! Ver bunun murâdını” diye yalvarmış.
Meğer o zât, kalp gözünün açılmasını çok istermiş. Bu duâ ile açılmış kalp gözü...
.Acaba ayrılıp gitsem mi?
11-02-2017 02:00
Dediği Sultan, Anadolu velîlerinden olup mübârek kabr-i şerîfi, Konya’nın Ilgın ilçesindedir.
Bir talebesi çok fakirdi.
Maddî sıkıntı çekiyordu.
Kendi kendine;
"Burada ilim tahsil ediyoruz, iyi güzel de, paramız yok... Acaba buradan ayrılıp bir sanata mı girsem. Çalışır, para da kazanırım" dedi.
O anda bir “ses” duydu...
Kulak kabarttı...
Hocasının sesiydi bu.
“Ahmeeet!” diye sesleniyordu.
Heyecanla fırladı dışarı!
Ancak kimseyi göremedi.
“Allah Allah!…" dedi.
"Kimse yok, hocamın sesiydi bu.”
O esnâda duydu aynı sesi.
“Ahmeeet!”
Evet, hocası çağırıyordu kendisini.
Heyecanla giyinip çıktı dışarı.
Sesin geldiği yere doğru yürüdü.
Gide gide hocasının evine geldi.
Tam kapıyı çalacaktı ki...
Kapı kendiliğinden açıldı.
Hocası çıktı kapıya.
“Gel evlâdım! Seni ben çağırdım!” buyurdu.
Talebe girdi içeri...
Ona şefkatle bakıp sordu:
“Maddî sıkıntı içindesin değil mi?”
Genç, büktü boynunu...
“Evet hocam.”
Ona bir zarf uzatıp;
“Al şu parayı. İhtiyaçlarına kullanırsın!” dedi.
Ve ardından;
“Evlâdım! Sakın o düşündüğünü yapma! Bizden ayrılma. Parayı her zaman kazanabilirsin. Ama ilmi her zaman öğrenemezsin” buyurdu.
.İmtihana yeltendi; ama!..
12-02-2017 02:00
Derya Ali Baba, Anadolu evliyâsından olup, türbesi İstanbul Kazlıçeşme'dedir.
Bir kimse vardı.
Bu zâtı tanırdı.
Ama büyüklüğüne inanmazdı.
Bir gün yemeğe çağırdı bu velîyi.
Aklı sıra imtihan edecekti onu.
Şöyle ki;
“Besmelesiz” kesilmiş tavuk eti ikrâm edecek, yediğini görünce de "İşte, anlamadı tavuğun besmelesiz kesildiğini. Bir de evliyâ diyorlar" diyecekti.
Mübârek zât dâveti kabul etti.
Ve bu kimsenin evine gitti.
Sofraya oturdular.
Ancak yemeye el uzatmadı.
Adam bunu görünce;
“Hoca Efendi! Bu, kendi bahçemdeki tavuğun etidir. Niçin yemiyorsunuz?” diye sordu.
Büyük velî cevâben;
“Evet, bahçendeki tavuk. Ama bu tavuk, bana bir şeyler söylüyor” buyurdu.
Adam heyecanlandı!
Ve sordu hemen:
“Ne söylüyor?”
“Beni yeme. Çünkü beni besmelesiz kestiler diyor!”
Adam bunu duydu.
Çok pişmân oldu.
“Eyvâh, ben ne yaptım?" dedi.
Ellerine sarılıp öptü.
Çok çok özür diledi.
Ve “Affedin hocam. Sizi denemek istemiştim. Kalp gözünüz açıkmış. Kör olan benmişim” dedi.
Kalbi, “bu velî’nin sevgisiyle” dolmuştu adamın...
.Allah adamlarını sevmeyenler...
13-02-2017 02:00
Derya Ali Baba, Anadolu evliyâsından olup türbesi, İstanbul Kazlıçeşme'dedir.
O devirde “Hasan” isminde bir kimse vardı ki sevmezdi bu zâtı.
Yolda rastlasa yüzünü çevirirdi.
Bu, bir gece rüyâ gördü.
Resûlullah’ı görmüştü.
Peygamberimiz, o beldeye teşrif etmişti rüyâsında.
Selâm vermek istedi.
Ancak Efendimiz mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler.
Adam o tarafa geçti.
Yine yüz bulamadı.
“Yâ Resûlallah! Benden niçin yüz çeviriyorsunuz. Yoksa bir hatâ mı işledim?” dedi
Efendimiz de;
“Evet, sen o Allah adamından yüz çeviriyorsun. Hâlbuki ben onu çok seviyorum” buyurdular.
O anda uyandı...
Anlamıştı hatâsını.
Sabahleyin koştu bu zâtın dergâhına.
Tam kapıya yaklaşmıştı ki, bir talebe karşılayıp hitap etti kendisine.
Hem de ismiyle.
“Buyurun Hasan Bey Amca, Hocam da sizi bekliyor” dedi.
Adam şaşkındı…
Bu hâlde girdi içeri.
Büyük velî sordu:
“Bu gece çok mu üzüldünüz?”
“Evet hocam. Çok üzüldüm!” dedi.
Büyük velî;
“Ne kadar üzülseniz az, Efendimiz bir kimseden yüz çevirir de o insan üzülmez mi?” buyurdu.
Adamcağız özür diledi.
Ve “talebesi” olmakla şereflendi...
."Niçin ağlıyorsunuz?"
14-02-2017 02:00
Ebû Abdullah Kureşî hazretleri, Filistin ve civarında yaşayan evliyâdandır...
Kudüs'te vefat etti.
Kabr-i şerîfi de oradadır.
Bu mübârek zât bir gün mescitte sohbet ederken birdenbire ağlamaya başladı!
Cemaat merak etti...
Ve sordular ki:
“Hayırdır, niçin ağlıyorsunuz?”
Buyurdu ki:
“Üstadım vefat etti...”
Hayretle sordular:
“Nereden biliyorsunuz?”
“Kalbime öyle geldi.”
Cemaat şaşırdılar.
Zîra hocasının bulunduğu yer, binlerce kilometre uzakta olup, üç aylık yoldu.
Gelen giden de olmamıştı ki bir haber getirsin.
Aradan üç ay geçti...
O bölgeden gelen oldu.
Ve doğruladı bu haberi.
Evet, hocası vefat etmişti.
Hem de haber verdiği günde ve aynı saatte.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Müslümanlık kısaca nedir efendim?” diye sordular.
Cevâben;
“Allahü teâlânın emir ve yasaklarına saygılı olmak ve Onun mahlûklarına acımaktır” buyurdu.
Sordular yine:
“Müminin şiârı nedir efendim?”
Cevâben;
“Güleryüz, tatlı dildir. Münâfıklar, çatık kaşlı ve asık suratlı olurlar” buyurdu.
.“Hanım, bir isteğin var mı?”
15-02-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Kudüs’te olan Kureşî hazretleri, evliyâ-yı kirâmdandır.
Zarif ve güzeldi.
Gençlik günleriydi.
Cüzzam hastalığına yakalandı.
Bu zâtın evli bir talebesi, bir gün evden çıkarken sordu hanımına:
“Hanım, bir isteğin var mı?”
“Benim yok, bir de kıza sor.”
Kızları da çok güzeldi.
Hem takvâ sâhibiydi...
Seslendi kızına:
“Kızım bir şey istiyor musun?”
“İstiyorum babacığım, ama bilmem yapabilir misin?”
Babası “zengin” idi.
Dedi ki:
“Ne demek kızım sen iste yeter ki.” Kız sevindi...
Ama nasıl söyleyecekti?
“Söyle kızım, nedir istediğin?”
“Beni Kureşî hazretleriyle evlendir, bunu istiyorum babacığım.”
“Peki kızım!” dedi.
Ve doğruca gidip kızının isteğini söyledi bu velî zâta.
O da kabul edince nikâhları kıyıldı.
Ve düğün günü geldi.
Mübârek zât bir banyo aldı.
Cüzzamdan eser kalmadı.
Güzel ve yakışıklı oldu.
Ve gelip girdi gelinin odasına.
Fakat kız tanımadı onu.
Ve örtündü aceleyle.
Mübârek zât;
“Örtünme! Ben, zevcin Kureşî'yim” dedi.
Ve ardından; “Sen, cüzzamlı olduğumu bile bile, sırf Allah için benimle evlendin. Bu hâlis niyetinin mükâfatı olarak başkalarının yanında cüzzamlıyken senin yanında hep böyle genç, yakışıklı, güzel ve sıhhatli olacağım” buyurdu.
.“Niçin ağlıyorsunuz efendim?”
16-02-2017 02:00
Nişabur’da yetişen Ebû Ali Dekkak hazretleri, büyük velîlerden olup, kabr-i şerîfi de oradadır.
Bu zât vefat etti...
Bir sevdiği rüyâda gördü onu.
Baktı ki çok üzüntülü.
Hattâ ağlıyor...
Yaklaşıp sordu:
“Niçin ağlıyorsunuz efendim?”
Mübârek zât;
“Dünya hayatını gafletle geçirdiğime ağlıyorum” buyurdu.
Dedi ki:
“Dünyaya geri dönmek isteyen bir hâliniz var efendim.”
“Evet, var” buyurdu.
“Peki, dönerseniz ne yaparsınız efendim?”
Buyurdu ki:
“Tek bir şey yaparım. Elime bastonumu alır, ayağıma demirden bir çarık giyer, bütün dünyayı ev ev dolaşır, tek bir cümle söylerim kapıya çıkanlara.”
“Ne dersiniz efendim?”
“Ey insanlar! Gafletten uyanın. Ölüm var, âhiret var, ateş var. Orada her işinizden ince ince hesâba çekileceksiniz derim" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “Bir zaman gelecek, dünyada hakîkî mürşit bulunmayacak. Yazık o milletin hâline” buyurdu.
Sordular ki:
“Onlara tavsiyeniz nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“Bir İslâm âliminin kitâbını okusunlar. Onların kitaplarının okunduğu yere ‘rahmet’ yağar. İstifâde edilir ruhlarından.”
."Bana gelirse, sana veririm"
17-02-2017 02:00
Nişabur'da yaşayıp orada vefat eden büyük velî Ebû Ali Dekkak hazretlerine bir gün bir “fakir” geldi. Ve kendisine;
“Hocam! Bir miktar paraya ihtiyâcım var” diye arz etti.
Mübârek zât;
“Bana para gelirse, sana veririm” buyurdu.
Çünkü onun da yoktu...
Ama yine de "yok" demedi.
Çünkü Resûlullah Efendimiz de “yok” demezlermiş.
Az sonra biri geldi.
Ve arz etti bu zâta:
“Efendim, benim bir sıkıntım vardı. ‘Ondan kurtulursam, bir fakire şu kadar para vereceğim’ diye adakta bulunmuştum. Çok şükür kurtuldum. Şimdi o adağımı yerine getirmek istiyorum. Kime versem acaba?”
O fakir de oradaydı.
Ona, fakiri gösterdi.
“Şuna ver. Bu kardeşimizin paraya ihtiyâcı varmış” buyurdu.
Adam da çıkarıp verdi ona parayı.
Fakir saydı, tam da ihtiyâcı kadardı.
Çok sevindi ve teşekkür edip ayrıldı huzurdan.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde; “Bir Müslüman bir günah işlediğinde pişmânlık duyarsa, bu pişmânlığı onun için bulunmaz nîmettir” buyurdu.
Sordular:
“Neden efendim?”
“Çünkü bu pişmânlığı, tövbe demektir. Eğer üzülmez ve günah işlemek tatlı gelirse, bu, günahta ısrardır ki çok tehlikelidir.”
“Nasıl bir tehlike efendim?”
Buyurdu ki:
“Îmânına zarar verebilir maazallah.”
.Namazda sinek kovmak!..
18-02-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Nişabur’da olan Ebû Ali Dekkak hazretlerine;
“Efendim, namaz kılarken, sinek kovan kimse için ne dersiniz?” diye sordular.
O da şöyle anlattı:
Sultan Mahmud Gaznevî'nin, “Ayaz” adında bir veziri vardı.
Edebiyle meşhurdu.
Bir gün huzurdaydı.
Ayağını azıcık oynattı.
Sultan bunu fark etti.
Ve kendi kendine;
“Ayaz böyle yapmazdı, herhâlde bir özrü var?” dedi.
Nihâyet Ayaz çıktı.
Sultan, birini çağırıp;
“Ayaz'ı tâkip et, bana bilgi getir!’ diye emretti.
Ayaz, köşeyi döndü.
Pabucunu çıkarıp silkeledi.
İçinden bir “akrep” düştü...
Onu oracıkta ezip;
“Pis hayvan! Sultânın huzûrunda ısırıp, edebimi bozdurdun!" dedi.
Memur bunu gördü.
Gelip sultâna bildirdi.
Sultan, Ayaz'ı çağırıp; “Ey Ayaz! Huzûrumda edebini bozmaya seni mecbur eden şey neydi?” diye sordu.
O, boynunu büküp;
“Sultânım! Kölenin işi kusur işlemek, Sultânınki affetmektir" dedi.
Sultan;
“Affettim, sebebini söyle” dedi.
Ayaz cevâben;
“Sultânım! Bir akrep peş peşe ayağımı sokuyordu. Yedi kere sabredip ayağımı oynatmadım. Sekizincide dayanamayıp ayağımı oynattım. Özür dilerim" dedi.
."Oğlumu kaçırdılar!.."
19-02-2017 02:00
Mısır'da yetişen Ebû Ali Rodbârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Mısır’da, Kurafe Kabristanı'ndadır.
Huzûruna bir “kadın” geldi.
Ağlıyordu!
Büyük velî sordu:
“Bacım, niçin ağlıyorsun?”
Kadıncağız dertliydi.
“Oğlumu kaçırdılar. On gündür haber yok yavrumdan. Ne olur bir himmet edin de kurtulup gelsin” dedi.
Mübârek zât;
“Peki bacım, sen evine git. Oğlun İnşallah kurtulur” buyurdu.
Kadın çok sevindi...
Ve çıkıp evine gitti.
Büyük velî el açıp “Yâ Rabbî! Sevdiğin kullar hürmetine bu hanımı oğluna kavuştur” diye yalvardı.
O gün akşam oldu.
Kadın, oğluyla geldi.
Büyük velî, o gence “Anlat bakalım, nasıl kurtuldun?” diye sordu,
Delikanlı şöyle anlattı:
“Beni alıp çok uzaklara götürdüler... El ve ayaklarıma “demir kelepçeler” takıp bir zindana attılar.
Hayattan ümîdimi kesmiştim ki, bu sabah bir zât belirdi yanımda. Tıpkı size benziyordu.
Kelepçelerimi çözüp beni zindandan çıkardı ve kayboldu. Bir de baktım evimdeyim. Ne olduğunu ben de anlayamadım” dedi.
Ve sordu hemen:
“Merak ettim hocam. O zât kimdi acaba?”
Buyurdu ki:
“Seni Allah kurtardı evlâdım!.. O, her şeye kâdirdir”
.Misâfir bereket getirir
20-02-2017 02:00
Irak'ta yetişen büyük velîlerden Ebû Bekir El Betâihî hazretlerinin bir âdeti vardı ki, hiç misâfirsiz yemeğe oturmazdı.
Yakınları vardı.
Ona dediler ki:
“Hocam! Görüyoruz ki misâfirsiz yemeğe oturmuyorsunuz.”
“Evet kardeşlerim.”
“Hikmeti ne acaba?”
“Misâfirle yenen yemekten, kıyâmette suâl sorulmayacak, hem misâfir, bereket getirir” buyurdu.
Çok da ikrâm ederdi mübârek.
Evde ne varsa çıkarırdı önlerine.
Ona dediler ki:
“Çok ikrâm yapıyorsunuz. İyi de, malınız azalıyor.”
Buyurdu ki:
“Malım azalıyorsa ömrüm de bitiyor.”
“Birazını saklasanız.”
“Mal, saklamak için değil, harcamak içindir. Bırakıp gideceğime, Allah yolunda harcarım daha iyi” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sohbetinde "Allah adamlarını çok sevin ve onların hayat tarzını kendinize örnek alın. Allah dostlarını sevmek, insanın ihlâsını arttırır" buyurdu.
Sordular ki:
"Efendim, bu dünyada kim kimi seviyorsa, âhirette de onunla beraber olacakmış, öyle mi?"
Büyük velî;
"Evet" dedi.
Ve Peygamber Efendimizin "Kişi, dünyada ve âhirette sevdiğiyle beraberdir" buyurduğunu nakletti.
.Gemi sallanmaya başladı!..
21-02-2017 02:00
Irak'ta yetişen velîlerden Ebû Bekir Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Bağdat’tadır.
Bir grup talebesi, gemiyle sefere çıktılar bir gün.
Ama bir müddet geçti...
Şiddetli bir “fırtına” çıktı!
Gemi sallanmaya başladı.
Talebeler korktular!
Ve ellerini kaldırıp;
“Yâ Rabbî! Hocamızın hürmetine kurtar bizi” diye yalvardılar.
Duâları henüz bitmişti ki, birdenbire sâkinleşti deniz.
Geminin sallanması durdu.
Çok sevindiler...
Ve ellerini açıp;
“Yâ Rabbî! Sana şükürler olsun ki kurtardın bizi boğulmaktan” diyerek şükrettiler.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
"Bu dünyanın çirkinliğini anlamadıkça, ona düşkünlükten kurtulamazsınız. Ona düşkün olunca da âhirette felâketten kurtulmak mümkün olmaz" buyurdu.
Ve ekledi:
"Dünyayı sevmek, günahların başıdır" hadîs-i şerîfi, buna delildir, senettir.
● ● ●
Bir gün de bazı gençler "Efendim, bize namaz kılmak zor geliyor. Sebebi nedir?" dediler.
Cevâbında;
"Sebep, nefistir. Çünkü nefis, İslâmiyet’e inanmıyor, Bunun için İslâmiyet’in emri olan namaz kılmak, ona acı geliyor ve kılmak istemiyor" buyurdu
.Namazda tâdil-i erkân
22-02-2017 02:00
Aslen Tirmizli olup Belh şehrinde yaşayan Ebû Bekr-i Verrak hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
Bir sevdiği vardı.
Başka şehirde yaşıyordu. Bir gün bu zâta mektup yazdı.
Ve birkaç dînî suâl sordu.
Ama birini unutmuştu.
Namazda tâdil-i erkân meselesini soracaktı asıl.
Mektubu gönderdi...
Sonra bunu hâtırladı...
Ama iş işten geçmişti.
“Neyse, bir dahaki mektupta sorarım" dedi kendi kendine.
Bir müddet geçti...
O zâttan cevap geldi.
Heyecanla açtı mektubu.
Ve okudu hemen!
Sormuş olduğu bütün suâllerin cevapları çok güzel yazılmıştı.
Hepsini de anladı.
Ancak bitmedi mektup.
Bir paragraf daha vardı.
O son paragrafı okuyunca, şaşırıp kaldı.
Zîra beklemediği şeydi.
Mübârek zât şunları yazmıştı.
“Namazları tâdil-i erkânla kılmalıdır. Zîra bâzı âlimler buna farz demiştir. Tâdil-i erkân, rükûda, rükûdan kalkıp dikilince, secdede ve iki secde arasında oturunca bir miktar hareketsiz durmaktır.”
Böyle yazmış mübârek.
Ve ilâve etmiş;
“Sen sormamışsın, ama belki merak edersin diye yazdım.”
Bunları okudu.
Çok duygulandı.
Hattâ ağladı...
.Korkudan vefat etti!
23-02-2017 02:00
Aslen Tirmizli olup, Belh şehrinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Verrak hazretlerinin bir oğlu vardı.
Onu bir hocaya gönderdi.
Çocuk akşam geldi.
Ama çok kederliydi! Yüzü solmuş, dudakları titriyordu!
Çok üzüldü tabii!
“Evlâdım neyin var? Niçin soldun böyle. Bir şeyden mi korktun?” diye sordu ona.
Çocuk cevap verdi:
“Bir şeyden korktum!”
“Neden korktun oğlum?”
“Bugün hocam bir âyet okuttu bana. O âyetin dehşetinden korkuya kapıldım!”
“O, hangi âyet evlâdım?”
“Müzzemmil sûresinin onyedinci âyeti babacığım” dedi.
Ve ekledi:
Bu âyette Allahü teâlâ ‘Siz bugün küfür ve günahtan kurtulmazsanız yarın kıyâmet gününde cehennem ateşinden nasıl kurtulacaksınız? O günün dehşeti, nice gençleri ak saçlı ihtiyara döndürür!’ buyuruyormuş.”
Korku hâli artarak devam etti!
Yemekten içmekten kesildi.
Günden güne eridi.
O korkuyla vefat etti!
Defnin ertesi günü, babası ziyâret etti bu mübârek çocuğu. Kabri başında çok ağladı!
Gözyaşları döktü!
Ve kendi kendine “Ey nefsim, bak şu oğlun bir âyet-i kerîme işitmekle korktu, hastalandı ve bu dertle öldü! Sen ise aynı âyeti yıllarca okuyorsun da hiç korku gelmiyor kalbine. Taş mıdır senin kalbin?” dedi.Niçin ağlıyorsunuz efendim?”
24-02-2017 02:00
Aslen Tirmizli olup Belh şehrinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Verrak hazretleri öldükten sonra, bir sevdiği onu rüyâda gördü.
Baktı ki hıçkırarak ağlıyor...
Çok üzüldü!
Yanına yaklaştı.
Ve “Niçin ağlıyorsunuz efendim?” diye sordu.
Cevâbında;
“Ey kardeşim! Öldüğüm günden beri hep böyle ağlıyorum” buyurdu.
Adam merak etti:
“Neden efendim?”
Buyurdu ki:
“Burası Müslüman kabristanı, ama îmânla gelebilen maalesef pek az.
Şöyle ki, on kişiden, ancak bir kişi îmânla geliyor buraya. Nasıl ağlamayayım!”
● ● ●
Bir gün de sevdikleriyle sohbet ediyordu ki “Allahü teâlâ bir kulunu severse ona iki nîmet verir” buyurdu.
Sordular:
“Onlar nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“Birinci nîmet, sevdiği bir kulunu tanıtır ona.”
Sordular:
“Sevdiği kuldan maksat nedir hocam?”
Buyurdu ki:
“Hakîkî bir İslâm âlimidir, Allah dostu bir velîdir. Bu büyük zâtları tanıtır ve sevdirir onları.”
Sordular yine:
“İkinci nîmet nedir hocam?”
Buyurdu ki:
“Hayırlı bir iş, yâni insanların dünyasına veyâ âhiretine faydası olan bir iş nasip eder ona.”
.İlim, amel ve ihlâs
25-02-2017 02:00
Belh şehrinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Verrak hazretleri, bir gün sohbetinde “Dînimiz üç esastır. İlim, amel ve ihlâs” buyurdu.
Sordular:
“İlimden maksat nedir efendim?”
“İslâmiyet’i öğrenmektir.”
“Amel nedir efendim?”
“Öğrendiklerini tatbik etmektir.”
“Ya ihlâs hocam?”
“İhlâs, samimiyet demektir. Bir iş, Allah için yapılmazsa hiç kıymeti olmaz” buyurdu.
Ve daha izah etti:
“Bir amelin, bir işin hâlisiyle bozuğu birbirine çok benzese de ayrıdır. Nitekim hakîkî çiçek ile yapma çiçek, ne kadar benzeseler de ayrıdırlar. Hakîkî çiçeği koklayın, hoş kokar. İşte bunun gibi hâlis ibâdet de mis gibi kokar” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bazı gençler “Efendim, insana önce lâzım olan şey nedir?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Önce lâzım olan şey; itikadını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre düzeltmektir.”
Sordular:
“Ondan sonra ne mühimdir?”
Buyurdu ki:
“Îmândan sonra ibâdet mühimdir.”
● ● ●
Bir gün de “En mühim ibâdet nedir efendim?” diye sordular
Buyurdu ki:
“Beş vakit namaz kılmaktır. Namaz, ibâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran bir ibâdettir.”
.Kalp, Allah içindir!.."
26-02-2017 02:00
Basra’da yetişip kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebû Muhammed Basrî hazretleri “zengin” idi, ama “dünya sevgisini” çıkarmıştı kalbinden.
Bir seveni anlatıyor:
Ebû Muhammed ismini işittim...
Ziyâret etmek istedim.
Ve o gün çıktım yola.
O yere yaklaşınca pek çok hayvan sürüleriyle karşılaştım. Ayrıca hurmalıklar, tarlalar, bağlar ve bahçeler gördüm.
Bir kişiye sordum ki:
“Bu hayvanlar ve bu bağlar, bahçeler kimindir?”
Dedi ki:
“Hepsi de Ebû Muhammed hazretlerinindir.”
Çok şaşırdım?!
Ve hayret ettim!
“Bu nasıl velî ki dünyalığı çok” dedim.
Bildiğime göre; Allah adamları’nın malı mülkü olmamalıydı.
Öyle biliyordum.
Aklım almıyordu.
Kalbimden “bu kişi velî değil” dedim. Hem bunları düşünüyor, hem de ilerliyordum yollarda.
Nihâyet yolum bitti.
Hânegâhına vardım.
Henüz kapısını çalmamıştım ki, bir hizmetçi gülümseyerek açtı kapıyı.
İltifatlarla aldı beni içeri.
Bu zâtın huzûruna girdim.
Gayriihtiyârî onu sevdim.
Bana ismimle hitap edip; “Yâ Ömer! Yol boyunca gördüğün o mal ve mülkler bize âitse de sevgileri yoktur kalbimizde. Çünkü kalp, Allah içindir. Bir kalpte az bir ‘dünya sevgisi’ olsa, o kimseye Hakk teâlâyı tanımak nasip olmaz” buyurdu.
.Yağmur şiddetli yağıyordu!..
27-02-2017 02:00
Basra'da yetişip kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebû Muhammed El-Basrî hazretleri zamanında, şiddetli yağmur yağdı o havâliye.
Sanki gök delinmişti.
O hızla devam edecek olsa “büyük felâket” olacaktı.
Ne yapsınlar?
Hemen bu zâta koşup;
“Hocam ne yapacağız, yağmur dinmiyor. Bir duâ etseniz de yağmur kesilse” dediler.
Büyük velî;
“Pekâlâ” dedi.
Ve açtı ellerini.
“Yâ Rabbî! Bu yağmuru bize ‘rahmet’ kıl, felâket olmasından sana sığınıyoruz” dedi.
Rabbine yalvardı.
Duâsı yeni bitti.
Yağmurun şiddeti azaldı.
Sonra daha azaldı.
Ve kesildi tamamen.
Böylece insanlar büyük bir felâketten kurtuldular.
● ● ●
Bir gün de;
“Efendim, evliyâ zâtlara karşı nasıl davranmak gerekir?” diye sordular bu büyük velîye.
Cevâbında;
“Evliyâ zâtların büyüklüğünü bilmeli, onları çok sevip saygıda kusur etmemelidir” buyurdu.
Sordular ki:
“O zâtlar, neden bu kadar kıymetlidir efendim?”
Cevâbında;
“Çünkü onlar; Allahü teâlâyı, Allah da onları çok sever. Onlar için kıyâmet gününde korku ve hüzün yoktur!” buyurdu.
."O, bizim talebemizdir”
28-02-2017 02:00
Bağdat’ta yaşayıp kabr-i şerîfi Nişabur'da bulunan Ebû Osmân Magribî hazretleri devrinde bir genç, bir gece yarısı kalktı.
Ellerini açtı.
Ve yalvardı:
“Yâ Rabbî! Beni doğru yola iletecek bir mürşide kavuştur! Onun huzûrunda dînimi öğrenip sana ibâdet edeyim.”
Böyle duâ etti...
Sonra da yattı.
Ve rüyâ gördü.
Rüyâsında kıyâmet kopmuş, hesaplar görülüyordu. Bu gencin de günahları fazla geldiğinden, azap melekleri onu cehenneme götürüyorlardı ki nûr yüzlü bir “ihtiyar” belirdi.
Ve o meleklere;
“Bu genci bırakın! O, bizim talebemizdir” dedi.
Melekler “peki” dediler.
Ve o genci bıraktılar.
Genç, sevinip kendisini kurtaran o zâtın yüzüne dikkatle baktı. Beyaz sakallı, nûr yüzlü ve sevimliydi.
O esnâda uyandı...
O zâtı merak etti...
Evet… Duâsı kabul olmuş ve bir “mürşit” gösterilmişti kendisine.
Ama kimdi bu zât?
Ve ona nasıl kavuşacaktı?
Derken çalındı kapısı.
Açtığında bir “ihtiyar” gördü eşikte. Beyaz sakallı.
Nûrâni yüzlü.
Ve sevimliydi.
Evet bu, rüyâda gördüğü zâttı.
O, “mürşit” arıyordu.
Mürşit, onu buldu.
Elini öpüp “talebesi” oldu.
.Büyükler imtihan edilmez!..
01-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Mehene şehrinde olan Ebû Saîd-i Ebül Hayr hazretleri, talebesiyle dergâhında oturuyordu ki bir yabancı genç girdi içeri.
Ve selâm verdi...
Oturdu bir yere.
Maksadı, imtihan etmekti bu zâtı. “Eğer kalp gözü açık bir velîyse bana hurma ikrâm etsin" diye geçirdi içinden...
O böyle düşünüyordu ki büyük velî sohbeti kesip, çağırdı Ahmed ismindeki bir talebesini.
Talebe koşup geldi.
“Buyurun hocam.”
“Evlâdım! Bizim eve git... Sana hurma verecekler, onu al, buraya getir!” dedi.
O talebe;
“Başüstüne” dedi.
Bir solukta eve gitti.
Ve hurmaları getirdi.
Büyük zât aldı hurma tabağını, o gelene uzatıp “Buyur evlâdım, taze hurmadır, her zaman bulunmaz” buyurdu.
Genç, edeple aldı.
Yedi o hurmadan.
Sonra ellerine yapışıp “Beni de talebeliğe kabul edin!” diye yalvardı. Ve artık ayrılmadı o kapıdan.
● ● ●
Bir gün de biri gelip “Dînimizde ilim öğrenmenin yeri nedir efendim?” diye sordu bu zâta.
O da cevaben;
“İlim öğrenmek için evinden çıkan kimseye melekler imrenir. Gelip o kimsenin ayakları altına kanatlarını sererler. Denizdeki balıklar, karadaki hayvanlar, havadaki kuşlar, onun için duâ ederler” buyurdu.
."Emânete riâyet etmek lâzım"
02-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen Ebû Saîd-i Ebül Hayr hazretlerinin bir “hırkası” vardı ki, hazret-i Ebû Bekr'e âit olup elden ele dolaşarak gelmişti ona.
Bir gün can kulağına;
"Bu hırkayı, Ahmed Nâmıkî'ye teslim et" diye ses geldi.
O, bu nidâyı işitti.
“Başüstüne” dedi.
Ancak kendisinin Ebû Tâhir adında bir oğlu vardı ki, "Lâyık değilsem de bu hırkayı ileride ben giyerim" diye ümitleniyordu.
Babası bunu anladı...
Onu yanına çağırıp “Ey oğlum! Vefatımdan seneler sonra bu medreseye şöyle şöyle bir genç girecek. Sen o anda kürsüde, vaaza başlamış olursun. O içeri girince, hemen kalk ve kendi elinle bu hırkayı ona giydir” buyurdu.
Birkaç gün geçti...
Göçtü dünyadan.
Yıllar sonra oğlu Ebû Tâhir rüyâ gördü. Babası, kendisine “Kalk, kutb-u evliyâ geliyor!” dedi.
O anda uyandı...
Fırladı yataktan.
Kapıya çıkınca bir “gencin”, nûr saçarak geldiğini görüp babasının yıllar önceki vasiyetini hâtırladı.
Medreseye koştu.
Kürsüsüne oturdu.
Henüz vaaza başlamıştı ki o "nûrlu genç" girdi içeri. O anda kalbinden "Bu genç, hırka için geldi. Ama nefsim, bunu ona vermeye râzı olmuyor" diye düşündü.
O genç, bunu anladı.
Ve yanına varıp “Ama emânete riâyet etmek lâzım” dedi.
Ebû Tâhir indi ve o hırkayı, hürmetle giydirdi o gencin üzerine.
"Emânete riâyet etmek lâzım"
Horasan’da yetişen Ebû Saîd-i Ebül Hayr hazretlerinin bir “hırkası” vardı ki, hazret-i Ebû Bekr'e âit olup elden ele dolaşarak gelmişti ona.
Bir gün can kulağına;
"Bu hırkayı, Ahmed Nâmıkî'ye teslim et" diye ses geldi.
O, bu nidâyı işitti.
“Başüstüne” dedi.
Ancak kendisinin Ebû Tâhir adında bir oğlu vardı ki, "Lâyık değilsem de bu hırkayı ileride ben giyerim" diye ümitleniyordu.
Babası bunu anladı...
Onu yanına çağırıp “Ey oğlum! Vefatımdan seneler sonra bu medreseye şöyle şöyle bir genç girecek. Sen o anda kürsüde, vaaza başlamış olursun. O içeri girince, hemen kalk ve kendi elinle bu hırkayı ona giydir” buyurdu.
Birkaç gün geçti...
Göçtü dünyadan.
Yıllar sonra oğlu Ebû Tâhir rüyâ gördü. Babası, kendisine “Kalk, kutb-u evliyâ geliyor!” dedi.
O anda uyandı...
Fırladı yataktan.
Kapıya çıkınca bir “gencin”, nûr saçarak geldiğini görüp babasının yıllar önceki vasiyetini hâtırladı.
Medreseye koştu.
Kürsüsüne oturdu.
Henüz vaaza başlamıştı ki o "nûrlu genç" girdi içeri. O anda kalbinden "Bu genç, hırka için geldi. Ama nefsim, bunu ona vermeye râzı olmuyor" diye düşündü.
O genç, bunu anladı.
Ve yanına varıp “Ama emânete riâyet etmek lâzım” dedi.
Ebû Tâhir indi ve o hırkayı, hürmetle giydirdi o gencin üzerine.
.Başka soracağın var mı evlâdım?"
03-03-2017 02:00
Bağdat evliyâsından ve kabr-i şerîfi de orada olan Ebû Saîd-i Harraz hazretlerinin huzûruna bir “genç” geldi bir gün.
Bâzı dînî suâller sordu.
Aldı cevaplarını.
Ancak birini unuttu.
"Gıybet orucu bozar mı?" diye soracaktı.
Ama bir türlü hâtırlayamadı.
Tam kalkıyordu ki büyük zât;
“Başka soracağın var mı evlâdım?” diye sordu.
“Var efendim” dedi.
Sonra düşündü...
Ama hâtırlayamadı.
“Unuttum hocam” dedi.
Büyük velî;
“Az daha düşün, belki hâtırlarsın” buyurdu.
Genç, yine düşündü...
Yine hâtırlayamadı.
Büyük zât, gence;
“Gıybet hakkında mı soracaktın yoksa?” buyurdu.
O zaman hâtırladı...
“Evet hocam” dedi.
Mübârek zât;
“Gıybet, orucu bozmaz. Ama sevâbını giderir” buyurdu.
Genç duygulandı!
Ve ellerine sarıldı.
Öptü ve bir daha ayrılmadı yanından.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
"İyi bir insan nasıl olur efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"İyi bir insan; herkesin çok sevdiği, ihtiyaç duyduğu bir kimsedir. Tıpkı (su) gibi, (hava) gibi, (gıda) gibi" buyurdu.
.Şu insanlara şaşıyorum!.."
04-03-2017 02:00
Bağdat’ta yetişen ve kabr-i şerîfi orada olan Ebû Saîd-i Harraz hazretleri, büyük velîlerdendir.
Riyâzet ve takvâda, devrinin bir tanesiydi.
Bir gün sohbet ediyordu...
Bir hadîs-i şerîf nakletti.
O hadîs-i şerîfte meâlen;
"Bir kimse birinden bir iyilik görürse, elinde olmadan kalbi ona meyleder" buyuruluyordu.
Bunu okudu...
Ardından da;
“Kardeşlerim! Ben, şu insanlara şaşıyorum” buyurdu.
Dinleyenler
“Hangi insanlara efendim?”
dediler.
Büyük velî;
“Şu insanlara ki, kendisine az bir iyilik yapana teşekkürler ederler de, her nîmetin ve her iyiliğin hakîkî sâhibine şükretmezler. Hâlbuki insanlardan gelen her iyiliği, her nîmeti de gönderen, yine O’dur” buyurdu.
Ardından izah etti:
“Çünkü Hakk teâlânın âdeti şöyledir ki, her nîmeti ve iyiliği, kullarının eliyle gönderir. O hâtırlatmasa, kuvvet ve kudret vermese kimse kimseye iyilik yapamaz.”
● ● ●
Bir gün de bâzı gençlere;
“Şu üç şeyi unutmayın çocuklar. Kim Allah'tan korkarsa, bütün mahlûkat da ondan korkar! Kim Allah'ı severse, herkes de onu sever. Kim Allah'ın emirlerine itaat ederse, bütün mahlûklar da ona itaat ederler” buyurdu.
."Burada biri var, ölmek üzere!"
05-03-2017 02:00
Bağdat’ta yetişen, kabr-i şerîfi de orada olan Ebû Saîd-i Harraz hazretleri, büyük tevekkül sâhibiydi... Her nîmeti, Rabbinden beklerdi sâdece.
Bir ara çölde yolculuk yapıyordu.
Açlıktan tükendi.
Yürüyemez oldu.
Tam o sırada ileriden bir kervanın geldiğini gördü.
Gayriihtiyârî sevindi buna. Zîra "Onlardan bir şey ister, yerim de yürümeye güç kazanırım" diye düşünmüştü. Ama böyle düşündüğüne pişmân oldu.
Ve çok üzüldü!
Kendinden utandı!
Başını önüne eğip;
“Ey nefsim! Kervanın gelmesine niçin seviniyorsun? Demek ki sen Rabbinden başka birilerine güveniyorsun... Ahdım olsun, onlardan bir şey istemeyeceğim. Çünkü Rabbim beni onlardan daha iyi biliyor” dedi.
Etrâfına bakındı.
Bir çukur gördü.
Acele içine girip gizlendi.
Etrâf zifirî karanlıktı...
Kervan gelip o bölgede konakladı. Ve hiç mümkün değilken kervandan biri gördü onu çukurun içinde.
Hayretine gitti!
Yolculara dönüp;
“Ey insanlar! Burada biri var, ölmek üzere. Koşun, bir şeyler yedirin de ölmesin zavallı” diye seslendi.
Etrâftan koştular.
Hâlini anladılar...
Onu çukurdan çıkarıp “nefis yiyecekler” sundular kendisine.
.Âhiret nasıl bir yer?"
06-03-2017 02:00
Bağdat’ta yetişen, kabr-i şerîfi de orada olan Ebû Saîd-i Harraz hazretlerinin bir oğlu vardı.
Bir gün vefat etti.
Babası çok üzüldü.
Bir gece rüyâda gördü bu oğlunu.
Kendisine;
“Ey oğlum! Âhiret nasıl bir yer?” diye sordu.
Oğlu cevâben;
“Babacığım, burada iki yer var. Bunlardan biri cennet, öbürü cehennemdir. İnsanlar bu iki yerde sonsuz kalacaklar” dedi.
Ve ilâve etti:
“Burada, dünyada yaptığı işlerden soruyorlar. Cevap veremeyenler cehenneme, doğru cevap verenler cennete gidiyor.”
Şöyle bitirdi;
“Yâni dünyadaki ameller karşılıksız kalmıyor babacığım. İnsanlar, ya ebedî/sonsuz bir azaba düşüyor ya da sonsuz bir saadete kavuşuyorlar.”
● ● ●
Bir gün de sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Ona sordular ki:
"Muvaffak olmanızı neye borçlusunuz efendim?"
Cevâbında;
"Bir hadîs-i şerîfe uyuyorum, ona borçluyum" buyurdu.
Merak ettiler...
Ve sordular:
"O, hangi hadîs efendim?”
Cevâben;
"Helekel müsevvifûn. Bu hadîs-i şerîfi kendime düstur yaptım ve hayırlı işleri ânında yapıp, az sonraya bile tehir etmedim" buyurdu.
.Ben mahvoldum, ben bittim!"
07-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Basra civarında bulunan büyük velî Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin bir komşusu vardı.
Bunun, yüklü miktarda parası çalındı bir gün. Adamcağız senelerce çalışıp biriktirmişti o paraları.
Ne yapacağını şaşırdı!
Bu zâta koşup “Hocam! Ben mahvoldum, ben bittim!” dedi.
Mübârek üzüldü!
Ve sordu hemen:
“Hayırdır kardeşim, ne oldu?”
“Bu gece evimize hırsız girip bütün paramı çalmış hocam, ben şimdi ne yapacağım?”
Buyurdu ki:
“Üzülme, bulunur bir çâresi.”
“Nasıl bulunur hocam?”
“Ne bileyim, onu alan pişmân olup, paranı geri getirebilir.”
“Böyle bir şey olabilir mi?”
“Niye olmasın. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.”
Adam sevindi...
Ve evine döndü.
Hakîkaten az sonra çalındı kapısı.
Koşup açtığında bir “çocuk” vardı eşikte.
Elindeki keseyi uzatıp “Amca, bu para sizinmiş, lütfen alın” dedi.
Adam duyduğuna inanamadı...
“Bizim miymiş?”
“Evet, sizinmiş.”
“Peki ama kim gönderdi bunu?”
“Dün gece sizin evden alan adam gönderdi...”
“Niye gönderdi peki?”
“Pişmân olmuş gâliba.”
“Pekâlâ” deyip parayı aldı.
Sevinçten “şükür secdesine” vardı.
.Âsi gencin tövbesi!..
08-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Basra civarında bulunan Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin evinin yanında bir kadınla genç bir oğlu yaşıyordu.
Bir gün kadın geldi.
Ve bu büyük zâta;
“Ey komşu! Oğlum içki içtiği için bizi mahalleden atmak istiyorlar. Ama oğlum çok hasta. Bu hâlimizle nereye gidebiliriz, ne olur bize yardım edin” diye yalvardı.
Acıdı kadıncağıza.
Ve buyurdu ki:
“Oğlunu görebilir miyim?”
İzin verince içeri girdi...
Delikanlı onu gördü.
Ve sevinip, gözyaşlarıyla “Yâ İlâhî! Sen ne şefkatli ve kerîmsin ki, benim gibi günahkâr bir kulun duâsını kabul ettin, sana şükürler olsun” dedi.
Mübârek zât sordu:
“Ne duâ etmiştin?”
“İki şey istemiştim efendim... Birincisi; ölmeden önce sizi göreyim. İkincisi, sizin yanınızda tövbe edip sonra vefat edeyim. Birinci duâm kabul oldu. İkincisi kabul olur mu?” dedi.
Buyurdu ki:
“Neden olmasın evlâdım? Hakk teâlâ hâlisen tövbe eden kulunu elbette affeder.”
Genç, annesine;
“Beni yere indir” dedi.
Annesi yaptı dediğini.
Genç, ağlıyordu!
Yüzünü toprağa sürüp “Ey Allah'ım! Günâhım pek çok. Ama senden başka gidecek kapım da yok. Çok pişmânım... Şu, toprakla bir olmuş kulunu affeyle” diye yalvardı.
Bu hâldeyken teslim etti rûhunu.
Ve affedilmiş olarak kavuştu Rabbine...
.O gencin cenâzesinde bulun!"
09-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Basra civarında bulunan büyük velîlerden Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin komşusu olan günahkâr genç, hâlisen tövbe edip rûhunu teslim etmişti.
Bu zât anlatıyor:
O gençten ayrıldım. O gece, Resûlullah Efendimizi gördüm rüyâda.
Bana bakıp;
“Yâ Ebâ Türâb! Senin komşun olan günahkâr genç bu gece vefat etti... Allahü teâlâ onun tövbesini kabul etti. Derecesini yüceltip beni onun ziyâretine gönderdi. Yarın sen de git, o gencin cenâze hizmetlerinde bulun!” buyurdu.
O anda uyandım.
Tam namaz vaktiydi. O ara küçük kızımın hüngür hüngür ağladığını gördüm! Sordum ki:
“Kızım niçin ağlıyorsun?”
Dedi ki:
“Babacığım, hani bir genç vardı ya, senin yanında tövbe etmişti. O, bu gece vefat etmiş, rüyâda bana (Kim onun cenâzesinde bulunursa her duâsı kabul olur) diye bildirdiler. Ne olur babacığım, izin ver, ben de onun cenâzesinde bulunayım.”
“Peki kızım” dedim.
Birlikte câmiye gittik.
Çok yaşlı bir kadın, bastonuna dayanmış “iki büklüm” hâlde câmiye doğru gidiyordu...
O da görmüş bu rüyâyı.
Meğer herkes görmüş.
Namazına akın akın insanlar geldi.
Öyle kalabalık oldu ki; iğne atsan, yere düşmezdi sanki...
.Sihirbâzın kötü âkıbeti!
10-03-2017 02:00
Endülüs'te yetişen ve kabr-i şerîfi Kurâfe-i sugrâ denilen yerde olan Ebül Abbâs el Basîr hazretleri zamanında bir "sihirbaz" gelmişti o havâliye.
Gösteriler yapıyordu.
İnsanları aldatıyordu.
Yâni dinsizlik propagandası yapıyor, bu sihirlerle insanların îmânını sarsmak istiyordu.
Bir gün yine topladı etrâfına insanları.
Kalabalık oldu.
Çok memnundu.
En büyük numarası da oturduğu yerden yükselerek havada bağdaş kurup oturmaktı. Sihirbaz tam bunu yapıyordu ki, bu “büyük velî” oradan geçerken gördü onun bu oyununu.
Oraya yaklaştı.
Ve seslendi halka;
“Ey insanlar! Bu adam sihir yapıp îmânınızı bozmak istiyor. Onu seyretmeyin!” buyurdu.
Sonra iki elini vurdu birbirine.
O vurdukça sihirbaz alçaldı.
Vurdukça alçaldı.
Ve "paat!" diye düştü.
Rezil olmuştu...
Acele terk etti o yöreyi.
Bir daha da gözükmedi o havâlide.
● ● ●
Bu zat bir gün sevdiklerine;
“İbâdetler îmândan değildir. Yâni bir ibâdeti terk etmek, îmânı gidermez. Ama namaz için hüküm böyle değildir” buyurdu.
Sordular:
“Onun hükmü nasıldır efendim?”
Cevâbında;
“Birçok büyük âlim ‘Bile bile namaz kılmayan ve namaz vakti geçerken üzülmeyen kimsenin îmânı gider’ buyuruyor” dedi.
.“Bebeğimiz nerede hanım?”
11-03-2017 02:00
Ebül Abbâs El Basîr hazretlerinin asıl ismi Ahmet ise de “İbn'ül-gazâle” diye tanınır. İbn'ül-gazâle, "ceylânın oğlu" demektir.
Hikâyesi şöyle:
O doğduğunda iki gözü de “kör” idi. Babası o yerin sultânı olup seferdeydi o zaman.
Annesi “bu sakat çocuğu beyim istemez” diye düşünüp bebeğini bir beze sardı.
Evden çıktı.
Issız bir yere bırakıp geldi. Sultan seferden dönüp de hanımının doğum yaptığını öğrenince sordu:
“Bebeğimiz nerede?”
“Sorma bey. Bir oğlumuz oldu, ama doğar doğmaz vefat etti.”
Yalan söylemişti.
Sultan boyun büküp;
“Rabbim onu aldıysa daha iyisini ihsân eder” dedi.
Aradan günler geçti...
Sultan, ava çıkıp bir “ceylân” gördü. Okunu gerip tam fırlatacaktı ki, bir “karaltı” fark etti.
Merakla koşup gitti.
Baktı, bir erkek çocuğu.
Çok güzel, nûr topu gibi.
“O ölenin yerine oğlum bu olsun” dedi ve alıp getirdi eve.
Hanım, onu görünce sordu:
“Hayrola bey, kim bu çocuk?”
“O ölenin yerine bunu gönderdi Cenâb-ı Hakk.”
“Hiçbir şey anlamadım bey.”
“Av yerinde buldum. Bir ceylân emziriyordu. Bak, ne de sevimli."
Kadın bir tuhaf oldu.
Zîra tanımıştı onu.
Sevgiyle kucaklayıp bağrına bastı kendi yavrusunu. Hakîkati anlattı beyine. İkisi de sevinip şükrettiler...
.Fırından ekmek alalım..."
12-03-2017 02:00
Mısır'da yetişen büyük velîlerden Ebül Abbâs el Harrâr hazretleri, bir gün talebesinden birini yanına alıp, bir dostunu ziyârete gitti.
Akşam vakti köye vardılar.
Mübârek zât talebesine;
“Fırından ekmek alalım. Elimiz boş olmasın” buyurdu.
Talebe de;
“Peki hocam” dedi.
Sıcacık ekmekleri aldılar.
Ve devam ettiler yollarına.
Ancak genç talebenin garibine gitmişti bu iş.
Kendi kendine;
“Hediye olarak niye ekmek alıyoruz ki. Tatlı götürseydik daha iyi olmaz mıydı?" diye düşündü...
Sonra eve vardılar.
Ve kapıyı çaldılar.
Ev sâhibi bu zâtı görünce pek çok sevindi...
Zîra onu seviyordu.
Sevinç içinde;
“Buyurun efendim, hoş safâ geldiniz!” dedi.
Ekmekleri gördü.
Daha da sevindi...
Çünkü hiç ekmek yoktu evlerinde.
“Efendim, ekmek getirmekle ne iyi ettiniz. Çünkü yemeğimiz, tatlımız, her şeyimiz vardı, sâdece ekmeğimiz yoktu” dedi.
Sofraya oturdular.
Âfiyetle yediler...
Talebe, o zaman anladı bu işin hikmetini.
Kalbinden;
“Bu büyüklerin her yaptığı iş, güzel ve tam yerindedir. Bundan sonra hocama hiç îtirazda bulunmayacağım” diyordu.
."Kalk, burada yatılmaz!.."
13-03-2017 02:00
Mısır'da yetişen ve kabr-i şerîfi Kûs şehrinde olan büyük velî Ebül Abbâs el Mülessem hazretlerinin genç bir talebesi vardı.
Hocasından izin aldı.
Ve köyüne gitti bir gün.
Dönerken yoruldu.
Bir ağaç altında oturdu.
Sonra da uyuyakaldı.
Ancak tehlikeli bir yerdi orası.
Hocasını gördü rüyâsında.
Mübârek zât ona baktı.
Ve sertçe îkaz etti:
“Kalk, devam et yoluna!”
Delikanlı;
“Başüstüne” dedi.
Peşinden sordu:
“Niçin hocam?”
“Burası tehlikeli yer evlâdım!.. Burada uyunmaz!” dedi.
Ve kayboldu gözden...
Genç uyandı.
Ve fırladı ayağa.
Bir de ne görsün?!
İki “aç kurt” gelmiş, kendisine saldırmak üzereler.
“Eyvaah!" dedi.
Ve hızla uzaklaştı oradan.
Az sonra şehre vardı.
Ve girdi hocasının huzuruna.
Büyük zât gülümsedi.
Ve ona şefkatle bakıp; “Bir daha öyle bilmediğin yerlerde yatıp uyumayacaksın değil mi. Allah korusun kurt falan gelir, saldırır insana” buyurdu.
Talebe;
“İnşallah hocam” dedi.
Başını önüne eğdi. Sonra hürmetle öptü hocasının elini ve böyle bir üstâdı olduğu için şükretti Allah’a.
.İmtihana yeltendi, ama...
14-03-2017 02:00
Mısır'da yetişen ve kabr-i şerîfi İskenderiye şehrinde bulunan Ebül Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin huzûruna bir gün biri geldi.
Selam verip oturdu.
Elinde bir sepet "elma" vardı adamın. Aklı sıra imtihan edecekti bu mübârek velî zâtı.
Şöyle ki;
Önceden bir elmayı aldı.
Ona işaret koydu.
Ve kalbinden;
“Bu zât gerçekten evliyâ ise, bu elmayı bulup bana versin” diye düşündü...
Sonra içeri girdi...
Elmaları arz edip;
“Bu elmalar bizim bahçemizindir efendim, lütfen kabul buyurun” diye rica etti.
Mübârek zât sepeti aldı.
Eliyle iyice karıştırdı.
İşaretli elmayı buldu.
Ve kendisine verdi.
Diğer elmaları da dağıttı orada bulunanlara.
Adam mahcup oldu!
Utandı yaptığına!
Büyük velî;
“Kardeşlerim! Bir Müslüman Resûlullah’ın bildirdiği doğru yoldaysa onda başka kerâmet aranmaz” buyurdu.
Ve o kimseye dönüp;
“Anladın mı?” buyurdu.
Adam zâten pişman olmuştu böyle düşündüğüne.
“Özür dilerim” dedi.
Hürmetle öptü elini.
Dahası “talebesi” olmakla şereflendi...
."Bize ne ikram edeceksin?"
15-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Merv şehrinde olan Ebül Abbâs Seyyârî hazretleri, bir gün “Ahmed” adında, sevdiği bir talebesinin evine teşrif etmişti.
Talebe, yeni evliydi.
Ve çok da fakirdi.
Hocasını görünce, pekçok sevindi garip.
Bir şeyler ikrâm etmek istedi.
Ama ne?
Bir miktar “un”dan başka hiçbir şey yoktu evinde.
Mutfakta, hanımıyla;
"Acaba ne yapsak?" diye düşünüyorlardı.
O anda hocası seslendi içeriden.
“Ahmed, evlâdım!”
Koşup geldi hemen:
“Buyurun hocam.”
“Evlâdım! Bizim karnımız aç, bize ne ikrâm edeceksin?”
Genç ezildi, büzüldü!
Ve üzülerek;
“Çok az unumuz var efendim” diyebildi ancak.
Büyük zât;
“Çok iyi, hemen getir o unu bakalım.”
Delikanlı koşup getirdi.
Un, bir “avuç” kadardı.
Bereket için duâ etti...
Ve talebesine verip;
“Al evlâdım!.. Bu undan ekmek yapın da yiyelim! Cenâb-ı Hakk hânenize bereket versin. İnşallah yıllar yılı yersiniz de bitiremezsiniz o ekmekleri” buyurdu.
Hanımı ocağı yaktı.
Ve pişirdi ekmekleri.
Yiyip sohbet ettiler.
O ekmekleri senelerce yediler de bitiremediler hakîkaten. Zira yedikçe artıyordu...
.Eğer yalan söylüyorsa…
16-03-2017 02:00
Tâbiîn-i kirâmdan Muttarif bin Abdullah hazretlerinin oğlu vefat ettiğinde hiç “üzüntülü” bir hâli görülmedi.
Tevekküle sarıldı.
Saçını sakalını taradı.
Güzel elbiseler giydi.
İnsanlar, böyle yapmasının sebebini sorduklarında;
"Allah'tan gelene rızâ göstermeyip feryat etmemi mi bekliyordunuz? Mâdemki kuluz, Rabbimizden ne gelirse râzı olmalıyız" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâtı çekemeyenler, kendisini zamanın vâlisi olan Ziyad bin Ebih'e şikâyet ettiler.
Ziyad, emretti askerlere:
"Derhâl onu alıp, huzûruma getirin!”
Hemen gidip getirdiler.
Bu defâ askerlerine;
"Siz onu tutup getirirken hâlinde herhangi bir değişiklik oldu mu?" diye sordu.
Cevâben;
"Olmadı" dediler.
"Öyleyse o sâlih bir kimsedir, onu bırakın ve kendisinden özür dileyin!" diye emretti.
● ● ●
Bir gün de bâzı dostlarıyla sohbet ediyordu.
Onlardan biri;
“Bir kimsenin velî olduğu nasıl anlaşılır efendim?" diye sordu bu mübârek zâta.
Cevâbında;
"Tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesiyle anlaşılır" buyurdu.
."Kardeşin kârlı çıktı"
17-03-2017 02:00
Horasan’da yetişen ve kabr-i şerîfi Merv şehrinde olan Ebül Abbâs Seyyârî hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine:
Vaktiyle iki kardeş vardı.
Bir de yaşlı anneleri.
Kadıncağız hastaydı.
Ve hizmete muhtaçtı.
İki kardeş, her gece sırayla hizmetini görürlerdi bu kadıncağızın.
Biri hizmet ediyordu.
Diğeri ibâdet yapıyordu.
Bir gece, ibâdet yapan genç, ibâdetten çok zevk almıştı...
Kardeşine;
“Bu gece de annemin hizmetine sen bak da, ben ibâdet edeyim” diye ricâ etti.
Kardeşi kabul edip;
“Tabii, hayhay” dedi.
O, annesinin hizmetini görürken bu, bütün gece ibâdet etti.
Yine çok zevk aldı.
Bir ara uyku bastırdı.
Ve uyuyakaldı.
Bir rüyâ gördü.
Rüyâda bir ses duydu.
Gâipten geliyordu.
Kulak verdi.
Kendisine, ismiyle;
“Ey filân!.. Kardeşin kârlı çıktı, bütün günahları bağışlandı. Sen de kardeşinin hürmetine affedildin” denildi.
Merak etmişti.
Sordu hemen:
“Hikmeti ne acaba?”
Cevâben;
“Allahü teâlânın, sizin ibâdetinize ihtiyâcı yoktur. Ama anneniz, sizin hizmetinize muhtaç. Ona hizmet etmek, nâfile ibâdetten çok daha sevaptır” denildi.
."O, devrinin kutbu olur!"
18-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretleri Harkan'da dünyaya geldi.
Uzun boylu, heybetliydi!
Gözleri iri, yüzü nûrluydu.
Henüz doğmamıştı ki büyük üstadı Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, onun geleceğini haber verdi...
Şöyle ki;
Her sene şehitleri ziyâret için Kumtepe mevkîine giderken Harkan kasabasından geçilirdi. İşte bu büyük zât bu yere gelince, havasını derin derin koklardı.
Talebeleri;
“Efendim, sebep ne ki bu yerin havasını koklarsınız?" dediler.
Büyük velî;
“Bana, bu yerden öyle birinin kokusu geliyor ki, o, kemâle erdiğinde devrinin kutbu olur” buyurdu.
Lâkin zevcesi, bilmezdi kıymetini.
Nitekim İbni Sînâ, “Ebül Hasen” ismini işitince, ziyâretine geldi bir gün. Zevcesi açtı kapıyı.
“Kimi aradınız?”
“Ebül Hasan hazretlerini ziyâret için gelmiştim.”
Kadın cevâben;
“Ormana gitti. Sen, ziyâret edecek başka adam bulamadın mı?” dedi.
İbni Sînâ ayrıldı.
Ormana doğru gitti.
Az sonra ileriden geldiğini gördü bu zâtın. Odunları “aslana” yüklemişti.
Yaklaşıp sordu:
“Bu ne hâl yâ ebel Hasen?”
Büyük velî cevâben;
“Evimde, biraz önce gördüğün belâ yükünü çekiyorum. Bu hayvan da benim yükümü taşıyor” buyurdu.
.Bir hırka hürmetine...
19-03-2017 02:00
Sultan Mahmud Gaznevî, Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerini ziyârete gitti bir gün.
Oturup sohbet ettiler.
Çok bereketli geçti.
Ebül Hasen hazretleri, Sultânın hâlis sevgisini ve “ihlâsını” görünce “hırkasını” çıkardı.
Ve hediye etti ona.
Sultan Mahmud, o mübârek “hırkayı” alıp huzurdan ayrıldı.
Semerkant melikiyle savaşa gidecekti. Büyük velînin duâsını alıp, çıktı bu gazâya.
Semerkant'a vardı.
Düşman ordusunu gördü.
Bir hayli kalabalıklardı.
Yenilmek endîşesi sardı içini!
İki ordu karşı karşıya geldiler.
Az sonra savaş başlayacaktı.
Sultan Mahmud, indi atından.
O “hırkayı” vesîle edip;
“Yâ Rabbî! Bu hırkanın sâhibinin hürmetine sen bize yardım et” diye duâ etti...
Rabbine yalvardı.
İşte ne olduysa o esnâda oldu...
Düşman tarafında kuvvetli bir “kasırga” koptu...
Öyle ki;
Göz gözü görmüyordu.
Toz duman oldu ortalık…
Kimse kimseyi tanımıyordu. Bu hengâmede kâfir askerleri birbirlerini vurmaya başladılar.
Savaş meydanı düşman ölüleriyle doldu.
Sultan Mahmud bu hâli görünce “Harkânî hazretlerinin himmeti âni geldi” dedi.
Ve şükretti Rabbine...
."İbâdetlerin faydası bizedir"
20-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretleri bir sohbetinde;
“Kardeşlerim! Bütün insanlar Allahü teâlâya îmân edip itaatli kul olsalar, Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü artmaz” buyurdu.
Ve ekledi:
“Bütün insanlar inkâr edip âsi, günahkâr olsalar büyüklüğünden bir şey eksilmez.”
Yine buyurdu ki:
“Yaptığımız ibâdetlerin faydası bizedir. Bunların Allahü teâlâya hiçbir faydası yoktur ve olamaz.”
● ● ●
Bir gün de bâzı gençler;
“Efendim, insana en önce lâzım olan şey nedir?” diye sordular.
Cevâben;
“Bir Müslümana her şeyden önce lâzım olan şey, îtikadını Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre düzeltmektir” buyurdu.
Sordular:
“Ondan sonra mühim olan şey nedir efendim?”
Büyük velî;
“Doğru îmandan sonra, ibâdete sıra gelir” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bâzı sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Bir ara;
“En mühim ibâdet nedir efendim?” diye sordular
Cevâbında;
“Beş vakit namaz kılmaktır. Namaz, ibâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran bir ibâdettir” buyurdu.
."Kutb-u âlemi göreceğim!"
21-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerinin bir talebesi;
“Hocam! İzin verirseniz Lübnan'a gitmek istiyorum?” dedi.
Büyük velî sordu:
“Oraya niçin gidiyorsun?”
“Zamanın kutbu oraya çok gelirmiş. O kutbu görmek için efendim.”
“Pekâlâ git” buyurdu.
Talebe sevindi...
O gün çıktı yola...
Günlerce yürüyüp Lübnan'a vardı. Gördü ki; musallâ üzerinde bir cenâze var. Ama namazını kılmıyorlar.
Onlara sordu:
“Niçin namazını kılmıyorsunuz?”
“Kutb-u âlemi bekliyoruz.”
Buna çok sevindi...
O da “kutb-u âlemi” görmek için gelmişti zâten. Az sonra cemaat birden ayağa fırladılar.
O da kalktı ayağa.
Fakat o da ne?!.
Gelen zât, kendi üstadı Ebül Hasan Harkânî hazretleriydi.
Şaşkınlıktan bayıldı.
Ayıldığında; üstadı cenâze namazını kıldırıp gitmişti bile...
Cemaate sordu:
“Tekrar ne zaman gelir?”
“İkindiye gelir” dediler.
Buna çok sevindi...
“Ben onun talebesiyim. Harkan'dan tâ buraya, zamanın kutbunu görmeye geldim. Meğer kutup, benim hocammış?” dedi.
Az sonra teşrif etti büyük zât.
Talebe affını diledi.
Mübârek zât tuttu onun elini. Bir anda Harkan'da buldu kendisini. Hem de tam evlerinin önünde...
.“Öyleyse biz gidelim”
22-03-2017 02:00
Sultan Mahmûd-u Gaznevî, ordusuyla Harkan yakınlarından geçerken bir adamını Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerine gönderip, mümkünse yanına gelmesini ricâ etti.
Büyük velî;
“Gelemem!” buyurdu.
Durumu bildirdiler.
“Öyleyse biz gidelim” dedi.
Ancak hoşuna gitmedi bu hâl.
Onun için “gururla” geldi.
Ve selâm verdi.
O, ayağa kalkmadı.
Oturduğu yerden aldı selâmını.
Bu hâl de hoşuna gitmedi.
Ve sordu ki:
“Efendim, hocanız Bâyezid-i Bistâmî nasıl bir kimseydi?”
Buyurdu ki:
“O, öyle yüksek bir velî idi ki, onu gören, mutlaka îmâna gelirdi.”
Sultan Mahmud;
“Nasıl olur, Kureyş kâfirleri Resûlullahı yüzlerce defa gördüler de yine îmân etmediler. Sen ise Bâyezid'i bir defa gören, îmân ederdi diyorsun” dedi.
Büyük zât;
“Onlar, Resûlullah’ı peygamber olarak değil, Abdullah’ın yetîmi olarak gördüler. O gözle baktılar, onun için îmâna kavuşamadılar" buyurdu.
Sultan, bu cevâbı çok beğendi. Gururunu atıp tevâzuya büründü. İzin alıp çıkarken, büyük velî ayağa kalktı ve ayakta uğurladı kendisini.
Sultan edeple sordu:
“Geldiğimde ayağa kalkmadınız, şimdi ayakta uğurlarsınız, hikmeti nedir?”
Buyurdu ki:
“Önce kibirle gelmiştin, onun için kalkmadım. Şimdiyse tevâzuya büründün. Tevâzu edeni, Hakk teâlâ yüceltir.”
.Beni hatırlayın!.."
23-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerinin birkaç talebesi bir gün bu zâtın huzûruna geldiler ve;
“Efendim, izin verirseniz uzun bir sefere çıkmak istiyoruz” dediler.
Buyurdu ki:
“Selâmetle gidin gelin.”
Sordular ki:
“Yollar emniyetli değil. Herhangi bir tehlikeyle karşılaşırsak, ne tavsiye edersiniz?”
Buyurdu ki:
“Beni hatırlayın. Allahü teâlâ sizi sıkıntıdan kurtarır.”
“Peki” deyip yola çıktılar... Az sonra eşkıyâlar kesti yollarını. Biri hâriç, hepsinin mallarını aldılar.
O bir kişiye dokunmadılar.
O, hocasını hâtırlayıp da duâ etmişti.
Oradan geri döndüler.
Ve hocalarına;
“Efendim, biz ‘Allah’ dedik, bütün malımızı kaybettik. Bu ise sizi andı, kurtuldu. Hikmeti nedir acaba?” diye sordular.
Büyük velî;
“Siz günahkâr ağızla ‘Allah’ dediniz, soyuldunuz. O, beni anıp yardım isteyince Rabbime onun için duâ ettim. Günahsız ağızla duâ ettiğim için Allahü teâlâ kabul edip onu bu belâdan kurtardı” buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde “İslâmiyet’e uymak, aynen Sırat'tan geçmeye benzer” buyurdu.
Ve îzah etti:
“Burada, İslâmiyet’e uymakta titiz davranıp kılı kırk yaranlara, Sırat köprüsü geniş ve rahat olacak. İslâm’a uymakta rahat ve geniş davrananlara ise o nisbette ince, dar ve sıkıntılı olacaktır.”
.Çok acıkmışlardı...
24-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerinin evine, bir gün kalabalık bir ziyâretçi grubu geldi.
Uzak yoldan gelmişlerdi.
Bunun için bîtab düşmüşlerdi.
Hem de çok acıkmışlardı.
Olacak bu ya, o saatte büyük velînin evinde yemek için bir “lokma” bile ekmek yoktu.
Hizmetçi geldi.
Bu hâli arz etti.
Mübârek zât, ona;
“Ekmekliğin üstüne bir örtü at, altından elini sok, ekmekleri çıkar. Sakın içine bakma!” buyurdu.
Hizmetçi;
“Peki efendim” dedi.
Ve başladı ekmekleri çıkarmaya.
Yüz kişiden fazlaydı gelenler.
Ekmekler “tepe gibi” yığıldı önlerinde!
Hizmetçi şaşırmıştı?!
Bu işi merak etti...
Ve örtüyü kaldırıp baktı.
Baktı ama bir daha ekmek alamadı.
Çünkü söz dinlememişti.
Büyük velî;
“Beni dinleyip de bakmasaydın, oradan kıyâmete kadar ekmek çıkardı” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "İbâdetlerin en mühimi nedir efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"En mühim ibâdet; bütün ibâdetleri kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran, namaz ibâdetidir" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de buyurdu ki:
“Namazı doğru kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin şeyler yapmaktan korunmuş olur.”
."Kabrimi derin kazın!.."
25-03-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Harkan’da bulunan Ebül Hasan-ı Harkânî hazretlerinin vefatı yaklaştığında;
“Öldüğümde kabrimi derin kazın. Tâ ki yatacağım yer, üstâdım Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinin kabir seviyesinden daha aşağıda olsun!” diye vasiyet etti.
O gece vefat etti...
Vasiyetini yerine getirdiler.
Kabrini derin kazıp defnettiler.
O gece çok kar yağdı.
Ertesi gün ziyârete gelenler hayrete düştüler!
Zîra bir gün evvel yokken, şimdi mübârek kabri başında, büyükçe bir “mezar taşı” vardı.
Çok merak ettiler...
"Kim getirmiş olabilir?" dediler.
Araştırdılar...
Soruşturdular.
Karların üzerinde bir “aslanın” ayak izlerini gördüler.
Durum anlaşılmıştı...
Rûhuna “Fâtiha” okuyup ayrıldılar.
Bu büyük evliyâ zâtın yaydığı “nûr” ve “feyiz” günümüze kadar ulaşmıştır...
● ● ●
Bu zat, bir gün sohbetinde; “Kardeşlerim! Kendinizi vermeye alıştırın. Çünkü bize kalacak olan, verdiğimizdir” buyurdu.
Sonra şunu anlattı:
Bir Kurban Bayramı günü, Resûllullah Efendimiz, dışarıdan eve gelip Âişe validemize;
“Kurban etini ne yaptın?” diye sordular.
Cevaben;
“Hepsini dağıttım, iki kürek bize kaldı” diye arz etti.
Efendimiz;
"Öyleyse iki kürek hâriç, hepsi bize kaldı” buyurdular.
.Yolculuk zamanı yaklaştı"
26-03-2017 02:00
Mısır evliyâsından ve kabr-i şerîfi Mısır’ın Kına şehrinde bulunan Ebül Hasan-ı Kûsî hazretlerinin, orta yaşlı bir komşusu vardı.
Bir gün yolda karşılaştılar...
Mübârek zât durdu.
Ve selâm verdi:
“Selâmün aleyküm komşu!”
Adam aldı selamı:
“Aleyküm selâm hocam.”
Büyük velî;
“Eh, yolculuk zamanı da yaklaştı” buyurdu.
Adam bir şey anlamadı.
“Ne yolculuğu hocam?”
“Âhiret yolculuğu, yâni sonsuz yolculuk.”
O zaman anladı. Ama şaka zannedip;
“Aman hocam, dur bakalım henüz genciz” dedi.
Lâkin bu, şaka değildi.
Mübârek ciddiydi.
Şöyle bir baktı adama.
Ve buyurdu ki:
“Ecel, genç ihtiyar tanır mı komşu?”
“Tanımaz elbet.”
“Ne vakit geleceği belli mi?”
“Hayır, belli değil.”
“Öyleyse hazırlanmak lâzım.”
Adam da ciddileşti.
“Evet hocam çok haklısınız. Hazırlanmamız lâzım” dedi.
Buyurdu ki:
“Ama bir haftaya kadar bitmeli bu hazırlık. Eş dostla helâlleşip hattâ vasiyeti de yapmalı şimdiden.”
Adamcağız işi anladı...
Evine gelip vasiyetini yaptı...
Eş dostla helâlleşti.
Tam bir hafta geçti...
Ve dünyadan göçtü.
."Bekle, yakında tâyinin çıkar!”
27-03-2017 02:00
Kuzey Afrika'da yetişen ve kabr-i şerîfi Hamisre mevkîinde bulunan Ebül Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin talebesinden biri, rüyâda Resûlullah Efendimizi gördü bir gece...
Elinde güzel bir “tâc” vardı.
Onu giydirdi gencin başına.
Genç çok sevindi.
Ne yapacağını şaşırdı.
Ve heyecan içinde uyandı uykudan.
Hemen doğrulup fırladı ayağa.
Abdest alıp namaz kıldı.
Rüyâdan çok duygulanmıştı!
Kendi kendine;
"Acaba tâbiri nasıldır?" diye düşünüp zor etti sabahı.
Ve erkenden koştu huzura.
Rüyâyı anlatacaktı.
Tâbirini soracaktı.
Mübârek zât, sevgiyle bakıp sordu bu talebesine:
“Sen bu gece rüyâ mı gördün evlâdım?”
“Evet hocam.”
“Peygamberimizi mi gördün?”
“Evet efendim.”
Büyük velî, rüyâsını baştan sona kadar anlatıp;
“Mübârek olsun evlâdım. Çok güzel, mânâlı bir rüyâ görmüşsün” buyurdu.
Delikanlı heyecanlıydı!
Sordu hemen:
“Tâbiri nedir hocam?”
Buyurdu ki:
“Bu, yakında kadı/hâkim olacağına alâmettir oğlum. Bekle, yakında çıkar tâyinin.”
Çok geçmedi.
Gerçekleşti bu iş.
Kadı olarak tâyin edildi bir beldeye...
.Sen niçin oynamıyorsun?.."
28-03-2017 02:00
Mısır'da yetişen ve kabr-i şerîfi Kurafe Kabristanında bulunan büyük velî Ebül Hayr el Aktâ hazretleri; çocukları çok sever, ilgilenirdi onlarla. Bir gün yine oynayan çocukları gördü sokakta.
Ancak birini gördü.
Bir köşeye çekilmişti.
Oynamıyordu.
Sâdece seyrediyordu.
Yanına gidip sordu:
“Sen niçin oynamıyorsun evlâdım?”
Çocuk omuz silkti.
“Ben oynamak istemiyorum.”
“Niçin yavrum? Kalk, sen de katıl oyuna.”
“Hayır amca, oynamayacağım.”
“Neden ama?”
Çocuk, vakurâne bir edâ ile “Biz oyun için mi yaratıldık?” dedi.
Bu, hoşuna gitti mübârek zâtın.
Ve sordu ona:
“Peki, ne için yaratıldık?”
“Rabbimize ibâdet etmek için.”
Başını okşadı.
Ve buyurdu ki:
“Evlâdım! Sen henüz çocuksun. Günâhın da yok... Şimdi oyna, büyüyünce ibâdet edersin.”
Çocuk dedi ki:
“İyi ama, babam ocağı yakarken kalın odunları ‘ince çırpılarla’ tutuşturuyor. Ben, cehennemde yanan ince çırpılardan olmak istemiyorum.”
Çok hoşuna gitti.
Araştırdı bu çocuğu.
Seyyitlerdenmiş.
Bunu öğrenince;
“Resûlullah’ın torununa da bu yakışırdı” diye mırıldandı...
."Ben bu işe karışmam!"
29-03-2017 02:00
Hindistan'da yetişen ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan büyük velî Ebül Hayr Fârûkî hazretleri zamanında bir sene “kuraklık” oldu o havâlide. Fiyatlar yükseldi.
Pahalılık arttı.
Ve çekilmez hâl aldı. İnsanlar çâresizlikle koştular bu zâta:
“Hocam mahvolduk!”
“Hayırdır, ne oldu?”
“Bu hayat pahalılığı büktü belimizi. Çok sıkıntıdayız, ne olur hocam, duâ edin de düşsün fiyatlar. Kurtulalım bu pahalılıktan.”
Buyurdu ki:
“Ben bu işe karışmam!”
Onlar hiç böyle bir cevap beklemiyorlardı.
Sordular:
“Neden hocam?”
“Hakk teâlâ rızıklara kefîldir.”
“Âmennâ efendim.”
“Bakın kardeşlerim, bir buğday tânesi ‘bir altın lira’ olsa bile O, bizim rızkımızı yine verir, buna inanın. Hem bu, bizim kusûrumuz. Biz Rabbimizin emirlerine itaat etseydik bu pahalılık olmazdı” buyurdu.
Ve ekledi:
“Kur’ân-ı kerîmde ‘Emirlerime itaat etmezseniz rızkınızı daraltırım’ buyuruluyor.”
Sordular:
“Peki, ne yapacağız hocam?”
“Siz ucuzluk mu istiyorsunuz?”
“Evet efendim.”
Buyurdu ki:
“Öyleyse bırakın günâhı, İslâm’a sarılın. Allahü teâlânın emirlerine saygılı olun. Bu işin tek çâresi var. O da budur.”
.Herkese tepeden bakan adam!
30-03-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan velîlerden Ebül Hüseyin Nûrî hazretlerinin sohbetine, mevkî sâhibi bir kişi geldi bir gün.
Ancak mağrurdu.
Gururlu ve kibirliydi.
Mevkîsine güveniyordu.
Herkese tepeden bakıyordu.
Oturdu sohbet halkasına.
O esnâda Ebül Hüseyin Nûrî hazretleri, sevdikleriyle sohbet ediyordu...
Bu mağrur gelince, mevzuyu değiştirdi.
Ve ordakilere;
“Ben bu gece, mânâlı bir rüyâ gördüm” dedi.
Sordular:
“Ne gördünüz hocam?”
Buyurdu ki:
“Sultan olmuşum. Muhteşem bir tahtta oturuyorum. Etrâfımda hizmetçiler fır dönüyor, emrimi bekliyorlar. Bir saltanat ve ihtişam içindeyken uyandım birden.”
Yaşlıca bir sevdiği vardı.
Bu zâta dönüp;
“Rüyâ değil mi hocam, elbette ki bitecek” dedi.
Büyük velî, ona;
“Evet, bir anda bitti ve hayâl oldu saltanatım. Bu dünya da, dünya makamları da böyle geçici ve aldatıcıdır. Bunlarla mağrur olmak, kibirlenmek, mümin olan kişiye hiç yakışmaz” buyurdu.
Adam almıştı alacağını.
O gün attı gururunu.
Tevâzuya büründü.
Ölünceye kadar da hep böyle “başı önünde” yaşadı.
Tam bir tevâzu içinde...
.Maksadım, âhirettir
31-03-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebül Hüseyin Nûrî hazretlerinin nasîhatini dinleyen, hidâyete kavuşurdu.
Lâkin ne demiş büyükler;
“İyilerin düşmanı çoktur.”
Bâzı hasetçiler, zamanın Sultânına şikâyet ettiler bu zâtı.
Şöyle ki;
“İnsanları yoldan çıkarıyor. Devlet için tehlikelidir” dediler.
Sultan, kadıyı çağırıp;
“Bu zâtı araştır!” dedi.
Maksadı, bu söylentilerin doğru olup olmadığını anlamaktı.
Kadı, bu zâtı mahkemeye çağırdı.
Bâzı suâller sordu.
Aldığı cevaplardan etkilendi.
Hayran oldu kendisine.
Ve hükümdâra;
“Sultânım! Bu zât kötü biriyse, o zaman yeryüzünde iyi bir kimse yoktur. Bu kişi, yüzünü âhirete çevirmiş. Tek düşüncesi, ölümden sonrasıdır... Kendini Allah'a vermiş, dünya mevkî ve makamı umurunda değil. Böyle din adamından, devlete zarar gelmez” dedi.
Hükümdâr rahatladı...
Saraya dâvet etti bu büyük velîyi.
Konuşup kadıya hak verdi.
Ve edeple sordu:
“Bir arzunuz var mı efendim?”
Büyük velî;
“Arzum şudur ki; beni unutun. Zîra benim, dünya adamlarıyla işim olmaz. Benim işim, Allah iledir. Onun için ey sultan, ne sen beni görmüş ol, ne de ben seni!”
Hükümdâr, iyice ikna oldu, inandı.
Hürmet ve izzetle uğurladı kendisini...
.Nur çıkardı ağzından!..
01-04-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebül Hüseyin Nurî hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkuyordu!
Karanlıkta bir defâ “Allah” deseydi ağzından bir “nur” çıkar, orayı aydınlatırdı.
Küçük bir kulübesi vardı.
Orada ibâdet yapardı.
Geceleri oradan “nur hüzmesi” çıkardı gökyüzüne.
Firâset nuruyla konuşup insanların gönlünü nurlandırdığı için "Nurî" lâkabı verilmiştir kendisine.
Her gün birkaç ekmekle dükkânına gider, fakat yolda fakirlere dağıtırdı o ekmekleri.
Kendisi yemezdi.
Bu hâlini gizlerdi.
Evdekiler, onu dükkânda, dükkânda olanlar evde yedi zannederlerdi.
● ● ●
Bir gün bu zâta; "Efendim, bir mübârek geceyi ihya etmek için sabaha kadar ibâdet etmek gerekir mi?" diye sordular.
Cevâbında;
"Hayır, bir saat kadar ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de "İbâdetlerin en mühimi nedir efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"En mühim ibâdet; bütün ibâdetleri kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran namazdır" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de buyurdu ki:
“Namazı doğru kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin şeyler yapmaktan korunmuş olur.”
.Kurtarana bin altın!
02-04-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebül Hüseyin Nurî hazretleri zamanında, çarşının girişinde “yangın” çıkmış ve bir dükkânda iki çocuk alevlerin içinde kalmıştı...
Çocuklar, “İmdât!" diye bağırıyor, ama alevlerin arasına girmeye kimse cesâret edemiyordu.
Çocukların ustası;
“Ey ahâli! Bilin ki, bu yavruları kurtarana ‘bin altın’ vereceğim” diye bağırdı.
Ebül Hüseyin Nurî hazretleri oradan geçiyordu.
Tehlikeyi görüp girdi dükkâna.
Ve çıkardı o çocukları ateşten.
Çocuklar kurtuldu.
Usta sözünde durdu.
Bir kese içinde “bin altın” takdim etti bu büyük velîye.
Ama o, almayıp;
“Bu ateşten kurtulmak mühim değil” buyurdu.
Sordular:
“Mühim olan nedir efendim?”
“Asıl cehennem ateşinden kurtulmak mühimdir. Zîra o ateş hem çok daha şiddetli, hem de sonsuzdur” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta "Hocam! Allahü teâlânın, bir kulu sevdiğinin alâmeti nedir?" diye sordular.
Cevâbında;
"O kimse, hep hayırlı işlerle meşgul olur, insanlar ondan fayda görür" buyurdu.
Ve ekledi:
"Allahü teâlânın sevmediği kimse de, mâlâyaniyle vakit geçirir. Yâni ne dîne, ne de dünyaya faydası olmayan, boş işlerle uğraşır.”
.İnsanın en büyük düşmanı!
03-04-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebül Hüseyin Nurî hazretleri, bir gün;
“Kardeşlerim! Allah'ın sevgisine kavuşmak, bu nefis engelini aşmakla olur” buyurdu.
Kendi de uğraşırdı.
Nefsine söylenirdi.
Zaman zaman;
“Ey nefsim! Senelerdir hevâ ve hevesine uydun. Rabbinin emirlerine karşı geldin. İstediğin gibi yedin, içtin, uyudun... Ama artık kendi isteklerini bırakıp Rabbine ibâdet yapacaksın!” derdi.
● ● ●
Bunu hep yapardı.
Nefsini azarlardı;
“Ey nefsim! Çok iyi biliyorum ki sen ahmağın birisin. Çünkü hep ateşe götüren işlerin tâlibisin... Ne yapsan, sonunda pişmânlık oluyor. Bıraksam cehennem ateşinde yanacaksın. İşte ey nefsim, sen bunun için ahmaksın” derdi.
● ● ●
Bir gün sevdiklerine;
“İnsanın en büyük düşmanı, kendi nefsidir. Dînin her bir emrinde bu nefsi kırmak vardır ve nefis kırılırsa netîce hayır olur” buyurdu.
Sordular:
“Nefsi nasıl kıralım efendim?”
Buyurdu ki:
“İstişare edin, zîra nefis, istişare etmek istemez. ‘Ben de biliyorum’ der. Yolda bir mümine rastlarsanız önce siz selâm verin. Müsafaha ederken önce siz uzatın elinizi... Kırıldığınız kimseden önce siz özür dileyin. Öfkelenmeyin, çok çalışın, tembel olmayın ki, bunlar da nefsi kırar.”
.Sevgi böyle olur!..
04-04-2017 02:00
Bağdat'ta yetişen ve kabr-i şerîfi Bağdat’ta olan Ebül Hüseyin Nûrî hazretlerinin ismini, İsfehan'ı bir genç duydu, görmeden âşık oldu.
Şiddetle onu görmek istiyordu.
Ancak şehrin vâlisi, gitmesine izin vermiyor “Gitmezsen, bir köşkü, eşyası ve hizmetçisiyle sana veririm” diyordu.
Ama o, ne köşk istedi.
Ne de hizmetçi.
Bunlar gözüne gözükmedi.
O zâtı görmek için çırpınıyordu.
Bir sabah, yalın ayak çıktı yola...
Ona kavuşmak için dere tepe koşuyordu...
O zât, talebelerine;
“İsfehan'dan bir genç geliyor ki, kalbindeki muhabbet, hepimize ibrettir. Gidin, geleceği yolları süpürün ki, ayakları incinmesin” buyurdu.
Nihâyet genç âşık geldi.
Sordu büyük velî:
“Nereden geliyorsun?”
“İsfehan'dan efendim.”
“Peki evlâdım! Vâliniz, bana gelmemen için, eşyasıyla birlikte bir köşk verseydi, yolundan döndürebilir miydi seni?”
Delikanlı şaşırdı!
Hüngür hüngür ağladı!
Ve “Köşkü de, eşyası da, hizmetçisi de onun olsun efendim. Tamamını terk edip size geldim” dedi.
Büyük velî sevindi...
Ve delikanlıya;
“On sekiz bin âlemi bir tepsinin içinde bir kimsenin önüne koysalar, onlara göz ucuyla bir nazar etse, bu yolda zerre kadar ilerleyemez” buyurdu.
.Tam koparacaktı ki!..
05-04-2017 02:00
Hindistan’da yaşayan Ferîdeddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır. Henüz doğmadan kerâmetleri görüldü.
Şöyle ki;
Annesi ona hâmileydi. Komşusunun erik ağacına uzandı bir gün.
Bir tâne "erik" koparacaktı.
Zîra canı çekmişti.
O anda bir şey oldu.
Şiddetli bir “ağrı” duydu karnında.
Büyük bir “acı” hissetti!
Koparmaktan vazgeçti.
Ferîdeddîn büyüyüp de delikanlı olunca, bir gün konuşuyorlardı annesiyle.
Kadıncağız;
“Oğlum! Sana hep helâl lokma yedirdim. Bana da haramdan tek bir lokma yemek nasip olmadı” dedi.
Ferîdeddîn dinledi.
Ve gülümsedi.
Annesi sordu:
“Niçin gülüyorsun?”
Ferîdeddîn;
“Anneciğim! Sen bana hâmileyken komşunun erik ağacına uzanmıştın da tam koparacağın anda karnında bir ağrı hissedip vazgeçmiştin, hâtırladın mı?” dedi.
Annesi düşündü...
Sonra hâtırladı...
Ve “Evet, öyle bir şey olmuştu” dedi.
Oğlu sordu:
“Sebebini anlamış mıydın peki?”
“Hayır, nereden bileyim oğlum.”
Ferîdeddîn;
“Öyleyse ben söyleyeyim. Sana o rahatsızlığı ben vermiştim o gün. Haram yemeni istemediğim için karnındayken acı verdim sana. Sen de vazgeçtin” dedi...
.Taşlar “şeker” oluyordu!..
06-04-2017 02:00
Hindistan’da yaşayan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır.
Bu zât acıkınca, ağzına küçük “taşlar" alırdı. O taşlar, hikmet-i ilâhîyle tatlı “şeker" olurlardı.
Hem de çok lezzetli.
Hocası da “Bizim Ferîd, şeker hazînesidir” buyururdu.
● ● ●
Bu zâtın zamanında bir tüccar “şeker" yüklü bir kervanı Delhi'ye götürüyordu ki bu zât onu görüp sordu:
“Çuvallarda ne var?”
“Tuz var” dedi.
Güya alaya almıştı bu velîyi.
Büyük zât ona;
“Mâdem tuz var diyorsun, öyleyse ‘tuz’ olsunlar” buyurdu.
Tüccar bunu işitti.
Ve yürüyüp gitti.
Delhi şehrine gidip de çuvalları açınca gördü ki “tuz”la dolu içleri.
Şaşırıp kaldı tabii!
Ve yoldaki hâdiseyi hâtırladı.
Hatâsını anlamıştı...
Oradan döndü geri.
Ve buldu büyük velîyi.
“Efendim, kusûruma bakmayın, size karşı edepsizlik edip, çuvallarda ‘şeker’ varken ‘tuz var’ dedim, size yalan söyledim” dedi.
Mübârek sordu:
“Şeker mi vardı çuvallarda?”
“Evet efendim, şeker vardı.”
“Pekâlâ, mademki ‘şeker vardı’ diyorsun, öyleyse ‘şeker’ olsunlar” buyurdu.
Adam gelip merakla açtı.
Bir de ne görsün?!
Bütün tuzlar "şeker" olmuştu...
.Pişmanlık duyarsa...
07-04-2017 02:00
Hindistan’da yaşayan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri, bir gün sohbetinde;
“Kardeşlerim! Bir Müslüman bir günah işlediğinde eğer ‘pişmanlık’ duyarsa, bu pişmanlığı onun için bulunmaz nîmettir” buyurdu.
Sordular:
“Neden efendim?”
“Çünkü bu pişmanlığı, tövbe demektir. Allah korusun, eğer üzülmek olmaz ve günah işlemek tatlı gelirse, günahta ısrar olur ki çok tehlikelidir!”
Sordular yine:
“Nasıl bir tehlike efendim?”
Buyurdu ki:
“Îmânına zarar verebilir mâzallah.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Efendim, insan kabre girince hâli nasıl olur?” diye sordular.
Şöyle anlattı:
Bir kimse vefat edince; onun için değişik bir hayat başlar. Defin bitip cemaat dağılırken, gidenlerin ayak seslerini işitir. Mezarında “yalnız başına” kalır. Amellerinden başka kimse olmaz yanında.
O anda bir “ses” duyar.
Mezarı, ona seslenip;
“Ey Âdemoğlu! Nihâyet içime girdin. Buranın nasıl bir yer olduğunu biliyor muydun? Yoksa öğrenmek lüzûmunu hissetmedin mi? İşte görüyorsun ki burası hem dardır, hem karanlık. Hem bu yerde ne yatak olur ne de yastık” der.
O, bunları işitir.
Ama çâresizdir.
Zîra imtihan bitmiştir.
.Gâipten gelen tokat!..
08-04-2017 02:00
Hindistan’da yaşayan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin devrinde Delhili bir “genç”, Acuzan vilâyetinde evliyâ bir zâtın bulunduğunu işitti.
Çok merak etti...
Sorup araştırdı...
“Onun ismi Ferîdüddîn Genc-i Şeker'dir, büyük bir velîdir” dediler.
Kendi kendine;
"O zâta gideyim. Yanında tövbe edip talebesi olayım" dedi.
Bu niyetle çıktı yola...
Ancak bir “kötü kadın” onu gördü.
Ve ânında “âşık” oldu.
Zîra “yakışıklı” bir gençti.
İltifat görmeyince hile yaptı ve meylettirdi onu kendine.
Delikanlı tam elini kadına uzatıyordu ki, gâipten kuvvetli bir "tokat" patladı suratında!
Ve bir “ses”!..
“Sen kime gidiyordun? Niçin bu kadına aldanıp da nefsine mağlup oldun!” diyordu.
Bu ikazla kendine geldi.
Ve hızla uzaklaştı oradan.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin yerini öğrenip huzuruna girdi.
Büyük velî onu gördü.
Ve kulağına eğilip;
“Ey oğlum! Sen buraya gelirken bir ‘kötü kadın’a meylettin. Ama şu tertemiz elin ona dokunmadan, Cenâb-ı Hakk kurtardı seni o haramdan” buyurdu.
Genç, sesinden tanıdı onu.
Ellerine sarılıp;
“Bana tokat vurup o günahtan meneden sizdiniz!” dedi.
Büyük zât gülümseyip;
“Bu, Rabbimizin bir ihsânıydı evlâdım, kimseye söyleme!” buyurdu.
.Niçin ağlıyorsun?"
09-04-2017 02:00
Bağdat civarında yaşayan Hubeyret-ül Basrî hazretleri, gayrimüslim bir köye gelmişti bir gün. Kalabalık bir grup onu karşıladı.
O an garip bir şey oldu...
Bu zât başladı ağlamaya!
İnsanlar sordular:
“Niçin ağlıyorsun?”
“Günahlarıma ağlıyorum.”
“Allahü teâlâ affeder, bilmiyor musun?”
“Evet biliyorum. Allahü teâlânın merhameti çoktur, affeder. Ama unutmayın ki; azâbı da şiddetlidir. Bu azaptan kurtulmaya elimde senedim yoktur” buyurdu.
Onlar hayret ettiler!
O şöyle devam etti:
“Kur’ân-ı kerîmde meâlen ‘İnsanların birçoğu, cehennemde yanacaktır’ buyuruluyor. Bilmiyorum ki ben de onlara dâhil miyim? Bir kısmı da cennete girecekler, ama ona girmek için de elimde berâtım yoktur. Velhâsıl cennete mi girerim, yoksa cehenneme mi? Henüz belli değilken ağlamamak elde mi? Bu sebepten ağlıyorum.”
İnsanlar dinlediler.
Ve sordular ona:
“Yâ Hübeyre, sen böyle dersen gayriye nasıl yol gösterirsin?”
Bunu işitince;
“Eyvâh!" dedi.
Ve yere yıkıldı.
O anda gâipten;
“Ey Hübeyre, biz seni dost edindik. Ölünce ebedî cennette olacaksın” diye bir ses işitildi.
Bu sesi herkes işitti.
Kâfirler de işittiler. Bunlar “üç yüz” kişi idi. Kalpleri İslâm’a meyletti. Birlikte Kelime-i şehâdeti söyleyip, hepsi de îmânla şereflendiler...
.Hep âhireti düşünürdü...
10-04-2017 02:00
Hübeyret-ül Basrî hazretleri, Bağdat civarında yaşamış Allah dostudur. Bir gece aşk-ı ilâhîyle ağlıyordu ki bir “ses” duydu...
Gâipten geliyordu...
Kulak verip dinledi.
“Ey Hübeyre! Bütün günahların mağfiret edildi. Git, Huzeyfe-i Mer’aşî'ye hizmet et” deniyordu.
Bu “mânevî işâreti” aldı.
Aynı gün düştü yola...
Ve gidip katıldı bu zâtın sohbetine.
Bir sene devam etti.
Mükemmel yetişti.
Ve “mutlak icâzet” aldı.
Devamlı ağlar, yaş dökerdi gözünden! O kadar ki insanlar hâline acır “Bu zâtın eceline az kaldı” derlerdi.
Tek düşüncesi vardı.
O da ölüm ve âhiretti.
Tek gâyesi, insanları ateşten kurtarmaktı. Bu gâye uğruna geçirdi her gününü ve bu hizmette tamam etti ömrünü.
● ● ●
Bu zât, bir arkadaşına yazdığı mektupta;
"Ey kardeşim! Kendine nasîhat eden, yine kendin ol. Bir kusurun olduğu vakit gayrinin uyarmalarını bekleme… Bu, güzel bir haslettir; ama ehli kalmadı" diye yazdı.
● ● ●
Uykudan uyandığında su bulup abdest alması gecikecekse, hemen teyemmüm ederdi.
Sordular ki:
"Az bir zamanı için teyemmüm etmenizin sebebi nedir?"
Cevâbında;
"Abdestsiz ölmekten korkuyorum! Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli değil" buyurdu.
.“Onun Sultan'la ne işi olur?”
11-04-2017 02:00
Şîraz’da doğup orada yaşayan İbni Hafif hazretleri zamanında “iki arkadaş” vardı ki, nerede bir “evliyâ zâtın” olduğunu duysalar, oraya koşarlardı hemen. Bir gün de “İbni Hafîf” ismini duydular.
Ve o beldeye vardılar.
Kapısını çaldılar.
Hizmetçisi çıktı:
“Buyurun, kimi aradınız?”
“İbni Hafîf hazretlerine gelmiştik.”
“Evde yok, sultânın yanında.”
“Peki” dediler.
Ancak şaşırmışlardı.
“Bir velînin, Sultan ile ne işi olur?” diyorlardı.
Derken bir terzi dükkânının önünden geçerken terzi bastı feryâdı;
“Hırsızlar! Makasımı siz çaldınız!..”
Gençler;
“Biz hırsız değiliz!" demeye kalmadı ki iki zâbıta memuru ellerini bağlayıp sultâna çıkardılar.
“Hapsedin!” dedi.
İbni Hafîf müdâhale etti:
“Yanlış yapıyorsunuz! Bunlar hırsız değil.”
Sultan, bu defâ;
“Çözün ellerini!” dedi.
Gençler kurtuldu hapisten.
İbni Hafîf hazretleri gençlerin koluna girip birlikte çıktılar saraydan.
Giderken sordu:
“Benim için geldiniz değil mi?”
“Evet efendim.”
“Ben de sizin için gitmiştim sultâna. Sultan, böyle yanlış kararlar veriyor bâzan. Ben de bunları düzeltmek için yanına gidiyorum” buyurdu.
Gençler sevindiler...
Hakîkî bir velînin huzurunda olmanın sevincini yaşıyordu ikisi de..
.Niçin çok severmiş?
12-04-2017 02:00
Şîraz’da yaşayan Allah dostlarından Muhammed ibni Hafif hazretleri, bir talebesini diğerlerinden çok sever, onlar da sebebini merak ederlerdi.
Bir gün bu zâta;
“Efendim, filân arkadaşımızı niçin çok seversiniz?” dediler.
O esnâda dergâhın önünde bir “deve” yatıyordu.
İbni Hafif hazretleri bir talebeye seslenip;
“Ahmed oğlum! Şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkar!” diye emretti.
Çocuk afalladı...
Ve arz etti ki:
“Efendim, ben bu koca deveyi nasıl kaldırıp da dama çıkarabilirim, bu mümkün değil.”
Mübârek zât;
“Peki kalsın!” dedi.
Ve çok sevdiği talebesine seslendi.
“Mehmet!”
“Buyurun hocam.”
“Oğlum! Sen şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkarıver!”
Genç, düşünmeden;
“Peki efendim” dedi.
Ve başladı uğraşmaya.
O uğraşırken hocası;
“Bırak oğlum, gel!”
buyurdu.
Mehmet koşup geldi.
Hocası diğerlerine;
“Şimdi anladınız mı?” dedi.
Ve şöyle îzah etti:
“Ahmed emrimizi dinlemedi. Düşündü, taşındı ve kendi aklına uyarak îtiraz etti, kaybetti. Mehmet ise hiç düşünmeden 'peki' dedi, kazandı. Unutmayın, ‘peki’ demek melek sıfatı, ‘itiraz’ etmekse şeytan sıfatıdır.”
.Emîr nasıl olur?
13-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefat etti. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebesidir.
Bir gün birlikte hac yoluna çıkarlar.
Çıkmadan üstadı sorar:
“İbrâhim! Yol boyunca birimizin emîr olması lâzım, sünnettir. Hangimiz emîr olsun?”
“Siz olun efendim.”
“Emîr ben isem sen bana uyacaksın, tamam mı?”
“Tamam efendim.”
Ve yola çıkarlar...
Bir müddet sonra yorulur ve bir kuyu başında mola verirler.
Üstadı, İbrâhim Havvâs’a;
“Sen şu gölgede otur” der.
Kendisi kalkıp çalı çırpı toplar.
Ateşi yakar, kuyudan su çeker.
İbrâhim Havvâs arz eder:
“Efendim, ben de yardım etseydim.” “Hayır, sen otur.”
Mecburen susar.
Ama içi içine sığmaz.
Yemeklerini yer, yola devam ederler.
Sonra bir “yağmur” başlar.
Hocası, paltosunu çıkarır.
Onun üzerine tutar.
İbrâhim Havvâs utanır.
“Efendim siz ıslanıyorsunuz.”
“Olsun, ben böyle istiyorum.”
O, yine susar.
Çünkü söz vermiştir.
Hem üstâda ne denir?
Ama içinden geçirir ki:
"Keşke emîr ben olsaydım.”
Haccı edâ edip dönerler.
Hazret-i Cüneyd;
“Bak İbrâhim, emîr olmak böyledir işte. İleride sen de emîr olursan, benim gibi yap! Her meşakkate sen göğüs ger. Her sıkıntıya sen katlan” buyurur.
."Hangimizin dîni hak?"
14-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri, hac yolunda bir “râhiple” karşılaştı...
Yürüyüp hasbihâl ettiler.
Önlerine bir “nehir” geldi.
Râhip, bu zâta;
“Senin dînin mi hak, benimki mi? Tecrübeyle anlayabiliriz” dedi.
“Nasıl anlarız?
“Çok kolay. Şu suyun üzerinden hangimiz yürüyüp karşıya geçerse onun dîninin hak olduğu anlaşılır. Deneyelim mi?”
“Olur, deneyelim.”
Önce râhip yürüyüp geçti karşıya.
İbrâhim Havvâs hazretleri “Yâ İlâhî!.. Bana yardım et, onun karşısında beni mahcup etme” diye yalvardı.
Ve “Besmele” söyledi.
Sâlimen karşıya geçti.
Râhip dedi:
“İkimiz de geçtik, tekrar yarışalım.”
“Olur, yarışalım.”
Râhip;
“İkimiz de acıktık. Hangimizin önüne daha leziz rızıklar gelirse onun dîninin hak olduğunu anlayalım” dedi.
O anda bir “köpek” geldi.
Ağzında bir dilim “ekmek”.
Râhibin önünde durdu.
Râhip, köpeğin ağzından ekmeği aldı ve yemeye başladı.
İbrâhim-i Havvâs duâ etti...
O an “nûr yüzlü” biri geldi.
Elinde bir “sini” tutuyordu.
Üzerinde “leziz yemekler.”
Râhip bunu gördü.
Derhâl insafa geldi.
Kalbi, İslâm’a meyletti.
“Ben iki defâ da 'sihir' yapmıştım. Ama seninki gerçekten kerâmet. Anladım ki senin dînin haktır” dedi.
Ve şehâdeti getirdi.
Müslüman oldu...
."Hızır'ın selâmı var" dersin!..
15-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefat etti.
Bir gün Ravda-yı mübâreki ziyârete giderken çölde “vahşî hayvanları” gördü ki, susuzluktan takatleri, güçleri kalmamıştı.
Acıdı onlara.
Bir şeyler yapmalıydı...
Bir kayaya hafifçe dokundu.
Allah'ın izniyle “su” fışkırdı kayadan.
Çölde susuz kalmış ne kadar hayvan varsa ânında oraya üşüştüler.
Ve o sudan doya doya içtiler.
Sonra yoluna devam etti.
Ve “nûr’lu” biriyle karşılaştı...
O nûr’lu kişi sordu:
“Nereye gidiyorsun yâ İbrâhim?”
“Medîne'ye.”
“Resûlullah’ı mı ziyâret edeceksin?”
“İnşallah.”
“Bir şey ricâ etsem yapar mısın?”
“Emriniz olur.”
“Estağfirullah. Resûlullaha benim selâmımı söyler misin?”
“Hayhay, kimin selâmı var diyeyim?”
“Kardeşin Hızır'ın dersin.”
Hızır kelimesini duydu.
Elini öpmek istedi.
Fakat öpemedi.
Zîra çoktan kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “Ben, Rabbimden tek bir şey istiyorum!” buyurdu.
Sordular ki:
“O şey nedir?”
“O’na, hiç gıybet etmemiş bir kul olarak kavuşmak. Bunu istiyorum.
Çünkü gıybet ‘kul hakkı’na girer de ondan. Kıyâmet gününde hiç kimse beni böyle bir şey için arasın istemiyorum” buyurdu.
.İmanın esası nedir?
16-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefat etti.
Bir gün biri sordu ki:
“İmanın esası nedir?”
O kişiye baktı.
“Bu, anlatmakla olmaz. Yaşamakla olur. Ben Mekke'ye gidiyorum. Sen
de gel. Yolda cevâbını öğrenirsin” buyurdu.
Adam “peki” dedi.
Ve birlikte yola çıktılar...
Yemekleri gâipten geliyordu...
Derken önlerine bir “çöl” çıktı.
Bu çölde ilerlerken karşıdan bir “atlı” gelip İbrâhim Havvâs hazretlerinin önünde durdu.
“Selâmün aleyküm!”
“Aleyküm selâm!”
İkisi bir şeyler konuştular.
Sonra o atlı kişi uzaklaştı.
Adamcağız merakla sordu:
“Efendim, bu hâl nedir?”
“Sorduğun suâllerin cevâbıdır.”
“Bağışlayın efendim, hiçbir şey anlamadım.”
Şöyle anlattı:
“O zât, Hızır Aleyhisselâm’dı.
‘Ben de sizinle geleyim mi?’ dedi.
Kabul etmedim. O da ‘pekâlâ’ deyip geri gitti.”
Adam şaşkındı! Sordu hemen:
“Aman efendim! Hızır gibi bir nîmeti neden kabul etmediniz?”
Buyurdu ki:
“Kabul etseydim Rabbime îtimadımın ve tevekkülümün azalacağından korktum!
Şöyle ki; Hazret-i Hızır'a güvenerek kalbim rahat olur, Rabbime tevekkülüm bozulabilirdi.”
.Aç mısın, susuz musun?"
17-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefat etti.
Bir talebesiyle yolculuğa çıktı bir gün. Yedi gün yedi gece hiçbir şey yemeden yürüdüler.
Ancak talebe acıktı.
Gücü tâkati tükendi.
Hocası onu gördü.
Hâline acıyıp sordu:
“Evlâdım! Ne oldu sana böyle. Aç mısın, susuz musun?”
Talebe cevâben;
“Hem susuzum, hem açım hocam. Bir şey yemezsem yürüyemeyeceğim” dedi.
Ona sevgiyle baktı.
Ve bir nehri gösterip;
“Öyleyse git şu akan sudan iç. Bundan sonra hiç susamazsın” buyurdu.
Genç, sevinçle baktı.
Ve bir “nehir” gördü önünde.
Hâlbuki az önce yoktu...
Eğilip kana kana içti avcuyla.
Serin ve tatlıydı.
Hiç böyle lezzetli su içmemişti.
Sonra abdest aldı o sudan.
Ve geri geldi.
Dönüp de ardına baktığında göremedi o suyu bir daha.
Kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün bu zâta sordular:
"İnsan, alın yazısını bilebilir mi efendim?"
Cevâbında;
"Evet, bir kişinin gönlünde ne yatıyorsa, alın yazısı odur. Bir ırmağın akış yönünden, hangi noktada denize döküleceği anlaşıldığı gibi, insanın alın yazısı da yaptığı işlerden anlaşılır" buyurdu.
.Tatlısını bulursam yerim!"
18-04-2017 02:00
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefat etti. Bir gün tepsi içinde “nar” görmüştü bir dükkânda.
Sorup “ekşi” olduğunu öğrendi.
Onun canı “tatlı nar” istiyordu.
Ekşisini yemedi.
Kendi kendine;
"Tatlısını bulursam o zaman yerim” diye düşündü.
Oradan ayrıldı.
Ve “tatlı nar” düşüncesiyle ilerledi...
Az sonra birini gördü.
Çok ağır hastaydı.
Bir kenarda yatıyordu.
Çok zayıf ve halsizdi.
Eli ayağı da yoktu üstelik.
Onu böyle görünce çok üzüldü!
Yaralıydı vücudunun çok yeri.
Yaraların üzerine arılar üşüşmüştü.
Kendi kendine;
"Bu kişi evliyâdır" dedi.
Yanına gidip sordu:
“Sen bu dertlerden şifâ bulmak istemez misin?”
“İstemem” dedi.
“Niçin istemiyorsun?”
“Bu dertten kurtulmak, nefsimin arzusudur. Bunu ise Rabbim istiyor. Benim hasta olmamı istemeseydi böyle olmazdım. Hakk teâlâ bir dert verirse kula düşen, râzı olmaktır” dedi.
“Yaraların üstüne arılar üşüşmüş. Kovayım mı onları?”
“Hayır, kovma.”
“Neden efendim?”
“Senin de kalbine ‘tatlı nar’ düşüncesi üşüşmüş. Sen, benim arıları bırak da kendi kalbindeki ‘tatlı nar’ fikrini kovmaya bak” dedi.
."Eğer izin verirsen!.."
19-04-2017 02:00
Hâce Muhammed Mâsum hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğludur. Bu zât şöyle anlatıyor:
Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma buyurmuşlar ki:
Hava sıcak olduğunda, Allahü teâlâ kullarının kalplerine bakar.
Yer ehlini dinler.
Gök ehlini dinler.
Bir kişinin “Lâ ilâhe illallah!.. Bugün ne kadar da sıcak. Allah’ım! Beni cehennemin harâretinden koru” dediğini işitir.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan biri, senin harâretinden korkup bana yalvarıyor. Şâhit ol, ben o kulumu senin harâretinden korurum” buyurur.
Hava soğuk olduğu zaman da Allahü teâlâ yine kullarını dinler.
Bir kimsenin;
“Lâ ilâhe illallah!.. Bugün hava ne kadar da soğuk. Allah’ım! Beni cehennemin zemherîr’inden muhafaza eyle” dediğini işitir.
Ona da çok acır.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan birisi senin zemherîr’inden kurtarmamı istiyor. Şâhit ol, ben onu o azaptan kurtaracağım” buyurur.
Eshap dinlerler.
Çok sevinirler.
Ve Efendimize “Zemherîr nedir Yâ Resûlallah?” diye sorarlar.
Efendimiz;
“Zemherîr, kâfirlerin atılacağı soğuk cehennemdir ki, onun soğukluğuna bir an dayanılmaz” buyurur.
.Bir kıza âşık olmuştu!..
20-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Mâsum Fârûkî hazretleri Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşadı.
Orada vefat etti.
Bu zâtın zamanında bir “genç” vardı ki, zaman zaman gelirdi bu büyük velînin sohbetine.
Zîra seviyordu onu.
Ancak güzel bir “kız” gördü bir gün.
Gönülden âşık oldu ona.
Ve gelmez oldu sohbete.
Çünkü kıza vurulmuştu.
Onu düşünüyordu hep.
Onu bir daha görmenin hesaplarını yapıyordu.
Onun için gelemiyordu.
Muhammed Mâsum hazretleri, onu göremeyince;
“Falan genç görünmüyor, neden acaba?” diye sordu talebeye.
Dediler ki;
“Efendim, o bir kıza âşık olmuş. Utancından gelemiyormuş.”
Büyük zât anladı.
Bir kimseyi gönderdi...
Ve o genci çağırttırdı.
Geldiğinde;
“Ey evlâdım! Kalp, yâni gönül, sırf Allahü teâlâya âittir. Ona mahsustur. Bir kalp, Allah'tan başkasına tutulmuşsa yıkılmış demektir” buyurdu.
Bu söz, tesir etti gence.
Anladı hatâsını.
Kalbi değişti birden...
Kıza olan sevgisi gitti.
Yerine “Allah sevgisi” girdi.
Kula olan sevgisi, Allah'a döndü.
Kızı da unutmuştu, her şeyi de.
Kendini de unuttu hattâ.
Çok yüksek makamlara yükseldi tasavvufta...
.Serhend’e niçin geldiniz?"
21-04-2017 02:00
Çok uzak diyârdan bir Müslüman, Hindistan evliyâlarından İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin methini duyup Serhend’e geldi.
Ve birine misâfir oldu.
Ev sâhibi sordu:
“Serhend’e niçin geldiniz?”
“İmâm-ı Rabbânî için.”
“Onu ne yapacaksın?”
“Sohbetini dinleyeceğim.”
Ancak ev sâhibi onu sevmiyordu.
İmâm-ı Rabbânî’yi kötüledi.
O kişi bunları duydu.
Fevkalâde üzüldü!
Ve kalbinden;
"Yâ İmâm!.. Ben, sizi görüp istifâde etmek için uzak diyârdan geldim. Ama bu adam beni bu saadetten mahrum etmek istiyor” dedi.
O anda bir şey oldu.
Hazret-i İmâm geldi.
Ve o kişinin kulağını çekip kayboldu.
Misâfir, ertesi gün dergâha gitti.
Hazret-i İmâmın huzuruna girdi...
Geceki hâdiseden bahsedecekti.
İmâm-ı Rabbânî mâni oldu.
Ve o kimseye;
"Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurdu.
● ● ●
Evliyâ-yı kirâmın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir sohbetinde;
"İnsan; kulluk vazîfelerini yapmak için ve hep Hakk teâlâ ile olmak için yaratıldı" buyurdu.
Sordular ki:
"Buna nasıl kavuşulur?"
Cevâben;
"Bu nimet, gelmişlerin ve geleceklerin Efendisine tam uymakla ele geçer" buyurdu.
.Besmeleye hürmetin mükâfatı...
22-04-2017 02:00
Aslen Mervli olup Basra’da yaşayan Mansur bin Ammâr hazretleri, gençliğinde yerde bir “kâğıt” gördü gezinirken.
Üzerinde “Besmele” yazılıydı.
Vicdanı sızlayarak eğilip aldı.
Etrâfına bakındı.
O kâğıdı koyacak yüksek bir yer bulamadı.
Yere de atamadı.
Ağzına koydu.
O gece rüyâsına “nûrlu” bir zât girip “Sen, Rabbinin ismine hürmet ettin. Allah da ilim ve hikmetin kapılarını açtı sana” buyurdu.
Sonra da uyandı...
Çok duygulandı!
Bütün günahlarına tövbe etti...
Çalışıp kısa zamanda evliyâ oldu.
● ● ●
Bu zat, br gün sevdiklerine "Sizi cehenneme düşmekten muhafaza edecek olan şeyleri çoğaltınız" buyurdu.
Sordular ki:
"O şeyler nedir?"
Cevap verip; "Allah’ın kullarına ihsân ve iyilik yapmaktır" buyurdu.
● ● ●
Yine o anlatıyor:
Bir âbid vardı.
Onu ziyâret için yanına gitmiştim.
Bir ara sordum:
“Kendini nasıl buluyorsun?”
Cevâben;
“Günâhı pekçok, sevâbı çok az, yolculuğu uzun olan biri gibi buluyorum” dedi.
Sordum ki:
“Azığın nedir?”
Cevâbında;
“Tek sermayem, Rabbimin af ve mağfiretinden ümitli olmamdır” dedi.
.Dört gümüş, dört duâ...
23-04-2017 02:00
Aslen Mervli olup Basra’da yaşayan Mansur bin Ammâr hazretlerinin zamanında bir “zengin” vardı ki devamlı içki içip eğlenirdi.
Bir gün kölesine “dört gümüş” verip “Git bana meze al” dedi.
Kölesi “peki” dedi.
Ve çıktı evden...
Çarşıya giderken bir “kalabalık” gördü. Bir kişi sohbet ediyor, halk dinliyordu. Bu zât, Mansur bin Ammâr hazretleriydi.
Ayaküstü dinledi.
Büyük haz aldı.
İlerleyip tam önüne oturdu bu velînin.
Hazret-i Mansur, bir fakiri gösterip “Ey insanlar! Kim bu fakire dört gümüş verirse ona dört şey için duâ edeceğim” dedi.
Köle, önce davrandı.
Elinde dört gümüş vardı..
Onları verdi o fakire.
Büyük velî sordu:
“Nasıl duâ istiyorsun?”
Arz etti ki: “Efendim günahlarına tövbe etsin, sonra beni kölelikten âzât eylesin. Ayrıca bana dört yüz gümüş versin ve Allah ikimizi de affeylesin.”
Büyük velî duâ etti...
Köle de ayrılıp gitti...
Efendisi ona sordu ki:
“Nerede kaldın?”
Köle başından geçenleri anlatıp da aldığı duâları söyleyince duygulandı!
Hemen tövbe etti...
Onu kölelikten âzât etti.
Ve dört yüz gümüş verdi.
Sonra da el kaldırıp “Yâ Rabbî! Ben üçünü yerine getirdim. Dördüncü sendendir, bizi affet” dedi.
O anda bir “ses” duydu...
Kulak verdi ki;
“Sen vazîfeni yaptın. Allahü teâlâ ikinizi de bağışladı!” diyordu
.Mülk dediğin nedir ki!..
24-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; dünya düşkünleri ile görüşmezdi.
Kaçardı onlardan.
Birinden "hediye" gelseydi kabul edip aldığı nadir olurdu...
Alsa da kullanmazdı.
Muhtaçlara verirdi.
Zamanın pâdişahı da onu tanırdı.
Birisiyle bu zâta;
“Allah bana, geniş mülk nasip etti. Mübârek hâtırınızdan her ne ki geçiyorsa emredin, göndereyim” diye haber gönderdi.
Büyük zât, o gelene;
“Mülk dediğin nedir?” dedi.
Adam şaşırdı.
“Anlamadım efendim.”
Buyurdu ki:
“Dünya mülkünün, Rabbimizin katında zerre kadar değeri yoktur. Hattâ bu dünyanın tamamının bir kıymeti yok ki onun bir parçasının değeri olsun.”
Adam sordu:
“Peki, kıymetli olan nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“En kıymetli olan, Rabbimizin sevgisini kazanmaktır.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "Hocam! Cennete ne ile girilir?" diye sordular.
Cevâben;
"Ancak Allah’ın rahmetiyle girilir” buyurdu.
Sordular yine:
"Herkes de mi?”
"Evet herkes. Nitekim Efendimiz aleyhisselâm, eshâbına; ‘Hiçbir kul, kendi ameliyle cennete giremez. Ancak Allahü teâlânın rahmetiyle girebilir’ buyurmuştur” dedi...
.Kalbim ona tutuldu!.."
25-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri anlatıyor:
Yaşım “on sekiz”di.
Bir arkadaşım “Seyyid Nûr”dan bahsetti bana.
Ben bu ismi işittim...
Kalbime bir hâl oldu.
Elimde olmadan sevdim onu.
Kalbim onun sevgisiyle doldu.
Büyük “sevinç” kapladı içimi.
Henüz onu görmemiştim.
Ama kalbim tutulmuştu.
Artık dayanamadım.
Hemence kalktım.
Gidip kapısını çaldım.
Ve huzuruna vardım.
Daha ilk görüşümde, Allah’ın izniyle anladım...
Çok büyük bir zât idi...
Cemâlinden “nûr” akıyordu.
Sohbeti, cana can katıyordu.
İyice anladım ki;
“Rabbini arayan, onun himmeti ve yardımıyla kavuşur.”
Ve yine anladım ki;
“Kalbi hasta olanlar, onu bir defa görse, kalbi nur ve feyizle dolar."
● ● ●
Bir gün bu zâta; "Muvaffak olmanızı neye borçlusunuz efendim?" diye sordular.
Buyurdu ki:
"Bir hadîs-i şerîfe tam uymama borçluyum."
Merak ettiler...
Ve sordular ki:
"O, hangi hadîs efendim?”
Cevâben;
"Helekel müsevvifûn. Bu hadîs-i şerîfi kendime düstur yaptım ve hayırlı işleri ânında yapıp, az bile sonraya tehir etmedim" buyurdu.
."Duâ edin, oğlum olsun"
26-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin her duâsı kabul olurdu...
Sevdiği bir dostu vardı.
Bir gün huzûruna geldi.
“Efendim, ne olur, bir duâ edin de Hakk teâlâ bana bir oğul versin” diye yalvardı.
Büyük zât severdi onu.
O da buna güvenerek büyük velînin kaftanına yapışıp;
“Efendim, vallahi bana bu konuda ‘bir müjde’ vermedikçe, eteğinizi bırakmam” deyiverdi.
Mübârek zât gözlerini kapadı.
Bir müddet murakabeye daldı.
Rabbine yalvardı.
Ve başını kaldırıp;
“Üzülme, Allahü teâlâ sana çok yakında bir erkek evlât verecek” buyurdu.
Adam sevinerek gitti.
Aradan bir sene geçti...
Bir "erkek çocuğu" oldu adamcağızın.
Sevinçten uçuyordu.
● ● ●
Bir gün de bir kimse geldi.
Ve bu büyük velîye;
“Bana nasîhat eder misiniz” diye istirham etti.
Mübârek zât;
“Peki” dedi.
Ve buyurdu ki:
“Kardeşim, Senden önce yaşayan insanlar hep öldü. Bütün dedelerin de öldüler, şimdi sıra sende... Çok yakında sen de öleceksin.”
Böyle dedi.
Ve ekledi:
“Orada cennet ve cehennemden başka gidecek yer yoktur. Öyleyse ona göre yaşa bu dünyada.
.Asıl iş, onların kalbine girmektir"
27-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, üstâdına olan sevgisi fevkalâde çoktu.
Bir gün dergâha geldi.
Ve sevdiklerine;
“Her neye kavuştuysam hocamın sâyesinde kavuştum. Bir mümin ne kadar çok ibâdet etse de Allah’ın rızâsına ermesi yine zordur” buyurdu
Ve ilâve etti:
“Ama bir ‘Allah dostu’na muhabbet beslerse o zâtın bereketiyle Allahın rızâsına kavuşması kolay olur.”
Sordular:
“Hikmeti ne efendim?”
Buyurdu ki:
“Çünkü Evliyâ zâtlar Allahü teâlâya çok yakındırlar. Asıl iş, onların kalbine girmektir. Bunun için ne hüneri varsa göstermelidir”
● ● ●
Bir gün bu zâta;
"Huzura ermenin yolu nedir efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"Sabırdır" buyurdu.
Ve izah etti.
"Huzuru, bir odanın içinde kilitli farz edin. İşte o odanın anahtarı sabırdır. Sabrederseniz kapı açılır ve huzura kavuşursunuz.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "Efendim, kibirler içerisinde en kötüsü hangisidir?" dediler.
Buyurdu ki:
"İbâdet edenlerin kibridir."
Bir gün de;
"Her an Allahü teâlâyı hâtırlayan ve Onu bir an unutmayanlar, güler bir hâlde cennete gireceklerdir" buyurdu.
.Nimet mi var, azap mı?
28-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, birkaç talebesini yanına alıp kabristana gitmişti bir gün.
Kabir ziyâreti yapacaklardı.
Bir kabrin başında oturdu.
İçeriye teveccüh eyledi.
Merak etmişti.
Nimet mi var acaba?
Yoksa azap mı?
Bunu anlamak istiyordu.
Hakk teâlâ lütfetti.
Kaldırdı gözünden perdeyi.
Böylece kalp gözüyle gördü kabirdeki ölünün hâlini.
Azap vardı kabirde.
Talebelerine;
“Bu kabir, büyük günah işleyen bir kadına âit. Şu anda kabrinde cehennem ateşi var. Ama kendisi îmânlı mı, değil mi, o belli değil” buyurdu.
Gençler merak etti.
Zîra üzülmüşlerdi.
Mübârek zât;
“Benim, önceden okuduğum yetmiş bin ‘Kelime-i tevhîd’ var. Bunun sevâbını bu kadının rûhuna bağışlıyorum. Îmânı varsa tesirini gösterir” buyurdu
Tekrar teveccüh etti
Bu defâ sevinçliydi...
Gençlere dönüp;
“Elhamdülillah îmânı varmış. Zîra Kelime-i tevhîd tesirini gösterdi ve Hakk teâlâ günahlarını affetti” buyurdu.
Gençler sordular:
“Azâbı kalktı mı efendim?”
“Evet, azaptan kurtulup büyük sevince gark oldu kadıncağız” buyurdu.
."Niçin sustunuz?"
29-04-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine:
Resûlullah Efendimiz bir gün bir “kabileye” vardı.
Yahûdîler toplanmış.
Tevrat okuyorlardı.
Resûlullah gelince okumayı kestiler.
Efendimiz sordu:
“Niçin sustunuz?”
Kimseden ses çıkmadı.
Nûr yüzlü bir “ihtiyar” kalktı:
“Ben söyleyeyim mi?”
“Peki sen söyle.”
Arz etti ki:
“Tevrat'ta âhir zaman peygamberinin üstün vasıflarını okuyorlardı. Siz gelince sustular.”
Efendimiz;
“Peki, kaldıkları yerden sen oku!” buyurdular.
İhtiyar okumaya başladı.
Okurken Resûlullah’ı süzüyordu gizlice. O sayfayı bitirince artık dayanamadı.
Sevgiyle bakıp:
“Vallahi o zât sensin!” dedi.
Ve okudu şehâdeti.
Rûhunu teslim etti.
Ne güzel son!..
● ● ●
Bu büyük velîye bâzı gençler;
“Efendim, Ehl-i sünnet bir Müslüman, cehenneme girecek mi acaba?” diye sordular.
Cevâbında;
“Eğer günahları çok ve bunlar tövbe ve istiğfâr ile veya şefâat ile affolunmadı ise, bu günahları kadar cehennemde yanması câizdir” buyurdu.
.Şüpheli yemeği yemezdi!..
30-04-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, yediği lokmalarda titiz davranırdı.
Şüpheli yemeği yemezdi.
Bir gün bir “ekmek” verdiler ona.
Allah’tan gâfil birinin ekmeğiydi.
Alıp bilmeyerek yedi.
Ama fark etti gerçeği.
Kalbinin karardığını hissetti.
O gâfilin zulmeti bastı kendisini.
Çok pişmân oldu.
Ve tövbe istiğfâr etti.
Yalvardı Allah’a.
Ve kurtuldu o lokmanın zulmetinden.
● ● ●
Bir gün sevdiklerine “Kulun yediği yemek, ona faydalı olmalıdır. Yemenin de bir âdâbı vardır” buyurdu.
Sordular:
“Onlar nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“Önce helâlinden yemelidir. Sonra acıkınca yemeye oturmalı, ama doymadan kalkmalıdır. Böyle yemek, hiç yememekten daha faydalıdır.”
● ● ●
Bir gün de sohbetinde;
“Bir kimsenin îmân ile öleceği, son nefesinde belli olur. Bir kimse bu devlete kavuşunca Allahü teâlânın ihsânları başlar” buyurdu.
Sordular ki:
“Nasıl yâni efendim?”
Cevâben;
“O şanslı kimseye hazret-i Azrâil gelir ve; ‘Hiç korkma. Rabbimizin huzûruna gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük bir devlete erişiyorsun!’ der. Böyle olan kimseye bundan daha sevinçli haber olmaz” buyurdu...
.Şehit olmak isterim!.."
01-05-2017 02:00
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin vefatı yaklaştı.
İnsanlar akın akın sohbetine geliyordu o günlerde.
Bir talebesi geldi.
Ve huzuruna girip;
“Efendim, izin verirseniz köyüme gitmek istiyorum” dedi.
Büyük velî ona baktı.
“Selâmetle git... Bir daha görüşemeyiz” buyurdu.
Bu sözü duydular.
Ve çok ağladılar!
Vefatı iyice yaklaşmıştı.
Talebeyi son defa topladı.
“Kalbimden her neyi geçirdim ve hangi nîmete kavuşmak istedimse Hakk teâlâ hepsini ihsân etti, beni, her arzuma kavuşturdu. Ama biri hâriç” buyurdu.
Gençler merak etti...
Ve hemen sordular:
“O nedir efendim?”
“Şehitlik” buyurdu. “Şimdi en büyük arzum, şehitlik rütbesine kavuşmaktır. Ama yaşlandım. Vücûdum zayıf düştü... Cihad edecek gücüm kalmadı. Nasıl şehit olabilirim?” buyurdu.
1781 senesiydi.
Muharremin yedinci gecesi...
Evinin önü bâzı kişilerle doldu.
Onları kimse tanımıyordu.
Bunlardan üçü içeri girdi.
Bunlar Moğol kâfiriydi.
“Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?” diye sordular.
“Evet benim” buyurdu.
O anda hücum ettiler!
Ve hâince hançerlediler.
Mübârek zât üç gün yattı.
Sonra vefat etti.
Kavuştu özlediği “şehitlik” rütbesine...
.Dînin güneşiydi...
02-05-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, üstadı Seyyid Nûr’dan ‘feyiz’ alarak tasavvufun en yüksek zirvesine yükseldi.
Bir gece rüyâsında;
“Ey Mazhar! Seninle yapacak çok işimiz var” denildi kendisine.
Bunu merak etti...
Ve düşündü ki;
"Ne gibi bir iş bu?"
Böyle düşünürken “İnsanların hidâyete kavuşmaları, senin vâsıtanla olacak!” dediler.
Hocası onu çok severdi.
Bir gün kendisine bakıp;
“Ey Mazhar! Senin Allah ve Resûlüne karşı çok muhabbetin var. Bu din, senin vâsıtanla yayılacak. Bunun için sana ‘dînin güneşi’ lâkabını münâsip görüyorum” buyurdu.
● ● ●
Bir gün yine üstadı, tevâzu göstererek eğilip bu talebesinin pabucunu önüne çevirdi.
Ona sevgiyle bakıp;
“Ey Mazhar! Senin gibilerle iftihar ediyoruz” dedi.
Yine bir gün de;
“Cenâb-ı Hakk, senin gibi kullarını çoğaltsın” buyurdu.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“Bir kimsenin îmân ile öleceği, son nefeste belli olur. Bir kişi bu devlete kavuşunca Allahü teâlânın ihsânları başlar” buyurdu.
Sordular:
“Nasıl ihsân efendim?”
“O şanslı kula Azrâil aleyhisselâm gelir ve; ‘Korkma, Rabbimizin huzuruna gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!’ der. Ona, bundan daha sevinçli bir haber olmaz” buyurdu.
."Mazhar'ın selâmı var!.."
03-05-2017 02:00
Kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok severdi.
Bir gün bir dostu, Serhend'e gidiyordu. Sordu ona:
“Serhend’e niçin gidiyorsun?”
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek kabr-i şerîfini ziyâret edeceğim” dedi.
Ona ricâ etti ki:
“Oraya varınca ‘Mazhar'ın size selâmları var’ der misin?”
O kimse;
“Başüstüne, söylerim” dedi.
Ve çıkıp Serhend'e vardı.
Kabr-i şerîfe geldi.
Edeple ziyâret etti.
Ve “Efendim, sizi seven bir kimse size selâm gönderdi” diye arz etti.
O anda bir “ses” duydu...
Kabirden geliyordu...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kendi mübârek sesiyle cevap verip “O, hangi âşığımızdır bize selâm gönderen?” diye soruyordu.
Hemen arz etti ki:
“Mazhar-ı Cân-ı Cânân’dır efendim.”
Yine aynı “sesi” duydu.
Kabirden geliyordu ve;
“Aleyküm selâm!” diyordu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Cennete gitmenin yolu nedir efendim?” diye sordular.
Cevap verdi ki:
“Resûlullah’a uymaktır.”
“Îmânın esası nedir?”
“Resûlullah’ı sevmektir. Şaşıyorum şu insanlara ki, olur olmaz kişilere muhabbet besliyorlar da Peygamber Efendimizi sevmeyi o kadar benimsemiyorlar” buyurdu.
Çocukken belliydi...
04-05-2017 02:00
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri henüz çocukken hidâyet nurları parlıyordu alnında.
Ne zaman Ebû Bekr-i Sıddîk'ın ismini ansaydı, o anda karşısında görürdü kendisini.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini düşünse onun rûhâniyeti gelirdi karşısına.
Babası çok severdi onu.
Bir gün ona bakıp;
“Ey oğlum! Sen dünyaya gelince ben dünyadan soğudum” dedi.
On altı yaşındaydı...
Babası birden hastalandı.
Bu, ölüm hastalığıydı.
Günleri sayılıydı.
Oğluna döndü ve
“Ey oğlum! Ömrünü boş şeylerle hebâ etme” diye vasiyet etti.
O da cevâben;
“Başüstüne” dedi.
Allah dostlarını buldu.
Ve sohbetlerine devam etti.
Akrabâları mâni oldular.
“Sen ne yapıyorsun? Ecdâdın mevkî sâhibi kimselerdi. Biz, senin de mevkî makam sâhibi olmanı istiyoruz” dediler.
Hoşuna gitmedi bu sözler.
O gece bir rüyâ gördü.
Bir velî zât geldi yanına.
Ona şefkatle baktı.
Ve “Sen akrabâlarına bakma! Bu dünya vefâsızdır. Sen âhirete yönel. İnsan, cam parçasıyla, elması değişir mi?” buyurdu.
Sabah uyandı...
Kalbine baktı.
Mevkî makam sevgisinin tamamen silinip gitmiş olduğunu gördü. Dünyayı bir tarafa bırakarak kendisini yetiştirecek bir "mürşit" aramaya başladı...
..Sertçe baktı ona!
07-05-2017 02:00
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
Bir gün talebeyle sohbet ediyordu ki bir “ihtiyar” geldi huzûruna.
Ancak bozuk birisiydi.
İnanmıyordu bu zâta.
Talebe arasına geldi.
Bu velîyi kastederek;
“Bu hocanın hâlleri rahmânî mi, yoksa şeytânî midir?” deyiverdi.
Gençler bunu duydular.
Müteessir oldular.
Büyük velî de üzülmüştü!
Hiddetle ona döndü.
Ve sert bir “nazar” etti!
O anda yere yıkıldı adam!
Ve çırpınmaya başladı!
Anlamıştı sert kayaya çarptığını.
Yerde çırpınırken;
“Ne olur, Allah için kusûrumu affedin” diyordu.
Mübârek, merhamet etti yine.
Elini uzatıp kaldırdı onu yerden.
Hiçbir şey olmamıştı sanki...
Adam, ellerine kapanıp “talebesi” olmakla şereflendi...
● ● ●
Bu zât bir gün sohbetinde;
“Ehl-i sünnet âlimlerini ve evliyâları seven ve İslâm’a hizmet eden bir mümin, çok şanslıdır. Çünkü bir hadîs-i şerîfte; ‘Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevâbı vardır’ buyuruldu” diye nakletti.
Dinleyenler;
“Bu müjdeye nasıl kavuşulur efendim?” diye sordular.
Büyük velî cevâben;
“Bunun için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını dağıtarak, hediye ederek veyâ satarak İslâmiyet’i yaymaya çalışmak lâzımdır” buyurdu.
.Bu söylediğin şey imkânsız”
06-05-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, zaman zaman talebelerine ve bir kısım insanlara bâzı müjdeler verirdi.
Buyurduğu şeyler de, aynen gerçekleşirdi.
Ancak bâzısı vardı ki, inanmazdı bu velîye.
Yalanlarlardı bu büyük zâtı.
Bir gün bir “müjde” verdi yine.
Bâzıları yine inanmadılar.
Ve kendisine;
“Bu söylediğin şey imkânsız” dediler.
Büyük velî üzüldü!
Ve o kimselere;
“Eğer inanmıyorsanız önceki velîlerden bir hakem seçelim. Bizim sözlerimizi o velî doğrulasın” buyurdu.
Onlar da kabul ettiler.
Ve bu velîye dönüp;
“En büyük hakem, Resûlullah’tır. O seni tasdik edip doğrularsa, biz de inanırız” dediler.
Mübârek zât;
“Pekâlâ” buyurdu.
Ve bir “Fâtiha-i şerîfe” okuyup gönderdi Peygamber-i zîşânın mübârek rûhuna.
O an fevkalâde bir şey oldu...
Resûl-i Ekrem tecessüm etti.
Ordakilere göründü...
Ve kendi sesleriyle;
“Evet, Mazhar'ın müjdeleri doğrudur” buyurdu.
Eh, bahâneleri kalmamıştı.
Gözleriyle görmüşlerdi.
Kulaklarıyla işitmişlerdi.
Çok mahcup oldular!
Elini öpüp, “talebesi” olmakla şereflendiler...
.Gâipten gelen sofra!..
05-05-2017 02:00
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir gün bâzı talebeleriyle yolculuğa çıktılar.
Bir miktar gittiler.
Yorulup acıktılar.
Ama çok yolları vardı daha.
Yanlarında yiyecek de yoktu.
Ayrıca etrâfta bir ev de yoktu misâfir olmak için.
Hiç tâkatleri kalmadı.
Güçlükle yürüyorlardı.
Bu iş nereye varacaktı?
Talebeler;
"Acaba hocamız bu hususta ne düşünüyor?" diye, merak etmeye başlamışlardı.
Büyük velî sezdi bunu.
Anladı düşüncelerini.
Ve el kaldırıp;
"Yâ Rabbî! Bize sonsuz hazînenden yiyecek gönder!" diye duâ etti.
Yalvardı Rabbine.
Duâsı kabul oldu.
Şöyle ki;
Bir “sofra” geldi önlerine.
Üstünde yemekler vardı.
Çeşit çeşit, taze ve nefis.
Âfiyetle yediler...
Yollarına devam ettiler.
Ancak az sonra yine acıktılar.
Büyük velî duâ etti...
Bir sofra daha geldi.
Yiyip doydular.
Velhâsıl yolculuk boyunca ne zaman acıksalar, önlerine gâipten bir mükellef “sofra” gelirdi.
Yiyip devam ederlerdi yollarına.
Bunları yaratan Allahü teâlâdır ki böyle hârikulâde işlere "kerâmet" denir.
O, her şeye kâdirdir...
.Birbirlerini Allah için sevenler...
08-05-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden olan ve İstanbul'da medfun bulunan Mehmed Emin Tokâdî hazretleri, bir gün sevdiklerine şunu anlattı:
Mahşer günü birtakım insanlar Arş'ın altında gölgelenirler. Onlar için azap korkusu yoktur.
Diğer ümmetler onları görünce meleklere sorarlar:
“Bunlar peygamber midir?”
“Hayır.”
“‘Evliyâ mıdır?’’
“Hayır.’’
‘‘Peki, kimdir bunlar?’’
“Onlar ne peygamberdir, ne de evliyâ. Onlar, âhir zamanda gelen bir ümmettir.”
“Peki, husûsiyeti nedir onların?”
“Onlar birbirlerini sırf Allah için severler.”
● ● ●
Bir gün bâzı gençler;
“Efendim, hakîkî bir Müslüman nasıl olur?” diye sordular.
Onlara cevâben;
“Hakîkî Müslüman; her şeyden önce tam ve mükemmel bir insandır... Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Zîra Resûlullah Efendimiz; ‘Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir’ buyuruyor” diye cevap verdi.
● ● ●
Bir gün de bu zâta; “Fakirlik nedir efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Fakirlik, herkesten ümîdini kesmek ve her ihtiyâcını Rabbinden istemektir” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Yâni bir Müslüman ne kadar sıkıntıda olsa, yine de hiçbir işini âciz kullara arz etmemelidir.”
.
Kalp gözü açıldı!..
09-05-2017 02:00
Hindistan evliyâsından Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri zamanında Nasîrüddîn-i Mahmud" adında biri vardı ki küçük yaşta kaybetmişti babasını.
Annesi ilgilendi onun yetişmesiyle.
Derken Nizâmeddîn Evliyâ’yı gördü.
Ve açıldı kalp gözü. Zîra o, tek bir “nazar” etmişti.
Hem acıyarak.
Ve bir kerecik.
İşte ne olduysa o anda oldu. O nazarla kiri pası temizlendi kalbinin.
Dünya muhabbeti çıktı.
"Allah sevgisi" girdi.
Hâlbuki daha önce kırk üç sene uğraşmış, yine de maksadına ulaşamamıştı.
Zîra sırf ilimle olmuyordu bu iş. Bir “Allah adamına” ihtiyaç vardı.
Onlarsız olmuyordu.
O da “hocasını” buldu.
Kalbi nurlarla doldu.
Nasîrüddîn-i Mahmud, bir süre sonra üstâdından izin alıp memleketine geldi yine. Lâkin hayranlarının çokluğundan, günlük vazîfelerini yapamaz oldu.
Tekrar üstadına geldi.
Ve huzuruna çıkıp;
“Efendim, izniniz olursa insanlardan ayrılıp uzlete çekilmeyi düşünüyor, tenhâda, ibâdetle vakit geçirmek istiyorum” diye arz etti.
Büyük velî, ona;
“Hayır, buna iznim yoktur. Sakın insanlardan ayrılıp uzlet etme! Zîra insanlar arasında bulunup onlara hizmet etmen, tenhâda yapacağın ibâdetten kat kat kıymetlidir” buyurdu...
.Ben kimseye zarar vermedim
10-05-2017 02:00
Saîd bin Cübeyr hazretleri, Kûfe'de yetişen müctehid imâmlardan olup, kabr-i şerîfi Vâsıt şehrindedir.
Meşhur Haccac;
“Saîd bin Cübeyr'i acele bulup bana getirin!” diye emretti.
Maksadı, öldürmekti!
Adamları aramaya çıktılar.
Onu secdede buldular.
Ve emri bildirdiler.
Cevâben “peki” dedi.
Sonra yola koyuldular.
Nihâyet akşam oldu.
Geceyi bir kilisede geçirmek istediklerinde; “Siz girin! Ben dışarıda sabahlarım” dedi.
Kilisenin râhibi;
“Vahşî hayvanlar seni parçalar!” dediyse de, “Ben hiç kimseye zarar vermedim. Onlar da bana dokunmazlar” buyurdu.
Gece yarısı oldu.
Vahşî hayvanlar geldiler. Bu zâtın etrâfında “halka” olup edeple oturdular.
Râhip bunu gördü.
Îmânla şereflendi...
Velhâsıl onu Haccac'ın huzûruna çıkardılar.
“Öldürün!” dedi.
O, iki rekât namaz kılıp; “Yâ Rabbî! Benden sonra Haccac'ı kimseye musallat etme” diye yalvardı.
Haccac emretti.
Başını vurdular.
O anda "Lâ ilâhe illallah!" sedâsı yankılandı. Haccac, o günden sonra hiç uyuyamıyordu.
Sebebini sordular.
“Saîd uyutmuyor” dedi.
Ve çok geçmeden öldü!
Evet, duâ kabul olmuş, Haccac, ondan başkasını öldüremeden ölüp gitmişti.
."Zikir, İslâmiyet’e uymaktır"
11-05-2017 02:00
Saîd bin Cübeyr hazretleri, Kûfe'de yetişen müctehid imâmlardan olup, kabr-i şerîfi Vâsıt şehrindedir.
İlmiyle âmil idi.
Günahlarını düşünürdü.
Gece gündüz ağlardı!
Çok ağlamasından, gözlerinin görmesi azalmıştı... Gece Kur’ân-ı kerîm okurken bir azap âyetine rastlasa onu tekrar tekrar okur, hıçkıra hıçkıra ağlardı!
Bir gece kalktı.
Namaz kıldı ve;
“Ey mücrimler! Bugün sevdiklerimden ayrılınız” âyet-i kerîmesini okudu...
Sabaha kadar ağladı!
● ● ●
Bir gün ona sordular:
“Zikir nedir efendim?”
Cevâben; “Zikir, İslâmiyet’e uymaktır” buyurdu.
Ve açıkladı:
“Yâni İslâmiyet’e tam uyan bir kimsenin her hareketi zikirdir. Eğer böyle değilse, eline tesbîh alıp, binlerce “Allah, Allah, Allah” dese de zikretmiş sayılmaz.”
Çok ibâdet yapardı.
“Allah korkusundan” ağlardı!
Öyle ki; gözyaşları iz yapmıştı yüzünde!
Bir gün sohbet ediyordu...
Bir ara cemaate;
“Günahları, büyük küçük diye ayırmayın. Zîra günâhın küçüğü de büyüktür” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bâzı gençlere;
“Bütün velîler ve peygamberler ömürlerini insanlara hizmette geçirmişlerdir. Siz de öyle yapın!”
buyurdu.
."Seni Rum'a saldım!.."
12-05-2017 02:00
Sarı Saltuk Dede, İznik'in mânevî kumandanlarından olup, kabr-i şerîfi, İznik'te, Lefke kapısı dışındadır.
Ahmed Yesevî hazretlerinin yetiştirdiği Hak âşıklarındandır bu zât.
Mücahit gâzidir.
Bir kumandandır.
Hocası çağırdı bir gün:
“Saltuk Mehmed'im!..”
Koşup geldi hemen:
“Emredin hocam.”
Ona sevgiyle baktı.
Ve kendisine “Seni Rum'a saldım. Var git, o diyârda hizmet et İslâm’a. Nâmın kıyâmete kadar unutulmasın!” buyurdu.
Sarı Saltuk;
“Başüstüne” dedi.
Ve başladı hizmete.
Gerçekten de nice asırlar geçti. "Sarı Saltuk" yine unutulmadı.
Bu Allah adamlarının ağzından bir söz çıkmayagörsün.
Mutlaka yerini bulur.
Rabbimiz mahcup etmez onları.
İşte Sarı Saltuk, emri aldı.
Askeriyle düştü yola...
Ve Anadolu’ya vardı.
Efendimizi gördü rüyâda.
Edeple yanına yaklaştı.
Resûlullah Efendimiz, ona şefkatle bakıp;
“Edirne’yi fethet. O yeri koma düşmana!” buyurdu
Emir, büyük yerdendi.
“Başüstüne” dedi.
Onu ve askerini durdurabilene aşk olsun artık.
Rumeli'ye geçti.
Ve fetih gerçekleşti.
."Kalk yâ filân!"
13-05-2017 02:00
Kuzey Afrika’da hizmete başlayan Evliyânın büyüğü Ahmed-es Senûsî hazretlerine komşu bir “genç” vardı ki gününü gün eden, nefsinin esiri bir kimse idi.
Habersizdi İslâmiyet’ten.
Bir gece rüyâ gördü.
Yaşlıca bir zât geldi.
Ve ona seslendi ki:
“Kalk yâ filân!.. Abdestini al ve namazını kıl.”
Baktı o seslenen kişiye.
Nûr yüzlü birisiydi.
Çok da sevimliydi.
İtiraz edemedi.
Fırlayıp kalktı hemen.
Ve arz etti peşinden:
“Ama ben, abdest namaz bilmem ki efendim.”
Bu zât, şefkatle;
“Ben öğretirim” dedi.
Ve bir güzel öğretti ikisini de.
Genç, abdestini aldı.
Namazını da kıldı.
Ve uykudan uyandı...
Baktı ki, sabah ezânları okunuyor.
“Ok gibi” fırladı yatağından.
Ne yapacağını biliyordu.
Acele abdest alıp koştu câmiye.
Mihrapta, nûr yüzlü bir “hoca” vardı.
Çok da sevimliydi.
Dikkatle baktı.
Fakat o da ne?!..
Bu kişi, o zâttı.
Rüyâda görünüp kendisine abdest ve namazı öğreten zât.
Göz göze geldiler bir an.
Gayriihtiyârî heyecanlandı!
Ve sevinçle koştu yanına.
“Sizdiniz!” dedi
Senûsî hazretleri, kulağına eğilip;
“İfşâ etme, sır kalsın aramızda!” buyurdu...
.Görüşmeye gittiler; ama...
14-05-2017 02:00
Kuzey Afrika’daki evliyânın büyüklerinden Ahmed-es Senûsî hazretlerinin talebelerinden birkaçı, bir gün huzuruna gelip;
“Hocam! Filân yerde bir büyük zât var... Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velî olduğunu söylüyorlar. Ziyâretine gidelim mi?” dediler.
“Olur, gidelim” buyurdu.
Ve kalkıp birlikte gittiler.
O beldeye vardıkları anda o kişi de karşıdan onlara doğru geliyordu... Gençler onu gösterip;
“İşte o zât, bize doğru geliyor efendim” dediler.
Mübârek zât dönüp baktı.
O da o anda yere tükürdü.
Hem de kıbleye doğru.
Büyük velî onu gördü.
Ve o gençlere;
“Geri dönüyoruz!” buyurdu.
Talebeler şaşırdılar!
Ve sordular ki:
“Görüşmeyecek miyiz?”
“Lüzum yok.”
“Neden hocam?”
“O kişi evliyâ olamaz. Çünkü Allah'ın evliyâsı, en ufak bir edepsizliği bile yapmaz. O ise kıbleye karşı tükürdü” dedi.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Dînin her bir emrinde bu nefsi kırmak vardır” buyurdu.
Sordular:
“Nefis nasıl kırılır efendim?”
Cevaben;
“İstişâre edin, nefis, istişare etmek, fikir sormak istemez. ‘Ben de biliyorum’ der. Yolda bir mümine rastlarsanız önce siz selâm verin. Müsafaha ederken önce siz uzatın elinizi. Kırıldığınız kimseden önce siz özür dileyin. Bunlar da nefsi kırar” buyurdu.
.Zenginin teklifi!..
15-05-2017 02:00
Belh şehrinde yaşayan Şakîk-i Belhî hazretlerinin huzuruna, çok zengin biri geldi bir gün.
Ve edeple arz etti:
“Efendim bir istirhamım olacak.”
“Buyur kardeşim.”
“Estağfirullah. Mâlumunuz, benim bir hayli malım var.”
“Evet, biliyorum.”
“Sizinse pek yok efendim.”
“Evet, öyle.”
“İzninizle, zât-ı âlinizin her ihtiyâcını ben karşılayayım. Bu arada duânızı da almış olurum."
Hazret-i Şakîk;
“Olabilir. Ama bana bu hususta garanti vermelisin” buyurdu.
Adam sordu:
“Nasıl bir garanti hocam?”
“Bak kardeşim!.. Bugün için malın çok. Ama bana verince azalırsa, veya hırsız gelip bütün malını çalarsa, yahut ileride bir hatamı görüp bu fikrinden vazgeçersen veya ölürsen, o zaman ne olacak?.. Bütün bu hususlarda bana teminat vermelisin” buyurdu.
Zengin şaşırmıştı?!
Bir şey diyemedi.
Hazret-i Şakîk;
“Şu an benim rızkımı öyle kerîm bir zât veriyor ki, bütün bu hususlarda bana kefîldir. Her canlının rızkını O verir. Yine de hazînesinde hiç eksilme olmaz. Kullarının günahları sebebiyle rızıklarını kesmez. Ve hiç ölmez ve vaadinden dönmez” buyurdu.
Böyle söyledi.
Ve sordu ona:
“Şimdi söyle. Böyle bir 'Sâhib’im varken Onu bırakıp da başkasına gitmekliğim kulluğa yakışır mı?”
Zengin, özür diledi.
Ve elini öpüp ayrıldı huzurdan.
.İman et ki kurtulasın!.."
17-05-2017 02:00
Belh şehrinde yaşayan büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, önceleri gençlerin reisiydi...
Bir gün bir tapınağa girdi...
Burası Mecusilere âitti.
İçeride ateşe tapınan bir “genç” gördü.
Yanına yaklaşıp;
“Buna niçin tapıyorsun? Allah’a iman et ki cehennemde yanmaktan kurtulasın!” dedi
Genç, ayağa kalktı.
Ve ona bir “tokat” attı!
Hazret-i Şakîk üzüldü!
Çok ağlayıp tövbe etti!
Ve aynı gün çıktı Belh'ten.
Yıllar sonra, büyük bir “âlim” ve “velî” olarak geri döndü. O tapınağa geldi yine. İçeride “yaşlı” biri vardı.
Ateşe tapıyordu.
Yanına yaklaştı.
Ve ona dedi ki:
“Allah’a iman et ki cehennemde yanmaktan kurtulasın.”
İhtiyar itiraz etmedi.
“Peki, olur” dedi.
Ve "şehâdeti" getirdi.
Müslüman oldu...
Hazret-i Şakîk sordu:
“Yıllar önce burada bir genç bana tokat atmıştı. O yaşıyor mu acaba?”
“Evet yaşıyor” dedi.
Ve tanıttı kendisini:
“İşte o genç, benim.”
Hazret-i Şakîk şaşırdı!
“Sen misin?.. Nasıl olur, o zaman da Müslüman olmanı teklif etmiştim, ama iman etmemiştin, şimdiyse iman ettin, acaba sebep nedir?”
İhtiyar, cevaben;
“O zamanki sözün bana hiç tesir etmemişti. Ama şimdi, kalbime işledi” dedi.
."Bana nasîhat eder misiniz?"
18-05-2017 02:00
Şakîk-i Belhî hazretleri, Allah adamlarındandır. Hârun Reşid, ne zaman sıkılsa bu zâta gider, nasîhatlarıyla ferahlarmış.
Bir gün yine gider.
Ve çalar kapısını;
“Selâmün aleyküm Efendi Baba.”
“Aleyküm selâm evlât.”
Oturur, sohbet ederler.
Bir ara büyük velî sorar:
“Ey halîfe! Farzet ki bir çölde yalnız kaldın. Çok susadın, ama içmek için bir damla suyun yok... Susuzluktan ölecek hâle geldin. O sırada biri gelse ve elinde bir testi serin su olsa, o su için senden servetinin yarısını istese verir misin?”
Halîfe cevâben;
“Elbette veririm, ben ölürken serveti ne yapayım?” der.
Mübârek, “peki” der.
Ve şunu suâl eder:
“O suyu içtin ve kandın. Ölümden de kurtuldun. Ama bu sefer o suyu dışarı atamıyorsun. Sancıdan kıvranıyorsun hattâ neredeyse öleceksin. Bu defâ da bir başkası gelse ve seni bu dertten kurtaracağını söyleyip karşılığında servetinin diğer yarısını istese verir misin?”
Halîfe düşünür.
Cevap verir ki;
“Tabii, seve seve veririm, ben ölürken servetin lâfı mı olur?”
Büyük velî dinler.
Ve şöyle buyurur:
“Ey Hârun! Senin bütün servetinin değeri, bir içimlik su kadarmış. Bununla övünmeye değer mi?”
Halîfe, ona cevâben;
“Değmez efendim, der.
Çok duygulanmıştır!
Elini öpüp huzurdan ayrılır...
."Niçin puta tapıyorsun?"
19-05-2017 02:00
Büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, gençliğinde tüccarlık yapardı.
Mal almaya Türkistan'a gitti.
Bir puthâne görüp içeri girdi...
Birine yaklaşıp sordu:
“Ne yapıyorsun böyle?”
“İbâdet yapıyorum.”
“Bu putun, ne kendine faydası olur, ne de sana. Hâlbuki seni yaratan bir İlâh var ki Ona tapsan, her türlü murâdına kavuşursun. O hakîkî İlâh, Allahü teâlâdır” dedi.
Putperest sordu:
“Peki, sen niçin yurdundan çıkıp da buralara geldin?”
“Rızık için.”
“Bahsettiğin o Allah sana rızık vermiyor muydu?”
“Veriyordu.”
“O rızık verirken niçin buralara kadar geldin, Ona güvenin yok mu?”
Büyük velî düşündü...
Ve haklı buldu onu.
Ayrılıp, Belh'e döndü.
Yolda bir ateşpereste rastladı.
Mecûsî, sordu kendisine:
“Türkistan'a niçin geldin?”
“Rızık için.”
“Nereden geliyorsun?”
“Belh şehrinden.”
“Rızık için Belh'ten kalkıp da tâ Türkistan'a gelinir mi? O rızık, senin için ayrılmıştır. O seni bulur” dedi.
Bu sözleri de beğendi.
Âhirete çevirdi yüzünü.
Kendi kendine;
"Bana, önce âhiret ticâreti lâzım. Önce dînimi öğrenmeliyim" diye düşündü...
İslâm ilimlerini öğrendi önce.
Çalışıp büyük bir “evliyâ” oldu ve kararmış gönülleri îmân nûruyla doldurdu...
.Belh'in köpekleri de…
20-05-2017 02:00
Belh şehrinde yaşayan büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, Mekke'ye gitmişti bir zaman.
Biri onu tanıyıp;
“Efendim, bana nasîhat eder misiniz?” diye ricâ etti.
Büyük velî sordu ona:
“Geçimin nasıldır, yiyecek bir şey bulamazsan ne yaparsın?”
Adam cevâbında;
“Bir şey bulunca şükrediyor, bulamayınca sabrediyorum” dedi.
Büyük velî;
“Belh'in köpekleri de öyle yaparlar. Bir şey bulunca yer, bulamayınca sabrederler” buyurdu.
Adam şaşırdı.
Ve sordu ki:
“Peki efendim siz ne yaparsınız?”
Buyurdu ki:
“Biz, elimize bir şey geçerse onu bir din kardeşimize veririz. Geçmezse hiç üzülmez, Rabbimize şükrederiz.”
Bu cevâbı işitti.
Çok hoşuna gitti.
Ve boynuna sarılarak “Efendim, Vallahi siz çok mübârek bir zâtsınız, Hakk teâlâ feyzinizi arttırsın” dedi.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine "Âhireti görsem de îmânımda ve ibâdetlerimde bir artma olmaz” buyurdu.
Geceleri uyumazdı.
Bunu bilen kişiler;
"Efendim, niçin uyumuyorsunuz?" diye sordular.
Cevâbında;
“Cehennemin harâreti uykumu kaçırıyor. Cehennem, yakmak için insan beklerken rahat uyuyanlara şaşıyorum" buyurdu.
.Üç suâle, tek cevap!..
21-05-2017 02:00
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir grup felsefeci geldi bir gün.
Bir tânesi;
“Size üç suâlimiz var” dedi.
Birincisi;
“Allah vardır, görünmez” diyorsunuz. Görünmeyen şeye nasıl inanıyorsunuz?
İkincisi;
“Şeytan ateşten yaratıldı” dersiniz. Sonra da ateşte yanacağını söylersiniz. Hiç ateş, ateşi yakar mı?”
Üçüncüsü;
“İslâm’da kul hakkı var” dersiniz. Bırakın herkesi kendi hâline. Canları ne isterse yapsınlar.
O esnâda Mübâreğin önünde bir “kerpiç” vardı. Onu aldı.
Adamın başına çaldı.
O da gidip kadıya şikâyet etti. Kadı, bu zâtı çağırıp sordu:
“Sen bu adama niçin vurdun?”
Dedi ki:
“Üç suâline tek cevap verdim. Birincisi; Bu adam ‘Görünmeyen Allah’a nasıl inanıyorsunuz?’ dedi, ben de cevâben kerpiçle başına vurdum. Başının acısını göstersin bize.
İkincisi;
Bu adam ‘Şeytan, ateş cinsinden olunca cehennem ateşinden müteessir olmaz’ diyor. Hâlbuki kendisi de topraktan yaratıldı. Bu ‘kerpiç’ten niçin müteessir oldu?”
Üçüncüsü;
Bu kişi, ‘Âhirette hesap falan yok... Bırakın, kim ne isterse yapsın’ diyor. Mâdem öyle, benim canım ona vurmak istedi ve vurdum. Niçin size şikâyet ediyor?”
Felsefeci cevap veremedi.
Ve îmânla şereflendi...
.Boğuldu mu, boğulmadı mı?
22-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, bir talebesini diğerlerinden daha çok seviyordu.
Öbürleri merak ederdi.
Kendi aralarında “Hocamız onu bizden çok seviyor. Acaba ne hikmeti var?" diyorlardı.
Hocaları bunu sezdi.
Ve onları bir gün aldı.
Dicle kenarına götürdü. Maksadı, onu niçin çok sevdiğini anlatmaktı diğerlerine. O sevdiği talebe, sohbetin tesiriyle aşka geldi ve “Allah!” diye bağırdı birden...
Gayriihtiyârî bağırmıştı.
Ama onlar beğenmedi.
Kalplerinden "Gösteriş yapıyor. Biz de onun kadar Allah'ı seviyoruz ama biz, onun gibi riyâ yapmıyoruz" diyorlardı.
Hazret-i Şiblî bunu sezdi.
Çağırdı o hâlis talebeyi.
Ve atıverdi Dicle'ye.
Talebeler bunu görüp “Eyvâh, ne olacak şimdi, mutlaka boğulmuştur” dediler.
Bâzıları da;
“Yazık oldu, biz sebep olduk” diye üzülüyorlardı!
Hocalarıysa rahattı.
Hiç üzülmüyordu.
Onlara; “Siz, onun kalbindeki 'Allah sevgisi’ni bilseydiniz, hakkında böyle düşünmezdiniz. Eğer o bağırması ihlâsla olmuşsa su ona zarar vermez. Riyâ ile bağırdıysa, boğulur” buyurdu.
Gençler kalplerinden;
"Boğuldu mu, boğulmadı mı?" diyorlardı ki, o esnâda delikanlı çıktı o sudan.
Ve oturdu aralarına... Elbisesi hiç ıslanmamıştı. Özür dilediler hocalarından...
.İbret böyle alınır!..
23-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, bu yola girmeden önce, çok çalışkan ve âdil bir vâliydi bir şehirde.
Ahâli çok seviyordu onu. Zamanın Sultânı, vazîfesinde gösterdiği başarı sebebiyle kendisine bir “elbise” vermişti mükâfat olarak.
Bunu, özel günlerde giyer, titizlik gösterirdi kirlenmemesi için.
Ancak bir gün geldi.
Kirletti bu elbiseyi.
Buna çok üzüldü!
Ama oldu bir kere. Bâzı “kötü” kişiler hükümdâra giderek;
“Sultânım! Bu vâli, sizin verdiğiniz o kıymetli elbiseyi hor kullandı, üç günde kirletip tanınmaz hâle getirdi” deyip şikâyet ettiler.
Hükümdâr inandı.
Ve çok sinirlenip;
“Öyleyse azlettim onu vâlilikten. Acele yanıma gelsin!” dedi.
Ve bir “fermân” yazdı.
Bu zâta gönderdi...
Ebû Bekr-i Şiblî bu fermânı aldı.
Okuyunca çok üzüldü!
Ama üzülme sebebi başkaydı.
Kendi kendine;
"Hükümdâr da bir kul nihâyet. Bana verdiği bu elbiseyi az bir ihmâlle kirletince nasıl da kızıp azletti beni vâlilikten" dedi.
Yine içinden;
"Sultanların Sultânı olan Cenâb-ı Allah da bize kıymet vererek bu ‘kulluk’ elbisesini giydirdi üstümüze. Biz, çok kıymetli olan bu elbiseyi günahla kirletirsek Rabbimiz de bize cezâ verebilir" diye düşündü...
Ayrıldı vâlilikten.
Kendini ibâdete verdi.
Ve çalışıp “velîler” arasına girdi...
."Git, çıra sat!.."
24-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, gençliğinde bir “üstâd” ararken Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini bulup girdi hizmetine.
Aradığını bulmuştu.
Üstâdı da aradığına kavuşmuştu.
Nitekim Ebû Bekr-i Şiblî'yi gördü.
Ondaki kabiliyeti sezdi.
Ve ilk vazîfeyi verdi.
“Git, çıra sat!”
O da cân-ü gönülden;
“Başüstüne efendim” dedi.
Bir sene müddetle çıra sattı.
Sonra üstâdına gelip;
“Bana başka emriniz var mı efendim?” diye sordu.
Büyük velî ona baktı.
İlerlediğini anlayıp;
“Gel, bir sene de yanımda hizmet et” buyurdu.
Ebû Bekr-i Şiblî sevindi...
“Başüstüne” dedi.
Bir yıl da üstâdına hizmet etti.
Bir sene böyle geçti...
Hocası onu çağırıp;
“Ey Şiblî! Hâlin nasıl? Hâlâ kendi nefsinde bir varlık görüyor musun?” diye sordu.
O da cevâben;
“Yüksek himmetinizle nefsim zelîl oldu. Sâyenizde bir hâle geldi ki kendini başkalarından aslâ üstün görmüyor” diye arz etti.
Büyük velî sevindi...
Ona sevgiyle bakıp;
“Mâdem nefsini zelîl ettin, bu yola girmek için artık ehil olmuşsun. Zîra tasavvufta ilk adım, nefsini hiç görmektir. Kendisinde bir zerre varlık gören bir kimse, bu yolda yükselemez” buyurdu.
.Bir tek hadîse uydum
25-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretlerinin kabr-i şerîfi Bağdat’tadır. Bir gün sevdiklerine;
“Dört yüz hocadan ders okudum. Onlardan, dört bin hadîs-i şerîf öğrendim, bunların arasından bir tânesini seçip ona uydum” buyurdu.
Merak ettiler;
Ve sordular:
“O, hangi hadîs-i şerîf efendim?”
Buyurdu ki:
Bu hadîs-i şerîfte dört nasîhat var. Nasîhatin birincisi;
“Bu dünyada ne kadar yaşıyacaksan, dünya işlerine de o kadar zaman ayır.”
İkinci nasîhat;
“Âhirette ne kadar kalacaksan, âhiret işlerine de o kadar gayret eyle.” Ama unutmayın ki, âhirette sonsuz kalınacaktır.
Üçüncü nasîhat;
“Allahü teâlâya ne kadar muhtaç isen, Ona o kadar ibâdet yap!” O’na muhtaç olmadığımız an yoktur.
Dördüncüsü;
“Cehennem ateşine ne kadar dayanabilirsen, o kadar günah işle!” O ateşe bir an dayanılmaz.
● ● ●
Bir gün gencin biri;
“Efendim, Çok günah işliyorum, bu fenâ hâlden kurtulmak için bana ne tavsiye edersiniz?" diye sordu.
Cevâbında;
"Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını oku. ‘Allah adamları’nın kitâbını okuyanın kalbi nurlanır, temizlenir ve parlar. Böylece günahlar, o kimseye çirkin gelir" buyurdu.
.Mühim olan, gönüldür
26-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, nefsinin bir tek arzusunu yapmaz, “yaşayan ölü” gibi bulunurdu bu hayatta.
Bir gün yeni elbise giydi.
Ve evden çıktı.
Birazcık dolaştı.
İnsanlara baktı.
Gördü ki; kimin üstünde “kıymetli elbise” varsa herkes onlara kıymet veriyor, eski elbiseli olanları adamdan saymıyorlar.
Bu hâle çok üzüldü!
Oradan eve döndü.
Eski elbisesini giyinip çıktı.
Hanımı seslendi ki:
“Niçin yeni elbiseni çıkardın?”
Cevâben;
“İnsanların hâline baktım, çok üzüldüm! Zîra herkes insanların zâhirine bakıyor, ona göre değer veriyorlar. Hâlbuki Rabbimiz zâhire bakmaz” buyurdu.
Hanımı sordu:
“Neye bakar efendi?”
“Mühim olan; kalptir, gönüldür hanım. Allahü teâlâ kalbe bakar. Kulun niyetine, ihlâsına göre hüküm verir” buyurdu.
Ve sordu ona:
“Kalbi bozuk bir kişi, çok kıymetli bir elbise giyse Hak teâlâ indinde kıymet kazanır mı?”
“Kazanmaz tabii.”
Buyurdu ki:
“Ama kalbi temiz olan, çul giyse Allah katında makbûldür. Zîra Cenâb-ı Allah kalplere nazar eder. Onun için asıl hüner, kalbi ihlâsla süslemektir.”
.Allah rızka kefildir
27-05-2017 02:00
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretlerinin huzûruna bir gün bir kimse geldi.
Ve arz etti ki:
“Efendim sıkıntıdayım.
“Hayrola nedir sıkıntın?”
“Geçim derdine düştüm. Zîra aile efrâdımız kalabalık, ne yapacağımı şaşırmış hâldeyim” dedi.
Buyurdu ki:
“Çâresi kolay.”
Adam sevindi;
“Nasıl kolay efendim?”
“Şöyle ki; Evine döndüğünde dikkat et, aile efrâdının rızıkları Allah'a mı bağlıdır, sana mı? Hangisinin rızkı sana bağlıysa onu çıkar evden. Böylece mevcut azalır, geçiminiz rahatlar” buyurdu.
Adam dinliyordu...
Şöyle devam etti:
“Kimlerin rızkını da Allahü teâlâya bağlı görürsen, onlara dokunma. Seninle alâkalı değil çünkü.”
Adamın hoşuna gitti.
Hattâ değişti bu fikri.
Ve bu büyük zâta;
“Hocam! Bir kitapta okumuştum. ‘Her mahlûkun rızkına Allahü teâlâ kefîldir’ diye yazıyordu. Gerçekten öyle midir?” dedi.
Büyük velî;
“Elbette” buyurdu
Ve ona sevgiyle bakıp;
“Bunu bildikten sonra niçin üzülüyorsun? Mâdemki Allah rızıklara kefîldir, senin ailene de gönderir, hattâ sen istemesen de gönderir. Ama senin vâsıtanla gönderir, öyleyse üzülmeyi bırak” buyurdu.
.Doğmadan kerâmet gösterdi
28-05-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin kabr-i şerîfi İstanbul’un Vefâ semtindedir.
Büyük evliyâdandır.
"Tâc-ül ârifîn" denilir.
Babası da o zamanın velîlerindendi.
Ölüm hastası idi.
Hanımını çağırıp;
“Ey hanım! Öyle zannediyorum ki vefatım yaklaştı, benden sonra bir çocuk dünyaya getirirsin. Bu çocuk büyüyünce büyük evliyâ olur... Doğmadan önce kerâmetleri görülür. Onun sâyesinde pek çok insan hidâyete kavuşur” diye haber verdi.
Bir müddet geçti...
Ve ayrıldı dünyadan.
Bir ay sonra da o köy halkıyla birlikte oradan göç ettiler. Derken bir yerde mola verildi.
Bir bostan kenarıydı bu yer. O kâfileden birkaç kişi, o bostandan izinsiz “kavun” kopardılar.
Ve herkese dağıttılar...
Bu hanıma da verdiler.
O da bundan yedi.
Ancak o kavunu yer yemez şiddetli bir “ağrı” saplandı kadının midesine! Acele istifra etti.
Ve çıkardı yediğini.
O anda bir şey hâtırladı
Beyinin vasiyetini.
Kendi kendine;
"O haram kavunu yedim. Ama karnımdaki oğlum, kerâmetiyle çıkarttı bana onu" dedi.
Böyle düşündü...
Aradan iki ay geçti...
Doğum gerçekleşti.
Ebül Vefâ hazretleri dünyayı teşrif etti...
.Tanıdın mı bu yeri?"
29-05-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri henüz “iki aylık” iken ramazan geldi. Gündüzleri süt emmezdi annesinden.
Aradan yıllar geçti...
Yürümeye başladı.
Bir gün annesiyle birlikte sefere çıktılar. Bir bostanın yanından geçiyorlardı ki, “Anneciğim! Burayı tanıdın mı?” diye sordu.
“Tanımadım” dedi.
O şöyle hâtırlattı:
“Hani siz bir seferde yorulup bir bostanın yanında mola vermiştiniz, hâtırladın mı anneciğim?”
“Evet hâtırladım.”
“Bâzı yolcular bu bostandan kavun çalıp kestiler. Herkese dağıtıp sana da bir dilim verdiler, öyle değil mi?”
“Evet oğlum.”
“Sen, onun çalındığını bilmediğin için yedin ve yer yemez karnında şiddetli bir ağrı duydun, öyle değil mi?”
“Evet, öyle olmuştu.”
“İşte o ağrıyı sana ben vermiştim anneciğim. Zîra boğazına haram lokma girmişti” dedi.
Ve şunu da sordu:
“Ben iki aylık bebektim ki ramazanda gündüzleri hiç süt emmezdim değil mi anneciğim?”
“Evet yavrum.”
“Sen, benim hasta olduğumu zannedip üzülürdün. Ama akşamları emince seviniyordun değil mi?”
Annesi hayretle;
“Evet ama sen bunları nasıl biliyorsun yavrum, ben zor hâtırlıyorum” dedi.
O, gülümseyip;
“Rabbimiz bildirdi anneciğim. Zîra Cenâb-ı Hakk’ın her şeye gücü yeter” dedi.
.Aslanla köpek...
30-05-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri henüz sekiz on yaşlarındayken tenhâlarda ibâdet ederdi Rabbine.
O vakit bir âlim vardı.
“Şenbekî hazretleri.”
Bu çocuğun üstün hasletlerini duydu ve arayıp ormanlık bir bölgede ibâdet ederken buldu kendisini.
Yanında arslan vardı.
Bir köpekle oynuyordu.
Arkasından yaklaşıp selâm verdi...
O, yüzünü dönmeden cevap verdi selâmına.
Şenbekî hazretleri;
“Şu iki hayvan birbirlerine düşmanken nasıl oluyor da ikisi böyle oynuyorlar?” diye sordu.
Ebül Vefâ cevâben;
“Hakk teâlâ kalbimi temizledi. O zaman arslanla köpeğimin dost olduklarını gördüm” dedi.
Bu cevâbı aldı.
Ve çok beğenip;
“Evlâdım! Seninle sohbet etmek istiyorum” buyurdu.
Ebül Vefâ da;
“Öyleyse gidip annemden izin alıp da geleyim” dedi.
Bir koşu izin alıp geldi.
Sözünü yerine getirmişti.
Şenbekî hazretleri, sözünde durduğunu görünce “Merhabâ ey Ebül Vefâ!” dedi.
Bu, künye oldu ona.
“Ebül Vefâ.”
● ● ●
Bir gün bu zâta; “Mümin nasıl olmalı efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Mümin, ekmek ve su gibidir. Yâhut yumuşak bir halıya benzer ki, onun üzerinde yürüyenler, hiç incinmez” buyurdu.
.Sana müjdeler olsun!”
31-05-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri, bir gün, hocası Şenbekî hazretleriyle, üç gün üç gece sohbet ettiler.
Dördüncü gün oldu...
Hocası onu çağırıp;
“Ey Ebül Vefâ!.. Velîlerin ruhları her sene bir defâ, falan yerdeki sahrâda hazır olur. Peygamber Efendimiz de o mecliste bulunur” buyurdu.
Ve sordu:
“Ne dersin, biz de o mecliste bulunalım mı acaba?”
Ebül Vefâ da;
“İyi olur efendim” dedi.
Hemen yola çıktılar.
Ve oraya vardılar.
Gördüler ki, bir nice ehl-i hikmet kişiler toplanmış, Allahü teâlâya ibâdet ediyorlar.
Onlar da başladı ibâdete.
Derken sabah yaklaştı.
İbâdet ediyorlardı ki, kuvvetli bir “ses” işitildi.
Gökyüzünden geliyordu.
Ve gök gürlemesi gibiydi.
Çok merak ettiler.
Sonra bir “tâc" göründü.
Nûr’dan bir tâc idi.
Ve öyle parlaktı ki ışığında bütün kâinat aydınlandı.
Bu "tâc" yavaş yavaş alçaldı.
Nurlar içinde yere kadar indi.
Ve en sonunda Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin başına kondu.
Hocası buna çok sevindi...
Ve Ebül Vefâ’ya;
“Ey Tâc-ül ârifîn!.. Sana müjdeler olsun!” buyurdu.
Bir lâkap daha aldı.
“Tâc-ül ârifîn.”
.Bize ziyâfet ver!
01-06-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri, Buhâra'da tahsîlini bitirip geri dönüyordu. Arkadaşları dedi ki;
“Bize ziyâfet vermelisin.”
“Niçin?”
“Çünkü tahsîlini mükemmel yapıp bitirdin. Bunun şerefine bizi memnun etmen lâzım.”
Cevap verdi ki:
“Memnûniyetle ama biliyorsunuz ben fakirim. Size ziyâfet verecek kadar param yok.”
Arkadaşları diretti:
“Biz anlamayız, ne yapıp edip bunu yapmalısın” dediler.
İyi de nasıl yapacaktı?
Düşündü, taşındı...
Buhâra melikine gidip; “Sultânım! Ben, evlâd-ı Resûl’denim. Tahsîlimi bitirince arkadaşlarım benden yemek ziyâfeti istediler. Bu hususta bana yardım ederseniz çok sevinirim” dedi.
Ancak melik;
“Doğru söylediğini nereden bileyim?” dedi.
Seyyidin kalbi kırılmıştı.
Bu hâliyle çıktı oradan.
Melik, o gece rüyâ gördü. Kıyâmet kopmuş, harâretten yanıyordu ki Resûlullah Efendimizin, ümmetine “su” dağıttığını gördü.
Huzûruna varıp;
“Yâ Resûlallah! Ben de senin ümmetindenim. Bana da su ver” dedi.
Efendimiz aldırmadı.
Ve hiç oralı olmayıp;
“Doğru söylediğini nereden bileyim?” buyurdu.
O anda uyandı melik.
Fırlayıp koştu dışarı.
Ebül Vefâ hazretlerini bulup “Beni affet” dedi ve ona kırk deve yükü mal verdi. O da hepsini fakirlere dağıttı..
.Hikmetini anlayamadılar
02-06-2017 02:00
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin kabr-i şerîfi İstanbul’un Vefâ semtindedir. Bu zât, Buhâra'ya gidip zâhirî ilimleri tahsil ederek geri döndüğünde hocası Şenbekî hazretleri çok iltifat etti kendisine.
Ancak bu iltifatı fazla buldu insanlar.
Şenbekî hazretleri; onların da anlamaları için bir ziyâfet tertip edip, herkesi buna dâvet etti.
Bir maksadı vardı.
Ebül Vefâ hazretlerinin gerçek yönünü bilmeyen o insanlara onu tanıtmak istiyordu.
Dicle'nin kenarında kurdurdu sofraları. Bu dâvete yüzlerce insan gelmişti.
Yemekler yenildi.
Şerbetler içildi.
Şenbekî hazretleri, dâvetlilere; “Ey insanlar! Bugün Allahü teâlânın öyle kulları var ki, hırkasını şu suyun üzerine bıraksa ne batar, ne de ıslanır” buyurdu.
Ve çıkardı hırkasını.
O suya attı.
Hırka hem ıslanmadı.
Hem de batmadı.
Su üzerinde öylece durdu.
Kendi de suda yürüdü.
Hırkanın üzerine çıktı.
İki rekât namaz kıldı.
Ve silkeledi hırkasını.
Su yerine "toz" saçıldı etrâfa. Lâkin halk, Şenbekî'yi tanıyordu. Onun için şaşırmadılar. Ama Ebül Vefâ hazretlerini tanımıyorlardı.
Onunsa asıl maksadı,
Ebül Vefâ’yı tanıtmaktı.
O binlerce insana;
“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki; her talebe, üstadı sâyesinde saâdete kavuşur ve kıymet kazanır. Ama benim saâdetim, Ebül Vefâ sâyesindedir” buyurdu.
.Sultâna şikâyet ettiler
03-06-2017 02:00
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerini çekemeyenler, hükümdâra gidip;
“Sultânım! Bu kişiye tâbi olan binlerce insan var. Onlara, ‘sultanlık benim hakkım’ diyormuş” diyerek şikâyet ettiler.
Sultan sinirlendi!
Ve emretti bir adamına;
“Onu huzûruma getir!”
Ebül Vefâ hazretleri, o gelenle Bağdat'a doğru yola çıktı...
Kendisine "on bin kişi" refâkat ediyordu. Deniz kıyısına geldiler. Gemici, Ebül Vefâ hazretlerine;
“Ey seyyid! Gemimiz ücretlidir” deyiverdi.
O da “pekâlâ” dedi.
Bir kese “altın” verdi.
Ama o, kabul etmeyip “Ey efendim, mahşer gününde Sırat’tan selâmetle geçeceğime dâir bana kefîl olursanız sizi gemiye alırım” dedi.
Büyük velî;
“İnşallah selâmetle geçersin” dedi.
Gemici;
“Senet istiyorum” deyince, gemicinin yüzüne bir baktı.
Gemici "Allah!” dedi.
Ve kaybetti kendisini.
Az sonra ayılınca;
“Tamam, hepiniz gemiye binin!” dedi sevinerek.
Ve şöyle anlattı:
Bayılınca kendimi Sırat köprüsünde buldum. İnsanların pek azı geçiyor, çoğu cehenneme düşüyordu.
Korkumdan;
“Eyvâh, ben şimdi ne yapacağım?” derken, Ebül Vefâ hazretleri geldi.
Elime yapıştı.
Birlikte geçtik Sıratı.
Hem de şimşek gibi!
Âdeta uçarak...
.Ateş, pamuk ve kar!..
04-06-2017 02:00
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin bir hohbetinde cemaat fevkalâde etkilenmiş, mest olmuştu.
Sultan, tebdîl-i kıyâfetle gelip bütün cemaati nûr’a gark olmuş hâlde görünce şaşırdı!
Saraya geldi.
Vezirine “Bir kabın içine bir miktar hamur koyup Ebül Vefâ'ya götür ve ‘Sultânımızın selâmı var. Erkek ve kadınlardan bir meclis kurmanı istiyor’ de!” diye emretti.
Vezir denileni yaptı.
Ve huzura vardı.
Ebül Vefâ sordu:
“Ey vezir, sultan bize yağ ve bal mı gönderdi?”
“Hayır efendim” dedi.
Ve o kabı uzattı
Ama kap açılınca şaşkına döndü!
Zîra yağ ve bal vardı kabın içinde.
Mübârek, sordu:
“Sultan bizden, erkek ve kadınlardan müteşekkil bir meclis kurmamızı mı istiyor?”
“Evet efendim.”
O vakit bir kutu aldı.
Ve başvezire uzatıp;
“Cevâbımız bu kutunun içindedir. Bunu sultânınıza ver” dedi.
Vezir geri döndü.
Ve kutuyu arz etti.
Kutunun içine bir miktar “ateş koru” biraz “pamuk”, ikisinin arasına da bir küme “kar” koymuştu.
Demek istemişti ki;
Erkeklerin şehveti “ateş koru” gibidir. Kadınlarınkiyse “pamuk” gibi. Bir yerde durmaları tehlikelidir.
Aralarına “kar” konur.
Ateş, pamuğu yakamaz.
Sultan bundaki "ince mânâyı” anladı...
Ama inâdından vazgeçmedi!..
.Bunları sultânına götür!”
05-06-2017 02:00
Konya’da dünyaya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin büyüklüğüne, zamanın Sultânı inanmıyordu. Onu imtihana kalkıştı.
Baş vezire emretti:
“Bir kabın içine bir ‘yılan yavrusu’ koyup götür Ebül Vefâ'ya. Bakalım içindekini bilecek mi?”
Baş vezir geldi bu velîye.
Ve kabı koydu önüne.
Büyük zât gözlerini kapayıp; “Dünyanın her yerini taradım. Sâdece bir ‘yılan yavrusu’ yoktu yerinde. O da bu kutunun içindedir” buyurdu.
Baş vezir, insafa geldi.
Ve ona “talebe” oldu.
Sultânınsa huzûru kaçtı. "Saltanatım elden gidecek" diye büyük endîşeye kapıldı!
Hâlbuki Ebül Vefâ hazretlerinin böyle bir düşüncesi yoktu.
Sultan, inâdını sürdürüp bir imtihana daha tâbi tuttu bu zâtı. Bir kese aldı.
İçine “yüz dînar" koydu.
Ama hepsi helâlinden.
Arasına "on dînar" koydu.
Ama bunlar haram idi.
Düşündü ki: "Gerçekten velîyse, bu haram dînarları, helâl olanlardan ayırsın bakalım.”
Hizmetçi huzura geldi.
Bu keseyi ona arz etti.
Ve bir şey demeden oturdu. Ama büyük velî, biliyordu onun niyetini.
Keseyi önüne döktü.
"Helâl" dînarları seçti.
“Bunlar benim” dedi.
Diğer “haram” olan dînarları toplayıp hizmetçiye verdi.
Ve buyurdu ki:
“Bunları sultânına götür.”
Ama sultan, inâda devam etti!..
."Onu imtihan edelim!"
06-06-2017 02:00
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerini sevmeyen fitneciler zamanın sultânına; “Sultânım! En güvendiğiniz kimseler bile sizden ayrılıp o zâtın hizmetine giriyor” dediler.
Sultânın kafası karıştı.
Âlimleri çağırıp sordu:
“Ebül Vefâ'yı ne yapalım?”
Âlimler;
“İmtihan edelim. En güç dînî meseleleri soralım. Cevaplayamazsa işini bitirelim” dediler.
Sultan emretti:
“Tamam, gidip bunu haber verin kendisine!”
Gidip söylediler.
Mübârek zât; “Peki, filân yeri kazın. Orada demirden bir minber bulacaksınız. Onu çıkarıp etrâfında bolca ateş yakarak iyice kızdırın. Kırmızı kor hâline gelince ben o minbere çıkar ve suâllerinize oradan cevap veririm” buyurdu.
Dediği gibi yaptılar.
Halk meydana doldu.
Sultan yerine oturdu.
Âlimler yerlerini aldılar. En son Ebül Vefâ hazretleri geldi ve “Besmele” çekip çıktı kızgın minbere.
Halk bu hâli gördüler.
Dehşete kapıldılar!
Büyük zât; “Ey âlimler! Haydi, ne soracaksanız sorun” buyurdu.
Âlimler, o anki şaşkınlıktan soracakları şeyleri unutmuşlardı!
Ama o, hepsini biliyordu.
Her suâli tek tek cevapladı.
Ve minberden indi.
Bu kerâmeti gören âlimler ve Bağdat halkı elini öpüp özür dilediler. Sultan da bu kerâmeti görüp anladı nihâyet bu zâtın büyüklüğünü.
“İhlâsla” tâbi oldu kendisine.
."Koş, sen de îmân et!.."
07-06-2017 02:00
Abbâs adında bir sahâbî anlatıyor: İslâmiyet’in yeni tebliğ edildiği günlerdi... Bir ağacın yanından geçiyordum ki o yönden bana seslenen “bir ses” duydum...
Ve kulak verdim...
"Yâ Abbâs!" diyordu.
Etrâfıma baktım...
Kimsecikler yoktu...
Yoluma devam ettim...
Aynı ses yine yankılandı:
"Dur yâ Abbâs!"
Durdum.
Ses ağaçtan geliyordu...
"Yâ Abbâs! Son peygamber tebliğe başladı... Koş, sen de Ona îmân et" diyordu.
Çok şaşırdım?!
Ağaç konuşuyordu...
Hiç böyle şey görmemiştim ömrümde.
Ağaç tekrar konuştu:
"Yâ Abbâs! O peygamberin adı Muhammed'dir. Emîn ve doğru sözlüdür!" diyordu.
Benim bir putum vardı...
Boynumda taşırdım.
Ondan, beni korumasını niyâz ettim.
Cin miydi seslenen?
Hiçbir şey bilmiyordum.
Puttan medet umuyordum.
Fakat o da ne?!..
Putum da konuştu:
"Ey Abbâs! Ağaç doğru söylüyor… Hemen git ve o Resûle sen de îmân et" diyordu.
Hakîkat ortadaydı.
Hemen eve koştum.
Bunları kavmime anlattım.
“Üç yüz” kişi toplanıp Mekke'ye gittik.
Ve topyekûn îmânla şereflendik...
.İhsan etmekle emrolundum…"
08-06-2017 02:00
Resûlullah Efendimize “doksan bin altın” hediye gelmişti. Hiç bekletmeden tamâmını taksîm etti eshâba... Az sonra biri daha geldi.
Lâkin “altın” kalmamıştı.
Ona “Her neye ihtiyâcın varsa git benim nâmıma satın al... Ben sonra öderim" buyurdular.
Bir sahâbî;
“Yâ Resûlallah! Gücünün yetmediği şeyle mükellef değilsin" diye arz etti... Bu söz, Efendimize hoş gelmedi.
Başka bir sahâbî de;
“Yâ Resûlallah, sen yine ihsân et... Allah'ın mülkü vermekle azalmaz!" dedi.
Bu sözü beğendi.
Mübârek yüzü güldü.
Ve tebessüm ederek “Ben zâten ihsân etmekle emrolundum" buyurdular.
● ● ●
Müşriklerden birinin Efendimizden az alacağı vardı... Ödeme gününe henüz üç gün varken gelip dayandı kapıya!
Ve alacağını istedi.
Efendimizin yanında,
Hazret-i Ömer de vardı...
Müşrik, ukalâ bir tavırla "Ey Abdülmuttalip oğulları! Siz borcunuzu niçin vaktinde ödemezsiniz?" diyerek, hakârette bulundu...
Efendimiz sükût ettiler.
Hazret-i Ömer sabretti.
Adam ileri gidince gadaplanıp sert bir şekilde onu azarladı!
Ancak Efendimiz, bu davranışı beğenmedi.
O adam gidince; "Yâ Ömer! Öyle yapacağına; bana, borcumu daha önceden ödememi, ona da, alacak isterken insanca davranmasını söyleyebilirdin" buyurdular.
Hazret-i Ömer yaptığına pişmân oldu.
Ve özür diledi Efendimizden.
."Kureyş'i sana havâle ediyorum!"
09-06-2017 02:00
Abdullah İbni Mes’ûd der ki: Resûlullah’ın Kureyş'e bedduâ ettiğini hiç işitmedim. Yalnız bir gün Kâbe-i şerîf yanında namaz kılıyordu.
Ebû Cehil oradaydı.
Yandaşları da vardı...
O esnâda bir kişi geldi ve sürüklediği bir “deve işkembesini” oraya bırakıp geri gitti.
Ebû Cehil bunu gördü.
O işkembeye baktı.
Ve yandaşlarına;
"Şu iğrenç işkembeyi kim götürür de Muhammed secdeye inince sırtına koyabilir?" dedi.
Bir tânesi fırlayıp;
“Ben yaparım" dedi.
O bedbaht, Ukbe bin Ebî Muayt kâfiriydi. Bu “çirkin” işe girişip onu aldı ve Efendimiz secdeye inince götürüp üzerine bıraktı.
Efendimiz fark ettiler.
Ve secdeden kalkamadılar.
Onlarsa gülüşüyorlardı.
İbni Mes’ûd der ki: Ben uzaktan baktım, lâkin müşriklerin korkusundan yanına varamadım! Nihâyet müminlerden biri Hazret-i Fâtıma'ya koştu.
Bu işi haber verdi...
Az sonra o geldi.
Ve koşup o murdar şeyi mübârek babasının üzerinden kaldırdı. Efendimiz secdeden kalktılar.
Ancak üzülmüşlerdi!
Çok da kırılmışlardı…
Bunu yapanların isimlerini tek tek sayıp "Yâ Rabbî! Bunları sana havâle ediyorum" buyurdular.
İbni Mes’ûd der ki:
"Vallâhi onların hepsi Bedir'de öldürüldü. Mü’minler onların leşlerini ayaklarından sürüyerek ‘Bedir kuyusu’na bıraktılar" demiştir.
.Ben seni tanımıyorum!"
10-06-2017 02:00
Vaktiyle bir şehirde sâlih bir Müslüman yaşardı. Vakitlerinin çoğunu ibâdetle geçirirdi, ama Resûlullah Efendimize salevât okumayı ihmâl ederdi.
Bir gece rüyâ gördü.
Efendimizi görmüştü.
Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz hiç iltifat etmeyip mübârek başlarını ondan çevirdiler.
Adam çok üzüldü!
Ağlamaya başladı!
Ve gözyaşları içinde "Yâ Resûlallah, bana niçin böyle davranıyorsunuz?" diye sordu.
Efendimiz ona baktılar.
Ve “Ben seni tanımıyorum!" buyurdular.
Adamcağız kahroldu.
Ne diyeceğini bilemedi?!..
Gözyaşları içinde "Yâ Resûlallah! Ben, senin ümmetinden bir zavallı Müslümanım, beni nasıl tanımazsınız? Hâlbuki siz ümmetinizi; babanın oğlunu tanımasından daha iyi tanırsınız!" dedi.
Efendimiz cevâben;
"Öyledir, ama sen bana hiç salevât göndermiyorsun. Ben, ümmetimi; bana okudukları salevât miktârınca tanırım” buyurdu.
O esnâda uyandı...
Ve hatâsını anladı...
O günden sonra her gün bir miktâr “salevât-ı şerîfe” okumayı âdet edinmişti artık.
Bir gece yattı.
Rüyâda Resûlullah Efendimizi gördü.
Ama memnundu.
Zîrâ Resûl-i Ekrem Efendimiz bu defâ ona sevgiyle baktılar ve tebessümle "Seni şimdi tanıdım" buyurdular.
.Abdülmuttalib'in vefâtı
11-06-2017 02:00
Abdülmuttalip ölüm döşeğindeyken sekiz yaşındaki torununu yanına oturttu. Elini omuzuna koyup karşısında diz çökmüş edeple oturan oğullarına sordu:
"Vefâtım yaklaştı, yegâne düşüncem şu yetîmdir. Onu birinize emânet etmek istiyorum; hanginiz Ona hizmet etmeyi kabul eder?"
Ebû Leheb kalktı.
"Ben kabul ediyorum" dedi.
Abdülmuttalip "Evet, senin malın çoktur, onu aç açık bırakmazsın. Ama kalbin katı, merhametin azdır; yetîmlerse yufka yürekli olur" dedi.
Hamza kalktı.
"Bana emânet et" dedi.
Abdülmuttalip "Evet, sen buna lâyıksın. Ama senin de çocuğun yok... Evlâdı olmayan, çocukların hâlinden anlamaz" dedi.
Bu defâ Abbâs kalktı.
"Bana ver babacığım."
Abdülmuttalip "Evet, sen de buna lâyıksın. Ama senin çocukların fazla; lâyıkıyla ilgilenemezsin" dedi.
Ebû Tâlip kalktı.
Ve arz etti ki:
"Bana emânet et. Malım az ise de Ona hizmet etmeyi cana minnet bilirim" dedi. Abdülmuttalip;
Efendimize dönüp;
"Ey gözümün nûru! Sen, şu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin?" diye sordu.
Efendimiz koştu.
Ebû Tâlib'in kucağına oturdu.
Onun da istediği buydu.
Güzel torununun başını ve gözlerini öpüp kokladıktan sonra "Şâhit olun ki, ben bundan daha güzel bir koku; bundan daha güzel bir yüz görmedim" dedi.
Bu, son sözleri oldu...
."Biz seni yalanlamıyoruz ki!.."
12-06-2017 02:00
Peygamber Efendimiz her hususta doğru ve emîn idi.
Bunu herkes bilirdi.
Müşrikler de bilirdi.
Hattâ Ebû Cehil bile...
Nitekim Ebû Cehil, Sevgili Peygamberimize geldi ve "Yâ Muhammed, sen aramızda doğru sözlü ve emîn bir kişisin. Yalan söylediğini hiç duymadık. Ama senin getirdiğin o kitap var ya; biz işte ona inanmıyoruz, sana değil!" demişti.
● ● ●
Bedir Savaşı başlamak üzereydi...
İki ordu karşılıklı durdu. Müşrik ordusundan biri, Ebû Cehil'i yalnız gördü.
Usulca yaklaştı.
Ve ona, fısıltıyla;
"Yâ Ebâ Cehil! Sana ‘gizli bir şey’ sormak istiyorum, ama doğru cevap vereceksin" dedi.
Ebû Cehil, ona;
"Tamam, sor" dedi.
O da sordu:
"Muhammed emîn bir kişi midir; yoksa yalancı mı?"
Ebû Cehil dedi ki:
"O, doğru ve emîndir; hiç yalan söylemez."
Adam beklediği cevâbı almıştı.
Buna çok sevindi ve,
Ebû Cehil’e dönüp;
"Peki, emîn ve güvenilir olan ve hiç yalan söylemeyen bir kimse ile niçin savaşıyoruz, söyler misin?" dedi.
Ebû Cehil kurnazdı.
Sıyrıldı işin içinden...
"O başka, biz kendisine bir şey demiyoruz; ancak getirdiği dîni istemiyoruz. Haydi git yat, yarın çok şiddetli bir savaş olacak" dedi...
."Ben aranızda oldukça..."
13-06-2017 02:00
Efendimiz aleyhisselâm, “bin dört yüz” mücâhitle birlikte Medîne'den çıktılar.
Hudeybiye'ye geldiler.
Nihâyet suları bitti.
Sâdece Resûlullah Efendimizin ibriğinde bir miktar “su” kalmıştı. Mücâhitler üzüldü!
Telâşa kapıldılar!
Ama haklıydılar.
Zîrâ bırakın içmeyi; abdest almak için “su” lâzımdı bir kere.
Çâresizdiler!..
Efendimize gelip "Biz mahvolduk yâ Resûlallah!" dediler
Efendimiz sordu:
"Niçin mahvoldunuz?"
Arz ettiler ki;
"Hiç suyumuz kalmadı, şimdi ne yapacağız?"
Efendimiz;
"Korkmayın; ben aranızda oldukça mahvolmazsınız" buyurdu.
Sonra bir elini uzattı.
Ve parmaklarını açtı.
O anda bir mûcize gerçekleşti.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimizin mübârek parmakları arasından şarıl şarıl sular akmaya başladı...
Aynen “çeşme” gibi.
Eshâba döndüler.
Ve “İşte size su; alın kullanın" buyurdular.
Eshap kalabalıktı...
“Bin dört yüz” kişiydiler.
Hepsi de o sudan içtiler.
Abdestlerini aldılar.
Ve kaplarını doldurdular.
Câbir bin Abdullah “Biz o gün bin dört yüz kişiydik... Lâkin yüz bin kişi olsaydık bile yine kâfî gelirdi” demiştir.
."Sen niçin oynamıyorsun?"
14-06-2017 02:00
Zaman-ı saadette on yaşındaki Abdullah, babası bir harpte şehit olunca “yetim” kalmıştı... Gülmüyor, oynamıyor; oynayan çocuklara bakıp içli içli ağlıyordu!
Efendimiz onu gördü.
Hâline acıdı.
Ve yanına yaklaşıp "Evlâdım! Sen niçin oynamıyorsun bakayım?" diye sordu.
Abdullah, başı yerde olarak “Benim babam yok ki" dedi.
"Kardeşlerin var mı?"
"Kardeşlerim de yok!"
Efendimiz ağladılar ve yetimin başını şefkatle okşayıp “Sen, Hasan ve Hüseyin'e kardeş olmak ister misin?" diye sordular.
Abdullah'ın gözleri parladı!
Başını kaldırıp baktı.
Ve şaşırıp kaldı!
Zîrâ Efendimizdi bunu soran.
Sevinçle;
“İsterim yâ Resûlallah!" dedi.
Tekrar sordular ki:
"Benim torunum olur musun?"
"Evet, hem de çok isterim."
"Öyleyse sen benim torunumsun; haydi tut elimden bize gidelim!" buyurdu.
Birlikte eve geldiler.
Abdullah mutluydu.
Yetimliğini unutmuştu. Hâne-i saadette yemeğini yedi, güzel bir elbise giydi ve koşarak geldi oyun yerine.
Sevinçten yerinde duramıyor “Ben, Peygamberimizin torunuyum!" diyerek neşeyle hopluyordu.
Öbürleri baktılar.
Ona gıpta edip;
"Âh, keşke biz de yetim olsaydık da senin kavuştuğun şerefe biz de kavuşsaydık!" diyorlardı...
.Müthiş kuraklık!..
15-06-2017 02:00
Sevgili Efendimiz henüz sekiz yaşındayken amcası Ebû Tâlib'in evinde kalıyordu... Ancak Mekke'de “müthiş bir kuraklık” hüküm sürüyordu.
Dereler kurumuş; toprak yer yer çatlamıştı.
Bir damla suya hasrettiler!
Mekke halkı toplandılar.
Her kafadan bir ses çıkıyordu:
"Lât putuna arz edelim!"
"Hayır, Uzzâ'ya gidelim!
"Menât'ın önünde diz çökelim!
● ● ●
Gün görmüş bir “ihtiyar” ayağa kalkıp "Ey kureyşliler! Aramızda İbrâhim peygamberin evlâtları varken, siz hâlâ nelerden medet umarsınız!.." dedi.
Öbürleri;
“Haklısın!" dediler.
Ve koştular Ebû Tâlib'in kapısına.
"Yâ Ebâ Tâlib, yâ Ebâ Tâlib!"
"Buyurun kardeşlerim."
"Yâ Ebâ Tâlib! Şu kıtlığı görüyorsun. Çocuklarımız ölüyor, hayvanlarımız kırılıyor; senin mübârek neslini vesîle ederek ‘yağmur duâsı’na çıkalım diyoruz, ne diyorsun?"
"Çok iyi olur!" dedi.
Önde Ebû Tâlib ve Allah’ın sevgilisi.
Arkada bütün Mekke halkı.
Kâbe'ye geldiler...
Ebû Tâlib duâ ederken; Sevgili Efendimiz Kâbe örtüsüne yapışıp mübârek şehâdet parmağını göğe doğru uzattı.
Sonrası mâlûm...
Mavi gök, “yağmur yüklü” bulutlarla doldu bir anda.
Gök gürültüleri...
Sonra şimşekler.
Ardından “rahmet.” İnsanlar da kandı suya, hayvânat da! Evet, O; âlemlere “rahmet” olarak gelmişti.
.Fakirliği severdi
16-06-2017 02:00
Sevgili Peygamberimiz fakirliği severdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi.
Bâzan ekmeğine sirkeyi katık edip yer; bâzan da katıksız yerdi.
Evinde iki üç ay hiç yemek pişmediği olurdu. Vefât ettiğinde zırhı, bir Yahûdî'de çıkmıştı.
Araştırdılar...
Anladılar ki;
Mübârek zırhını “az arpa" karşılığında rehin vermişti o Yahûdî'ye.
● ● ●
Efendimiz çok da merhametliydi.
Kendisini öldürmek isteyenleri bile affeder; hattâ “hayır duâ” ederdi onlar için...
● ● ●
Nitekim Hazret-i Ömer bir gün "Anam babam yoluna fedâ olsun yâ Resûlallah! Ne kadar merhametlisin ki; peygamberliğini inkâr ettiler, seni Mekke'den çıkardılar, üzerine saldırıp dişini kırdılar da yine onlara bir bedduâda bulunmadın; hattâ hayır duâ ettin" dedi.
● ● ●
Yine bir harpten dönülmüştü. Efendimiz aleyhisselâm ganîmet mallarını dağıtıyordu.
O esnâda biri geldi.
Bu, câhil “bir köylü” idi.
Efendimize yaklaştı hem de lâubâlî bir tavırla "Ganîmet taksîminde adâletli ol!" dedi.
Efendimiz onun bu sözünü işitti.
Fevkalâde üzüldü!
Ama yine de kızmadı...
Hoş gördü onu.
Ve yumuşaklıkla cevap verip "Ben âdil olmazsam kim âdil olur? Ben; peygamber olarak adâlet yapmakla mükellefim, aksi takdîrde dünyâ ve âhiretim yıkılır" buyurdu.
.Bir ahde vefâ örneği
17-06-2017 02:00
Peygamber Efendimiz “ahde vefâ” konusunda çok titizdi. Şöyle ki;
Henüz peygamberliğini teblîğ etmemişken alışveriş yapmıştı bir kişiyle.
Bir miktar borçlanıp ödeme husûsunda anlaştılar...
Falan gün falan saatte bir yerde buluşup ödeyecekti borcunu.
O gün geldi.
O saat oldu.
Efendimiz anlaştıkları yere gitti.
Ama adam yoktu ortalarda.
Ertesi gün yine gitti.
Adam yine yoktu...
O yere gelmemişti.
Üçüncü gün yine gidip aynı yerde bekliyordu ki o kimse geldi nihâyet.
Ama çok mahcuptu!
"Özür dilerim!" dedi.
İki gün de unuttuğunu söyledi.
Ama Efendimizi çok sevmişti.
Peygamberlik îlân edilince koştu hemen.
İlk îmân edenlerden oldu.
● ● ●
Yine Hayber'den dönülüyordu.
Bir Yahûdî kadını bir eti zehirleyip kızarttıktan sonra Peygamber Efendimize getirdi ve kendisine "Bu eti sizin için kızarttım... âfiyetle yiyiniz" dedi.
Efendimiz yemedi o eti.
Eshâbına da yedirmedi.
Zîrâ et zehirliydi!
Onun için yemedi.
Kadın; ete “zehir” kattığını îtiraf ettiği hâlde yine cezâlandırmadı onu.
O da bu merhameti gördü.
İnsafa geldi.
Şehâdeti söyleyip îmânla şereflendi...
.Bir vefâkârlık örneği
18-06-2017 02:00
Âlemlerin Efendisi çok vefâkârdı. Meselâ kendisine “bir hediye” gelseydi “Onu filân kadına götürün. Çünkü o, Hatîce'nin arkadaşıdır" buyururdu.
Hazret-i Âişe;
"Hatîce'ye gıpta ediyorum. Çünkü Resûlullah ondan çok bahseder; onu çok sevdiğini söylerdi... Ne zaman bir koyun kesilse, onun akrabâsına da gönderirdi" derdi.
● ● ●
Bir gün de Habeşistan Meliki Necâşî'den elçiler geldi huzûruna.
Onlara çok iltifat etti.
İkrâmları bizzat kendisi yaptı...
Sahâbe-i Kirâm "Yâ Resûlallah! Siz yorulmayın; biz hizmet ederiz" dediler.
Efendimiz;
"Evet siz yaparsınız; ama onlar, vaktiyle eshâbıma çok hizmet ettiler. Onun teşekkürü için bu hizmeti severek yapıyorum” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de savaş esirleri arasında süt kardeşi Şeymâ'yı gördü, hemen tanıdı ve çok sevindi... Mübârek arkasındaki örtüyü yere serdi...
Üzerine onu oturttu.
Hâlini hatırını sordu.
Ve kendisine "İstersen yanımda kal; istersen seni köyüne göndereyim, ama bir ihtiyâcın olursa yine bana gel!" buyurdu.
● ● ●
Resûlullah Efendimize “doksan bin altın” hediye gelmişti. Hiç bekletmeden tamâmını eshâba taksîm etti.
Sonra biri daha geldi.
Ama “altın” kalmamıştı.
Ona "Her neye ihtiyâcın varsa, git benim nâmıma satın al; ben sonra öderim" buyurdu.
.Bir şartla inanırım!.."
19-06-2017 02:00
Bir gün Sevgili Peygamberimiz Kureyş'ten birini îmâna dâvet etti.
Adam dedi ki:
"Îmân ederim, ama bir şartla!"
Efendimiz sordu:
"Şartın nedir?"
Cevâbında;
"Geçen gün Müslüman bir komşumun kızı vefât etti! Ben onu çok seviyordum... O kızı diriltirsen îmân ederim" dedi.
Efendimiz;
"Pekâlâ" buyurdu.
Birlikte kabristana gittiler.
Efendimiz kabre yaklaştı.
Ve o kızı ismiyle çağırdı.
Kız, dirilip çıktı mezardan!
Efendimiz;
"Ey kızım! Dünyâya geri gelmek ister misin?" diye sordu.
Kız cevap verdi ki:
"İstemem yâ Resûlallah!"
"Niçin kızım?"
"Çünkü burası baba evimden daha rahat yâ Resûlallah! Ben buraya gelince öğrendim ki müminin âhireti dünyâsından hayırlıymış" dedi.
Adam buna şâhit oldu
Gözleriyle gördü.
Kulağıyla da işitti.
Ve bütün hücreleriyle “Kelime-i şehâdeti” söyleyip Müslüman oldu...
● ● ●
Bir gün de Efendimiz;
"Ey eshâbım! Allahü teâlâdan hayâ ediniz" buyurdu.
Sahâbîler;
"Yâ Resûlallah, Allah'tan hayâ etmek nasıl olur?" dediler.
Cevâbında;
"Bir kimse ki yedi âzâsını haramdan korur; Allah korkusu ile her günahtan kaçar, ölümü unutmaz ve hep âhireti düşünür; işte Allah'tan hayâ etmek böyle olur!" buyurdu.
.Seni memnun edebildim mi?
20-06-2017 02:00
Peygamber Efendimiz herkesi memnun etmeye çalışırdı... Bir gün eshâbıyla oturuyordu...
Oraya bir “köylü” geldi.
Ve biraz “dünyâlık” istedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ona bir şeyler verdi ve "Seni memnun edebildim mi?" diye sordu.
Köylü cevâben;
“Hayır” dedi.
Eshâb-ı kirâm bu cevâba şaşırdılar! Hattâ öfkelendiler içlerinden! Zîrâ Efendimize "hayır" demek; küstahlığın âlâsıydı ve Eshap da bunun için kızmışlardı.
Ama Efendimiz kızmadı.
Ona başka şeyler verip;
“Nasıl, şimdi memnun oldun mu?" diye sordu.
Köylü memnundu.
Ve yüzü gülüyordu.
Efendimize; "Allah senden râzı olsun, beni ihsâna boğdun" dedi ve huzurdan ayrıldı.
Efendimiz eshâba;
"Ey eshâbım! Az önce siz o köylüyü neredeyse azarlayacaktınız. Eğer böyle yapsaydınız bizden uzaklaşacak ve helâk olacaktı… Ama şimdi memnun olarak ve bizi severek ayrıldı" buyurdu.
● ● ●
Yine bir gün Câbir bin Abdullah, koyun kesip Sevgili Peygamberimizi dâvet etti.
Efendimiz de;
"Peki" buyurdu.
Birkaç eshâbı yanına aldı.
Hazret-i Câbir’in evine vardı...
Ve sofraya oturdular.
Efendimiz "Yiyin, ama kemiklerini kırmayın" buyurdu.
"Başüstüne" dediler.
Ve öyle de yaptılar.
Efendimiz, mübârek ellerini o kemiklerin üzerine koyup "Allah'ın izniyle kalk!" buyurdu. Koyun o anda dirilip kalktı
.Resûlullah’ın şefkati
21-06-2017 02:00
Peygamber Efendimiz; insanlara olduğu gibi her can taşıyan mahlûka da acır ve şefkat ederdi... Hayvanlara eliyle “su kabını” tutar içmesine yardım ederdi. Bindiği at koşup da terlese, yüzünü mübârek eliyle silerdi.
Hem mütevâzıydı.
Hem de heybetli!
Bir gün huzûruna biri geldi.
Bir derdini arz edecekti.
Ancak mübârek yüzüne bakınca Efendimizin’in heybetinden terlemeye başladı!
Zîrâ korkuya kapılmıştı!
Efendimiz bunu sezdiler.
Ve o kimseye dönüp;
"Sıkılma! Ben hükümdâr değilim... Ben de herkes gibi yer içer; yorulur otururum" buyurdu.
Adam bunları işitti.
O korkusu gitti...
Ve derdini açabildi.
● ● ●
Efendimiz, genellikle hüzünlü idi! Sebebini sorduklarında "Benim gördüğümü siz görseydiniz, az güler, çok ağlardınız!" buyururdu.
O, Hak teâlânın sevgilisiydi.
Allah, Ona "İste vereyim" dedi.
Ancak O, dünyâ serveti istemedi.
● ● ●
Peygamber Efendimiz Allahü teâlânın Habîbi, Sevgilisi olduğu hâlde Allahtan en fazla korkan da yine O idi! Bir gün evden çıktı...
Mescide geldi.
Ve eshâbına;
"Allahü teâlâdan en çok korkanınız benim!" buyurdu.
Bu korku iledir ki;
Namaza durunca göğsünün hırıltısı işitilir, su fokurdar gibi sesler duyulurdu! Nitekim Hazret-i Âişe, bu sesi sürekli işittiğini haber vermiştir.
.Rabbim daha şefkatli
22-06-2017 02:00
Câhiliye devrinde Arabistan'da "vahşî bir âdet" vardı ki; doğan kız çocuklarını diri diri kuma gömerlerdi.
Bir karı-koca vardı...
Bir kızları olmuştu...
Aynı şeyi onlar da yapmışlardı, ama ikisi de îmân edince; o yaptıklarını hâtırlayıp gözyaşı dökerlerdi!
Efendimiz bunu işitti.
O ikisinin yanına gitti.
Onları sevindirecekti.
Onlarla birlikte o bebeğin gömüldüğü yere gittiler... Efendimiz kızın ismini öğrendi.
Ve ona ismiyle hitap etti:
"Ey filân kızı filâne!"
Kabirden cevap geldi:
"Buyur yâ Resûlallah!"
"Ey kızım! Annen baban senin için gözyaşı döküyorlar! İster misin ki duâ edeyim; dirilip annene babana kavuşasın?”
Cevap tez geldi.
Ama menfî idi.
"İstemem yâ Resûlallah! Burada çok rahatım, iyi ki dünyâdan kurtulmuşum. Ben, Rabbimi; onlardan daha merhametli buldum" diyordu.
Onlar bunu duydular.
Sevince gark oldular.
● ● ●
Bir gün de Peygamber Efendimiz Sebir Dağı'na çıkmıştı.
Dağdan “bir ses” geldi.
Kulak verip dinledi.
"Ey Allah'ın Resûlü!" diyordu.
Etrâfına bakındı.
Kimsecikler yoktu...
Ses dağdan geliyordu...
Ve "Yâ Muhammed! Lütfen inin üzerimden... Zîrâ burada müşrikler size bir zarar verirlerse Rabbim beni azarlar" diyordu.
."Yediğinden bana da ver!"
23-06-2017 02:00
Peygamber Efendimiz eshâbıyla bir bahçede oturmuş yemek yiyorlardı. Bir câriye geçti oradan. Harpte esir alınan kadın köleye "câriye" denirdi.
O câriye dönüp baktı.
Efendimizi gördü.
Huzûruna yaklaştı.
Ve "Yediğinden bana da ver" deyiverdi. Sahâbe-i kirâm şaşırdılar! Efendimiz, önündeki yemekten “bir lokma” alıp uzattılar o kadına.
Lâkin câriye almadı.
"Onu istemiyorum."
"Ya ne istiyorsun?"
"Ağzında çiğnediğinden."
Eshap daha da şaşırdılar!
Hattâ öfkelendiler!
Ama Efendimiz onu kırmadı. Mübârek ağzındaki lokmadan verip onu sevindirdi.
Kadın, Resûlullah Efendimizin elinden o lokmayı alıp da yediği anda hâlinde âni bir değişiklik oldu.
O edepsiz hâli gitti.
Çok pişmân oldu.
Yaptığından utandı!
Kızardı, bozardı...
Önüne bakarak sür’atle uzaklaştı o yerden. O günden sonra "edep hayâ" timsâli bir hanımefendi oldu. Öyle ki; edep ve terbiyesiyle parmakla gösteriliyordu o havâlide
● ● ●
Efendimiz aleyhisselâm, çocuk sahâbîlerden Hazret-i Katâde'nin yüzünü “sevgiyle” okşamışlardı bir gün.
O an yüzü değişti.
Bir parlaklık geldi.
Öyle ki; akrânı arasında hemen fark edilirdi. O parlaklık, ölünceye kadar da hiç gitmedi ondan.
.Misli görülmemiş cömertlik!
24-06-2017 02:00
Bir gün Medîne'ye dışarıdan bir gayr-i müslim gelmişti ve çok da fakirdi…
Efendimizi bulup;
"Fakirim, bana bir miktâr dünyâlık verir misin?" dedi.
Efendimiz de ona;
"Bak, şu vâdide yayılmış olan sürüyü görüyor musun?" diye sordular.
O da baktı.
Ve bir “koyun sürüsü” gördü ki; iki dağın arasını tamâmen doldurmuştu.
Efendimize;
"Görüyorum" dedi.
Efendimiz ona;
"O sürü senin olsun; al götür" buyurdular.
Adam şaşırdı!
Şaka zannetti...
Ve arz eyledi ki: "Şaka yapıyorsunuz değil mi?"
Efendimiz;
"Hayır şaka değil. O sürünün tamâmı senindir, al götür" buyurdular.
O, bu ihsânı gördü.
Daha da şaşırdı!
Kalbi değişti ve hemen oracıkta “Kelime-i şehâdeti” söyleyip îmânla şereflendi... Sonra Efendimize vedâ ederek sürüyü de alıp kabîlesine döndü...
Yüksek bir yere çıktı.
Kabîlesine seslendi:
“Ey insanlar!.."
Hepsi gelip toplandılar.
Ancak merak etmişlerdi...
Sordular hemen:
"Hayırdır, ne var?”
O nidâ eyledi ki: "Gidiniz; o ihsân sâhibine siz de îmân ediniz. Ben, hayâtımda Onun gibi cömert bir kimse görmedim.”
Kabîle halkı Medîne'ye aktı.
Ve topluca Müslüman oldular.
.Testi kırılmasaydı!..
25-06-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini çok seven bir genç vardı.
Bu, bir gün nefsine uydu.
Şarap almış evine götürüyordu.
Ama götüremedi.
Şarap testisi bir duvara çarptı.
Ve kırıldı birden...
İçindekiler döküldü yollara.
Delikanlı çok üzüldü!
Çok da pişmân oldu.
Ama anladı, bunun bir "îkaz-ı İlâhî" olduğunu.
Oradan geri döndü.
Ve doğruca gidip bu büyük velînin huzuruna girdi.
Onu seviyordu.
Büyük velî ona;
“Evlâdım! Kul, günah yolunda bir adım bile atmamalıdır. Eğer o testi kırılmasaydı benim kalbim kırılacaktı” buyurdu.
Delikanlı pişmândı zâten.
Tövbe etti bu zâtın huzûrunda.
Ve bir daha işlemedi bu günâhı.
Zîra tiksiniyordu artık.
Nitekim büyüklerimiz;
"Evliyânın sözünde Rabbânî tesir vardır" buyurmuşlardır.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Her işinde muvaffak olmak, neye bağlıdır efendim? diye sordular.
Cevâbında;
“Mütevâzı olmaya bağlıdır. Tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir. O tevâzu ettikçe daha da yükselir” buyurdu.
Sordular:
“Ya kibir ederse efendim?”
Cevâben;
“Kibir edeni Hak teâlâ alçaltır. Kibirlendikçe daha da alçalır” buyurdu.
.Bu yaptığın doğru mu?
26-06-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün, fakir bir sevdiğine misâfir oldu.
Garip, üstâdını görünce çok sevindi...
Cennetle müjdelenmişti sanki...
Fakat bunun, genç ve güzel bir oğlu vardı ki bilmiyordu bu zâtın kim olduğunu.
İlk defâ görüyordu zîra.
Bir kenara çekildi.
Ve suratını asıp oturdu.
Hiç ilgi göstermedi bu büyük velîye.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyse aksine o genci çok sevdi ve kendine çekti onun kalbini.
Onun yanına gitti.
Kulağına eğilerek;
“Bu yaptığın doğru mu? Ben de senin yüzünü kara edeceğim, görürsün” buyurdu.
Sonra geri çekildi.
Ve yerine oturdu.
Az sonra genç, fırlayıp Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin önüne geldi.
Ve büyük bir edeple;
“Bir emriniz var mı efendim, emredin?” dedi.
Büyük velî;
“Bir sıcak çorba getir de içelim mâdem” buyurdu.
Delikanlı koştu.
Ve ocağı yaktı.
Çabuk yansın diye de durmadan üflemeye başladı ateşe.
Öyle ki; yüzü gözü “simsiyah” oldu is ve dumandan.
Ocak yanıp tutuşurken kalbi de bu zâtın muhabbetiyle yanıp tutuşmuştu.
Yüzü siyah olmuşsa da, kalbi nurlanmıştı o velînin sevgisiyle.
Nihâyet çorbayı ikrâm etti.
Çok himmetine kavuştu...
Ve bir daha ayrılmadı yanından.
.Bana Semerkant'tan bal getir”
27-06-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bir gün hizmetçisine;
“Bana Semerkant'tan biraz bal getir” buyurdu.
Hizmetçi;
“Peki efendim” dedi.
Ve hemen çıktı yola...
Hocasının emrettiği kadar bal satın alıp tam dışarı çıkıyordu ki, dükkâna bir “kadın” girdi...
Genç ve güzeldi.
Şeytana uydu.
Ve şehvetle baktı kadına.
Sonra ayrılıp yola koyuldu.
Ve gelip takdim etti balı hocasına.
Etti, ama hocasının yüzü gülmüyordu.
Hattâ kaşlarını çatıp;
“Sen bal almaya gittin, ama şarap getirdin” buyurdu.
Hizmetçi;
“Estağfirullah efendim, bal getirdim” diye arz etti.
Büyük velî;
“Hayır, şarap getirdin. İstersen aç da bak!” buyurdu
Hizmetçi kutuyu açtı.
Hayretten donakaldı!
Zîra kutudaki bal değildi.
Şarap vardı hakîkaten.
Ne diyeceğini bilemedi.
O zaman anladı hatâsını...
Kendi kendine;
"O kadına şehvetle bakmıştım, ben o günâhı işleyince kutudaki ‘bal’ da ‘şarap’ olmuş" dedi.
Böyle düşündü hemen.
Bu, büyük “ders” oldu ona.
Bir daha da bakmadı yabanc bir “kadın”a.
.Evliyânın himmeti dağı devirir!"
28-06-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bir talebesi vardı.
Ticâret işlerini yapardı bu büyük velînin.
Bir gün büyük bir kervanla ticâretten dönüyorlardı ki bir grup eşkıyâ ile karşılaştılar birden...
Herkes çok korktu.
Ama o, hiç korkmadı.
Kendi kendine;
"Bu, hocamın işidir, öyleyse o bana yardım eder" dedi.
Böyle düşündü...
Ve “hocasını” getirdi hatırına.
Ondan himmet istedi.
O anda bir güven geldi ona.
Kılıcını çekip saldırdı onlara!
Öyle ki;
Kendisini, sanki “üstadının şeklinde" buldu o anda.
Yâni kendisi değil de,
Üstâdıydı asıl saldıran.
Onlar, kalabalık bir gruptu.
Buna rağmen korktular.
Ve dağıldılar!
O talebe, seferden dönüp hocasının huzûruna geldi.
Olanları anlatacaktı.
Ama lüzum kalmadı.
Zîra hocası, ona;
“Zayıflar, kuvvetli bir düşmana rast geldiğinde, kendi kuvvetlerini düşünmeyip Allah dostu ‘velîler’den yardım isterlerse, Hakk teâlâ onlara yardım eder” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hem öyle kuvvetli olurlar ki, düşman korkup darmadağın olur! Evliyânın himmeti dağı bile devirir. Sizin kurtulmanızın hikmeti de budur işte.”
."Gitmen gerekiyor oğlum"
29-06-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bir talebesi vardı.
Onu çok severdi.
Bir gün çağırıp;
“Ey evlâdım! Bu aralar memleketine gitmeyi düşünmüyor musun?” diye sordu.
Genç talebe;
“Hayır hocam, bir mecburiyet olmadıkça yanınızdan ayrılmak istemiyorum” dedi.
Buyurdu ki:
“Ama gitmen gerekiyor oğlum.”
Çocuk merak etti:
“Neden hocam?”
“Çünkü annen ve baban bana sıkıntı veriyorlar. Çabucak git de gel” buyurdu.
Delikanlı bir şey anlamadı.
“Peki efendim” dedi.
Ve memleketi olan Horasan'a gitti.
Anne ve babasına da anlattı bunu.
Onlar, bunu duyunca ağladılar!
Çocuk şaşırdı!
Sordu hemen:
“Niçin ağlıyorsunuz, bir şey mi oldu?”
Annesi anlattı:
“Oğlum, biz babanla, beş vakit namazdan sonra hocan Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip duâ ediyorduk.”
Genç sordu:
“Nasıl duâ ediyordunuz?”
“Yâ Rabbî! Hocası, oğlumuza izin versin de onu bize göndersin diye yalvarıyorduk.”
Mesele anlaşılmıştı...
Onlarla görüştü.
Aynı gün geri döndü.
Ve bir daha ayrılmadı yanından...
.Kölesini kaybeden adam!..
30-06-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini sevenlerden birinin, çok beğendiği, emîn, güvenilir bir hizmetçi kölesi vardı.
Kaybetti bir gün onu.
Çok aradı, bulamadı.
Yine böyle ararken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini gördü.
Koşturdu hemen.
Tuttu atının dizginini.
Ve derdini anlatıp;
“O, benim her şeyimdi, ne olur hâlledin bu derdimi” dedi.
Âdeta yalvardı.
Büyük velî, eliyle, bir köyü işâret etti.
Ve sordu:
“Şu köyde aradın mı?”
“Hayır, aramadım efendim.”
“O köye bak! İnşallah orada bulursun” buyurdu.
Adam sevindi.
Ve bir ümitle koştu o köye.
Bir de ne görsün?!
Kölesi, bir çeşmenin başında ve eli şakağında, şaşkın vaziyette oturuyor!
Yanında testi var.
Hem içi de su dolu.
Ona yaklaşıp;
“Sen günlerdir nerelerdeydin?” diye sordu ona.
Kölesi anlattı:
“O gün evden çıkmıştım ki bir atlı beni tutup uzaklara kaçırdı. Sonra da köle diye sattı birine.
Günlerdir onun hizmetlerini görüyordum. Bugün de çeşmeden su almaya gönderdi beni.
Suyu doldurup geri dönecektim ki bu çeşmenin yanında buldum kendimi.”
Adam çok sevindi...
Ve gülümseyerek;
“Bu, o büyük velînin kerâmeti” diye mırıldandı hafifce.
.Eğer şeyhlik yapsaydım!.."
01-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ekseri sultanlara gider, tesirli sözleriyle onlara nasîhat ederdi.
İslâmı kuvvetlendirirdi.
Üstlerinde öyle çok nüfûzu vardı ki, cihan pâdişahları boyun eğmişlerdi bu büyük velîye.
Nitekim kendisi;
“Eğer şeyhlik yapsaydım, hiçbir şeyh bir yerde bir talebe bulamazdı. Ama bize başka vazîfe verildi” buyurmuştu yakınlarına.
Sordular:
“O, hangi vazîfe efendim?”
Buyurdu ki:
“Dîni kuvvetlendirip İslâmiyet’i yaymak görevi verildi ki, biz bunları temin etmeye çalışıyoruz.”
● ● ●
Bir gün bu zâta;
“Efendim, bizler ne zaman bu dünyâya ibret nazarı ile bakan ve ibret alan kimselerden oluruz” diye sordular.
Büyük zât;
Bu dünyâda her şeyin fâni ve sonunun ‘harap’ ve her kişinin gideceği yerin de ‘toprak’ olduğunu gördüğünüz zaman” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir dostuna;
“Nasılsınız, iyi misiniz kardeşim?” diye sordu.
O, cevâbında;
“Selâmette ve âfiyetteyim efendim” diye arz etti.
Büyük velî;
“Selâmet’te olman, Sırat Köprüsü’nü selâmetle geçmekle, âfiyette olman ise Cennete girmekle mümkün olur” buyurdu.
."Sultanla ne işin var?"
02-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamanında Mirza Abdullah diye bir sultan vardı ki, bu büyük zât onu görmeye gitmişti bir zaman.
Kapısını çaldı.
Çıkan görevliye;
“Sultânı görmek için gelmiştim” buyurdu.
Adam edepsizdi.
Küstah bir tavırla;
“Bizim pâdişahımız pervâsız biridir. Onunla görüşmek, öyle kolay değildir” dedi.
Büyük zâtı küçümsedi.
Ve küstah bir edâ ile;
“Gördüğüm kadarıyla derviş bir hâliniz var. Bir dervişin koca bir sultanla ne işi olabilir?” deyiverdi.
Dedi, ama iyi olmadı.
Mübârek gadaba geldi.
Ve o edepsize;
“Bana bak!.. Senin o melikin pervâsızsa, onu pervâlı biriyle değiştiririz. Git, söyle bunu kendisine. Ve bir hafta sonra neler olacağını görün” buyurdu.
Kalemini çıkardı...
Ve o melikin ismini duvara yazıp, sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi o yazdığı ismi.
Ve geri döndü.
Taşkent'e geldi.
O gün, büyük bir “korku” girdi melikin kalbine!
Sebebini tahmin etti.
Aradan bir hafta geçti.
Memleketine, bir hükümdâr saldırdı birden... Onu öldürüp bütün Semerkant'a hâkim oldu.
İsmini parmağıyla silmişti.
Cismi de silinip gitti.
."O ismi niçin kaydettiniz?"
03-07-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bâzı talebesiyle bir yere gidiyorlardı ki bir ara “kâğıt kalem” istedi talebelerin birinden.
“Ebû Saîd” yazdı.
Ve koydu cebine.
Sonra da bir “Fâtiha” okudu onun için.
Fakat kimse bir şey anlamadı.
Bir talebe sordu:
“Efendim, Ebû Saîd ismini, o kâğıda niçin kaydettiniz?”
Büyük velî, ona;
“Bu, öyle birinin ismidir ki çok yakında Semerkant'ı, Horasan'ı ve Taşkent'i alıp bütün bu bölgelere hükmedecektir” buyurdu.
Fazla zaman geçmedi.
Ebû Saîd ismi yükseldi.
Meğer evliyâdan biri, o gece Ebû Saîd'in rüyâsına girip;
“Yâ Ebâ Saîd! Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, senin ismini yazıp cebine koydu. Ve senin nusretin için Fâtiha okudu. O, bu devrin kutbudur ve Taşkent'tedir. Gir o zâtın hizmetine!” dedi.
O anda uyandı.
Ve kalbine baktı.
Bu büyük zâta tutulmuş gördü. O gün yola çıkıp Taşkent'e vardı. Onu görünce, çok sevdi.
Ve kalbinden;
“İşte, benim ismimi yazıp cebine koyan ve benim için Fâtiha okuyan, bu zâttır” dedi.
Atından inip, attı kendisini mübârek ayağına. Semerkant'ı fethetmek için yardım istedi bu büyük velîden.
Büyük zât ona;
“Niyetin Allah içinse, sana yardım erişir” buyurdu.
Bu sözü alıp yürüdü...
Semerkant’a vardı.
İki saat içinde fethetti bu ülkeyi.
."Sana yakışıyor mu?"
04-07-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri devrinde zamanın Sultânı, Ahmed Mirza olup, bu zâta bağlıydı.
Hem de gönülden.
Kardeşi Sultan Mahmud da, başka bir yerin hükümdârıydı. Ama bu, kardeşi Ahmed Mirza'nın toprağına göz dikmiş, savaşmak istiyordu.
Ahmed Mirza, bu hâli Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arz etti. Büyük velî, kardeşine mektup yazdı:
“İkiniz kardeşsiniz ve hükümdârsınız. Savaşmak değil, kardeşine yardım etmek yakışırdı sana. Vazgeç bu işten, yoksa sen zararlı çıkarsın.”
Sultan Mahmud okudu...
Fakat dinlemedi.
Ordusuyla yürüdü Semerkant'a.
Ahmed Mirza, bu velîye arz etti ki:
“Bu orduya güç yetiremeyiz.”
Büyük velî de;
“Hiç korkma! Allah'ın izniyle biz bu işe kefîliz” buyurdu.
Nihâyet harp başladı.
Düşman ilerliyordu.
Tam şehre gireceklerdi ki, kuvvetli bir “kasırga” koptu bir anda. Öyle ki, göz gözü görmüyor, düşman askerleri birbirlerini kırıyordu.
Ana-baba günü oldu.
Kasırganın şiddeti daha da artınca atlar, sâhiplerini çiğneyip kaçmaya başladı.
Sultan Mahmud çâresizdi!..
Kaçtı harp meydanından.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Ahmet Mirza’ya seslendi:
“Kaçanları tâkip et!”
O da emri îfa etti.
Çoğunu kılıçtan geçirdiler. Velhâsıl bu zâtın himmet ve yardımıyla muvaffakiyet, Ahmed Mirza'nın olmuştu yine...
.Doğru kitap okuyun!..
05-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bu zât bir gün;
“Kardeşlerim! Doğru kitap okuyun, rûhunuzu faydalı ilimlerle doyurun. Nasıl ki bedenimiz gıdâya muhtaçsa, rûhumuzun da buna ihtiyâcı var” buyurdu.
***
Ve şöyle devam etti:
“Bedenimiz topraktan yaratıldığı için onun gıdası, topraktan çıkan şeylerdir, ekmek gibi, su gibi, meyve ve sebze gibi.
Ama ruh 'âlem-i emir'den yaratılmıştır. Bedenin gıdasından tat alamaz.”
Dinleyenler;
“Rûhun gıdası nelerdir efendim?” diye sordular.
Büyük zât;
“Rûhun gıdası mânevî şeylerdir. Meselâ ilim gibi, sohbet gibi, ibâdet ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi” buyurdu.
***
Ve şöyle devam etti:
“Beden, gıdâsını muntazam alamayınca nasıl ki zayıf düşer ve nihâyet hastalanırsa, ruh da gıdâsız kalırsa zayıflar, hasta olur ve hattâ ölebilir de!..”
Cemaat, iyi anlamak için daha teferruatlı anlatmasını isteyerek şöyle sordular:
“Rûhun ölmesi ne demek efendim?”
Cevâbında;
“Rûhun ölmesi demek, mâzallah îmânsız olmasıdır. Cezâsıysa, cehennemde sonsuz olarak yanmaktır” buyurdu.
."Çabuk çıkın evlerden!.."
06-07-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkent'e gidecekti...
Mevsim ilkbahardı.
Yolda akşam olunca bir talebesinin evinde misâfir oldu.
Biraz sohbet ettiler.
Yatma vakti gelince;
“Evlât! Sen de benim yanımda yat” buyurdu ev sâhibine.
Talebe de;
“Başüstüne efendim” dedi.
Ve aynı odada yattılar ikisi.
Talebe tam uykuya dalmıştı ki bir “ses” duyup uyandı...
Hocasının sesiydi bu.
Kendisine;
“Evlât! Hemen kalk, eşyalarını topla ve dışarı çık. Bütün mahalle halkını da uyandır. Herkes kıymetli eşyasını alıp çıksın evinden!” buyurdu.
Kendi de acele çıktı.
Cümle halk toplanmıştı.
Büyük velî, köy halkına;
“Beni tâkip edin!” dedi.
Ve hızlı adımlarla yöneldi yakındaki tepeye. İnsanlar da peşinden. Az sonra tepenin üstüne toplanmışlardı bütün köy halkı.
Herkes birbirine soruyordu:
“Neler oluyor?”
“Buraya niçin geldik?”
“Bir şey mi var?”
Ancak kimse bilmiyordu bundaki hikmeti. Onlar böyle konuşuyordu ki yukarıdan bir “sel” kopup büyük şarıltıyla köye indi.
Her şeyi alıp götürüyordu.
Ağaçlar, evler, hayvanlar...
Korkunç sel, kısa zamanda köyü harab etmiş; ama insanlar kurtulmuştu.
Bu hârikulâdeyi hepsi gördü.
Ve o gün “talebesi” oldular bu büyük velînin...
.Niçin kabul etmiyormuş?
07-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna bir gün bir kadı, yâni hâkim gelip;
“Efendim, beni de talebeliğe kabul edin” diye ricâ etti.
Ne hikmettir, bilinmez.
Kabul etmedi mübârek.
Tekrar tekrar arz etti.
Hatta çok yalvardı.
O yine iltifat etmedi.
Cevap da vermedi.
Bir talebesi;
“Efendim, falan kadı, talebeliğe kabul edilmiyorum diye pek çok üzülüyor” diye arz etti.
Büyük velî;
“Evlâdım! O kadı’nın gönlünde dünyalık var. On sene sonra kavuşacağı mevkîye hırslı olan bir kimseyi talebeliğe kabul etmek uygun olmaz. Böyle birine büyüklerin yolu anlatılmaz. Siz onu düşünmeyin” buyurdu.
Talebe “Peki efendim” dedi.
Aradan on sene geçti...
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de göçtü bu dünyadan.
O kadı mı?
Baş kadı olmuş, murâdına erdiği için de pek sevinçliydi...
Ve artık bu yola girmek gibi bir arzu kalmamıştı kalbinde.
Murâdına kavuşmuştu.
Memnundu hayatından.
Talebeler bu hâli görüp;
“Hocamızın kerâmeti çıktı. Onu talebeliğe kabul etmemekte ne kadar haklıymış. Meğer adamın kalbinde mevkî makam düşüncesi varmış” dediler...
.Derse başlayamıyordu!..
08-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir sohbetinde;
“Kardeşlerim! Müslüman; Allah'tan başka her şeyden yüz çevirip Rabbinin rızâsını düşünmeli ve gönül ehli bir İslâm âlimi bulup onun rehberliğinde bozuk hâllerini düzeltmelidir” buyurdu.
Ve şunu anlattı:
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri bir sabah derse başlayacaktı ki bir durgunluk geldi kendisine.
Bir huzursuzluk.
Konuşmuyordu.
Bir türlü toparlayamıyordu zihnini.
Sebebini tahmin etti...
Ve talebesine;
“Bugün içimizde bir yabancı var. O her kimse, meclisimizi terk etsin!’ buyurdu.
Talebeler şaşırdı.
Etrâfa bakınıp yabancı bir kimseyi göremediler içeride.
Geri geldiler.
Ve hocalarına;
“Aramızda yabancı bir kimse yoktur efendim” dediler.
Buyurdu ki:
“Öyleyse bakın bakalım, yabancı birine âit herhangi bir eşya var mı buralarda?”
Gençler her yeri aradılar. Nihâyet yabancı bir asâ/baston gördüler bir köşede.
Gelip haber verdiler...
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; o asâyı, bastonu çıkartıp dersine başlayabildi nihâyet.
Meğer onun sâhibinin zulmeti varmış içeride!..
.Çok şükür, Türkler kazandı"
10-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir gün dergâhta idi.
Bir perşembe günüydü.
Talebelerine;
“Atımı hazırlayın!” buyurdu.
Ve hızla kalktı yerinden.
Vakit, öğleden sonraydı.
Beyaz atına atladı.
Ve hızla uzaklaştı Semerkant'tan.
Gün batısına doğru gidiyordu...
Bâzı talebeleri, tâkip ettiler onu.
Lâkin Semerkant'ı geçince “Siz burada kalın!” buyurdu.
Kendi yalnız devam etti.
Akşam, geri geldi yine.
Talebeler sordu:
“Nereye gittiniz efendim?”
Büyük velî cevâben;
“Türk Sultânı Muhammed (Fatih) Hân, dün kâfirlerle şiddetli bir savaşa girerken bizden yardım istedi, ona gittim” buyurdu.
Gençler sordu:
“Netîce ne oldu hocam?”
Buyurdu ki:
“Allah'ın izniyle Türkler kazandı.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Efendim! Evliyâ zatları tanıyıp, onları sevmenin, dînimizde ehemmiyeti nedir?” diye sordular.
Büyük zât cevâben;
“Bir kimse, bin senelik ömrünü ibâdetle geçirse, lâkin bir evliyâ zâtı sevmekle şereflenemese, bir başkası da bir velî zâtı çok sevse ve hizmet edip duâsını alsa, bu ikinci kişinin kazandığı sevap, birincinin sevâbından, kat kat çoktur” buyurdu
.Beyaz bir atı var mıydı?"
11-07-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğlu Abdülhâdî şöyle anlatır:
Ben Anadolu'ya gittiğimde, Sultan Muhammed (Fatih) Hân'ın oğlu Bâyezid Hân Osmanlı Devleti’nde pâdişahtı.
Beni misâfir etti.
Oturup konuştuk.
Sohbet esnâsında;
“Ey Abdülhâdî! Babanızın şemâili şöyle şöyle miydi. Beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu.
Ben ona cevâben;
“Evet, babamın şemâili aynen dediğiniz gibiydi, beyaz atı da vardı” dedim.
Sultan sevindi.
Ve devam etti:
Babam Fâtih Sultan Muhammed Hân’dan dinledim.
Şöyle anlatmıştı bize;
Bir perşembe günüydü...
Savaşın en sıkışık bir ânında ellerimi açıp;
“Yâ Rabbî! Bu zamanın kutbu hangi velîyse, onu bize yardıma gönder” diye yalvardım.
O anda biri geldi yanıma.
Nur yüzlü bir zâttı.
Beyaz bir atı vardı.
Onun gelmesiyle hücûma geçti erler!
Allah'ın izniyle bizim oldu zafer...
● ● ●
Bir genç de bu zâta;
“Hiç huzurum yok efendim, ne yapayım?” diye dert yandı.
Bu büyük velî;
“İslâmiyeti iyi öğren ve tatbîk et, zîrâ Resûlullaha uymak niyetiyle uyumak bile ibâdettir. Nitekim kaylûle etmek, Peygamberimiz’in, âdet-i şerîfesi idi. Öğleden önce az uyumak, kaylûledir” buyurdu...
."Herkesi öyle zannederdim!.."
12-07-2017 02:00
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatıyor:
Çocukken mektebe gidiyor, ama Allahü teâlâyı bir an unutmuyordum.
Ben böyle olunca, herkesi de öyle zannederdim.
Bir gün hava çok soğuktu...
Mektebe gidiyordum...
Ayağım çamura battı.
Çamurdan kurtulmaya uğraşırken pabucum ayağımdan çıktı.
Onu kurtarmaya çalışırken,
Allah'tan biraz gâfil oldum.
Zîra o ara pabuçlarımı düşünmüştüm.
Karşıda bir “köylü” vardı.
O da çift sürüyordu.
Ona imrenip;
“Ne mutlu şu köylüye. Kalbi, Allah'tan gâfil değil, ben ise çamur yüzünden Rabbimden gâfil oldum” diye düşündüm...
Ve çok üzüldüm!
Hattâ hüngür hüngür ağladım!
Çok gözyaşı döktüm!
Zîra herkesin, Allah’tan bir an bile gâfil olmadığını biliyor ve öyle inanıyordum.
Sonra anladım hakîkati.
Meğer böyle değilmiş.
Bâzı seçilmiş kullara nasip olurmuş bu nimet...
● ● ●
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün bâzı gençler;
“Bir mümin için en mühim iş nedir?" diye sordular.
Büyük zât da;
“Bir müminin en mühim tek işi, îmânını korumak ve küfre düşmemektir. Bu da dînin emirlerine ehemmiyet vermek ve bu emirlere saygılı, hürmetli olmaktır” buyurdu.
."Ölü kalpleri dirilteceksin!"
13-07-2017 02:00
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatıyor:
Çocukken rüyâ gördüm bir gece...
İsâ aleyhisselâm yanımda oturuyordu.
Başımı okşayarak;
“Evlâdım! Senin yetişmen için ben yardım edeceğim” diyordu.
Nihâyet sabah oldu.
Rüyâmı anlattım âlimlere.
Onlar tâbir ederek;
“İsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir peygamberdir. Mâdemki seni İsâ Peygamber yetiştirecek, öyleyse bu hasletten sana da verilecek demektir” dediler.
Ve daha îzah edip;
“Yâni O, ölü bedenleri diriltti, sen de inşallah ölü kalpleri dirilteceksin” dediler...
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Ölüm acısı ne kadardır efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Yetmiş kılıç darbesinden fazladır” buyurdu.
Ardından;
“Kabir azâbı yanında ölüm acısı hiçtir. Mahşer azâbının yanında kabir azâbı, Cehennem azâbının yanında da mahşer azâbı hiç kalır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de dostları;
“İyi bir kul nasıl olur efendim?” diye sordular.
Cevâben;
“İyi bir kul, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ehemmiyet verir, eğer günâh işlerse hemence tövbe eder” buyurdu.
.Kendi de bilmiyordu!..
15-07-2017 02:00
Yûsüf-i Hemedânî hazretleri evinde oturur, dışarı çıkmazdı.
Fakat bir gün çıkmak istedi.
Böyle bir “istek” doğdu içinde.
Bu arzusu o kadar çoğaldı ki merkebine binip, sürmeye başladı.
Nereye ve niçin gidiyordu?
Kendi de bilmiyordu...
Gayriihtiyârî çekiliyordu.
Serbest bıraktı hayvanın yularını.
O nereye giderse oraya gidecekti.
Hayvancağız, şehirden çıkıp girdi bir uzun vâdiye.
O, yine diyordu ki:
“Bir hikmeti vardır.”
Bir mescidin önüne geldiler.
Hayvan durdu birden.
O da indi merkebinden.
Ve mescide girdi...
Bir de ne görsün?!
Bir talebesi içeride oturuyor.
Bu zâtın geldiğini gördü.
Ve hürmetle karşılayıp;
“Çok şükür geldiniz, teşrîfiniz ne iyi oldu hocam” dedi.
Hocası sordu:
“Neden iyi oldu evlâdım?”
“Bir derdim vardı efendim, size sormak için teşrîfinizi dört gözle bekliyordum. Az önce ‘yâ Rabbî! Çok acele hocamı bana gönder’ diye yalvardım. Duâm bitti siz geldiniz!”
“Peki ne soracaktın?”
O, suâlini sordu.
Cevâbını aldı ve
“Efendim, siz olmasanız biz ne yaparız? Siz yol göstermezseniz, biz bir adım atamayız” dedi.
Büyük velî;
“Senin de sadâkatin tammış ki muhabbet bağıyla bizi çekip getirttin. Ama bir dahaki sefere sen bize gel, bizi yorma!” buyurdu.
.Mü’mine edep yakışır
16-07-2017 02:00
Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin ismini, şu üç ilim talebesi işitip kendisini görmeye gittiler.
Ebû Saîd
İbnüssâkka
Abdülkâdir-i Geylânî.
İbnüssâkka; “Ona öyle şeyler soracağım ki, bunlara cevap veremiyecek” dedi.
Ebû Saîd;
“Ben de ona zor suâller soracağım. Bakayım bunlara cevap verebilecek mi?” dedi.
Abdülkâdir-i Geylânî ise;
“O zât büyük bir âlimdir. Ona suâl sormak benim ne haddime. Huzûruna girmeyi nîmet, cemâlini görmeyi şeref bilirim” dedi.
Ve huzûruna vardılar.
Bu zât, İbnüssâkka'ya;
“Sende hiç hayâ yok mudur ki bana suâller sormak ister ve cevâbını veremem zannedersin” buyurdu.
Ve sormayı düşündüğü suâlleri tek tek cevapladı.
Sonra da ona;
“Senden ‘küfür kokusu’ geliyor” buyurdu.
Ebû Saîd'e;
“Sen de beni imtihana yeltendin öyle mi?” buyurdu.
Onun da suâllerini söyledi.
Cevâbını uzun uzun verdi.
Sıra Abdülkâdir’e gelmişti.
Yüzünü ona dönüp;
“Sen, gösterdiğin bu güzel edeple, Allah ve Resûlünün rızâsını kazandın” buyurdu.
Onu sevmişti.
Ve kendisine; “Ben şu anda, senin bir kürsüde, büyük bir cemaate nasîhat ettiğini görüyor ve ‘Benim şu iki ayağım, bu zamandaki Evliyâların omuzları üstündedir’ dediğini işitiyorum” buyurdu.
Buyurduğu şeyler, ayniyle vâki oldu.
.Hastalık da şifa da ondan
17-07-2017 02:00
İsfehan’da yetişen Zâhid-i İsfehânî hazretlerinin kabr-i şerîfi Basra’dadır.
O zamanlar bir “tâun illeti” kasıp kavuruyordu ortalığı.
Yakalanan, kurtulamıyordu.
Nice taze fidanlar düşüyordu toprağa.
İşte o günlerde bir kişi geldi.
Dert yandı bu büyük velî’ye;
“Hocam! Tâundan üç oğlum öldü, şimdi de dördüncü oğlum yakalandı. Duâ edin de şifâya kavuşsun” diye arzetti.
Büyük velî;
“Hastalığı veren de Allahü teâlâdır, şifâyı verecek olan da” buyurdu.
O kimse sordu:
“Ya sizler hocam?”
“Biz âciz bir kuluz.”
Adamın, gitmeye,
hiç de niyeti yoktu...
“Efendim, duânızı almadan şurdan şuraya gitmem” dedi.
Mecbur kaldı mübârek.
İki rekât namaz kıldı.
Sonra da açtı ellerini;
“Yâ Rabbî! Şifâ ver bunun oğluna” diye yalvardı.
Bir duâ bu kadar mı serî kabul olur. Oğlu, kapıda karşıladı kendisini.
Sapasağlamdı.
Adam sevindi.
Ve oğluna sarılıp; “Ne oldu, anlatsana” dedi merakla.
“Neyi anlatayım babacığım?”
“Nasıl iyileştin?”
Çocukcağız;
“Bilmiyorum. Az önce kımıldamadan yatıyordum. Birden iyileştiğimi hissettim ve fırladım ayağa, ben de bilmiyorum ne olduğunu” dedi.
Adam dedi:
“Ben biliyorum oğlum.”
“Ne oldu baba?”
“Zâhid-i İsfehânî hazretleri duâ etti sana.”
.Biz mürşit arıyoruz
18-07-2017 02:00
Zengî Atâ hazretlerinin kabr-i şerîfi, Semerkant’ın “Zengî Atâ” köyündedir. O devirde dört arkadaş, ilim tahsîli için Buhâra'ya geldiler. Zâhirî ilimleri bitirince bir “mürşid-i kâmil” bulmak için düştüler yollara.
Biri, “Seyyid Atâ" idi.
Semerkant'tan geçerken bir “ihtiyar” görüp, ona; “Biz, bir mürşit arıyoruz” dediler.
Meğer o ihtiyar, “Zengî Atâ" nâmında bir evliyâ zât imiş.
Onlara buyurdu ki:
“Aradığınız benim.”
Gençler “peki” dediler.
Onların üçü inanırken “Seyyid Atâ" îtibar etmedi bu zâta.
Kalbinden dedi ki:
"Ben seyyidim, ilmim de var. Bu ihtiyar mı beni irşat edecek?"
Böyle dedi ve öylesine yapıyordu vazîfelerini.
Öbürleriyse severek, inanarak yapıyor ve her gün ilerliyorlardı.
O ise ilerleyemiyordu.
Hatâsını anlayınca, koştu bu zâtın annesine.
"Anber Ana’ya”
Hâlini anlatıp, sordu ki:
“Ne olacak benim hâlim?”
Anber Ana;
“Bu gece bir keçeye sarılıp dergâhın eşiğine yat!” dedi.
O da girdi bir keçe içine.
Uzandı kapının eşiğine.
Zengî Atâ, abdest için dışarı çıkarken Seyyid Atâ, sarılıp öptü ayağını.
Büyük velî sordu:
“Kimsin sen?”
O arz etti ki: “Seyyid Atâ'yım, himmetinize muhtâcım.”
Tutup kaldırdı onu yerden.
Acıyarak baktı bir kere.
Ve çıkardı onu tasavvufta zirvelere...
."Bu, bana ilâhî bir ikazdır!"
19-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin kabr-i şerîfi de Mısır’dadır.
Bir gün çıktı evinden.
Bir su kenarına geldi.
Orada abdest alıyordu ki az ötede bir “kadın” ilişti gözüne.
Bir kerecik ona baktı.
Sonra kapattı gözünü.
Ama merak etmişti.
Kendi kendine;
"Kim bu kadın, bu tenhâ ve ıssız yerde ne arıyor?" dedi.
Böyle düşündü...
Kadın da onu gördü.
Ve kendisine;
“Ey Zünnûn! Benim sana hüsn-ü zannım vardı. Senin, takvâ ehli bir kişi olduğunu bilirdim. Meğer yanılmışım” dedi.
O, bunları işitti.
Çok garibine gitti.
Kendi kendine;
Bu hâdisenin, muhakkak bir hikmeti vardır" diyordu.
Böyle düşünüyordu...
Kadın bu defâ da;
“Ne zannettin, tabii ki hikmeti var. Zîra takvâ sâhibi olsaydın bir yabancı kadına bakmazdın. Ve eğer velîlikten nasîbin olsaydı, Rabbinden gayri biriyle ilgilenmezdin. Evet, isteyerek bakmadın. Ama bilmiş ol ki, velîler bunu da yapmazlar” dedi.
Sonra kayboldu...
O, yine şaşırdı?!
Çok garibine gitti.
Yine içinden;
"Bu, benim için ilâhî bir ikaz. O, bir insan değil, melekti muhakkak. Rabbim, öğüt vermeye gönderdi onu bana" dedi...
.Her şeyin kıymetini ehli anlar
20-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin tanıdığı bir “genç” vardı ki bilmiyordu bu zâtın kıymetini.
Büyüklüğünü inkâr ediyordu.
Hattâ kendisini kötülüyordu.
Bir gün çağırdı bu genci.
Kıymetli bir yüzük verip;
“Bunu, şu çarşı esnafına bir bir göster. Kim ne kadar para veriyor, öğren” buyurdu.
Delikanlı;
“Peki” dedi.
Ve bütün çarşıyı dolaştı.
Fakat ilgilenen olmadı.
Geri gelip; “Hiç ilgilenen olmadı” diye rapor verdi.
Büyük velî;
“Peki, şimdi de sarraflar çarşısına götür. Bak bakalım, kuyumcular ne veriyorlar?” dedi.
Yine “peki” dedi.
Ve o yüzüğü tek tek gösterdi sarraflara. Ancak aldığı cevaplarla şaşkına döndü genç! Zîra çok büyük paralar veriyorlardı.
Hayret içinde kaldı!
Ve geri dönüp;
“Bütün mücevhercilere gösterdim. Hepsi de ‘bin altın'ın üzerinde değer biçtiler” dedi.
Mübârek sevindi.
Ve o gence;
“Demek ki her şeyin kıymetini ehli anlarmış. İşte tasavvuf bilgisi de çok kıymetlidir, ama ehli anlar. Gülün kıymetini bülbülün bildiği gibi” buyurdu.
Delikanlı utandı.
Anladı hatâsını...
“Efendim, yanlış hareketlerimden dolayı özür diliyorum. Lütfen affedin, câhilliğime bağışlayın” dedi.
Ve “talebesi” olmakla şereflendi...
.Oğlumu timsah kaptı!.."
21-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, bir gün yaşlı bir kadın, telâşla gelip;
“Efendim, ne olur, oğlumu kurtarın!” diye yalvardı.
Mübârek sordu:
“Ne oldu oğluna?”
“Nehirde timsah kaptı, çabuk olun, kurtarın oğlumu.”
Zünnûn hazretleri;
“Peki bacım” dedi.
Geldi Nil kenarına.
Ve ellerini açıp;
“Yâ İlâhî!.. Bu kadının oğlunu, o timsahın elinden kurtar” diye duâ etti, yalvardı.
Kadın “âmin” dedi.
O anda timsah görünmüyordu.
Bu duâ üzerine çıktı su üzerine.
Sonra kıyıya yaklaştı.
Çocuğu bırakıp gitti.
Sağ sâlim olarak.
Kadın çok şaşırıp;
“Hayret, ben aslında inanmıyordum sizin velî olduğunuza. Denemek niyetiyle gelmiş, duânıza da ümitsizce âmin demiştim. Ama şimdi inandım ki gerçek velîymişsiniz. Lütfen affedin beni. Ve duânızdan eksik etmeyin!” dedi.
Ve oğlunu alıp sevinçle evine gitti.
● ● ●
Bir gün bu zâta;
“Örnek insan nasıl olur efendim?” diye sordular.
Büyük velî;
“Örnek insan odur ki, din için, insanlara hizmet için, kendini fedâ etmiştir. Yâni kullara faydalı olmak için, kendi kâr ve zararını düşünemez. Bir hadîs-i şerîfte, meâlen ‘bir kimseye deli denilmedikçe, o kulun îmânı kâmil olmaz’ buyuruldu” diye cevap verdi.
.“Altın” sunan balıklar
22-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri, gemiyle yolculuğa çıktı bir gün. Ancak cüzdanını bir yankesiciye kaptırdı.
Bütün parası ondaydı.
Ücretini ödeyemeyince, gemici kızdı ve zulmetmeye başladı.
Büyük velî kalbinden;
"Yâ Rabbî! Suçum olmadığını ancak sen biliyorsun, beni, bu zâlimlerden kurtar" diye yalvardı.
O anda garip bir şey oldu...
Suyun yüzü, yüzlerce balıkla doldu.
Her birinin ağzında birer “altın” vardı ve bu zâta vermek için yarışırlardı.
Mübârek eğildi.
Birinin ağzından bir “altın” aldı.
Ve gemiciye verdi. Bunu gören gemici ve bütün yolcular, şaşkına döndüler!
Büyüklüğünü bildiler.
Ve çok özür dilediler.
Bu hâdise üzerine “Zünnûn” lâkabı verildi bu büyük velîye.
Zünnûn, balık sâhibi demektir.
● ● ●
Bu büyük zât, bir gün sevdikleriyle sohbet ediyordu ki, şunu anlattı onlara:
Bir gün Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” Efendimiz, Eshâb-ı kirâma buyurdular ki:
“Öyle kullar vardır ki, günâhı sebebiyle, Cenneti kazanır.”
Eshâb sordu:
“Bu nasıl olur yâ Resûlallah?”
Efendimiz;
“Günâhına öyle çok pişmân olur ki, o günâhı silinip, onun yerine ‘sevap’ yazılır. Hattâ şeytan bile hayret edip, kendi kendine; ‘keşke o kimseyi bu günâha sokmasaydım’ der” buyurdu.
.Kapaktaki yazıya hürmet!..
23-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri henüz doğru yolu bulmamıştı ki, bir gece fakirlerle sabahlamıştı bir yerde.
Sabahleyin uyandı.
O gün bir “küp” gördü.
Toprağa gömülüydü.
Eşeleyip çıkardı ki içi “altın” dolu.
Ve “Allah” yazısı vardı kapağının iç yüzünde.
Bu yazıyı görünce çok sevindi...
Öyle ki; “altını” görünce bu kadar sevinmemişti.
Altınları dağıttı fakirlere. Kendisine sâdece o kapağı ayırıp, onu almakla “kârlı” buldu kendisini. Zîra ona göre; altından kat kat daha kıymetliydi o kapak.
Çünkü onun içinde,
“Allah” yazısı vardı.
O yazıyı öpüp koydu başına.
O gece nûrlu bir “zât” girdi rüyâsına.
Ve sevgiyle bakıp;
“Seni tebrik ederim. Sen, Allah ismini böyle azîz tuttuğun gibi Allahü teâlâ da seni azîz tutup yüceltsin” buyurdu.
Uyanınca gördü ki;
Kalbi 'nur’la dolmuş.
Kalp gözü açılmış.
Yaratılıştan müsâitti zâten. Kısa zamanda “büyük evliyâ” oldu.
● ● ●
Bu zât bir gün sevdiklerine;
“Rastgele kimselerden ve rastgele kitaplardan islâmiyet öğrenilmez” buyurdu.
Sordular ki:
“Nereden öğrenilir efendim?”
Büyük zat;
“İslâmiyet, sâdece Ehl-i sünnet olan âlimlerden veyâ o âlimlerin yazdığı fıkıh kitaplarından öğrenilir” buyurdu.
.İsm-i âzam duâsı
24-07-2017 02:00
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamanında bir kimse vardı ki bunun işi, her yeri gezip tanışmaktı insanlarla. Zünnûn-i Mısrî ismini duydu bir gün.
İnsanlar, o zât için;
“Bu büyük zât, Mısır’da yaşayan ve İsm-i âzamı bilen bir evliyâdır” dediler kendisine.
Mısır’a gidip buldu evini.
Huzûruna girdi ve;
“Bana İsm-i âzamı öğretir misiniz” diye ricâ etti.
Hazret-i Zünnûn, ona bir paket verip “Şu emâneti, filân zâta götürürsen öğretirim” buyurdu.
Adam, “peki” dedi.
Ve aldı o paketi.
Ama merak etmişti.
İçinde ne vardı acaba?
Gittikçe fazlalaştı merakı.
Sonra dayanamayıp açtı.
Açar açmaz bir “fare” fırlayıp kaçtı içinden...
Oradan geri dönüp söyledi bu olanı.
Hazret-i Zünnûn;
“Biz seni denedik. Ve anladık ki sana bir fare bile emânet edilmez. Bir fareye ihânet eden kimseye, İsm-i âzam duâsı emânet edilir mi” buyurdu.
● ● ●
Bu zâta bir delikanlı gelip;
“Efendim Cehennemden kurtulmam için bana neleri tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Îmânını, Ehl-i sünnete göre düzelt ve İslâmiyete sarıl. Zîra îmânı, Ehl-i sünnet üzere olup, İslâma uyan bir mümin, âhirette hiç Cehenneme girmeyecek” buyurdu.
."Emeğine yazık değil mi?"
25-07-2017 02:00
Büyük velî Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamanında Mısır'da “zengin” bir adam, kendisine çok güzel bir “kâşâne” yaptırmıştı.
Ne güzel oldu diye, bu evin etrâfında geziyordu ki, Zünnûn-i Mısrî hazretleri gördü onu.
Yanına geldi.
Ve “Ey kişi! Bir dünya evine bunca emek değer mi? Üç gün sonra göçersin bu evden. Sen, kendine cennette ev yap ki, o ev çıkmaz elinden” buyurdu.
Ve ekledi:
“Malın çoksa fakirlere dağıt, hayırlı yerlere sarf et. Zekâtını da ver. Böyle yaparsan âhirette karşılığını görürsün.”
Adam duygulandı.
Bu söz, kalbine tesir etti.
Ve bu büyük velîye;
“Dediğinizi yaparsam cennette bana ev verirler mi?” dedi.
Zünnûn-i Mısrî;
“Elbette, hem de önünden sular akan köşk verirler” buyurdu.
O anda bir şey oldu.
Dünya sevgisi çıktı kalbinden.
Ne malı varsa fakirlere dağıttı. Ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin “talebesi” oldu artık.
Hâlisen tövbe edip ibâdete başladı.
Kısa bir müddet sonra da vefat etti...
Defnettiler kabrine.
O gece, yakınları, onu rüyâda görüp;
“Hâlin nasıldır?” diye sordular. Adam cevâbında;
“Zünnûn-i Mısrî hazretleri bana ne dediyse hepsi olduğu gibi çıktı, beni cennete ilettiler. Önünden sular akan köşkler ihsân ettiler” dedi.
.Eğer şunu yaparsan…"
26-07-2017 02:00
Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamanında o yerin, “sirbaç” diye bir mahallî yemeği vardı ki çok sevilen bir yemekti o yörede.
Onu ne zaman yemek istese, kendi kendine "Ey nefsim! Eğer şunu yaparsan onu sana yediririm" der ve o işi yaptırırdı nefsine.
Yine bir gün geldi.
Nefsi istedi bu yemeği.
O zaman da; “Ey nefsim! Kur’ân-ı kerîmi bir defâ hatmedersen, onu sana yediririm” dedi.
Ve başladı okumaya.
Hatmi bitirip yedi o yemeği.
● ● ●
Zünnûn-i Mısrî hazretleri vefat edince; on binlerce mümin toplandı o mevkîde.
Aşırı sıcak bir gündü.
Namazı kılınıp da cenâze omuzlara alınınca, büyük grup hâlinde “kuşlar” belirdi havada.
Uçarak geldiler.
Yol boyunca kanatlarını açıp ve yan yana uçarak gölgelik ettiler insanlara.
Ertesi gün oldu...
Sevenleri, kabrini ziyârete geldiler.
Kabir üzerinde 'nur’dan bir yazı gördüler. İnsanoğlunun yazısına benzemiyordu. Her okuyan, şaşırıyordu hayretten!
Zîra şöyle yazıyordu:
"Zünnûn, Allah'ın evliyâsı ve dostudur. O, Rabbinin sevgisiyle canını fedâ etmiştir.”
O vefat edince; bâzı büyük âlimler Resûlullahı rüyâda gördüler.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimiz eshaptan birkaç kişiyle otururken;
“Siz, Hak âşığı Zünnûn’u tanıyor musunuz? O, şimdi bize geliyor. Kalkın, onu karşılayalım” buyurmuştu onlara.
.Sâlih bir Müslüman nasıl olur?"
27-07-2017 02:00
Büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin kabr-i şerîfi Mısır’dadır.
Bir gün bu zâtın huzûruna genç bir Müslüman geldi.
Ve kendisine;
“Sâlih bir Müslüman nasıl olur efendim?” diye sordu.
Büyük velî;
“Sâlih mümin odur ki; bir günah işlerim diye korkar ve korkudan kalbi titrer!” buyurdu.
Ve îzah etti:
“O, başının üzerinde bir kılıç hisseder. Öyle ki; o kılıç bir kılla asılmıştır. Üstelik de kılıç çok keskin, kıl da çok incedir. Biraz gaflet edersem, başıma düşebilir” der.
Ve öyle inanır.
Çok da korkar.
Sözüne devamla;
“Sâlih mümin odur ki; her bir adımında ince ince düşünür. Yâni yapacağı iş İslâmiyet’e aykırı olmasın diye kılı kırk yarar. Eğer dînimize uygunsa onu yapar, yoksa vazgeçer” buyurdu.
Sordular yine:
“Tövbe ve istiğfâr etmek nasıl olmalı efendim?”
Cevâbında;
“Günah işleyen kimse hemen pişmân olmalı ve affı için ağlayıp sızlamalı, gözyaşı döküp Allaha yalvarmalı” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hakîkî bir Müslüman bir günah işleyince ‘bu günâhımı Allah gördü’ diye düşünür ve öyle pişmân olur ki ‘bir daha yapmayacağım’ diye söz verir Rabbine. Ve yapmaz artık o günâhı.”
.Bunu evlâtlığa kabul ettik”
29-07-2017 02:00
Buhâra’da Kasr-ı ârifân diye bir köy vardı ki Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bu köyde doğmuş olup, kabr-i şerîfi de bu köydedir.
Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri bu köyden geçseydi;
“Bana, burada güzel bir koku geliyor. Bu köyden çok büyük bir evliyâ zât çıkar ve bütün cihana feyiz saçar” derdi.
Bir müddet geçti.
O zât dünyaya geldi.
Dedesi onu kucağına alıp Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine götürdü.
O, çok sevinip;
“Biz bunu evlâtlığa kabul ettik” buyurdu.
● ● ●
Behâeddîn Buhârî, evlenme çağına gelince Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin dergâhına geldi. Huzûruna çıkmadan önce, mescide girdi...
İki rekât namaz kılıp “İlâhî, belâlara sabredebilmem için, bana güç kuvvet ver” diye duâ etti...
Sonra girdi huzûruna.
Bu zât onu görünce;
“Öyle duâ etme. Allah’tan belâ değil, âfiyet istenir” buyurdu.
Yemek yediler.
Ayrılacağı zaman ona bir “ekmek” verip “bunu al, yolda lâzım olur” buyurdu.
Behâeddîn kalbinden;
“Yemeği yemiştik, bu ekmek niye lâzım olsun ki?” dedi.
Yolda, misâfir oldu bir “fakirin” evine.
Öyle ki; bir dilim ekmeğe muhtaçtı zavallı. Ekmeği ona verip anladı bu işin hikmetini.
Üstadına sevgisi kat kat oldu böylece.
.Cennete ne ile girilir?”
30-07-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin annesi şöyle anlatıyor:
Oğlum Behâeddîn dört yaşındaydı ki kerâmetleri görülürdü zaman zaman.
Bir ineğimiz vardı.
Yavru yapacaktı.
Doğurmasına bir ay vardı ki oğlum Behâeddîn, bana;
“Anneciğim! Bu inek beyaz başlı bir yavru doğuracak" dedi.
Aradan üç ay geçti...
O inek doğurdu.
Buzağı, beyaz başlıydı gerçekten.
● ● ●
Bir gün bâzı gençler bu zâta gelip; “Efendim, cennete ne ile girilir?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Allah’ın rahmetiyle.”
Sordular:
“Sevaplarımızla değil mi hocam?”
“Hayır, cennete girmek, ancak Allahü teâlânın rahmetiyle olur.”
“Herkes için de böyle midir?”
“Evet” dedi.
Ve şunu anlattı:
Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâma;
“Hiçbir kul, kendi ameliyle cennete girmez. Ancak Allahü teâlânın rahmetiyle girebilir” buyurdu.
Eshâb-ı kirâm;
“Sen de mi yâ Resûlallah?” diye sordular.
Efendimiz;
“Evet, ben de” buyurdular.
."Nefsin sana düşmandır!"
31-07-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatıyor:
Gençliğimde mübârek bir zâtla yakınlığım olmuştu...
Kendisine dedim ki:
“Bana nasîhat edin.”
Cevâben “Nefsin sana düşmandır. Dikkat et, günahlar karşısında seni mağlup etmesin. Bu yolda asıl maksat; nefsi temizlemektir” dedi.
Hoşuma gitti. Ve kendisine;
“Efendim, teveccüh buyurun da bu işi yapmam kolay olsun” dedim.
“Öyleyse insanlardan ümit kesip Allah’a güven” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Tenhâ bir dağa gittim.
Orada gece gündüz ibâdet yapmaya başladım. Bir müddet sonra tekrar o zâtın yanına gittim.
Mübârek zât, bana;
“Şimdi, aç fakir ve muhtaçları kolla. Hasta, garip ve yaşlılara yardımcı ol. Yetim ve öksüzlerin derdine derman ol. Kâfir de olsa incitme kimseyi. Zîra onlar da Allah’ın kullarıdır” dedi.
“Peki efendim” dedim.
Tuttum bu nasîhati de.
Sonra huzuruna vardım.
“Şimdi de hayvanlara karşı şefkatli ol. Onlar da Allah’ın mahlûkudur” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Tuttum bu nasîhatı da.
Bütün bunlar; nefsimin ıslâhı içindi.
Bir müddet sonra yine onun yanına vardığımda;
“Şimdi de, yollarda, yolcuları rahatsız edecek bir şey görürsen eğilip al, yolları temizle” buyurdu.
Bu nasîhatini de tuttum.
Nefsimin şerrinden böylece kurtuldum.”
.Ölümden bahsediyorlarsa
01-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri şöyle anlatıyor:
Tasavvufa girdiğim ilk günlerde sohbet eden iki mü’min görseydim, dinlerdim onları.
Âhiretten, ölümden bahsediyorlarsa ferahlardım.
Dünyalık konuşurlarsa beğenmez, terkederdim o yeri.
Bir gün kumarhâneye düştü yolum.
İki kişi, kendilerinden geçmiş hâlde kumar oynuyorlardı...
Onları tâkip ettim.
Birisi hep kaybediyordu.
Yine de vazgeçmiyordu.
Bütün parasını kaybetti.
Sonra diğer dünyalıklarını koydu ortaya. Onları da kaybetti.
Dünyalık bir şeyi kalmadı.
Yine de devam ediyordu.
Onun hâli, bana ibret oldu.
Kendi kendime;
“Demek ki insan; haram şey olsa bile hırsla devam edebiliyor. Öyle ise ben de hak yolda böyle gayret edeyim” dedim.
Nefsimi ezmek için
daha çok çalıştım.
Zîra nefse muhalefetle bu yolda ilerleneceğini biliyordum. Bu yolda ne edindimse nefsimle mücâdeleyle edindim.
Ve iyi anladım ki:
nefsi ayaklar altına almadıkça bu yolda ilerlenmez.
Ve iyi anladım ki:
Bu nefsi en ziyâde tahrip eden şey, İslâma sarılmaktır.
Haramı yapmayıp farzı yapmak, nefsi çok tahrip eder.
Ve her işinde sünnete uymak, bir yıllık riyâzetten iyidir.
Velhâsıl şu kâinatta ne varsa hepsinden bir fayda gördüm. Ama nefsimden aslâ.
.Bir sadâkat örneği
02-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatıyor:
Bir kış günü “aşk-ı İlâhî” kapladı beni.
Kendimden geçmiş hâlde dağlara çıktım.
Yalın ayak baş açık dolaştım. Ayaklarım yarılıp parçalandı ve delinip, kanlar aktı dikenlerin yerlerinden!
Bu hâldeyken;
“Gideyim, hocam Emîr Külâl'in dizi dibinde oturup sohbetini dinleyeyim” diye düşündüm...
Ve koşup katıldım
o feyizli sohbetine.
Hocam beni görünce;
“Kimdir bu? Niçin bana sormadan içeri aldınız? Çıkarın onu buradan” diye emretti.
Talebeler beni tutup dışarı attılar.
Bu hakâret, çok zor geldi nefsime.
Fakat kalbimden;
“Ey nefsim! Bu davranış gücüne gitti, ama sen daha ağırına lâyıksın. Sen şimdi kızıp burayı terk etmek istiyorsun. Ama gitmeyeceğim. Çünkü bu büyüklerin her işinde hikmet vardır’ dedim.
Başımı eşiğe koyup yattım.
Fecir sökene kadar bekledim.
Üstüme lâpa lâpa “kar” yağdı.
O karların altında kayboldum...
Sabahleyin hocam kapıyı açıp da dışarı çıkacaktı ki eşikte birikmiş “kar yığınını” gördü ve başımın üstüne bastı bir ayağını.
Hemen geri çekip;
“Kimdir bu kar altında yatan?” buyurdu.
Ve kaldırdı beni eşikten. Merhametle bir “nazar” edip, tasavvufun en yüksek derecesine çıkardı beni.
.Bir şefkatli nazarı
03-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini çok seven bir talebesi şöyle anlatıyor:
“Ben hocamı tanımadan önce dînimi bilmiyor, bu sebeple günahlar içinde yüzüyordum.
Hocamın ismini duydum...
Bir tanıdığım, bana;
‘Behâeddîn-i Buhârî isminde bir velî zât var ki, sohbeti çok faydalı ve tatlı’ dedi.
Ben bu ismi işittim.
Ve görmek istedim.
Zîra âşık olmuştum.
Gayriihtiyârî onun dergâhına doğru çekiliyordum.
Nihâyet dergâha gittim.
Ve huzûrunda oturdum.
Sohbetini dinledim.
Bana, “merhamet nazarıyla” bir kere nazar etti.
O bakışla, kalbimde ne kadar kötü huy varsa, hepsi çıkıp gitti benden. Kalbimi tertemiz bıraktı.”
● ● ●
Behâddîn-i Buhârî hazretlerine bir gün bir genç geldi.
Ve kendisine;
“Efendim duâlarım kabul olmuyor.
Bunun için, ne yapmalıyım acabâ?”
diye suâl etti.
Büyük zât sordu:
“Namazlarını kılıyor musun?”
Delikanlı;
“Beş vakit muntazam kılamıyorum efendim” dedi.
Büyük velî;
“Duâlarının kabul olmasını istiyorsan, beş vakit namazını, tam ve özenerek kılacaksın. Namazını kılmayan kişinin duâsı ve hiçbir ibâdeti, kabul olmaz” buyurdu.
.Bu zamanda da var mı?"
04-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerini sevenlerden biri anlatıyor:
Bir gün Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir grup insanla bir ırmak kenarında sohbet ediyor, cemaat hayranlıkla onu dinliyordu...
Dinleyenlerden birkaçı, büyüklüğüne inanmıyorlardı bu zâtın.
Onlardan biri;
“Efendim, önceki velîler ne güzel kerâmet gösterirlermiş... Keşke zamanımızda da öyle velîler olsaydı da, o kerâmetleri biz de görseydik” deyiverdi.
Büyük velî, ona;
“Bu zamanda da öyle velîler var ki şu ırmağa emredip (Geri dön, yukarı ak!) dese, su, bu emri dinler ve dönüp tersine akar” dedi.
O böyle buyurdu.
Su hemen geri döndü.
Başladı yukarı akmaya.
Evet, su tersine akıyordu.
Bunu görüp şaşkına döndü cemaat!
Büyük velî, o suya;
“Ey ırmak, sözümüz misâl vermek içindir, yoksa murat değildir!” diye seslendi.
O zaman ırmağın yönü değişti.
Aşağı doğru akmaya başladı.
Büyük zât, cemaate;
“Bu hâller hiç mühim değil, asıl mühim olan şey; Peygamber Efendimizin yoluna sarılmak ve bu yoldan kıl kadar ayrılmamaktır” buyurdu.
Ve ilâveten;
“Tasavvuftan maksat, şu iki şeye kavuşmaktır. Birincisi; îmân, görmüş gibi kuvvetlenir, öbürü, emirleri yapmak zevkli, haramlar çirkin gelir. Günah işleyenlerde kerâmet olmaz” buyurdu.
.“Kırk altının var ya!.."
05-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri zamanında bir Müslüman, bu büyük velînin ismini işitti.
Merak edip görmek istedi. Ve bir gün huzûruna gidip;
“Efendim, sizi duydum, ama ziyârete gelmekte biraz geciktim; kusûruma bakmayın” dedi.
Mübârek zât da;
“Ama biz, öyle kolay kolay özür kabul etmeyiz. Bize ‘altın’ vermen lâzım” buyurdu.
Şaka yapmıştı.
Adam şaşırdı!
Anlamadı şaka olduğunu.
Dedi ki:
“Benim altınım yok ki.”
Büyük velî;
“Evinde sakladığın ‘kırk altın’ var ya, o altınları getirirsen özrünü kabul ederiz” buyurdu.
Adam ister istemez;
“Peki efendim” dedi.
Ve döndü memleketine.
Gerçekten de ziraat yapmak için evinde sakladığı "kırk altını” vardı adamın.
Onları alıp acele geldi.
Ve takdim etti altınları.
Büyük velî, o kırk altından sâdece "bir tâne" aldı.
Gerisini iâde edip;
“Bunlarla ziraat yaparsın” buyurdu.
Sonra o bir altını, o kişiye gösterip;
“Bu altın, sana haramdan gelmiş. Haramda bereket olmaz” buyurdu.
Ertesi gün oldu...
Ona sordular ki;
“Sahi sen o altını nereden almıştın?”
“Kumardan kazanmıştım” dedi.
.Şu aynada kendine bak!.."
06-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin, Emîr Hüseyin adında bir talebesi vardı.
O, şöyle anlatıyor:
Ben Kasr-ı ârifan’da
“çiftçilik” yapıyordum.
Fakat Müslümanlıkla, pek ilgim alâkam yoktu...
Tam bir cehâlet içinde geçiriyordum ömrümü.
Hayatı, yiyip içip yatmaktan ibâret zannediyordum.
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; bizim mahallemizde ikâmet ederdi.
Sık sık karşılaşıyorduk.
Bana bakıp, tebessüm ediyordu her seferinde.
Bir gece rüyâmda gördüm kendisini.
Bana bir ayna verip;
“Al şu aynayı da kendine bir bak!’ buyurdu.
Alıp baktım...
Çok ‘çirkin’ gördüm sûretimi.
Öyle ki iğrendim kendimden.
O anda uykudan uyandım.
Ertesi gün yine karşılaştık.
Yanıma yaklaşıp;
“Rüyâda, sana o aynayı kim verdi?” diye sordu.
Cevâben;
“Siz verdiniz” dedim.
“Peki, kendini neden çirkin gördün?”
“Bilmiyorum efendim, neden olabilir” dedim.
Buyurdu ki:
“Namaz kılmadığın için öyle çirkin gördün kendini. Eğer namazlarını güzel kılsaydın çok güzel görürdün kendini aynada.”
O gün namaza başladım.
Ve bırakmadım bir daha...
.Hocasına itiraz edince!..
07-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birkaç talebesiyle bir eve yemeğe gitmişlerdi. Sofra kuruldu. Büyük velî ve talebeleri sofraya oturdular.
Ancak biri oturmadı.
Mübârek zât;
“Sen niçin sofraya gelmiyorsun?” diye sordu ona.
O talebe dedi ki:
“Bugün oruca niyet ettim.”
“Farz orucu mu?”
“Hayır, nâfile.”
“Öyleyse bozabilirsin evlâdım!.. Haydi gel, bizden ayrılma.”
Ancak o talebenin gelmeye niyeti yoktu her nedense.
Mübârek, bir daha;
“Haydi gel” buyurdu.
O yine gitmedi.
Açıkça inat ve itiraz ediyordu hocasına.
O vakit büyük velî, diğerlerine dönüp;
“Bunu terk edin. Bu, Allah’tan uzaktır” buyurdu.
Eyvâh!.. Bir Allah dostunu incitmişti.
Hem de hocasını.
O talebenin bu îtirazı, felâketine sebep oldu.
Nitekim sonraları tamamen bıraktı ibâdeti.
Kalmadı namaz niyaz...
● ● ●
Bu büyük velîye, bâzı gençler; “Zikir ne demektir efendim?” diye suâl ettiler merakla.
Büyük zât;
“Zikir, İslâmiyete tam uymaktır. Yâni İslâmiyete tam uyan bir kimsenin her hareketi, ‘zikir’dir. Eğer böyle değilse, eline tesbîh alıp, binlerce ‘Allah, Allah, Allah’ dese dahî o, zikretmiş sayılmaz” buyurdu.
.İşâretli armutla yapılan imtihan!..
08-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir grup talebesiyle Şeyh Hüsrev adında fakir bir sevdiğinin köyüne gitmişti.
Oturup sohbete başladılar.
Köylülerden biri vardı.
Bu zâtı merak etti...
Zîra onun, kerâmet sâhibi bir büyük velî olduğunu söylemişlerdi kendisine.
"Gerçekten böyle midir?” diyordu.
Bir tabak "armutla” gitti o eve.
Maksadı, imtihan etmekti bu zâtı.
Armutlardan birini işâretledi.
Ve kalbinden;
"Eğer bu armudu bana verirse gerçek velî olduğunu anlarım" dedi.
Armutları verdi ev sâhibine.
Büyük velî, ev sâhibine;
“O armutları büyükçe bir kaba boşalt getir” buyurdu.
Getirince, içinden bir armut alıp, o köylüye verdi.
Ve sordu ona:
“Bunları getirmekten maksadın neydi?”
Köylü;
“Affedin efendim! Evliyâ olduğunuzu işitmiştim. Bu armutlardan birine işâret koyup en dibine sakladım ve ‘Bu armudu bulup bana verirse gerçekten velîdir’ diye düşünmüştüm” dedi.
Ve elindeki armuda bakıp;
“İşâretlediğim armut” dedi.
Çok mahcup olmuştu!
Büyük velî, ona;
“Kardeşim! Allah’ın evliyâ kullarını imtihana kalkışmak uygun değildir. Bir daha böyle yapma! İşâretli armudu bulup vermeseydik bizden hiç istifâden olmayacaktı. Mahrum kalmaman için bulup verdik” buyurdu.
.Nefsini mi azarlıyorsun?"
09-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiklerinden Emîr Hüseyin adında biri anlatıyor:
Hocam beni bir iş için Buhâra'ya göndermişti.
Yolda, kendi kendime;
“Ey nefsim! Sen ne zaman ıslah olacaksın. Senin şerrinden ne zaman kurtulacağım. Meğer sen ne hâin, ne alçakmışsın. Hattâ sen yüz bin şeytandan daha zararlıymışsın” diyerek nefsimi azarlıyordum.
O anda bir “ihtiyar” gördüm.
Nûr yüzlü bir zâttı:
“Selâmün aleyküm evlât.”
“Aleyküm selâm beybaba.”
“Nefsini mi azarlıyorsun?”
“Evet efendim.”
“İyi de, sen, sana düşeni yaptın mı?”
“Neyi meselâ efendim?”
“Dînini öğrendin mi, öğrendiğinle amel ediyor musun? Evet, nefs-i emmâren çok alçak, pek hâindir. Ama yola gelmesi de, senin gayretine bağlı” dedi.
Çok hoşuma gitti.
Nasîhat istedim ondan.
“Hocan ne emrederse cân-ü gönülden yap. Zîra kurtulman, ona tâbi olmaya bağlı. Bunu yaparsan, nefsini temizlersin. İtiraz edersen bir milim yol alamazsın” dedi.
Sonra kayboldu gözden...
Sözlerini kalbime yazdım.
Ve çekidüzen verdim hâlime.
Ama kimdi bu zât?
Çok merak etmiştim...
Velhâsıl seferden dönüp hocamın huzûruna geldim.
Bana bakıp sordu:
“Sana, o güzel nasîhatleri yapan zâtı tanıdın mı?”
“Tanımadım efendim.”
“O, Hazret-i Hızır'dı.”
.Pişmeyen hamur!..
10-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin her hâli sünnet-i seniyyeye tam uygundu.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimiz bir gün Eshâbıyla ekmek pişirmişlerdi tandırda.
Sahâbeden her biri hamurunu alıp eliyle kızgın tandıra yapıştırdı.
Efendimiz aleyhisselâm da mübârek eline hamur alıp yapıştırdı tandırın sıcak gövdesine.
Bir müddet beklediler.
Sonra aldılar tandırdan.
Bütün hamurlar pişmişti.
Ama biri hâriç...
Pişmeyen hamur, Resûlullah’ın hamuruydu.
Olduğu gibi duruyordu...
Peki, niçin pişmemişti?
Çünkü Resûlulluh Efendimizin mübârek eli her neye temas etse, dünyada da, âhirette de, o şeyi ateş yakmaz.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de; Resûlullah’ın sünnetine uymak için, bir gün tandır başına gelmişti bâzı talebesiyle.
Her biri biraz hamur aldılar.
Kızgın tandıra yapıştırdılar.
Bu büyük velî de hamurunu tandıra yapıştırdı.
Az beklediler.
Sonra aldılar tandırdan.
Bütün hamurlar pişmişti.
Sâdece biri hâriç.
Pişmeyen o hamur,
Bu zâtın hamuruydu.
Bunu görünce “Çok şükür, bunda da sünnete uyduk” buyurdu.
.Elmaların zikri...
11-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Buhâra’nın Kasr-ı ârifan köyündedir.
Bir talebesi bir gün ziyâretine geldi bu büyük velînin.
Gelirken biraz “elma” hediye getirmişti. Hocası, elmaları alıp dağıttı herkese.
Tam yiyeceklerdi ki;
“Durun, yemeyin!” buyurdu.
Şaşırdılar.
Sordular ki:
“Niçin efendim?”
“Çünkü şu anda zikrediyorlar.” “Elmalar mı zikrediyor efendim?”
“Evet.”
“Ama biz duymuyoruz hocam.”
“Duymak ister misiniz?”
“Elbette efendim, çok isteriz.”
Mübârek zât duâ etti...
Hepsi işittiler elmaların tesbîhini.
● ● ●
Bu büyük zât, bir gün sevdiği bir dostunu üzüntülü görünce;
“Sen üzgünsün, bir derdin mi var?” diye sordu.
“Evet var” dedi.
“Nedir derdin?”
“Çok günâh işledim efendim. Âhirette hâlim nice olacak?” dedi.
Büyük velî;
“Merak etme!.. Bu gemi, sâlimen sâhile çıkarsa, içinde kim varsa kurtulur. Sen, bindiğin bu gemiden düşmemeye bak” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bâzı gençler;
“Zikir nedir efendim?” diye sordular bu büyük zâta.
O da cevâben;
“Zikir, her bir işi yaparken, bu yaptığım günâh mı, sevap mı, diye düşünmektir” buyurdu..
.Gerçek cennet nimeti
12-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir komşusu vardı.
Yeni evlenmişti.
Bir gün bu zâta;
“Ey efendim, çok zor durumdayım. Lütfen bana yardım eder misiniz” diye dert yandı.
Mübârek üzüldü:
“Hayrola evlâdım ne oldu?”
“Hanımla hiç anlaşamıyoruz. Bu evlilik böyle yürümeyecek gâliba. Bana ne tavsiye edersiniz?”
Büyük velî sordu:
“Hanımın namazını kılıyor mu?”
“Kılıyor hocam.”
“Tesettüre riâyet ediyor mu?
“Ediyor.”
“Peki, ev işlerini yapıyor mu?”
“Yapıyor efendim.”
Buyurdu ki:
“Daha ne istiyorsun evlâdım!.. Böyle hanım cennet nimetidir, kıymetini bil!”
Delikanlı;
“Ama başka konularda anlaşamıyoruz” dedi.
O buyurdu ki:
“Bak evlâdım! Sana bir tavsiyede bulunacağım, dinlersen çok rahat edersin.”
“Buyurun hocam.”
“Din işlerinde tâviz olmaz. O konularda senin dediğin olsun. Ama dünya işlerini ona bırak. İstediği gibi yapsın. Dünya işi değil mi, öyle de olur, böyle de, hiç mühim değil.”
Genç adam;
“Peki efendim” dedi, bu nasîhate uydu ve çok rahat etti..
."Ayrılığıma sabret!.."
13-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevenlerinden Emîr Hüseyin adındaki âşık bir talebesi anlatıyor:
Bir gün hocam bana;
“Ben yarın bir dostumu görmeye gideceğim. İnşallah on beş güne dönerim, ben gelinceye kadar ayrılığıma sabret" buyurdu.
Ve o sabah ayrılıp gitti...
O gidince, kalbim de kopup onunla beraber gitti sanki.
Devamlı ağlıyordum.
Dergâhta talebeden biri de benim bu hâlime dayanamayıp ağlıyordu!
Ona derdimi açıp;
“İnşallah hocam bu hâlimi anlayıp yarı yoldan döner” dedim.
Ertesi gün oldu.
Duydum ki hocam geri dönmüş. Çok sevindim. O anda kapı açıldı ve hocam girdi içeri.
Çok heybetliydi!
“Oğlum! Ben sana, on beş gün sabret, dedim, niçin sabretmedin ve niçin muhabbet dağını önümüze set çektin?” buyurdu.
Sonra o arkadaşa dönüp;
“Dün gece, bu bizden bahsedip ne dedi?” diye sordu.
O da cevâben;
“Hocam! Hep sizi anıp ağlıyordu. Bir ara ‘inşallah yarı yoldan geri dönüp gelir’ dedi” diye arz etti.
Üstadım cevâben;
“İşte bu derece muhabbet, dağ gibi önüme dikildi, onu aşıp da yola devam edemedim. Mecbûren geri döndüm" buyurdu.
Yine de affetti ve;
“Evlâdım! Benden ayrı kalınca, beni seninle düşün. Çünkü ben, senden ayrı değilim. Ne zaman beni ansan, o anda yanındayım” buyurdu.
.Kalp gözü açıldı
14-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün dergâhta otururuyordu.
Bir genç girdi içeri.
Ve büyük bir edeple;
“Efendim, eğer kabul ederseniz ben de talebeniz olmak istiyorum” diye arz etti bu zâta.
Büyük velî sordu:
“Maksadın nedir evlâdım?”
Cevâbında;
“Feyiz alıp kalp gözümün açılmasını istiyorum efendim” dedi.
Behâeddîn-i Buhârî;
“Pekâlâ” dedi.
Ve ona “merhamet nazarıyla” bir defa nazar etti, baktı.
O bakışla bir hâller oldu gence.
Bayılıp yere düştü!
Nihâyet ayıldığında “kalp gözü” açılmıştı.
Yıllarca çalışarak ele geçen bu büyük devlet, Onun bir nazarıyla hâsıl olmuştu...
Sonra o gence;
“Evlâdım! Sana, iyiliklerden en güzel iki tânesini söyleyeyim mi?” diye sordu.
Genç sevindi;
“Lütfedersiniz efendim.”
Buyurdu ki:
“Birincisi; Allahü teâlâya dosdoğru bir îmân, ikincisi; Onun kullarına iyilik etmektir.”
Sordu yine:
“Kötülüklerden en kötü iki tânesini de söyleyeyim mi?”
O genç arz etti ki:
“Sevinirim hocam.”
O vakit büyük velî;
“Birisi, Allahü teâlâya şirk, yâni ortak koşmak, öbürü ise, Allah’ın kullarını incitmek, onlara eziyet etmektir” buyurdu...
.Niçin sulamıyorsun?”
15-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi şöyle anlatıyor:
Kasr-ı ârifan'da, bir bostanım vardı.
Orada sebze meyve yetiştiriyordum.
Derken sulama zamanı geldi.
Ama bir damla su yoktu nehirde.
“Ne yapacağım?” diye düşünüyordum ki, hocam teşrif etti bostana.
Etrâfa şöyle bir bakıp sordu:
“Sulama vakti gelmedi mi?”
“Geldi efendim.”
“Peki, niçin sulamıyorsun?”
“Su yok hocam, ben de onu düşünüyordum az önce.”
Az tefekkür etti.
Ve buyurdu ki:
“Sen şimdi git, bostanın su yolunu aç. Allah, ihtiyâcın kadar (su) verir sana.”
Buna çok sevinip;
“Başüstüne hocam” dedim.
Ve gidip açtım su yollarını.
Sabaha kadar bekledim.
Tam fecir söküyordu ki, uzaklardan bir "su sesi" geldi kulağıma.
Ses gittikçe çoğaldı.
Ve büyük bir “şarıltıyla” girdi bostana.
Çok sevinip suladım bostanı.
Sonra hocamın huzûruna vardım.
Beni görünce sordu:
“Bostanı suladın mı?”
“Evet efendim çok şükür, ama anlamadığım bir şey var.”
“Nedir o?”
“Dün gece suyun geldiği ırmak kupkuruydu, bu su nereden geldi acaba?” dedim.
Hocam cevâben;
“Allah’ın ihsânıdır oğlum, ama bunu kimseye anlatma” buyurdu.
.Şeytan niçin sevinmiş?
16-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine:
Sâlihlerden biri vardı.
Bu zât şeytanı görüp;
“Senin gibi mel’un olmak istiyorum, ne yapayım?” diye sordu.
Şeytan sevinip;
“Benim gibi olmak istersen namaza önem verme ve doğru yalan, her şeye yemîn et” dedi.
O kişi bunu duydu.
Ve kendi kendine;
“Hiçbir namazı bırakmayacağım ve artık hiç yemîn etmeyeceğim” dedi.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi de şöyle anlatıyor:
Hocamız bir gece bize teşrif etmişti.
Yanında bir grup talebesi de vardı.
Onlara yemek ikrâm etmek istedimse de birazcık “un”dan başka bir şeyimiz yoktu evimizde.
Huzurlarına varıp, durumu arz ettim.
“Onu yanıma getir” buyurdu.
Koşup getirdim.
Ona bir nazar edip;
“Hakk teâlâ ‘un’una bereket versin. Ama gizle bu sırrı, başkasına söyleme” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Ve her gün korkmadan kullandım o unu.
Gerçekten “un”a bereket gelmişti.
O kalabalık misâfirler evimizde iki ay kaldılar da yine hiç azalmadı unumuz.
Bir gün dalgınlığıma geldi.
İfşâ ettim bu sırrı başkasına.
Undaki bereket gitti.
Azalmaya başladı.
Ve tükendi nihâyet...
.Rüyâ ve hakîkat
17-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Bir gece Resûlullah’ı gördüm rüyâda.
Çok sevinip;
“Yâ Resûlallah! Çoktandır sizi görmemiştim” diye arz ettim. Yanında olan zâtı gösterip;
“Beni göremezsen, bu zâtı gör” buyurdu.
O anda uyandım.
Çok duygulandım.
O zâtın sûretini, şeklini zihnimde canlandırıp unutmamak için bir kitap kapağının arkasına “Peygamberimizin yanındaki zât, orta boylu, heybetli, yüzü nûrlu ve az değirmiydi. Yüz rengi kırmızı beyazdı” diye yazdım.
Aradan yedi sene geçti.
Bir yerde oturuyordum.
İçeri nûr yüzlü biri girdi.
Orta boylu, heybetliydi!
Yüzü nûrlu ve değirmiydi.
Yanaklarının rengi kırmızı beyazdı.
Evet… Bu kimse, rüyâda gördüğüm kişi olmalıydı.
Çok sevinip;
“Efendim, dâvet etsem, bizim evi teşrif eder misiniz?” dedim.
“Peki gidelim” buyurdu.
Eve varıp sohbet ettik.
Bir ara kitaplıktaki dizili kitaplardan birini işâret edip, “Şu kitâbı getir” buyurdu.
Getirip arz ettim.
Kapağını kaldırıp;
“Buraya ne yazmışsın, oku” buyurdu.
Bakınca hâtırladım.
Yedi yıl önce gördüğüm rüyâyı ve o rüyâda gördüğüm zâtın eşkalini yazmıştım oraya.
Ellerine kapanıp;
“Efendim, o, rüyâ idi; ama şimdi hakîkat oldu” diye arz ettim.
.Niyet hâlis olunca...
18-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bir dostunun evinde sohbet ediyordu...
Ve ordakilere;
“Şu anda bir kişi, Tirmiz'den yola çıktı... Maksadı, ‘kâmil bir rehber’ bulmaktır. O, bu yola hâlis niyetle çıktığı için yakında maksûduna kavuşur” buyurdu.
Birbirimize baktık.
Hiçbir şey anlamadık.
Sohbet devam ediyordu ki, kapı önünde bir “atlı” gelip, âniden durdu. Ve etrafa baktı.
Büyük velî ona;
“Aradığın buradadır, haydi in de gel!” diye seslendi.
O kişi indi atından.
Büyük velî sordu:
“Yolculuk ne tarafa?”
“Tirmiz'den geliyorum efendim. Dün hâlis niyetle yola çıktım. Gâyem, gerçek bir rehber bulmaktır.”
“Burada niçin durdun?”
“Ben de bilmiyorum.”
“Nasıl oldu, anlat.”
“Yola çıktım ve sonra serbest bıraktım atımın dizginini. At, başını günbatısına çevirip süratle Buhâra cânibine doğru koşturmaya başladı ve bu evin önüne gelince durdu, ben şaşkın şaşkın etrâfıma bakıyordum ki, ‘aradığın burdadır’ diye bir ses işittim ve sizi gördüm efendim” dedi.
Büyük velî ona;
“Niyetin hâlismiş ve hidâyetin buradaymış” buyurdu.
Şefkatle bir nazar etti.
Kalbinden “dünya sevgisi” çıktı.
Yerine “Allah sevgisi” girdi...
Aradığı "gerçek rehberi” bulmuştu ki, dünyada bundan büyük bir nîmet yoktur ve olamaz da...
.Kalbim Allah sevgisi ile doldu...
19-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerindenin Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Ben hocamı henüz tanımazken bir sandığın içinde “yüz altın” saklıyor ve “bununla ticâret yapayım” diye düşünüyordum.
Başladım ticârete.
Hazır elbise aldım.
Ve köy köy gezip satmaya başladım.
O köylerin birinde bulunurken, “bu köye bir evliyâ zât gelmiş” diye işittim birinden.
Çok sevindim. Zîra “evliyâ zâtları” severdim.
Mallarımı bir yere emânet ettim.
O büyük evliyâyı ziyârete gittim.
Elini öpüp oturdum bir kenarda.
Hem heybetliydi. Hem de sevimli.
Huzûrunda eriyor gibi oldum sanki...
Bir ara bana bakıp sordu:
“Burada ne yapıyorsun?”
“Ticâret yapıyorum” dedim.
Memnun oldu. Sonra bana;
“Çok iyi, ticâret yap, para kazan. Ama para ve mal sevgisi kalbine girmesin” buyurdu.
Çok hoşuma gitti.
Sonra buyurdu ki:
“Çalışıp kazanmayı dînimiz de emrediyor. Asıl maksat, İslâmiyetin her emrini yapmak ve kalpten dünya sevgisini çıkarmaktır.”
Böyle buyurdu.
O anda kalbime bir şey oldu...
Sanki yıkanmıştı.
Yâhut nurlanmıştı.
“Mal sevgisi” çıkıp gitti kalbimden.
Daha ilk sohbetinde böyle oldu.
Kalbim “Allah sevgisi” ile doldu...
.Bir ihtiyar gördüm ki…
20-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Buhâra’nın kasr-ı ârifan köyündedir.
Bir sohbetinde şunu anlattı:
Bir gün Kâbe'nin yanında oturuyordum.
Ak sakallı, ihtiyar bir kişiyi gördüm.
Kâbe örtüsüne sarılmış ağlıyor ve “Yâ Rabbî! Yâ İlâhî!..” diye yalvarıp gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu.
Kalbine bir nazar ettim.
Dünya işiyle meşguldü.
Malını, parasını hesap ediyordu kalbinden devamlı.
Gözleri ağlıyordu.
Gözyaşları akıyordu.
Kalbiyse “dünyalık” şeylerle meşgul oluyordu.
İçi, dışına uymuyordu.
Haccımızı yaptık.
Mina'ya uğradık.
Orada çarşıda “bir genç” gördüm.
Büyük çapta ticâret yapıyor ve bir anda “yüz bin altın” değerinde mal alıp veriyordu.
Para kazanıyordu.
Kalbine nazar ettim.
Rabbini zikrediyordu.
Hayretime gitti.
Zîra zâhiren “dünya işiyle” meşgul gibi görünüyorsa da, bir an Rabbini unutmuyordu.
Gıpta ettim ona.
Bu, daha üstündü.
Çünkü bu genç, kendini ticârete vermişse de, “dünya sevgisi”ni kalbine sokmamıştı
Büyük çapta ticâret yapıyordu, ama kalbiyle hep İslâmiyet’in emirlerini düşünüyordu.
“Günah işlerim” diye kalbi tir tir titriyordu!..
.Söz dinleyen kazanır
21-08-2017 02:00
Büyük velî Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tebesinden Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatıyor:
Bir gün hocamız Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, dergâhın odunluğuna şöyle bir baktılar.
Sonra bize;
“Çokça odun toplayıp odunluğu doldurun, hattâ acele edin ki hiç belli olmaz. Birden kış bastırırsa yakacaksız kalır, sıkıntı çekeriz” buyurdu.
Biz talebeler;
“Başüstüne” deyip koştuk.
Odunluğu odunla doldurduk.
Az sonra kar yağışı başladı.
Kırk gün, durmadan yağdı.
Ama o kışı rahat geçirdik.
Çünkü Hocamızı dinlemiştik.
Nitekim büyükler; “Söz dinleyen, rahat eder” buyurmuşlardır.
● ● ●
Bir talebesi de şöyle anlatıyor:
Bir gün arkadaşlarla bir yerde oturuyorduk...
Ama biri vardı.
Hocamızın “büyük velî” olduğunu bilmiyor, inanmıyordu.
Aleyhinde lâf ediyordu.
Bizse hep uyarıyorduk.
Bir defâsında;
“Allah dostlarına sataşanlar iflâh etmez” dedik.
Ama dinlemedi.
Devam etti konuşmaya. O sırada bir “arı” gelip girdi ağzına.
Ve dilini çok fecî ısırdı.
Ânında dili şişti adamın. Artık bir kelime bile konuşamıyordu.
O vakit pişmân oldu.
Kalbindeki soğukluk “muhabbet”e döndü.
Az önce aleyhinde konuşurken, şimdi onun muhabbetiyle yanar oldu kalbi.”
.Bunda da sünnete uyduk"
22-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi, Buhâra’nın Kasr-ı ârifan köyündedir.
Sevdiklerinden bir grup Müslüman Beytullah'ta tavaf yapıyor, bu zât da bulunuyordu orada.
Onlar, Mina'da kurban keserken bu büyük zât;
“Bizim de kurban kesmemiz lâzım, ama biz belki oğlumuzu kurban ederiz” buyurdu.
Bu sözü hepsi de işitti.
Ama bir şey anlamadılar.
Bir hikmeti vardır dediler.
O günün tarihini yazdılar.
Hac dönüşü Buhâra'ya geldiklerinde duydular acı haberi.
Evet, büyük zâtın oğlu vefat etmişti.
Tâziyeye gelenlere;
“Oğlumun vefatıyla, Resûlullaha tâbi oldum. Çünkü Onun da oğlu vefat etmişti” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“O Resûlün başından ne geçtiyse aynen benim başımdan da geçti. Onun yapmış olduğu her işi ben de yaptım. Bir tek sünneti bile terk etmedim hayatımda.”
***
Bu zât bir sohbetinde;
“Kabul olan bir namaz, insanı günâh işlemekten korur, her namaz değil” buyurdu.
Dinleyenler;
“Hangi namaz kabul olur efendim?” dediler.
Büyük zat;
“Farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine, hattâ edeblerine tam uyarak kılınan bir namazı, Allahü teâlâ kabul eder. O kimse, istese de kötülük yapamaz” buyurdu...
.Sesli ağlamayın!"
23-08-2017 02:00
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiği sâlih bir Müslüman vefat etmişti...
Büyük velî bâzı talebesini alıp evine tâziyeye gitti o kimsenin. Yakınları, yüksek sesle ağlıyorlar ve feryat ediyorlardı!
Çok üzüldü!
Ve o kişilere; “Böyle yapmayınız! Zîrâ sesli ağlamak, ölüye azap, eziyet verir” dedi.
Ve talebelerine;
“Ben vefat edersem siz sakın böyle yapmayın!” buyurdu.
Aradan az zaman geçti.
Büyük velî hastalandı.
"Ölüm hastalığı" olduğunu anlayıp husûsi odasına çekildi.
Vefatına kadar çıkmadı.
Lâkin son nefesine kadar talebesinin her biriyle görüştü.
Nasîhatler yaptı...
Vasiyetini bildirdi.
Bir talebesi anlatıyor: Vefat ettiği gün bir ara yanına girdim.
Çok sıkıntısı vardı.
Bir ara gözlerini açıp;
“Sofra getirin, yemek yiyin” buyurdu.
Zîra yemek yedirmeyi çok sever ve bir şeyler yedirmeden göndermezdi misâfirlerini.
Sofrayı getirip biraz yedik.
Sonra kaldırdık yine.
Az sonra gözlerini açtı.
Yemediğimizi görünce;
“Sofrayı getirin, yemek yiyin!” buyurdu.
Tekrar getirdik sofrayı.
Az daha yiyip kaldırdık.
Üçüncüde yine öyle oldu.
Bu defa bize bakıp “Müslüman; iyi yiyip iyi çalışmalıdır. Çünkü hizmet ve ibâdet, ancak sıhhatle mümkün olur” buyurdu.
."Benim için mezar kazın!"
24-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebesi olan Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatıyor:
Hocam ölüm döşeğindeydi.
Çok üzülüyorduk.
Son günleriydi.
Huzûruna girdim.
Bana dönüp;
“Alâeddîn! Benim için bir mezar kazıp hazır edin!" buyurdu.
“Başüstüne efendim” dedim.
Ve çıkıp îfa ettim bu emrini.
Sonra huzurlarına gelip;
“Kabir yeri hazır efendim” diye arz ettim.
O ara hastalığı fazlalaştı.
Vefat edeceğini anladık.
Birimiz sesli olarak Yâsîn-i şerîf okumaya başladı.
Dikkat ettim.
O da tekrar ediyordu.
Bir ara ellerini açtı.
Uzun uzun duâlar etti.
Yâsin-i şerîf'in yarısına gelinmişti ki bâzı nurlar belirdi odada.
Ellerini yüzüne sürdü.
“Kelime-i tevhîd”i söyledi.
Ve rûhunu teslim etti.”
***
Bu büyük zât, bir gün, sevdiği talebelerine;
“Âhirette Cennete girip sonsuz saadete kavuşmak için, âhirete îmânla gitmek lâzımdır. Ama bu, o kadar kolay değil” buyurdu.
Sordular.
“Neden efendim?”
Cevâbında;
“Çünkü bu dünyada pervâsızca günâh işlenir ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına hiç ehemmiyet verilmezse, son nefeste îmânla ölmek güç olur, hattâ imkânsız olur” buyurdu.
.Cennetten açılan pencere...
25-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri vefat edince; büyük bir cemaatle kılındı namazı.
Ve defnedildi nurlu kabrine.
Bir talebesi telkin verdi.
Hepimiz hüzünlüydük.
Abdülkâdir adında çok sevdiği bir talebe vardı.
O, gördüğü enteresan bir vakâyı şöyle anlatır:
“Mübârek hocamızı defnedince kabirdeki hâlini merak ettim...
Haddim olmayarak teveccüh eyledim nûrlu kabrine.
Rabbim yardım etti.
Kaldırdı gözümden perdeyi...
Vâkıf oldum kabir hâllerine.
Şöyle ki;
Kabrine bir pencere açıldı Cennet’ten.
İki hûri içeri girdiler.
Çok da güzeldiler.
Önce selâm verip;
'Efendim, biz nice zamandır sizi bekliyorduk. Allahü teâlâ bizleri sırf sizin için yarattı. Siz bundan sonra fenâ ve çirkin hiçbir şey görmeyeceksiniz’ dediler.
Dikkat ettim.
Hocam hûrileri dinledi.
Fakat hiç iltifat etmedi.
Cevap da vermedi.
Hattâ göz ucuyla bile
bakmadı o hûrilere.
Onlar merakla;
'Ey efendim, merak ettik, bize niçin bakmıyorsunuz?’ dediler.
Büyük velî;
'Rabbimin dîdârını görmedikçe Ondan başka hiçbir şeyi görmemeye ahdettim… Beni sevenlere şefâat etmedikçe de hiç kimseyle meşgul olmayacağım' buyurdu...”
.Resûlullah’a benzerdi
26-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, orta boylu, nûrlu ve sevimli bir zâttı.
Mübârek sakalının beyazı daha çoktu.
Ne hızlı yürürdü, ne de çok yavaş.
Güler yüzlü ve tatlı dilliydi.
Konuşurken mübârek yüzünü konuştuğu kimseye döndürür ve tâne tâne konuşurdu.
Kahkahayla gülmezdi.
Tebessüm ederdi.
Kimseyi küçük görmezdi.
Güleryüzle karşılardı herkesi.
Ama celâllenip de kaşını çattığında, heybetinden kimse duramazdı karşısında!
Şemâili, aynen Resûlullah’a benzer, her hâli Onun sünnetine tam uygun olurdu.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebesi Alâeddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlatıyor:
Mübârek hocam çok fakirdi.
Kışın sergi olmazdı evinde.
Namazlarını, eski bir ‘kilim’in üzerinde kılardı.
Helâlden kazanmaya çok dikkat eder, haramdan bir çekirdek bile girmezdi kazancına.
Fakir olduğu kadar “cömert” bir zât idi.
Hediye getirene katbekat verirdi.
Nafakasını kendi temin eder, tarlasını bizzat kendi eker ve kendi biçerdi.
Her işinde sünnete uyardı.
Sonra ‘yemek’te çok titizdi.
Ekmeğini evde pişirttirir, misâfirine bizzat kendi hizmet etmeyi severdi...
."Bir hatâ mı işledim?"
27-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin, Melik Hüseyin adında bir sevdiği, bu zâtı evine yemeğe dâvet etti.
Büyük velî teşrif etti o eve.
Yanında biri de vardı.
Sofra geldi, yemekler kondu.
Fakat mübârek zât yemiyordu.
Ev sâhibi merak etti...
Ve hattâ çok üzüldü!
"Acaba bir hatâ mı işledim?" diyordu içinden...
En nihâyet;
“Efendim, yemeklerimiz, şahsî malımdan olup helâl ve tayyiptir. Tek kuruş haram karışık değildir, rahatlıkla yiyebilirsiniz” diye arz etti saygı ve edeple.
O zât buyurdu ki:
“Biliyorum, yemekler helâldir.”
Talebe tekrar:
“Öyleyse niçin yemiyorsunuz efendim?” diye sordu
Büyük zât;
“Bugün Hirat'ta öyle fakirler var ki, bir lokma ekmeğe muhtaçlar. Onlar bu hâldeyken biz bu çeşitli ve leziz yemekleri nasıl yiyebiliriz?” dedi.
Ve kalktı sofradan...
● ● ●
Bir gün de bir talebesinin evine gitmişti.
Önüne yemek getirdiler.
Ama yemedi.
Talebe çok üzülüp;
“Efendim niçin yemiyorsunuz?” diye sordu edeple.
Büyük velî;
“Bu yemeği pişiren, gadaplı ve öfkeliymiş! Böyle pişen yemekte hayır ve bereket olmaz, hattâ şifâ değil, hastalık olur” buyurdu.
.Namazdan zevk alamıyorum!"
28-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi bir gün bu zâta gelerek;
“Efendim, namazlarımdan hiç zevk alamıyorum, tasavvuf hâllerim de iyi değil, bana ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Yediğin lokmalara dikkat et” buyurdu.
Talebe yediklerini araştırdı...
Helâldi hepsi de.
Tekrar gelerek;
“Efendim araştırdım, yemeklerimiz helâl olup, bir kuruş bile haram karışmış değildir” dedi.
Büyük velî tekrar ona;
“Biraz daha araştır. Belki başka hususlarda bir hatâ yapılıyordur” buyurdu.
Çocuk tekrar araştırdı...
Nihâyet farkına vardı bir şeyin. Ocakta "şüpheli" bir odun yakılmıştı.
Koşup sordu hemen:
“Bu olabilir mi efendim?”
“Evet olabilir” buyurdu.
Genç, bundan dolayı tövbe etti...
Ve çabucak kavuştu iyi hâllerine.
● ● ●
Bu zât, sık sık sevdiklerine “Yemek yerken edebi gözetiniz. Kendinizi, Allah’ın huzûrunda farz ediniz” buyururdu.
Talebesiyle yemek yerken birisi gafletle ağzına lokma koymuştu.
Onu böyle gördü.
Ve talebelerine;
“Evlâtlarım! Rabbinizin huzûrunda olduğunuzu bilerek yiyin. Eğer bir yemek öfke ve gafletle pişmişse, onu yemeyin” buyurdu.
.Hiç karşılık vermedi
29-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine, bir gün birisi hakâret etmişti.
Mübârek zât sustu.
Karşılık vermedi.
Aradan bir müddet geçti...
Adam birden hastalandı.
Ve “ölüm” hâline geldi.
Hatâsını anlayıp pişmân oldu yaptığına ve affetmesi için haber gönderdi bu velîye.
Mübârek, acıdı yine.
Ziyâretine gidip;
“Nasılsın?” diye sordu.
Adam kendini zorlayıp;
“Çok hastayım efendim” diyebildi.
Büyük velî teselli edip;
“Tek şifâ verici Allahü teâlâdır. İnşallah sana da şifâ verir” dedi.
Duâsı kabul oldu.
Ânında iyileşip kalktı.
Hiçbir şeyi kalmamıştı.
Ellerine yapışıp;
“Sizi incittim efendim, ama çok pişmânım; ne olur beni affedin” dedi.
Büyük velî;
“Evet, o zaman kalbimiz incinmişti. Ama şimdi gönlüm size karşı tertemizdir, müsterih ol” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Şunu unutma ki Allah dostları, kınından çıkmış kılıç gibidirler. Fakat o kılıçla kimseye vurmazlar. Belâsını arayanlar, kendileri gelip, boyunlarını o kılıca vururlar.”
O kimse duygulanıp;
“Bana nasîhat eder misiniz” diye ricâ etti bu zâta.
Büyük velî;
“Nefsine bir an bile fırsat verme... Dâima baskı altında tut, ez onu, yoksa nefsin baş kaldırıp seni ezer” buyurdu.
.Burada uyunur mu?"
30-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebesinden birini bir yere göndermişti.
Talebe, işini hâlledip geri dönerken bir ağaç gölgesinde dinlendi biraz.
Fakat çok yorgundu.
Uyuyakaldı oracıkta.
Derin bir uykuya dalmıştı ki rüyâsında “hocasını” gördü.
Mübârek, hiddetle;
“Oğlum! Hiç burada uyunur mu? Hemen kalk, terk et burayı. Burası tehlikeli yer. Aç kurtlar dolaşıyor etrâfta!” buyurdu.
O anda uyandı...
Ve açtı gözlerini...
Gördü ki; iki “aç kurt”, hızla kendisine doğru geliyor gerçekten.
Korkuyla fırlayıp kalktı!
Hızla uzaklaştı oradan.
Hiç mola vermeden yürüdü...
Akşam vakti vardı Kasr-ı ârifan'a.
Bir de ne görsün?!
Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri yola çıkmış, merakla kendisini bekliyor.
Koşup hürmetle öptü elini.
Büyük velî “Bizi korkuttun evlât! Tehlikeli yerlerde hiç yatıp da uyunur mu?” buyurdu
● ● ●
Bir genç de, bu zâta;
“Efendim kitaplarda ‘dünyâdan sakınınız’ diye okuyoruz, bu ne demek?” diye sordu.
Büyük zât;
“Burada anlatılmak istenen, bildiğimiz bu dünyâ değil. Sakınmamız gereken dünyâdan asıl maksat, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler, yâni İslâmiyyetin yasak ettiği haramlar ve mekruhlardır” buyurdu.
.Hüseyin, atla şu suya!.."
31-08-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün bâzı talebeleriyle yolculuğa çıkmışlardı.
Yolda bir ırmak vardı.
Çok da yorulmuşlardı.
Dinlenmek için oturdular
Su, şarıltılı ve heybetli akıyordu!
Görünüşe bakılırsa derindi de.
Büyük velî, Emîr Hüseyin adındaki talebesine bakıp;
“Hüseyin! Kalk, şu ırmağa atla!” diye seslendi.
Emîr Hüseyin; “Başüstüne” dedi.
Ve kalkıp atladı suya.
Diğer talebeler korkuya düştüler! Zîra Emîr Hüseyin kaybolmuştu o azgın suyun içinde.
Bir müddet geçti...
Büyük velî nehre doğru “Ey Hüseyin, çık sudan, yanımıza gel” diye seslendi bu defâ.
Emîr Hüseyin ânında çıktı sudan.
Ve gelip oturdu.
Üzeri kupkuruydu.
Büyük velî sordu:
“Suya atladığında ne gördün evlâdım?”
Şöyle anlattı:
Efendim, ben suya girdim.
Kendimi bir odada buldum.
Gâyet güzel döşenmişti.
İnci ve yâkutlarla süslenmişti.
Ama hiç “kapı” yoktu...
Kendi kendime; “Buradan nasıl çıkabilirim?” diye düşünürken sizi fark ettim yanımda.
Bana bir kapı gösterdiniz.
Ve “İşte kapı!” dediniz.
Hâlbuki az önce kapı yoktu orada.
Açtığınız kapıdan dışarı çıktım.
Ve sizin huzûrunuzda buldum kendimi.
.Ben fakir biriyim!.."
01-09-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Ben Semerkant'ta iken Behâeddîn-i Buhârî ismini işittim.
Ve çok merak ettim.
Gayri ihtiyârî sevdim ve onu görmek niyetiyle Buhâra'ya gittim. Annem, “dört altın” dikmişti gömleğime.
Buhâra'ya vardım.
Bu velîyi aradım.
Sohbetine katılıp, beni de talebeliğe kabul etmesini istedim.
“İsteğini yaparız, ama altın vermen lâzım” buyurdu.
Cevâp verip;
“Ben fakir biriyim, bende altın ne arasın” dedim.
Bana baktı ve;
“Annenin, gömleğine diktiği dört altın var ya” buyurdu
Çok utandım.
Mahcup oldum!
Mecbûren altınları çıkarıp arz ettim.
Onları alıp uzattı bir çocuğa. Fakat almadı çocuk. Yüzünü buruşturdu.
Başka bir gün de, bir fırsatını bulup;
“Beni ne zaman talebeliğe kabul edeceksiniz?’ dedim.
O “dört altın”ı istedi.
Ve bir çocuğa verdi.
Fakat o da reddetti. Hatâmı anladım. Zîra benim kalbimde “altın sevgisi” vardı.
O anda büyük velî;
“Evet öyledir. Kalpte altın sevgisi, bu yolda bulunmaya mânidir” buyurdu.
Ve bir nazar etti bana.
O sevgi çıktı kalbimden.
Yerine “Allah sevgisi” girdi ve o zaman talebeliğe kabul edildim...
."Onu buralarda bulamazsın!..”
02-09-2017 02:00
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiklerinden Abdullah-ı Hâcendî anlatıyor:
Ben, gençliğimde “bir mürşidim olsa da kendisine hizmet etsem” diyordum.
Bu istek dayanılmaz hâl alınca Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin kabrine vardım.
Rûhuna “Fâtiha” okudum.
Ve ondan yardım istedim.
O ara uyumuşum. Nûrâni “bir zât” göründü rüyâda.
Ve bana bakıp;
“Ben Hakîm-i Tirmizî'yim. Sen mürşit arıyorsun. Ama onu buralarda bulamazsın” dedi.
Sordum hemen:
“Nerede bulurum efendim?”
“On iki sene sonra Kasr-ı ârifan'a git. Orada Behâeddîn-i Buhârî adında bir evliyâ gelecek. Senin mürşidin o olacak” dedi.
O anda uyandım.
Birkaç sene geçti.
Bir gün iki kişi gördüm ki konuşuyorlar ve “İnsan, mürşitsiz olmaz” diyorlardı.
Yanlarına gittim.
Ve o kimselere;
“Ben de mürşit arıyorum” dedim.
“Falan köyde var” dediler.
Gidip buldum o velî’yi.
Bana bakıp;
“Senin nasîbin, Buhâra'da olan Behâeddîn-i Buhârî hazretleridir” dedi.
On iki sene geçmişti. Buhâra'ya gittim. O zâtı bulup huzûruna girdim.
Bana tebessüm edip;
“Hoş geldin Abdullah-ı Hâcendî! On iki senenin bitmesine henüz üç gün var, sen biraz erken geldin” buyurdu.
Daha ilk sohbette, “dünya sevgisi”ni çekip aldı kalbimden. Sonra da açıldı kalp gözlerim.
."Beni hâtırından çıkarma!"
03-09-2017 02:00
| | |