|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Neden "reformasyon" değil de, deformasyon?
Yusuf Kaplan
29/01/2008 Salı
Bu dünyaya söyleyeceğiniz bir çift lafınız yoksa, bu dünyada yaşamanızın da anlamı yoktur. Bu dünyaya sunduğunuz bir iddianız yoksa, bu dünyada yaşadığınızı söyleyemezsiniz.
Eğer siz bu dünyaya bir şey söyleyemiyor, esaslı bir iddia sunamıyorsanız, yaşadığınız dünya, sizin kurduğunuz bir dünya değildir; siz, sadece başkalarının dünyalarında yaşıyorsunuz, daha doğrusu yaşadığınızı zannediyorsunuz demektir.
Bu durum, sizin zamanın dışına düştüğünüz; zamana hâkim olan zamanın ruhu tarafından sürüklendiğiniz anlamına gelir. Dolayısıyla, bu durumda, siz, zamana, tarihe, tarihin seyrüseferine şekil veremiyorsunuz; aksine, zaman, tarih, tarihin seyrüseferi size şekil veriyor demektir.
Hâl böyle olunca, tarihte tatile çıktığınıza hükmedilir sizin. Tarih ve zaman, hükmeder size; tarihe ve zamana şekil verenler, ruh verenler, hükmedenler hükmeder size.
İddiası olmayan toplumlar ve insanlar toplum ve insan olma özelliklerini de yitirirler zamanla. Soytarılaşırlar. Oysa soytarılaşmak, kaçınılmaz olarak soysuzlaşmayı ve yozlaşmayı da beraberinde getirir.
Soytarılar, hayatı sirkten ibaret zannederler ve zamanla hayatı da sirke dönüştürürler. İnsana, dünyaya, hayata sahte darbe fırçalarıyla çizilen ayartıcı renklerle, körleştirici ve köleleştirici oyunlarla çeki düzen vermeye çalışırlar.
Ama soytarının dünyası, hayalî bir dünyadır. Dünyayı soytarının ayartıcı, gözboyayıcı, şaşırtıcı hayalî dünyasından ibaret zannedenler, gerçek dünyaya da, gerçek hayata da, gerçek insana da yabancılaşırlar, duyarsızlaşırlar.
O yüzden, gerçeklerden korkarlar ve kaçarlar. Kendilerinden korkarlar ve kaçarlar. Hayattan korkarlar ve kaçarlar. Çünkü onların gerçekleri de, dünyaları da, hayatları da, kendileri de yoktur; sahtedir ve sathîdir.
Soytarıların gerçek/lik duyguları, zaman duyguları, tarih duyguları, ben-idrakleri olmadığı için soytarılar, gerçeklerle yüzleşemezler; zamanın ruhuna teslim olur ve zamanın ruhu tarafından yutulmaya razı olurlar; böylelikle zamanın ruhu tarafından teslim alınırlar.
Zamanın ruhunu kavrayamayan ve zamanın ruhuna müdahale edemeyen insanlar ve toplumlar, soytarılaşmaktan, dolayısıyla soysuzlaşmaktan ve yozlaşmaktan kurtulamazlar.
Zamanın ruhuna müdahale edebilmenin yolu, norm sahibi olabilmekten, bu dünyaya norm koyabilmekten geçer. Norm, ne kadar asil, soylu, köklü, yani yaratıcı ruhu ve kurucu iradesi olan bir norm''sa, esaslı formlar üretebilir ancak.
Meselenin püf noktası şurası: Norm, asıldır; asıl olduğu için de asildir; asalet sahibidir; yani orjinal''dir. Aslolan aslın önce hayat bulabilmesini, sonra da hayat olabilmesini, hayatın kendisi olabilmesini mümkün kılabilmektir.
İslâm''ın aslî hakîkati, Mekke''de hayat bulmuş; teker teker insanlara yaratıcı bir ruh üflemiş; Medîne''de ise hayat olmuş, hayatın kendisi olmuş topluma kurucu bir irade bahşetmiştir.
Bir medeniyet tasavvuru fikri çerçevesinde ve bizim medeniyet dilimizle söylemek gerekirse, Norm, Asıl''dır; Form ise Usûl''dür. Norm / Asıl, dil''dir; form / usûl ise bir üst dil''dir.
Dolayısıyla Kur''ân, Asıl''dır / Norm''dur; Hz. Peygamber (sav), Usûl''dür / "Form"dur. Başka bir ifadeyle, Kur''ân, bize, bir medeniyetin yaratıcı ruhunu oluşturan asl''ı / norm''u verir; Hz. Peygamber ise, bir medeniyetin kurucu iradesini oluşturan usûl''ü / form''u sunar.
Usûl''ü / form''u veren şey, asıl / norm''dur. Wittgenstein, "etik ve estetik bir ve aynı şeylerdir" demişti. Benim geliştirdiğim tasavvurda, etik, asl''a / norm''a; estetik, form''a / usûl''e tekabül eder.
Yani asıl''la usûl, norm''la form, etik''le estetik birbiriyle kopmaz bir ilişki içindedir. Asıl yoksa usûl de yoktur; norm yoksa, form da yoktur; etik yoksa, estetik de yoktur. Ancak burada asıl yakıcı nokta şu: Hz. Peygamber olmadan Kur''ân anlaşılamaz; kelle sayısı kadar Kur''ân çıkar ortaya. Usûl / form olmadan, asıl / norm, varolamaz.
Her norm, kendi formlarını üretir. Kendi normlarını yitirmiş bir toplum, bakalarının formlarını ödünç aldığında onları da deforme eder. Ama kendi normlarından yola çıkan bir toplum, başkalarından aldığı form''ları re-forme edebilir; yani yeniden şekillendirerek dönüştürebilir ve kendine maledebilir. Sinemada, Afrikalılar, Latin Amerikalılar, Çinliler, İranlılar, kendi normlarından yola çıktıkları için, başka bir kültüre ait bir form olan sinema''yı re-forme edebilmişler ve dünyaya özgün film dilleri armağan edebilmişlerdir. Ama kendi normlarını / yaratıcı ruhunu kavrayamayan Türk sinemacıları, Batılı bir form olan sinemayı reforme edememişler, sadece deforme etmişlerdir. Bu sadece sinema için değil, bütün kültür-sanat hayatımız, düşünce hayatımız için de aynen geçerlidir.
Sözün özü, eğer iddialarınız yoksa, yok edilmeye çalışılıyorsa, norm koyamazsınız; başkalarının formlarını da re-forme edemezsiniz; dolayısıyla yokolmaktan, soytarılaşmaktan ve sürekli deformasyonlar üretmekten, sonuçta kendi kendinizi sömürgeleştirmekten kurtulamazsınız.
ÖZÜR: Ekşi Sözlük''le ilgili yayımladığım tekzip metninde, 4-5 harf hatası olmuş. Tekzip yayımlamak bir yazar için en zor işlerden biridir. Özen göstermeme rağmen böyle bir şey oldu. Bu yanlışlıktan ötürü okuyuculardan özür diliyorum.
Osmanlı"yı durdurdular; şimdi sıra Türkiye"de!
Yusuf Kaplan
1/02/2008 Cuma
Geçtiğimiz günlerde İstanbul''da bir toplantı düzenlendi. Toplantının konusu “Türkiye ve Laiklik”ti. Katılımcılar, Türkiye''deki belli başlı İslâmcı, liberal, gayr-ı müslim yazarlardı. 5 kişilik bir konuşmacı grubu vardı; konuşmacılardan biri de bendim.
Ancak içime bir kurt düşmüştü: Toplantıyı düzenleyenlerle ilgili internette bir araştırma yaptım: Meğer toplantıyı 51 ülkede faaliyet gösteren bir Soros Vakfı düzenliyormuş! Nasıl şoke olduğumu anlatamam...
Tabiî toplantıya gitmedim. Gidemezdim; çünkü Türkiye''de zorba, jakoben, dayatmacı bir laiklik uygulaması da olsa, ben müslüman bir yazar olarak, Türkiye''deki bu zorba laiklik anlayışını Sorosçular üzerinden, Amerikalılar üzerinden, Batılılar üzerinden tartışamazdım. Bu, asalet ve şahsiyet sahibi bir müslümana yakışmayacak kadar onursuzca bir şey olurdu.
Eğer toplantıya katılacak olsaydım, sadece şu sözleri söylemek için katılacaktım: “Bu toplantıyı düzenleyenleri ve bu toplantıya katılanları kınıyorum. Biz bu ülkede laiklikle sorun yaşıyor olabiliriz. Müslümanlar, asalet ve şahsiyet sahibi insanlardır ve kendi iç sorunlarını kendileri halletmesini bilirler. Bunun için, Batılıların aracılığına ihtiyaçları yoktur. Çünkü böyle bir şey, onursuzluktur, köleleşmektir, ülkenin satılmasıdır.”
Evet bunları söylemek için katılabilirdim toplantıya. Ama o zaman olay kontrolden çıkabilir endişesiyle bu toplantıya katılmadım.
Bu anekdotu şunun için aktarma ihtiyacı duydum: Batılıların Osmanlı''yı çökertmek, tıpkı Endülüs örneğinde olduğu gibi tarihten silmek için tam üç asır üzerimize “çullandıkları”, Osmanlı / İslâm medeniyetine ölümcül darbeyi vurmaya hazırlandıkları ve bizi dört bir taraftan kuşatarak Anadolu yarımadasına hapsettikleri bir zaman diliminde, 1908 komitacı darbesinden sonraki süreçte Osmanlı durduruldu.
Ama Batılılar, Osmanlı''yı, bizim içimizdeki “komitacı şebeke”nin marifetleriyle durdurdular. İngilizlerin başını çektiği Batılılar, türlü numaralarla bu komitacı şebekeyi kullanarak, bizi iddiamızdan vazgeçirmeyi başardılar: Türkiye, medeniyet iddiasını terkedecekti!
Peki, Türkiye, medeniyet iddiasını terketmeseydi ne olacaktı? Olacak şey çok netti: Abdülhamit''le birlikte Osmanlı büyük bir sıçrama gerçekleştirmişti: Dünyanın en büyük stratejik gücü haline gelmişti. Bu arada Avrupa''daki emperyalist devletler, birbirleriyle küre ölçeğinde kıyasıya boğuşuyorlardı. Eğer Osmanlı, durdurulmazsa, önümüzdeki yarım asır içinde, Ortadoğu''daki doğal gaz ve petrol kaynaklarıyla, gerçekleştirdiği stratejik atakla, İslâm dünyasını yeniden toparlayabileceğini gösteren muazzam dış politika atılımıyla, dünyanın en büyük süper gücü hâline gelecekti.
İngilizler, bunu çok iyi görmüşlerdi. Avrupa devletleri, birbirine girmek üzereydi. Eğer Osmanlı durdurulamazsa, Abdülhamit''in başlattığı medeniyet hamlesi, Avrupa hegemonyasının sonunu getirebilirdi.
Gerçekten de İngilizlerin öngörüleri gerçekleşti: Avrupa, Birinci Savaşı''ta büyük darbe yedi; İkinci Savaş''tan sonra da harabu turab oldu ve tarihten çekildi. Şimdi toparlanmaya çalışıyor.
Eğer Osmanlı durdurulmamış olsaydı, bugün Amerika''nın yerinde Osmanlı olacaktı. Burada hayalî şeylerden sözetmiyorum: Yaşanan ve hâlen yaşamakta olduğumuz yakıcı gerçeklerden sözediyorum.
Dikkatinizi çekerim: Asıl yakıcı mesele, içimizdeki “komitacı şebeke”nin marifetleriyle bizim medeniyet iddiamızı terketmemiz, dolayısıyla Batılıların sömürgeleştiremediği bu ülkeyi bizzat bizim sömürgeleştirme aymazlığı göstermemiz meselesidir.
İşte bunu sömürgeciler bile yapamazdı; yapamadılar da nitekim. Başörtüsünün ithal malı olduğunu söyleyen aymazlar, başörtüsünün bir bez parçası olmadığını, Türkiye''nin yeniden İslâmî iddialara sahip olmasının bir göstergesi olduğunu çok iyi biliyorlar; o yüzden “[ithal] laiklik elden gidiyor, Türkiye (Batılı / seküler) raydan çıkıyor” diye naralar atarak Türkiye''nin, yeniden medeniyet iddiasına soyunmasını önlemek için mücadele ediyorlar.
Oysa böyle yapmakla, sadece Batılıların ekmeğine yağ sürüyorlar: Böyle yapmakla, seküler küresel sistemin dünyayı cehenneme çevirdiği bir zaman diliminde, dünyaya adaletin, hakkaniyetin, barışın ne demek olduğunu, “insanlığın son adası” olduğunu öğretmiş bir medeniyetin çocuklarının, yeniden dünyanın böyle bir medeniyet iddiasını hayata ve harekete geçirebilecek tarihî derinliğe, coğrafî merkezîliğe, fikrî ve rûhî potansiyele sahip tek aktör olan bir Türkiye''nin tarih sahnesine çıkmasına kölece ve körleştirici bir paranoya ile engel olmaya çalışıyorlar.
Mesele başörtüsü meselesi değildir. Asıl mesele, dün Osmanlıyı durduran komitacı şebekenin torunlarının bugün dünyada medeniyet iddiasına soyunabilecek tek ülke olan Türkiye''nin önünün tıkanması sürecinde oyuna getirilmeleridir.
21. yüzyılı "Türkiye" başlatacak...
Yusuf Kaplan
4/02/2008 Pazartesi
20. yüzyıl henüz bitmedi; 21. yüzyıl da henüz başlamadı. 19. yüzyılı sona erdiren ve 20. yüzyılı başlatan üç büyük küre ölçekli hâdise vardı: Birincisi, 1648 Westfalya Anlaşması''yla "kurulan" ve İngiliz İmparatorluğu''nun başını çektiği "Avrupa Dünya Düzeni"nin Birinci Dünya Savaşı''ndan sonra çatırdamaya başlaması, İkinci Dünya Savaşı''ndan sonra da tarihin yapılmasında belirleyici / aktif bir rol oynamaktan çekilmesiydi.
İkinci hâdise, özelde İngiliz, genelde ise Avrupa hâkimiyetinin yerini ABD''nin almaya başlamasıydı: Bu süreç, Birinci Dünya Savaşı''yla ve Osmanlı''nın durdurulmasıyla başlamış, İkinci Dünya Savaşı''ndan sonra nihâî noktasına ulaşmış ve ABD''nin "dünya hâkimiyeti"yle sonuçlanmıştı: BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası''nı hayata geçiren ABD, hem Batı uygarlığını temsil etmeye, hem de küresel sistemin temel dinamiklerini belirlemeye başladı.
"Avrupa Dünya Düzeni"nin yerini alan yeni küresel sistemin 3,5 ayağı vardı: Merkezî ayağı ABD; ikinci ayağı Avrupa, üçüncüsünü Japonya; yarım ayağı ise Sovyetler oluşturuyordu. Sovyetler, Yalta düzen/eğ/i gereği, yeni seküler-liberal-kapitalist sistemin merkezkaç gücü rolünü oynuyordu.
Sovyet tecrübesi''nin, esas itibariyle, Rus ideasını ve iddiasını zamanla yok edecek bir boyut kazandığı görülünce, Ruslar, kendilerine en az bir asır kaybettiren bu oyuna derhal dur demesini ve yeniden toplarlanma sürecine girmesini bildiler: Putin, Rus ideasının ve iddiasının yeniden hayata geçirilmesi sürecinde önemli bir kilometre taşı rolü oynuyor.
20. yüzyılı başlatan üçüncü ve en önemli neden, Osmanlı''nın / İslâm medeniyetinin durdurulmasıdır.
21. yüzyılı başlatacak hâdise, İslâm medeniyetinin, tarihin yapılmasında yeniden kilit rol oynayabilecek şekilde hayata geçirilmesi olacaktır.
Şu ân, ortada İslâm medeniyetinin yeniden tarih sahnesine çıkabileceğini gösteren somut bir gösterge yok gibi görünüyor. Ama müslüman toplumların, gerçek anlamda bağımsızlıklarına kavuşmaları, bölgesel / küresel siyasî, ekonomik, kültürel ve entellektüel işbirliği projeleri geliştirmeye soyunmaları, 21. yüzyılı başlatacak en belirleyici hâdise olacaktır.
Çin''in, Hindistan''ın ve Rusya''nın gelişi, 21. yüzyılı başlatmaya yetmeyecektir. Çünkü bu "aktör"ler, tıpkı Güney Kore, Japonya ve Asya kaplanları örneğinde gördüğümüz gibi, alternatif bir medeniyet paradigması sunamayacak kadar hadım edilmiş, u/yutulmuş durumdalar; bu yüzden bu "aktör"lerin gelişi, tıpkı Sovyet tecrübesinde olduğu gibi merkezkaç gücü işlevi görecek şekilde küresel seküler ve kapitalist sistem tarafından kontrollü olarak desteklenmektedir. Yani, Rusya, Çin ve Hindistan''ın gelişi, küresel sistemde paradigmatik bir değişime yol açmayacak.
21. yüzyılı başlatacak tek potansiyel ülke, Türkiye''dir. Türkiye''deki laikçiler, Türkiye''nin, tarihin akışını değiştirecek imkânlarını göremeyecek kadar körleşmiş, köleleşmiş ve hadım edilmiş durumdalar: Laikçilerin, Türkiye, bölge ve küre için sunacakları esaslı bir projeleri ve iddiaları yoktur: Onlar, sadece kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve o yüzden Türkiye''yi, korku, kriz ve gerginlik politikalarıyla küresel sisteme entegre ederek, iddialarını kendi elleriyle yok eden figüran bir ülke hâline getirmeyi becerebiliyorlar sadece!
Dünyanın, içine sürüklendiği kaos ve katastroftan sâhil-i selâmete çıkabilmesi için seküler-kapitalist paradigmanın dışında bir paradigmaya ihtiyacı var: Böyle bir paradigmayı harekete ve hayata geçirebilecek tek ülke Türkiye''dir. Küresel sistem bunu çeyrek asır önceden gördüğü için Osmanlı coğrafyasına çöreklenerek Türkiye''yi kuşatmaya girişmiştir. Türkiye''deki laikçilerin bu yakıcı gerçeği görebilecek entellektüel ufukları ve donanımları yok, ne yazık ki!
Türkiye''de başörtüsü üzerinden yürütülen mücadele, aslında, Türkiye''nin küresel bir aktör olarak 21. yüzyılı başlatacak bir medeniyet sıçraması yapmaya soyunabileceğini düşünenlerle, Türkiye''nin küresel seküler-kapitalist sistemin uydusu olarak kalmasını isteyen, iddialarını ve ruhlarını yitiren gönüllü acentalar, yani yerli sömürgeciler arasındaki mücadeledir.
Türkiye''nin medeniyet sıçramasına soyunacağını gösteren modelin küçük ipuçlarını, haftasonu 65 sivil toplum kuruluşunun temsilcilerinin katıldığı bir konferans vermek üzere gittiğim Konya''da gördüm. Cuma günkü yazıda 21. yüzyılı Türkiye''nin nasıl başlatabileceğini gösteren ipuçlarını sunan Konya modelini yazacağım.Türkiye neden durdurulmalı; ama durdurulamaz?
Yusuf Kaplan
15/02/2008 Cuma
Son iki bin yıl süresince, dünya tarihinin yapılmasında kilit roller üstlenen en önemli "millet"lerden biri biziz: Bu iki bin yıllık süreçte, Asya''nın içlerinden Avrupa''nın içlerine kadar "yürüdük": Birinci bin yılık süreçte, sadece yaktık ve yıktık. Ama ikinci bin yıllık süreçte ise müslümanlıkla şereflendik ve hem müslümanları, hem de bütün insanlığı şereflendirecek ahlâk, estetik ve adalet ilkelerini hayata geçiren, herkese, bütün farklılıklara hayat hakkı tanıyan asil bir medeniyet tecrübesi ürettik: Üstelik de seküler-kapitalist Batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri bir zaman diliminde, "insanlığın son adası" olarak yaptık bunları.
Başörtüsü sorunu, gerçekte, Türkiye''nin yeniden İslâmî iddialara sahip bir medeniyet fikrinin öncülüğünü yapmaya soyunup soyunmamasıyla ilgili bir sorunun sadece küçük bir parçasıdır. Türkiye''de başörtüsü sorunu üzerinden bu kadar büyük gürültü-patırtının zuhur ettirilmesi, toplumda "bölünme"nin, "kaos"un, "kamplaşma"nın patlak vereceği tehdidinin, daha doğrusu kışkırtmasının yapılması, bu gözlemimi doğruluyor.
Yüzbinlerce ailede hem başörtülülerin, hem başörtüsüzlerin aynı ailenin bir parçası olarak yaşadığını biliyoruz. Ama buna rağmen, birileri, başörtüsü üzerinden, farklılıklar üzerinden Türkiye''nin bölünme, kutuplaşma ve kaos ortamına sürükleneceğini hâlâ söyleyebiliyorlarsa, o zaman bu işin içinde başka "numaralar" olduğu tartışılmaz bile.
Gerçekte, bilinçli ya da biliçaltı sâiklerle tartışılan asıl mesele şudur: Türkiye, uzun vadede, Batı yörüngesinde kalarak, seküler projeleri uygulayarak, yani kendi kendini sömürgeleştirerek, Batılıların karikatürü bir ülke olarak donakalıp, Batı uygarlığının küresel ve haksız hegemonyasının önünde bir engel olmaktan çıkarılmış mı olacak; yoksa Batı uygarlığının felsefî, kültürel, siyasî ve ahlâkî bir kriz yaşadığı; dünyayı cehenneme çevirdiği; gezegeni tahrip ettiği; farklı dinlere, kültürlere ve medeniyetlere kendi paradigmaları doğrultusunda yaşama, varolma ve insanlığın gelişimine katkıda bulunma hakkı bile tanımadığı, dolayısıyla dünyanın "alternatif" bir medeniyet paradigmasına en fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, böylesi bir medeniyet paradigmasını bütün dünyaya sunabilecek derinlikli medeniyet tecrübesine, stratejik imkânlara, siyasî ve ekonomik olarak (D-8 örneğinde gördüğümüz gibi) İslâm dünyasının çıkarlarını birleştirerek, tıpkı ASEAN ülkeleri, tıpkı NAFTA örgütü, tıpkı AB kurumlaşmaları gibi bölgesel ve yarı-küresel ittifaklar gerçekleştirme özgüvenine ve iradesine, hepsinden de önemlisi, bütün bunları hayata geçirmeyi mümkün kılabilecek derinlikli ve herkesi, bütün farklılıkları kucaklayıcı bir ahlâk, adalet, düşünce ve hayat tecrübesine sahip tek "aktör" olan Türkiye, zamanla bu imkânlarını, birikimlerini ve tecrübelerini yeniden hayata ve harekete geçirerek yeni bir medeniyet fikrinin bütün dünyaya sunulmasına öncülük mü edecek?
Asıl mesele, başörtüsü meselesi değil, aksine, Türkiye''nin tatilden eve dönerek, yeniden tarihin yapılmasında kilit rol oynamaya soyunup soyunamayacağı, buna izin verilip verilmeyeceği meselesidir.
Şu ân insanlık olarak tarihî bir dönüm noktasının eşiğindeyiz: Dünya yeni bir medeniyet arayışının eşiğine gelip dayanmıştır. Seküler-kapitalist paradima tarafından u/yutulan Japonların, Rusların, Çinlilerin, Hintlilerin ve Latin Amerikalıların yeni bir medeniyet arayışı içine giremeyecek kadar hadım edildiklerini ve kültürlerinin antropolojik ölü kültürler hâline dönüştürüldüğünü, o yüzden, seküler-kapitalist saldırıya direnme imkânlarını bütünüyle yitirdiklerini görüyoruz.
Dünyayı yeni bir medeniyet arayışının ve hakîkatinin eşiğine götürebilecek tek aktör biziz. O yüzden, Batılılar, Türkiye''nin Batı yörüngesinin dışına çımasına aslâ izin vermek istemiyorlar ve Türkiye''nin İslâmî iddialara sahip olmaması için içimizdeki seküler-sömürge kafalı tipleri, örgütleri ve kurumları her hâl ve şart altında desteklemeye devam ediyorlar. Ve Türk medyasındaki gönüllü acentaları, yerli sömürgecileri kullanarak Türkiye''nin böyle bir yürüyüşe soyunmasını önlemeye çalışıyorlar.
Yerli sömürgeci, seküler Batılıların gönüllü acentalarına sadece şunu söylemekle yetiniyorum: Bütün bunlar, son çırpınışlardan öteye geçmeyecek... Çünkü tarih, bize, kölelerin hiç bir zaman efendi olamadıklarını, yalnızca efendilerinin köleleri olarak "kolonile"rde yaşamaya mahkûm edildiklerini gösteriyor yalnızca...Medeniyet yoksa, medîne de, din de yok olur
Yusuf Kaplan
25/04/2008 Cuma
Peygamberimiz, medeniyet kurmamıştı; ama din de kurmamıştı. Din''in önce “mekke süreci”nde hayat bulmasına, sonra da “medine süreci”nde hayat olmasına aracılık etmişti.
Peygamberimiz, zaten, bilfiil, “mekke süreci”ni de, “medine süreci”ni de hayata geçirmişti; medeniyet sürecinin ise temellerini atmıştı: Peygamberî çağrı, sadece peygamber çağına hasredilmemişti; bütün çağlara ve bütün insanlara hitap ediyordu.
Unutmayalım: Din, medîne ve medeniyet sözcükleri etimolojik olarak da, semantik olarak da, tarihî olarak da aynı anlam dünyasına ait sözcüklerdir. Bize yüklenen teklif, din''i hayata geçirmek. Medeniyet yok olduğu için, din, şu ân''da “Mekke”sinden de, Medîne”sinden de yoksun.
Bu konu, çok önemli bir konu. Eğer, medeniyet süreci işletilemezse, hayata geçirilemezse, din varolamaz; varolsa bile varlığını koruyamaz ve diğer varlıklara hem ulaşamaz, hem de hayat sunamaz.
Başka türlü söylemem gerekirse... Aslolan şey, bizim müslümanca yaşayabilmemiz ve varolabilmemizdir. Kur''ân''ın, ilâhî çağrı''nın atlanan bir boyutu var: İlâhî çağrı, bütün insanlığa ve bütün varlıklara hitap eder. Eğer biz de, müslümanlar olarak, tek bir müslüman şahsiyet olarak bile, diğer bütün varlıkları ve bütün insanları, yani özetle içinde yaşadığımız dünyayı ihata edecek şekilde Kur''ân''ı anlama çabasını ıskalarsak, Kur''ân''ı anlayalamayız. Başka bir ifadeyle, Kur''ân''ın sadece müslümanlara hitap ettiğini düşünerek hareket edersek, Kur''ân''ı anlamakta zorlanırız.
Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: Bir mümin, eğer, sadece İslâm''ı bilmekle yetinir; Kur''ân''ın sadece İslâm''la ilgili emirlerini ve nehiylerini alırsa, İslâm''ı hem anlayamaz; hem de hayatına aktaramaz; üstüne üstlük de, Kur''ân''ın müslümanları ve İslâm''ı konu edinen çağrılarının dışındaki çağrılarını ıskaladığı için, gözardı ettiği için, aslında Kur''ân''ın bizatihî kendisini, dolayısıyla ilâhî çağrı''yı ıskalmış, bir bütün olarak idrak edememiş olur.
Özetle, Kur''ân, sadece müslümanların ve İslâm''ın kitabı değildir. Kur''ân, elbette ki, münhasıran İslâm''ın kitabıdır; ama Kur''ân''ın hitabı, sadece müslümanlara değildir. Hâl böyle olunca, müslümanlar sadece İslâm''la ve kendileriyle ilgili hitapları muhatap aldıkları zaman, Kur''ân''ı bir bütün olarak muhatap almamış olurlar. Böylelikle, sorumluluklarını yerine getiremedikleri için, insanlığın felâkete sürüklenmesinin doğrudan sorumluluları olmuş olurlar.
Mekke ve Medine süreçleri, vasatı oluşturur. Mekke sürecinde İslâm ferdî düzlemde hayat bulur; medine sürecinde ictimaî düzlemde hayat olur. Medeniyet sürecinde ise ferdî ve ictimâî düzlemler kürevî düzlemde hayatiyet kazanır.
Medeniyet, bütün çağları ve bütün çağların insanlarını ihata eder. Her medeniyetin kendine özgü bir çağı, kendine özgü bir zeitgeist''ı vardır; ama bir medeniyet, ancak diğer çağlara enlemesine ve boylamasına, derinlemesine ve yoğunlaşarak açılabildiği, diğer çağlarla ilişkiye, irtibata, temasa geçebildiği ândan itibaren olur, oluşur ve varolur. Bütün çağlara açılamayan medeniyetler, kendi çağlarını, kendine özgü bir çağı da kuramazlar.
Mekke ve Medine süreçleri, esas itibariyle müslümanı ihata eder; müslümana ve müslümanlara hayat bahşeder. Medeniyet süreci ise, müslümanların aynı zamanda müslüman olmayanlara da hayat bahşettikleri bir “imkân”dır. Medeniyet''in ruhunu, Mekke ve Medine süreçlerinde oluşturulan vasat''ın ruhu oluşturur.
Mekke''siz ve Medine''siz medeniyet olmaz. Medeniyet olmadan da İslâm''ın çağrısı, bütün insanlığa ulaşamaz; dolayısıyla İslâm''ın çağrısının sürekli olarak kendisini tazeleyebilmesi imkân dahiline giremez. Medine sürecinde, İslâm, müslümanlar için hayat oldu; gayr- müslimler ise hayat buldu. Medine, gayr-ı müslimlerin mekke''sidir. Medeniyet ise, gayr-i müslimlerin medine''sidir.
Her dinin medinesi vardır; olmak zorundadır. Din''lere [inançlara, düşüncelere] saldırmak, hayat hakkı tanımamak demek, medinelere hayat hakkı tanımamak demektir. Medine, peygamberlerin yurdudur. O yüzden Kitabımız, bütün peygamberlerin, medîne''lere / şehirlere gönderildiğine özenle dikkat çeker. Peygamberler, medineye, medeniyet tohumları ekerler. Medeniyet tohumları, medinenin hayatiyetini sürdürme kaynaklarıdır. Hayatiyetini sürdüremeyen medine, hayatını da, dolayısıyla varlığını da yitirmekten kurtulamaz. Medeniyetin yitmesi, medinenin çökmesiyle, dinin de çözülmesi ve yok olmasıyla sonuçlanır. Medeniyet yittiği için İstanbul / medîne bitmiştir; din çözülmüştür.
Özetle, “mekke”, oluş / kevn''dir; “medine” varoluş / mekândır; medeniyet ise oluş''u ve varoluş''u varkılma imkânıdır.
Not: Bu yazıyı “yazdırttığı” için Gülnihal Ümit kardeşime teşekkürler...Laikçilik zırhıyla Türkiye"yi satıyorlar!Yusuf Kaplan
28/04/2008 Pazartesi
1908 gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim darbesi, bizim tarih yapan bir ülke konumundan tarihte tatil yapan bir ülke konumuna yuvarlanmamıza yol açan bir milattır. Türkiye''nin bağımsızlığını yitirişinin ve küresel sisteme teslim bayrağı çekişinin miladıdır. Bu darbe, özellikle de İngilizlerin büyük oyunlarıyla içerdeki “Balkan şebekesi” tarafından gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı''nın Abdülhamid''le birlikte küresel bir meydan okuma geliştirdiğini çok iyi gören İngilizler, Osmanlı''daki gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim unsurları, kışkırttılar: Sadece Abdülhamit döneminde, Jöntürk denen ama büyük ölçüde gayr-ı Türklerden ve gayr-ı müslim maşalardan oluşan “şebeke”, Osmanlı''yı çökertmek için Avrupa''da tam 95 dergi ve gazete yayımlamıştır. Böylesine inanılmaz bir ihanet şebekesine dünyada rastlayabilmek çok zordur. Osmanlı''nın bağrına bastığı gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim şebeke, dünya konjonktürünün değiştiği, milliyetçiliklerin pıtrak gibi bittiği bir zaman diliminde, en zayıf yerinden Osmanlı''yı sırtından hançerlemekten çekinmemiştir.
Gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim şebeke, Milliyet gazetesinde 1952 yılında yayımlanan bir yazıda belirtildiğine göre, o vakitler, Türkiye''nin ekonomisine hâkimdi.
İşte Menderes, bu durumu gördüğü için Türkiye''nin ilk “millî sanayi hamlesi”ni başlatarak iki büyük sıçramaya imza atmıştır: Birincisi, Türkiye''de yerli bir sanayinin kurulması konusunda devrim yapmıştır. İkincisi de, Türkiye''nin tersyüz edilen rotasını, aslî rayına oturtmaya çalışmak olmuştur. Aynı şey, Özal döneminde de, kısa süreli ve son 50 yılın en başarılı yönetimi olan Erbakan hükümeti döneminde de ve şu ân Erdoğan döneminde de yapılmaya çalışılmaktadır.
Tabiî bu tür büyük hamleleri küresel konjonktürü bütünüyle karşınıza alarak yapamazsınız. Dolayısıyla yabancı sermayenin ülkenin ekonomisini kontrolü altına alma girişimlerine karşı çok müteyakkız olmak zorundasınız. Bu konuda yüzde yüz başarılı olunamayacağını insaf sahibi herkes teslim eder. Hele de ülkenin ekonomisinin büyük ölçüde gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim unsurların kontrolünde olduğu bir zaman diliminde, bunu tam olarak başarabilmek gerçekten çok zordur. Adamı “götürürler”.
Nitekim, Menderes, hem küresel konjontürü, hem de içerdeki küresel güçlerin çıkarlarını korumakla görevli gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim parababalarını karşısına alma cesareti göstererek Rusya ile büyük bir ticarî ve stratejik bir işbirliği projesi ve nükleer proje geliştirme çabası içine girince idam edilmiştir.
Aynı şey, rahmetli Özal''ın da başına gelmiştir. Özal, küresel konjonktürü çok iyi okuyarak bu ülkede yerli ve İslâmî bir sermayenin oluşmasının temellerini atmıştır. Türkiye''nin millî ekonomisini büyütmüştür. Türkiye''ye bu anlamda çağ atlatmıştır. O yüzden küresel sistemin babaları ve onların içerdeki gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim maşası olan İstanbul dükalığı, Özal döneminde kat be kat güçlenmelerine rağmen, Özal''ın öldürülmesinde birinci derecede rol oynamakta bir sakınca görmemiştir.
Aynı şey, Erbakan''ın da başına gelmiştir. Erbakan kısa bir süre içinde Türkiye''nin hem ekonomisini rahatlatmış, hem Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi olan D-8 Projesini hayata geçirmiş; içerdeki -rantiyeciler dediği- medyaya ve sermayeye hâkim olan gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim şebekeye büyük darbe vurmaya kalkışınca, laikçilik söylemini koruyucu zırh gibi kullanan gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim şebeke ve küresel patronlarının desteğiyle siyasî hayatı bitirilmiştir.
Şimdi aynı oyun, Erdoğan''a karşı da tezgahlanmaktadır. Sanırım bu kez, bu oyun püskürtülecek gibi. Çünkü sivil ve askerî bürokrasi Türkiye''nin yaklaşık 100 yıldır nasıl berbat bir oyunun kurbanı olduğunu ilk kez kavramaya başlamış gibi görünüyor.
Özetle, Türkiye, laikçi şebekeden çektiği kadar kimseden çekmemiştir. Laikçi şebeke, Türkiye''nin büyüme imkânları yakaladığı, tarihî roller oynama yönünde adım attığı her anda, laikçilik zırhının arkasına sığınarak, bu ülkenin İslâmî kimliğini, birikimini, tecrbesini, ruhunu, iddialarını “irtica yaygarası”yla hedef tahtası hâline getirmekten çekinmemektedir.
Bu şebekenin siyasî uzantıları, Türkiye''yi inim inim inletmişlerdir. İnönü, Türkiye''yi kitlesel açlığın ortasına getirip bırakmıştır. Laikçi şebekenin diğer örnekleri Türkiye''de dişe dokunur hiç bir büyük atılıma ve açılıma imza atamamışlardır. Ama bu arada laikçi şebekenin gayr-ı Türk ve gayr-ı müslimlerden oluşan İstanbul dükalığı, her dönemde büyük çıkarlar elde etmeyi her zaman başarmıştır.
İşte, bu çıkarların önü kesilmeye başlandığı içindir ki, Türkiye büyük bir siyasî ve ekonomik kaosun ve belirsizliğin eşiğine sürüklenmeye çalışılıyor.
Ama laikçilik zırhına sığınan siyasî ve ekomik şebekenin gücünü küresel sistemden aldığını unutmayalım. AKP iktidarının hem küresel sistemle, hem de içerdeki uzantılarıyla mücadele ettiğini görememek Türkiye''de kamuoyunu yönlendiren medyaya bu şebekenin hâkim olmasından kaynaklanıyor. Ama medya şebekesinin Türkiye''nin değil, laikçilik zırhıyla küresel sistemin çıkarlarını koruduğu artık görülmeye başlanmıştır.Yeni sömürgeciliğin keşif kolu:
Yusuf Kaplan
2/05/2008 Cuma
Hem uzunca bir süre BBC''de çalışan, hem de bir medya teorisyeni olan Martin Esslin, medya konusunda ürpertici bir tespitte bulunur: "Günümüz medeniyetinin başka hiç bir faktörü, -ne eğitim sistemi, ne din, ne de bilim ve sanat- televizyonda sunulan [görünüşte kurmaca] dünya[lar] kadar kök salmış, onun kadar etkin, toplumun bireylerinde onun kadar toptan kabul görmüş ve yaşantı hâline getirilmiş değildir."
***
Türkiye''deki medya rejiminin yapısı ve görünümü, aslında Türkiye''nin yaşadığı temel sorunların "ayna imge"si gibidir. Türkiye, bir yandan, patolojik sonuçlar doğuran köklü bir medeniyet buhranı yaşayan, öte yandan da, yaşadığı sorunların nedenlerini kavrayıp köklü çözümler geliştirme yoluna gitmek şöyle dursun, adeta yaşadığı hayatî sorunların üstünü sürgit kalın bir şalla örten, perdeleyen; sonra da, her şeye bu toplumun derin medeniyet tecrübesinin sunduğu kuşatıcı anlam haritalarıyla bakmak yerine, bu anlam haritalarının kökünü kazımakla uğraşan ürkütücü bir kendi-kendini sömürgeleştirme tecrübesi yaşayan dünyanın tek ülkesidir.
İşte Türkiye''deki medya düzeni ve düzeneği, Türkiye''de zorla, tepeden monteleme yoluyla dayatılan, bütün kurumları ve bütün kavramları sekülerleştirilerek İslâm''dan arındırılan köksüz, tabansız, dayanaksız nevzuhûr bir insan ve toplum tipi icat etmeye çalışan sekülerleşme projesinin bir aracı ve uzantısıdır.
Türkiye''de retoriksel kaygılarla ve retoriksel yöntemlerle zoraki olarak uygulanan ve dünyada hiç bir benzeri olmayan radikal sekülerleşme projesi, nasıl toplumun tarih şuurunu, medeniyet şiarlarını ve müşterek meşairlerini yıkıcı tahripkâr bir metamorfoz ve mutasyon projesine dönüşerek, bu toplumun medeniyet iddialarını, rüyalarını, ideallerini yok etmiş, toplumumuzun varlık nedenini ve tarihin akışını değiştiren yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini oluşturan anlam haritalarını parçalamış, omurgasını çökertmiş, toplumumuzu tarih yapan asil bir toplum tipinden, tarihten tatil yapan köleleşme / nesneleşme özellikleri öne çıkan kişiliksiz ve kimliksiz bir toplum tipine dönüştürmek gibi tehlikeli, yok edici bir sürecin eşiğine getirip bırakmışsa, aynı şekilde, Türkiye''de hâkim olan medya düzeni ve düzeneği de, toplumumuzun tarih yapıcı, medeniyet kurucu ve çığır açıcı iddialarının, ideallerinin, rüyalarının ve ruhunun yok edilmesi sürecinde, hiç bir sömürgeci ülkenin ve hiç bir yabancı medyanın yapamayacağı kadar bu toplumu büyük bir yok oluş mevsiminin eşiğine fırlatan bir iş ve işlev görüyor.
Resmî sekülerleşme projesi, toplumumuzun temel dinamiklerini dinamitleyecek adımları atarken, seküler Türk medyası da bu adımların kökleşmesine, meşrûlaşmasına zemin hazırlayacak vasatı oluşturuyor; Türk toplumuna bu toplumun anlam haritalarıyla, medeniyet idealleriyle, tarihî tecrübesiyle hiç bir ilgisi olmayan seküler ikonlar, tipler, mitler sunuyor; Türkiye''ye özgü seküler bir medya paganografisi ve ikonografisi üreterek toplumumuzu sömürgecilerin yapamayacağı kadar kimliksiz, kişiliksiz, iddiasız, idealsiz, rüyasız, ruhsuz bir toplum hâline getirecek medyatik bir işgal ve yıkım harekâtı yürütüyor. Biz de yapılanları sanki bu medyatik sömürgeleştirme biçimi normalmiş gibi "alık alık" seyrediyoruz.
Oysa, dünyanın hiç bir ülkesinin medyasında bırakınız görebilmeyi, tahayyül bile edilemeyecek bir medyatik kendi kendini sömürgeleştirme sürecinin kurbanları hâline getiriliyor Türk toplumu.
Özetle, Türkiye''deki seküler medya düzeni ve düzeneği, toplumumuzun kültürel ikonografyasını ve mitoğrafyasını, zihnî coğrafyasını ve kozmoğrafyasını tanınamayacak hâle gelecek kadar tahrip eden en önemli ve en tehlikeli kendi kendini sömürgeleştiren bir araç konumuna yükselmiştir.
Martin Esslin''in tespiti, sanki özellikle Türk toplumu için yapılmış gibi: Çünkü Türk toplumunun ruhunun, omugasının, tarih şuurunun, medeniyet ufkunun çökertilmesinde sözümona "Türk" medyası, yeni-sömürgeciliğin ayartıcı öncü keşif kolu gibi çalışıyor. Eğer bu süreç tersine döndürülemezse, Türk toplumunun varlığını bile sürdürebilmesi çok zorlaşabilir.
İşgal ve fetih: Hayal ve rüya
Yusuf Kaplan
20/06/2008 Cuma
Fetih ile işgali aynı şeylermiş gibi kullanmaya başladık son zamanlarda. Fethi, işgal ile özdeşleştirmeye kalkışmak bir pergelini şaşırmışlık hâli ve göstergesidir: Fethi, kefer-i fecere''nin işgaliyle, sömürgecilikleriyle karıştırmak zihnimizin iğdiş edilmiş olduğuna delâlet eder.
Oysa fetih, her şeyden önce, fatihlerin ve mücahidlerin nefisleriyle kıran kırana giriştikleri bir nefs terbiye ve tezkiyesinin, bir arınma, bir kendini tanıma, zaaflarını aşma ve kendinden taşmanın adıdır. Fetih, zorlu bir çilenin, üstad Necip Fazıl''ın deyişiyle “bir oluş sırrı” çilesinin hem adı, hem de eseridir.
Fetih, büyük rüyalar sonrasında hayat bulur; işgal ise amansız ve acımasız hayallerin zuhuratı ve vukuatı olan şer-şeytan bir eylemdir. Hayal, dünyevî bir serkeşlik, sarhoşluk ve “uyanıklık” hâlidir; rüya ise öte kaygısının, sâhibini ötelere, ötelerin ötesine ulaşma azmi ve cehdi ile harekete geçiren bir ayıklık ve varoluş hâlidir; derûnî “bir oluş sırrı”dır.
İşgal, hayalcilerin işi ve meşgalesidir; fetih ise büyük rüyalar gören gönül “er”lerinin, insanı kendi varoluş sırrına erdiren gazâ ve cehdlerinin işi. İşgalciler, hayalperest ve maceraperest kişilerdir. Bu nedenledir ki, işgalcilerin yaptıkları her işin, attıkları her adımın, gördükleri her büyük hayalin hayalete dönüşmesi, hayatı zehir etmesi kaçınılmazdır. Oysa büyük rüyaların adamı olan fatihlerin attıkları her adımın, yaptıkları her işin, sadece insanlara değil, her şeye, her varlığa hayat bahşetmesi tabiîdir.
Örneğin, Avrupalı hayalperest ve maceraperestlerin girişimleri 1492 yılında hem Endülüs''ün, hem de Amerika kıtasının işgaliyle ve işgal edilen topraklardaki medeniyetlerin köklerinin kazınması ve kurutulmasıyla sonuçlanmıştır. Oysa Müslümanların İspanya''yı fetihleri, bir hayalperestliğin ve maceraperestliğin ürünü olmadığı için İspanya''da hem yepyeni bir medeniyetin çiçeklenmesiyle, hem de orada varolan diğer dinlerin ve kültürlerin hayat bulmalarıyla neticelenmiştir.
Yine bu nedenledir ki, Endülüs, Avrupalı maceraperestler ve “barbar”lar tarafından işgal edildiğinde, işgalcilerin estirdiği terör havası, hem bu barbarların, insanlığın ilim, kültür, düşünce ve sanat zirvesinin şaheserlerini ortaya koyan Endülüs medeniyetini gözlerini kırpmadan yerle bir ederek yoketmelerine neden olmuş, hem de bu terör havasından kurtulmak isteyenlerin İslâm medeniyetinin parlayan ve yükselen yeni yıldızı olan bir başka İslâm yurduna, “barış / İslâm” ve adalet yurdu Osmanlı ülkesine sığınarak hayatlarını ve dünyalarını emniyet ve güven altına alabilmeleri mümkün olabilmiştir.
Görüldüğü gibi, işgal ile fetih''i aynı şeylermiş gibi görmek ve göstermek büyük bir gaflet, dalalet ve cehâlettir: Çünkü işgal, hayalcilerin tahrip ve yıkım eylemidir; oysa fetih, hayata ruh katan, insana oluş ve varoluş sırrını keşfettiren, herkese ve her şeye hayat bahşeden bir büyük rüyanın tahakkuk etmesi, “barış / İslâm”, esenlik ve adalet yurdunun tesis edilmesi fiilidir.
Fethin sırrı, fatihe, oluş ve varoluş sırrını bahşetme gücünde gizlidir: Bu da fethin, her şeyden önce kalpleri, gönülleri açan (=iftah), insanın hem iç dünyasını keşfetmesine, hem de dış dünyanın perdelerini aralamasına imkân tanıyan çok yönlü, zâhirî ve bâtınî bir anahtar (=miftah) olmasıdır: Fâtih, açan demektir; fetih ise oluş ve varoluş sırrına açılabilmek... Fetih, sürekli bir oluş ve olgunlaşma, dolayısıyla kendini ve dünyayı keşif, kendini ve dünyayı aşma hâlidir; işgal ise olmak değil, sâhip olmak; kendini aşmak değil, bencilleşmek; dünyayı barış ve adalet yurdu hâline getirebilme cehdi değil, zulmet, şirret ve şiddet agorası hâline dönüştürme gayreti demektir. Fetih, bir çile işidir; işgal ise hile ve desise. Fetih, hamken yanmak ve pişmek cehdi ve gayreti; işgal ise hamların daha bir azmanlaşmaları ve her şeyi yakıp yıkmaları eylemi.
Not: 6 yıl önce yayımlanan bu yazıyı, kısaltarak yeniden yayımlıyorum
.Tarihi biz yapacağız; ama önce öncü kuşak şart
Yusuf Kaplan
30/06/2008 Pazartesi
Sabancı Üniversitesi tarafından düzenlenen bir Osmanlı tarihi “yarışma”sında, ödüllerin hepsinin yabancılara gitmesi yaşadığımız entelektüel travmanın bizi nasıl ürpertici bir anaforun ortasına fırlattığını göstermesi açısından oldukça düşündürücü. Öyle anlaşılıyor ki, tarih, hele de Osmanlı tarihi, Türklere bırakılamayacak kadar önemli Amerikalılar, Avrupalılar ve İsrailliler için. Ödülleri, ABD''li, Avrupalı ve İsraillilerin alması -bizim açımızdan yüz kızartıcı da olsa- bunun bir göstergesi çünkü.
Bu konuyla ilgili Beşir Ayvazoğlu ile Hilmi Yavuz önemli yazılar yazdılar. Zaman yazarlarının dışında bu meseleyle ilgilenen başka bir yazara rastlayamadım.
Tarihini yitiren bir toplum, geleceğini de kuramaz. Büyük tarihçi Braudel, “bugünü anlayabilmek için, tarihi seferber etmek zorundayız” demişti. Bizim bugün, bugünü anlamak gibi bir kaygımız da yok; geleceğimizi kurabilmek için tarihi seferber edebilecek entelektüel ufkumuz da, psikolojik mecalimiz de.
İbn Haldun''dan Toynbee''ye kadar bütün büyük tarih felsefecilerinin altını çizdikleri yakıcı bir gerçek var: Tarihi, öncü kuşaklar yapar. Peki, tarihini yitiren, bu yüzden de, önünü de arkasını da göremeyen kuşaklar ne yapar? Amiyane tabirle, “nal toplar” ve “yapay kavgalar yapar” yalnızca.
Türkiye''deki jakoben ve seküler eğitim sistemi, tarih şuurumuzu da, tarihte ürettiğimiz ve başkalarına hâlâ ilham kaynağı olmayı sürdürdüğü anlaşılan tarihî şiarlarımızı da târumâr etti. Bizi çorak bir ülkenin, kurak bir entelektüel iklimin ortasına fırlattı.
Tarihsiz bir millet, talihsiz bir millettir; tarihî ben''ini, tarih şuurunu, tarihî derinliğini ve tarihî şiarlarını yitirmiş ve tarihte tatile çıkmıştır çünkü.
Tarihi öncü kuşakların yaptığını söyledim. Peki, talihsiz bir milletin, tarihte tatile çıkmış bir milletin kendisine öncülük edecek; zihnini, önünü ve ufkunu açacak öncü kuşakları var mıdır? Ne yazık ki, yoktur. Tarihi yok olan bir milletin, tarihi yapan öncü kuşakları da olmayacaktır tabiatıyla.
Ama yeniden tarih yapmak istiyorsak, tarih yapmamızı, yeniden tarihî bir yolculuğa çıkmamızı mümkün kılacak öncü kuşaklar yetiştirmek zorundayız. Aksi takdirde, üstelik de tarihin yeniden yapıldığı; siyasî, kültürel, entelektüel, stratejik haritaların yeniden çizildiği bir zaman diliminde, hem yok olmaktan kurtulamayız; hem de Batı uygarlığı gibi başkalarına hayat hakkı tanımama ilkelliği ve barbarlığı göstermek yerine, Osmanlı medeniyet tecrübesinde en mükemmel örneğini gördüğümüz, herkesi, bütün farklılıkları kucaklayabilen, herkese hayat ve varoluş zemini sunabilen muazzam bir tarihî tecrübenin inkârcı, mirasyedi, haramzâde çocukları olarak yeniden tarihin yapılmasında üstlenmemiz gereken mükellefiyeti ve mesuliyeti üstlenememenin faturasını çok ağır öderiz.
Osmanlı medeniyet tecrübesinin çocukları olarak, bugünü ve yarını inşa edebilecek bir ufuk ve derinlikle tarihi seferber edecek bir öncü kuşak yetiştiremez ve bu öncü kuşağın insanlığın önünü açacak asil bir yürüyüşe öncülük etmesini sağlayacak bir açılım ve atılım gerçekleştiremezsek, dünyanın büyük felâketlerin ve çıkmaz sokakların ortasında kıvranmasının yegâne sorumlusu biz oluruz.
Eğer tarihî mükellefiyetimizi ve mesuliyetimizi müdrik olarak hareket edip bütün insanlığı yeniden tarihe girdirecek yeni bir medeniyet yürüyüşüne öncülük edecek bir yolculuğa çıkamazsak ve bu yolculuğu gerçekleştirecek öncü kuşaklar yetiştiremezsek, seküler ve neo-pagan Batı uygarlığının derin bir felsefî kriz yaşadığı; Çin, Hint ve Japon doğu hikmet geleneklerinin seküler Batı uygarlığının sömürgecilik, emperyalizm ve (şimdi de özellikle medya vasıtasıyla zihinlerimizin efendileri, işgalcileri ve şekillendiricileri konumuna geçmelerini sağlayan) yeni-sömürgecilik saldırılarıyla birlikte antropolojik, ölü kültürlere dönüştüğü ve hadım edildiği bir zaman diliminde, insana ne olduğunu hatırlatarak insanlığını yeniden iade edecek peygamberî sözü ve soluğu yeniden üfleyebilecek, yeryüzünde -400 yıllık Kudüs örneğinde olduğu gibi- en çatışmalı ve kaotik yerlere bile adaleti, hakkaniyeti, barışı ve kardeşliği armağan edebilecek yeni bir medeniyet hamlesini yalnızca bizim gerçekleştirebileceğimiz gerçeği bizimle birlikte tarih olacak.
O yüzden, yok olmamak, varolabilmek ve herkesi varedebilmek için önce öncü kuşak şart, diyorum.
Not: Gönül, zihin ve eylem eri öncü kuşağın en mütevazi ve en güzel temsilcilerinden Sabahattin Zaim''den sonra Ahmet Yüksel Özemre Hocamızı da rahmeti rahmana uğurladık. Ektikleri tohumların, bir rahmet pınarı gibi yemişler vermesini ve yeni öncü kuşakların yetişmesine izin vermesini Cenâb-ı Hak''tan niyaz ediyor, Zaim Hocamızı da, Özemre Hocamızı da rahmetle ve hürmetle anıyorum.Çete tasfiye edilemezse Türkiye tasfiye edilecek
Yusuf Kaplan
4/07/2008 Cuma
Türkiye''de sistem çökmüştür: Türkiye''deki sistem güdümlü, ithal bir sistemdi. Türk toplumunu zamanla bütünüyle tarihten uzaklaştıracak bir sistemdi.
Türkiye''yi modernleştirmek, sekülerleştirmek, çağdaşlaştırmak gibi sloganlarla uygulanan sistem, Türkiye''yi tarihten uzaklaştırmakla sonuçlanmıştır.
Bugün geldiğimiz noktada, bütün iddialarını yitirmiş, büyük dünya devletlerinin bizi görünce yüzümüze, arkamızı dönünce hâlimize güldüklerini, kahkahalar, şampanyalar patlattıklarını artık daha iyi görmeye başladık.
AB projesi, Türkiye''yi demokratikleştirme projesiydi: Nitekim AB üyeliğine giden sürece girdiğimizden bu yana bu konuda şu ya da bu şekilde de olsa bir mesafe kat edildiğini söyleyebiliriz.
Durum ne olursa olsun, şunu göremiyoruz bile: AB, Türkiye''nin tam olarak demokratikleşmesini istemez. Çünkü Türkiye''nin tam demokratikleşmesi demek, orta ve uzun vadede Türkiye''de halkın kendi iradesinin siyasete, kültüre, düşünceye, sanata ve sosyal hayata yansıtması demek. Türkiye''nin geleceğini halkın belirlemesi demek.
Ancak Batılıların (hem AB ülkelerinin, hem de ABD ülkelerinin) Türkiye''ye biçtikleri demokrasi anlayışı bu değil. Onlar, demokrasiyi, tıpkı laiklik gibi yeni-sömürgeciliğin keşif kolu olarak algılıyor ve uyguluyorlar bütün dünyada.
Şunu demek istiyorum: Batı''da demokrasi, halkın iradesinin her alana yansıması anlamına geliyor. Ama Batılıların Batı dışına ihraç ettikleri demokrasi, aynı anlama gelmiyor ve aynı işlevi görmüyor: Tam aksine, halkın iradesinin bitirilmesi anlamına geliyor. Bu birkaç düzlemde işliyor:
Birincisi, demokrasi ihraç edilecek toplumların, varoluş iradeleri yok ediliyor önce. Ülkeler, karıştırılıyor. Renkli devrimler kışkırtılıyor. Burada demokrasi sadece yeni oyunun adı. Ortada görünüşte demokrasi var; ama gerçekte, ülkeler parçalanıyor. Makro düzlemde bir ülke teslim alınmış oluyor.
İkincisi, demokrasi ihraç edilen toplumların siyasî-coğrafî yapıları, yeniden şekillendiriliyor. Bu kez mikro düzlemde bir toplumun varoluş iradesi yok edilmeye çalışılıyor: Ülke içindeki etnik kimlikler kışkırtılıyor.
Üçüncü yöntem, hem birincisine, hem de duruma göre ikincisine zemin hazırlayan bir yöntem: Bu -kez demokrasi ihraç edilen toplumların kültürel, zihnî ve gündelik hayat tarzları, yani varlık nedeni topyekûn yasal düzenlemelerle Avrupa''ya sözümona uyumlu hâle getiriliyor. Toplum tepeden tırnağa sekülerleştiriliyor: Tüketim toplumu hâline getiriliyor: Popüler kültürün en pespaye ürünleri kitleleri hayattan kaçırıyor; siyasî-ekonomik olarak sıkıntı yaşayan toplumların beline asıl vurucu darbe bundan sonra vurulabiliyor.
AB dönem başkanlığının Fransa''ya geçmesinden sonra Kouschner tarafından yapılan açıklama, şimdiye kadar bize ezberletilen bütün AB ilkelerinin, normlarının, değerlerinin mesele AB dışı ülkelere gelince bütünüyle masal olduğunu kanıtlayacak kadar ürpertici ama zihin açıcı: Söylenen şey aynen şöyle: “Türkiye''de demokrasinin gelişmesinde ordu belirleyici rol oynamıştır.”
İnanılır gibi değil. Neymiş: Türkiye''de ordu, demokrasinin gelişmesinde belirleyici ve önemli roller oynamış. Bunları niçin söylüyor Frenk cambazı? Elbette ki, AKP''nin kapatılmasının demokrasiye aykırı olamayacağını ifade etmek için ve bunun için de açık açık “bunun Türkiye''nin bir iç meselesi olduğunu” telaffuz edebiliyor!
Bütün bunlar, bizi kaçınılmaz olarak şu noktaya getirmeli: Türkiye''de nasyonal sosyalist, şirret, ilkel, vicdansız, inanılmayacak kadar küçük bir azınlık Türkiye''nin kaderine şimdiye kadar hükmetti. Tam da Batılıların yapmak isteyip de kendilerinin yapamayacakları cinayetleri işledi: İslâm şeytanlaştırıldı; Siyasî, kültürel, entelektüel ve sosyal hayattan uzaklaştırıldı; bireysel alana hapsedildi.
Artı, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, medeniyet iddialarını yitirmiş, azınlık otokraksisi, Türkiye''nin burnundan getirmeye başladı: Omurgasını çökertti. Ekonomiyi, medyayı, siyaseti, bürokrasiyi, bütün bunların en tepe noktasını gayr-ı Türk ve gayr-müslimlerin eline teslim etti.
Bu azınlık, Türkiye''ye kan kusturdu. Türkiye''nin önünü tıkadı. Seçimle işbaşına gelen iktidarları alaşağı etti veya ettirdi. Türkiye''nin dünyaya Batılıların kapıkulu olmaktan başka bir şey söylemeyeceğini söyledi. Laikçilik diye bir şey icat etti ve bunun dünyanın en büyük siyaset, toplum, sanat, düşünce ve hayat felsefesi olduğunu zannetti. Ve bu saçma sapan şeye “aydınlanma devrimi” diye inandı üstelik de.
İnanılır gibi değil. Türkiye, eğer Türkiye''nin omurgasını çökerten, elini kolunu bağlayan, tarihî yürüyüşünü sona erdiren ve sadece laik küresel sistemin çıkarlarını korumaktan başka hiçbir iş yapmayan bu hastalıklı, marazî, şirret, ilkel çetelenme yapılanmasını çökertemezse, tasfiye edemezse, Türkiye tasfiye edilmiş olacak. Leş kargaları kapıda bekliyor bunun için.
Hedef, ABD değil, polis, dolayısıyla Türkiye"dir
Yusuf Kaplan
11/07/2008 Cuma
Her şeyden önce, ABD''nin İstanbul Başkonsolosluğu''na yapılan menfur saldırıyı şiddetle kınamak gerekiyor. Bu saldırı neden yapıldı, neden şimdi yapıldı ve saldırının arkasında kimler var? Bu sorulara verilen cevaplar, ne yazık ki, her zaman olduğu gibi açıkça hedef saptıran cevaplar.
Bu saldırının zamanlaması, planlaması ve hedefi, oldukça ilginç.
Ergenekon soruşturmasının sonuçlanmak üzere olduğu bir sırada bu saldırının yapılması, özellikle önem arzediyor. Saldırının gerçekleştiriliş biçimi de oldukça düşündürücü ve sinsice. Saldırının hedefiyle ilgili yapılan açıklamalar da tam anlamıyla hedef saptırıcı.
Saldırıyla ilgili yapılan ilk açıklamalardan biri, ABD Büyükelçisi Ross Wilson''ın açıklamasıydı. Büyükelçi, saldırının "ABD''yi hedef aldığını" ve "El-Kaide tarafından gerçekleştirildiğini" hemencecik ilan ediverdi. Bütün dünya medyası, bu açıklamayı eksene alarak duyurdu İstanbul''daki saldırıyı izleyicilerine / okuyucularına.
Laikçi Türk medyası da hedefin Amerika olduğunu ve saldırının El-Kaide veya başka bir İslâmcı örgüt tarafından gerçekleştirildiğini, sorgusuz sualsiz aktarmakta bir sakınca bile görmedi.
Saldırının ABD Konsolosluğu''nun önünde yapılmış, olması, saldırının hedefinin ABD olduğu izlenimini verdirtiyor. Ama saldırının asıl hedefi, ABD değildi bana göre. Saldırının asıl hedefi, Türk polisi, yani Türk emniyeti, dolayısıyla AKP''nin yönettiği Türkiye''ydi. ABD konsolosluğunun seçilmesi, hedef saptırmaya dönük/tü.
Türkiye''yi yaklaşık yarım asırdır ABD''ye NATO üzerinden göbekten bağımlı hale getiren laikçi çete veya derin devlet yapılanmasının uzantılarından biri, belki de omurgası olan Ergenekon operasyonunun ciddi boyutlar kazandığı, neredeyse sonuçlanmak üzere olduğu bir sırada bu saldırının gerçekleştirilmiş olması kesinlikle tesadüfi değil. Saldırıyla, spesifik olarak, Ergenekon soruşturmasını başarıyla gerçekleştiren, çete örgütlenmesini çökertmeye ramak kalan Türk polisi, Türk emniyeti vurulmak istenmiştir. Ama bu saldırıyla, genel olarak, Türkiye''nin belini büken, yüzlerce, hatta binlerce faili meçhul cinayeti gerçekleştiren derin çete yapılanmasının Türkiye''yi tam bir kaos ve istikrarsızlık ortamına sürüklemesi arzu edilmiştir.
Gerek ABD''lilerin, gerekse laikçi, derin devletçi, çeteci, baroncu, biraderci sözümona Türk medyasının saldırının ABD''yi hedef aldığı ve El-Kaide veya başka bir İslâmcı örgüt tarafından gerçekleştirildiği haberleri, sadece hedef saptırmaya dönük haberlerdir.
Türkiye''de ülkenin belini büken, Türkiye''yi tam bir sosyolojik ve ideolojik bölünmenin eşiğine getiren laikçi, nasyonal sosyalist (yani faşist) şebeke çökertilmeye çalışılırken böyle bir saldırının olması oldukça düşündürücüdür. Ayrıca bu saldırı, öyle anlaşılıyor ki, son saldırı da olmayacaktır. Türkiye, ne kadar nasyonal sosyalist, ulusalcı, dolayısıyla faşist ve Amerika''nın çıkarlarına hizmet eden şirret şebekeden yakasını kurtarmaya çalışırsa, bu tür saldırılar ve karışıklıklar olacaktır.
Türkiye''deki nasyonal sosyalist, laikçi ulusalcı-faşistler, bu laikçi ve İslâm düşmanı ideolojileriyle, sadece Amerika''nın çıkarlarına hizmet ediyorlar. Türkiye''deki laikçi şebeke, nasyonal sol / sosyalist çete, ne kadar güçlenirse, Türkiye o kadar zayıflar, İslâmî iddialarını o kadar yitirir ve ABD''nin güdümüne de o kadar fazla girer.
Bu tür saldırılar, Türkiye''de laikçi şebekeyi güçlendirmeyi ve Türkiye''yi kaosun ve İslâm düşmanlığının eşiğine ve İslâm düşmanlarının ellerine teslim etmeyi; dolayısıyla Türkiye''nin İslâmî iddialara sahip, yeniden tarih yapacak tarihî yürüyüşlere soyunmasını önlemeyi hedefliyor. Amerika''nın hedef gösterildiği iddiası, sadece hedef saptırmaya dönük tam bir psikolojik ve medyatik savaştan ibarettir.Medya, nasıl seküler "kilise"lere dönüştü?
Yusuf Kaplan
14/07/2008 Pazartesi
Modern yazılı kültür, matbaanın icadıyla birlikte gelişmiş bir kültürdür. Matbaanın icadından da, yazılı kültürden de sözederken, aslında modernlikten, modern dünya tasavvurundan, modernliğin seküler Tanrı, insan ve kâinât tasavvurundan sözederiz.
Yazılı kültür, modernliğin ürünü olan bir kültürdür. O yüzden yazılı kültür, modernliğin kavramlarını, anlam haritalarını ve anlamlandırma pratiklerini şifreleyerek yeniden üretir: Matbaa ve dolayısıyla modern yazılı kültür, seküler Batı uygarlığının hem temel kurucu kodlarını ele verir, hem sunar, hem de yeniden üretir.
Marksist edebiyat teorisyeni Terry Eagleton, romanın ortaya çıkışıyla birlikte, romanın hem dinin yerini aldığını, hem de büyük ölçüde dinin kodlarını, dolayısıyla dilini kullandığını hatırlatır bize.
Aynı gözlemleri, bütün bir medya endüstrisi ve kültürü için de yapabiliriz. Tıpkı roman gibi, önce gazetenin, sonra da televizyonun hem dinin yerini aldığını, hem dinin gördüğü işlevleri gördüğünü, hem de dini dönüştürerek sekülerleştirilmiş bir din icat ettiğini söyleyebiliriz.
Hegel''in, gazetenin, “modern insanın sabah ibadeti olduğu” şeklindeki gözlemi, yazılı, sesli ve görüntülü medyanın nasıl dinin yerini aldığını göstermesi bakımından önemsenmesi gereken bir gözlemdir. Benzer bir gözlemi, film teorisyeni David Bordwell de sinema salonları için yapar ve “sinema salonlarının seküler katedraller” olduğunu söyler.
Öte yandan, eğer matbaa olmamış olsaydı, Protestanlık, en azından bütün bir Avrupa''da, daha sonra da Amerika''da hâkim veya başat din hâlini alamazdı. Protestanlığın yaygınlaştırılmasında ve köksalmasında Osmanlı''nın, özellikle Kanunî döneminden itibaren önemli katkılarının olduğunu da burada yeri gelmişken hatırlatmak yararlı olabilir.
Protestanlık, dinin sekülerleştirilmesiyle sonuçlanan bir çabadır. Dinin sekülerleştirilmesi demek, dinin dünyadan uzaklaştırılması demektir aynı zamanda. Dinin sekülerleştirilmesiyle birlikte, Batı''daki otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynaklarını artık Kilise değil, Kilise Tanrısı''nın yerine geçen ve tanrılaştırılan seküler insan almıştır.
Dinin hayattan uzaklaştırılması, edebiyat, sanat ve ardından da medya endüstrisinin ve çabalarının hem dinin yerini alması ve dinin gördüğü işlevi görmesi, hem de dünyevî ve beşerî olanın dinselleştirmesiyle sonuçlanmıştır.
Protestanlaşma, insanların dine göre hareket etmeleri değil, dini kendi arzularına, algılama biçimlerine göre şekillendirmeleri; yani insanların dine uymaları değil, dini kendilerine uydurmaları çabasıdır. Protestalığın, dinin evrensel / ekümenik gövdesini tam ortadan yararak, dini millîleştirmesi, millî kiliselerin ortaya çıkmasına neden olması, kapitalizmin doğuşunda belirleyici itici güçlerin başında gelmesi, bütün bunların hepsi, aslında sekülerleşmenin, dolayısıyla modernliğin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Osmanlı''ya matbaanın geç gelmesinin nedenleri burada gizlidir. Aslında matbaa Osmanlı''ya Avrupa''yla aynı yıllarda girmiştir; ama Osmanlı yönetimi matbaanın Müslüman nüfus yerine, gayr-i müslim nüfus arasında yaygınlaşmasına izin vermiştir. Çünkü matbaa, tıpkı Avrupa''da olduğu gibi öncelikle dînî metinlerin basılmasında, dolayısıyla din etrafında sürdürülen tartışmaların yayılmasında ve yaygınlaştırılmasında kullanılmıştır.
Matbaa, bir yandan Avrupa''nın millî devletlere, millî kültürlere, millî dillere ve millî kiliselere bölünmesinde, öte yandan da, Avrupalı ulus-devletler arasındaki hegemonya mücadelelerinin kızışmasında ve hatta Avrupa''nın iç savaşların eşiğine sürüklenmesinde birinci derecede rol oynamıştır.
Başka bir deyişle, matbaanın icadı Avrupa''nın siyasî olarak bütünleşmesini engellemiş, kapitalizmin azmanlaşmasına yol açacak bütün kavramları ve kurumları hazırlayıp yaygınlaştırarak Avrupa emperyalizminin ve sömürgeciliğinin yeni boyutlar kazanmasına neden olmuştur.
Matbaanın en önemli sonuçlarından biri, yazılı, sesli ve görüntülü kitle iletişim araçlarının, seküler kiliselere dönüşmesi, din-dışı kutsallıklar üretmesi, seküler ikonları yaygınlaştırmasıdır.
Modernliğin insanı ve hayatı sadece bu dünyaya, tek boyuta indirgemesi, dini hayattan uzaklaştırması, medyanın tam bu noktada dünyevî ve beşerî olanı dinselleştirmesine, kutsallaştırmasına, ayartıcı, baştan çıkarıcı din-dışı kutsallıklar üretmesine neden olmuş; bu da, Weber''in “demir kafes” olarak tarif ettiği modernliğin ürettiği “özgürlük kaybı” ve anlam krizi” gibi temel varoluşsal sorunların bastırılmasına, kitlelerin medyaların ürettiği imajlar ve sanal gerçekler tarafından ayartılmasına, anlamsızlaşan hayatın sahte ve baştan çıkarıcı fetişler ve ikonlar üzerinden din-dışı kutsallıklar tarafından çepeçevre kuşatılmasına neden olmuştur.
Peki, seküler kiliselere dönüşen ve medyatikleşen hayatımızın her alanını tıpkı bir din gibi tanımlayan medyalar dönüştürülemez mi? Cuma günkü yazıda, bunun nasıl mümkün olabileceğinin ipuçlarını veren Ülke-TV''deki Meksika Sınırı programı üzerinden tartışacağım ve göstereceğim.Ergenekon"un getirdikleri ve götürdükleri
Yusuf Kaplan
18/07/2008 Cuma
Ergenekon operasyonu konusunda yine ipin ucunu kaçırdığımız görülüyor: Bu operasyonun önemini gereğinden fazla abartıyoruz. Bazıları, Ergenekon operasyonunun bir milat olacağını bile söyleyebiliyorlar.
Her şeyden önce, Ergenekon operasyonu, acaba bütünüyle yerli bir iradenin ürünü mü? Ergenekon operasyonunu bir milat olup olmadığına karar verebilmek için bu operasyonun gerisindeki gerçek iradenin, gücün ve sâikin ne olduğunu çok iyi bilmemiz veya görebiliyor olmamız gerekiyor.
Ancak bu konuda karşımıza çıkan tablonun veya manzaranın bir hayli flu olduğunu gözlemliyoruz.
Tam bu noktada sorulması gereken soru şu burada: Ergenekon operasyonu, gerçekten yerli bir iradenin ürünü mü, talebi mi, sonucu mu; yoksa işin içinde başka, yabancı iradeler veya eller mi var?
Ben şahsen, bu operasyonun bütünüyle yerli bir iradenin ürünü olduğuna dair ciddî kuşkular taşıyorum. Bu operasyonun gerçekten de Türkiye''deki derin çete yapılanmasına büyük darbe vuracağı anlaşılıyor. İyi de darbeyi vuran kim? Benim kanaatim, darbeyi vuranın ABD olduğu yönünde. ABD''nin özellikle istihbarat aşamasında çok belirleyici rol oynadığını düşünüyorum.
Burada kafa karıştıran sorun tam da bundan sonra devreye giriyor: Türkiye''deki derin çete yapılanması, NATO-ürünü bir yapılanma değimliydi zaten? O hâlde, eğer Ergenekon operasyonunda da ABD''nin gözardı edilemeyecek bir rolü varsa, burada ortaya çıkan çelişkiyi nasıl açıklayacağız öyleyse?
Elbette ki şöyle açıklayacağız: ABD, şimdiye kadar ABD''ye çalışan bilumum Atatürkçü, Kemalist, solcu, ulusalcı, milliyetçi tipleri tasfiye ediyor. Yeni bir şebekeyle çalışmak istiyor. Sözümona İslâmcılarla çalışmak istiyor. İslâmcıları çok sevdiği için mi? Elbette ki, hayır! Ya peki, niçin? Başka seçeneği kalmadığı için.
ABD''nin böyle bir yola başvurmasının iki temel gerekçesi var: Birincisi başka seçeneği olmadığı veya kalmadığını çok iyi biliyor ABD; ikinci olarak da böylelikle islâmcıları kendi hâline bırakmak istemiyor ve ancak bu şekilde İslâmcıları kontrol altına alabileceğini ve önlerini kesebileceğini düşünüyor.
Ergenekon operasyonu yeni küresel süreçte hem Türkiye''nin Asya seçeneğini hem de İslâmî bir yörünge oluşturma seçeneğini iptal etmeyi amaçlıyor olabilir.
O yüzden bu operasyonla birlikte Türkiye elbette ki derin çetelerden kurtulmuş olacak ama bu kez yeniden ABD''nin kucağına oturmuş olacak: üstelik de bu kez küresel seçeneklerini terk etmeye zorlanarak yapmış olacak bütün bunları: Bu nedenle ne yapıp edip bu operasyonun yerli bir iradenin hâkim olacağı bir operasyona; köklü bir temizlik harekâtına dönüştürülmesinin yollarını araştırmamız gerekiyor: Aksi takdirde yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir açmazla ve trajediyle karşılaşmaktan kurtulamayabiliriz.Medeniyetler ve ne, nasıl, ve niçin soruları
Yusuf Kaplan
12/09/2008 Cuma
İnsanın varlığını anlamlı kılabileceği, varlığına anlam katabileceği üç temel soru vardır: Ne, nasıl ve niçin soruları.
Ne sorusu vücuda, mevcuda ve mevcûdiyete, yani varlığa, varlığın kaynağı olan hakîkate, hakîkatin kaynağı olan “asıl”a, aslî dinamiklere, Frenkçesiyle norm''a ilişkin bir sorudur. Ne sorusu, varlığın ve hakîkatin mâhiyetiyle, hayatıyla, hayat bulmasıyla irtibatlıdır.
Nasıl sorusu, varlığın / vücûdun varoluşuyla, varlığa gelişiyle, mevcut oluşuyla, mevcûdiyet kazanışıyla ve mevcûdiyetini sürdürüşüyle, irtibatlı bir sorudur. Nasıl sorusu, usûl''le, form''la ilgilidir, varlığın ve hakîkatin hayatiyet kazanmasının, hayat olmasının yollarını gösterir bize.
Ne sorusu, nitelikle; nasıl sorusu nicelikle ilgilidir: Ne sorusu, dil''le, etika''yla ilgilenir; nasıl sorusu ise, üst-dille, estetikayla.
Ne sorusu bize vasatı resmetmekte; nasıl sorusu ise vasıtayı keşfetmekte kılavuzluk eder. Aslolan mâhiyet''tir; ama mâhiyetin ne olduğunun, nasıl oluştuğunun, dolayısıyla hangi şartlar altında varolabildiğinin ya da yok olduğunun anlaşılabilmesi sürecinde, bir usûl sorusu olduğu için, nasıl sorusu ve usûl meselesi, asıl''ın asliyetinin ve husûsiyetlerinin vuzûha kavuşturulabilmesi çabasında asıl''ın kendisinden daha önemlidir.
Bu iki soru kipinin varlıklarını anlamlı kılan üçüncü aslî bir soru kipi daha var: Niçin sorusu. Niçin sorusu olmadan ve sorulmadan, ne ve nasıl soruları bir anlam ifade etmez ve işlevsizleşir. Ne sorusunun dil''le, nasıl sorusunun üstdil''le ilgili olduğunu söylemiştik. Niçin sorusu ise, hâl''le ilgilidir. Ne sorusu, vücûdu mevcût kılar; nasıl sorusu vicdanı tesis eder; niçin sorusu ise, vecd hâlini inşa eder. Ne sorusu, hiyerarşik açından en temel ve en esaslı sorudur.
Nasıl sorusu, temel''in temellerinin gün ışığına çıkarılması açısından ne sorusundan daha önemlidir. Nasıl sorusu olmadan ve sorulmadan, ne sorusuyla üretilen cevapların bir anlam ifade edebilmesi ve hayatiyet kazanabilmesi imkânsızdır. Niçin sorusu, ne ve nasıl sorularını aynı anda ihata ve ilzam eder. Ne sorusu, esas itibariyle bütün''le; nasıl sorusu sadece parça''yla; niçin sorusu ise hem bütün''le, hem de parça''yla ilgilidir.
Ne sorusu ontolojik olan''a ve alan''a, nasıl sorusu epistemolojik olan''a ve alan''a, niçin sorusu da fenomenolojik olan''a ve alan''a ilişkin sorulardır ve bu alanlara dâir sorular sorarlar. Özetle, ne sorusu “din”le; nasıl sorusu “medine”yle; niçin sorusu da “medeniyet”le ilgili eksen sorulardır.
Ne sorusu, kadîm medeniyet geleneklerinin (günümüzde olan Konfüçyan, Hindu, Tao, Şinto, Budist hikmet biçimlerinin) sordukları sorudur. Nasıl sorusu, pagan uygarlıkların (günümüzde neo-paganizm biçimleri kazanan seküler Batı uygarlığının) sorduğu tek esaslı sorudur. Niçin sorusu ise, vahiy medeniyetlerinin (günümüzde İslâm''ın) temel sorusudur.
Niçin ve nasıl sorularını sormayan, sadece ne sorusunu eksene alan bir medeniyet tecrübesi, statikleşmekten ve opaque''leşmekten, taşralı olmaya ve içine kapanarak yok olmaya mahkûm, sınırlı” bir “medeniyet” tecrübesi olmaktan kurtulamaz. Örneğin, kadîm medeniyet geleneklerinin, antropolojik kültürlere dönüşmesinin nedenleri burada gizlidir.
Sadece nasıl sorusuyla yetinmeye çalışan tecrübeler ise azmanlaşmaktan ve saldırganlaşmaktan başka bir şey üretemezler. Pagan uygarlık tecrübelerinin, sadece gücü, güç üreten araçları fetişleştirerek “araçsal akıl”a dayalı, azmanlaşmış bir insan tipi ve kaotik bir dünya resmi sunmasının nedenleri burada gizlidir.
Niçin sorusunu eksene alan medeniyetler ise, ne sorusunu dinamize ederler, salt nicelik sorusu olan nasıl sorusuna nitelik kazandırarak ne ve nasıl sorusunun insan, kâinât ve Tanrı açısından taşıdığı anlamları ifşa etme imkânları sunarlar. Gerçek anlamda bütün varlığı, hakîkati, Tanrı''yı, Kâinât''ı ihata edebilecek evrensel, dinamik ve hem içe, hem dışa dönük hakîkî ve tahkîkî medeniyet tecrübesini, niçin sorusunu eksene alan -vahye dayalı bir- medeniyet fikri ve tecrübesi üretebilir ancak.
Not: Bu yazı, bu ayki Kuşluk Vakti dergisinde yayımlanan “Medeniyet, Şiir ve Modern ''Türk'' Şiiri” başlıklı yazımın giriş bölümüdür.Sadece iç dinamikler mi?
Yusuf Kaplan
15/09/2008 Pazartesi
Türkiye''nin yaklaşık 200 yıldan bu yana sürüklendiği ve sürgit içinden çıkılmaz hâle geldiği gözlenen kaotik, belirsiz ve anormal siyasî, ekonomik ve kültürel ortam, Türkiye''de yaşanan olayları, sorunları, salt iç dinamiklerle anlamayı, anlamlandırabilmeyi ve açıklayabilmeyi zorlaştırıyor. "İç dinamikler"in oluşmasında, hem bizim yakın dönemde yaşadığımız değişim tecrübesinin nev-i şahsına münhasır özellikler taşımasının, hem de dünyada ve bölgemizde yaşanan olayların ve gelişmelerin oldukça belirleyici olduğunu ve bu gerçeğin aslâ gözardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Sözgelişi, bizim yaşadığımız modernleşme deneyimi, anlam haritalarımızı, medeniyet iddialarımızı olumsuzlayan, bu nedenle de Türkiye''de elitlerle toplumun kimliğinin, duyarlıklarının ve önceliklerinin farklılaşmasına, hatta yer yer elitlerle toplum arasında adı tam olarak konulmamış "anlamsız, yapay ve tehlikeli bir kavga"nın zuhur etmesine neden olan, anti-modern ve anti-demokratik pratikler ve kurumlardan oluşan tuhaf bir "modernleşme" deneyimi.
Türkiye''nin elbette ki Osmanlı''nın son dönemlerinden itibaren yenileşmesi gerekiyordu. Ama yüzyılların birikimi, deneyimi ve mücadelesiyle oluşan anlam haritalarımızı ve medeniyet dinamiklerimizi eksene alan bir yenileşme süreci olmalıydı bu.
Türk modernleşmesi konusunda çalışan sosyal bilimcilerin de hemfikir oldukları gibi, dünyada, özellikle de Batı toplumlarında yaşanan modernleşme tecrübeleri, bu toplumların kendi anlam haritalarını, kültürel dinamiklerini olumsuzlamaksızın, yoksaymaksızın geliştirilen modernleşme tecrübeleridir. Oysa Türkiye''de tam tersi ve son derece anormal, bütün sorunlarımızı anormalleştiren bir deneyim yaşanmıştır ve halen de bu anormal, irrasyonel tutum zorla sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Türkiye, Çin, İran ve Afganistan''la birlikte sömürgeleştirilemeyen birkaç ülkeden biridir. Türkiye''nin sömürgeleştirilememesine rağmen, sömürgeci Batı ülkelerinin sömürgeleştirdikleri ülkelerde yaptıkları şeylerin Türkiye''de bizzat bizim elitlerimiz tarafından hem de daha şiddetli, radikal şekillerde yapılagelmiş olması da bizim karşı karşıya kaldığımız sorunların karmaşıklaşmasına, anormalleşmesine ve içinden çıkılmaz hâle gelmesine yol açan bir başka önemli faktördür. Türkiye''de elitlerin topluma, toplumun da elitlere karşı türlü takiyye biçimleri geliştirmekten kaçınmamasının nedenleri burada aranmalıdır.
Tanzimat döneminde yenilgi psikolojisi üzerine bina edilen savunmacı ve eklektik bir modernleşme projesi geliştirilmesi, Cumhuriyet döneminde ise bunun kültür ve medeniyet değiştirme projesine dönüştürülmesi, Türkiye''nin sorunlarını azmanlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Bizim, insanın aynı anda hem iç, hem de dış dünyasını "tanzim" eden anlam haritalarımızın reddedilmesi, ama monteleme yöntemiyle zoraki olarak topluma dayatılan projelerin, zuhur eden boşluğu dolduramaması, toplumumuzun yeniden kültürümüzün ürünü olan anlam haritalarına sarılmaya başlamasına yol açmakta, bu da elitleri panik havasına sürüklemekte, sistemin yaşadığı meşruiyet, hegemonya ve özgüven krizini artırmaktadır. Sonuçta ortaya çıkan manzara şu: Topluma duyulan güvensizlik, iç dinamiklarin bastırılması ve ardından zuhur eden veya ettirilen yapay sorunlar, kavgalar ve anormal, hissi davranış biçimleri: Tam bir akıl tutulması yani.
Böylesi bir ortamda, Türkiye, hem dünyada yaşanan gelişmelere kulak tıkayan, hem de iç dinamikleri ıskalayan "hastalıklı bir organizma" görüntüsü veriyor.
Bu yüzden, Türkiye''de yaşanan sorunlara ilişkin olarak salt "iç dinamikler"den yola çıkılarak yapılan yorumlar, analizler ve saptamalar kaçınılmaz olarak hem eksik kalıyor; hem de bizi yer yer yanlış ve yanıltıcı sonuçlara, çözüm önerilerine götürebiliyor.
Bir yandan dünyanın sürgit küreselleştiği, küçüldüğü, zaman-mekan kavramlarının eski anlamlarını ve işlevlerini yitirmeye yüztuttuğu; öte yandansa Türkiye''de vuku bulan olayların önemli bir bölüğünün dış dinamiklerin ürünü olduğu gözönünde bulundurulunca, Türkiye''de yaşanan olayları, gelişmeleri, dışarıda yaşanan gelişmeleri gözardı ederek anlamlandırabilmek son derece zordur. [Bunun son örneği, Almanya''daki Deniz Feneri Derneği davasının Türkiye''yi bir haftadır meşgul ediyor olmasıdır.]
Not: Bu yazı, 10 yıl önce bu sütunda yayımlanmıştı…Toplum varoldukça, insan varolamayacak
Yusuf Kaplan
26/09/2008 Cuma
Yazının sonunda kuracağım kurucu ve putkırıcı cümleyi yazının başında kurayım isterseniz: Toplum varoldukça, insan varolamayacak. İnsanı varkılabilmek için, önce "toplum"u, toplum fikrini yok edebilmeliyiz.
Daha önceki bir kaç yazıda, kültürün kaos ürettiğini, kozmos fikrini yok ettiğini tartışmıştım. Ve sonra da kültür sözcüğünü lügatçemizden ve hayatımızdan çekip atamadığımız sürece kültürün hâkimiyetinin ürünü olana kaos ve katastroflar düzeneğinin cenderesinden ve cehenneminden kurtulamayacağımızı söylemiştim. Bu ve sonraki birkaç yazıda ise, toplum fikrini ve sözcüğünü dağarcığımızdan, lügatçelerimizden, sözlüklerimizden ve hayatımızdan çekip çıkaramadığımız, kaldırıp atamadığımız sürece, insanın insanca varolma şartlarını tesis ve temin edemeyeceğimizi söylüyorum.
Burada, bir tür putkırıcılık, kodkırıcılık ve mitkırıcılık işine soyunduğumu söylememe gerek yok: O yüzden, Toplum meselesini tartışmaya, ters bir köşeden, tanrıtanımazlık meselesinden başlamak istiyorum.
Tanrıtanımaz, gerçekten tanrıtanımaz biri midir; yoksa gerçek Tanrı''yı tanımaz biri mi? Tanrıtanımazın tanımadığı Tanrı, İlâhî Tanrı''dır: İnsanın dışında, insanüstü, tabiatüstü, zamanlar ve mekânlarüstü hakîkî, gerçek Tanrı''yı tanımaz tanrıtanımaz.
Ne yaman çelişki bu: Dikkat edin, tanrıtanımaz, Hakîkî Tanrı''yı tanımaz yalnızca; ama sahte tanrıları tanrı olarak tanımaktan, zamanla sahte tanrıları gerçek tanrı sanmaktan ve sonuçta da sahte tanrıların kulu ve kölesi olmaktan kurtulamaz. Hakîkî Tanrı''nın, yani İnâyet, Kudret ve Lütuf Sahibi tek Tanrı''nın, insanı vareden ve varlığından haberdâr eden Yüce Rabb''in dışındaki bütün tanrılar, yani bütün sahte tanrılar, tanrıtanımazın ya potansiyel ya da fiîlî tanrılarıdır.
Gerçekte tanrıtanımaz, sahtenin peşindedir. Sahte''yi hakîkat zanneder tanrıtanımaz. Hakîkat bir kez yok sayılınca, sahte, hakîkatin yerini alacaktır. Bütün sahteler, "hakikat benim, hakikat benim" yarışına girişecek, bundan kaçınamayacaktır.
Yani tanrıtanımaz, aslında hem sahte bir tanrıtanır''dır; hem de bir sahte-tanrı tanırdır. Tanrıtanımazlık, sahte''nin, hakîkî olan''ı altetmesidir ve onun kendisini hakîkî diye sahnelemesidir. Böylelikle tanrıtanımaz, dünyayı bir puthâneye dönüştürür.
O yüzden, bir şeyi yok etmek mi istiyorsunuz: Putlaştırın onu hemen. Çok geçmeden putlaştırdığınız şeyin her yerde hâzır ve nâzır olarak göründüğünü göreceksiniz; ama gördüğünüz şeyin sadece bir görüntüden ve kuruntudan ibaret olduğunu idrak etmekte biraz geç kalacaksınız tabiatıyla.
Çünkü gözünüz körleşmiş, zihniniz çalınmış, ruhunuz yok edilmiştir ikonlar tarafından: Zira ikon, önce insanın gözünü kör eder; sonra zihnini çalar; sonra da kaçınılmaz olarak ruhunu yok eder. "Tanrı''nın olmadığı bir yer"e ikonlar dolar, kolgezer orada: Sahte ikonlar; yapmacık tanrılar; yani türlü tuhaf tanrı karikatürleri. Artık herkes tanrılık taslamaya, ele geçirilen türlü tasmaları insanların boynuna takmaya başlar.
İkonlaştırma, bir tanrılaştırma, bir ilahlaştırma sürecidir. Sekülerleşme, ikonlaştırma çabalarının dölyatağıdır.
Toplum, sekülerliğin çocuğudur, icadıdır. Sosyoloji, sekülerliğin öncü keşif kolu ve meşrûlaştırım aracı olagelmiş ama sonunda postmodern sosyal teori''yle birlikte duvara toslamış ve ortada sosyoloji filan kalmamıştır.
İkonların, türlü tuhaf putların hayatımızın her alanında kolgezdiği bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden her şeyi kolaylıkla ikonlaştırıyor ve putlaştırıyoruz. Ama bir şeyi ikonlaştırdıkça, tıpkı tanrıtanımaz gibi, o sahte''yi gerçekmiş gibi algılamaya ve bu sahte şeye hakîkat diye inanmaya başlıyoruz.
İşte toplum fikri, bu sahte-gerçeklerden biridir. Önceden, modernlikten yani sekülerlik çağından önce toplum diye bir şey yoktu. Toplum, nevzuhûr bir şeydir: Nevzuhûr olduğu için de huzur veren değil, huzur-bozan bir düzeneğe dönüşmekten kurtulamamıştır.
Bugün geldiğimiz noktada "toplum", insanı da, şehri de yutan; harabeleri, mezarları andıran ölü, ruhsuz, putperest kentler üreten patolojik bir fenomene, hatta insanî, tabiî, hakîkî ve yüce olan ne varsa hepsini önce unutan, unutturan, sonra da tastamam yutan bir "canavar"a dönüşmüştür. Bayram günü devam ediyoruz bu tartışmaya…Toplum"un yokediciliği, kardeşliğin varediciliği
Yusuf Kaplan
29/09/2008 Pazartesi
Önceki yazımda, "bir şeyi yok etmek istiyorsanız, putlaştırın onu yeter", demiştim. Toplum kavramı, modernlikle birlikte icat edilmiş yapay ve mekanik bir fenomendir. Sadece icat edilmekle kalınmamış, aynı zamanda putlaştırılmıştır toplum.
Toplum, olsa olsa bir sonuç olabilir ancak. Eğer sonuç değil de, her şeyin başı ve başlangıcı olarak kurgulanırsa, orada ve ortada toplum diye bir şey varolamaz.
Toplumun bir mekanizma olarak tasarlanıp sonra da icat edilmesi toplumun daha baştan varolamayacağının en temel, en önemli göstergesidir.
Toplum fikri, insan kardeşliği fikrine dayanmaz. Aksine ırk ve toprak kardeşliği ya da özdeşliği fikrine dayanır. Irk ve toprak kardeşliği fikri, daha baştan kendisiyle çelişen ve imkânsız bir fikirdir. Burada bir kardeşlikten olmasa bile bir birlikteliğinden sözedilebilir. Ancak ırk ve toprak birlikteliğiyle bir ülkede kalıcı, herkese, bütün farklılıklara ruh üfleyici müşterek bir ruh üretilebilir mi?
Üretilemez çünkü ruh, nitelik ifade eden bir "şey"dir; oysa ırk bir nitelik ifade etmez, nicelik ifade eder yalnızca.
Ama bir ırk kutsandığı ya da putlaştırıldığı zaman bir tür bir "ırk kardeşliği" icat edilebilir: Ancak ırk kardeşliği denen ve icat olunan, kurmaca ve sahte "kardeşlik türü"nün bir ruhu olmadığı için, ırk da, ırk bütünlüğü de, ırk bütünlüğü üzerinden üretilen ve icat edilen toplum da kutsanır ve putlaştırılır. Ve putlaştırıldığı andan itibaren varolma, kök salabilme, hayat sunabilme, insanca yaşanabilecek müşterek bir ruh varedebilme imkânlarını yitirir.
Toplum, ulus, ırk, vatandaşlık, toprak üzerine inşa edilen birliktelikler hakîkî, kanatlandırıcı, herkesi kardeş kılcı bir ruhtan yoksun oldukları için, en zor zamanlarda un ufak olmaktan, darmadağın olmaktan kurtulamazlar. Aslolan ırk, ulus, toplum gibi mekanik, dolayısıyla arızî birliktelikler kurmak değildir. Aslolan, kardeşlik ruhu müştereği ve müşterekliği gibi organik, dolayısıyla bütün farklı azalara da kucak açabilen, aslî bir yekvücutluk vücut buldurabilmektir.
İşte modernler bu yakıcı gerçeğin farkına vardıkları için, modernlik projesinin temelleriyle temelden çelişen bir işe soyunma iki yüzlülüğünden medet ummaktan başka bir şey yapamadılar: Modernler, bir yandan ruhu hayattan kovdular; ama öte yandan da bir ırk ruhu, bir toplum ruhu, bir ulus ruhu icat etmeye çalıştılar. Ve işe tersinden başladılar. O yüzden ırk ruhu, ulus ruhu, toplum ruhu diyerek icat ettikleri varlıklar en zor zamanlarda canavarlaşmaktan, canavara dönüşmekten kurtulamazlar: İşte bu nedenledir ki, bir nasyonal sosyalizm biçimi olan Nazizm, nasyonu çekilmiş bir sosyalizm biçimi olan komünizm tecrübeleri ve nasyonu simülatif olarak icat edilen Amerikan liberalizm biçimleri hep cennet vaat etmelerine rağmen, insanlığa cehennem armağan etmişlerdir.
İşte Ramazan ve Bayram, ırk fikrini de, ulus fikrini de, toplum fikrini de yıkan ve kardeşlik ruhu fikrini vareden hakîkî varoluş, varediş ve varkılış vasatları ve vasıtalarıdır.
Ruh, en zor zamanlarda gücünü ve kudretini gösterir. Oysa ırk, ulus, toplum en zor zamanlarda en zayıf yanlarını hemencecik dışa vururlar. Ve yapay bir güç ve kudret devşirebilmek için son kertede ruha başvurmaktan başka çıkar yol bulamazlar: Irk ruhu, ulus ruhu, toplum ruhu gibi kendilerine ait olmayan, kendilerinde varolmayan aslî bir fenomeni yedeklerine alarak bir ruh üretmeye çalışırlar; ama bu ruh sahte, yapay, icat edilmiş, kurmaca ve monteleme, yani dolaylı ve dolayımlanarak icat edilen bir ruh olduğu için kalıcı ve köksalıcı olamaz hiçbir zaman. Bu tür sahte ruhların en güçlü olduğu zamanlar, aynı zamanda en fazla canavarlaştıkları, canavarlaşma özellikleri gösterdikleri zamanlardır.
Ramazan ve Bayram, toplum, ulus ve ırk birlikteliklerinin ne kadar mekanik, zoraki ve yapay olduğunu, benzersiz bir kardeşlik ruhu, dayanışma ruhu, paylaşma ruhu üreterek gözler önüne serer.
Not: Bütün okuyucularımın ruh ve kardeşlik üreten Ramazan Bayramı''nı bütün kalbi duygularımla tebrik ediyorum.Çok kutuplu dünyayı ancak Türkiye kurabilir; fakat...
Yusuf Kaplan
6/10/2008 Pazartesi
Kapitalizm, 1929-30 krizinden sonraki en büyük krizini yaşıyor. Peki, kapitalist sistem çöküyor mu acaba? Bu kriz, çok kutuplu bir dünyanın habercisi olabilir mi?
Birinci sorunun da, ikinci sorunun da cevabı aynı aslında: Kapitalist sistem çökse de, aslında (seküler-kapitalist dünya sistemi) çökmeyecek ve bu sürecin sonunda en azından kısa ve orta vadede çok kutuplu bir dünya kurulamayacak.
Başka bir deyişle, kapitalist sistemin çökmesi, belki Amerikan yüzyılının ya da imparatorluğunun, hatta tek kutuplu dünya''nın görünüşte çöküşünü getirebilir. Ama bu durum, cârî durumu pek değiştirmez; seküler-kapitalist aktörleri değiştirir sadece. Burada sorulması gereken asıl soru şu: Kapitalizmin çöküşü, en azından kısa (25-50 yıllık) ve orta (50-100 yıllık) süreçte, kapitalizmin dışında, alternatif bir entelektüel, siyasî ve ekonomik paradigmaya dayalı küresel bir sistemin kurulması sonucunu doğurabilir mi acaba?
Her şeyden önce, biraz önce de değindiğim gibi, kapitalist sistem çökse de, seküler-kapitalist dünya sistemi çökmeyecek. Çünkü 1929-30 krizine benzer şartlar mevcut değil şu ânda: O zaman kapitalizmin bir alternatifi vardı: Sosyalizm. Bugün görünürde kapitalizmin alternatifi kalmadı. Daha doğrusu, kapitalizm alternatiflerini birer birer yok etti.
İşte bütün mesele de burada gizli: Kapitalizmin görünürde bir alternatifi yok. Kapitalizmin alternatiflerinin olmadığı ya da kalmadığı bir dünyada kurulacak çok kutuplu bir dünya, gerçek anlamda çok kutuplu bir dünya olmayacak; bu, mevcut sistemin simülasyonu olacak sadece: Rusya''nın, Çin''in başını çekecekleri ikinci bir kutup da; ya da AB''nin başını çekeceği bir başka kutup da, kapitalizmin dışında, gerçek anlamda alternatif, yeni bir kutup olma özelliklerine hâiz değil çünkü.
Bu durumda, gerçek anlamda çok kutuplu dünyanın habercisi olabilecek tek seçenek var: İslâm dünyası. Ancak İslâm dünyası, şu ân, küresel kapitalist sisteme entegre olmak için çırpınan savruk ve sarsak bir görünüm arzediyor. Aslında ABD ve küresel sistemin diğer lordları, seküler-kapitalist sistemin önündeki tek alternatifin İslâm dünyasından (orta ve özellikle de uzun vadede) gelebilecek bir medeniyet sıçraması olduğunu çok iyi biliyorlar. O yüzden, yaklaşık çeyrek asırdır, İslâm''ı sekülerleştirerek ve terörle özdeşleştirilerek önce iddialarını ve itirazlarını yok etmek; sonra da alternatif bir medeniyet meydan okumasıyla birlikte geliştireceği tekliflerini büsbütün iptal etmek için İslâm''la postmodern yöntemlerle fiilen savaşıyorlar.
Seküler-kapitalist sistemin tek alternatifinin, (sistemin lordlarının doğrudan İslâm''ı hedef tahtasına yatırmalarından da açıkça görülebileceği gibi) İslâm''a dayalı yeni bir medeniyet sıçraması imkânı olduğunu görememek için ya kör olmak ya da seküler-kapitalist sistemin kölesi olmak gerekiyor galiba. Rusya''nın da, Çin''in de, Hindistan''ın da, Japonya''nın da seküler-kapitalist sistem tarafından u/yutulduğu bir dünyada paradigmatik anlamda çok kutuplu bir dünyanın kurulabilmesi ancak İslâm''ın tarih yapıcı ve tarih kurucu yeni bir medeniyet sıçraması gerçekleştirmesiyle mümkün olabilecek bir gerçektir. O yüzden, çeyrek asırdır bu sıçramayı önlemek için İslâm''la savaşıyorlar.
Bu medeniyet sıçramasını, gerek tarihî tecrübesi, gerek coğrafî konumu, gerek siyasî, ekonomik ve stratejik imkânları bakımından yalnızca Türkiye''nin başlatabileceğini çok iyi biliyor seküler-kapitalist sistemin lordları. Bu nedenle, yeni bir medeniyet sıçramasının yegâne esin ve besin kaynağı olan Osmanlı medeniyet idea''sının ve tatbikatının coğrafyası demek olan Balkanların, Kafkasların ve Ortadoğu''nun işgal edilmesiyle birlikte Türkiye kuşatılmış, Türkiye''nin etrafı ateş çemberiyle sarılmıştır. Fehmi Koru''nun telâffuz ettiği ve güme giden, "krizin Türkiye için fırsat olabileceği" tespiti işte bu anlamda hayatî önem taşıyor. Ama burası Türkiye tabiî: Seküler-Batılıların gönüllü acentalarının cirit attığı kendi-kendini sömürgeleştirmeyi marifet sanan palyaçolar ülkesi yani.
.Tek seçenek: Kardeşlik
Yusuf Kaplan
10/10/2008 Cuma
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli dönemeçlerinden birine girmek üzere: Bizim bin küsur yıllık Anadolu coğrafyası tarihimizde, yaşamadığımız bir sorunu ilk kez şimdi yaşamaya başladığımız gözleniyor: Müslüman bir halk, tarihinde ilk kez, etnik kimlik üzerinden sonu siyasî ve coğrafî kopuşun eşiğine varma tehlikesi barındıran bir krizle karşı karşıya.
Büyük bir imtihan bu. Bölünmenin, ayrışmanın, kopmanın ayak seslerini duyar gibiyim ben şahsen. Bin küsur yıl bu topraklarda birlikte yaşamış, birlikte üzülmüş, birlikte sevinmiş iki halk kesimi, etnik kimlik gibi son derece ilkel bir kimlik algısı üzerinden kardeş kavgasının eşiğine sürüklenmek üzere. Önce Kocaeli ve Bandırma''da yaşanan etnik sosyal itiş-kakış, dışlayıcılık, gerilim; sonra da ülkenin savunmasında görev yapan gencecik insanların sınır boylarında terör örgütünün saldırılarına kurban gitmeleri, çok ürpertici gelişmelerdir.
Medyanın bu olayları aktarış biçimi, bilerek veya bilmeyerek iki toplum kesimi arasındaki gerginliği tırmandıracak bir görünüm arzediyor. Bence bu konuda âcil önlemler alınmalıdır. Elbette ki, haber alma, haber verme yükümlülüğü engellenemez; ama ülkenin birliği, dirliği, bütünlüğü; sosyal barış ve kardeşlik ortamının bozulmasına yol açacak medya yayınlarına aslâ izin verilemez.
ABD tarafından kesinlikle desteklenen, AB tarafından verilen psikolojik, siyasî ve kurumsal desteğin apaşikâr olduğu bir psikolojik, askerî ve küresel ortamda tecrübesiz askerlerimizin yıllanmış, kaşarlanmış, canavarlaşmış, PKK teröristlerinin kucağına itilmeleri askerî açıdan büyük bir hatadır. Onyıllardır savaşan teröristlerle ancak özel eğitilmiş, profesyonel bir askerî sistem mücadele edebilir.
Medyada ve askerî düzenekte alınacak önlemlerle terörü yok etmek, etkisiz hâle getirmek imkânsızdır. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel bakımlardan gelişmesine, kalkınmasına dönük önlemler de aynı şekilde arızîdir; uzun vadede kalıcı çözümler üretemez.
Türkiye''de önüne gelen bölgeye yapılan yatırımların yetersiz olduğundan sözediyor. Bu doğru ve gerekli; ama aslâ yeterli değildir.
Bölgenin kalkınması, bölgenin daha fazla sekülerleşmesi ve dolayısıyla bölge halkının etnik kimliğinin daha fazla bilinçlenmesine ve kemikleşmesine yol açacaktır. Modernleşme ve kalkınma çabaları, bireysel, sosyal ve siyasî çıkar bilincinin gelişmesine yol açar. Bölgede kuru bir kalkınma projesinin kesinlikle geri tepeceğini şu âna kadar yaşadıklarımız çok açık ve net bir şekilde göstermeye yetiyor: Bölge halkının İslâmî duyarlıklarının aşındırılması; İslâm''ın irtica ile özdeşleştirilerek şeytanlaştırılması; bölgedeki insanlarımızın kardeşlik duygularının azalmasına ve etnik kimlik, ayrışma fikrilerinin ete kemiğe bürünmesine yol açıyor. Terörün tırmanmasının en temel nedeni, ancak İslâm''ın verebileceği, etnik kimlikleri ikinci plana iten kardeşlik duygusunun yok edilmiş olmasıdır.
İslâmî kimliği ve duyarlıkları bastırarak, bölge halkını daha fazla sekülerleştirmeye çalışarak büyük bir hata yapıyoruz; hatta büyük bir cinayet işliyoruz. Hiç düşünmüyoruz ki, bölge halkının İslâmî duyarlıkları aşındığı ölçüde etnik duyarlıkları kaçınılmaz olarak artıyor. Etnik duyarlığın ve kimliğin İslâmî kimliği bastırdığı bir yerde, hiçbir siyasî, kültürel, ekonomik çözüm önerisi bir işe yaramaz. Üstelik beklenenin tam tersi bir şekilde sonuç verir.
Çünkü İslâm kardeşliği fikrinin, İslâmî duyarlıkların aşındırılması ve böylelikle bölge halkının DTP gibi, PKK gibi laik, bölücü aktörlerin kucağına kolaylıkla itilmesine yol açıyor.
Oysa gerçek İslâm kardeşliği fikri; hem bölgede yaşanan siyasî, kültürel, sosyal adaletsizliklerin, haksızlıkların önüne geçecek, bu sorunları halledebilecek bir vicdan üretir; hem de bölge halkının ABD, AB gibi dış aktörlerin de, PKK gibi Marksist-Leninist örgütlerin de bölgeye ve ülkeye felâket getirmekten, Türkiye''yi kardeş kavgasının ve bölünmenin eğişine sürüklemekten başka bir şey öneremeyeceği konusunda yüksek ve asil bir şuur kazandırır. Ama biz toplumu birbirine bin küsur yıldır kenetleyen bu kardeşlik fikrinin kendi ellerimizle yok ettiğimizin farkında bile değiliz. Allah akıl fikir versin.
BAŞSAĞLIĞI:
İnsan Yayınları ve Külliyat Yayınları''nın sahibi, Türkiye''de nitelikli ve bizim medeniyet dinamiklerimze duyarlı yayıncılığın öncülerinden İlhan Akıncı Ağabey''in annesinin vefat ettiği haberini aldı. İlhan Ağabey''e başsağlığı ve sabır, merhumeye ise Allah''tan sabır diliyorum.
Kardeşlikten başka seçenek yok
Yusuf Kaplan
13/10/2008 Pazartesi
Önceki yazıda, Kürt meselesinin, ancak İslâm''ın verdiği kardeşlik ruhunu ve şuurunu özümseyebildiğimiz zaman çözümlenebileceğini vurgulamış ve seküler siyasî, ekonomik, sosyal ve askerî projelerin hiç birinin kalıcı olamayacağına, aksine sekülerliğin artmasının, İslâmî duyarlıkların bastırılmasına, bunun da, etnik duyarlıkların azmanlaşmasına, ayrılıkçılık, bölücülük gibi fikirlerin tabiî hâle gelmesine yol açtığına dikkat çekmiştim.
Yazıya gelen tepkiler, tespitlerimi doğruluyor. İki zıt tutumu yansıtan iki mesajı buraya alıyorum. Önce İslâmî duyarlıkların aşındırılmasının ne denli tehlikeli sonuçlar doğuracağını gösteren ve laikçiliği din gibi algılayan, hak, hukuk, adalet ilkelerinden yoksun, basiretsiz elitlerimize ibret olacak ürperticilikte bir mesaj yayınlıyorum. Bu mesaj, Londra''dan Rodin Amedi adlı Kürt kökenli birinden geliyor. Kısa ama gerçekten ürpertici bir mesaj bu:
"Sayin yusuf kaplan iblis,
Irkçı terorist devletin 85 yıldır Kürt''leri Türkleştirirken İslamlık
dindarlık ve sahteci kardeşliklere niye karşı cıkmadınız sayın
bay iblis? / Kürtler sizin şeytani niyetlerinizi çok iyi biliyor ve ona göre de
iğrenç politika ve katliamcılığınıza karşı haklı ve meşru bir savunma içinde bulunmaktadır... Fethullah şeytanı bile artik Kurdleri kandıramaz…"
İkinci mesaj ise, İslâmî duyarlıklar pekiştiği zaman etnik duyarlıkların nasıl kolaylıkla ikinci plana itilebildiğini gösteren gerçekten örnek bir müslüman tavrını yansıtıyor. "Kaygusuz" rumuzuyla yazan bu okuyucumun mesajı da şöyle:
"Öncelikle sizi kardeşliğimizin en öncelikli göstergelerinden biri olan Rabbimizin selamı ile selamlıyorum.
10 Ekim tarihli "Tek seçenek: Kardeşlik" başlıklı yazınızdaki çarpıcı tespitlerinizden "Doğu Kökenli (!)" ama müslüman bir kardeşiniz olarak etkilendiğimi ifade etmek isterim.
Ailemden aldığım "ancak ve ancak Müminler kardeştir," felsefesiyle yaşayan bir genç olarak; son dönemde iyice tırmandırılmaya çalışılan "etnik ayrımcılık" oyununu ibretle izliyorum.
Bu noktada bahse konu yazınızı okuyunca kendi kendime şunu sormadan edemedim: Ben inançsız birisi olsaydım, bu durumda nasıl davranırdım ve hangi yöne meylederdim
Cevabım da şu şekilde oldu: Tabii ki inadına bu ırkçılık damarını depreştirmeye çalışanların oyununa gelir ve "Kürtçülük- Türkçülük...vs" basitliğine düşer ve kürtçülere meylederdim. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel bakımlardan gelişmesine, kalkınmasına dönük önlemlerin hiç birisi ben ve benim gibi düşünenleri durduramaz ve tatmin edemezdi.
Rabbime şükürler olsun ki Müslümanım ve yazınızda ifade ettiğiniz üzere bu oyunu bozacak olan yegane çarenin de "İslam kardeşliği" olduğunun bilincindeyim.
"Bölge halkının İslâmî duyarlıkları aşındığı ölçüde etnik duyarlıkları kaçınılmaz olarak artıyor. Etnik duyarlığın ve kimliğin İslâmî kimliği bastırdığı bir yerde, hiçbir siyasî, kültürel, ekonomik çözüm önerisi bir işe yaramaz, "şeklindeki düşüncenizi ruhumun derinliklerinde yaşayan birisi olarak bu düşüncemi sizinle paylaşmak istedim.
Tatminkar olan sadece ve sadece iman etmiş olmamız ve tüm inananları kardeş olarak görmemizdir. Mü''min olan bir Türk benim kardeşim iken, fasık olan bir Kürt asla ve asla benim kardeşim olamaz. Velev ki akrabam olsa dahi...."
Türkiye, bir imparatorluk bakiyesi bir ülke. O yüzden dünyanın pek az ülkesinde rastlanabilecek ölçüde fazla sayıda etnik kimlik var. Bu kadar etnik kimliğe rağmen bu toplumun kahir ekseriyeti müslümandır ve en büyük ortak paydası İslâm''dır.
Bu kadar etnik kimliğin olduğu bir toplumda toplumun en büyük ortak paydasını pekiştirmek yerine, bu ortak paydayı, din hâline getirdiğimiz laikçilik basiretsizliğiyle aşındırmaya devam ettiğimiz sürece, bu toplum, önümüzdeki süreçte tam bir balkanlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan çok zor kurtulur.
İslâm, küresel sistem tarafından şeytanlaştırılıyor diye biz de İslâm''ı şeytanlaştırmaya, hayatımızdan uzaklaştırmaya devam edecek olursak, bu toplumun omurgası tuzla buz olur ve küresel güçlerin küresel hâkimiyetlerinin merkez üssü olan bir coğrafyada bulunduğumuz için, Türkiye kuşa kurda yem olmaktan kurtulamaz.
O yüzden Batılıların renginden, dilinden, dininden ötürü tarih boyunca milyonlarca insanı katlettikleri, yerlerinden ettikleri bir zaman diliminde, İslâm''ın bütün farklılıklara hayat hakkı tanıyan, ötekileştirmeyen medeniyet tecrübesinin yeniden icat edilmesine dünyanın en fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, artık daha fazla vakit geçirmeden hiç olmazsa önce ülkemizde kardeşliği tesis etmek için kolları sıvamalıyız. Başka seçeneğimiz yok çünkü.
Frankfurt Nasihatnâmesi: İddianız yoksa, yoksunuz (1)
Yusuf Kaplan
24/10/2008 Cuma
Avrupa modernliğinin kurucu ülkeleri İngiltere, Fransa ve Almanya''da 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren fuarcılık bir gelenek hâline gelmiş ve bu ülkeler arasındaki ekonomik, siyasî ve kültürel rekabetin küre ölçeğindeki başlıca motorlarından biri olarak köksalmıştır.
İşte Frankfurt Kitap Fuarı, Avrupa''nın kurucu aktörleri arasındaki bu rekabetin bir sonucu olarak doğmuştur ve dünyanın en büyük yayıncılık fuarıdır.
Frankfurt Kitap Fuarı, öncelikli olarak ticarî, dolayısıyla yazarlardan çok yayıncılarla ilgili bir etkinlik. Küre ölçekli devâsâ bir ticarî etkinliğin Almanya''nın Frankfurt kentinde gerçekleştirilmesi elbette ki oldukça anlamlıdır: Çünkü Frankfurt, sadece Almanya''nın değil, aynı zamanda Avrupa kapitalinin (sermayesinin) de kapitalidir (başkentidir).
Belki burada Londra''nın “City”sini (finans merkezini) dışarıda tutmak gerekebilir. Avrupa demek, Almanya demek olsa da, Londra''nın “City”si, cüssesi ve etki-gücü bakımından hâlâ Avrupa kapitalizminin “kapital”i ve İngilizlerin, yegâne sermayesidir.
Burada Alman modernliği ile İngiliz modernliği arasındaki farkı görebilmek de mümkün: Londra''nın “City”si, adı üstünde Londra''nın içindedir ama başlıbaşına bir adadır. City''de sadece kapitalin tapınakları vardır. Kültür de, kültürel kurumlar da yoktur. Çünkü İngilizler, sanayi devriminin öncüleridir.
New York''un Wall Street''i Londra''nın City''si örnek alınarak kurulmuştur ama Londra''da City''nin yanısıra bir de West End olarak adlandırılan bir kültür bölgesi vardır. New York''un Wall Street''i kapitalizmin merkezidir ve New York''un her şeyine damgasını vurmuş, rengini vermiştir.
Almanlar, çeşitli kentlerde büyük sanayi fuarları düzenlerler. Frankfurt, yayıncılık fuarına tahsis edilmiştir. Hem dünyanın en büyük kitap yayıncılığı fuarının, hem de Avrupa kapitalinin aynı kentte olması, bize Alman modernleşmesi ve Alman düşünce geleneği hakkında çok şey söyler: Amerikalılar, neo-kapitalizmin bayraktarlığını, İngilizler sanayi devriminin öncülüğünü yaparken, Almanlar, Avrupa''nın düşünce devriminin öncüsüdür. Unutmayalım ki, Almanların en büyük sanatçı, bilge ve düşünürlerinden Goethe, Frankfurtludur. Yine hem en güçlü kapitalizm eleştirisinin, hem de sosyalizmi çağdaşlaştırma çabalarının 20. yüzyıldaki en büyük girişimlerinden biri olan Adorno, Horkheimer ve Benjamin''in kurdukları Frankfurt Okulu da Frankfurt''un çocuğudur.
Almanlar, dünyanın en büyük kitap yayıncılığı fuarını Frankfurt''ta düzenlemekle, hem Avrupa kapitalizminin ve siyasetinin, hem de Avrupa düşüncesinin motoru olduklarını söylemiş oluyorlar.
Geçtiğimiz hafta, Frankfurt Kitap Fuarı''nın 60.sı gerçekleştirildi. Türkiye, fuarın onur konuğuydu. Bu, çok önemli bir hâdisedir. Bu başarının altında imzası olanları kutlamak gerekir.
Almanlar, dünyanın en büyük kültürel etkinliklerinden biri olan kitap yayıncılığı fuarını düzenlemekle Avrupa''nın ve dolayısıyla dünyanın entelektüel hayatının öncüsü olduklarını söylerlerken, biz böylesine önemli bir kültürel etkinliğin onur konuğu olarak dünyaya esaslı bir şey söyleyebildik mi acaba?
Ne yazık ki, hayır. Fuar, Türkiye açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Gerek Türkiye adına fuarda yapılan konuşmalar, gerekse gerçekleştirilen etkinlikler seküler Türkiye''nin dünyaya söyleyebileceği hiçbir esaslı şey olmadığını gözler önüne serdi.
Orhan Pamuk, adeta bunu ispatlarcasına ilkel bir konuşma yaptı ve bir kabîle mantığıyla hareket ederek şikâyet etti durdu. Orhan Pamuk''un konuşmasını dinleyen Avrupalılar, içten içe gülmüşlerdir herhalde.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül''ün Orhan Pamuk''un konuşması dolayısıyla savunmacı bir konuşma yapması ve dişe dokunur hiçbir şey söylememesi tam bir hayal kırıklığı yarattı. Oysa Abdullah Gül, “büyük doğu”nun çocuğuydu ve orada bilgece bir konuşma yaparak Türkiye''nin zengin medeniyet tecrübesi ve birikimi ile dünyaya esaslı şeyler verebileceğini söyleyebilirdi.
Frankfurt Kitap Fuarı, medeniyet iddiasını yitirmiş ve Avrupa''nın seküler kültürünün gönüllü misyonerliğini yapan bir Türkiye''nin dünyaya sunabileceği hiçbir şey olmadığını göstermiştir.
Fuar ve Almanya gözlemlerimi yazmaya devam edeceğim. Pazartesi günü Dinle Neyden filmine “gideceğiz”. Fuarda Dinle Neyden filmini izlettim ve Alman izleyicilerin bir kısmı filmi üç kez izledi. Demek ki, iddianız olduğu zaman, insanları koltuklarına kilitleyebiliyorsunuz.
SİNEMA-TV OKULU MÜJDESİ!
Birkaç hafta içinde, dünyanın önde gelen yönetmen ve akademisyenlerinin de ders verecekleri yeni bir Sinema-TV Okulu açıyoruz. Üstelik bu okul, bedava denecek kadar cüz''î bir ücret alacak öğrencilerinden. Bekleyin, yeniden-geliyoruz!Türkiye"nin Saadet"i: Kurtulmuş ve Medeniyet iddiası
Yusuf Kaplan
31/10/2008 Cuma
Bir yandan sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşı veren ama öte yandan da sömürgecilerden daha acımasız, daha radikal bir sekülerleşme projesi başlatarak medeniyet iddialarını yitiren Türkiye, hem sürgit aynı sorunlarla boğuşmaktan, hem de bu sorunların kangrene dönüşmesini önlemekten kurtulamıyor bir tülü.
Medeniyet çapındaki iddialarını terkederek Batılıların gönüllü laiklik misyonerliğini üstlenmekle, Türkiye, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarını pekiştirme girişimlerine taşeronluk yapan bir ülkeye dönüşmüş, böylelikle tarihte tatile çıkmış ve beklenmedik, hesapta kitapta olmayan büyük sorunlara gebe hâle gelmiştir.
Batılılar, modernlikle birlikte muazzam bir meydan okuma geliştirdiler. Ama bu meydan okuma bir medeniyet meydan okuması olmadı. Modernlik, sanıldığı gibi, bir medeniyet projesi değildi. Aksine medeniyet fikrini yok eden bir projeydi. Çünkü medeniyet fikri, kozmos fikrine, yani bütünlük, düzen ve uyum ilkelerine dayanır. Modernlik, kozmos fikrini yok etmiş; dolayısıyla bütünlük değil, parçalılık; düzen değil, kaos veya düzensizlik; uyum değil, çatışma üretmiştir.
O yüzden, modern / seküler ve kapitalist meydan okuma, hayatımızı daha anlamlı kılan, daha âdil, daha barışçıl, daha kapsamlı, kuşatıcı ve derinlikli bir medeniyet sıçraması sunmadı bize.
Aksine, hem iç, hem de dış düzlemde gerçekleşen çift yönlü bir saldırı üretti: İç düzlemdeki saldırı, felsefî ya da zihnî düzlemde gerçekleşti ve Tanrı''ya, Tabiat''a ve paradoksal olarak insana saldırı şeklinde tezahür etti.
Dış düzlemdeki saldırı ise, diğer kültürlere, medeniyetlere, dinlere ve toplumlara karşı sömürgecilik ve emperyalizm biçimlerini alan bir saldırı şeklinde gerçekleşti: İnsanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir saldırı biçimiydi bu: Mevcut bütün medeniyetleri 3 asır içinde ya yok etmiş; ya da fosilleştirmişti. Ayrıca Avrupa''daki büyük aktörlerin birbirlerini mahvetmeleriyle sonuçlanan tarihin iki büyük dünya savaşının altına imza atmıştı.
Burada, Batı tecrübesine karşı körükörüne bir önyargı ve düşmanlık geliştirmediğimi, medeniyetler üzerinde kafa yoran birinin başka medeniyet veya insanlık tecrübelerine önyargıyla ve düşmanca yaklaşmasının saçma bir şey olacağını söylemem bile gerekmiyor.
Buradan gelmek istediğim nokta şu: Seküler-kapitalist Batı meydan okuması, medeniyet sıçraması ve atılımı değildi/r. Buna rağmen, modern Batı''da düşünce, sanat ve bilim alanında ortaya konan birikimden yararlanmaktan hiçbir zaman kaçınamayız.
Ancak Türkiye, Batı ile kurduğu ilişkiyi Batı uygarlığından yararlanma ilkesi üzerine değil, hâkim güce teslim olma anlayışı üzerine kurdu. Tam bir yenilgi psikolojisiyle hareket ederek, hem kendi medeniyet iddialarını yok etti; hem de böyle yapmakla, Batı saldırısının önündeki en büyük engel olarak tarihten çekilmiş ve Batılıların dünya üzerindeki haksız hegemonyalarının önünü sonuna kadar açmış oldu.
Oysa medeniyet kurmuş hiç bir toplum, aslâ yenilgi psikolojisiyle hareket ederek ve hâkim uygarlık tecrübesinin gönüllü acentalığını veya köleliğini üstlenerek hem tarihte varlık gösteremez; hem de varlığını bile sürdüremez kolay kolay.
Şu ân geldiğimiz noktada, Türkiye, medeniyet iddialarını yitirmekle; yönünü yitirmiş, omurgası çökmüş, ufku daralmış, zihni körleşmiş, yapay kamplaşmalarla ve krizlerle vaziyeti idare etmeye çalışan ve bütün bunların kaçınılmaz sonucu olarak da karşı karşıya kaldığı sorunların sürgit kangrene dönüştüğü traji-komik bir duruma düşmüştür. Bin küsur yıldır yaşamadığımız etnik kimlik sorununun Türkiye''yi tam ortasından ikiye bölecek, sosyal düşmanlıklar üretecek ve siyasî kopuşlar doğuracak kadar tehlikeli bir boyut kazanması, buraya kadar yaptığım analizleri doğruluyor.
Bütün bunları, Numan Kurtulmuş''un Saadet Partisi''nin (SP) başına geçişini anlamlandırmak için yazdım: Millî Görüş hareketini gerçek anlamda bir medeniyet projesine dönüştürecek bir aktör, şu ân SP''nin Genel Başkanı olmuş durumda. Kurtulmuş, Türkiye''deki siyasetçilerde görülmeyen bir entelektüel derinliğe, özgüvene, ufka, samimiyete, dürüstlüğe, asalete ve tevazuya sahip bir siyasetçidir. Teşkilata ve finans kaynaklarına vaziyet edebildiği ve güçlü bir ekiple çalışabildiği ölçüde, Numan Kurtulmuş, Türkiye''nin gelecek on yılına damgasını vuracak ve medeniyet iddialarına sahip çıkarak Türkiye''ye çağ atlatabilecek uzun soluklu bir yürüyüşe öncülük edebilir. Kendisine ve ekibine başarılar diliyorum.
Frankfurt Nasihatnâmesi-2: Ne söylüyoruz dünyaya?
Yusuf Kaplan
3/11/2008 Pazartesi
Tarihi, dalga-kırıcı ve dalga-kurucu öncü kuşaklar yapar: Tanzimat''tan bu yana bu tür kuşaklar çıkaramadık… Bizi sürgit tehlikeli sularda yüzdüren, gürültüyle patırtıyla işi kotaracağını sanan; ama geldiğimiz noktada, bizi, gemiyi tam bir dipsiz kuyunun önüne getirip bırakan, pergelini ve yönünü şaşırmış, iddialarını ve ruhunu haraç-mezat satmış, anafora yakalanmış bir dizi savrulmuşlar kuşağının peşine takılmış, tekinsiz, fırtınalı sularda oraya buraya sürüklenip duruyoruz…
Tam bir yok oluş mevsimi bizim yaşadığımız: Gemi batmak üzere… Ama biz, "bu hâl neyin nesi ve bu gemi nereye sürükleniyor böyle serseri mayın gibi?" diye soracağımıza, gemiyi sâhil-i selâmete çıkarmak için çaba göstereceğimize, gemiyi sâhil-i selâmete çıkaracak yegâne ruhu yok etmek için elimizden geleni yapıyoruz! Ortalık toz duman. Zihnimiz allak bullak. Hâl böyleyken ve gemi, bir meçhule doğru yol alırken, birileri, sürekli olarak geminin rotasını değiştirmekle; birileri de, geminin altını oymakla meşgul hâlâ…
Attila İlhan, bu yaşadıklarımızı tam bir "curcuna" olarak tarif ederek, Tanzimat''tan bu yana ortaya çıkan kuşakların, dalga-kırıcı ve dalga-kurucu öncü kuşaklar olamadığını şöyle tasvir etmişti: "Önüne gelenin rastgele meydana çıkıp pala salladığı böyle bir curcuna, bir anlamsızlıklar sirki olmaktan öteye gidemez, bizi de hiçbir yere götüremez."
Tanpınar''sa, yaşadıklarımızı, "kendini inkâr" olarak tarif etmiş ve Tanzimat-sonrası süreçte Türk aydınlarının yaşadıkları savrulmadan nasibini alan ama Fransa''da, bir Fransız''dan, hocası Sorel''in anlattıklarından hayatının dersini alarak silkinip kendine gelen Yahya Kemal''in yeni Türk edebiyatının kurulmasında neden kilit rol oynamaya başladığını şöyle açıklamıştı: "[Yahya Kemal''in] dışarı [Batı] ile olan münasebeti, Servet-i Fünuncularda olduğu gibi, kendimizi inkâr[a dayanmıyordu]. [Şiirde yeniliği],… dâima kendi mahrekinde bir değişme [olarak görüyordu]." (Yahya Kemal, Dergâh, 1982: 49-50).
Tanpınar, Tanzimat-sonrası süreçte hızla yaygınlık kazanan "kendini inkâr" çabalarının aksine, Yahya Kemâl''in, edebiyatımızın, sanatımızın, medeniyetimizin kurucu dinamiğinin İslâm olduğunu düşündüğünü şu tespitleriyle resmeder: Yahya Kemal''in, din''i, bir yandan, "cemiyetimizin en tabiî fonksiyonunda büyük ve tarihî yapıcı realitelerinden biri", öte yandan da, "şiirin büyük kaynaklarından biri" olarak gördüğünü (s. 50) tespit ettikten sonra, noktayı şöyle koymuştu: "Yahya Kemal, Müslümanlığı, halkımızın saf ruhunun hem yapıcısı, hem de en sahih aynası addediyordu." (s. 53).
Bütün bunların Frankfurt Kitap Fuarı''yla alakasına gelince… Bu fuar, Türkiye''nin dünyaya söyleyebileceklerini sunabilmesi için yakaladığımız ilk büyük fırsattı.
Peki, Türkiye, ne söyledi fuarda dünyaya? Türkiye''nin dünyaya söyleyeceği, sunacağı hiçbir esaslı şeyin olmadığını, ruhunu da, ruhunun aynasını da yitirdiğini söyledi. Türkiye''nin söylediği şeyin, Batılıların söylediklerini papağan gibi Türkiye''de bir kez daha tekrarlamaktan başka bir şey olmadığını ispatladı!
Abartıyor muyum? Elbette ki, hayır. Düşünsenize: Batı uygarlığının büyük bir felsefî kriz ve tıkanma yaşadığı, gezegenimizi yaşanılamaz bir kaoslar ve belirsizlikler arenasına dönüştürdüğü bir zaman diliminde, tam da dünyaya, hakkaniyetin, adaletin, başka kültürlere, dinlere ve medeniyetlere saygının en yüksek, en asil ve hâlâ aşılamamış örneklerini sunan bir medeniyetin çocukları olarak en esaslı şeyleri bizim söylememiz gerekirken, biz, "hayır, biz iddialarını çoktan yitirmiş, sadece size, Batılılara özenmeye çalışan bir hiçiz" demenin bir marifet olduğunu sanıyoruz.
Orhan Pamuk, yeteri kadar putlaştırdığımız Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Elif Şafak ve diğer bilumum üçüncü sınıf Batı özentili yazar çizer takımıyla biz dünyaya, "Ey dünyalılar, şiir böyle yazılır, roman böyle yazılır, sanat böyle yapılır", diyebileceğimiz özgün bir dil ve "dünyayı, içine yuvarlandığı çıkmazdan çıkaracak medeniyet fikri budur", diyebileceğimiz, bütün Batılıları heyecanlandıran ve onlara, "durun bir dakika, bu Türklerin söylediği çok esaslı bir şey var!" dedirten, bütün insanlığı kuşatıcı, kucaklayıcı, sarıp sarmalayıcı, kanatlandırıcı, yepyeni ufuklara, yolculuklara çıkarıcı bir medeniyet fikri ve fikriyatı sunduk, diyebilir miyiz? Neden diyemeyiz, daha da önemlisi, nasıl diyebiliriz, bir düşünün lütfen!
TÜYAP''TA NIETZSCHE VE ''68…
TÜYAP Kitap Fuarı''nda, Salı günü, saat 16.00-17.00 arasında Heybeliada Salonu''nda bütün ve gerçek yönleriyle Nietzsche''yi ve ''68 hareketinin neden bu kadar abartıldığını konuşacağız. Neden duyurmadın, demeyinAmerikan "derin devlet"inin zaferi
Yusuf Kaplan
7/11/2008 Cuma
The Guardian gazetesinden Jonathan Steele, "Şimdi Obama, terörle savaşı sona erdirdiğini ilan etmelidir" başlığını attığı ve Obama''nın ABD Başkanı seçilişini değerlendirdiği dünkü yazısında, "bugün, bir yandan sevinç günü; ama öte yandan da kâbus günü" diyor. The Guardian yazarının kâbus''tan kastettiği şey, Obama''nın başkan seçildiği gün, ABD''nin Afganistan''da sivillere düzenlediği bir hava saldırısında, 23 çocuğu ve 10 kadını katletmesi!
ABD''de bir "zenci"nin Başkanlık''a kadar gelmesi, dünya tarihi açısından değil, Amerikan tarihi ve Batı uygarlığı tarihi açısından tarihî bir hâdisedir. Bir "zenci"nin ABD''nin başkanlığına seçilmesinin, sadece ABD''de değil, bütün dünyada sevinçle karşılanmasının nedeni, dünyaya, tastamam orman kanunu''nun hâkim olduğu ilkel ve barbar bir zihniyetle çeki düzen veren Yahudilerin güdümündeki ve kontrolündeki neo-con''cu Bush çılgınlar taifesinin büyük bir hezimete uğramasıdır. Obama''nın başkan seçilmesi, daha 30-40 yıl öncesine kadar, zencilere handiyse "köpek" muamelesi yapan Amerika''nın, ırk-ilişkilerinde bir hayli mesafe katettiği anlamına gelebilir.
Ama Obama, ABD''de, zenci olduğu için başkan seçilmedi. Kaldı ki, babası zenci, annesi beyaz Amerikalı biri olan Obama''nın "zenciliği" de tartışılır. Kaldı ki, asıl mesele, deri meselesi değildir. Asıl mesele, zihniyet meselesidir: Obama, zihniyeti açısından devşirilmiş biridir: Tam bir beyaz Amerikalıdır.
Amerikalılar, Obama''yı bence üç temel nedenle başkan seçtiler: Birincisi, ülkeyi ekonomik olarak batıran, ABD''nin imajını bütün dünyada yerle bir eden, neo-con''cu çılgınların iktidarına son verecekti Amerikan halkı zaten.
İkinci neden, siyasî ve sosyolojikti: Amerika, bir ülke olarak siyasî ve sosyolojik olarak "dağılma"nın eşiğine gelmişti. Ciddî ciddî Amerika''dan kopmak için çalışan Hispanik''ler, uzunca bir süredir, oy kullanmıyorlardı; ama bu kez, oy kullandılar. Ekonomik krizin sosyal ve siyasî yansımaları, farklı etnik kesimler arasındaki ilişkileri bozmakla kalmamış, aynı zamanda, Amerikan halkını fena hâlde yoksullaştırmıştı: Bu da ABD''yi sosyal patlamalara gebe bir ülke hâline getirmişti.
Üçüncüsü de, yine ekonomik ve siyasî nedenlerle yakından ilintili bir başka sorun yaşanmaya başlamıştı ABD''de: 11 Eylül saldırılarından sonraki süreçte, ABD, ilk kez, birliğe ve bütünlüğe şiddetle ihtiyaç hisseden bir ülke hâline gelmişti.
İşte ABD''nin sözünü ettiğim üç temel alandaki sorunlarını bir şekilde hal yoluna koyabilmek için, siyahî bir babanın ve beyaz bir annenin melez çocuğu olan Obama gibi bir figürden daha iyi bir figür bulunamazdı. O yüzden melez Obama, hem ABD''yi yeniden birleştirebilecek; hem gittikçe yoksullaşan Amerikan halkının ekonomik sorunlarını bir şekilde halledebilecek, hem de iç ve dış politikada ABD''yi yıpratan içerdeki güçleri tasfiye edebilecek "bulunmaz hint kumaşı" gibi biriydi ABD için.
Sonuçta, ABD''de kazanan, zenciler veya Obama filan değil, Amerikan "derin devlet"idir. Unutmayalım: ABD''de iki güç sürekli çatışma hâlindedir: Yahudilerin kontrolünde ve güdümündeki neo-con''cu çılgınlarla; başkalarının değil, yalnızca ABD''nin çıkarlarını düşünen, çoklukla WASP''tan (Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestanlardan) oluşan "yerli aktörler". Elbette ki, neo-con''cular arasında da hatırı sayılır miktarda WASP var; ama bu "kişi" ve "güç"ler, Amerika''nın çıkarlarının büyük ölçüde Amerikan siyasetine, ekonomisine, medyasına ve akademyasına hâkim olan Yahudi''lerle işbirliği yapılmasıyla garanti altına alınacağını düşünüyorlar/dı.
Gelinen noktada, Yahudilerin güdümündeki neo-concu''ların çökertilmesinde, Amerikan derin devletinin yoğun çabalarının rol oynadığını düşünüyorum. Her taşın altında bir Yahudi parmağı aramaya kalkışacak kadar sığ biri değilim; sadece gözlerimizin önünde yaşanan somut bir gerçeğe dikkat çekiyorum: Neo-con''cuların başını çeken Dick Cheney''in Yahudi olduğunu, Bush döneminde Yahudilerin inanılmaz boyutlarda güçlendiklerini, Cheney ve şebekesinin Bush''u tam bir kukla gibi parmağında oynattığını nasıl olur da unutabiliriz ki?
Özetle, ABD derin devleti, ABD''yi felâketin eşiğine sürükleyen neo-concuları dize getirmeyi ve bunu da Obama gibi, birleştirici, toparlayıcı "melez" bir figür üzerinden gerçekleştirmeyi başarmıştır. Sonuç itibariyle, Obama, dünya üzerindeki ABD''nin haksız hâkimiyetini meşrûlaştırmaya yarayacak bir hayli kullanışlı ve gözboyayıcı bir "aparat"tan başka bir şey olmayacaktır.Hangi/si Atatürk? (1)
Yusuf Kaplan
10/11/2008 Pazartesi
Tabular, bu tabuları koyanların kendilerine güvenmediklerini gösterir. Tabular, korkular ve düşman icatlarıyla ayakta tutulabilir ancak; ve orada sapla saman birbirine karışır, insanların zihinleri allak bullak olur, yalan-dolan hükümfermâ olur, gerçekler hasıraltı edilir.
Tabular, sadece canlı cenazeler üretir; insanları tabutlaştırır ve ruhsuzlaştırır: Gözünü kör eder, zihnini tarumâr eder, vicdanını yok eder insanların. O yüzden tabular, (Sovyet tecrübesinde gördüğümüz gibi) bir gün yıkılmaya; korku ve düşman icatlarıyla çarpıtılan gerçekler, er ya da geç, gün ışığına çıkmaya mahkûmdur. Çünkü tabularla, yalanlar ve çarpıtmalarla yaşanamaz.
Şu ân Batı uygarlığı, kendi dışındaki bütün medeniyetleri ya yok ettiği; ya da fosilleştirerek etkisiz hâle getirdiği için, korkularla ve hayalî düşman icatlarıyla ayakta durabiliyor. Batı uygarlığının omurgasını oluşturan sekülerlik, en büyük tabu katına yükseltilmiştir. Seküler olmayan dünya tasavvurları, metafizik hakîkatler, ya seküler algılama biçimlerine göre tarif ediliyor ve böylelikle tanınamaz hâle getirilerek tahrif ve tahrip ediliyor; ya da yok sayılıyor.
Bu söylediklerime şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Batı''da her şey eleştirilebiliyor; bu anlamda, Batı''da tabu diye bir şeyden sözetmek ne kadar mantıklı?
Evet Batı''da her şey eleştirilebiliyor ama hangi açıdan? İkincisi de, Batı''da tabu diye bir şey yok mu gerçekten?
Batı''da her şeyi eleştirebilirsiniz; ama tek bir açıdan eleştirebilirsiniz: Sadece hâkim yani seküler paradigmanın içinden. Hâkim paradigmanın dışına çıktığınız zaman, bırakınız eleştirebilmeyi, sizin varolabilmeniz, kendiniz olarak, nasıl inanıyorsanız öylece yaşayabilmeniz imkânsızlaşır: Çünkü hâkim paradigmanın dışına çıktığınız ândan itibaren marjinalleştirilirsiniz; gettolara mahkûm edilirsiniz; ötekileştirilir ve böylelikle etkisiz hâle getirilirsiniz; yani fosilleştirilirsiniz.
Türkiye''de, hâkim paradigmanın içinden de olsa eleştiremezsiniz; tabulara dokunamazsınız: Tabulara dokunduğunuz ân, "yanarsınız".
Peki, tabuların bu kadar sert şekiller alması, ancak "polisiye yöntemler"le koruma altına alınması, neyin göstergesidir? Elbette ki, Türkiye''deki tabuların zorla, tepeden dayatıldığının ve bu tabuları "polisiye yöntemler"le dayatanların kendilerine güvenlerinin olmadığının bir göstergesidir.
Yeri gelmişken söylemekte yarar var: İslâm''da tabu yoktur: Her şey tartışılabilir ve eleştirilebilir''dir. İslâm''da emirler ve yasaklar vardır; bunlara uyup uymamak kişinin özgür iradesine ve vicdanına bırakılmıştır. Yasaklar, insan hayatının, inancın, aklın, "mal"ın ve neslin tehlikeye girdiği durumlarda işletilir.
Bugün Atatürk''ün ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen, üretilen zoraki tabular nedeniyle kafamızdaki Atatürk portresi çok karışık. Solcuların, milliyetçilerin, Atatürkçülerin ve İslâmcıların Atatürk''ü, neredeyse taban tabana zıt! Ama solcuların da, milliyetçilerin de, Atatürkçülerin de, İslâmcıların da zihin kalıpları aynı! Buyurun buradan yakın!
Bugün size, Atatürk''ün Söylev ve Demeçleri başlıklı kitaptan (c. II, s. 140-141) bir hayli düşündürücü, belki de "ezber bozucu" bir alıntı yapacağım. Mustafa Kemal "Konya Gençleriyle Konuşma" başlığıyla aktarılan konuşmasında şunları söylemiş:
"…Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azîme [büyük çoğunluk, yani halk] başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddıyet-i tâmme, muhalefet-i tâmme vardır. Münevveran, kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevketmek ister; kitle-i halk ve avam ise bu sınıf-ı münevvere tâbi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver, telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca başka vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre [zor kullanmaya] başlar; halka istibdatta bulunmaya kalkar. Artık burada asıl tahlîlî noktaya geldik: Halkı, ne birinci usul ile, ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeğe muvaffak olamadığımızı görüyoruz. Neden?"
Atatürk, sorduğu soruya kendisi cevap veriyor: Aydınlarla / elitlerle halk arasında bir uçurum olduğunu; elitlerin / aydınların fikirlerinin, "milletimizin ideal ve ruhuyla ilgisinin olmadığını"; bu dünyada esaslı şeyler yapabilmek için "asıl temeli kendi içimizden çıkarmak", "milletimizin tarihini, ruhunu, geleneğini sahih, salim ve dürüst bir nazarla görmek zorunda olduğumuzu" söylüyor.
Atatürk''ün söyledikleriyle bugün geldiğimiz nokta, taban tabana zıt bir görünüm arzediyor. Bu yaman çelişkiyi, Attila İlhan, "İnönü diktası"nın ve kapıkulu gibi çalışan yetersiz, yeteneksiz entelijansiyasının "cinayet"leriyle açıklamamız gerektiğini söylüyor.
Cuma günkü yazıda, bu önemli tartışmayı sürdüreceğiz…
Hangisi Atatürk? (2)
Yusuf Kaplan
14/11/2008 Cuma
Okuyuculardan gelen yoğun talep üzerine, önceki yazıda, Atatürk''ün Söylev ve Demeçleri başlıklı kitaptan yaptığım kısa alıntının tamamını buraya alıyorum. 20 Mart 1923 tarihinde gerçekleşen ve "Konya Gençleriyle Konuşma" başlığıyla yayımlanan konuşmasında Mustafa Kemal şunları söylemiş:
"…Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azîme [büyük çoğunluk, yani halk] başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddıyet-i tâmme, muhalefet-i tâmme vardır. Münevveran, kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevketmek ister; kitle-i halk ve avam ise bu sınıf-ı münevvere tâbi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver, telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca başka vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre [zor kullanmaya] başlar; halka istibdatta bulunmaya kalkar. Artık burada asıl tahlîlî noktaya geldik: Halkı, ne birinci usul ile, ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeğe muvaffak olamadığımızı görüyoruz. Neden?"
"Arkadaşlar, bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyeti ve hedefi arasında tabiî bir intibak olmak lâzımdır. Yanı, sınıf-ı münevverin halka telkin edeceği mefkûreler [fikir ve hedefler] halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mi olmuştur? O münevverlerin telkinleri milletimizin ideal ve ruhundan alınmış mefkûreler midir?"
"Şüphesiz, hayır! Münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat, umumiyet itibariyle şu hatamız vardır ki, tetkikat ve tetebbuatımıza zemin olarak alelekser [çoğunlukla] kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi [geleneklerimizi], kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lâkin kendimizi bilmeyiz."
Münevverlerimiz, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşlar, onu da aynen öyle yapalım der. Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan şey, diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mesut ettiği halde, diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından [ilerlemesinden] istifade edelim; lâkin unutmayalım ki, asıl temeli, kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz."
"Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini sahih, salim, dürüst bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk muhakkak değildir [aydınlarla halk arasında uyum, kesinlikle sağlanabilmiş değildir]. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel, bu iki zihniyet arasındaki tetabuku tevlit etmek [uyumu sağlamak] lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil etmesi [hızlandırması], biraz da münevverlerin çok hızlı gitmesi lazımdır. Lâkin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok ve daha ziyade münevverlere teveccüh eden [düşen] bir vazifedir." (s. 140-141).
Gördüğünüz gibi, Atatürk''ün söyledikleriyle bugün geldiğimiz nokta arasında hiçbir ilişki yok; aksine büyük bir çelişki var.
Burada Mustafa Kemal neredeyse tam bir "İslâmcı" gibi konuşuyor. Ayrıca Konyalı gençlerle yaptığı konuşmada söyledikleri, sadece o zamana ve bir defaya mahsus şeyler değil. Mustafa Kemal''in buna benzer çok sayıda beyanatı, konuşması var: Meselâ Atatürk, Sivas Kongresi sırasında bizzat kendisinin yayımladığı ve her sayısında bir yazısının yer aldığı İrade-i Milliyye gazetesinde, Anadolu''ya geçmesinin temel nedeninin "İstanbul''u (yani Osmanlı''yı) ve hilâfeti kurtarmak" olduğunu açık açık ve defalarca yazıyor.
Meclis açılırken Kur''ân hatimlerinin yanısıra Buhari-i Şerifler okunuyor! İşin şaka kaldırır yanı yok yani. Dahası Atatürk, hem Sahih-i Buhari''nin 12 ciltlik tercümesini, hem de İslâm dünyasının hâlâ aşılamaz düzeydeki 9 ciltlik tefsirini, Hak Dini ve Kur''ân Dili''ni yazdırıyor Elmalılı''ya. Hatta 1939 yılında, Atatürk''ün ölümünden bir yıl sonra, Harp Okulu''nu birincilikle bitiren öğrenciye Hak Dini ve Kur''ân Dili hediye olarak veriliyor!
Ama öte yandan da, Türkiye, Atatürk''ün söyledikleriyle (devrimler ve sonraki süreçte) taban taban zıt bir yol takip ediyor: Türkiye, medeniyet değiştiriyor, medeniyet iddialarını terk ediyor; Anadolu yarımadasına hapsoluyor ve medeniyet ufkunu, "emperyal vizyon"unu yok ediyor; böylelikle büyük bir ufuk daralması yaşıyor.
Atatürk''ün buraya alıntıladığım sözleri ile bugün geldiğimiz nokta arasındaki yaman çelişkiyi neyle ve nasıl açıklamak gerekiyor acaba?Çağ körleşmesi, Diriliş ufku ve varoluş yolculuğu (1)
Yusuf Kaplan
17/11/2008 Pazartesi
ABD''de patlak veren, Almanya, İngiltere, Rusya ve Çin''e de derinlemesine yayılan ekonomik kriz, seküler-kapitalist Batı uygarlığının 150 yıldır yaşadığı felsefî krizin zorunlu bir sonucu.
Kapitalist ekonomik sistem, seküler dünya tasavvurunun ürünüdür. Avrupa''da Kilise Hıristiyanlığı''nın Protestanlaşması, beraberinde “Protestan ahlâkı”yla birlikte, hem hayatın, hem de Hıristiyanlığın sekülerleşmesini de getirmiş ve sekülerleşen Protestan ahlâkı, kaçınılmaz olarak kapitalizmin neşvünemâ bulmasına zemin hazırlamıştır.
Şöyle söyleyelim: Pratik ahlâkın öncelenmesi (yani fizik gerçekliğin, yani bu dünyanın, yani araçların, yani bilim ve teknolojinin mutlaklaştırılması), kaçınılmaz olarak pratik ahlâkın pragmatik ahlâka dönüşmesine; bu da, çıkar''ın mutlaklaştırılmasına ve hayatın çatışma kavramı etrafında kurulmasına ve dönmesine yol açmıştır: Pratik ahlâkın pragma''ya yol vermesi ise kaçınılmaz olarak pragmanın pranga''ya dönüşmesiyle sonuçlanmıştır: Foucault''nun üretilen dünyayı “modernliğin hapishanesi” olarak tanımlaması; Weber''in, modernliği, “demir kafes” olarak tanımlaması ve anlam krizi ile özgürlük kaybı gibi iki esaslı soruna neden olduğundan sözetmesi, modernliğin omurgasını, ruhunu oluşturan seküler dünya tasavvurunun yaşadığı felsefî krizin telâffuzundan başka bir şey değildi/r.
Nitekim, ikinci sanayi devriminin yavaş yavaş palazlanmasıyla birlikte, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı uygarlığı yaşadığı felsefî krizi iliklerine kadar hissetmeye başlamıştır: Batı uygarlık tarihçilerinin Batı uygarlığının bu son dönemini veya evresini “bunalımlar çağı” olarak tarif etmeleri, o yüzden, boşuna değildir. 19. yüzyılın ikinci yarısı, aydınlanma çağı''nın, dolayısıyla modernliğin vaatlerini gerçekleştirememesi üzerine karşı-aydınlanma ya da romantik çağ olarak adlandırılan bir çağdır: Felsefede, sanatta ve sosyal hayatta gözlenen yeni arayışlar, Batı uygarlığının felsefî, sanatsal, sosyal ve siyasî olarak büyük bir krizin eşiğine sürüklendiğini haber veren ve modernliğin çöküşünü ilan eden arayışlardır.
Ne var ki, bu arayışlar, modernliğin sonunu ilan etmekten başka esaslı bir çıkış yolu öneremediler: Sonuçta, ulus-devlet çöktü; Avrupa, iki büyük savaş yaşadı ve tarumar oldu; Avrupa''nın yerine, kısmen ulus-devlet ötesi bir örgütlenmeyi başaran, pragma''yı her şeyin başı ve kalkış noktası hâline getiren ABD yerleşti; Tanrı, hayattan kovuldu; kâinât tahrip edildi; gezegenimiz büyük saldırılara ve yıkımlara maruz bırakıldı; akıl, hapishaneye kapatıldı, din-dışı kutsallıklarda inanılmaz bir patlama yaşandı ve her alanda neo-paganizm biçimleri pıtrak gibi bitmeye başladı; toplum çözüldü, atomize oldu ve birey, fetişlerine ve dizginleyemediği ayartıcı arzularına ve hazlarına hızla kaçıverdi; sonuçta izafîleşme, tek esaslı felsefî söylem katına yükseldi.
İşte bütün bunlar, modernlik meydan okuması''yla birlikte, adına ayartıcı bir şekilde dünyayı “medenîleştirme süreci” denilerek dünyanın bütün mevcut medeniyetlerini ya yok eden ya da fosilleştiren, Heidegger''in deyişiyle varoluşa varoluşsal bir saldırı gerçekleştiren seküler-kapitalist tecrübenin aslında bütünlüğü esas alan medeniyet fikrini yok etmesinin kaçınılmaz sonuçlarıydı ve modern seküler Batı tecrübesinin, dünya üzerinde büyük bir hegemonya kurmasına rağmen, insanlığı, büyük bir varoluş, hakîkat, değerler ve bilgi bunalımının eşiğine sürüklemekten; dolayısıyla kültürel, siyasî ve ekonomik olarak tam bir tıkanmanın ve kaosun eşiğine getirmekten başka bir şey öneremediğinin yakıcı göstergeleridir.
Oysa izafîleşmenin felsefî temeli hâline geldiği bir “uygarlık”, hem kendisini, hem de dünyayı büyük bir bunalımın, kaosun ve çatışmanın eşiğine sürüklemekten başka bir şey yapamaz/dı. Bu bunalımdan çıkışın tek yolu var: İnsanlığa yeniden hakîkati, adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği hatırlatacak, bütünlük fikri''ne dayanan yeni bir medeniyet atılımı gerçekleştirmek. İşte bu atılımı gerçekleştirecek fikir, Bediüzzaman ve Sezai Karakoç tarafından Türkiye''de geliştirilmiştir.
Cumartesi günü Fatih Belediyesi, bir Sezai Karakoç sempozyumu düzenledi. Bu sempozyumda Sezai Karakoç''un medeniyet fikri/yatı, çeşitli yönleriyle tartışıldı.
Cuma günkü yazıda sempozyum dolayımında insanlığın nasıl zihinlerimizi ve vicdanlarımızı körleştirici bir çağ körleşmesi sorunu yaşadığını, bu çağ körleşmesinin, Bediüzzaman''la birlikte farkına varabilen ve nasıl aşılabileceğini gösteren iki önemli düşünürden biri olan üstad Sezai Karakoç''un medeniyet fikriyatının önümüze nasıl yepyeni bir ufuk ve koridor açtığını; bu diriliş ufkunun ve koridorunun nasıl esaslı bir varoluş yolculuğuna dönüştürülebileceğini göstermeye çalışacağım.
.Çağ körleşmesi, Diriliş ufku ve varoluş yolculuğu (2)
Yusuf Kaplan
21/11/2008 Cuma
İnsanlık tarihinde, daha önceki dönemlerde yaşanmayan; dünyada olup bitenleri de, kendi yaşadıklarımızı da anlamamızı zorlaştıran; algılama, görme ve bakış açılarımızı sakatlayan nevzuhûr bir durumla karşı karşıyayız: Tarihte ilk kez tek bir “uygarlık”ın, tek bir algılayış, duyuş ve yaşayış biçiminin, açık ve örtük kontrol ve kolonizasyon biçimleriyle bütün küre ölçeğinde hâkim kılındığı bir zaman diliminde oraya buraya sürükleniyoruz.
Yalnızca Batılıların zeitgeist''larının (zamanın ruhu''nun), seküler algılama, görme, bakış açısı ve yaşama biçimlerinin yaygınlaştırıldığı, başka zeitgeist''lara, medeniyetlere varolma ve hayat hakkı tanınmadığı dondurucu bir kış mevsimi bu. İşte bu durum, zamanı durmuştur; çünkü Batılıların ürettiği seküler algılama ve yaşama biçimleri, bütün dünyaya hâkim kılınmıştır. Artık farklı medeniyetler ve toplumlar, kendi zamanlarını yaşa/ya/mıyorlar; Batılıların ürettiği seküler zamanın, seküler algılama, duyuş ve yaşama biçimlerinin içine fırlatılmış gibiler sadece.
Bu durum, tarihi de donmuştur: Tarihi yalnızca Batılılar yapıyor. Batılıların dışındakiler, tarihi yapamadıkları, tarihte tatile çıktıkları, Batılıların yaptıkları seküler tarihin içinde kayboldukları, eritildikleri için oraya buraya sürüklenmekten başka bir şey yapamıyorlar.
Sonuçta, bütün dünyada tek bir zeitgeist''ın hâkim kılınması, zamanın durması, tarihin donması; Batı dışındaki medeniyetlerin ve toplumların, bu çağa, seküler algılama ve yaşama biçimlerine hapsolmalarına, dolayısıyla baştan çıkarıcı bir çağ körleşmesi sorunu yaşamalarına yol açıyor.
Sonuç, Batı dışındaki toplumların kendi tarihlerine, kendi sorunlarına bakarken bile yalnızca seküler / Batılı bakış açılarıyla bakıyor olmaları gibi bir “cinayet”in zuhur etmesidir. Bu, bir kendi-kendine intihar biçimidir: Çünkü siz kendi''niz değilseniz, sizin kendi dili''niz, kendi bakış açılarınız yoksa, yok olmuşsa, o zaman, siz de yoksunuz, yok olmuşsunuz, demektir: Sizin konuştuğunuz bir dil''iniz, baktığınız bir göz''ünüz, bakış açı''nız yoktur, yok olmuş, demektir.
Bu durumda, sizin varolduğunuzdan, tarihi sizin (de) yaptığınızdan, dünyaya sizin dil''inizle, sizin göz''ünüz ve bakış açınızla ürettiğiniz esaslı fikirler, sanat eserleri, hayat biçimleri, duyuş ve davranış modelleri sunabildiğinizden elbette ki, sözedilemez. Bu, sizin varolamadığınız; aksine yok olduğunuz, üstelik de bizzat kendi ellerinizle kendinizi yok etmek gibi bir garabeti ve cinayeti işlediğiniz anlamına gelir. Yaptığınız tek şey, Batılıların seküler zamanının içinde yaşadığınız için, Batılıların seküler algılama, varolma, duyma ve yaşama biçimlerini yeniden-üretmeniz ve meşrûlaştırmanızdan, dolayısıyla “körleşme”niz ve “köleleşmeniz”den ibarettir.
İşte üstad Sezai Karakoç, tam da bu çağ körleşmesine ve “köleleşme”sine karşı esaslı bir diriliş hamlesi başlatmıştır. Bizi metamorfoza uğratan, Batılıların gönüllü zihnî kölesi kılan bütün Batılı / seküler algılama biçimlerini yıkan, Cumhuriyet tarihimizin ilk düşünürüdür: Batılılaşmanın, sekülerleşmenin medeniyet iddialarımızı ve ruhumuzu yok ettiğini, bizi intiharın eşiğine sürüklediğini görmüş; bütün zamanları kucaklayabilen, bütün zamanları seferber edebilen, bütün zamanların çocuğu olabilen ve bütün zamanları kendi çocuğu kılabilen bir medeniyet ufku ve yolculuğu armağan etmiştir bize Sezai Karakoç.
Sezai Karakoç, Bediüzzaman ve Necip Fazıl''la birlikte, yaşadığımız Batılılaşma / sekülerleşme biçimlerine esaslı bir “semantik müdahale”de bulunmuş; bizi körleştiren ve “köleleştiren” seküler algı kapılarını kırarak, ilhamını Kur''ân''dan, Hz. Peygamber''den, İslâm düşünce ve sanat geleneğinden alan esaslı bir medeniyet yürüyüşü ve yolculuğu başlatmıştır.
Sezai Karakoç, kendi entelektüel tarihimizi yeniden başlatan, tarihi ve zamanı zihnî düzlemde yeniden harekete geçiren, dalga-kırıcı ve dalga-kurucu bir çığır açmıştır. O yüzden, Sezai Karakoç, entelektüel tarihimizde, bize kendi zamanımızı yaşatan, kendi dilimizi kurdurtan, kendi bakış açılarımızı armağan eden, kendi medeniyet yolculuğumuzu yeniden hatırlatan ve başlatan bir milattır. Hatırlatmakta yarar var: Elbette ki, Bediüzzaman ve Necip Fazıl olmasaydı, Sezai Karakoç olmazdı.
Bize düşen şey, Sezai Karakoç''un ektiği diriliş tohumlarını, ilimde, düşüncede, sanatta ve hayatımızın bütün alanlarında derinlemesine ekerek ete kemiğe büründürecek esaslı, sarsılmaz ve savrulmaz bir varoluş yolculuğuna soyunmak, bunun için de, önce hakîkat medeniyetinin fikrî yemişlerini yeşertecek, sonra da bunu hayata geçirme “savaş”ı verecek öncü bir varoluş kuşağı yetiştirmektir.Çanlar, dünya sisteminin çöküşü için çalıyor
Yusuf Kaplan
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
YAZARLAR
İslâm"ın gücü ve Türkiye"nin “yük”ü
Yusuf Kaplan
9/01/2007 Salı
Tasada, kıvançta, dünya ve hayat tasavvurunda bütünleştirici yekvücût bir dünya anlamında, “İslâm dünyası” diye bir “yer” yok. Çünkü İslâm, bir medeniyet olarak tarihten çekilmiş durumda. Eğer İslâm, bir Yaratıcı, kâinât ve insan tasavvuru olarak; hayatı anlamlandıran bir varlık ve hakikat kaynağı olarak; ilim-düşünce, kültür-sanat ve dünya / hayat karşısında bir tavır geliştimek anlamında bir “siyaset” geleneği olarak kendisini medeniyet formunda yeniden üretebiliyor olsaydı, bir “İslâm dünyası”nın varlığından sözedebilmemiz mümkün olabilirdi.
Bir din, dolayısıyla kültür, dolayısıyla hayat-dünya tasavvuru, ancak bir mekân''da varolur (kevn); bir mekân''da tekevvün etme imkânı bulabilir. Bu mekân, öncelikli olarak şehir''dir. (Hz. Peygamber''in kendisini bir şehir olarak tarif etmesi bu bakımdan oldukça anlamlıdır ama bu başka bir yazının konusu). Eğer müslüman şehirlerimiz yoksa, İslâm''ın hayatımızı tanzim edebildiğinden sözetmemiz imkânsızlaşır. Mekân, bir “iskelet”tir, bedendir. Mekân''ın hayat ve hayatiyet kazanabilmesi için bir ruha ihtiyacı vardır. İşte o ruh, cemaat''tir.
Aslolan cemaat olabilmektir. Hedef, önce müslüman şahsiyetin, ardından cemaatin, sonra da mekân''ın inşası''dır. İslâm''daki bütün ibadetler, cemaati eksene alarak gerçekleştirilir: Bireysel olarak yapılan ibadetlerde de, her mümin, diğer müminlerin de aynı yükümlülüğü yerine getirdiğini tahayyül ederek ibadet eder.
Cemaat olma husûsiyetlerini yitirenler, cemiyet, ümmet ve medeniyet olma husûsiyet-lerini ve hassâsiyetlerini de, imkânlarını ve mekânlarını da yitirmekten kurtulamazlar. Bugün bir “İslâm dünyası”ndan sözedemeyişimizin nedenleri burada gizli.
Tek dünya var artık: Seküler Batı dünyası / uygarlığı. Batı uygarlığı, şimdi Amerikan modeliyle tüm dünyayı sekülerleştirmeye çalışıyor. Batılılar, dünya üzerindeki hegemonyalarını, daha mükemmel bir Tanrı, insan, kâinât, tabiat, hayat tasavvuruna sahip oldukları için başarmış değiller. Güç kullanarak, “tüm dünyayı” sömürgeleştirerek başarmış durumdalar.
Batı uygarlığının geliştirdiği seküler meydan okuma ve saldırı, başta Hıristiyanlık olmak üzere, İslâm''ın dışındaki bütün diğer dinleri ve kültürleri fosilleştirmiştir.
“İslâm dünyası” diye bir yer yok ama din, sadece müslüman toplumlarda tek geçer akçedir hâlâ. Bütün dinler sekülerizmin saldırısı sonucu ya yokolmuş, ya da fosilleştirilmiştir. Çin, Hindistan, Japonya, Singapur, Taylan, Kore gibi ülkelerde kapitalizmin bu kadar hızla yayılabilmesinin nedeni budur.
“İslâm dünyası”nda İslâm''ın tek geçer akçe olmadığı tek yer sadece Türkiye (ve Türk dünyasıdır). İslâm, elitler ve medya tarafından sadece Türkiye''de tu-kaka edilebiliyor. İslâm''ın kamusal (dolayısıyla siyasî, toplumsal, kültürel ve entellektüel) hayattan uzaklaştırıldığı ve bunun “savaş”ının verildiği tek yer Türkiye''dir. Bu da, elbette tesadüfî değildir.
Endonezya''dan Libya''ya, Suriye''den Mali''ye, Lübnan''dan Malezya''ya kadar gördüğüm en yakıcı gerçek şu: İslâm, bütün İslâm dünyasında tek sığınak, tek tutamak, tek dayanak. Seküler kesimler de, varlıklarını İslâm''a borçlular ve İslâm''ın tüm sömürü biçimlerine karşı özgürlük, onur, bağımsızlık, kişilik demek olduğunu onlar da kabul ediyorlar.
Batılıların İslâm''ı terörle özdeşleştirmelerinin nedeni, kapitalist / seküler saldırıya karşı direnen ve insanlığın umut kaynağı olan tek geçer akçenin İslâm olmasıdır. O yüzden, İslâm''ın bu gücünü topyekûn yok etmek; onun için de İslâm''ı sekülerleştirerek kamusal hayattan uzaklaştırıp bireysel alana hapsetmek için, müslümanların yeniden cemaat olmalarını, cemiyetler tesis etmelerini, medeniyet sıçraması geliştirmelerini önlemek kaygısıyla tarihin, yalanlara, numaralara dayalı en vahşî savaşını İslâm''a karşı büyük bir saldırı başlatarak veriyorlar.
İyi de, Türkiye''deki elitokrasinin Batılıların dümen suyundan giderek İslâm''ı hayattan uzaklaştırma çabalarına rağmen, dünyadaki müslümanların sadece Türkleri, bir gün “seküler yük”ten kurtularak, İslâm dünyasını seküler / kapitalist Batı''ya karşı yeniden ayağa kaldıracak yegâne aktör olarak görmelerinin nedeni ne peki?Felaket tellalı: Tapınma kaynağı
Yusuf Kaplan
23/01/2007 Salı
Gazete, Batı''da icat edildi. Modernliğin hem aracı / vasıtası, hem de aracısı (vasatı) olarak doğdu. Yazılı kültürün algılama ve ifade biçimleri, önce kitapla, daha sonra da, daha çok da gazeteyle yeniden-üretilmeye başlandı.
Modernliğin, en başat özelliği, fizik gerçekliği mutlaklaştırması, fizik ötesi gerçekliği ise, ya yok sayması ya da fizik gerçekliğin dar ve daraltıcı, sınırlı ve sınırlayıcı kavramlarıyla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmasıdır.
Fizik gerçeklik, adı üstünde, temporal''dir. Yani, belli bir zamanla ve mekânla kayıtlı, sınırlı bir gerçekliktir. Fizik gerçeklik, aynı zamanda, “temporary” yani geçici / arızî / izâfî bir gerçekliktir.
Sekülerlik, dünyevîlik demektir. Fizik gerçeklik de zaten dünyevî gerçeklik demektir. O yüzden, Batılı sosyal teorisyenler, sekülerliği bazen temporalite / zamansallık olarak da adlandırırlar. Tempo / hız, ne kadar artarsa, hayattan kaçarak hayata tutunma / kaçış imkânları da o kadar artar ve artırılmalıdır. Dolayısıyla, hız ve haz, sekülerliğin iki vazgeçilmez kay/n/ağıdır.
Modernlik, gerçekliği fizik gerçekliğe indirgemekle, insanın ufkunu daraltmıştır. Artık hayat, yalnızca bu dünyadan ibarettir (=modernlik); ne olacaksa, ne yapılacaksa, burada ve şimdi olmalı ve yapılmalıdır (=postmodernlik).
Görüldüğü gibi, modernlik insanın ufkunu ve varoluş serüvenini yalnızca bu dünyayla sınırlarken; postmodernlik, yalnızca bura ve şimdi ile sınırlar. Zamanı, tek bir zamana, geçmiş ve gelecek duygusu iptal edilmiş geniş/letilmiş bir zamana, yani bura''ya ve şimdi''ye indirger: Zaman, izafîdir artık. Her şey izâfîdir. Tanrı da, şeytan da, izâfîdir; gerçek de, gerçekdışı da; hakîkat de, yalan da izâfî. İzâfîleşme, tek mutlak varoluş biçimi; izâfilik ise, tek mutlak hakîkat ve tek geçerli din''dir artık. Öyleyse, her şey mübahtır (=anything goes).
Bütün bu çözümlemelerin gazeteyle ne ve nasıl bir ilişkisi var? Şöyle: Gazetenin ömrü 24 saattir; ikinci gün, üçüncü gün aynı gazeteyi satamazsınız; satmaya kalkışırsanız bir daha gazete çıkaramazsınız.
Yani gazetenin ufku, günlüktür. Gazete okuyan insanın ufku da günlüktür. Gazete dili, bu ufuksuzluk üzerine kurulmuştur.
Gazete, bu ufuksuzluk arızasının farkında olduğu için, başka bir çıkış yolu bulmuştur; tam da çağımıza özgü bir çıkış yolu bu: İmaj oluşturmak ve mit üretmek. İmaj da, mit de birer “maske”dir ve patlayıcı bomba gibidir.
Yani, akıl çağı artık sizlere ömür! Kaldı ki, akıl çağı diye bir şey var/olmamıştı ki zaten! Akıl çağı denen şey, Edgar Morin''in deyişiyle, aklamacılık (=seküler Batı''yı putlaştırmacılık) çağından başka bir şey değil/di!
Gazetenin omurgasını oluşturan haberin mantığı, dünyaya negatif bir gözle bakmaktır: En kötü olay, en iyi haberdir. İşte Hrant Dink cinayeti bunun en yakın örneğidir.
Gazete, aslında bir kıyamet habercisidir. Kıyamet ve cehennem, iki önemli kışkırtıcı metaforudur gazetenin ve gazeteciliğin. Gazete için, “başkaları, cehennemdir.” Sadece gazete için mi?
Kötülük, olumsuzluk, kıyamet ve felâket tellalılıdır gazete (ve bütün medyalar). İyi de neden?
Bunun nedeni / kökeni, seküler dünya tasavvurunun dünyayı, fizik gerçekliği mutlaklaştırmasında gizlidir. Batılı / seküler insan, ontolojik bir güvensizlik duygusu yaşadığı için, epistemolojik güvenlik alanlarını alabildiğine genişletme ve mutlaklaştırma ihtiyacı hissetmiştir: Tanrı inancını yitiren, insanı tanrısallaştıran Batılı / seküler insan, büyük bir yalnızlık, büyük bir ontolojik boşluk / hiçlik duygusu yaşar ve dünyayı, tabiatı, bilimi, teknolojiyi ve her şeyi kontrol ve kolonize ederek (yani epistemolojik güvenlik alanlarını genişleterek) yaşadığı ontolojik güvensizlik duygusunu bastırır.
Dolayısıyla gazete / ve bütün medyalar, artık çağdaş insanın, onsuz yapamayacağı, ona virüs gibi bulaşan epistemolojik güvenlik mekânı; Hegel''in deyişiyle, “modern insanın günlük ibadeti”dir.
Ne ibadet ama! Başkalarının felâketleri üzerinden (aslında kendine) tapınma biçimleri üretmek, ancak aklı aklamacılığa dönüştüren bir “dünya dini”nin ürünü olabilirdi!Solun yeni soluğu olarak H/rantizm (?)
Yusuf Kaplan
26/01/2007 Cuma
Hrant Dink''i katledenler, neye kastettiklerini biliyorlar. Bundan hiç kuşku duymuyorum. Ama Hrant Dink''in çok iğrenç bir şekilde öldürülmesi üzerine bu menfur cinayet üzerinden siyasal bir rant sağlama kaygısıyla hareket edenler, neye kastettiklerini biliyorlar mı peki?
Her şeyden önce, Hrant Dink''in kendisinin vasiyeti dolayısıyla cenazesinin bir şova, gösteriye alet edilmemesi konusunda gösterdiği duyarlığı takdirle kaşıladığımızı belirtmek durumundayız.
Buna rağmen, Hrant Dink''in cenazesinin siyasal bir rant sağlayacak bir araca dönüştürülmesi ne yazık ki, önelenemedi. Aksine, ancak cenazenin ve bir insan hayatının ulvîliğini anlayamayacak bir “ruhsuzluk” hâli ile malul olan Türkiye''deki sol-seküler çevreler, Hrant Dink cinayetini şov yapmak, hatta bu toplumun temel değerlerine, kutsallarına küfretmek için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirmekte en küçük bir sıkıntı bile yaşamadılar.
Cenaze dolayısıyla taşınan “Hepimiz Hrant Dink''iz” ve “Hepimiz Ermeniyiz” başlıklı pankartlar, meseleyi ne kadar çığırından çıkardığımızı, ölçüyü ne kadar kaçırdığımızı göstermek için yeterliydi.
Televizyonlarda bol keseden atıp tutanlar, gazetelerde bir takım köşeleri işgal edenler, özellikle de “Hepimiz Ermeniyiz” pankartının, hem bu toplumu ne kadar rencide edeceğini, hem de aslında berbat bir milliyetçilik kışkırtması yaptığını kavramaktan gerçekten aciz kişiler mi/ydi?
Dahası, cinayet sonrasında özellikle sol-liberal-seküler çevrelerin Türkiye''de dînî azınlıklara, özellikle de Hıristiyanlara ne kadar eziyet edildiğini söyleyerek doğrudan topluma ve bu ülkeye çok rahat şekilde hakaretler yağdırmaları kimsenin gözünden kaçmadı. Oysa bu ülkede başka dinden olanlar değil, asıl müslüman çoğunluk eziyetlerle, yasaklarla hem de nefesi tıkanacak kadar büyük baskı ve sindirme operasyonlarına maruz kalıyor. Bunu ne zaman göreceğiz peki?
Bu ülkede, bir yalan uğruna, saçma sapan saplantılar ve paranoyalar adına müslümanlığın izleri silinmeye çalışılıyor; ama kimsenin kılı kıpırdamıyor hâlâ. Oysa bütün tarikatleri, bütün İslâmî cemaatleri bu ülkeden kovun, bu toplum bir anda çöker ve birbirini yer. İnanın bu toplum, toplum olma özelliğini kabiliyetini yitirir: Cinsel sapıklıklardan uyuşturucuya, yolsuzluklardan hırsızlıklara kadar seküler hayatın kaçınılmaz ürünü olan bütün çözülme ve dekadans biçimleri bu toplumun toplum olarak yaşamasını imkânsızlaştırır. Bunu göremiyor olmalıyız ki, hâlâ bu toplumda İslâm''ın sunduğu ne kadar değer ve kurum varsa yok etmek için elimizden gelen şeyi yapmakta hiç bir sakınca görmüyoruz. Yazık; çok yazık!
Birileri, Hran Dink''in cenazesi dolayısıyla bu ülkede gayr-ı müslimlere eziyet edildiğini söyleyip İslâm''a ve müslüman çoğunluğa karşı yapılan baskıları, yasakları görmüyor; üstüne üstlük bir de müslümanlığın bu toplumu her şeye rağmen ayakta tutan temel değerlerine saldırmayı, bu değerleri yok etmeyi kendisine vazife edinmekte bir sakınca görmüyorsa, orada durup derin derin düşünmek gerekiyor! Bu aşağılık kopleksiyle malul kişilerin bilmeleri gereken şey şu: İnsanlık tarihinde sadece müslüman toplumlar, gayr-ı müslimlere insanca yaşayabilme imkânları sunmuşlardır.
Ortada çok menfur ve iğrenç bir cinayet var. Ama bu cinayetin ve bu cinayet sonrasında yapılan yorumların Ermeni meselesinde bir millet olarak bizi ne kadar zor duruma sokacağını, bu milletin tarihte ortaya koyduğu adalet, hakkaniyet ve barış medeniyeti tecrübesini bir ânda yok saymakla sonuçlanacak ve uluslararası arenada zaten Türkiye üzerine çullanmak için fırsat kollayan emperyalistlerin işlerini ne kadar kolaylaştıracak çok ciddî bir cinayet olduğunu nasıl gözardı edebildiklerini anlamakta zorlanıyorum.
Türkiye''ye söyleyecek hiç bir şeyi ve uygulayacak hiç bir ciddî projesi olmayan sol-seküler hareketlerin Hrant Dink cinayetini ne kadar ilkel bir şekilde araçsallaştırdıklarını ve siyasal bir ranta çevirdiklerini hatırlamakla yetiniyor ve “Hepimiz Emeniyiz” diye sloganlar atan kişileri ve bu kişilere methiyeler dizerek toplumun temel dinamiklerini dinamitlemeyi yegane vazife olarak telakki edenleri kınıyorum.Omurga çökünce, Balkanlaşma kaçınılmaz
Yusuf Kaplan
2/02/2007 Cuma
George Orwell, “geçmişin bilgisine sahip olanlar, geleceğe de sahip olurlar” der.
Biz, geçmişini, dolayısıyla kendi''ni hakkıyla tanıyamayan tek ülke ve toplumuz. Kendimizi tanımadığımız için dünyayı da tanıyamıyoruz.
Çünkü pergelimizi şaşırmış durumdayız. Kendimize bile hâlâ çarpık, iyice çarpıtılmış / devşirilmiş Batı-merkezci gözlüklerle bakıyoruz. Kendi''ni tanıyamayan bir toplumdan dünyayı tanımasını beklemek olmayacak bir şeydir.
Bir sarhoşluk, bir anafora tutulmuşluk, bir savrulma hâli yaşıyoruz. Türkiye, fiilen Balkanlaşmadı (=bölünmedi) ama zihnen Balkanlaşmış durumda. Sekülerleşme süreciyle birlikte omurgamız çöktü; bu toplumun ortak paydası kalmadı. O yüzden, büyük bir boşluk oluştu ve her tür ideoloji, bu boşlukta çok rahat cirit atabiliyor.
Bu toplum, dünyaya esaslı bir medeniyet projesi ve iddiası sunmuş bir toplumdur. Ama bir asır gibi kısa bir süre içinde dünyada yalnızca Türkiye bu iddialarının hepsini kaybetti; tanınamayacak kadar yönünü, özgüvenini ve direnç noktalarını yitiren, kolaylıkla devşirilebilen ve zihinsel olarak balkanlaştırılabilen bir ülke hâline geldi.
Ahmet Hakan Coşkun, Türkiye''deki “yeni siyaset hattı”nın -İslâmî çevrelerde bile- “islâmî kaygılar” tarafından belirlenmediğini, artık iki kampın belirginleştiğini söylüyor. Ve şöyle diyor: “Bir taraf, ''AB karşıtı, millici, içe kapanmacı, ulusalcı'' kamptadır. Diğer taraf ise, ''AB yanlısı, özgürlükçü, dışa açık'' kamptadır.”
Kendisini, -örtük bir şekilde- “AB yanlısı, özgürlükçü, dışa açık” kampa dahil ederken, beni açık bir şekilde “AB karşıtı, millici, içe kapanmacı, ulusalcı” kampa dahil ediyor.
Ahmet Hakan''ın, pergel metaforundan, bütün zamanları seferber etmekten, bütün zamanları kendi çocuğu kılmaktan, bütün zamanların çocuğu olmaktan sözeden benim gibi birini içe kapanmacı bir kampa dahil etmesi, en hafif ifadeyle gülünecek bir şeydir. Oysa benim durduğum ve baktığım yer, Ahmet Hakan''ın kafasının basmadığı ve aslâ algılamayacağı bir dalga boyudur. Medeniyet iddiasından sözeden birinin içe kapanmacı olarak görülmesi sadece Ahmet Hakan gibi kafası karışık garabet kişilerin işi olabilir.
Oysa ben, Ahmet Cevdet Paşa gibi, bizim varlık nedenimizi ve omurgamızı İslâm''ın oluşturduğuna; bizim İslâm''ın sunduğu yaratıcı ruh ve kurucu iradeden ötürü bir çadırdan dünya-tarihsel bir medeniyet tecrübesi üretebildiğimize; modernleşme / sekülerleşme tarihimiz boyunca Türkiye''nin bu omurgasının içerden ve dışardan müdahalelerle çökertildiğine dikkat çekiyorum. Yönünü yitirmiş, omurgası ve ruhu çökertilmiş bir ülkenin bırakınız dünyaya ve tarihe özne olarak müdahale edebilmesini; 50-100 yıl içinde yok olmanın eşiğine sürükleneceğini göstermeye çalışıyorum.
Bütün laik / seküler ideolojiler, çıkarı, ben''i merkeze alırlar, dolayısıyla parçalayıcıdırlar. Türkiye''deki Türkçülük, Kürtçülük, Ermenicilik vesaire gibi milliyetçi-laik ideolojiler, Türkiye''yi içinden çıkamayacağı büyük bir kaosun ve balkanlaşmanın eşiğine sürükleyecektir.
Türkiye''nin etnik kimlikleri kaşıyan küresel / postmodern paradigma üzerinden üretilen laik / parçalayıcı bir ortama değil; bütün dinlere, etnisitelere nasılsalar öylece varolma hakkı tanıyan İslâm üzerinden dün başarıyla ürettiğimiz, yarın da bu tarihsel tecrübenin verdiği ruhla yeniden üretilebileceğimiz bütünleştirici yeni bir medeniyet iddiasına ve ufkuna ihtiyacı var.
Türkiye''deki mücadele, içe-kapanmacılık ve dışa-açılmacılık mücadelesi değildir. Görünen budur ama görünmeyen asıl mücadele, Türkiye''de İslâmî duyarlıkların aşındırılması ve zamanla Türkiye''nin medeniyet projesi gibi İslâmî iddialara dayalı bir omurgasının bırakılmamasıdır. Bu nedenle, büyük bir aymazlıkla sadece toplumun bütünü değil, İslâmî çevreler de fena halde seküleştirilmeye ve İslâmî duyarlıkları aşındırılmaya çalışılıyor.
Oysa sekülerlik üzerinden Türkiye''nin yeniden tarihe özne olarak müdahale etmesini mümkün kılabilecek bir proje üretilemeyeceği; bütün sekülerlik biçimlerinin, hem toplumun omurgasını çökertmekle, hem direnç noktalarını yok etmekle, hem de Türkiye''de tehlikeli Balkanlaşmış adacıklar üreterek Türkiye''yi anlamsız bir çatışmanın eşiğine sürüklemekle sonuçlanacağını artık görmemiz gerekiyor.Medyanın sultası: Körleşme ve tıkanma
Yusuf Kaplan
20/03/2007 Salı
Türkiye''de entelijansiya olmadığı için, entelijansiyadan doğan boşluğu gazeteciler dolduruyor. Burada “gazeteciler” derken, münhasıran bize özgü bir “yaratık”tan, hiç bir alanda uzmanlaşmamış, yalnızca bir köşeyi hasbelkader kapmış köşe yazarı tipinden sözediyorum. Türkiye''de gazeteciler, siyasetten kültüre, entellektüel hayattan toplum hayatına kadar ülke hayatının her alanında kesinlikle haketmedikleri ve aslâ taşımayacakları ölçüde ağırlık sahibiler. Bu, bu ülkenin geleceği açısından “kötümser” olmak için, gerekli ve yeterli bir nedendir.
Bir medya çağı''nda, münhasıran da hem medya üzerinden dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdüren, hem de medyanın / araçların hâkim olduğu, akıl tutulmasıyla malul, araçsal aklın yönlendirdiği bir medya uygarlığı anlamında seküler Batı uygarlığının tüm dünyaya çeki düzen verdiği bir dünyada yaşadığımız doğru.
Ancak dünyada genelde medya, özelde ise gazeteciler, Türkiye''de olduğu kadar ülkenin kaderini, yönünü, ufkunu ve ruhunu belirleyebilecek bir konumda değildir. Çünkü bu çok tehlikeli bir şeydir.
Çok tehlikelidir, diyorum; çünkü gazeteciler, bir ülkenin kaderini, yönünü, ufkunu ve ruhunu belirleyebilecek entellektüel donanıma, derinliğe ve birikime sahip olan figürler değildir. Çünkü gazeteciliğin / medyanın kendisi, epistemolojik ve ontolojik bir ufuk daralmasıdır: Gazeteci / medya, aslî olan''la ilgilenmez; arızî olanla ilgilenir. Gazeteci / medya, fikirlerle değil; üstelik de yalnızca burada ve şimdi vukû bulan olaylarla / entrikalarla ilgilenir.
O yüzden medyanın magazinleşmesinden, popüler kültürün vulgerleşerek / bayağılaşarak hayatımızın her alanına nüfûz etmesinden yakınan kişiler, aslında, bu yakıcı gerçeğin pek farkında değiller. Genelde medyanın, özelde ise gazetecilerin yaptığı şey, bu ufuk daralmasının hem ürettiği, hem de pekiştirdiği ontolojik güvensizlik duygusunu aşmak için baştan çıkarıcı, ayartıcı, hayattan kaçırıcı, hayattan kaçırarak hayata tutundurucu yeni ontolojik ve epistemolojik güvenlik alanları açmaktır. Sadece televizyon''un evimizin en merkezî odasının en merkezî yerine yerleştirdiğimiz, herkesin “kâbe”si olarak yönümüzü kendisine çevirdiğimiz bir yeri işgal etmesi, bunun “küçük” bir göstergesidir.
Gazeteciler, bir olayı, kültürel, tarihsel, entellektüel süreçleriyle ve arkaplanlarıyla tasvir, tarif, tahlil, tefrik, tenkit ve sonra da hakîkaten bize takip edilesi bir yol ve yöntem teklif edebilecek, bir koridor ve ufuk açabilecek çapta, kapasitede, donanımda kişiler değildir.
Gazeteciler, yalnızca arızî olan''la, parça''yla, son durum''la ilgilenirler: Aslî olan''ı, bütün''ü ve bir olayın bütün yönlerini görebilecek ve kavrayabilecek zihinsel idrak, analiz ve eleştiri kabiliyetleri gelişkin kişiler değildir.
Batı uygarlığının, güç üreten araçların (bilimin, teknolojinin); amaçlardan, değerlerden, ahlâktan bağımsız / kopuk bir şekilde bir medya uygarlığı olması; bir uygarlığı var kılan bilim ve düşünce, kültür ve sanat ile duruş anlamında siyaset geleneğinden mahrum olduğu anlamına gelmiyor. Batı''da medyanın hâkimiyeti, bu hâkimiyetin üretilmesinde üstlendiği aracılık vazifesi, bir sonuçtur.
O yüzden, Batı uygarlığını felsefî anlamda medya uygarlığı olarak nitelendirsek bile, medya fiilen birinci güç değildir, dördüncü güçtür. Batı''da medyanın birinci güç olması, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarını hem yeniden üretmek, hem de pekiştirmek anlamında sözkonusudur; Batı toplumları için/de sözkonusu değildir.
Oysa Türkiye''de medya, dördüncü kuvvet değil, birinci kuvvettir. Yani, medya bizim yaşadığımız yapay sorunların, tıkanmanın, körleşmenin, ufuk daralmasının bizatihî birincil nedeni konumuna yerleşmiştir ve bu konumu, kontrol edilemez bir şekilde güçlenmektedir. Ki bu, bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Çünkü böyle bir konumlama, medyanın gücünü, hakın değil gücün medyasına dönüştümektedir. Halkın bu kadar hiçe sayılmasının, medyanın çıkar şebekesine ve çıkarperestlerin sopasına dönüşmesinin nedenleri burada gizlidir.
Savrulmamak ve güce tapınmamak için
Yusuf Kaplan
27/03/2007 Salı
İnsanlar ve toplumlar, büyük krizler yaşadıkları zamanlarda, özgüvenlerini yitirirler; savunma ve yenilgi psikolojileri geliştirirler: Özgüven kaybı, aşağılık kompleksleri ve azınlık psikolojileri üretir zamanla.
İşte bu ortam, hem insanların tutanacakları muhkem dayanakları yitirdikleri anlamına gelir; hem de insanları, güç aygıtlarını ve imkânlarını ellerinde bulunduran aktörlere, kişilere, gruplara, güçlere boyun eğmeye, onların ağızlarına bakmaya, onlar tarafından onaylanmak için her türlü kişiliksizliği sergilemekte hiç bir sakınca görmemeye sürükler.
Örnek... Laik Türkiye, kendine özgü yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini reddettiği / yitirdiği için, laik Batı karşısında onyıllardır bir eziklik, bir aşağılık, bir yenilgi kompleksiyle hareket ediyor. Batılı toplumların kendi açmazlarını hâl yoluna koymak amacıyla geliştirdikleri laik / seküler söylemi, tam bir köle-efendi mantığıyla, kraldan daha kralcı gibi hareket ederek Türkiye''ye aktarma savaşı/mı veriyor. Batı''ya, Batı''dan gelen her şeye ilkel bir kutsallık atfediyor; tapıyor adeta.
Oysa bu, laik Türkiye''nin, Batı''ya karşı yakıcı ve yıkıcı bir aşağılık kompleksiyle baktığı; aklını, özgür iradesini ve dolayısıyla özgüvenini yitirdiği anlamına gelir.
Türkiye''deki İslâmî çevreler de, Türkiye''deki laik / seküler çevrelere kaşı aynı azınlık / aşağılık psikolojisiyle bakıyorlar; onların onayını almak için kırk takla atıyorlar. Örneğin, İslâmcı bir yazarın, seküler aktörler tarafından onaylanmak için seküler çevrelerin dergi ve gazetelerinde yazı yazmak, yayınevlerinde kitaplarını yayımlatmak için çırpınıp durması...
İktidar, hem iktidardakini, hem de karşısındakini bozar, ayartır. Güç / iktidar, kişinin kendisinde ayartıcı bir güç vehmetmesine yol açar. İktidar dışındakilere ise, iktidara, sahip olduğundan daha fazla güç vehmettirir. İktidarın ve iktidardakilerin onayını almak için akla hayale gelmedik numaralar yapmakta, iktidarın onayını aldıklarında ise, kendi insanlarını ve geldikleri yeri hor görmekte hiç bir sakınca görmezler.
Türkiye''de siyasi hayatta da, ekonomik hayatta da, entelektüel hayatta da, kültürel hayatta da, medyatik hayatta da, iktidar, seküler çevreler ve güçlerdir. İslâmî çevrelerin seküler iktidar biçimleriyle ilişki biçimleri tedirgin edici, kişiliksizleştirici bir ilişki biçimidir. Örneğin, İslâmî çevrelere ait bir kurumda, seküler çevrelerden gelen birinin aldığı maaşın ve gördüğü alakanın, “mahallenin çocukları”ndan kat kat fazla olmasının nedeni, iktidarın / gücün kutsanması ve dolayısıyla azınlık psikolojisiyle hareket edilmesidir.
Oysa İslâm, biz biliyoruz ki, insanın bu tür kişilik bozukluklarını, çarpıklıkları ve güç / iktidar karşısındaki çarpılmışlık hâllerini ve durumlarını, ortadan kaldırabilme gücü ve imkânı sunan, Allah''tan başka hiç kimseye boyun eğdirmeyen yegâne dünya tasavvurudur.
(Bütün bunları yazarken, “iyi de sen kendin İslâmî çevrelerden farklı hareket edebiliyor musun?” diye soracak olanlar olabilir. Kendimden sözetmek zorunda kaldığım için özür dileyerek şunu söyleyeyim: Bugüne kadar, çalıştığım seküler kurumlara, “ben İslâmî kaygıları olan bir adamım; eğer benim bu kaygılarımdan ödün vermemi isteyecek olursanız beni boşuna çağırmayın” dedim. Hatta bir defasında, bir üniversitenin mütevelli heyeti başkanı ünlü biri, bana “eğer bu İslâmî kaygılarını ve o irticacı gazetede yazmayı bırakırsan seni buraya bir kaç yıl içinde dekan yaparız” deyince kapıyı suratına kapatarak odasından çıktığımı iyi hatırlıyorum. İslâmî çevrelerin krumlarında çalıştığım zamanlarda ise, herkesin hakkını sonuna kadar koruma mücadelesi verdiğimi, sonuç alamayamayacağımı gördüğüm zamanlarda ise oraları terkettiğimi bilenler biliyor.)
Şu ân, İslâmî söylemler, hem küresel konjonktür gereği, hem de ülkedeki iktidar konfigürasyonu gereği, bu ülkede şamar oğlanı durumunda. Ama işte tam da böylesi zamanlarda, durduğumuz yeri terketmemek ve hakikati ne pahasına olursa olsun, yılmadan, bıkmadan savunmak, satmamak ve tıpkı Kutlu Efendimiz gibi “bir elime güneşi, bir elime ayı bile verseniz ben bu davam''dan, iddiamdan vazgeçmem” diyebilmek zorunda değil miyiz?
Not: Cuma günkü yazım, internet sitelerinde polemik malzemesi yapılmış. O yüzden, bugün yazacağımı söylediğim yazıyı bugün yazmıyorum.
Perspektif körlüğü, üç dil ve üç okuma
Yusuf Kaplan
30/03/2007 Cuma
Modernlikten önce farklı medeniyetler aynı zaman dilimi içinde kendi “zeitgeist”larını üretiyorlar ve başka medeniyetlerin zeitgeist''larıyla ilişki kurabiliyorlardı. Ancak geldiğimiz noktada, dünyada tek bir zeitgeist (zamanın ruhu) var artık: Diğer medeniyetlerin zeitgeist''larını da iptal eden Batı uygarlığının zeitgeist''ı bu.
Bu, kaçınılmaz olarak Batılıları, herkesi kendilerine benzetme ve boyun eğdirme çabası içine girmeye itiyor: Batılılar, bütün dünyaya, ya bizim gibi olacaksınız (asimilasyon süreci); ya da yok olacaksınız (eliminasyon süreci) diyorlar! İnsanlığın başına bundan daha büyük bir belâ, bundan büyük bir felâket gelemez, gelmedi de!
Tek bir zeitgeist''ın bütün dünyada hâkim olması, özellikle Batı-dışı toplumlarda da Batılılar gibi seküler bakış, algılayış, duyuş, düşünüş ve yaşayış biçimlerinin hükümfermâ olmasına, dolayısıyla bütün insanlığın ayartıcı / yabancılaştırıcı bir perspektif körlüğü yaşamasına yol açıyor.
Burada yakıcı ve yıkıcı mesele şu: Mevcut zeitgeist''ı bütün boyutlarıyla ve ifade biçimleriyle (vasat ve vasıtlarıyla) tanımadan İslâm''la kuracağımız ilişki ve irtibat, İslâm''ın bizi dönüştürmesine ve harekete geçirmesine yol açmayacak; aksine mevcut / seküler zeitgeist''ın hem bilinç, hem “bilinçaltı” dünyamızı şekillendiren, hatta delik deşik eden bakış, algılayış, duyuş, düşünüş ve yaşayış biçimlerinden kurtulmadan, kendimizi ondan arındırmadan İslâm''la kuracağımız ilişki ve irtibat biçimi, bizim İslâm''ı dönüştürmemize yol açmakla sonuçlanacaktır.
O yüzden, önce mevcut perspektif körlüğünü aşmak zorundayız. Bunun için de, mevcut zeitgeist''ın dışına çıkabilecek bir düzlem''e çıkabilmemiz; bunu yapabilmek için de, mevcut zeitgeist''ın arkeolojisini / kazısını yaparak zihinsel haritasını çıkarmamız gerekiyor. İşte bundan sonra İslâm''la kuracağımız ilişki ve irtibat biçimi, bizim, hem İslâm''ın ifadesi olacak (=bir vasat inşa etmemizi sağlayacak); hem de İslâm''ı kendileri aracılığıyla ifade etmemizi (=vasıtalar / dil''ler geliştirmemizi) mümkün kılacaktır.
Hem vasatı, hem de vasıtaları inşa ettikten sonra yapacağımız üçüncü yolculuk, mevcut zeitgeist''a müdahale ederek, bu dünyaya, içinde yaşadığımız zamana kalıcı, hitap edici, nüfûz edici, ruh üfleyici bir üst-dil ve söylem geliştirmek olacak.
Benim, Batılı yazarlara sık sık gönderme yapmamın gerisinde yatan temel gerçek budur. Şu ân, dünyada tek bir zeitgesit var ve bu zeitgeist''ı batılılar üretiyorsa, benim bu zeitgeist''ın ürünü olan bu dünyayı çarpıtmadan anlayabilmemin yolu, Batılıların yaptığı oryantalizm hastalığına benzer bir oksidentalizm hastalığı üretmeMemden geçiyor. Önce, Batılılar, kendilerini nasıl görüyor ve tarif ediyorlarsa, bir anlam yüklemesi yapmadan, onları öylece görüp, tarif etmem gerekiyor.
İkinci aşamada, İslâm bu durumu nasıl görür ve tarif eder sorusu ekseninde mevcut zeitgeist''ı anlamlandıracak İslâmî bir dil kurmanın imkânları üzerinde kafa yormamız gerekiyor.
Üçüncü aşamada ise, bu okuma ve anlamlandırma işlemini yapan bensem, benim bizzat bu olup bitenleri tasvir, tarif, tahlil, tefrik, tenkit etmem, ardından da bir müslüman “yazar-çizer” olarak İslâmî bir tasavvur teklif etmem gerekiyor.
Özetle, dünyada tek bir zeitgeist''ın hâkim olması nedeniyle, bütün insanlığın her şeye Batılılar gibi bakmak zorunda bırakılmasının ürettiği perspektif körlüğünü aşamadığımız sürece bu dünyaya esaslı şeyler söyleyemeyiz. Dolayısıyla mevcut perspektif körlüğünü aşabilmek için de İslâmî bir vasat, İslâmî vasıtalar ve bunların yeniden üretilme sürecinden oluşan üç dil kuramadığımız ve bunun için de, önce mevcut zeitgesit''ı anlamlandıramadığımız, ardından müşterek bir İslâmî üst-dil ve söylem, son olarak da şahsen kendi yeteneklerimizin ürünü olan münferit bir üçüncü okuma ve inşa biçimi gelişiremediğimiz sürece, bu dünyaya esaslı şeyler söyleyebilmemizin, bütün insanlığın sorunlarını hâl yoluna koyma imkânları sunabilecek kuşatıcı ve kucaklayıcı bir medeniyet tasavvuru inşa edebilmemizin son derece zor olduğunu unutmayalım, diyorum.Askerlerin yanılgısı
Yusuf Kaplan
3/04/2007 Salı
Türkiye''de yazılı kültür''le yaratıcı ilişkiler kuramadık bir türlü. Hâlâ toplumun sorunlarına, duyarlıklarına, değerlerine zemin hazırlayan, bunları yeniden üretebilen gerçek anlamda bir gazete kurumu yok Türkiye''de.
Aslında Zaman gazetesi, Türkiye''nin bu anlamda en iyi gazetesi olabilecek bir “imkân” yakalamış durumda. Ama Türkiye''deki bir türlü yerine oturamayan ve sürekli dengesizlikler doğuran dengeler, Türkiye''nin gündemini “sarsabilecek” esaslı bir gazetecilik yapılmasını zorlaştırıyor.
Zaman gazetesi, Türkiye''nin siyasî, ekonomik, toplumsal, kültürel ve entellektüel gündemini belirleyebilecek bir eşiğe geldi; ama dengeler, Zaman gazetesinin ülkenin birincil (en temel, yeni ve sıcak) gündemlerini “belirleyebilmede” değil; daha çok “ikincil” (birazcık “eskimiş”) gündemlerini açıklığa kavuşturmakta önemli bir gazetecilik yapmasına imkân tanıyor yalnızca. Dengeleri gözetme kaygısı, gerçek dengelerin gözden çıkarılmasına neden olabiliyor.
Bunlar, haber dergiciliği için de geçerli. Türkiye''de Aksiyon dergisinin dışında haber, yorum, analiz yayımlama kaygısı güden istikrarlı bir dergi henüz yok. Bunun bir istisnası var: Alper Görmüş, Aktüel''in başına geçtiğinde, haber dergiciliğinin nasıl yapılabileceğini gösterdi. Ama Aktüel''deki başarısı, talihsiz bir “kaza”ya kurban gitti Alper Görmüş''ün.
Türkiye''deki en parlak “araştırmacı gazeteci”lerden biri olan Alper Görmüş, bir kaç aydır Nokta''da “sessiz bir devrim” gerçekleştiriyor. Önce “ikinci andıç” olayını açık etti Alper Görmüş''ün Nokta''sı. Bu hafta da, iki darbe girişimini. Başarısızlıkla sonuçlanan bu darbe girişimleriyle ilgili Nokta''nın yaptığı habercilik, basınımızda tam anlamıyla es geçildi. Her fırsatta Batı hayranlıklarını dillerine pelesenk eden Türkiye''deki yazılı ve görüntülü medyatörler, Batı''da herhangi bir ülkede bu tür darbe girişimlerini ifşa eden bir mecraya gösterilecek ilginin tam tersini gösterdi ve Nokta''nın ortaya çıkardığı darbe girişimlerine adeta bir darbe vururcasına es geçti. Olacak iş değil!
Deniz Kuvvetleri eski Komutanları''ndan Özden Örnek''in 1957''den itibaren tuttuğu günlüklerin Sarıkız ve Ayışığı adları verilen darbe hazırlıklarını günü gününe konu edinen 2003''ten sonraki bölümlerini yayımladı Nokta dergisi son sayısında.
Türkiye''de her kesimin kendine özgü “kutsal”ları var ve bu “kutsallar”, “bıçak sırtı dengeler” üzerinden korunmaya çalışılıyor. Dar çıkarlar etrafında örülen kutsallar bunlar. Bu toplumun büyük tarihî derinliğine, kültürel zenginliğine ve engin medeniyet tecrübesine dayanarak belirlenmiş ve şekillendirilmiş değil. Dışardan, Batı''dan ithal edilen; o yüzden de dayanaksız ve köksüz: Dayanaksız olduğu için dayanıksız; köksüz olduğu için köksalamıyor.
Askerlerin temel yanılgısı şu: Askerler, bir yandan Türkiye''nin ABD ve AB tarafından kuşatıldığından sözediyorlar ve hükümetin ABD ve AB ile kurduğu ilişkileri sert bir şekilde eleştiriyorlar ama Batılıların geliştirdikleri ve işgal ettiklerinde, sömürgeleştirdiklerinde uygulayackları sekülerleştirme projesini Batılılardan daha sert ve katı şekillerde uygulamaktan başka çıkar yol olmadığını savunabiliyorlar! Ne yaman çelişki böyle!
Oysa, sekülerliğin, hem dekandans''tan / kültürel ve ahlâkî çözülmeden ve çürümeden; hem de zihin ve ufuk daralmasından (yani benmerkezcilikten, hazcılıktan, hapçılıktan, dünyanın ve ülkenin sorunlarına yabancılaşmaktan, kayıtsızlaşmaktan) başka bir şey üretemeyeceği ispatlanmıştır.
Türkiye''nin, yeniden tarihin akışını değiştirebilecek büyük tarihî, kültürel ve medeniyet tecrübemizi hayata geçirerecek ortak bir akla, ortak bir rüyaya, ortak bir ideale doğru yürümesi gerekiyor. Oysa, sekülerlik, Türkiye''yi batıya her bakımdan bağımlı hâle getirmekten ve bizim ruhumuzu, ideallerimizi, rüyalarımızı yitirmemizle sonuçlanacak bir çıkmaz sokağın ve uçurumun eşiğine fırlatmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bizim tarihimiz boyunca ürettiğimiz ve dünya tarihinin yapılmasında kilit roller oynamış, Selçuklu ve Osmanlı medeniyet tecrübeleriyle zirve yapan o büyük kültür, tarih ve medeniyet birikimini yok sayarak, şu ân bizim üzerimize geldikleri söylenen Batılıların bizi sekülerleştirerek köleleştirici ve bizim ruhumuzu yok edici seküler projelerini benimseyen bir ülkenin, bırakınız yeniden büyük bir tarihî yürüyüşe soyunabilmesini, varlığını sürdürebilmesi bile uzun vadede imkânsızdır.Çağ, İslâm ve Hz. Peygamber
Yusuf Kaplan
6/04/2007 Cuma
İslâm''ı anlamadan çağı, çağı anlamadan İslâm''ı, Hz. Peygamber''i anlamadan da hem İslâm''ı, hem de çağı anlayamayız.
İnsanlık tarihinde gelmiş gelmiş üç tür medeniyet tipi olduğunu gözlemliyoruz: Birincisi, fizik gerçekliği, dolayısıyla bu dünyayı mutlaklaştıran, insanın iç dünyasını (ruhunu, dolayısıyla vicdanını) imha eden pagan uygarlıklar; ki, Antik Yunan''dan Roma''ya, Avrupa''dan Amerika''ya kadar üretilen tecrübe, pagan uygarlık tecrübesidir.
İkinci tür medeniyet tipi ise, bugün, Konfüçyanizm, Hinduizm ve Budizm gibi doğu hikmet geleneklerinin temsil ettiği ve yalnızca fizik ötesi gerçekliği / insanın iç dünyasını eksene alan, fizik / dış gerçekliği ihmal eden medeniyet tipidir.
Üçüncü tür medeniyet tipi ise bugün yalnızca İslâm''ın temsil ettiği, varlığı ve hakikati parçalamadan, bir bütün olarak algılayan, dolayısıyla hem fizik / dış, hem de fizikötesi / iç gerçekliği aynı ânda mezceden vahiy medeniyetleri tipi''dir.
Pagan uygarlıklar, hikmet gelenekleriyle karşılaştıklarında, fizik gerçekliği, dolayısıyla insanı, dolyısıyla aklı mutlaklaştırdıkları, yani varlığı ve hakikati parçalı ve eksik algıladıkları için, diğer medeniyetlerle şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştiriyorlar: Önce onları asimile etmeye / kendilerine benzetmeye, asimile edemedikleri zaman ise elimine / yok etmeye çalışıyorlar.
Hikmet gelenekleri bu dünyayı ihmal ettikleri için, pagan meydan okumaya karşı direnme ve cevap üretme biçimleri geliştiremiyorlar. Pagan meydan okumaya direnme ve cevap üretme iradesini yalnızca vahiy medeniyetleri geliştirebiliyor. Bugün İslâm''ın, dünyanın önündeki en büyük tehdit olarak konumlandırılmasının nedeni, pagan Batılıların da, hikmet geleneklerine dayanan doğuluların da varlığı ve hakikati bir bütün olarak anlama ve anlamlandırma imkân ve kabiliyetlerinden yoksun olmaları, dolayısıyla İslâm''ın önünün açılması durumunda İslâm''ın önünde hiç bir gücün duramayacağı ve bütün dünyanın potansiyel olarak hızla İslâmlaşabileceği gerçeğinin özellikle Batılılar tarafından kavranmış olmasıdır.
Özetle, varlığı ve hakikati yalnızca İslâm bir bütün olarak algılama imkânı sunduğu için, İslâm''ı anlamadan insanı da, çağımızı da anlayamayız.
Peki, İslâm''ı nasıl anlayacağız? İçinde yaşadığımız çağı anlayabildiğimiz zaman İslâm''ı anlayabiliriz ancak. Eğer içinde yaşadığımız çağı anlayamazsak, İslâm''ı da anlayamayacağımızı bilelim.
İki nedenden ötürü çağı anlamadan İslâm''ı anlamakta zorlandığımızı düşünüyorum: Birincisi, şu ân müslümanlar, İslâm''ın belirlemediği bir ortamda yaşıyorlar. İkincisi ve daha da önemlisi de, bugün içinde yaşadığımız dünyada bütün dünyanın kullandığı kavramları ve kurumları yalnızca Batılılar üretiyor.
Batı kültürünü çok iyi anlayamadığımız sürece, seküler Batı kültürünün hem bilinç, hem de bilinçaltı dünyamızı şekillendiren kodlarını çözüp, kendimizi bu seküler kültürün algılama ve yaşama biçimlerinden arındırmadan İslâm''la kuracağımız ilişki, mevcut seküler kavramlarla ve algılama biçimleriyle İslâm''ı anlama açmazından kurtaramadığımız bir anlama ve algılama biçimi olacaktır. Ve bu çaba, İslâm''ı anlamamızı zorlaştıracak ve biz istemesek bile, seküler algılama biçimlerinden kendimizi arındırmadan İslâm''ı anlamaya kalkıştığımız için, bu, yalnızca Batılı kavram ve algılama biçimleriyle gerçekleştirdiğimiz ve yalnızca hâkim Batı kültürünü yeniden üretecek ve pekiştirecek bir anlama ve algılama biçimi olacaktır.
Peki, içinde yaşadığımız çağı nasıl anlayacağız öyleyse? Hem çağı, hem de İslâm''ı anlayabilmemizin ve geleceğimize İslâmî bir renk verebilmemizin yolu, Hz. Peygamber''in hem vahiy öncesi, hem de vahiy sonrası hayatını bir bütün olarak anlayabilmekten geçiyor. Çünkü Hz. Peygamer''in vahiy öncesi hayatı, Hz. Peygamber''i bizim çağdaşımız kılıyor; vahiy sonrası hayatı ise, geleceğimiz kılıyor.
Peki, Hz. Peygamber''i nasıl anlayabileceğiz? Bu sorunun cevabını, bizzat Hz. Peygamber veriyor ve kendisini “şehir” (medinetü''l-ilm = ilim şehri) olarak tarif ediyor. Yani, Hz. Peygamber''i anlayabilmenin yolu, O''nu “şehir” olarak anlamaktan geçiyor. Salı günkü yazıda, Hz. Peygamber''i “şehir” olarak anlamanın ne demek olduğunu görelim...
Laikçi körleşmenin şiddeti
Yusuf Kaplan
13/04/2007 Cuma
Türkiye''nin sorunu sığlaşma, yüzeyselleşme, ikiyüzlüleşmedir: Batı''yla da, İslâm''la da kurduğumuz ilişki biçimi, ezberlenmiş klişelere ve sloganlara dayanan sığ, yüzeysel, iki yüzlü bir ilişki/sizlik biçimidir.
Batıcı / seküler, özellikle de laikçi çevrelere göre, İslâm, sadece bireysel bir inanç meselesidir. Oysa İslâm''ın kaynakları, hayatın her alanına müdahale etmek zorunda olduğunu söylüyor. Ama Türkiye''deki seküler ve laik/çi çevreler, tam tersini dayatıyorlar bize. Totaliter zihin böyle bir şey olsa gerek.
Peki, bütün seküler, özellikle de laikçi çevrelerin, İslâm''ın hayatımızı, siyaset, ekonomi, kültür, sanat, düşünce ve medeniyet anlayışımızı düzenleyemeyeceğini bize dayatırlarken, önerdikleri dişe dokunur bir şey var mı?
Önerdikleri şey, seküler, dolayısıyla Batılı bir dünya ve hayat algısıdır. İyi de kendilerinin seküler / Batılı dünya ve hayat algısına ilişkin sahip oldukları bilgileri nedir ve doğru mudur?
Batı''dan / sekülerlikten anladıkları, dinin hayata, siyasete, kültüre, sanata, düşünceye karışamayacağı dogma''sıdır: Buna göre, İslâm, hayattan, siyasette, kültürden, düşünceden, sanattan uzaklaştırılmalı; Allah''ın dini değil, kendi algıladıkları "din" topluma dayatılmalıdır. Bilim, her şeyin merkezine yerleştirilmelidir. İyi de hangi bilim? Newton''ın bilimi mi, Heisenberg''in bilimi mi, Einstein''ın, Planck''ın bilimi mi, yoksa Batlamyus''un bilimi mi? Hangisi? Çünkü bu bilim anlayışlarının zihinsel önermeleri birbiriyle uyuşmaz ki?
Bilimsel mantık, zamanla, mekânla kayıtlı bir mantıktır; geçicidir; değişir. Ama biz, bilimsel mantığı, değişmez, tartışılmaz, mutlak bir din katına yükseltiyoruz. Aklı çöp tenekesine atıyoruz. İlkel bir pozitivizmden başka bir şey değil bizim "bilim" anlayışımız.
Yani aklımızla, zihnimizle değil, duygularımızla ve hislerimizle, adeta iman edercesine yaklaşıyoruz bilime. Hiç bir şeyi anlayamayan çocuksu bir psikolojiyle.
İşin daha da ürkütücü boyutlar kazandığını da görüyoruz: Türkiye''deki laikçi ve ulusalcı çevreler, İslâm''ı gericilik, laikliği ise tartışılmaz bir din gibi kabul etmediğiniz sürece, size bu ülkede yaşama hakkınız olmadığını söyleyecek kadar şirretleşiyorlar. Max Weber''in modernlik için yaptığı "demir kafes" tanımlaması, aslında bizim laikçi / ulusalcı kesimler için "cuk oturan" bir tanımlama. Weber, daha önce de söylediğim gibi, modernliğin / demir kafesinin bir özgürlük kaybı ve anlam krizi ürettiğini söylüyordu.
Aslında asıl özgürlük kaybını ve anlam krizini hem de berbat bir şekilde biz yaşıyoruz. Laikçi ulusalcılar, bir yandan bağımsız bir Türkiye''den sözediyorlar; öte yandan da tam bir din hâline getirdikleri ve gerçekte bambaşka bir dinsizlik biçimine dönüşen dünyada eşi benzeri olmayan bir laiklik biçimini, "laiklik budur" diye bize dayatıyorlar.
Oysa bu tam bir körleşmedir. Laikliğimizin esin ve besin kaynağı olan Fransa''da bile orta dereceli okulların üçte birinin katolik okullarından oluştuğunu, bizde ise Kur''ân''ın eğitiminin değil, Kur''ân öğrenmenin 12-15 yaşına kadar çocuklarımıza resmen yasaklandığını gözönünde bulundurursanız, bizdeki laikçi-ulusalcılığın nasıl berbat bir körleşme ve "dinsizleşme" biçimine dönüştüğünü anlamakta zorlanmazsınız.
Laikçi-ulusalcılık tam bir körleşme ve bu toplumu demir bir kafese hapsetme biçimidir. Bir taraftan tam bağımsızlıktan sözedeceksiniz, öbür taraftan da laikçiliğin tek çıkar yol olduğunu söyleceksiniz! Laikçiliğin tek çıkar yol olarak görülmesinin, bu toplumu Batılıların karikatürü hâline getirdiğini ve zamanla bu toplumun büyük iddialarını, rüyalarını, ideallerini yok eden, sığ, ilkel ve bayağı arabesk ve eurobesk kültürün kıskacına hapsolan bir toplum ürettiğini göremeyecek ve bu iki ilkel kültürle bırakınız dünyaya esaslı şeyler söyleyebilmeyi, bu ülkenin önümüzdeki çeyre asırda yok olmanın eşiğine geleceğini göremeyeceksiniz! Zihinsel körleşme ve köleleşme değil de nedir bu?
Oysa körleşme olgusu, kaçınılmaz olarak iktidar ve çıkar çatışmalarını tetikliyor ve Türkiye''de farklı ideolojik ve siyasal kesimler arasında söylemsel ve fiîli şiddet biçimleri üretiyor. Bunun Türkiye''yi nereye sürükleyeceğini söylemek bile gerekmiyor!
Seküler kuşatma ve millet iradesi
Yusuf Kaplan
17/04/2007 Salı
Türkiye, hem içerden, hem de dışardan çift yönlü büyük bir seküler kuşatmayla karşı karşıyadır.
Emperyalizm ve sömürge savaşlarının dünyayı cehenneme çevirdiği bir zaman diliminde, Türkiye''ye dayatılan seküler kuşatmanın hedefi, bu topraklar üzerinde yaşama ve varolma iradesi göstermekte direnen bu milleti yok etmenin mümkün olmadığı anlaşılınca, her türlü ırk, dil, din ve renk farklılığını zenginlik olarak bünyesinde yaşatan yegane medeniyet tecrübesi üretebilmiş bu milletin ruhunu yok etmek olarak belirlenmiştir.
Modern Batı uygarlığı, insanlık tarihinin en çatışmacı ve bu yüzden de en kısa ömürlü uygarlığı olarak tarihteki yerini almak üzeredir. Modern Batı uygarlığının omurgasını, insanı tanrısallaştıran ve sonra da yok eden sekülerlik oluşturur. Seküler tasavvur, başkalarını ya kendisine benzemeye zorlar; ya da kendisine benzemediği, itaat etmediği zamansa yok etmek için savaşır onunla. Yeryüzünde seküler Batı uygarlığının küre ölçeğinde haksız ve hukuksuz bir hâkimiyet kurduğu 3-4 asırlık bir zaman diliminde 26 medeniyetten 16''sını fiilen yok etmesi, geri kalanını da fosilleştirmesi söylediklerimizi ispatlar.
Sömürgecilik ve emperyalizm çağlarını doğuran zaman dilimi içinde altın çağını yaşayan Osmanlı medeniyetinin seküler Batı uygarlığının başvurduğu sömürgeleştirme, emperyalizm, kendine benzetme ya da yok etme yollarına başvurmaması, kapitalist / seküler tasavvura direnmesi, Osmanlı''nın “insanlığın son adası” olarak görülmesini mümkün kılmıştır.
Osmanlı''nın sahip olduğu bu insanî, âdil ve herkese hayat ve varolma hakkı tanıyan güven verici ruh, Osmanlı''nın en son çökertilen medeniyet olmasının da nedenidir.
Osmanlı''nın durudurulması ile açık sömürgecilik döneminin sona ermesi aynı zaman dilimine denk gelir. Oryantalizm, münhasıran Osmanlı medeniyetini ve iddialarını içerden çökertmek için geliştirilmiştir. Batılılaşmacı geç dönem Osmanlı aydını ile Türkiye''nin, ruhunu yitiren seküler entelijansıyasının her şeye oryantalist, dolayısıyla Batıcı gözlüklerle bakması, hem oryantalizmin Osmanlı''yı durdurmak için geliştirildiği tezimizi, hem de Türkiye''nin çift yönlü bir seküler kuşatma altında olduğu tezimizi doğrulamaktadır.
Türkiye''yi bir toprak parçası olarak kurtardık ama seküler kuşatmaya bizzat kendimiz öncülük ederek bu milletin tarih yapan ruhunu yok ettik.
Seküler kuşatmanın dış ayağını oluşturan Batılılar, Türkiye''nin seküler yörüngenin dışına çıkmaması için yoğun çaba gösteriyorlar. Türkiye''nin AB üyeliğinin desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar. Batılılar, Türkiye''nin yeniden İslâmî iddialara, ideallere ve idea''lara (fikirlere) dayalı bir medeniyet yürüyüşüne soyunmaması için, Türkiye''yi kendi hâline bırakmamak gerektiğini düşünüyorlar.
Seküler kuşatmanın iç ayağını oluşturan Türkiye''deki laik elitler ve kesimlerse, aynı şeyleri söyleyerek Türkiye''nin bağımsızlığını korumak için mücadele ettiklerini söylüyorlar! Ne yaman bir akıl tutulması ve ne ürkütücü bir çelişki bu böyle!
Türkiye''yi tam bir demir kafese kilitleyen, ülkede devlet-millet gerginliği üreten, ülkeyi yönetilemez hâle getiren bu akıl tutulmasının ve ürkütücü çelişkinin aşılabilmesinin yolu, milletin önünü tıkayan bariyerlerin aşılması ve millet iradesinin temsilcisi olan ve bir referandum yapıldığında da kesinkes milletin onayını kahir ekseriyetle alacak olan Tayyip Erdoğan''ın cumhurbaşkanı olmasından geçiyor.
Eski ABD Başkanı Clinton''dan Wolfowitz''e, İngiltere Başbakanı Blair''den Almanya Başbakanı Merkel''e kadar bütün Batılı liderlerin, başka bir medeniyet arayışına soyunmaMası için, Türkiye''nin kendi hâline bırakılmaması gerektiğini ve sekülerleşme sürecine son hızla devam etmesinin şart olduğunu söylemeleri, bu ülkede millet iradesinin ülkeye vaziyet etmesini istemeMelerinden kaynaklanıyor.
Cumhurbaşkanı Sezer''in Harp Akademileri''nde yaptığı veda konuşmasında “çoğunluğun diktatörlüğü”nden sözetmesi ise, bu ülkede millet iradesinin değil, dışardan beslenen seküler bir azınlık iradesinin hâkim olduğunun bir kez daha tespit ve teyit edilmesi anlamına geliyor.
Oysa, bu çift yönlü kuşatmayı yarmak zorundayız. Milletin, millet iradesinin önü açılırsa, ülkenin önü de açılır ve Türkiye''yi tıkayan bu çift yönlü kuşatma ancak böyle yarılabilir.İki millet tehlikesi
Yusuf Kaplan
20/04/2007 Cuma
Tandoğan''da düzenlenen “Cumhuriyet Mitingi”, Türkiye''de, benim bu sütunda daha önce dikkat çekmeye çalıştığım iki millet tehlikesinin, bu kez bizzat yabancı basın tarafından da görülmesine yol açtı. Eğer Türkiye, yaptığı tarihî yanlışlıkları göremez ve derhal terketmezse, bir sonraki kuşakla birlikte, iki milletten oluşan, gerçekten yaşanılması zor, cehennemi andıracak bir yere dönüşecektir. Bu, bu ülkenin fiilen bitmesi anlamına gelecek kadar tehlikeli bir süreçtir.
Ama Türkiye''deki laik elitler ve laik entelijansiya, bu tehlikeyi görebilecek entellektüel donanımdan da, bu tehlikeyi önleyebilecek tarih, kültür ve medeniyet bilincinden de çok uzaktır.
Elitlerin tepeden bu topluma dayattıkları kültür ve medeniyet değiştirme projesi, bu ülkede, önce İslâm''la, İslâm düşüncesi, sanatı, kültürü ve medeniyetiyle ilişkileri gerçekten sıfırlanmış bir elit ve entelijansıya oluşturdu. Ardından da, hem elitlerde, hem de toplumda hiç bir ülkede görülmeyen berbat, çocuksu, temelsiz, şekilci / nominalist bir Batı hayranlığı üretti.
Türkiye''nin önce kurumlarının İslâm''dan tümüyle arındırılarak sekülerleştirilmesi, sonra da toplumun topyekûn sekülerleştirilmeye çalışılması, (bu toplumun tarih yapmasını, adaletin, hakkaniyetin, barışın hâkim olduğu, farklı dinlere mensup insanların huzur içinde yaşadıkları büyük bir medeniyet tecrübesini üretmemizi mümkün kılan) temel değerlerimizin, anlam haritalarımızın eğitim sistemimizden, medya rejimimizden, sivil mimarimizden, gündelik hayatımızdan adım adım uzaklaştırılmaya çalışılması, bugün Türkiye''de ürkütücü bir kültürel şizofeninin, kimlik krizinin, bir anlam boşluğunun oluşmasına yol açmıştır.
Türkiye''de oluşan seküler kültür, Batı''da olduğu gibi, büyük sanatçıların, düşünürlerin yetişmesini mümkün kılan, sanatta, düşüncede, kültür hayatında birinci sınıf akımların, atılımların ve açılımların gerçekleştirilmesine imkân tanıyan bir atılım üretememiştir: Arabesk ve eurobesk şekiller alan vulger / bayağı bir kültür ve lümpen bir insan tipi üretmiştir.
Yaygınlaşan şey, milliyetçilik filan değildir. Küreselleşme, mikro milliyetçilikleri tetikliyor elbette. Ama bu sorunun görünen yüzüdür. Asıl sorun, sorunun görünmeyen yüzü, vulgerleşme ve lümpenleşmedir. Vulgerleşme ve lümpenleşme, kültürü çözüyor, anlamın içini boşaltıyor, sosyo-kültürel ve ekonomi-politik sorunların artmasıyla orantılı olarak da her türlü şiddet, uyuşturucu ve haz biçimlerini kışkırtıyor.
Türkiye''deki sekülerleşme projesi, bir yandan toplumun İslâm''dan, İslâmî ideallerden, iddialardan, rüyalardan hızla uzaklaşmasına yol açarak büyük bir anlam krizinin, kültürel ve entellektüel savrulmanın kök salmasına yol açarken; öte yandan da bu vulgerleşme ve lümpenleşme olgularının süratle her yere ve her şeye sirayet etmesine neden oluyor.
Sekülerleşme sürecinin Türkiye''yi getirdiği nokta, ürkütücüdür: Din, tu kaka edilmiş, aydınlar ve genç kuşağın hayatından çıkarılmıştır. Dil, sekülerleştirilmiş, böylelikle İslâmî ruhu yok edilmiş, felsefe yapılamayacak, bilim, düşünce, kültür üretilemeyecek kadar içi boşaltılmıştır dilin.
Genç kuşakların tarih, kültür ve medeniyet bilinci yok edilmiş, böylelikle berbat bir Batı hayranlığı, çıkarcılık, egoizm, hazcılık, kariyercilik, uyuşturucu ve şiddet düşkünlüğü genç kuşakların top ile pop arasında yuvarlanmasına neden olmuştur.
Sonuçta, laikliği din katına yükselten kentli, varlıklı, ülkenin kremasını oluşturan yeni bir sınıf t/üretilmiştir. Bu süreç böyle gittiği sürece, Türkiye, önümüzdeki çeyrek asırda, hatta bir kuşak sonra, iki milletin oluşacağı, şimdiye kadar yapay olarak icat edilen kavgaların o zaman gerçeğe dönüşeceği tehlikeli bir sürece sürüklenmiş olacaktır.
Oysa, bu toplumun varlık nedeni İslâm''dır. Eğer İslâm''ı bu toplumun hayatından tümüyle çekip alırsak, bu toplum ayakta bile duramaz; sadece kendi dünyevî / seküler çıkarları için çıkar çatışmalarının, sınıf çatışmalarının yaşandığı bir arenaya dönüşür. Bu, önce ruhu yok edilen bu milletin zamanla fiilen kendisinin de yok olmasına neden olacak, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği, bu toplumun başına gelebilecek en büyük felakettir. O yüzden ben uyarı görevimi yapıyorum.Amerika izlenimleri: Akademi, sistem ve kilise
Yusuf Kaplan
8/06/2007 Cuma
ABD, dünyanın en güçlü ülkesi. Bunu biliyoruz. İki haftalık Amerika ziyaretinde Amerika''nın gücüne ilişkin yaptığım gözlem özetle şöyle: Amerika''nın gücü, üç temel sacayağına dayanıyor: Birincisi, akademi ve Holywood''un başını çektiği popüler kültür endüstrisi. İkincisi, siyasî, ekonomik ve teknolojik sistem. Üçüncüsü de, kilise.
Dünyanın en gelişmiş, en üretken üniversiteleri Amerika''da. Şu ân Amerika''da üç bin civarında üniversite var. Bu üniversitelerin hepsi birinci sınıf üniversiteler değil; çoğu işe yaramaz. Ama yine de belli bir eğitim standardı ve kalitesi var.
Amerika''da New York, Washington ve Chicago''da çeşitli üniversiteleri gezme imkânı buldum. Özellikle Chicago Üniversitesi''ni ziyaret etmek istiyordum. Robert Nisbet ve Edward Shils''lerin kuruculuğunu yaptıkları, sosyal teorinin, kadîm düşünce geleneklerini de dikkate alan, şimdilerde yeni kuşaları ve temsilcileri yetişen, ilerde daha fazla keşfedileceğinden hiç kuşku duymadığım "Chicago Okulu"nu yerinde görmek ve bugüne kadar en mükemmel İslâm medeniyeti tarihi kitaplarından birini yazan Marshall Hodgson''ın ders verdiği üniversiteyi yerinde görmek için Chicago Üniversitesi''ni üniversitede Osmanlı tarihi doktorası yapan Abdurrahman kardeşimle gezdik. Onlara olan vefa ve saygı borcumu bu şekilde de olsa ödemek istedim açıkçası.
Chicago Üniversitesi, özellikle sosyal bilimlerde dünyanın en sayılı ve saygın üniversitelerinden biri. İlk bakışta 150-200 bin öğrencisi olan bir üniversiteyi andırıyor ve tipik Amerikan "kampüs" üniversitelerinden ayrılıyor. Ama Abdurrahman kardeşim üniversitenin 10 bin civarında öğrencisi olduğunu söyleyince gördüklerime inanamadım. Dev bir üniversite ama 10 bin öğrencisi var. Nedeni, Chicago Üniversitesi''nin "teaching" (yalnızca lisans eğitimi veren) değil, özellikle yüksek lisans eğitimi veren bir "research" / araştırma üniversitesi olması.
Üniversitenin çarpıcı bir başka özelliği de, üniversitenin kampüsünde üç büyük tarihî kilisenin ve nefis, estetik, şirin bir caminin bulunması. Ayrıca üniversitenin değişik binalarında namaz kılmak için küçük mescitler de var.
Bütün bunları görünce, bizim YÖK belâsının bu ülkeye ne kadar zarar verdiğini düşündüm ve kıyıda, köşede, koridor altlarında namaz kılmak zorunda kalan öğrencileri bile fişleyip "şişleyen" Türkiye''deki ilkel üniversite anlayışına bir kez daha kahrettim.
Akademisi güçlü olmayan, kendi kültür, tarih, düşünce, sanat ve medeniyet birikimini ıskalayan, öğrencilerini ve akademisyenlerini "irtica" yaftasıyla üniveriteden kapı dışarı eden Türkiye''yi nasıl berbat ve ürkütücü bir yabancılaşmanın ve yokolmanın beklediğini düşünmekten kendimi alamadım. (Popüler kültür endüstrisinin işleyişine, Amerikan toplumunu ve sistemini nasıl ayakta tuttuğuna ilişkin ayrıca bir yazı yazacağım; o yüzden bu konuyu geçiyorum).
Amerika''nın gücünün ikinci temel dayanağı, iyi kurulmuş, güçlü bir siyasî, ekonomik ve teknolojik sisteme sahip olması. Bu sistem, sağlam bir hukuk sistemi tarafından sıkı bir şekilde denetleniyor. Büyük yolsuzluklar, arızalar ve suistimaller bu demokratik hukuk sistemi tarafından kolaylıkla ve sert şekillerde cezalandırılıyor. O yüzden polis, çok güçlü Amerika''da. Yetkileri de aşırı denecek kadar fazla.
Amerika''daki en azından görünüşteki demokratik hukuk sisteminin çökmesi, Amerika''nın bir ânda büyük bir kaosun eşiğine sürüklenmesi için yeterli. Ekononimin gözle görülür bir şekilde çatırdaması, refah düzeyinin düşmesi, hukuk sisteminin çatırdamasına da neden olabilir Amerika''da.
Amerika''nın gücünü oluşturan üçlü sacayağının üçüncü ayağını kilise oluşturuyor. Amerika''da elbette ki Protestanlar çok güçlü. Hatta Protestanların tarihte "iktidar"ı ve "gücü" ellerine geçirdikleri en büyük ve belki de tek coğrafya Amerika. Her üç yüz-dört yüz metrede bir kilise var Amerika''da. Üstelik de bu kiliseler, âyinlerde dolup taşıyor. Ayrıca büyük ve tarihî kiliseler de Avrupa''da olduğu gibi bakımsız, kendi hâllerine terkedilmiş ve bomboş değiller.
Bütün bunlar birer sonuç. Peki neyin sonucu? Bu sorunun cevabını Salı günkü yazıda araştırmaya çalışalım.incognita"nın yeniden keşfi (mi?)
Yusuf Kaplan
12/06/2007 Salı
Önceki yazımda, ABD''nin, dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu ve bunu, güçlü bir akademi / kültür, sistem ve kilise yapısına borçlu olduğunu söylemiş ama bunun bir bir sonuç olduğuna dikkat çekerek şöyle sormuştum: Peki, neyin sonucu bu?
Elbette ki, bu, ABD''nin, bütün kavramlarını ve kurumlarını (geliştirdiği bilim, düşünce, kültür, sanat ve siyaset gelenekleri yoluyla) yeniden üreten, şu ân yaşayan tek uygarlık tecrübesi olmasının sonucu. Avrupa tecrübesinin, Batı uygarlığının seküler temellerinin atılmasında, elbette ki, belirleyici bir rolü var; ama Batı uygarlığı demek, sadece Amerikan tecrübesi demek artık.
Düşünce, elbette ki, Avrupa''da üretiliyor hâlâ; ama Amerika''da öğretiliyor ve bütün dünyada da tüketiliyor. Sorulması gereken yakıcı şu burada: Eğer düşünce, hâlâ ABD''de üretilmiyorsa, nasıl oluyor da, Avrupa değil de, ABD, Batı uygarlığını büyük ölçüde tek başına temsil ediyor ve "yeniden-üretiyor", o hâlde?
Düşünce, Avrupa''da üretiliyor ama Avrupa tecrübesinden değil, Amerikan tecrübesinden yola çıkılarak üretiliyor: Baudrillard''dan Virilio''ya, Deleuze''den Lyotard''a kadar anlatılan hikâye, Avrupa''nın hikâyesi değil, Amerika''nın hikâyesi: Özne o çünkü.
Peki, düşüncenin Avrupa''lılarca üretilmesi ama Amerika''da hayata geçirilmesi ne anlam ifade ediyor ve bunun neden/ler/i ne/ler?
Antik Yunan pagan düşüncesi, spekülatif / teorik / nazarî bir düşünceydi; bu düşüncenin zirve noktasına ulaştığı ândan itibaren Antik Yunan / Helen tecrübesi çöktü. Antik Yunan düşüncesi, tatbikatına Antik Roma''da kavuşabildi.
Modern / seküler Avrupa düşüncesi, pratik bir düşünceydi; ama büyük ölçüde Avrupa''da değil, Amerika''da ("başarıyla") tatbik edilebildi. Modern düşünce, sekülerizmi kutsamıştı; o yüzden dogmatik bir düşünceydi ve Avrupa''da sadece büyük yıkımlara yol açtı; iki büyük dünya savaşıyla birlikte Avrupa''nın belirleyici bir özne olarak tarihten çekilmesine neden oldu.
Antik Yunan, Roma, Ortaçağlar ve modern Avrupa tecrübesinin hayata geçirilmesi, ABD''de mümkün olabildi. Bunun en temel nedenleri şunlardı: Birincisi, Amerika''nın bir "terra incognita" / "keşfedilmemiş bir kıta" olmasıydı: Amerika, Avrupa''daki kilise ile laikler arasındaki çatışmadan uzak, hafızasız "çorak bir ülke"ydi. ("Çorak Ülke"nin şairi T. S. Eliot, ABD''yi boşuna terketmemişti yani!) Püritenler, uçsuz bucaksız ve tabiî kaynaklar bakımından olağanüstü zengin Amerika kıtasında yeni bir dünya kurmayı başardılar. (Amerika''yı sömüren Avrupa ülkelerinin ekonomisi bir ânda altı kat büyümüş, patlama yapmıştı). Püritenlerin / protestanların karşısında, katolikler de, laikler de yoktu: Yalnızca zavallı yerliler / kızılderililer vardı.
İkincisi, Fransız Devrimi, kiliseyle kıyasıya savaşmış ve sonunda altetmişti kiliseyi. Ama Avrupa''da hem kiliseyle laikler, hem de türlü uluslar arasındaki çatışmalar, devrimin Avrupa''da tam anlamıyla köksalmasını önlemişti: Fransız Devrimi''nin anahtar kavramlarından biri, demokrasiydi; ama devrim, demokrasi değil, terör ve oligarşi / aydınlanmış despotizm üretebilmişti yalnızca.
İşte Amerikan Devrimi, kilise-laikler çatışması olmayan bir coğrafyada demokrasiyi her alanda başarıyla uygulayabilen bir tecrübe üretti: Avrupa''dakinin aksine, önceden zedelenmemiş, (kilise, siyaset, endüstri ve toplum aktörlerini temsil eden) gerçek kuvvetler ayrılığı fikri, Amerika''da tatbik edilebildi. Ayrıca, endüstrinin demokratikleş/tiril/mesi, Amerika''nın sahip olduğu zengin tabiî kaynakları endüstriyel kaynaklara dönüştürmekte rasyonel olarak kullanabilmesini, kapitalizmin sınır tanımaz bir şekilde büyümesini ve ABD''nin bir dünya gücü olarak tarih sahnesine çıkabilmesini mümkün kıldı.
Peki sonuç ne? ABD''de, şu ân insan da, halk da, demokrasi de sanallaşmış ve buharlaşmış durumda. O yüzden, İslâm, Amerika''da, eğer önü kesilmezse, her yerden daha fazla, daha hızlı yayılabilir ve daha iyi yaşanabilir, diye düşünüyorum; (ki bunun örneklerini anlatacağım).
Bu durumda, ABD''yi de Avrupa''nın kaderinin beklediğini söyleyebilir miyiz? Bu soruya, Cuma günkü yazıda, ABD, Romalılaştı mı, yoksa Bizanslaştı mı, sorusunu sorarak cevap arayacağız.
.
|
Bugün 79 ziyaretçi (94 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|